logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ

Views 205 Comments 0

Bütün sesleri işitebiliyordum. Rüzgârı mesela. Pencereden vuran rüzgârı, perdemin çıkardığı hafif tiz sesi, evimizin dibindeki yaprakların birbirine çarpmasını, bir kedinin adımlarını. Biraz daha dikkat kesilirsem ötedeki sokaktan gelen arabaları.

Daha fazla zorlarsam aşağıda oturan babamın nefesini.

Ama kendi nefesimin sesini de kendi kalp atışlarımı da duyamıyordum. İçimde büyük bir sessizlik vardı; zihnimde, kalbimde. Hepsinde çok büyük bir sessizlik vardı.

İlk defa zihnimin içine sesler dolsun istiyordum, anılar devrilsin ve beni bulunduğum konumdan uzaklaştırsın ama öyle olmadı. Öyle büyük bir sessizlikti ki sanki o, bunu bilerek yapmıştı.

Bir anlık korkuyla geriye adım attığımı bile sırtım duvara çarpınca fark ettim. Korku muydu? Kollarımı vücuduma sardığımı ise tırnaklarım derimi kanattığında bana verdiği acıdan anladım. Belki de bir şeyler hissetmek istiyordum. Acı dışında.

Ruhsal değil, fiziksel acı hissetmek istiyordum.

O halde beni korkutan neydi?

Neden nefesimin sesini duyamadığımı anladım çünkü nefes alamıyordum. Bir elim boynuma gitti, nefes almaya çalıştım ama onun gözlerinin içine bakarken bu imkânsız gibi görünüyordu.

Ve o Korel. O Korel Erezli. Aylar sonra benim karşımdaydı.

Tam gözlerimin içine bakmasına rağmen sanki bambaşka biriydi. Gözlerinden ayrıldığımda duvara daha fazla sokuldum ama bu sefer korku değildi, bu sefer acı da değildi, bu sefer kendimi yok etmek istiyordum çünkü bambaşka birine dönüşmüştü.

Kilo vermişti. Normal bir kilo verme değildi bu, hastalık boyutunda bir kilo kaybıydı. Yirmi kilo, belki yirmi beş. Çelimsiz kolları, incecik boynu, üzerine fazlasıyla bol gelen tişörtü.

Tişörtü. Korel artık kazaklardan vazgeçmişti, tişört giyiyordu.

Benim onu daha rahat incelememi istiyormuş gibi oturduğu yatağımdan kalktı. Bu boynuma tırnaklarımı geçirmeme neden oldu.

Neden bu kadar kilo vermişti? Bir çocukla bile aynı kiloda olabilirdi.

Gözlerimi vücudundan ayırıp yavaş yavaş yüzüne tırmandığımda hâlâ onun gözlerimin içine baktığını fark ettim ve başka bir hançer daha saplandı sanki.

Yüzünde başka bir iz daha oluşmuştu. Çenesinden başka. Yeni bir iz. Sol tarafında şakağından yanağına ilerleyen ve iyileşmeye yeni yeni başlayan bir yanık izi.

Ama bunu gizlemek istiyormuş gibi görünmüyordu, öyle ki saçlarını üç numaraya vurmuştu. Sakalları yoktu. Her zaman kendini gizlemekten hoşlanan Korel artık bundan vazgeçmiş gibiydi. Ne olduğunun, insanların onu nasıl gördüğünün önemi yoktu.

Belki de ben önemli değildim, bilmiyordum ama çökmüş yanağına bakarken karşımda gördüğüm adamın neye dönüştüğünü anlayamadım.

Tek görebildiğim vazgeçişti. Korel Erezli her şeyden vazgeçmişti.

Kısa bir adım attığında ürküp duvara sürtünerek yana kaydım ve bunu fark ettiği anda durdu. Hatta bıçak gibi kesildi.

Birbirlerini aylardır görmemiş insanlar ne yapardı? Sarılabilirdi, kavga edebilirdi, hesap sorabilirdi, gülümseyebilirdi, ağlayabilirdi ama bunların hiçbiri olmadı. İlk konuşan o oldu ve ilk cümlesi en fazla yaralayandı. "Benden korkma."

Sanki bu cümlesi ondan daha fazla kaçmama neden olmalıymış gibi iyice duvara yapıştım. Bana bir şey yapacağından mı korkuyordum? Neden böyleydi? Onu saatlerce aramışken şimdi neden böyleydi?

Sesi. Hiç değişmemişti ama eskisi gibi o alaycı tonu yoktu.

