KEYİFLİ OKUMALAR!
Bölümün aralarına şarkılar yerleştirdim, dilerseniz onlarla okuyun.
Şarkı: Hel Nyttr, Songs of the North
Çok soğuktu. Thalron, Svalbard’dan daha soğuktu ama bunun sebebi daha kuzeyde olmasından, kıyıya daha yakın olmasından, taş duvarlardan, bulunduğum yerde ısı olmamasından veya üzerimdeki Köksüzlere ait ince pelerinden dolayı değildi.
Çok soğuktu çünkü kendimi hayatım boyunca ilk defa bu kadar çok yalnız hissediyordum.
Doğduğumdan beri yanımda daima Elly olmuştu ve beni bir an bile olsun yalnız bırakmamıştı. Kendimi tanıdım tanıyalı Tanya’yı bilir, onu görürdüm. Henüz daha altı yaşındayken ve herkes benden saçlarımdan ötürü büyülü bir insanmışım gibi bahsederken Tanya’yı tanımıştım. Bulunduğumuz kasabada başka çocuklar olsaydı onlar da beni Tanya kadar çok sever miydi, bilmiyordum ama Tanya beni ilk gördüğü gün “Saçların yanıyor!” diye bağırmıştı ve hemen yanıma koşup saçlarıma dokunmuştu.
O zamanlar savaşın kalıntıları çok daha fazla, radyasyonun etkisi çok daha özgür olduğundan ötürü ve biz de henüz bir çocuk olduğumuzdan dışarıya çıkmamız imkansıza yakındı. Maskeyle dahi. Bu yüzden Mahzen’de çok uzun zamanlarımı Tanya’yla geçirir, onunla oynar, ona her şeyimi anlatır yeri geldiğinde onunla bile uyurdum.
Bir zaman sonra aramıza Korven de katılmıştı. Yaşım dokuzdu, herkese kaşları çatık şekilde bakan bir çocuk vardı, üçümüz kasabada savaşın çocukları diye geçerdik ama Korven, bize dahil olmamak için çaba sarf ederdi.
Fakat bir keresinde, kaderin bize yazdığı yoldan mı yoksa artık Korven’in insanlardan nefret eden o bakışlarına tahammülüm kalmadığından mı, bilinmez, onun kafasından aşağıya bir kova soğuk suyu dökmüştüm.
Çok nadir dışarı çıktığımız ve uzun zaman sonra gündüzün geldiği günlerden birisiydi, doğum günümden üç gün sonrası olabilirdi veya dört gün, bilmiyordum çünkü doğum günlerim genelde Elly tarafından kutlanmazdı ve nedenler olarak her seferinde farklı bahaneler üretirdi. Bahane olduğunu bildiğim halde ona inanıyor gibi davranırdım.
Korven, kıyıda tek başına oturmuş, kollarını önünde birleştirmiş denizi izliyordu ve benle Tanya ise yerde bulabildiğimiz taşları topluyorduk. Radyasyondan dolayı taşların rengi öyle harika bir hal almıştı ki, uzun uzun bakıldığında insanın başını döndürebilecek kadar kuvvetli bir enerjisi vardı.
“Şu sarışın çocuğu da çağıralım mı?” diye sormuştu Tanya bana çenesiyle işaret ederek. Sadece başımla onayladığımda bunu birkaç kez daha konuşmuştuk ama o sarışın çocuk bizim tekliflerimizin hepsini reddetmişti. Tanya, benim onayımın ardından Korven’in yanına gidip onu çağırmış, Korven ise kısa bir cevap verip eliyle sadece gitmesini emretmişti. Tanya yeniden yanıma geldiğinde kıvırcık sarı saçlarını omzundan arkasına doğru atıp “Kendisi kızlarla oynamayacağını söyledi,” demişti kaşlarını çatarak. “O iyi bir dövüşçü olacakmış, kızlarla işi yokmuş.”
Yüzümü buruşturduğumda ve hırsla o sarışın çocuğa baktığımda o an bunu neden yaptığımı bile bilmiyordum ama işte kaderdi, yollarımızın kesişeceği o noktadaydık. İçini taşlarla doldurduğumuz kovanın içini hızlı bir şekilde yere döktüm ve sonrasında Tanya’nın bana ne yaptığımı sormasını bile beklemeden kovaya okyanustan su doldurup sarışın çocuğun başından aşağıya o suyu döktüm.
Okyanus suyu kullanmak yasaktı çünkü radyasyon riski en yüksek yer sulardı; soğuktu ve bu yaptığım hataydı ama kendisini bizden bir erkek olduğu için ayırması ve dövüşemeyeceğimizi düşünmesi beni öyle bir öfkelendirmişti ki sarışın çocuk öfkeyle başını bana çevirip bağıracağı sırada elimdeki kovayı kafasına geçirip onu itmiştim. Kovayla yere düştüğünde ise hırsla “Elly bana her zaman kendini benden üstün gören erkeklere haddini bildirmem gerektiğini söyler!” diye bağırmıştım.
Sonrasında sarışın çocuk yani Korven başındaki kovadan kurtulup bir köşeye fırlatmış, yırtıcı bir kutup ayısı gibi bana bakmış ve üzerime saldırmıştı. Kıyıda benimle dövüşmeye başladığında hiç durmaksızın ben de ona karşılık vermiş, ikimizin de ağzı burnu kanayana kadar birbirimizi özgür bırakmamıştık. Ta ki kasabanın yerlileri gelip bizi ayırana kadar.
Nefes nefese, Elly beni omuzlarımdan tutarken “Senden hiçbir farkımız yok!” diye bağırmıştım Korven’e. “Dövüşmek istiyorsan dövüşelim!”
O günden sonra Korven’le de arkadaşlığımız başlamış, ilk önce sadece dövüşmek için buluşmuş sonrasında ise ayrılmaz üçlü haline gelmiştik. Ve ikisini de öyle çok seviyordum ki, kalbimin neresinde onlar için yer yaparsam yapayım yeterli gelmeyecekmiş gibiydi.
Üstelik Korven’in yeri Tanya’yı koyduğum yerden çok daha farklıydı. Çok daha ayrı tutuyordum. Belki de o benim kalbimi kazanırken ya da kazanmasını istediğimdendi. Belki de kalbimi ona açmak istediğimdendi, bilinmez.
Bazı geceler Elly, üçümüze masallar anlatırdı ve o masallarda Prensler, Krallar, Şövalyeler, Savaşçılar olurdu. Bir süreden sonra gözlerimi kapatıp hayal ettiğimde o masallardaki adamlar Korven’e dönüşüyordu. Sapsarı saçları, masmavi gözleri, gülümsediğinde ışıldayan bakışları, öfkelendiğinde çektiği burnu, gözünün altındaki minik gamzesi… Elly ne anlatırsa anlatsın, kafamda canlanan tek kişi Korven oluyordu.
Yaşadığımız dünya öylesine soğuktu, öylesine savaşa batmıştı ki Elly’nin masallardaki güzel duygular tek kaçış noktamdı, hayal kurmakta üstüme yoktu bu yüzden. Ve bu hayallerde Korven’e yer vermek bana iyi hissettiriyordu.
Bir keresinde Elly ile baş başayken bunu dayanamayıp ona söylemiştim çünkü hangi duygu bana bunları düşündürüyor bilmiyordum ama Elly beni dinledikten sonra tek bir soru sormuştu: “Benim anlattığım hikayelerde Prens Korven iken, sen Prenses misin Liora?”
“Hayır, Elly, kendimi bir Prenses gibi hiç hayal etmedim. Neden bunu sordun?”
Elly, bordoya çalan kızıl saçlarımı okşayıp kulağımın arkasına sıkıştırmıştı. “Çünkü bir masalda sadece Prens önemli değildir, Liora, Prenses de önemlidir. Eğer kendini de bir Prenses gibi hissetseydin, bu duygunun adına aşk derdim ama sadece Korven’i Prens olarak hayal ediyorsan güzel duyguları kurtuluş olarak gördüğün içindir.”
“Aşk,” demiştim ağzımın içinde geveleyerek. Elbette aşk ne demek, biliyordum çünkü onlarca masal, onlarca kadim hikaye, onlarca rivayet dinlemiştim. Fakat Elly, kalbimdeki duygu için bunun aşk olmadığını dile getirmişti.
Ben de o günden sonra Korven’e duyduğum hislerin aşk olmasını istemiş, masallara sığınmayı dilemiş, kendimi prenses gibi hayal edebilmek için onlarca çaba vermiştim ama hepsi sonuçsuzdu. Olmuyordu, yapamıyordum. Hatta bir keresinde Elly, bu yüzden kendime öfkelendiğimi fark etmiş, masallar anlatmayı bile bırakmıştı.
Ona göre bu küçük dünyamızda beni heyecanlandıran tek şey masallardı ve Korven de bunun için bulunmaz bir nimetti.
Ama eğer öyle değilse neden durmaksızın Korven’i görmek istiyor, birileri ona bir şeyler söylediğinde daima koruyor, yeri geldiğinde onun için taşlanmaya bile göğüs geriyordum? Hatta Korven de bunun farkındaydı çünkü Tanya, Elly ve onun dışında kimseyi bu kadar sevmediğimi biliyordu ama en çok onun için çaba verdiğimin de farkındaydı çünkü Korven, Tanya ve Elly’den daha fazla bana ihtiyacı varmış gibi gözlerimin içine bakıyordu.
Sadece bir kez. Bir kez, yirmi dört yaşındayken Mahzen’de Korven ve ben yerdeydik; Tanya, annesiyle beraber balığa gitmişti. “Korven,” demiştim Mahzen’in sert zemininde uzanmış küçük pencereden gökyüzüne bakarken. Alacakaranlıktı ve bir süre bu şekilde devam edecekti. “Elly’nin anlattığı masallarda prensesi kim olarak hayal ediyorsun?”
Korven, elini havaya kaldırmış, parmaklarını hareket ettirirken “Birini hayal etmek zorunda mıyız ki?” diye sormuştu düz bir sesle.
“Hayal kurmak güzeldir,” dedim başımı sallayarak. “İnsana harika hissettiriyor.”
