logo

GİRİŞ

Views 826827 Comments 8442

Şarkılar: The Gaels, Artesia
My Mother Told Me, Ekaterina Shelehova
Gra, Wardruna
Ashenfell, berserksgangr

(Lütfen şarkılarla beraber okuyun.)

YER:
SVALBARD

20 NİSAN 2055

İnsanın bir değil, birçok kaderi vardır fakat hayat sandığımızdan o kadar uzundur ki güzel olan kaderle ne zaman tanışacağımıza sadece ve sadece her şeyi değiştirmeye yetecek tek bir an karar verir.

Ve o tek bir anın, hangi an olduğu hiçbir zaman bilinmez.

Fakat zaman gerçeği daima açığa çıkar.

Tam da bugün, bir bebeğin kaderinin yeniden yazıldığı günlerden birisiydi fakat dünya bir bebeğe hazır olamayacak kadar kötü durumdaydı.

Yaklaşık altı senedir dünyada süregelen bir savaş vardı ve neredeyse bütün ülkeler saflarını belirlemiş, yarınları düşünmeden birbirlerine zarar veriyorlardı. Binlerce değil, milyonlarca insan bu savaşta can vermiş, birçok insanın evi yok olmuş, çocuklarını kaybetmiş, aileler gözler önünde cayır cayır yanmıştı.

Bu savaşı başlatan bir ülke vardı elbet ama savaşların başlangıçlarından daha çok daima sonları ve kazananları konuşulurdu; bu savaşın bir kazananı olmayacağı artık çok açık bir şekilde ortadaydı. Çünkü her ülke fazlasıyla kayıp vermiş, birçok toprak parçasını kaybetmiş ve insanlık artık tamamen ölmüştü, savaşa dahil olmayan hiçbir ülke kalmamıştı; tarafsız kalmak isteyenler ise savaşa zorunlu tutulmuşlardı.

İnsanlar artık bir parça ekmeği bir çocukla paylaşamayacak kadar bencil ve açtı; işin en acı verici tarafı ise o insana kötü değil, haklı deniliyordu. Vicdanların ve merhametlerin sustuğu nokta tam da burada başlamıştı.

Norveç de bu savaşta etkilenen ülkeler arasındaydı fakat herkesin gözü Svalbard Yarımadası’nın üzerindeydi çünkü Küresel Tohum Deposu buradaydı. Ülkeler seneler önce buraya savaşın, belki kıtlığın ya da çok büyük bir felaketin olacağını varsayarak bütün bitkilerinin tohumlarını göndermişlerdi ve yerin altında gizleniyordu. Dünya üzerinde bu kadar büyük bir kıtlık yaşanırken herkes o Tohum Deposu’na sahip olmak istiyordu fakat yine paylaşmak diye bir şey yoktu. Norveç de bu yüzden en göz önünde olan yerlerden birisiydi.

Bencillik sadece bir insan için geçerli değildi, birçok ülke için de geçerliydi; bencillik artık bir duygu ya da his değildi, bencillik artık kabul görmüş bir başkaldırıydı.

Svalbard’da yaşayan yerli halk, olası bir saldırı durumu için kendilerine mahzenler inşa etmişlerdi ve hayatlarına o küçük mahzenlerde devam ediyorlardı. Yemek sınırlıydı, su sınırlıydı, ısınma sınırlıydı.

Artık internetler hiçbir şekilde çalışmıyor, telefonlarla ulaşım sağlanmıyordu. Televizyonlar sadece kendi ülkelerinin propagandalarını yapıyor, çoğu ülkenin başkanı ise çoktan ülkesini terk etmiş ya da ölmüştü. Zaten kaçabilecek pek bir yer de yoktu çünkü kaçılan her noktada başka bir savaşa kucak açıyorlardı.

Günlerden 20 Nisan’dı, Svalbard’ın küçük bir kasabasında bir kadının çığlık sesi mahzenin duvarlarına çarpıyordu. Öyle gür bir çığlıktı ki, duyan kişi için belki de can verdiği düşünülebilirdi fakat can vermek değil, dünyaya yeni bir can getirmekti.

Bir kadın doğum yapıyordu.

“Ravna, biraz daha, bütün gücünle!” Mahzende sadece iki kişilerdi ve Ravna doğum yaparken onun yanında sadece en yakın arkadaşı vardı ve hiçbir bilgisi olmamasına rağmen ona doğum yaptırıyordu. Bacaklarının altına yastık yerleştirmişlerdi, sırtı yatakla bir bütün halindeydi ve mahzenin duvarları ne kadar kalın olursa olsun, Svalbard’ın soğuk gökyüzüne karışacak kadar yüksek sesi vardı.

Ravna, bütün gücüyle bir kez daha haykırdı fakat sanki bacaklarındaki hisler uzaklaşıyor, bütün acı kasıklarına toplanıyor, sırtına sanki onlarca bıçak saplanıyordu. Bir kez daha bağırmaya çalıştığında boğazına acı bir tat doldu ve nefesinin çok kısa bir an kesilir gibi olduğunu hissetti. Bakışları tavana doğru kaydığında gözünden bir damla yaş aktı, acıdan da olabilirdi, çaresizlikten de ya da bütün bunların dışında yalnızlıktan. Kendisi de neden ağladığını bilmiyordu, belki de artık vücudu bir tepki veriyor, gözyaşlarıyla acısını dışarıya çıkarıyordu. Yaklaşık dört buçuk saattir doğum sancısı çektiği için kaç kez gözlerinden yaş akmış, onu bile hesaplayamıyordu.

“Ravna!” dedi yakın arkadaşı. Ravna hiçbir ses çıkarmadan tavana bakmaya devam etti çünkü hissettiği acı artık katlanılmaz bir hal aldığı için birkaç dakika da olsa tamamen uyuşuyor gibiydi veya çektiği acıya o kadar alışmıştı ki daha fazlasında büyük bir tepki verecekti, bilmiyordu.

Dudaklarını yavaşça kıpırdatarak “Bebeğim babasını bekliyor doğmak için,” diye fısıldadı. Dışarıda inanılmaz bir rüzgar vardı ve bugün, Svalbard’da son geceydi çünkü artık güneşin doğumu olacaktı ve Ağustos ayına kadar bir daha güneş batmayacak, gece Svalbard’a uğramayacaktı. Daima gündüz, hayır, daima gece değil, daima gündüz olacaktı ve bu Ravna için çok kıymetliydi.

Ravna hafifçe tebessüm ettiğinde kasıklarına yeniden acının dolduğunu hissediyordu fakat bugünün 20 Nisan olduğunun o da farkındaydı. Yüzünü gülümseten ise kuzeyde yaşayanlar için bebeğini böyle güzel bir günde doğurmak seçilmiş çocuk, kadim insan demekti; herkes o bebeğe saygı duyardı. Çünkü inanışlarına göre daima gecenin hüküm sürdüğü dört ay içerisinde özellikle Aralık ve Ocak ayında doğanlar kadersiz, diğer zamanlarda doğanlar daima kaderi arafta kalanlar fakat gündüzün daima hüküm süreceği gün doğanlar yani 20 Nisan tarihinde doğanlar Tanrı tarafından ödüllendirilmiş, kaderi güzel insanlar demekti. Nisan ve Ağustos ayları arasında ise daima gündüz egemen olur, gece ise gökyüzüne uğramazdı.

Bebeği, gündüzün habercisiydi, ışıktı, ışık verendi.
Bebeğinin bu dünyaya güzellikler getireceğine inanıyordu.

“Ravna,” dedi yakın arkadaşı ardından bacaklarının olduğu yerden ayrılıp yavaş adımlarla ona doğru ilerledi. Görüş açısını kapatıp tavanla onun arasına girdiğinde Ravna’nın boş bakan gözleri, en yakın arkadaşının bakışlarıyla buluştu. Birkaç metre ileride, yerde bir radyodan cızırtılı sesler geliyordu fakat ne söylenildiğinin anlaşılması mümkün değildi. Belki de bir yerlerde yine bombalar patlamıştı, belki de çok büyük felaketler olacaktı ama onun kalbindeki heyecanla beraber oluşan felaketi kimse tahmin edemez, cümlelere dökemezdi.

“Bebeğim babasını bekliyor,” dedi bir kez daha ve yakın arkadaşı bu kez o cümleyi duydu. Dudakları yavaşça aralandığında ve boğazını temizlediğinde ellerini kaldırıp Ravna’nın yüzüne yerleştirmek istedi fakat parmaklarına doğumdan dolayı kanların bulaştığını görünce duraksayıp ellerini arkadaşından uzaklaştırdı.

“Onun artık burada olmadığını biliyorsun,” dedi arkadaşı kısık bir sesle ve yüzüne dokunmak yerine yavaşça terden sırılsıklam olmuş saçlarını geriye attı. “Ve şu an gelemeyeceğini de biliyorsun, Ravna.”

“Ve belki de hiç gelemeyeceğini de biliyorum,” dedi Ravna dişlerini sıkarak ardından kasıklarına öyle şiddetli bir sancı girdi ki var gücüyle haykırdı ve başı yaslandığı yastıktan ayrılıp doğrulmaya çalıştı. Öyle dayanılmaz bir sancıydı ki artık bu kez attığı çığlık kalın duvarları delebilecek kadar güçlüydü.