Tekrar göreceğim gün için kafamda birçok rol biçmiştim ona. Beni özledin mi, diye bir giriş yapabilirdi mesela. Bu ona yakışırdı. Veya, beni arıyormuşsun, derdi.

Hiçbiri olmazsa, peşimi bırak, diyerek beni kapı dışarı ederdi.

Gözümden başka bir yaş daha düştüğünde değişen ona baktım, sonra kendime. Ben de değişmiştim.

Eskiden olsa ona hesap sorabilirdim, yalanlar söyleyeceğini bile bile. Bağırabilirdim ya da koşup sarılabilirdim, yardım dilenebilirdim.

Ama ben de değişmiştim, sonunda hep istediği o değişim gerçekleşmişti ama onsuz başarmıştım. Kapısının önünde saatlerce beklerken bu kadına dönüştüğümü bilmiyordum ama şimdi, dönüştüğüm kadın ortadaydı.

Dudaklarımı araladım. Karanlık odada, pencereden vuran sokak lambasının ışığıyla onu görebildiğim kadar dikkatlice bakıp, "Neden?" dedim titreyen bir sesle. Bu soruyu bekliyormuş gibi omuzlarını düşürdü.

"Neden mi gittim?" diye sorduğunda gözlerim ellerine kaydı. Sol elinde sargı bezi vardı, sağ elinde yarabandı.

"Hayır," diye karşılık verdim. Bunu beklemiyordu ki yaprak sarısı gözlerinin odağı değişti. "Neden buradasın?" Duvara sürtünerek diğer tarafa, oradan da giysi dolabımın önüne geçtim.

Sadece topuğunda dönerek beni takip etti ama bana yaklaşmadı. Ne yapmak istediğimi anlamış gibi, "Pencereye yaklaşmaya çalışıyorsun," dedi. "Olası bir durumda oradan kaçmak için."

Ne düşündüğümü anlaması umurumda bile değildi. Pencereye ilerledim, ardından sırtımı pencere pervazına yasladım. Ona güvenmiyordum, onun kim olduğunu bilmiyordum ama canımı önemsediğim için değildi bütün bunlar, sadece onun gerçekleriyle yüzleşmek yerine kaçardım.

"Neden buradasın?" diye sordum bir kez daha. Sırtıma sıcak rüzgâr çarpıyordu ama terden dolayı üşümeye başlamıştım. "Neden benim odamdasın?"

Hazırlıksız yakalandığı soru onu ikileme düşürmüştü, bu gözlerinden okunuyordu ama nedense artık yalan yok gibi geliyordu. Ne söylerse hepsi gerçekti, kendisi gibi.

Yatağın sol tarafından ağır adımlarla bana yaklaşmaya başladı, bense arkamdaki taşa tutunarak kendimi sırtüstü aşağıya atmayı bile düşündüm ama iki adım uzağımda durduğunda bunu da anlamış gibiydi.

Yüzüne daha net bir şekilde ışık vurduğunda bakışlarını her zaman gizleyen Korel'in artık bunu da yapmadığını fark ettim ve gördüklerim tırnaklarımı taşa saplamama neden oldu.

İlk defa beni çözmeye çalışıyormuş gibi bakmıyordu, ilk defa beni izlemek istiyormuş gibiydi.

Derin bir nefes verdi, çelimsiz vücudu hareket etti bu nefesiyle. Yutkundu, oldukça fazla belirginleşen âdemelması inip çıktı. "Kaçmaktan yoruldum," dedi derinden gelen bir sesle. "Sen nasıl yorulmuyordun?"

"Çünkü ben kaçmak zorundaydım." Eskiden olsa ona bakarken gözlerimi kaçırırdım ama artık ona direkt bakabiliyor hatta bu sefer ben onu çözmeye çalışıyordum. "Yoruldun ve ilk uğradığın yer benim odam mı oldu?"

"Hayır, ilk uğradığım yer senin odan değildi." Net yanıtıyla beraber bir adım daha attı ve aramızda bir kol boyu mesafe kaldı.

"Bana yaklaşma," dedim beklediğimden daha keskin bir sesle. "Benden uzak dur."

Eskiden olsa gülerdi, eskiden olsa daha fazla üzerime gelirdi ama bu sefer o bakışlarına keder oturdu, öyle bir keder ki kurduğum cümlenin ağırlığının altında ben ezildim. "Sana zarar vermeyeceğim," dedi kısık sesle, neredeyse fısıldıyordu. "Benden korkma."