“Lily,” dedi gözlerini devirdikten sonra bana bakarak. Sadece kızdıkları zamanlar bana Lily derlerdi. “Hayal kurmak aptallıktır fakat bir hayal kuracaksam da Elly’nin anlattığı hikayelerde sadece savaşçıları düşünüyorum ve kendimi,” bir anda ayağa kalkıp elinde kılıç varmış gibi bana salladı, “kendimi şimdi onlar gibi hayal ediyorum. Ben harika bir savaşçıyım.”
Cümleleri o kadar sığ gelmişti ki dudaklarımdan sadece “Savaşçılar, prensesi kurtarmak için dövüşüyor,” çıkmıştı. “Bunun farkında değil misin?”
“Öyle mi?” demişti kaşlarını kaldırarak. “O kısımlar dikkatimi çekmiyor zaten çoğu zaman da uykum geliyor.”
“Anladım.” Pencerenin dar aralığına yeniden baktığımda, içimdeki eski ve bilge bir ses Elly’nin hem doğruyu gösterdiğini hem de yanıldığını söylüyordu. Doğruydu; çünkü bir krallıkta prensin değeri neyse, prensesinki de ondan eksik değildi. Ama yanılıyordu; çünkü aşk, iki insanın birbirinin hayalini kurmasıyla değil, birbirinin yarasına ve gerçeğine dokunabilmesiyle anlam kazanırdı.
“Ama,” dedi Korven yeniden yanıma uzanıp gülümseyerek. “Eğer bir prenses kurtarılacaksa o sadece sen olabilirdin, ben bir savaşçı olurdum ve seni kurtarırdım.”
Gözlerim açıldığında hevesle bakışlarım ona döndü ve ben de gülümsedim. “Korven Talisker,” dedim keyifle ama hemen sonra yüzümdeki gülümseme donuklaştı. Madem kurtarırdı, neden kasaba halkı beni yakmak istediğinde kaçmıştı? Neden taşlanırken orada değildi? Neden saçlarımı kesmek için üzerime atıldıklarında ellerinden hançerleri almak yerine saçlarımı kesmelerini izlemişti? Hep bunu yapıyordu, hep beni köşeye sıkıştırıyor sonrasında da bir cümle kuruyor ve bana açık kapı bırakıyordu. “Savaşçılar hiçbir zaman kaçmaz,” diyebildim sadece.
“Elbette,” dedi rahat bir sesle. “Elbette prenses!” Ne demek istediğimi anlamamıştı, ben de anlatmak istediğimi bir kez daha tekrar etmemiştim.
Ve şimdi o konuşmanın üzerinden üç yıl geçmişti. Ben artık Svalbard’da değil, kuzeyin bile ötesinde, dünyanın en uç noktasında, Thalron’daydım.
Burada insanları kanlarına göre ayırmışlardı; kan grubun kaderin, giyeceğin kıyafet bir tür üniforman, gördüğün saygı ise sana biçilmiş payeydi.
AB Rh⁺ olanlar Din İnsanları’ydı ve anladığım kadarıyla Thalron’un kurucularıydı. Bu düzenin tepesindeki o sessiz gölgelerdi. Onların önünde başını kaldırmaya cüret eden tek bir kişi bile olamazdı; çünkü onlar, bu kubbenin en sarsılmaz inancıydı.
A Rh⁺ olanlar Asillerdi; Din İnsanları’ndan sonra sözü geçen ikinci tabaka. Altın işlemeli kıyafetlerine bile hükmeden bir güç vardı; yürürken etraflarında görünmeyen bir duvar taşıyorlarmış gibi, kimse yanlarından geçerken nefesini bile yükseltmiyordu.
B Rh⁺ olanlar Tüccarlardı; hiyerarşinin üçüncü halkasında duran, insanları yönlendiren ama kendi efendilerine de diz çökenlerdi. Sözleri Köksüzlere sertti, adımları temkinli. Rehberlik ediyorlardı ama otoriteleri hep başkalarının gölgesindeydi.
Geriye kalan bütün pozitif kanlar Köksüzlerdi ve bu kast sisteminin en altındaki kişilerdi; onların üstün olabildiği hiç kimse ama hiç kimse yoktu. Sonsuz itaat, sonsuz saygı ve sonsuz baş eğme emri. Bu o insanların yazgısı gibi görünebilirdi ama benim için öyle olmayacaktı.
Kanı negatif olanlar ise radyasyonlu sayılıyor ve onlara neler olduğunu bile kestiremiyordum. Gördüğüm kadarıyla burada ölmek yasaktı ama onlara göre nasıl yasaktı, bilmiyordum. Eğer radyasyonluları öldürmüyorlarsa ne yapıyorlardı?
Devler vardı, onlar radyasyondan etkilenmiş ve kemik gelişiminden dolayı hem kas kütleleri artmış, hem boyları uzamış, hem de kiloları ağırlamıştı. Beyin gelişimleri geriye doğru gitmişti ve Thalron’un kurucuları sanki bunu fırsata çevirmiş, onları eğiterek muhafızları yapmışlardı. Sadece kendilerini korusunlar diye değil, düzeni de korusunlar diye.
Beyaz kıyafetli insanlar kanlarımıza bakmışlardı ve yüzlerindeki o donuk ifadeden tam olarak neye hizmet ettiklerini bile anlamamıştım. Üstelik onları da yok ettiklerine neredeyse emindim.
Thalron’da karşıma daha neler çıkacaktı, bilmiyordum ve belki de bilemeyecektim çünkü kanım ne olursa olsun, kendimi bildiğimden ötürü Köksüz olmayı kabul etmeyecektim. Şimdi bu büyük siyah kubbenin altında herkes boyunlarını eğmiş beklerken tek baş kaldıran kişi bendim; gocunmuyor hatta bundan gurur duyuyordum ve bu yaptığımın beni felaketlere sürükleyeceğini biliyordum.
Sadece ayakta geçirdiğim o on saniyede bunları düşündüm. Sadece o on saniyede bütün çocukluğumu, hayallerimi, mutluluğumu, mutsuzluğumu, canım teyzem Elly’i, arkadaşlarımı… Ve şu an nasıl da yapayalnız hissettiğimi.
İlk kez bu kadar yapayalnız hissettiğimi.
“Yok edin.” Veyn’in dudaklarından dökülen iki kelime, benim kaderimin bitişi olabilirdi fakat bu alkışlarımı durduracak mıydı?
Hayır, durdurmayacaktı.
Orada alkışlamaya devam ederken gözlerim en güvendiklerime doğru kaydı; beni her ne olursa olsun bu zamana kadar hiç yalnız hissettirmeyen o iki insana. Korven ve Tanya’ya.
İkisinin de sırtı bana dönüktü fakat bulunduğum yerden görüyordum, Tanya’nın omuzları hiddetle sarsılıyor, başı bana dönecek gibi oluyor ama sonrasında kendini durduruyordu. Ondan bana ortak olmasını bekleyemezdim çünkü Tanya, onu tanıdım tanıyalı korkularıyla yüzleşebilen birisi olmamıştı. En kötü anlarda hep Mahzen’in en uç noktasına saklanır, kalbi çok çabuk kırılır, içinden çıkamadığı her anda ağlardı bu yüzden Tanya’nın bana ortak olması ya da korumak istemesi bile oracıkta onun da yok edilmesine sebep olabilirdi.
Fakat Korven için aynı cümleleri kuramazdım; bundan üç sene önce beni kurtarabileceğini söyleyen o adam neredeydi? Savaşçıydı, Korven gerçekten de iyi bir savaşçıydı ve dövüşmeyi iyi bilirdi. Çoğu zaman kasaba halkı ondan korkar, yanına yaklaşamazdı fakat konu sadece kendisi olduğunda mı böyleydi? Beni korumasını beklemiyordum, ne olursa olsun beni yalnız bırakmamasını ve bana ortak olmasını umuyordum ama o an anlamıştım, Tanya’nın sarsılan omuzları onda yoktu. Sadece başını önüne eğmiş, itaat içindeydi.
Ve belki de Korven çoktan Thalron’a sempati beslemeye başlamıştı.
Kırılmadım, hayır üzülmedim veya bu o an, dizlerimin üzerine çökmeme neden olmadı ama gözlerim dolduğunda Elly’nin acısını kalbimde ilk kez bu kadar net hissediyordum. Çünkü o beni yalnız bırakmazdı, bırakmamıştı da. O ne olursa olsun kendisini benim için feda bile ederdi ve etmişti de.
Gözlerimden taşmak isteyen yaşlara izin vermemek için dişlerimi sıktım; çenemi bir parça daha yukarı kaldırıp bakışlarımı Veyn’e çevirdim. Aramızda adımlarca mesafe vardı ama yine de o yemyeşil gözleri karanlığın içinde parıldıyordu. İçlerinde tek bir duygu kırıntısı bile yoktu. Belki de benim çaresizce aradığım şey, onun için yalnızca bir zaferin daha sessiz kutlamasıydı. Fakat bakışlarında zafere de rastlamadım. İfadesizlik.
Ve bana öyle bakıyordu ki sanki tanımadığı birine bakar gibi. Oysa bu adam, gemide benimle Karlin oynayan adamla aynı kişiydi. Peki iki insan, aynı bedende bu kadar farklı nasıl durabilirdi? Gemideki adam alaycıydı, kibirliydi, dudaklarının kenarında sürekli bir gülüş asılı dururdu.
Şimdi ise karşımda duran bu adam, gülümsemenin ne demek olduğunu bile hatırlamıyor gibiydi.
Arkamda bir hareketlenme oldu, ben henüz ne olduğunu anlayamadan kollarım sertçe kavrandı ve görüşüm bir anda zifiri karanlığa gömüldü. Bir an için bayıldığımı sandım; ama hayır, bilincim yerli yerindeydi. Hatta hiç olmadığı kadar açıktı.
Başımın üzerine geçirilen siyah çarşafın dokusunu hisseder hissetmez ipini tam boğazımın hizasından çekip sıkılaştırdılar; nefesimi, sanki bir musluğu kapatır gibi kısmışlardı.