“Nefes,” dedi arkadaşı yeniden bacaklarının olduğu yere giderek ve Ravna, bacaklarını biraz daha açtı. Arkadaşının elleri titriyordu çünkü nasıl doğum yaptırması gerektiğini tam olarak bilmiyordu. Birkaç kez çevresindeki insanları izlemek zorunda kalmıştı çünkü Svalbard’da senelerdir doğum yapmak yasaktı, tıpkı ölümün yasak olduğu gibi. Yine de arkadaşının kucağına o bebeği vermek istiyor, yüzünde tebessüm oluşturmak için can atıyordu. “Nefes al ve verirken var gücünle…”

Bu kez Ravna, sırtında onlarca bıçak darbesi hissediyormuş gibi olduğunda çok daha gür bir sesle haykırdı ve eli, üzerinde yattığı kanlı çarşafı avuçladı. Art arda nefesler verip haykırırken artık kulakları uğulduyor, arkadaşının telkinlerini bile duyamıyordu. Bacaklarındaki hissizlik yok olmuştu aksine artık tamamen hisler vardı ve bu hisler bütün vücudunda dolanıyordu. Dikenlere dolanmış olabilir miyim, diye düşündü sadece birkaç saniye. Veya ölüyor olabilir miydi? Öyle bir acıydı ki, düşündüğünden çok daha ağırdı.

Hayır, bu kez o bebeği kucağına alacaktı; bu kez bebeğini kaybetmeyecekti.

Aslında Ravna’nın bu üçüncü çocuğuydu, Merkez’e gidip cinsiyetini öğrenememişti çünkü hastaneler artık tamamen kapatılmış ve çoğu yıkılmıştı; bebeğinin hatta kendinin sağlığı nasıl bilmiyordu ama kalbinin bir yerlerinde iyi olması için günlerce dualar etmişti.

Hiç kimsenin kaderinden emin değildi ama bebeği gündüzü getirdiği için, ışığı onunla buluşturacağı için onun dünyasında da güneşin doğmasına sebep olacağına inanıyordu. Ve savaşın ortasında bir bebek doğurmanın aslında o bebeğin aynı zamanda yarası olabileceğinden de habersizdi; mahvolmuş bir dünyaya gözlerini açan bir bebeğin görebileceği ilk görüntü, çiçek bahçeleri değil, bombalar olacaktı.

Yeniden sırtı yatakla buluştuğunda uyuşan kolları iki yanına yığıldı ve başı ise sağa doğru düştü; hemen yan tarafta siyah renkte ikili eski bir koltuk duruyordu, yerde bir radyo vardı, mahzenin duvarları demirdendi, ufacık bir havalandırmadan rüzgarın sesini duyabiliyordu. Mahzenin içi genelde soğuk olurdu ama şu an cayır cayır ateşlerin içinde kalmışçasına terliyordu.

En yakın arkadaşının onun adını art arda seslendiğini işitebiliyordu ama sanki artık çok uzaklardan, bir kuyunun içinden geliyor gibiydi. Yeniden acıyı hissetmemeye başlamıştı ve belki de hissetse bile tamamen uyuşmuş, hareket bile edemiyordu. Gözleri yarı açık yarı kapalı mahzenin o küçük havalandırmasına bakarken yanıp sönen tavandaki sarı ışıkla aydınlanan o Mahzen, bir anda gökyüzü kadar aydınlık bir hal aldı ve kendisini altı sene öncesinde daha önce yaşadığı küçük bir kasabada, aşık olduğu o adamla beraber gördü. Eşiyle. Ruh eşiyle.

Bebeğinin babasıyla.

Fakat o şu an bir izleyiciydi, bunun farkındaydı çünkü Ravna ve eşi, birlikte diktikleri bir battaniyenin üzerinde oturmuş, gelecek hakkında konuşuyorlardı. Bir anıydı ve belki de bir andı ama kaderin ilk değiştiği yer belki de orasıydı.

Zaman ise kaderini değiştirdiği kararını ne zaman verdiğini o an, Ravna’ya gösteriyordu.

“Bir gün,” demişti Ravna sesindeki hevesi gizlemeyerek. “Bir bebeğimiz olsun isterim.” Bakışları eşinin gözlerine doğru tırmanmıştı ve elini yavaşça yüzünde gezdirmişti. “Ateş kızılına benzeyen ela gözleri sana benzesin, sarı saçlarını benden alsın.”

Eşi, bir bebek istemesine şaşıramadan hayallere dahil olmuştu fakat yüzünde oluşan o heyecanlı gülümsemeyi bir an bile silemedi çünkü Ravna’ya öyle delicesine aşıktı ki, onun için dünyaları önüne serebileceğini biliyordu. Ondan bir bebeği olabileceği düşüncesi ise daha o andan itibaren nefesini kesmişti. “Benim güzeller güzeli Ravna’m,” dedi derin bir nefes verip ona yaklaşarak. “Tırnak ucundan saçlarına kadar sana benzesin isterim, beni düşünme, beni boş ver.”

Ve o an, kaderin onlara sunduğu yüzlerce yoldan bir tanesine adım atmışlardı, bu kararın ise yanlış bir karar olduğunu çok süre geçmeden zaman onlara göstermişti. Ravna iki kez daha hamile kalmıştı ve iki bebeğini de kaybetmişti. O an, Mahzen’in içini dolduran bembeyaz ışık sanki karardı ve kendisini ilk bebeğini kaybettiği zamanda buldu. Yine bir izleyiciydi ama artık kalbindeki acıyı yeniden hissediyordu.

İlk bebeğini beş sene önce, henüz karnında üç aylıkken yediği bir yemeğin onu zehirlemesiyle kaybetmişti; doktorların söylediklerine göre Kvann’ı çay olarak fazla tüketmişti ve sindirimi bozulduğu için bebeğe besin takviyesi yapamamıştı. Fakat Ravna, o zaman bile anlamıştı ki aynı çaydan eşi de içmişti ama ona hiçbir şey olmamıştı.

Şimdi o karanlık anının içinde, büyük bir sancıyla uykusundan uyanıyor, bacaklarının arasında akan kanla eşini ağlayarak uyandırıyordu. Hissediyordu, karnında artık bebeği yoktu.

Ne acıydı ki onu kaybetmişti.

Mahzen’deki o karanlık yok oldu ve kendisini karlarla kaplı bir bahçenin ortasında buldu.

İkinci bebeğini, savaş başladıktan bir sene sonra, bebek karnında dördüncü ayını tamamlayamadan kaybetmişti. Bu kez doktorların söylediğine göre enfeksiyon kapmış ve bu enfeksiyon ona yüksek ateş yaptığı için aşırı stres ve travmadan dolayı bebek plasentaya tutunamamıştı.

Fakat yine Ravna biliyordu ki, aynı suları içen ve aynı sularda yıkanan eşine hiçbir şey olmamıştı. Üstelik bu kez uykusundan uyanıp bebeğini kaybettiğini fark etmemiş, mutlu uyandığı bir günün öğleninde çamaşırları bahçeye asarken acı bile duymadan bacaklarının arasında akan kanla ne olduğunu anlamıştı.

İkisini de kaybettikten sonra büyük bir kedere boğulmuş, neredeyse iki sene kendine gelememişti fakat dünya ona acı çekmesi için bile izin vermemiş, savaş onun heveslerini de öldürmüştü. Yaşamak için artık bir nedeni olmadığını düşündüğü zamanları bile olmuştu ama hiç olmayacak ve belki de hiç olmaması gereken bir zamanda bir mucize olmuştu; yeniden hamileydi.

Savaşın altıncı senesinde, dünya büyük bir kıyametin ortasındayken üçüncü çocuğunu doğuruyordu ama bu kez yapayalnızdı, yanındaki en yakın arkadaşı dışında kimsesi yoktu. Eşi yoktu, ailesinden başka hiç kimse yoktu. Mahzen yeniden sanki şu anki zamana evrildi, bir anlık arkadaşını hatırladı ve nerede olduğunu görmek için başını çevirdiğinde arkadaşını ayaklarının ucunda bulamadı, gözleri bir sola ve bir sağa kaydı fakat yine o yoktu.

Bir şeyler ters gidiyordu çünkü artık sancıyı da hissetmiyordu, uyuşma da yoktu ve acı da yoktu. Sağ eli yavaşça karnına doğru gittiğinde ise boşlukla karşılaştı çünkü artık bebeği de karnında değildi.

“Hayır,” diye fısıldadı ama dudakları hareket bile etmedi. Sanki iç sesi hayır, diye defalarca fısıldıyordu ama Ravna dışarıdan tepkisizdi. Bir kez daha bebeğini kaybedemezdi, bir kez daha bebeğinin ruhunu acılar içinde yeniden kendisini bulması için terk edemezdi.

Onu yaşatmalıydı, dünya ne kadar kötü bir halde olursa olsun ona bu yaşama hakkını vermeliydi. Onu yaşatmalıydı ki güzellikler bebeğiyle beraber ona gelmeliydi.
Onu kucağına almalı, öpmeli ve sevmeliydi; onun ruhunu bu kez özgür bırakmalıydı.

Çünkü kuzeyde yaşayan insanların inanışlarına göre anne karnında kaybedilen her bebek, bir gün yeniden ona verilen kaderi yaşamak için annesine geri dönerdi; ruhları hiçbir zaman değişmez, başka bir anneyi, başka bir bedeni aramazdı.