Gülümsedim ama gözümden başka bir yaş daha düştü, bunu gördüğü anda gözle görülmeyecek bir sürede aramızdaki mesafeyi kapattı. "Bana yeterince zarar verdiğini mi düşünüyorsun yoksa?"

Dudaklarını ıslattı, tekrar yutkundu. Beni izledi. Hem de uzun bir süre. Birkaç dakika geçti, beni izlemeye devam etti.

Asla gözlerimi kaçırmayacaktım ama onun bakışlarını anlamak canımı yakmaya başlamıştı. Keşke eskiden olduğu gibi perdelerini çekip beni kendisinden gizleseydi çünkü görüyordum, acı çekiyordu.

"Ben buradayım," dedi dakikalar sonra kollarını iki yana açıp. "Karşındayım. Her şeyimle ve tüm yüzlerimle. Bütün gerçeklerle."

Gülümsemem genişlerken ona küçümseyici bir bakış attım. "Sana inanacağımı mı sanıyorsun gerçekten?" Elimin tersiyle gözlerimden akan yaşları sildim çünkü bu öfkelendiriyordu, ağlamamalıydım. "Bu sefer benimle nasıl oynayacaksın? Hangi gerçekleri yalana, hangi yalanları gerçeğe dönüştüreceksin?"

"Bana artık güvenmediğini biliyorum," diye söze başladığı sırada lafını kestim.

"Aslında sana hiçbir zaman güvenmediğimi fark ettim."

Duraksadı, başını sağa yatırıp gözlerimin tam içine baktı. "Hangi zamandan bahsediyoruz? İlk tanıştığımız zamandan mı, ikinci tanıştığımız zamandan mı?"

Bir anda sorduğu soru yüzüme tokat gibi çarptığında sahiden de bütün gerçeklerle karşımda dikilmiş olduğunu görebiliyordum ama kabullenemedim. "Eğer ilk tanıştığımız zaman sana güvenseydim bütün bunlar olmazdı, değil mi? Yani seninle ikinci defa tanışmaz, seni hiç unutmazdım, öyle değil mi?"

O da gülümsedi ama benim tersime, dalgaya almak için değildi. Sorum onu gerçekten gülümsetmişti. "Demek hatırlamaya başladın beni." Biraz daha yaklaştı bana.

"Benden uzak dur," dediğimde sırtım geriye doğru yattı. "Her kimsen benden uzak dur."

"Ben geçmişte hatırladığın o adamım," dedi solgun bir tınıyla. Kendimi geriye yatırmamı umursamadan bana biraz daha yaklaştığında ayakkabıları ayakkabılarımın ucuna değdi ve elleri pencerenin pervazına tutundu. Bir kafes gibi önümde durduğunda, tek kaçış yolum, aşağıya atlamamdı.

"Seni hatırlamıyorum," dedim yalana başvurarak ama artık bu kadar yaklaşmışken gözlerinin içine bakmak zordu.

"Hatırlıyorsun," diye fısıldadı. Külün kokusunu aldım, hep aldığım gibi. Onun kokusu. Kül gibi kokuyordu. "Bana artık eskisi gibi bakmıyorsun. Bana artık eskiden olduğu gibi bakıyorsun." Ne demek istediğini anlamadığımda kaşlarım çatıldı. "Seneler önceki Minel gibi. Hem de hangi zaman, biliyor musun?" Yüzüme yaklaştığında geriye gittim ve başım pencereden dışarıya çıktı. "Beni unutmadan hemen önce de böyle bakıyordun. Korkuyla, endişeyle ve..." Dudakları kıvrıldı, samimi bir tebessümdü. "Sevgiyle."

Üçüncü defa, "Benden uzak dur," dedim ve söylediği her şeyi duymazlıktan geldim. "Babam aşağıda, tek bir çığlığıma bakar."

"Bağırmayacağını ikimiz de biliyoruz," diye yanıt verdi. "Hatta ne yaparsam yapayım bağırmazsın."

"O kadar emin olma."

"O kadar eminim." Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmadı. "Bu benimle alakalı değil, babanla alakalı. Ondan yardım istemektense ölmeyi yeğlersin çünkü. Onu affetmedin, değil mi? Hatta hiçbir zaman affetmeyeceksin."

Onu ilk gördüğüm günden beri beni bu kadar iyi tanımasına anlam veremiyordum ama artık her şey netleşmeye başlamıştı. O bütün zamanlarımdaydı, beni ondan daha iyi kimse tanıyamazdı.

Babam bile.