Bağırmak için ağzımı araladığım anda devasa eller bileklerimi kavradı ve beni, bu boğucu karanlığın içinde yerde sürüklemeye başladılar. Kafama geçirdikleri o çuvalın altında nefesimi idareli kullanmam gerektiğini biliyordum ama kendimi tutamadım. “Hiçbir zaman susmayacağım!” diye haykırdım, sesim kumaşın içinde boğulurken. “Bütün bu karanlığa rağmen!”
Çıplak ayaklarım beton zemine sürtünürken çıkan tek ses ayaklarımın yerde bıraktığı o hışırtı, kollarımı kurtarmak için çırpınışlarım ve kendi kulaklarıma dolan nefeslerimdi. Hiç kimseden ama hiç kimseden bir ses çıkmıyordu, o karanlıkta daha da yalnız hissetmiştim ve bu kez gerçek bir yalnızlık olduğunun bilincindeydim çünkü o büyük yerden çıktığımıza emindim; ayaklarımın altındaki taşlar daha keskin bir hal aldığında can acısıyla dişlerimi sıktım. O karanlık beni adeta yutuyor, beni benden ayırıyor gibiydi.
Sanki uzun bir koridorda beni sürüklüyorlardı ve ağzımı açıp bir şeyler söylemek istediğim her an, çuvalın içindeki oksijen biraz daha azalıyordu. Keskin taşların olduğu zeminden daha yumuşak bir zemine çıkarıldığımda ve bir kapının açılma sesini işittiğimde artık vücudumun her zerresine soğuk çarpıyordu, dışarıdaydım bunun farkındaydım.
Ayaklarıma buz ve kar taneleri çarpmaya başladığında ellerimi öyle sıkı tutuyorlardı ki soğuktan değil onların gücünden moraracağından çok emindim. Bir kez daha çırpınmak istedim ama kurtuluşum o kadar imkansızdı ki, verdiğim her çabanın nefesimi kesmekten başka hiçbir işe yaramadığını fark ettim.
Bir süre sonra sertçe durduğumuzda başka adım seslerini işitir gibi oldum ve onları duymaya çalıştım ama rüzgarın sesi öyle yüksekti ki, onları duyabilmem neredeyse imkansızdı. Tek bir cümle duyabilmiştim: “Radholl’e götürmeyeceksiniz.” Radholl ne demekti? Thalron’dakilerin kendilerine ait dilleri vardı ve o dili bazen anlayamıyordum.
Sorgulamadılar beni sürükleyen muhafızlar ve yeniden yollarına devam ettiklerinde artık nefes almakta zorlanıyordum çünkü her ne olursa olsun soğuk çarpıyor ve çuvalın içerisinde kalan oksijen bana yetmiyordu.
En sonunda sürüklenişimiz durduğunda, ağır bir demir kapının açılışını andıran o gıcırtılı sesi duydum. Ses, karanlığın içinde metal bir yara gibi açıldı. Bir anda içeri doğru savruldum; bedenim kontrolden çıkarken dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu. Zemin o kadar kaygandı ki duramadım, hızla sürüklenip başımı bir yüzeye çarptım.
Duvar mıydı?
Hayır, hiçbir duvar bu kadar soğuk olamazdı. Ve hiçbir yer bu kadar kaymazdı.
Bir an sonra ellerimi sertçe arkadan bağladılar; ip bileklerimi adeta derime gömerek kendine kilitledi. Nefesim hızlanırken kapının ağır kapanışını duydum, metal yeniden yerine otururken içimde bir şeyler de kapandı.
Bir anlık bir umutla etrafı dinledim; belki biri nefes alıyordur, belki bir gölge vardır diye. Ama hayır. Karanlık öyle mutlak, öyle sessizdi ki nefesim bile yabancı geliyordu. Beni fırlattıkları yerin üzerinde ellerim zemini yokladı, ardından duvarları.
Soğuk, keskin bir yanma hissi avuçlarımın içine saplandı. Dudaklarımdan istemsiz bir küfür dökülürken gerçeği kavradım: Burası tamamen buzdu. Duvarlar buz, yer buz… Ve kayganlığı öyle acımasızdı ki, ayağa kalkmayı her denediğimde yeniden kayıyor, yere çarpıyor ve soğuğun kemiklerime işlediğini hissediyordum.
Üstelik kör gibiydim. Karanlığın içinde gözlerimin önünde hiçbir şekil, hiçbir ışık yoktu.
Büyük bir nefes verdim ve sonrasında son kez “Beni çıkarın!” diye haykırdım. Sesim o kadar gür bir yankı yaptı ki, sanki bir çukurun içindeydim, buzdan bir çukurun içinde. Burası bir işkence odası mıydı? Burada ölmemi mi bekleyeceklerdi? Yok olmak demek, soğuğa teslim olmak demek miydi onlara göre?
Sırtımı buzdan duvara yasladım; soğuk, omurgamdan aşağı bir hançer gibi indi. Tırnaklarımı yüzeye geçirip kendimi yukarı doğru çekmeye çalıştım, ama buz tırnaklarımı reddediyor, beni sürekli geri itiyordu. Bir kez daha denedim ve bu kez, büyük bir çabayla da olsa ayağa kalkmayı başardım.
Denge? O artık lüks sayılırdı.
Kayan bedenimi duvara sürterek, neredeyse yalpalayarak, bulunduğum yeri anlamaya çalıştım. Bir kuyunun içindeydim; Hayır, bir kuyu değil, bir silindirin içine kapatılmış gibiydim. Öylesine dardı ki, ellerimi iki yana açsam bile buz duvarlar avuçlarımı anında yakardı. Karanlıkta yürürken parmaklarım bir şeye çarptı; soğuk metal hissi mideme bir yumruk gibi oturdu.
Merdivenler ama merdiven dediğim şey de buzdan oyulmuştu.
Basamaklara ayağımı her dokunuşumda zemin benden kaçıyor, ben ise buzun yüzeyine tekrar kapaklanıyordum. Dizlerim acıyla titrese de yılmadım. Yeniden denedim, tekrar, tekrar, tekrar. Çünkü merdiven yukarıya doğru tırmanıyordu. Ve rüzgârın sesinden çukurun tepesinin açık olduğunu anlayabiliyordum. Çıkış oradaydı. Ama benim bedenim bu buza her dokunduğunda cezalandırılıyordu.
Bu nasıl bir işkenceydi? Burası bir zindan değil; insan ruhunu bedeninden daha hızlı öldüren bir cehennem gibiydi.
Durmaksızın vazgeçmeden dakikalarca o buz çukurundan çıkmak için çaba verdim; nefesim kesiliyor artık tamamen boğulduğumu hissediyordum ama art arda denemeye devam ediyordum. Ta ki artık nefessizlikten başım dönüp yere yüzüstü kapaklanana kadar. Orada öylece kalakaldığımda ve yeniden kalkmak için hamle yaptığımda doğrulabilmek bir yana dursun, parmaklarımı bile hareket ettiremedim.
Hayır, pes edemezdim, hayır pes etmedim ama nefesim artık kalmamış, gücüm tükenmişti; ruhum sonuna kadar çaba vermek istiyordu ama aptal vücudum kendini kaybetmeye başlamıştı.
Beni burada ölüme terk etmişlerdi ve yenilen ruhum değil, aptal insani bedenim olmuştu.
Alnımı yere yasladığımda ve kendimi o soğuğa emanet ettiğimde gözlerimi kapatıp “Elly,” dedim zorlukla konuşarak. “Özür dilerim, bu ruhu yaşatamıyor bu vücut.” Çünkü Elly, daima bana ruhumun çok kıymetli olduğunu, eşi benzeri olmadığını ve her ne yaşarsam yaşayayım o ruh için her şeyi yapmam gerektiğini söylerdi. “Elly,” dediğimde yeniden, vücudum artık soğuktan kaskatı kesilmiş, dilim soğuktan ve nefessizlikten dönmekte zorlanıyordu. Fakat her şeye rağmen gözümden bir damla yaş aktığında sanki bana nefes almam için bir fırsat verdi, o sıcaklık son nefesimi vermeden önce cümlelerimi tamamlamamı sağladı. “Çok yalnızım.” Gözümden art arda yaşlar akmaya devam ettiğinde çenem titriyordu. “Yapayalnızım.”
Daha fazla konuşmaya gücüm kalmadığında o karanlıkta sadece bir şeyi hayal ederek ölmeyi bekledim: rüyamda gördüğüm annemi, Ravna’yı. Çünkü ilk kez onu rüyamda görmüştüm, ilk kez bana gelmişti ve belki de bu da ona gidebilmem için bir işaretti.
Tam o anda, zihnim bulanıklaştığında ve kendimi tamamen uykunun kollarına bırakmak üzereyken demir kapının açılma sesini işittim fakat artık ne hareket edebiliyor ne de nefes alabiliyordum. Belki de ruhum artık vücudumda değildi ve bambaşka bir yerdeydim; öyle hissizdim ki hareket dahi edemedim.
İçeriye giren keskin adım seslerini işittim ve sonrasında birisinin beni yüzüstü yattığım yerden kaldırdığını anladım. Oturur bir vaziyete beni getirdiğinde vücudum öyle bir uyuşmuştu ki, şu an bir hançeri çıkarıp kalbime saplasa bile hissetmeyeceğimi bilmiyordu.
Fakat birkaç dakika sonra başımdaki siyah çuvalın çıkarıldığını bulanık gözlerimin arasından karşımdaki yüzü zorlukla seçtiğimde anladım. Kocaman kahverengi gözler, kocaman bir ağız, kocaman bir burun, siyah yanmış gibi görünen saçlar ve kocaman eller.
Bu bir muhafızdı ve yüzünde maske yoktu. Bakışlarımı ondan ayırıp yukarıya doğru baktığımda uzun buzdan bir çukurun içinde olduğumu, merdivenlerin buzdan yapıldığını ve açık tepesinden gecenin karanlığını gördüğümü fark ettim. Çukurdaki merdivenin karşısında ise demir bir kapı vardı.