Fakat şimdi bakıldığında o bebeği de yoktu; ruhu yoktu.

“Hayır!” diye haykırdığında ellerini, başını ve bacaklarını hareket ettirmek istedi fakat tek bir hamle bile yapamadı. Gözlerinden yaşların art arda akması gerekirken ağlayamayacak kadar donuk olduğunu fark etti. Ağlayamıyordu, acı çekiyordu ama dışarıya yansıtamıyordu, boğuluyordu ama bir yerlerde nefes almaya devam ettiği kesindi.

Tam o esnada, başının tepesinde bir hareketlenme oldu ve gözlerini yukarıya doğru çevirdiğinde yakın arkadaşını görmeyi umuyorken, ateş kızılı saçlı bir kadınla göz göze geldi. Üzerindeki kıyafeti seçebilmesi mümkün değildi ama sanki yaşadığı zamana değil, çok daha öncesine ait bir zamandan gelmiş gibiydi veya Ravna artık tamamen delirmişti. Saçlarının yarısını toplamış, dalgalar omuzlarından dökülüyordu ve saçları kasıklarına kadar uzundu. Öyle dikkat çekici saçları vardı ki, yüzüne dikkat bile edemiyordu ve kadının bakışları da sanki yüzünü gizlemek istiyormuşçasına dikkatle kadına bakıyordu. Sanki gözlerini gözlerinden ayırırsa görebilecekleri onun kaldıramayacağı kadar ağır olacaktı.

“Diğer iki bebeğin de kızdı,” dedi kadın baskın ama derinden gelen bir sesle. Sesindeki aksan eski İskandinav diline aitti. “Ve üçüncü bebeğin de kız çünkü ruhu yeniden seni buldu, o seni istiyor.”

Ravna hiçbir zaman kaybettiği bebeklerinin cinsiyetini öğrenmek istememişti çünkü onlar hakkında öğrendiği her şey, ruhuna bir darbe daha almasına neden olacakmış gibi geliyordu.

Bir şey söyleyebilmek için dudaklarını araladı ama kadın, konuşmasına izin vermeyerek “Bu bebeği doğuracaksın,” dedi keskin bir sesle. “Ve bebeğinin doğumu hem çok daha büyük bir felakete sebep olacak hem de bu dünyayı büyük bir felaketten kurtaracak. Hangisini tercih edeceğine karar verecek olan tek kişi sadece ve sadece kızın olacak.”

“Ya da bu bebeği doğurmayacaksın,” dedi bu kez fakat ilk kez sesinde hüznü hissetti. “Ve kızının ruhunun tamamen yok olmasına neden olacaksın. Bunun kararına ise sen varacaksın.”

“Nasıl?” dedi Ravna sadece. Sanki sesi çıkmadı ama kadın onu duymuş gibi çenesini havaya kaldırdı ve gözleri Ravna’nın karnına doğru kaydı.

“Ondan vazgeçerek.”

“Ne?”

“Eğer gündüzün gelmesini istiyorsan geceye tutsak olmalısın; eğer onun ışığını istiyorsan kendi karanlığından onu korumalısın çünkü biliyorsun, bu dünyada onu koruyabilecek güçte değilsin.”

Ravna boğuluyormuş gibi hissettiğinde kadının ne demek istediğini anlıyordu; savaşın ortasında bebeğini dünyaya getirse bile onu koruyabilecek kuvvette değildi.

“Sen,” dedi Ravna zorlukla. “Sen kimsin?”

Kadın sadece gülümsedi, yüzündeki gülümseme ışıldamasına sebep oldu sanki Mahzen’in ve eli yavaşça Ravna’nın yüzüne doğru uzandı. “Benim kim olduğumu hiçbir zaman bilemezsin, benim kim olduğumu sadece kızın bilebilir.”

Parmakları Ravna’nın yüzünde gezindi ardından karnına dokunduğunda büyük bir çığlık Ravna’nın dudaklarından dışarıya doğru çıktı ve olduğu yerden doğrulduğunda sırtı bütünleşmiş olduğu yataktan ayrıldı.

“Ravna!” diye haykırdı en yakın arkadaşı. “Ravna, çok korktum! İyi misin? Beni duyabiliyor musun?” Ravna etrafına baktığında Mahzen’de olduğunu gördü, kabus görmüştü, çok kötü bir kabus görmüştü. “Bayıldın, seni uyandırmak için her yolu denedim… Bak…” Arkadaşı ellerindeki kanı umursamadan Ravna’nın yüzünü avuçladı. “Çok acı çekiyorsun ve kaldıramayacak durumdasın, istiyorsan yanımda iğne var, o iğneyle seni uyuşturup…”

“Hayır!” dedi Ravna, dişlerini sıkarak. “Hayır!”

“Ravna,” dedi yakın arkadaşı dolu gözlerle. “İyi değilsin, lütfen…”

“Elly,” dedi Ravna tek nefeste yavaşça doğrularak. “Sana sadece tek bir şey soracağım ve bana dürüst bir yanıt vereceksin.” Arkadaşı, kaşını kaldırarak ona baktı. “Benim diğer bebeklerimin cinsiyetini biliyordun değil mi?” Arkadaşı yutkunarak yavaşça başını olumlu anlamda salladı. “Bana söyle,” dedi öne doğru eğilip Elly’nin yüzüne yaklaşarak. “Kız mı, erkek mi?”

Elly, birkaç saniye nefesini tuttu ve sonrasında çok kısık bir sesle “Kız,” dedi sadece.

Ravna’nın yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. “İkisi de mi?”

“İkisi de.”

Gözlerini kapattı, derin bir nefes verdi ve kendi içinde büyük bir söz verdi; bu sözü ise sadece ve sadece kendisi bildi. Yeniden gözlerini açtığında “Bebeğimi istiyorum, kızımı istiyorum.”

Elly, ilk önce tepkisiz kaldı fakat sonrasında Ravna’nın bakışlarındaki inancı gördüğü anda, gülümseyerek alnından öptü ve hızlı bir şekilde bacaklarının olduğu yere gitti. “Sadece derin bir nefes al ve var gücünle, bütün gücünle…”

Ravna, o an, hiçbir acıyı hissetmedi, hiçbir uyuşmayı da öyle. Hatta kaybı bile artık hissetmiyordu. Elly’nin cümlesini tamamlamasını bile beklemeden bütün gücüyle haykırdı ve duruşunu dikleştirdi. Öyle bir kuvveti vardı ki artık ona kimse dokunamazdı, ölüm artık sahiden de yasak gibiydi.

Art arda nefesler verirken yüzünde gülümseme, gözlerinde ise yaşlar vardı. Sanki ağır bir çekimde ilerliyordu ama bir yandan da zamanın döngüsünün yaklaştığını hissedebiliyordu. Gördüğü bir kabustu ama gözlerini açtığında kabus değil, bir kurtuluş gibi hissediyordu; belki de Tanrı’nın bir hediyesiydi veya bir cezalandırmaydı ama bir anneydi ve kalbi, o bebeği artık sadece yaşatmak istiyordu.

O an artık kararı Ravna değil, kader veriyordu.

Tam üç nefes, üç nefesin ardından son kez gür bir sesle haykırdı. Elly yüksek bir sesle “Evet!” diye haykırdı kahkaha atarak. “Evet, o geliyor, devam et!” İki nefes. İki nefes sonrasında başka bir haykırışla beraber artık kendisi de bebeğinin özgürlüğüne kavuştuğunu hissedebiliyordu. “Ravna!” dedi Elly, gülümseyerek. “Son bir nefes daha. Son bir haykırış!”

Ravna, gözlerini kapattı ve gözlerini kapattığı yerde, karanlığın tam ortasında bir ışığın parıldadığını gördü. Büyük bir nefes verdi, duruşunu dikleştirdi ve sırtı yataktan ayrıldı. Öyle bir haykırdı ki, bu son haykırışıydı. Nefesi kesildiğinde ve sırtı yeniden yatakla buluştuğunda artık boşluğu hissedebiliyordu; bebeğinin özgürlüğüne kavuştuğuna ise emindi.

Sadece bir an, görüş açısı bulanıklaştı ve bu kez gerçekten ağladığını fark etti; uzun zaman sonra mutluluktan gözlerinden yaşlar akıyordu ve sonrasında gizlemeyerek hıçkırarak ağlamaya başladığında aynı anda, bebeğinin ağlama sesini de işitti.

Elly’nin de ağlama sesleri Mahzen’in içini doldurduğunda “Ravna,” dedi titreyen bir sesle. “Çok güzel bir kız çocuğu doğurdun.”

“Lütfen,” dedi hıçkıra hıçkıra ağlayarak. “Lütfen onu kucağıma ver.”

Elly, yan taraftaki beyaz temiz çarşafa bebeği sardı ve titrek adımlarla Ravna’ya doğru ilerledi. Hemen yanına gittiğinde Ravna’nın bakışları yavaşça Elly’e ardından kucağında tuttuğu bebeğine doğru kaydı.

Ağlayışlarla kahkahalarla karıştığında uyuşmuş olan kollarını uzatıp bebeğini kucağına istedi; Elly sakince onu kucağına bıraktığında bebeğin ağlayışları kısık bir hal aldı ve Ravna tam göğsüne bebeğini yasladığında, bebeğin eli, sakince annesinin çenesine doğru ilerledi. Gözleri henüz açılmamıştı ama dünyalar güzeli bir kız bebek doğmuştu.