"Korel," dedim; aylar sonra dudaklarımdan adı çıkmıştı. Bu canımı yaktı çünkü adını söylemeyi özlemiştim, ona bakarak hem de.

"Minel," diye karşılık verdi ve o da aynı şeyi hissetmiş gibi bana biraz daha sokuldu. Turuncu dememişti.

"Yüzüme bak," dedim keskin bir sesle. "Tanıdığın Minel miyim? Ya da tanıdığını sandığın?"

Dalgaya almadı ya da beni küçümsemedi. Söylediğimi yaptı, beni izledi ve bunu gerçekten soruma cevap vermek için yaptı. "Değişmişsin," dedi en sonunda. "Daha doğrusu vazgeçmişsin."

"Neyden?"

"Her şeyden." Omzunu kaldırıp indirdi. "Beni unutmadan önce de her şeyden vazgeçmiştin." Bir eli pervazdan uzaklaşıp saçlarıma dokundu. Parmakları saçlarımda dolaştığında donakaldım, hareket bile edemedim. "Ama şu saçların hep aynı. Hiç değişmiyor."

"Belki babama seslenemem," dedim titreyen bir sesle. "Ama benden uzak durmazsan kendimi aşağıya atarım. Bunu yaparım."

Gözleri saçlarımdan gözlerime doğru kaydı ve eli uzaklaşıp tekrar pervaza tutundu. "Evet, bunu yaparsın," dedi rahat bir sesle. "Ama bak, başka bir déjà vu'yü yaşıyoruz." Neden bahsettiğini anlamıştım. "Merkezdeydik, seni pencereden düşmekten kurtarmıştım." Eli bu sefer de belime gitti, baskı yaptı. "Evindeydik. Pencerenin kenarındaydık." Tam yanık izimin olduğu noktaya ilerledi. "Seni tutmuştum." Yüzüme yaklaştı. "Şimdi buradayız. Üçüncü andayız ama ben yine seni tutarım, düşemezsin."

Cümleler ok gibi zihnime saplandığında bir anı kucağıma düştü.

Pencerenin kenarında oturuyordum ve Korel hemen arkamdaydı. Bir binanın onuncu katındaydık. Ayaklarımı aşağı sallandırıyordum, elimdeki beyaz güvercini uçurmak üzereydim.

"Ya uçamazsa?" diye sordum Korel'e dikkatle. "Ya aşağı düşerse?"

"Onun kanatları var, Turuncu." Korel gülmüştü. "Ve iyileşti. Korku canlılara her şeyi yaptırabilir. Düşecek olursa korkusu ona tekrar uçmayı hatırlatır." Arkadan kollarımı tuttu, sonra ellerimi.

"Hadi, uçur onu."

Korel'e güvendim. Güvenmeyeceğim günler yaklaşırken.

Beyaz güvercini gökyüzüne doğru attığımda ilk önce yalpaladı, aşağıya düşer gibi oldu ama daha sonra kanatlarını çırparak havalandı. Sokakta bulduğumuz yaralı kuşun kanadını iyileştirmiştik. "Uçtu!" diye haykırdım Korel'e dönüp hevesle. "Başardı!" "Başardı," dedi Korel.

"Ya başaramasaydı?" Beni arkadan sıkı sıkı tutan Korel'e çok güveniyordum. "Ya düşseydi?"

Korel beni yavaşça pencereden içeriye çekti. "Düşeceğine ihtimal verseydim onu uçurmana izin vermezdim," diye mırıldandı. "Ve bir ihtimal uçamasaydı..."

"Onun peşinden atlardım," diye lafa atladım.

Korel burnuma fiske vurdu. "Atlayamazdın," dedi dikkatle. "Çünkü ben seni tutardım, hep tutarım."

Anı zihnime bıçaklar, kalbime ateşler bıraktı. Bana bakarken sanki onunla beraber izledim anıyı, bunu anladı. Dudaklarımdan, "Üçüncü an değil," döküldü, "dördüncü andı."

Tam da zihnimdeki gibi, "Çünkü ben seni tutardım," dedi. "Hep tutarım." Büyük bir mucizeye bakıyormuş gibi pervazı tutan diğer eli çeneme uzandı. "Hatırlıyorsun. Hatırlamaya başlıyorsun."

Yüzümü elinden kurtarmaya çalıştığımda başarısız oldum. "Hatırladıklarım bir yana, hatırlayacaklarım seni korkutmuyor mu?" diye sorduğumda cevabını merak ediyordum.