Öksürmeye başladığımda başım ister istemez muhafızın göğsüne çarptı ve doğrulmakta zorlandım. Muhafız, omuzlarımdan beni tutarken öğürür gibi bir ses çıkarıp öksürmeye devam ettim ve vücudumun titreyişleri bir an bile durmadı.
“Burası,” dedim öksürüklerimin arasından. “Burası neresi?”
Sorumun cevapsız kalacağından emindim ama bu kadar uzun süre cevapsız kalabilmesi belki de verecek bir cevabı olmadığını bana düşündürmüştü. Zorlukla başımı kaldırıp muhafıza baktığımda kahverengi gözleriyle dikkatli bir şekilde beni incelediğini fark ettim.
Ve sonrasında hiç beklemediğim o cümleyi kurdu: “Veyn seni buradan kurtarmamı emrediyor.” Duraksadığımda ve dudaklarım aralandığında öyle hızlı ve çevik bir hareketle beni omzuna attı ki başım öne doğru düşerken nefesim kesildi. “Veyn, yok edilmene izin vermiyor.”
*
Şarkı: Toneloom, Violin
Muhafızın attığı her adımda bedenim titriyor, görüşüm dalgalanıyordu; ama ayık kalmak için içimde kalan son kırıntıya kadar direndim. Beni o derin buz çukurundan çıkardıktan sonra bir an bile omzundan indirmemişti. Sanki donmuş bir beden değil de hafif bir tüy taşıyormuş gibi umursamaz bir rahatlığı vardı. Ben ise hâlâ zihnimi toparlayamıyordum; yine de dışarının soğuğu bile o çukurun karanlık soğuğundan daha sıcak geliyordu.
Sesinden anlamıştım: Veyn’in muhafızlarından biriydi. Ama içimde bir yer, onun diğerlerinden bambaşka olduğunu söylüyordu. Çünkü diğerlerinde merhamet diye bir şey yoktu. Kalplerini kökünden söküp atmış gibiydiler. Oysa bu muhafızın bakışlarında silinmemiş bir şey vardı; ölmemiş, kararmamış bir parıltı. Ya da belki de o parıltıyı tamamen söndürmemek için hâlâ direnen bir adamdı.
Thalron’un hangi kapısından içeri girdiğimizi bilmiyordum; ama bu kapının daha önce gördüğüm hiçbir yere benzemediğine emindim. Altın varaklarla süslenmiş o devasa kapıdan geçtiğimiz anda, çıplak gözle bile fark edilen o ihtişam, beni istemsizce kendime getirdi.
İçeriye girdiğimiz an pasparlak şamdanların ışıkları gözlerimi almıştı, duvarlardaki kırmızı kalın bayraklar Din İnsanları’nın veya üst olanların tarafına geçtiğimi bana haykırıyordu. Az önceki o simsiyah duvarların ve kocaman siyah kubbenin olduğu yere zıt bir şekilde burası ışıklar içindeydi ve sıcacıktı çünkü kocaman salonun her iki köşesinde de şömineler vardı. Çevrede hiçbir eşya yoktu evet ama giriş bile öylesine ihtişamlıydı ki vücudum ısıyı hissettiği an bakışlarım çok daha fazlasını görme umuduyla etrafta gezindi.
Muhafız merdivenlere yöneldiğinde, basamakların köşelerine yerleştirilmiş iri mumların titrek ışığını fark ettim. Aydınlık öylesine fazlaydı ki, sanki bu katın sakinleri karanlıktan ürküyormuş gibi duruyordu. Ya da belki de karanlığın sakladığı şeylerin, ışığın gösterdiklerinden çok daha tehlikeli olduğunun farkındaydılar.
Yukarı çıktıkça burnuma tanıdık olmayan güzel kokular dolmaya başladı; odunsu bir sıcaklıkla karışan tatlı yemek kokuları fakat adını koyamıyordum.
Son basamağı çıktığımızda, yuvarlak merdiven arkamızda kaldı ve uzun bir koridora girdik. Duvarların üzeri siyah örtülerle kaplıydı; ama bu siyahlığın arasında ilerleyen altın işlemeli kapılar, adeta hükmün kimde olduğunu haykırıyordu. Her kapının topuzunda ters bir V harfi vardı; Veymor’un, Veyn’in ya da Thalron’un en üst soyunun işareti gibiydi.
Yerlerdeki bordo halılar koridoru boğuyor, duvarlara dayalı şamdanlar mum ışığını çoğaltıyor, havadaki o sıcak his tenime işliyordu. Burası Thalron’un cenneti gibiydi ya da cennete benzeyen bir yanılsaması.
Koridor o kadar uzundu ki, muhafızın adımları hiç durmazken ben omzunda taşınmaktan yorulduğumu hissetmeye başlamıştım. Ama onun nefes alışında, yürüyüşünde, taşıyışında zerre kadar yorgunluk belirtisi yoktu. Sanki insan değilmiş gibi.
Sonunda sola döndük; yeni bir koridora girdik. Buradaki kapılar da altınla bezenmişti ama bu sefer sessizlik çok daha ağırdı. Sonunda ikinci bir yuvarlak merdiven karşımıza çıktı. Bu merdiven diğerinden farklıydı; kıvrımlar halinde yükseliyor ve yalnızca iki ayrı odaya açılıyordu. Sanki Thalron’un kalbine, en mahrem noktasına çıkıyorduk.
Devasa kapıların üzerinde yükselen cam kubbeye çarpan kar taneleri gözlerimin içine doldu. Dışarıda ölüm gibi soğuyan karanlık, buradan bakınca neredeyse huzurlu görünüyordu. Sanki burası, karanlığı bile evcilleştirebilen bir yerdi.
Muhafız son basamağa geldiğinde yavaşça beni indirdi ve ayaklarım yerle buluştuğunda uyuştuğumu hissederek duvardan destek aldım; muhafız ise bakışlarını benden ayırmıyordu. Saniyeler geçti ardından dakikalar ve en sonunda göz temasını hiç kesmediğinde “Ne?” dedim solgun bir sesle. “Neyi bekliyoruz?”
Tam o esnada sanki soruma cevap gibi iki kapıdan birisinin ardından çan sesi geldi ve muhafız bakışını sağdaki kapıya doğru döndürdü ardından yeniden bana baktığında “Veyn seni içeride bekliyor,” dedi tekdüze bir sesle.
Gözlerimi devirip devirmemek arasında kalırken “Çan sesine kadar beklemek zorunda mıydık?” diye sordum. Muhafız hiçbir cevap vermedi elbette. “Direkt kapıyı açsam ne olurdu peki?” Muhafız yine hiçbir cevap vermedi ama kaşları çatıldı. “Öldürülür müydüm?”
“Ölüm yasak,” dedi direkt.
“Yok edilir miydim?”
“Veyn yok edilmeni kesinlikle istemiyor.”
Bu kez kendimi tutamayıp gözlerimi devirdiğimde muhafız elini kapının topuzuna doğru götürdü ve yavaşça açtığında benim içeri geçmemi bekledi. İleriye doğru bir adım attığımda bacaklarımın hâlâ uyuşukluğu geçmemişti fakat eskisinden çok daha iyi olduğumu anlayabiliyordum.
Tam içeriye girecekken duraksadım ve bakışlarımı muhafıza çevirdim. “Senin adın ne?”
“Rad9,” dedi hızlıca.
Yüzümü buruşturduğumda “Rad9 mu?” diye sordum. “Adında sayı mı var?” Hiçbir cevap alamadım yine. “Bence bu adı kabul etmemeliydin, sana bir isim bulmaya çalışacağım merak etme.” Muhafız ne demek istediğimi anladı mı, anlamadı mı çözmemiştim ama onu arkamda bırakıp içeriye doğru adımladığımda ve kapının eşiğinden geçtikten sonra kapı hızlıca kapatıldığında irkilerek arkama baktım, muhafız artık yoktu.
Büyük bir nefes verip yeniden önüme döndüğümde kendimi tutamadım ve dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.
Öyle devasa bir odaydı ki, Svalbard’daki on beş mahzen birleşse bile bu kadar geniş bir alan ortaya çıkmazdı. Tavandaki cam kubbe gecenin bütün ağırlığını içeri taşıyor, duvarları kaplayan simsiyah taşlar kandillerin titrek ışığında sanki canlıymış gibi dalgalanıyordu. Mumlar, duvarların her köşesine belirli bir düzenle yerleştirilmişti; yayılan ışık öylesine güçlüydü ki içeriye sanki bir güneş doğmuştu, gece gibi hissettirmiyordu.
İleri doğru bir adım attığımda, tam karşımda üç katımdan uzun bir masayla yüz yüze geldim. Karanlık bir taht gibiydi; etrafındaki sandalyeler bile birer muhafız gibi düzenli ve kusursuz dizilmişti. Masanın ardı tamamen camdı ve Kuzey’in karanlık gecesi bütün ihtişamıyla karşımdaydı, buzdan gibi görünen bir okyanus, gökyüzünün sonsuz siyahlığı ve kar tanelerinin karanlıktaki dansı.
Sol tarafımda daha sade ama yine de ihtişamını koruyan orta boy bir masa, arkasında tek bir sandalye duruyordu. Burası, birinin yalnız kararlar aldığı ya da yalnız acılar çektiği bir yer gibi hissettirdi. Sağ tarafımda ise kubbenin başladığı yere kadar açık dolaplar diziliydi; her bir raf düzenli, her bir eşya neredeyse sınıfsal bir hiyerarşiyle yerleştirilmişti. Kubbenin tam ortasından sarkan altın desenli dev avize ise adeta göksel bir işaret gibiydi, içi onlarca şamdanla dolu, sanki yıldızları çalmışlar ve buraya dizmişlerdi.
Köşede bir şömine yanıyordu. Ateşi öyle harlıydı ki, hayatım boyunca hiçbir ocak beni bu kadar hızlı ısıtmamıştı. İçimdeki soğuğun çatırdayarak kırıldığını, kemiğimin bile sıcakla genişlediğini hissettim. Vücudum şaşkınlıktan yumuşamıştı; sanki buzdan yapılmış bedenim eriyecek gibiydi.