Ve bir yandan hem laneti olabilecek hem de onu daima farklı kılacak saçlarını gördü; ateş kızılı saçları seyrek bir şekilde gözlerinin önündeydi.

Dudakları bebeğinin avcunun içini bulduğunda sanki kulaklarına yeniden o kabusundaki kadının sesi doldu; Ravna kaybedecekti belki ama kızı kazanacaktı.

“Adını ben bulmadım, bebeğim,” dedi Ravna, titreyen bir sesle. “Sen kendi adınla geldin.” Gözleri yavaşça o küçük pencereye doğru kaydı, gündüz olmuştu ve uzun bir süre artık gece gelmeyecekti. “Senin adın,” dedi Ravna yeniden bebeğine döndüğünde. “Senin adın Liora. Liora Valenka. Anlamı, ışık veren, sen bu dünyayı aydınlatacaksın, Liora.”

Elly, gülümsediğinde Ravna, yüzünü bebeğinin yüzüne yasladı ve alnından öperken gözünden bir damla yaş daha aktı.

Ve o an, Mahzen’deki üç kişinin de bilmediği tek bir şey vardı.

Savaş artık gerçekten geri dönülemez ve korkunç bir hal almıştı çünkü bir ülke saniyeler önce nükleer saldırısını gerçekleştirmiş ve art arda nükleer saldırılar gerçekleşmeye devam edecekti.

Liora Valenka’nın doğumu dünyaya çok büyük bir felakete getirmişti fakat o ışığı getirecek, dünyayı güzelleştirecekti.

Ya da başka bir felaketin doğmasına neden olacaktı.

Buna ise kader mi yoksa Liora mı karar verecek, zaman gösterecekti.

YER: SVALBARD

11 KASIM 2082

Bugün Svalbard için gündüzün tamamen bittiği ve gecenin hüküm süreceği günün başlangıcıydı; 11 Kasım tarihinden itibaren artık gökyüzü bir süre aydınlanmayacak, gece bir süre kuzeyden ayrılmayacaktı. Alacakaranlık değil, tamamen zifiri karanlık olacaktı ve gökyüzündeki yıldızlar yeryüzünü aydınlatacaktı.

Ve bazen yıldızlar bile saklanıp ışığını insanlardan gizleyecekti.

Bu tarihlerde kasaba halkına büyük bir sessizlik çöker, gecenin gelişi, onlar için kötülüğün de geldiği anlamını taşırdı çünkü karanlıkta her şey çok daha çabuk gizlenirdi.

Hava eksi derecelerdeydi ve her yer dize kadar karlarla kaplıydı; dondurucu hava kasabada yaşayan insanların için zaten zor yaşam şartlarının yanında daha fazla zorlanmalarına neden oluyordu. İnsanlar gizlendikleri Mahzenlerde ısınmak için uyku tulumlarını kullanıyor, dayanılmaz bir noktaya geldiğinde ise ellerinde kalan sınırlı odunlarla yaşadıkları küçük odacıkları ısıtıyorlardı. Hatta gece dışarı çıktıklarında Mahzen yolunu kaybetmemek için yakut renkli küçük tılsımlar taşırlardı.

Artık elektrik yoktu, su sınırlıydı, teknoloji diye bir şey kalmamıştı, yiyeceklerin çoğu zehirliydi ve hava bile insanı yok edebilecek düzeydeydi.

Çünkü 33 sene önce dünyada çok büyük bir savaş çıkmış ve 27 sene önce devletler en büyük silahları olan nükleer bombalarla birbirlerine saldırmışlardı ve bu saldırı çok uzun bir süre devam etmişti. Tam da bu yüzden radyasyon sadece tek bir ülkeyi ya da tek bir bölgeyi değil, bütün dünyayı esir almıştı. Hiçbir eyalette insanlar maskesiz dolaşamıyor hatta dışarıya çıkmayı reddediyorlardı.

20 Nisan 2055’de ilk nükleer patlamanın ardından süregelen patlamalarla beraber milyonlarca insan en acı şekilde can vermiş, topraklar kuraklaşmış, içme suları kirlenmiş ve tohumlar bile yeşeremeden tekrar tekrar çürümüşlerdi. Doğurganlık neredeyse tamamen bitmişti çünkü yeryüzünde yaşamaya devam eden insanların yüzde sekseni radyasyondan etkilenmiş, yüzlerinde beliren radyasyon yanıklarıyla, iç organları yavaş yavaş çürüyormuş gibi hissettiren hastalıklarla ve vücutlarında hiç beklenmeyen semptomlarla hayatlarına devam ediyorlardı.

Artık devlet diye bir kavram kalmamıştı, hükümetler yoktu, savaş; insanları yöneten tek güç olmuştu. Bir noktada artık çürüyecek hiçbir şey kalmadığında insanlar birbirini öldürmeye başlamıştı çünkü herkes açtı, çünkü herkes yaşamak istiyordu ve hayatta kalmayı başarmak, insan olmanın önüne geçmişti.

Svalbard ise bu savaştan ve radyasyondan en çok etkilenen yarımadalardan birisiydi; zaten dondurucu soğuktan ve buzlardan dolayı ekin vermekte zorlanan topraklar tamamen kuraklaşmış, balıkçılıkla karnını doyuran halk, suların kirlenmesiyle bir süre balık bile yiyememişti. Öyle ki tarihler, 30 Aralık 2058’i gösterdiğinde Svalbard’ın yerli halkı gözlerini güne, okyanusun bütün balıklarını dışarıya kusmasıyla açmıştı. Her yer ama her yer ölü balıklarla dolmuştu ve yarımadayı kaplayan koku ve zehir, bir süre zihinlerden ve duygulardan silinmemişti.

Bütün dünya bir savaşa başkaldırmanın ne demek olduğunu çoktan unutmuştu ama orada, sahilde oturan bir kadın vardı; zifiri gecenin başladığı gün yerli halk zorunluluktan bile olsa asla dışarı çıkmaz, gökyüzüyle temastan kaçınır hatta Mahzenlerinde gizlenip eski ritüellerini gerçekleştirirdi.

Fakat sahilde oturan o kadın, bütün dünyaya başkaldıramasa bile insanların kurallarına bir kez daha meydan okuyor, orada tek başına oturuyordu.

Liora Valenka.

Nükleer patlamanın olduğu gün dünyaya gelmişti ve kasaba halkı tarafından hem lanetli hem de kutsal sayılıyordu; birçok insan onu gördüğünde gözlerini kaçırıyor, bazıları ise ona çok büyük bir ilgi duyuyordu. Kutsallığı gündüzü getirmesinden geliyordu, laneti ise ateş kızılı saçlarından.

Çünkü Liora doğduğunda nükleer patlama gerçekleşmiş ve bir kesim, dünya üzerinde onun saçları kadar parlak ve ateşi andıran başka hiçbir kadın kalmadığını söylemişti. Onlara göre o renk bir hediye değil, bir işaretti; bir uyarıydı.

Bir başka söylentiye göre, 20 Nisan 2055 senesinde Svalbard’da yaşayan kızıl saçlı bütün kadınların öldüğünü ama sadece Liora’nın yaşamaya devam ettiğini dile getiriyorlardı. Bazıları buna kader diyordu, bazıları ise uğursuzluk. Ve gerçekten de o günden beri tek bir kızıl saçlı bebek bile doğmamıştı.

Bir inanca göre ise yüzyıllar önce yazılan eski rûn metinlerinde kızıl saçlı bir kadının büyük felaketlerin gelişinin habercisi olacağı yazıyordu. Liora tam da o felaketin merkezinde doğduğu için, ondan nefret eden ya da ondan korkan büyük bir topluluk vardı. Onu yakmaya, yok etmeye, kasabadan kovmaya çalışanlar olmuştu. Hatta bir keresinde Liora günlerce Mahzen’de gizlenmek zorunda kalmış, insanların arasına karışamamıştı.

Fakat Liora, tüm bu söylentilerin asıl sebep olmadığını çok iyi biliyordu. Olan bitenin kökü, insanların korkularından değil; kuzeyin diğer ucundaki karanlıkta, sanki görünmeyen bir cehennemde saklıydı.

Liora, donmuş kıyıya vuran karanlık dalgaların sesini dinlerken, dizlerinin etrafına sardığı paltosunun içinde biraz daha küçüldü.

Svalbard’ın gecesi bugün farklıydı; birçok 11 Kasım gecesine şahit olmuştu ama bugün sanki bir şeyler doğru ilerlemiyordu ve Liora hislerinde genelde yanılmazdı. Hava acıtacak şekilde soğuktu ama Liora o kadar tedirgindi ki, soğuğu bile tam anlamıyla hissedemiyordu. Radyasyondan korunmak için yüzüne taktığı maskesi bile gelişigüzel duruyordu çünkü sanki bu dünya üzerinde radyasyondan bile daha tehlikeli bir şeyler olabileceğini hissediyordu.

Bir anda arkasında ince bir kar çatırtısı işitti. “Liora!” diye fısıldadı Tanya’nın sesi, tiz ama endişeyle bastırılmıştı. “Sonunda seni buldum, ne zamandan beri buradasın? Yasak, Mahzen’e dönmemiz gerekiyor, Elly çıldırmış durumdadır.”