"Hayır," dedi rahatlıkla. "Sadece hatırlayacaklarının vereceği pişmanlığı kaldıramayacaksın."

"Pişman olacağım yani, öyle mi?" Çenemdeki elini tuttuğumda onunla ilk temasım bu şekilde oldu. Onu itekleyecektim ama elini tuttuğumda bunu başaramadım. "Nasıl bu kadar emin olabilirsin?"

Eskiden olsa cevabını veremeyeceği soruları şimdi hiç düşünmeden yanıtlıyordu. "Çünkü ben karşında duracağım, sen hatırlayacaksın, bir zaman tüneline gireceksin. O adama bakacaksın, sonra bana bakacaksın. Senin pişmanlığın, karşında gördüğün ben olacağım." Başını iki yana salladı. "Bu pişmanlığını görmeyi iple çekiyordum ama şimdi o pişmanlığı yaşamaman için daha dik duracağım."

"Dik mi duracaksın?" Bu sefer elini itekleyebildim. "Beni bırakıp gittin." Hesap sormadım, hayır sormadım, sadece hatırlatmak istedim. "O tiyatro salonunda beni bırakıp gittin." Diğer bütün yaşananlar ürpermeme neden olurken, hesap sorarsam alacağım yanıtlar beni korkuttu.

Bir an bile geri adım atmadan, "Sen de beni bırakıp gittin," dedi. "Ve bırakıp gittiğin yetmezmiş gibi beni unuttun. Ben seni bırakıp gittim ama seni unutmadım, bunu istemedim."

Onu bırakıp gittiğime, kendi isteğimle unuttuğuma ihtimal veremiyordum. Beni kandırıyor olmalıydı, yine. Benimle oynuyor olmalıydı. İstediği yollara çekmeye çalışıyordu.

Bir anda onu iteklediğimde geriye tökezledi. Eskiden olsa kuvvetiyle bir adım bile atamazdı ama o kadar güçten düşmüştü ki benim iteklememle bile tökezlemişti.

"Yalancısın," dedim beklediğimden daha yüksek sesle. "Sen yalancı bir adamsın. Ayrıca senin kim olduğunu, ne olduğunu bile bilmiyorum. Benimle oynuyorsun. Bundan zevk alıyorsun."

Başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. "Evet yalancı bir adamdım, evet seninle oynuyordum ama artık değil."

Bir kez daha üzerine yürüyüp onu iteklediğimde neyse ki son kalan güç kırıntılarını kullandı ve hareket etmedi. "Bir daha odama bu şekilde girme!" Öfke miydi yoksa kin miydi bilmiyordum ama dişlerimi sıkmaya başlamıştım. "Bir daha beni yönetmeye de çalışma! Sana inanmıyorum, sana inanmayacağım da."

Gözleri pencereye kaydı, dışarıya baktı. "Seni inandırmaya çalışmıyorum ki."

Eskiden olsa altında ezileceğim cümleleri olurdu ama şimdi dürüstlüğün verdiği sakinlik miydi yoksa rol yeteneği mi gelişmişti bilmiyordum, çok rahat görünüyordu.

"O halde neden buradasın?" dedim ilk sorduğum soruyu yineleyerek. "Neden buraya geldin?"

Bakışları tekrar bana döndü. Bu sefer daha yalın baktı, kendinden parça koparıyormuş gibi. "İnsan olduğumu hatırladım," dedi tekdüze bir sesle. "Ve biri bana sarılsın istedim." Derin bir nefes verdi, ardından elini bana uzattı. "Ben sarılamıyordum, bilmiyordum ama sen biliyorsun, bana öğrettin. Güzel bir histi, bir kez daha yap bunu."

Köprüleri ilk yakışım, ilk kez onu tamamen kendi içimde kabul edişim ona sarıldığım zamandı. O günden sonra bir yola çıkmış, o yolda ilerlemiştim. Yağmurlar yağmıştı, karlar sonra. Kasırgalar çıkmıştı, ben ona sarıldım diye onu bırakmak istememiştim ama o bırakmıştı.

Bırakmış olması da önemli değildi, canımı bile isteye yakmıştı.

Bana uzattığı eline baktım, sargılıydı. Nedenini merak ettim ama ona elbette ki sormadım.

"Sarılmayacak mısın?" diye sordu. "Aylar oldu, aylar geçti. Senden başka kimse bana sarılmadı."

Onu bu hale getiren neydi? Böyle çökmesine neden olan, böylesine yenilmesine, böylesine vazgeçmesine izin veren neydi? Bütün her şeyi boş vermişti, yetmezmiş gibi artık karşıma bütün sırlarını yok ederek gelmişti.