Duvarlardaki siyah taşların arasında çeşitli tablolar asılıydı. Ama onları görünce istemsizce yüzüm buruştu. Çocukluğumdan beri resimle uğraştığımdan mı, yoksa
Thalron’un kusursuzluğuna bu berbat çizimlerin hakaret gibi durmasından mı bilmiyorum ama o tablolar buranın ihtişamına yakışmıyordu.
Birkaç adım daha attığımda gözüm, açık dolapların en tepesindeki bir eşya tarafına çekildi. Sanki kutsal bir yadigâr gibi özenle yerleştirilmiş bir keman. Gözlerim ona takılıp kaldı ve fark etmeden adımlarım o yöne doğru ilerledi.
Tam o sırada, çaprazımdan gelen hafif ama kararlı adım sesleri duyuldu. Başımı hızla çevirdiğimde bakışlarım sesin geldiği yöne kaydı.
Veyn.
Diğer odanın kapısını kapatmış, yavaş adımlarla bana doğru yürüyordu. Üzerinde az önce toplandığımız alandaki kıyafetleri vardı ama başlığını aşağıya indirmişti. Siyah botları yerde tok sesler çıkarırken gözlerini bir an bile olsun benden ayırmıyordu, yemyeşil gözleri bu ışıklarla dolu odada çok daha fazla belirgindi ve koyu kumral saçları Karlin oynadığımız günden daha derli toplu görünüyordu. Ve sanki o günden çok daha uzun, çok daha iriydi.
Vücudumu tamamen ona çevirdiğimde bakışlarımda biriken öfkeyi saklamadım. Ona dik dik baktım; hatta yüzüne çarpan ışığın bile alevlenmesini istedim, o derece öfkeliydim. Ama o durmadı. Bir an bile bana aldırmadı. Hiçbir şey olmamış gibi yanımdan geçip gitti. Geçerken dudaklarının kenarındaki o kibirli, hafif yukarı bükülen gülümsemenin yine belirdiğine yemin edebilirdim. Ama üç adım sonra, uzun masanın en baş köşesine oturduğunda yüzünde yalnızca sert, ifadesiz bir maske vardı; taştan bir ciddiyet.
Gözlerim ondan ayrılıp masadaki düzene kaydığında, burnuma dolan o güzel kokuların kaynağını gördüm. Masanın üzerinde o kadar çok yemek vardı ki bir kısmının ne olduğunu bile çıkartamıyordum. Buharlar yükseliyor, sanki her birinin sıcaklığı benimle alay ediyordu.
Veyn’in karşısında bir tabak daha vardı. Ama tabak o kadar uzaktaydı ki, sanki aramızdaki mesafeyi, eşitsizliği, çizilmiş sınırı anlatmak için özellikle böyle konmuştu.
Veyn, yüzüme bakmayı bile zahmet saymadan tabağına yemek almaya başladı. Kaşlarım istemsiz çatıldı. Onu, nefret dolu bir inadın içinden izledim. Ama o, varlığımı yok sayarak, adını bilmediğim bir yemeği elindeki çatalın ucuyla ağzına attı. Sonra gözlerini yavaşça kapattı. Sanki bu yemeğin tadı, benim öfkemden daha önemliymiş gibi.
Öyle ağır, öyle işkence eder gibi çiğnedi ki, ağzıma dolan bütün küfürleri geri yutmak zorunda kaldım. Çünkü beni duyamayacak gibiydi.
En sonunda kendimi tutamayarak, buz gibi bir sesle, “Burada ne işim var?” diye sordum. Sesim odanın sıcaklığına rağmen soğuk bir taş gibi düştü.
Veyn, önündeki yemekten bir parça daha ağzına atıp çiğnedikten sonra yüzüme bakmadan adımlarca ilerisindeki boş tabağın önünde olduğu sandalyeyi işaret edip “Otur ve yemek ye,” dedi düz bir sesle. “Buz çukuru insanın gücünü emer, bilirim.”
Yüzümü buruşturduğumda tiksinerek masasına baktım. “Şu an bu masaya oturup seninle yemek yiyeceğime bir kez daha o buz çukuruna girmeye razı olurum.” Veyn’e söylediğim hiçbir şey dokunmamış gibiydi hatta duymazlıktan gelerek yemeğini yemeye devam etti. “Burada ne işim var?” dedim bir kez daha sert bir tonla. “Beni yemeğe davet etmeyeceğini bilecek kadar akıllıyım.”
Veyn’in kaşları çatıldığında tabağına bakarak “Neden etmeyecekmişim?” diye sordu.
“Çünkü sen bir Asil’sin,” dedim yarı alaylı yarı ciddi fakat imayla. “Ben ise Köksüz’üm. Değil seninle yemek yemek, seninle göz göze bile gelemem, öyle değil mi? Yasak.”
Veyn, tabağındaki yemeği yavaşça bıraktığında ve gözleri bana doğru döndüğünde bakışlarımı bir an bile olsun ondan ayırmadım ve o da bu odaya girdim gireli ilk kez bu kadar uzun gözlerimin içine baktı. Saniyeler, dakikaya dönüştüğünde “Ama sen bana bakıyorsun,” dedi sanki bir yandan inanamıyor gibi, bir yandan da bundan keyif alıyormuş gibi. “Hatta itiraf etmek gerekirse gözlerimin içine senin kadar uzun bakabilen kimseyi tanımadım.” Sesindeki o baskın aksan ve kelimeleri yuvarlarken harflerin tınısı kulağa etkileyici geliyordu. “Ve hâlâ bakıyorsun,” dedi ardından yüzünde gülümseme oluştu. “O buz çukuruna rağmen.”
Kendimi tutamayıp öne doğru ilerlediğimde ve ondan adımlarca uzaklıktaki sandalye yerine hemen yan tarafındaki sandalyeyi çekip oturduğumda bakışlarımı yine ondan ayırmadım. Bu hareketimden sonra ilk kez şaşırdığına şahit olmuştum hatta bunun çok büyük bir cüret olduğunu düşündüğüne emindim. “Bak,” dedim öne doğru eğilip tane tane konuşarak. “Sizin kurallarınız, yasaklarınız, kim olduğunuz ve neye inandığınız benim umurumda değil. Buraya ait değilim, size ait hiç değilim. Köksüz olmayan kanımın üzerine yemin ederim ki hiçbirinizden korkmuyorum ve korkmayacağım da. Benim burada ne işim var? Yok edilmemin emrini verdikten sonra şimdi burada ne işim var?”
Veyn, yüzümü incelerken yavaşça sırtını sandalyesine yasladı ve mendille sakince ağzını sildi. Bir kolunu sandalyenin arkasına attıktan sonra çenesini havaya kaldırdı. “Kaç sene yaşadın, Liora Valenka?”
“Bu da ne demek?”
Bu dünyada kaç sene yaşadın?” Büyük ihtimal yaşımı soruyordu, onların dilinde bu da farklıydı.
“Yirmi yedi yıl yaşadım,” dedim sakince.
Kaşlarını kaldırdı. “Peki yirmi yedi yıllık hayatında kaç kez heyecanlandığını biliyor musun?” diye sordu.
“Hayır,” diye yanıt verdim hızlı bir şekilde. “Bunu hiç saymadım.”
“Ben saydım,” dediğinde gözlerini kıstı. “İki kez.” Kaşlarım havalandığında yüzük olan parmağıyla beni işaret etti. “Ve iki heyecanı da bana sen yaşattın. Birincisi, kamarada benimle oynadığındaydı çünkü bu yaşıma kadar kimse bana bu denli başkaldırmamıştı, İkincisi ise kubbenin altında ayağa kalkıp alkışladığındaydı. Çünkü hiç kimse Thalron’a bu denli açık bir şekilde meydan okumaya cesaret edemedi. Sen benim için yok edilmemesi gerekensin çünkü beni heyecanlandırıyorsun.” Bunu hem büyük bir şaşkınlıkla söylüyordu hem de büyük bir mutlulukla. “Ve eğer gerçeği bilmek istiyorsan seni yok etmek istemeyen tek kişi de benim.”
Yutkunduğumda cümlelerin altında yatan derin anlamları çözebiliyordum; hayatı ne denli sıkıcıysa birilerinin ona meydan okuması bile heyecanlandırabiliyordu. “Sen kaç yıl yaşadın?” dedim tıpkı onun gibi sorarak.
“Yirmi dokuz,” dedi. “Yirmi dokuz yıl yaşadım.”
“Nereden geldin buraya?”
Veyn, duraksadığında dudaklarında hafif bir tebessüm oluştu. “Thalron’da doğdum.”
Gözlerim açıldığında ve şaşkınlıkla nefesimi bıraktığımda kelimeler dudaklarımdan istemsizce döküldü. “Buradan başka hiçbir yer bilmiyor musun? Hayatın burada mı geçti?” Cevap vermedi. Vermesine gerek yoktu. Bakışlarının yüzeyinde bile yanıt yazılıydı.
“Peki ya ailen?” diye sordum. Bu kez yüzünde geniş, hatta tehlikeli görünen bir gülümseme belirdi. Ayağa kalktı. Uzun masanın ortasında duran çelik sürahiye yürüdü. Onu kaldırıp önündeki bardağa doldurduğunda içerikten keskin, neredeyse yakıcı bir koku havaya yayıldı. Thalron’a özgü sert bir içki olduğuna emindim.
“Burada doğduysan ve burada yaşadıysan,” dedim, bakışlarımı üzerinden ayırmadan, “sana karşı olan bu tutumumun seni öfkelendirmesi gerekmez miydi? Bunun seni bu kadar heyecanlandırması çok tuhaf.”