Liora, başını yeniden kıyıya doğru çevirdiğinde derin bir nefes verdi. “Eğer bir yasak bana doğru gelmiyorsa o yasağa uymamı benden kimse beklememeli.” Omzunu indirip kaldırdı ve yanındaki boşluğa yavaşça vurdu. “Gel ve beni yalnız bırakma.”

Tanya tedirgin bir şekilde nefesini verip yanına çöktü ve yüzündeki maskesini düzeltti. “Mahzen kapıları kapanmak üzereydi, seni bulamayınca Korven’le beraber bütün kasabayı dolaştık. O senin nerede olduğunu buldu ve şimdi…”

“Ben panik yapmadım.” Bu ses ikisini de susturdu. Korven de karanlığın içinde belirirken, soğuğa inat sesinde o rahat ve hafif alaycı gülümsemesi vardı. Altın sarısı saçlarını üzerindeki uzun, kürkten yapılma paltosunun şapkasını geriye çekerek ve kar tanelerini silkeleyerek ortaya çıkardı. Yavaş adımlarla Liora’nın diğer tarafına oturduğunda masmavi gözleriyle bakışlarını Liora’ya çevirdi ve göz kırptı. “Yasak saatte sahilde oturmak ha?” dedi keyifle. “Gerçekten etkileyici bir ölme isteği diyebiliriz.”

Liora, dakikalar sonra gülümsediğinde onun da bakışları Korven’e doğru döndü.

Korven, Tanya ve Liora aynı Mahzenlerde büyümüş üç çocuktu. Kasabada onlara savaşın çocukları derlerdi; çünkü hepsi, dünyanın çöktüğü yıllarda doğmuş ve hayatta kalmayı daha yürümeyi öğrenmeden kavramak zorunda kalmıştı.

Korven hem erkek olduğu için hem de onlardan bir yaş büyük olduğu için Elly tarafından koruma görevine atanmıştı. Fakat hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildi, asıl kararları her zaman Tanya ve Liora verirdi. Kasabada herkes, onlar için “Korven kalkan gibi görünebilir ama akıl Liora’dır, kalp ise Tanya’dır” derdi. Sürekli kavga ederlerdi ama bir noktada yeniden birleşirlerdi.

Liora, uzun uzun Korven’in gözlerinin içine bakarken, Korven, hiç çekinmeden elini Liora’nın omzuna attı ve kıyıdan, ufuktaki o karanlığı gösterdi. “Saatlerce şu noktaya bakıp ne düşünüyor olabilirsin?”

Liora ise sorusuna cevap vermek yerine bir süre daha Korven’in mavi gözlerini izledi ve sonrasında bakışlarını o ufka doğru çevirdiğinde kaşlarını çattı. “Belki de bir şeyler görebilmeyi, bilmiyorum.”

“Liora, kargalar kadar keskin gözleri olduğuna inanıyor.” Tanya kıkırdadığında hevesle onlara doğru döndü ve sonrasında kocaman bir şekilde gözlerini açtı. “Liora! Telefon diye bir şey hiç duydun mu? İnsanlar birbirleriyle en uzak mesafelerden bile konuşabiliyormuş! Bana bugün Mahzendeki kadınlardan birisi anlattı, şaşkına döndüm.”

Korven ve Liora aynı anda gülmeye başladı. “Biliyorum,” dedi Liora derin bir nefes verip gülümsemeye devam ederek. “Elly ben küçükken anlatıyordu.” Kaşlarını kaldırdı ve kızıla çalan ela gözlerini yeniden Tanya’ya çevirdi. “Sadece telefon değil, internet de varmış. Tanya,” dedi iç çekerek. “Elektrik varmış, ışıklar kandillerle ya da meşalelerle değil, elektrikle sağlanıyormuş. Hiçbirimiz o zamanları göremedik, göremeyeceğiz de çünkü Elly’nin söylediğinde göre dünya yüzyıllarca geriye gitmiş ve savaş hatta özellikle radyasyon elimizdeki her şeyi alıp götürmüş.”

Tanya, oturduğu yerde biraz daha yayıldı ve üzerindeki kalın paltosunun iplerini çekiştirdi. Kıvırcık uzun sarı saçları beline kadar geliyor, kalp şeklindeki dudakları üzüldüğünde tek çizgi halini alıyordu. Liora maskesinin altında dudaklarının tek bir çizgi halini aldığına emindi; yine hayallere dalmıştı. “Bazen neden böyle bir hayatın içine doğduğumuzu düşünüp duruyorum, keşke yüz sene önce doğsaydım, ne güzel olurdu.”

Liora, saçlarını omuzlarının gerisine attı ve beline kadar gelen saçları yerde oturduğu için neredeyse kıyıdaki taşları süpürdü. Onun sadece saçları değil, güzelliği de dilden dile dolanıyordu ve bakınca insanın içini yakan bir ağırlığı vardı. Yuvarlak ama sertleşmiş yüz hatları, kızıl-kahveye çalan ela gözleri, dik bakışları, küçük ama kalkık burnu, kalın dudakları vardı. Çıkık elmacık kemikleri ve keskin çene yapısı, savaşın ortasında doğmuş bu kadına tuhaf bir ihtişam veriyordu.

Zayıf ve uzun boyuna rağmen, vücudunun kavisleri kuzeyli bir dövüşçünün çevikliğini andırıyordu. Kasabadaki birçok kişi, Liora’nın kendine has güzelliğinden korkuyor hatta savaşa rağmen nasıl bu kadar dinç kalabildiğini çözemiyorlardı. Bembeyaz teni diğer kuzeyliler gibi besinsizlikten dolayı değildi; doğduğunda da teni insanlar tarafından konuşulmuştu. Fakat kimse bilmiyordu, onun da vücudunda kusurlar vardı ve bunu sadece Liora biliyordu.

Bir süre Tanya’nın söylediklerini düşündü ve sonrasında “Belki de seneler seneler önce yaşamışızdır ve yeniden dünyaya gelmişizdir, kim bilir?” dedi omzuyla arkadaşını itekleyerek. “Kontes olduğunu söylüyordun, öyle değil mi?”

Tanya kıkırdadığında “Sen de bir papağan,” dedi ve her şeye rağmen kaybolmayan neşeleri o karanlık kıyıyı bile aydınlattı.

Korven, o sırada Tanya’nın dikkatini dağıtmak isteyerek yerdeki karları yavaşça ensesinden aşağıya doğru döktü. “Korven!” diye bağırdı, Tanya gülüşü kesilirken. “Sana kaç kez bunu yapma dedim, soğuktan hoşlanmıyorum!”

“Ah, Tanya,” dedi Korven, gözlerini kısarak. “Çok üzgünüm Miami sahillerinden seni ayırıp buralara getirdiğim için.”

“Mimi ne?” Tanya, yüzünü buruşturdu.

Bu kez Korven ve Liora aynı anda güldüğünde Liora, Korven’in omzuna hafifçe yumruk attı; Korven ise Liora’nın omzuna elini atıp onu kendine çekti. Bu hareket Liora’nın çok kısa bir süre nefesinin kesilmesine neden olurken, Korven rahat bir şekilde ama yine de Liora’nın üzerindeki etkisini bilerek masmavi gözlerini Liora’ya çevirip imayla onu izledi. “Büyükbabam bir zamanlar Miami diye bir yer olduğunu ve insanların orada denize girip yüzdüğünü söyledi.”

“Biz de yüzebiliyoruz tatlım,” dedi Tanya bilmiş bilmiş. “Bunda ne var?”

“Hayır, o şekilde bir yüzmekten bahsetmiyorum, Rivlok.” Rivlok, onların dilinde kıvırcık demekti ama Korven genelde bunu dalga geçmek için kullanırdı çünkü Tanya, kıvırcık saçlarından nefret ederdi. “Güneşin tepede olduğunu düşün, hava oldukça sıcak ve insanlar keyif almak için yüzüyor. Üşümüyorlar, hatta…” Liora’ya bakıp bir kez daha göz kırptı ve gökyüzüne doğru baktı. “Varka biranı içip sahilde uzandığını düşün. Daha da fenası insanlar güneşin altında saatlerce uzanıyorlarmış.”

Tanya dikkatli bir şekilde Korven’i dinlerken, Liora, “Miami’den bize odun bulamadın mı peki?” diye sordu yarı alaylı yarı ciddi. “Çünkü beş gündür ısınamadık ve kemiklerim ağrıyor. Mahzendekilerin seni oradan atması an meselesi.” Mahzende on beş kişi kalıyorlardı ve herkesin görevi vardı. Korven’in görevi ise odun toplamaktı fakat çoğu zaman işini aksatırdı.

Korven, Liora konuşur konuşmaz, onun aklını dağıtmak istermiş gibi duruşunu değiştirdi ve hemen karşısına geçip özür diliyormuş gibi dizlerine doğru hafifçe kapanarak abartılı bir hareket yaptı. “Çok özür dilerim, Veyna’m fakat odun çalabileceğim kimse kalmamış çünkü komşuların odunları da bitmiş.”

Liora gözlerini devirdiğinde “Bana bir daha o şekilde seslenme,” diyerek net bir tepki verdi. “Asla.”