"İlk defa benden böyle bir şey istiyorsun," dedim zorlukla konuşarak.

"Hayır," dedi. "İlk defa istemiyorum daha önce de istemiştim."

Hatırlayamadım, hatırlamadığımı anladı.

Ona yaklaştım, eli hâlâ havadayken, "Sana sarılırım ama nedeni bunu istediğim için olmaz," dedim acımasız bir sesle fakat dolan gözlerim yine aksini kanıtlar nitelikteydi.

"Ne olur nedeni?" diye sordu sanki cevabını biliyormuş gibi.

Günler, aylar öncesine gittim. Bu sefer ben onu bir zaman tüneline koydum, onunla beraber ilerledim. "Sana acıdığım için sarılırım," dedim tam gözlerinin içine bakarak.

Bana acıdığını söylemişti, acıdığı için oynattığını, acıdığı için yalanlar söylediğini. Ve bu cümlenin ağırlığını en çok ona ihtiyacım olduğu zaman yüklemişti bana.

Fakat onda benim üzerimde bıraktığı gibi etki etmedi hatta kırılmadı bile. Sadece elini aşağıya indirip yavaşça omzunu silkti. "Acınmak umurumda mı sanıyorsun?" Bakışlarını yere indirdi, ayaklarının ucuna baktı. "O halde durma, bana acıdığın için sarıl, Minel. Öyle bir sarıl ki ne kadar acıdığını bana öyle göster." Gözümden bir damla yaş aktığı anda elimin tersiyle silip ondan gizledim ama başka başka yaşlar da dökülmeye başladığında kalbim ağrımaya başlamıştı. Ona ne olmuştu?

En önemlisi, kendisine ne yapmıştı? Ya da ona ne yapmışlardı?

Başı önde ona sarılmamı bekledi, biliyordum.

"Çok çaresiz görünüyorsun," dedim titreyen bir sesle ama küçümseyici görünmeye çalışıyordum. "Bu role çok çalıştın mı?"

Tek kelime etmedi, başını kaldırıp bana baktı ve ağladığımı gördü. "Sen de verdiğin sözü tutmamış görünüyorsun," dedi hiddetle. "Ağlıyorsun. O kadar mı canın yandı?"

Acıyla, öfkeyle, nefretle ve en çok özlemle dışarıyı gösterip, "Git buradan," dedim. "Bir daha odama bu şekilde girme." Durmaya devam etti hatta izlemeye de devam etti. Daha baskın bir sesle, "Korel, git," dedim. "Git buradan."

Karşı çıkmadı, tek bir cümle kurmadı ve pencere yerine kapıya doğru yürüdü. Babamla karşılaşma ihtimali umurunda değil miydi yoksa daha farklı planları mı vardı anlayamadım ama onu engellemedim. Kapıdan çıkıp gitmesi için onu izlemeye devam ettim.

Aralık duran kapıyı açtığında eli kapının kolunda duraksadı ve omzunun üzerinden bana baktı. Gözyaşlarım çeneme akarken artık silmek için bile uğraşmıyordum sadece çekip gitmesini bekliyordum.

"Bana sarılmanı daha önceden de istemiştim," dedi kırgın bir tınıyla. "O zaman da sarılmamıştın. Zaman geçiyor, sen büyüyorsun ama bana hissettirdiklerin iyi ya da kötü hiç değişmiyor."

Sonra cevap vermemi bile beklemeden kapıdan dışarıya çıktı. Adım seslerini dinledim, sonra dış kapının hafifçe açılması ve kapanmasını, ardından daha fazla ayakta duramadım, dizlerimin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra, bağıra çağıra ağlamaya başladım.

Bütün hislerim, bütün hatırladıklarım, bütün hatırlamadıklarım, bütün gördüklerim, bütün göreceklerim uğruna akıttığım gözyaşlarımla bütün gücümü sömürmesine izin vererek ağladım.

Bir süre sonra babamın sesini işittim ama ne dediğini kendi haykırışlarımdan duyamadım. Beni yatağıma yatırdı ve yanıma yatıp beni göğsüne çekti. Sesim kısılana hatta nefesim kesilene kadar ağlamaya devam ettim.

Babam ise tek bir cümle kurdu: "Sana ağlamaman için söz verdirmesi en büyük yanlışıydı çünkü bu kadar gözyaşı, akıtamadığın zamanların için de yanaklarını ıslatıyor."