Veyn bardağı elinde tutarken başını eğdi, sanki söylediklerimi tartıyordu. Sonra yeniden sandalyesine yerleşti, rahatça, sanki bu odanın değil Thalron’un sahibiymiş gibi. Bardağındaki içeceği tek dikişte bitirdi. “Ben de bunun şaşkınlığı içerisindeyim,” dedi sakin ve ölçülü bir sesle. “Çünkü saygısızlık bizim çiğnenmemesi gereken en büyük kuralımızdır.” Bir an durdu. “Bunu bilerek büyüdüm.” Bardağı masaya bıraktı. O küçücük tınlama sesi bile gerilimi kesiyordu. Bakışları yeniden bana döndü, bu kez daha keskin, daha karanlık bir dikkatle. “Fakat sen beni heyecanlandırıyorsun,” dedi. “Çünkü sınırların yok. Bir anda bu masayı korkusuzca devirebileceğini bilmek…” Gözlerinde tehlikeli bir parıltı belirdi.“Beni keyiflendiriyor.”
“Senin için eğlenceli bir oyun gibiyim,” dediğimde başımı iki yana salladım. “Fakat ben eğlenmiyorum ve bir yerden sonra seni de eğlendirmeyeceğime eminim. Thalron’u sevdiğini görebiliyorum, burada büyümüşsün, kültürün buraya ait, kelimelerin bile buranın adını haykırıyor ama ben öyle değilim.”
“Benim hakkımda hiçbir şeyden tam olarak emin olamazsın ama Veymor senin yok edilmeni istiyor ve hatta,” gözlerinden belli belirsiz tanıdık olmayan bir ifade geçti, “yok edildin diye biliyor.”
Şaşkınlıkla ona baktığımda “Şu an burada olduğumu bilmiyor mu?” diye sordum.
“Hayır,” dedi rahat bir sesle.
“Veymor kim?”
“Thalron’un kurucusu, Birinci Kutsal Din İnsanı.”
“Peki Veyn kim? Veyn ne demek?” dedim bu kez de. “Sen de onun baş muhafızı mısın? Seni ayrı tuttuğu çok belli.”
Derin bir nefes verdiğinde yüzünde yeniden gülümseme oluştu fakat bu kez keyiften uzak gibiydi. “Veyn, Kurucu’nun Oğlu, demektir.” Tam gözlerimin içine baktı. “Ben Veymor’un oğlu ve varisiyim.”
Kaskatı kesildiğimde ve bulunduğumuz yerin ısısı gitgide daha fazla arttığında masanın üzerine yerleştirdiğim ellerim kucağıma doğru düştü. Büyük bir şaşkınlıkla ve hatta dehşetle ona bakarken sanki yüzümden geçen bütün duyguları ezberlemek istiyormuş gibiydi. “Sen,” dedim zorlukla konuşarak. “Thalron’un…” Sahibiydi. Sahibinin oğluydu. Burası, buradaki her taş, her toprak, her yer ona aitti. Şimdi neden sadece onun ellerini Veymor’un karşısında birleştirmediğini anlayabiliyordum.
Sadece Thalron’un kurallarıyla büyümüştü. Başka hiçbir şey bilmiyordu. Doğduğu andan beri önüne konulan tek duygu saygıydı, ki bu bile sevgi değil, sırf hiyerarşinin bir yansımasıydı. Ve bir de sonsuz itaat.
Artık onu neden bu kadar heyecanlandırdığımı çok daha iyi anlıyordum.
O, Thalron’un en yüksek odalarında dolaşıyor olabilir, altın tahtlara oturuyor olabilir, herkes adına kararlar veriyor olabilirdi ama bütün bunların içindeki çıplak gerçek çok daha karanlıktı: Hayatı boyunca bir zindana esir tutulmuştu.
Demir parmaklıkları görünmeyen, zincirleri herkesin “saygı” sandığı bir esaret.
Ve ben, başka bir dünyanın, başka bir hayatın, başka bir aklın ürünüydüm. Onun düzenini bilmiyordum, umursamıyordum ve en önemlisi: Saygı göstermiyordum. Korkmuyordum. İtaat etmiyordum.
Ve işte bu yüzden onu heyecanlandırıyordum. Onu, hayatında ilk kez kendi zindanının duvarlarında bir çatlak gördüğü için. Ben o çatlağın içinden içeri sızan soğuk bir rüzgârdım, ona tanımadığı bir özgürlük, bilmediği bir karşı duruş gösteren tek kişiydim.
Veyn, gücün içinde büyümüştü. Ama ben, onun gücüne boyun eğmeyerek onu ilk kez gerçekten canlı hissettiriyordum.
“Korkunç,” döküldü sadece dudaklarımdan.
“Genelde korkunç olduğumu söylerler,” dedi hiç düşünmeden. “Alışık olduğum kelimelerden ilerliyoruz.”
“Hayır,” dedim kekeleyerek. “Senden söz etmiyordum…” Duraksadım ve etrafıma baktım. “Thalron korkunç bir yer… ve sen senelerini burada mı geçirdin?” Cevap vermedi. Sadece hareketlerimi izledi. Sanki konuşmam değil, nefes alışım bile onun için başlı başına bir merak konusuydu. “Peki Veymor’a karşı gelme sebebin sadece heyecanlandığın için mi?” dedim, kaşlarımı kaldırarak.
“Hayır,” diye yanıtladı. Sesi düşüktü ama keskindi. “Tek sebebim bu değil.”
“Peki başka sebebin nedir?”
Veyn bir anda öne doğru eğildi. Kolunu masaya yasladı, yüzünü bana yaklaştırdı. Gözlerimde ne görmeye çalıştığını bile anlamadan nefesini tenimde hissettim. “Hayatını bir kez değil, iki kez kurtardım.”
Bu sözler, masanın üzerindeki mum ışığından daha sıcak bir şok gibi çarptı.
Net bir sesle karşılık verdim: “Kamarada hayatımı kurtarmadın.” Veyn geriye çekilmedi. Tam tersine, verdiğim tepki onu eğlendirmiş gibi dudakları yukarı kıvrıldı.
Kısık bir kahkaha çıkardı, ama gülüşünün altında başka bir şey vardı, bir kabul, bir itiraf, bir tehlike.
“Sen aslında bir Köksüz değilsin,” dedi, bakışlarındaki şaşkınlığı saklamadan. “Senin kanın, Veymor’un öğrendiği an yok etmek isteyeceği bir kan.” Sözlerinin ağırlığı odayı bir anda soğuttu. “Fakat ben,” dedi, sesi bir anlığına alçaldı. “Hayatta kalman için seni Köksüzler sınıfına aldırdım.”
Birden nefesim kesildi. O beyaz pardesülü adamların apar topar ortadan kaldırılışı… Kanım alındığında kopan o tuhaf kargaşa… Bütün o fısıltılar, bakışmalar, emirler, hızlı adımlar... Sebebi işte şimdi, burada, kelimelerinin arasında çıplak bir gerçek olarak duruyordu.
Ben elbette bir Köksüz değildim.
Kanım, onların korktuğu, saklamak zorunda olduğu bir şeydi. Ve Veyn, beni iki kez kurtarmıştı. Birincisi itaatsizliğimi kapatmak için. İkincisi ise kanımın gerçeğini gizlemek için.
“Benim kanım ne?” diye sordum kendimi tutamayarak merakla.
Veyn, gülümsedi. “Bunun cevabını vermeyeceğim fakat orada hayatını kurtarmasaydım çoktan yok edilmiştin. İkinci kurtarışım ise seni Radholl’a göndermeyi engellemekti.”
“Radholl ne?”
“Thalron’da ölmek yasaktır, yok edilmek vardır ve yok edilmek radyasyona maruz bırakıp askerimiz haline getirmektir. Radholl radyasyon kalesidir ve senin aslında şu an orada olman gerekirdi.”
Parmaklarımla oynamaya başladığımda ürperdiğimi hissediyordum; büyük bir labirentin içine düşmüş gibiydim ve günler önce Mahzen’de kendi halimde hayatta kalmaya çalışan birisiyken şimdi burada birisi tarafından, Thalron’un kurucusunun oğlu tarafından iki kez hayatımın kurtarıldığını öğreniyordum. “Veymor’a sürekli karşı gelir misin?” diye sordum kendimi tutamayarak. “Çünkü oldukça rahat görünüyorsun.”
Veyn, soruma cevap vermek yerine geriye çekilip en sonunda beni çepeçevre sardığı enerjisinden kurtardı. Sırtını sandalyeye yasladığında ”Ve Liora,” dedi gülümseyerek. “Kuzeylilerin genelinde de böyle midir bilmiyorum ama Thalron’da borç çok kıymetlidir, ödenmeden rahat uyuyamazsın.” Ayağa kalktı ve ellerini sandalyemin kollarına yaslayıp bir anda sandalyeyi kendine doğru çevirdi, öyle güçlüydü ki şaşkına döndüm. Üzerime doğru eğildiğinde yeşil gözleri bu kez hiç olmadığı kadar yakındı. “Ve sen de bana iki kez borçlandın, bunu ödemen gerek.”
Yutkunduğumda “Borç mu?” dedim, sesim fısıldar gibi çıkmıştı. “Buna borç diyemezsin, ben senin eline iki kez koz vermiş oldum, öyle değil mi?”
Tebessüm ettiğinde birçok insan onun şu an korkutucu veya tehditkar göründüğünü söyleyebilirdi fakat ben sadece keyif alan bir adamı görüyordum. “Öyle de denilebilir elbette.”
Hızlı bir şekilde ayağa kalkmak için hamle yaptığımda geriye doğru çekildi ve üstten üstten bana baktı. “Ne istiyorsun peki?” diye sordum rahat görünmeye çalışarak ama rahatsızlığım her halimden belliydi.
Veyn, zafer kazanmış gibi kollarını önünde birleştirdiğinde odanın içinde yürümeye başladı ve masanın arkasındaki kocaman pencerenin önüne gitti. “Sana verdiğim bilekliği takacaksın,” dedi emir verir gibi. Ona bana emir vermemesi gerektiğini söyleyecektim ama bunun boşa çaba olduğunun da farkındaydım çünkü dili buna alışmıştı, o Thalron’da büyümüştü. “Ve benim kişisel hizmetlim olacaksın.”
“Ne?” dedim ardından gülmeye başladığımda kahkahalarım odanın içini doldurdu. “Senin hizmetlin olacağıma Veymor’a gidip her şeyi anlatırım daha iyi.”