Korven ise gülümsemeye devam edip “Neden?” diye sordu. “Thalron’da kullanılan dil artık kasaba halkının da diline dolandı ayrıca Veyna’nın anlamının prenses olduğunu söylüyorlar, sen de bu kasabanın prensesi değil misin?”

Liora yüzünü buruşturduğunda işaret parmağını kaldırıp “Birincisi, bu kasabadakiler bana prenses diye hitap ettiğini duysa seni radyasyonun en yoğun yerinde bir gün bekletirler,” diye çıkıştı. “İkincisi onların aptal dili umurumda bile değil, bir daha bana bu şekilde hitap etme.”

Thalron, kuzeyin en uç noktasında, Svalbard’a denizaşırı mesafede tam otuz sene önce kurulan ve haritalarda adı bile olmayan bir yerdi. Krallık olduğunu söyleyen de vardı, tarikat olduğunu da. Bir şehir kurduklarını söyleyen de vardı, hayatta kalmak için bir kasaba kurduklarını söyleyen de. Hakkında gerçek olarak bilinen çok az bilgi vardı fakat söylentiler o kadar çoktu ki, hangi birinin daha korkutucu olduğuna Liora karar veremiyordu. Kendilerine ait dilleri, kendilerine ait dinleri ve kendilerine ait kurdukları bir hiyerarşileri vardı, en kesin bilgiler bunlardı. Ve en kötüsü, yerlerini Küresel Tohum Deposu’nun olduğu bölgeye yapmışlardı ve kuzeyde yaşayan herkes kıtlık çekerken onlar en harika şekillerde besleniyorlardı ve kimse onlara dokunamıyordu.

Thalron çok güçlüydü, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar çok güçlüydü.

Kuzeyde yaşayanların yarısı Thalron’dan nefret ederken yarısı da Thalron’a gitmenin bir yolunu arıyorlardı. Bundan tam dokuz sene önce, Liora ve Elly’nin yaşadığı kasabaya büyük bir baskın düzenlenmiş, birçok insan isteyerek veya istemeyerek Thalron’a götürülmüştü ve bir daha o insanlardan haber alınamamıştı. Tam da bu yüzden, Thalron, Liora için korkutucu ve daima kaçmak isteyeceği bir yer haline gelmişti çünkü kimse onu istemediği bir şeye zorlayamazdı.

“Et olarak buradan götürdükleri insanları yedikleri söyleniyor,” dedi Tanya, çekingen bir sesle ve üşüdüğü için kendisine sarıldı. “Ben Korven kadar hevesli değilim ama senin kadar da nefret etmiyorum. Zaten yaşadığımız da söylenemez üstelik Korven sadece odun değil yine yiyecek getirmediğine göre bugün de açız. Thalron’da olsaydım ilk Korven’i pişirip yerdim.”

“Yanılıyorsun,” dedi Korven gülümseyerek ardından üzerindeki kalın siyah kürklü paltosunun cebinden bir kese kağıdı çıkardı. “Çıtır balık getirdim.”

Liora ve Tanya aynı anda yüzünü buruşturup öğürdüğünde Liora balığın kokusundan kaçmak için geri çekilmek istedi ama Korven bir kez daha Liora’nın omzuna elini atıp balıkları ona doğru tuttu. “Korven!” dedi Liora hem gülüp hem de onu itekleyerek. “Şu iğrenç şeyleri burnumun dibinden çek, çok kötü kokuyorlar.”

Tanya da gülmeye başladığında, soğuktan uyuşmuş midelerinde en son ne zaman gerçek bir yemek olduğunu hatırlayamayacak kadar uzun zaman geçmişti. Yine de karanlığın içinde bile bir anlığına nefes almayı, birlikte gülmeyi başarıyorlardı. Bu, savaşın o yakıcı sessizliğine rağmen hâlâ insan kaldıklarının kanıtıydı.

Üçünün de kendine has karakterleri vardı.

Tanya, aralarındaki en heyecanlı ama aynı zamanda en uyuşuk olanıydı. Bazı günler yalnızca uyur, uyanırsa da sessizce tavana bakar, kimseye cevap vermezdi. Annesi bir ay önce “denizin hâlâ ölmeyen bir şey sakladığına” inanarak balığa çıkmıştı. O günden sonra da hiçbir iz bırakmamıştı ve geri de dönmemişti. Tanya’nın uykuya kaçışı, bu adanın acı gerçeklerinden de kaçışı demekti.

Korven, grubun en haylazı ve en benciliydi; hem kendine hem başkalarına karşı acımasız olmayı bir alışkanlık gibi taşıyordu. Büyükbabasıyla yaşardı; anne ve babası ise o on yaşındayken başka bir ülkeye gidip kaybolmuştu. Yaşıyorlar mıydı, çoktan ölmüşler miydi, Korven bunu hiç bilemeyeceğini düşünüyordu. Liora bazen, “Kesin büyükbabasından dolayı bu denli bencil,” diye düşünürdü ama aslında gerçeği çok iyi bilirdi. Korven’in bencilliği, aldığı bir miras değil, doğuştan gelen bir içgüdüydü. Bir lokma bulduğunda önce kendisi yerdi, odun bulduğunda önce kendi ateşini yakardı. Ve en kötüsü, insanların duygularını acımasızca çözebilme ve onları istediği yere çekebilme yeteneği vardı.

Ve duygularla güzel oynardı.

Liora ise aralarındaki en dik kafalı ve en korkusuz olanıydı. Bu cesaret çoğu zaman delilikle sınırda durur, hatta birkaç kez Mahzenlere karşı tek başına saldırmasına bile sebep olurdu. Kasabada dolaşmalarına izin verilen kısa saatlerde Elly ona her seferinde saçlarını saklaması gerektiğini söylerdi. Liora ise inatla reddederdi. Sanki, saçlarının ateş kırmızılığıyla tüm kasabaya şunu haykırmak istiyordu: “Ben buradayım, varım ve beni yok edemeyeceksiniz.”

Tüm bunların arasında ise tek bir gerçek vardı:
Bu hayata en çok tutunan, en çok savaşan, en çok yaşamaya çalışan hatta yaşamayı en çok seven kişi Liora’ydı.

Svalbard’ın karanlığı bile onun nefes alma arzusunu boğmayı henüz başaramamıştı.

“Elly birkaç saate gelir,” dedi Tanya’ya bakıp Liora. “Eminim yiyecek bir şeyler getirecektir.”

“Ne güzel,” dedi Korven biraz daha yayılıp. “Acıkmıştım, taze balık çok iyi giderdi şu an.”

Tanya gözlerini devirdiğinde ve Liora da başını yavaş yavaş iki yana salladığında yüzündeki o silik tebessümle bakışlarını yeniden okyanusun en ucuna, ufka doğru çevirdi.

Karanlıktı, oldukça karanlıktı ve gökyüzündeki yıldızlar bile neredeyse kendisini gizlemişti. Gerçekten bu 11 Kasım’da gece öyle bir gelmişti ki, simsiyah karanlık sanki denizin üzerine çarşaf gibi örtülmüştü. Çok daha fazla üşüdüğünde ve kendisine biraz daha sığındığında dizlerini karnına doğru çekti ve çenesini dizlerine yasladı. Tam o esnada Tanya, Korven’le dalaşıyordu.

Fakat Liora’nın bir anda kulaklarına uğultular doldu ve sanki rüzgarın bile onunla kavga ettiği bir kuyunun içine düşüyormuş gibi hissetti. Eli boynuna doğru gittiğinde nefesinin kesildiğini bile düşündü hatta radyasyondan etkilendiğini de. Bulundukları kasabada radyasyondan etkilenmiş insanlar vardı ve onların ne durumda olduğunu gözleriyle görebiliyordu. Kimisinin yüzünde yaralar vardı, kimisi ölümcül hastalıklarla savaşıyordu fakat çok daha kötüleri de vardı; insanların vücutlarından yeni uzuvları çıkıyor, bir insan görüntüsünden uzaklaşıyorlardı.

Gözleri direkt ellerine doğru kaydı ve eldivenlerini hızlıca çıkarıp ellerine baktı çünkü karıncalanmalar hissediyordu fakat hayır, ellerinde hiçbir şey yoktu. Korven ve Tanya onun ismini söylüyordu; elleri omuzlarındaydı ama Liora onları duyamayacak durumda gibiydi.

Ve yeniden bakışlarını ufka doğru çevirdiğinde ellerindeki karıncalanmaların, kalbindeki o kötü hissin ve nefesinin neden kesildiğini anladı çünkü az önce gördüğü karanlık, aslında karanlık değil, siyah yelkenli bir gemiye aitti.

Dudakları aralandığında ve daha dikkatli bir şekilde baktığında gecenin ortasında, sisi dağıtacak kadar büyük iki geminin bulundukları kasabaya doğru yaklaştığını gördü. Bir geminin yelkenleri simsiyahtı, diğer geminin yelkenleri açık kırmızı tonlarındaydı ve o an bile ne olduğunu anlamıştı: THALRON, geliyordu.

“Hayır,” diye fısıldadı ama artık kasabadan kaçmak için çok geç olduğunun farkındaydı çünkü gemiler öylesine yakındı ki belki beş, belki de on dakika sonra kıyıya yaklaşacaklardı. Kandillerini yakmamışlardı, geminin içi zifiri karanlıktı fakat dağılan sisin ortasında heybetli gemi her açıdan seçilebiliyordu. “Geliyorlar.”