Veyn, omzunun üzerinden bana baktı ardından umursamaz bir şekilde “Sen bilirsin,” diye mırıldandı ve yeniden pencereye döndü. “Çanı çalabilirsin, Rad5 seni Veymor’un yanına götürsün hemen.”
Bir an beni mi deniyor diye onu inceledim ama o kadar umursamaz ve rahat görünüyordu ki, bundan başka hiçbir çıkış noktam olmadığını da anlamıştım. Veymor’a gidip her şeyi anlatsam kendi başına geleceklerden korkmuyor muydu ya da onun başına bir şeyler gelir miydi? Anladığım kadarıyla bu Thalron cehenneminde Veymor beni yok etmek istiyordu ve yanına gittiğimde anlatmama izin vermek bir yana dursun, nefes almama bile izin vermeyeceği belliydi.
Veyn, sırtı bana dönük bir şekilde pencereden dışarıya bakmaya devam ederken “Bilekliği neden takmamı istiyorsun?” diye sordum sakince.
Yüzünü bana dönmedi ama gülümsediğine öyle emindim ki, kendime sinirlendim. “O bilekliği sadece Veyn’in yardımcıları takabilir ve her ne yaparsan yap sana Veymor dışında kimse zarar veremez ama o bilekliği takmazsan buradan çıktıktan sonra bile zarar görebilirsin.”
O bilekliği bana hakkımda bu kadar sır bilmezken vermişti, gemide. Bu bir anlık afallamama neden oldu ama belli etmemeye çalıştım.
Midemin bulandığını hissettiğimde “Bu resmen sana ait olduğumu gösteren bir işaret gibi,” dedim. Veyn, omzunun üzerinden bana baktığında gerçekten de gülümsüyordu. “Buradan nefret ediyorum.”
Veyn, vücudunu bana döndürüp masanın diğer tarafından gözlerimin içine baktı. “Kararını ver, Liora Valenka, yarın aynı bu saatlerde yeniden seni bu odaya aldıracağım.” Sonra bir anda uzanıp masanın üzerindeki kırmızı elmayı bana doğru attı. Hayatımda sadece iki kez elma yemiştim, birisini Elly vermişti, birisini de Mahzen’deki bir kadının çantasından çalmıştım. Sonrasında bu ortaya çıktığında kasabada büyük olay olmuştu ama onlarca elmasının arasından bir tanesi yememi dert ediyor olması çok bencilceydi.
Elmayı havada kaptığımda öyle taze görünüyor, öyle güzel kokuyordu ki bir anlık nefsime yenik düştüm ve gözlerim masanın üzerindeki diğer elmalara kaydı. Kırmızı elma görmüştüm ama orada sarı ve yeşil elmalar da vardı ve onları daha önce hiç tatmamıştım. “Yeşil olanı da istiyorum,” dedim emir verir gibi.
Bakışları çok kısa bir an elmaların olduğu tarafa doğru döndüğünde emrim kaşlarının çatılmasına neden oldu. “Sınırları zorluyorsun,” diye mırıldandı. “Çıkabilirsin, Işık Veren.”
Yine de inatlaşmaktan vazgeçmedim ve masaya yürüyüp yeşil ve sarı elmalardan birer tane aldım. “Diğer ikisini arkadaşlarıma vereceğim.” Hiçbir cevap vermediğinde hareketlerimi incelemeye devam etti. Artık konuşacak hiçbir şeyimiz kalmadığında büyük bir nefes verip sırtımı ona döndüm ve kapıya doğru ilerledim.
Elim kapının topuzuna uzanmıştı ki duraksadım. Sanki bir el bileğimi tutmuş gibi, içimde bir ses beni geri çevirdi. Başımı çevirip ona baktığımda o zaten beni izliyordu. “Bir adın var mı?” diye sordum.
Bakışlarında bir anlığına beliren o gölge, bir hüzün müydü gerçekten? Yoksa ışığın bir oyunu mu? Ayırt edemedim. Ama bir şey oradaydı. “Evet, var.” Sesi bu kez daha yumuşaktı, daha insani.
“Nedir?” Bir an sustu. Gözleri karanlık bir anının içinden çıkıyormuş gibi derinleşti.
Sonra tek kelime söyledi: “Yasak.”
Kaşım hafifçe kalktı, omzumu indirip kaldırdım, çok da büyütmüyormuşum gibi, “Sadece merak ettim,” dedim.
Ama o, benim umursamazlığımı kabul etmeyen bir inatla “Hayır,” diye mırıldandı. Bu kez karşı gelmek için söylemişti. “Bu yasak sana değil, bana koyulmuş bir yasak. Gözünü bir bile olsun benden kaçırmadan devam ettirdi. “Bir adım var ama onu söylemem yasak. Veymor, herkesin sadece ‘Veyn’ demesini emretti.”
Sesi titremiyordu ama içinde bir kırılma vardı. Dışarıdan görünmeyen, fakat varlığını yakından hissedilen bir çatlak. Bu sadece bir isim değildi. Bu, kimliğinin zincire vurulmuş hâliydi.Onun tüm hayatını özetleyen bir mahkûmiyet cümlesiydi. Ve ilk kez, Veyn adının arkasındaki yarayı fark ediyordum.
Kendimi tutamayarak “Çünkü sen de ona aitsin,” dedim acımasızca. “Eğer bir adın olursa ona tamamen ait olmayacaksın, öyle değil mi? Bu yüzden Kurucunun Oğlu olarak hitap edilmesini istiyor sana, diğer türlüsü seni bir varis değil, bir insan yapar.”
Bir cevap vermek yerine yüzüme öyle uzun uzun baktı ki, söylediğimin onu kırma ihtimali olabileceğini bile düşündüm fakat en sonunda gülümsediğinde “Haklısın,” dedi ve sonrasında kapıyı işaret etti. “Tıpkı Köksüzlerin bir ismi olmadığı gibi. Sen de buraya aitsin Liora ve herkes için sadece bir Köksüzsün, öyle değil mi?” Uzanıp masadaki çanı eline aldı ve sertçe çaldı. “Yarın görüşmek üzere ve belki de görüşmeyiz, kim bilir?”
Dişlerimi sıkarak başımı kapıya çevirdiğim anda muhafız kapıyı açtı; orada, sanki bütün gece beni beklemiş gibi dimdik duruyordu. Ayak seslerim öfkemi taşıya taşıya odadan çıktım. Kapı arkamda ağır bir uğultuyla kapandığında muhafıza kısa, sert bir bakış attım. Elimdeki elmaları pelerinin iç ceplerine saklarken düşüncelerim karmakarışıktı.
Bu kez beni omzuna atmadı. Yanımda yürüdü. Merdivenlerden birlikte indik; ikimiz de sessizdik.
Sessizlik. Thalron sessizliği. Sanki adımlarımız bile yankılanmaya korkuyordu.
Ve o an anladım.
Thalron’un en sol köşesindeydim. Buradaki odalar, o dev salon, üç katlı koca yapı. Hepsi yalnızca Veyn’e aitti. İlk bakışta ihtişamlı görünüyordu.
Altınlar, şömineler, yumuşak halılar… Ama merdivenin son basamağından inip kapıya vardığımda istemsizce arkamı döndüm. Sıcaklık duvarları kaplıyor gibi görünse de içimde buz gibi bir şey çöreklendi.
Yalnızlık.
Ve ruhsuzluk. Veyn’in kalesi.
Öylesine yalnızdı ki, bütün sıcağa rağmen onun yalnızlığından üşüdüm.
Dışarı çıktığımızda kar dizime kadar yükseliyordu. Muhafız sessizce önümde ilerledi, ben de ardından bata çıka yürüdüm. Yol sandığımdan uzun sürdü. Sol köşeden uzaklaştıkça kırmızı bayraklar belirdi, Tüccarların bayrakları. B+rh yazısı gözümü alıyordu. Tanya ve Korven oradaydı. Nefesimi tuttum, içimde bir yerlere saplanan keskin bir sızı hissettim.
Sonunda hiçbir altın varağı olmayan, hiçbir ihtişam taşımayan bir kapının önünde durduk. Duvarlarında çatlaklar vardı, zeminin karanlığı daha kapıdan içeri sızmış gibiydi.
Muhafız, başıyla kapıyı işaret etti. Köksüzlerin kaldığı yer burasıydı, söylemesine gerek yoktu. Kapının kendisi bile bunu haykırıyordu.
“Veyn sana kötü davranıyor mu?” diye sordum bir anda. Elbette cevap vermedi. Ama bu kez suskunluğu bir emir değil, bir koruma gibiydi. “Eğer davranırsa bana söyle, olur mu?” dediğimde sesim yumuşaktı, yorgun bir merhamet taşıyordu. “Çünkü sen diğerleri gibi değilsin. Bunu görebiliyorum.”
Kapıyı açtığında yüzünden duygu okunmuyordu. Aralıktan içeri soğuk bir rüzgar vurdu yüzüme, muhafız geçmemi bekledi. Büyük bir nefes alıp içeri girdim. Kapı arkamdan kapanınca bir anda karanlığın içindeydim.
Duvarlarda yalnızca iki kandil yanıyordu; ışıkları öylesine zayıftı ki alevleri bile tehditkar görünüyordu. İçeri buz gibiydi. Köksüzler yere dizilmiş sırayla yatıyorlardı ve hepsi siyah battaniyelere sarılmıştı.
Otuzdan fazla insan, taş zeminin üzerinde, donmuş nefesler, sarsılarak uyuyan insanlar. Uyanık olanlar dönüp bana baktı ama hiçbirinin gözünde merak yoktu. Hiçbirinde umut yoktu. Sadece korku. Koyu, ağır, yapışkan korku.
Küçük adımlarla ilerledim ve ilk bulduğum boş köşeye çöktüm, battaniyemi ise çeneme kadar çektim. bir Köksüz, iki nefes ötemde hıçkırarak ağlıyordu. Eskiden olsa ona yaklaşır, “Geçecek,” derdim ama artık elimde kimseyi iyileştirecek cümle kalmamıştı ve burada kimsenin de yoktu.