Liora’nın dudaklarından bu kelime çıktıktan sonra gemidekiler sanki onun fısıltısını duymuşçasına sıra sıra meşalelerini yaktılar ve gecenin ortasında, kuzey okyanusunun kıyısında sanki kocaman bir ateş oluşturdular. Gemideki herkes meşalelerini ellerine aldığında öyle kalabalıklardı ki Liora çok uzun zaman sonra korkuyu hissetti. Bir şeyler söylemek için yeniden dudakları aralandığında gemilerden völva davullarının sesi yükselmeye başladı; bir ayin gibi, bir ritüel gibi ve belki de büyük bir savaşın habercisi gibi.

Ve gemidekiler davullarla beraber ritimli bir şekilde tek bir cümle haykırmaya başladılar. “Thalnor veknar! Veytra nor!” Art arda bu cümleleri tekrar ederlerken Tanya ve Korven hızlı bir şekilde ayaklandılar ve Liora’yı da ayağa kaldırmaya çalıştılar. “Thalnor veknar! Veytra nor!”

“Geliyorlar,” dedi bu kez Tanya. “Ne söylüyorlar anlamıyorum, neler oluyor?”

Liora’nın dudaklarından sadece o cümlenin anlamı döküldü ve nereden bildiğinden bile tam anlamıyla emin değildi ama biliyordu. “Thalron hükmeder, boyun eğin!”

Tam o esnada, siyah yelkenli gemide meşalelerin ışığının altında tek bir kişiye odaklandı. Yüzünü karanlıktan göremiyordu ama üzerinde siyah bir pelerin vardı, karanlığa rağmen meşalelerin ışığı altın kemerini ve omuzlarındaki altın detayları aydınlatıyordu; fakat bütün bunların dışında gemide davul çalanlar hariç herkes ellerini önünde birleştirmiş saygıyla dururlarken, o pelerinli adam ellerini arkada birleştirmişti ve Liora yüzünü tam seçemese de çenesinin kendinden emin bir şekilde havada olduğunu anlayabiliyordu.

Dünyanın belki de en tuhaf hissiydi fakat karanlığa rağmen o adamla göz göze geldiğini hissetti, belki de sadece bir saniye sürdü, belki de bu hiç yaşanmamıştı ama bu Liora için son darbeydi.

“Geliyorlar,” dedi kısık bir sesle ve sonrasında öyle hızlı bir şekilde oturduğu yerden kalktı ki sadece birkaç saniye Korven ve Tanya’ya baktı. Öyle gür bir sesle “Geliyorlar!” diye haykırdı ki Korven ve Tanya da ne yapmaya çalıştığını anladı ve üçü de aynı anda kasabaya doğru koşmaya başladı; kasaba halkına haber vereceklerdi. Ayakları karlara batıp çıkarken öyle hızlı koşuyorlardı ki arkalarına bile dönüp bakmadılar.

İlk önce Mahzenlerin olduğu tarafa doğru gittiklerinde bütün güçleriyle “Thalron geliyor!” diye haykırdı Liora. “Buradalar, kaçın! Saklanın!” Tek tek mahzenlerin kapılarına vururken saçlarını sakladığı paltosunun başlığı aşağı doğru kaydı ve saçları omuzlarından döküldü ama umurunda değildi. “Geliyorlar!” diye haykırdı bir kez daha ve davulun sesi neredeyse mahzenlere yaklaştığında gemilerin durmak üzere olduğunu anladı. “Kaçın!” dedi bütün nefesini tüketerek.

İnsanlar Mahzenlerin kapılarını tek tek açarken bakışlarını kıyıya doğru çevirdiler ve gemileri gördüler. Herkesten çığlık sesleri yükselmeye başladığında insanlar kaçışmaya başladı ve gemilerdeki davulun sesi sustu. Sadece bir dakika sonra gemideki insanların inmeye başladığını gördü. Kırmızı yelkenli gemideki insanlar kırmızı pelerinlerini giymişti, siyah yelkenli gemidekiler ise siyah pelerinlilerdi fakat en uzaktan bile fark ediliyordu, siyah pelerinliler en üstte olmalıydı çünkü onlar hala gemilerindeydi.

“Elly!” diye bağırdı Liora teyzesinin olduğu Mahzen’e doğru koşarken ve neyse ki onu kapının önünde telaşlı bir şekilde etrafına bakarken buldu. Liora nefes nefese teyzesinin omuzlarını tutup “Kaç!” dedi. “Sadece kaç, Thalron geliyor.”

Elly’nin gözleri kocaman açıldığında bakışları kıyı tarafına doğru döndü ve dudaklarından tiz bir çığlık koptu. Hemen yan tarafında koşturarak insanlara haber veren Tanya’nın sesi kısılmış, Korven ise biraz uzakta büyükbabasına sesleniyordu.

“Liora,” dedi Elly, solgun bir sesle. Öyle büyük bir korkuyla bakıyordu ki sanki sadece Thalron değil, bambaşka korkuların içine düşmüştü.

“Beni,” dedi yutkunarak Liora. “Beni takip et.” Bakışları hızlı bir şekilde Tanya ve Korven’e döndü. “Ben bizim gizli yerimize gideceğim, orada bulamazlar!” Korven ve Tanya başını salladığında Liora Elly’nin kolundan tutup çekiştirmek istedi fakat Elly mıhlanmış gibi duruyordu. “Hadi,” dedi hırsla. “Neyi bekliyorsun?”

Elly, keskin bir nefes verdi sonrasında Liora’yı kendisine çekip sıkıca sarıldı; Liora neler olduğunu anlamazken Mahzenin belki de elli metre yakınında, kırmızı pelerinliler onlara doğru yaklaşıyordu ve neredeyse yerli halkın çoğu dizlerinin üzerine çökmüş, gerçekten de Thalron’a boyun eğmişti. Ellerinde zıpkınlar vardı ve bu zıpkınlar, kemikten, sertleştirilmiş buzlardan ve metal hurdalardan yapılmıştı. Hemen arkalarında yavaşça alana doğru yürüyen siyah pelerinliler için ise durum daha farklıydı.

Kendilerinin elinde değil, yanlarındaki muhafızlarının ellerinde vornkırlardan vardı, buna buz kancası deniyordu. Tutunduğu yere yapışıyor ve insanların hareket kabiliyetlerini yok ediyordu. Ama Liora’yı şaşırtan bunlar değildi.

Yanlarındaki muhafızlar 2.30 boylarında ve kocaman adamlardı; bunu gördüğü an, yaptıklarının ne olduğunu anladı. Radyasyondan sonra insanların hormonları etkilendiği için gereğinden fazla gelişim gösterebiliyorlar ya da kemikleri eriyip bir cüceye dönüşebiliyorlardı; bulundukları kasabada da böyle insanlar vardı. Dev olanlar inanılmaz güçlü oluyor, akılları yarım çalışıyordu ve sadece emirleri yerlerine getiriyorlardı.
Siyah pelerinlileri, devler koruyordu.

“Elly,” dedi Liora, geriye doğru çekilerek. “Gidelim, hadi.”

“Liora,” dedi Elly, çenesini havaya kaldırıp. Gözleri korkuyla değil sanki büyük bir sırla dolmuştu. “Senden gizlediğim o defteri hatırlıyor musun?” Liora sadece başını olumlu anlamda salladı ama artık kırmızı pelerinli birisi onların hemen arkasında duruyor, boyun eğmelerini bekliyordu. “O defteri Mahzen’in en köşesindeki taşın altına gömdüm.” Öyle bir fısıldıyordu ki Liora bile onu duymakta zorlanıyordu. “Eğer kurtulursan…” Yutkundu. “Eğer kurtulursan o defteri al.”

“Neden?” dedi Liora sadece çünkü Elly’nin gözlerindeki o vazgeçişi görüyordu.

“Ravna için.” Hemen ardından Elly arkasını döndü ve pantolonunun kemerindeki hançeri çıkarıp öyle çevik bir hareketle kırmızı pelerinli adama attı ki, hançer adamın direkt kalbine saplandı ve iki saniye içerisinde adam yere düştü. Liora’nın dudakları korkuyla aralandığında Elly’nin bakışları yeniden Liora’yla buluştu ve tek bir kelime söyledi: “Kaç.”

Sonrasında ise Liora’nın hayatı boyunca asla unutamayacağı o an, gözlerinin önünde gerçekleşti.

Elly, adeta kendini Liora için feda etti.

Başka kırmızı pelerinli bir kadın, elindeki zıpkınla Elly’i isabet aldı ve Liora’nın teyzesini kurtarmasına bile fırsat vermeden zıpkın Elly’nin tam sırtından saplanıp karnından çıktı.

“Elly!” diye haykırdı, Liora fakat Elly’nin gözleri kocaman açılırken dudaklarından kanlar boşalmaya başladı ve Liora’ya tutunmak istese de başarılı olamadı; artık ruhu bile olmayan gözleri hâlâ "kaç" diyor gibiydi. Sadece birkaç saniye. Birkaç saniye içerisinde Elly’nin cansız vücudu yere yan bir şekilde yığıldığında gözleri açıktı.

Liora’nın gözleri onu vuran kırmızı pelerinli kadına doğru döndüğünde, kadının yakasında kan grubunu belli eden bir rozet taşıdığını gördü. Acıyı hissediyordu, korkuyu hissediyordu, ayakları uyuşmuştu ama kaçması da gerekiyordu. Saatlerce Elly için ağlamak istiyordu ama burada kalırsa onu yok edeceklerdi, biliyordu.

“Thalron’da ölmek yasak,” dedi kırmızı pelerinli kadın. “Fakat artık burada değil.”

Zıpkını yeniden kaldırıp Liora’yı hedef aldığında Liora hızlı bir şekilde Mahzen’in arkasına doğru kaçtı ve zıpkın, hemen sağ tarafına düştü.

Liora en çok aklını dinlerdi ve aklı ona tek bir kelime söylüyordu: Kaç!

Bütün gücüyle koşmaya başladığında eline pantolonunu kemerindeki hançeri aldı ve sadece koştu. Eğer arkasına dönüp bakarsa koşamazdı çünkü Elly oradaydı, o onun teyzesiydi, onu büyütendi ve her şeye rağmen onu koruyandı.

Gözlerine yaşlar dolarken daha hızlı koşmaya devam etti ve o anda hemen sağ tarafında dizlerinin üzerine çökmüş Korven’i gördü; hemen önünde kırmızı pelerinli bir adam duruyordu. Sadece bir saniye. Bir saniye göz göze gelebildi fakat duramazdı; onu kurtaramazdı, çok iyi biliyordu.

Tanya neredeydi? O tedirgin anlarda ne yapacağını bilemezdi, kurtulabilmiş miydi? Kaçmış mıydı? Korven teslim olmuştu ve büyük ihtimal Tanya da bir yerlerde kapanlarına kısılmıştı. Liora’nın tek istediği onların da canına hiçbir şey gelmemesiydi.

Sadece koştu; durmaksızın koştu. Ulaşmak istediği nokta, Korven ve Tanya’yla insanlardan saklanmak için gizlendikleri o karla kaplı sığınağa ulaşmaktı. Orada bulmaları imkansız değildi ama bir şansı vardı.

Geride yerli halkın haykırışları kalmıştı ama o da zamanla sessizliğe gömülmeye başlamıştı veya Liora o kadar çok uzaklaşmıştı ki dakikalar sonra dönüp arkasına baktığında peşinde kimsenin olmadığını gördü. Sadece çok kısa bir süre ellerini dizlerine yasladı ve öne doğru eğilip öksürmeye başladı. Boğazını soğuk yakıyordu ve o kadar çok koşmuştu ki göğüs kafesinin daraldığını hissediyordu. Soğuğa rağmen terlemiş, bacaklarındaki his neredeyse tamamen uzaklaşmıştı.

Gözlerini sadece birkaç saniye kapattı ve derin bir nefes verip Elly’nin görüntüsünü unutmaya çalıştı ama bu imkansız gibiydi. Sessizce titremeye başladığında gözünden bir damla yaş aktı ve başını kaldırıp hemen karşısına baktı. Birkaç adım ötesinde o karlı kaplı sığınak vardı ve Korven artık gelemezdi, Tanya da büyük ihtimal esir olmuştu.

Yine de o sığınağa doğru ilerledi ve dallardan yapılmış kapısını iki yana çekti. İki sene önce üçü beraber bu sığınağı inşa etmişlerdi. Neredeyse beş on metrelik bir alandı ve taşlardan duvar örmüşler, sonra o taşlardan büyük bir delik oluşturmuşlardı. Dallarla da üzerini ve girişini örterek gizli bir bölme inşa etmişlerdi. Özellikle karlar yağdığı zaman belli olması neredeyse imkansızdı ve keskin duyuları olan bir hayvan olmadığı sürece bulunması imkansıza yakındı.

Yavaş adımlarla içeriye başını eğerek girdi ve taşlarla ördüğü duvara sırtını yaslayıp dizlerini kendine doğru çekti. Kollarını bacaklarına sardığında dışarıda artık sadece rüzgarın sesi ve gecenin korkutucu uğultusu vardı. O kadar savunmasız hissediyordu ki ağlayamıyordu bile çünkü her an, her şey olabilirdi.

Peki ya şimdi ne olacaktı? Onlardan kurtulsa bile şimdi ne olacaktı? Arkadaşları artık yoktu, Elly ölmüştü ve kendisi yapayalnız kalmıştı.

Tek bir çaresi vardı; arkadaşlarını kurtarmanın bir yolunu bulacaktı ama ilk önce kendi canını kurtarmalıydı.

Gözlerini sıkıca yumdu ve içinden saymaya başladı; ağlamamak için verdiği çaba o kadar kuvvetliydi ki sanki gücünü de emiyordu. Elly’nin görüntüsü gözlerinden silinmiyor, Korven’in çaresizliğini aşamıyordu.

Fakat neredeyse yirmi dakika sonra dışarıdan çatırtı sesi duyduğunda gözlerini açtı ve direkt dalların arasından dışarıya doğru baktı. Birinin karlarda yürüme sesini işitebiliyordu, bir anlık Tanya olabileceğini de düşündü fakat bu Tanya’nın adımları değildi, daha baskın, daha sert adımlardı. Elinde sıkıca tuttuğu hançerini havaya doğru kaldırdığında yutkunarak öne doğru eğildi ve dalların arasından karanlığa doğru baktı.

O anda, birkaç metre ötedeki o kocaman kürkle sarılı botları gördü ve kalın bacakları. Yüzünü görmesine gerek yoktu, bu bir muhafızdı, siyah pelerinlilerden birisinin muhafızı buradaydı. Fakat burayı nasıl bulmuştu?

Adımlar durdu, Liora, kendi içinden beşe kadar saydı fakat üçüncü saniyede adımlar onun bulunduğu yere doğru döndüğünde ağzında bir şeyler geveledi ve o kocaman adam yavaşça eğilmeye başladı.

Liora, tam beşinci saniyede -o muhafızın eli dalların arasından içeri sızıp yüzü karanlığın içine doğru yaklaştığı anda- gür bir çığlık kopardı ve hançeri var gücüyle adamın omzuna sapladı. Metalin ete girerken çıkardığı o boğuk ses, muhafızın acı dolu haykırışıyla birleştiğinde, Liora hızla geriye sıçradı. Adam bir an sendeleyince, Liora tüm gücüyle onu itip yolu açtı ve nefes almaya bile fırsat bulamadan koşmaya başladı.

Nereye gittiğini bilmiyordu. Sadece kaçması gerektiğini biliyordu. İçgüdüleri, kanının her sıcak damlası ona aynı şeyi söylüyordu: Koş.

Ama bu kez kader çok daha hızlıydı.

Önce bacaklarını delen keskin bir acı hissetti ardından buz gibi bir soğuk. Adımı kaydı, kontrolünü yitirdi ve yüzüstü kara çakıldı. Birinin halatlı bir vornkır ile onu tam bir av gibi yakaladığını anladı; halat bacaklarına sarılmış, acımasızca sıkıyor ve onu sürüklüyordu. Başını zemine öyle bir hızla çarpmıştı ki midesi bulanıyor, bilinci titremeye başlıyordu. Gözlerini açık tutmak için çabaladı, çırpınmaya çalıştı ama halat öylesine sıkıydı ki, nefes almak bile bir mücadeleydi.

Karların arasında sürüklendikten sonra sert bir şekilde başka bir çift botun önünde durdu.

Siyah kürkle kaplı, heybetli botlar. Başını kaldırabildiğinde karşısındaki kişinin siyah bir pelerin giydiğini gördü, boynunu biraz kaldırmayı denedi fakat başarılı olamadı. O anda dünya sanki durdurulamaz şekilde hızla döndü, görüntü çarpıldı, karardı, dağıldı. Görüşü kapanmadan hemen önce tek bir detay bütün ağırlığıyla gözünün önünde durdu.

Siyah pelerinlinin parmağındaki yüzük.
Veyn.
Veyn yazıyordu.

Ve Liora, gerçekliğin son kıvılcımları sönmeden önce fark etti ki, bu gemide gördüğü adamdı; herkes ellerini önünde birleştirirken onun korkusuzca ellerini arkada birleştirdiği en üst rütbedeki adamdı, bunu anlamak zor değildi.

Sonrasında duyduğu son ses de yine o adama aitti. Tok ve kendinden emin o ilk cümlesini kurdu: “Kızı benim kamarama götür. Yok olmasına izin verme. Ve…” Liora, adamın ona doğru eğildiğini hissetti ama bilinci buz gibi havada kırılmak üzereydi.“…herkesten gizleyip onu koru.”

Bu sözler karanlığa doğru çekilirken bilinci ise tamamen kapandı.

İkisinin ise o an bilmediği tek bir şey vardı:

Liora’nın doğum günü, gündüzü getiren 20 Nisan’dı.
Veyn’in doğum günü ise 11 Kasım, sonsuz geceyi başlatan gün.
Ve o an, kader ilk kez iki zıt kutbu aynı karanlığın içinde buluşturdu.

...

Yeni yolumuz güzellikler getirsin, varlığınız için teşekkür ederim, iyi ki varsınız.

Dipnot: Genel olarak kitapta geçen bazı kelimeler veya anlamları gerçekte yoktur, hepsi benim Thalron için oluşturduğum sözlüğüme aittir.