Gözlerimi kapattığımda elim pelerinin cebine kaydı, çelik bilekliği buldum. Parmaklarım soğuk metalin üzerindeki V harfini okşadı, o harfle uzun uzun bakıştım. Yalnızlığın içinde, karanlığın ortasında, o tek harf sanki yanıyordu.
Ve ne zaman uykuya yenik düştüğümü hiç hatırlamadım.
Ama gördüğüm rüya, hafızamdan silinmeyecek kadar netti. Yine o ormanın içindeydim. Yine rengârenk böcekler otların üzerinde dolaşıyor, kuş sesleri gökyüzünü dolduruyordu. Ağaçlar yemyeşildi, gökyüzü pırıl pırıldı, güneş tenimi ısıtıyordu. Her adımımda çiçekler açıyor, her nefes alışımda yüzümdeki gülümseme biraz daha genişliyordu.
İleride Veyn duruyordu, diğer rüyamda olduğu gibi sırtı dönüktü. Ama bu kez diğer tarafıma baktığımda Ravna’yı değil, kızıl saçlı orta yaşlı bir kadını gördüm. Saçları karanlıkta bile alev gibi parlıyor, yüzünde tek bir çizgi bile kıpırdamıyor, gülümsemiyordu. Teni kar gibi bembeyazdı ve bakışları… Öyle keskin, öyle delici, öyle güçlüydü ki, ormanda karlar yağmaya başladığında, çiçekler solduğunda, gökyüzü bir anda geceye döndüğünde bile onun gözlerindeki o güç nedense bana iyi hissettirdi.
Sanki o karanlıkta bir şey biliyordu. Bildiği şey de beni korkutmuyor, tam tersine içimi ısıtıyordu. “Sen kimsin?” dedim tek nefeste.
Kızıl saçlı kadının bakışları Veyn’e doğru döndü ve belki de bu zamana kadar duyduğum en kadim sesle, “Sen şanslı doğdun, Liora,” diye fısıldadı. “Ruhun hiçbir zaman yenilmedi, bunu unutma.”
“Sen,” dedim kekeleyerek. “Sen kimsin?” O sırada, Veyn’in olduğu yerde bir hareketlenme oldu ve o bana yaklaştıkça sanki gecenin karanlığı biraz daha gökyüzüne doldu, kızıl saçlı kadını bile görmekte zorlandım. Veyn, hemen arkama geçtiğinde ve adeta nefesi tenimi okşayacak kadar yakın olduğunda ürperdiğimi hissettim.
“Bazı gözler,” dedi Veyn, kulağıma. “Göremediğini anlatamaz, Liora. Bana karanlığı değil, aydınlığı anlat.”
Tam o esnada kızıl saçlı kadın, avcunda tuttuğu elmayı bana doğru uzattı fakat bu elma geceden bile daha siyahtı; öyle siyahtı ki, onun zehirli olabileceğini bile hissettim ve kaçmak istedim ama elmayı uzattığı kişi aslında ben değil, Veyn’di.
Titreyerek gözlerimi açtığımda elim kalbime doğru gitti ve bilekliği avcumda sıkıca tuttuğumu fark ettim; Svalbard’dayken neredeyse hiç rüya görmez hatta hep bundan şikayetçi olurdum fakat burada, henüz ikinci gecemdeyken bambaşka rüyalar görmeye başlamıştım. Ve hepsi o kadar gerçekti ki, bana sanki büyük bir gerçeği bir fısıldıyordu.
*
Şarkı: Svanrand, Heilung
Rüyayı görür görmez geri uyuyamamış, uyuyan Köksüzlere belli etmeden kendimi o tapınağa benzeyen itibarsız ve terk edilmiş yerden kurtarmıştım. Nefes almaya ihtiyacım vardı, kaçmaya ihtiyacım vardı, konuşmaya ihtiyacım vardı, arkadaşlarıma ihtiyacım vardı.
Kurtarılmaya gerçekten ihtiyacım vardı çünkü uykularım bile artık bana rahat bir nefes aldırmıyordu. Beni tanıyan, soluduğumda aldığımdan nefesten ne hissettiğimi anlayabilecek birilerine sarılmaya ihtiyacım vardı.
Tüccarlar’ın kalesinin olduğu yere giderken kendimi olabildiğince gizlemeye çalışıyordum fakat üzerimdeki Köksüzlere ait olan pelerinden kim olduğum ayan beyan okunuyordu. Bunu yapmam hataydı, daha dün dikkat çekmişken şimdi izanını kaybetmiş bir şekilde koşar adımlarla arkadaşlarıma gidiyor olmam yanlıştı ama durduramıyordum, kalbimi de beynimi de durduramıyordum.
Bu yüzden maalesef ki bileğime Veyn’in bana verdiği bilekliği takmak zorunda kalmıştım ve yolda bazı muhafızlar ya da Tüccarlar beni durdursa da bilekliğimi gösterdiğimde dokunmadan benden uzaklaşabiliyorlardı.
Bu bileklik bana Thalron içinde sınırsız hak mı tanıyordu sahiden? Bir süreden sonra gizlenmeyi bırakmış, apaçık yürümeye başlamıştım ve biriyle göz göze gelsem dahi uzaktan bilekliğimi gösteriyor olmam bile hepsi için yeterli olabiliyordu. İnsanlar yok edilmem hakkında ne düşünüyorlardı, bilemiyordum. Öyle ki ben yürürken Tüccarlar ne düşünüyordu onu da anlayamıyordum. Belki de Veyn tarafından affedildiğime inanıyorlardı, belki de beni tanımıyorlardı çünkü saçlarımı başlığımın arkasına gizlemiştim ve yüzüme radyasyon maskemi takmıştım.
Saat kaçtı tam olarak bilmiyordum ama gökyüzünde gecenin karanlığı esir olsa da dünyanın birçok yerinde gündüz olduğuna çok emindim. Karlar, buraya geldik geleli bir kez bile durmamış, Thalron’un büyük ihtişamını bembeyaz renklerle süslüyordu. Eğer buraya tutsak edilmemiş olsaydım, resmetmeyi, her yerini incelemeyi ve gezmeyi çok isteyeceğimden emindim fakat şimdi, buradan nefret ederken dönüp göz ucuyla bile baktığımda sadece nefreti hissediyordum.
En sonunda Tüccarların binasının olduğu yere geldiğimde birçok açık kırmızı pelerinli insan önümden geçip gidiyor, artık bileğim havada gezmek zorunda kalıyordum ama içeriye girmek istediğimde kapıdaki muhafız beni engellemişti. Bilekliğimi gösterdiğimde ise yine de başını olumsuz anlamda iki yana sallamıştı.
Bu da demek oluyordu ki, bileklik her kapının anahtarını açamıyordu.
Bu yüzden Tüccarların binasının çevresinde dolanmaya devam etmiş ve Tanya’yla Korven’i bulana kadar bir an bile vazgeçmemiştim. Belki de içeridelerdi, belki de uyuyorlardı, belki de umurlarında bile değildim, bilmiyordum ama umut etmekten başka hiçbir çarem yoktu.
Ve en sonunda, belki de saatler sonra ayaklarım yorgunluktan bitap düştüğünde onları buldum. Artık soğuktan mahvolmuş, ellerimi ve ayaklarımı hareket ettiremeyecek duruma gelmiştim. Botlarım bile yoktu ve yerler buz gibiydi, karlar ise hâlâ yağmaya devam ediyordu. Tanya ve Korven ise binanın köşesinde oturmuş, derin bir sohbetin içerisindelerdi. Üzerlerine giydikleri açık kırmızı pelerinler kalın görünüyor, ayaklarındaki kürkten postalların onları ısıttıkları her hallerinden belli oluyordu.
Yavaşça onların olduğu tarafa doğru yürüdüğümde Tanya’nın hararetle bir şeyler anlattığını ve göz ucuyla bana baktığını gördüm fakat hemen sonra bakışlarını çekmişti çünkü beni tanımamıştı. Olduğum yerde durdum, direkt bakışlarımı onlara çevirdim ve etrafımı kontrol ettikten sonra kimsenin olmadığına emin olup başlığımı geriye doğru ittim, maskeyi yere attım.
Tanya’nın gözleri bir kez daha bana döndü, sonra Korven’e kaydı, ardından yeniden bana döndüğünde “Liora!” diye haykırdı. Eliyle ağzını kapatıp bana doğru koşarken gözlerindeki o dehşeti, o korkuyu çok net görebiliyordum. Tereddüt etmeden boynuma sarıldığında titreyen sesinde gerçek bir acı vardı. “Liora, seni öldürdüklerini düşündüm. Buradasın!” Geri çekilip yüzümü avuçlarına aldığında parmakları bile titriyordu. “Aptalsın! Bunu neden yaptın? Nasıl kurtuldun? Sana ne yaptılar? Buraya nasıl gelebildin?”
Bakışlarım Tanya’nın arkasından hızlı adımlarla yaklaşan Korven’e döndüğünde onun, benim yerime etrafı kolaçan etmesini izledim. Birkaç saniye sonra o da yanıma ulaşmıştı; beni kendine çekip sıkıca sarıldığında saçlarıma dokunup öptü. “Seni çok merak ettik,” dedi nefesi neredeyse içime karışarak. “Bu aptallığı asla yapmamalıydın, bunu biliyorsun değil mi?”
İkisine bakarken içimdeki özlem öyle büyümüştü ki bir an nefesim kesildi; fakat aynı anda kalbimi acıtan bir şey daha vardı. Ben artık Köksüzlerdeydim, onlar ise Tüccarlarda. Bu fark, aramızda görünmez bir duvar yaratmıştı. Saçlarım bizi hiçbir zaman ayırmamıştı ama buranın kuralları, sistemi, sınıfları… bizi adım adım birbirimizden uzaklaştırıyordu.
Korven yeniden çevresine bakındığında, “Burada konuşmayalım,” dedim gözlerimin içine bakıp sakinleşmesini ister gibi. “Gelin, şu köşeye geçelim.” Cevaplarını bile beklemeden karanlık köşeye yöneldim. Adımlarımın sesi duvarlarda yankılanırken ikisi de arkamdan beni takip etti. Tüccarların binasının en kuytu, en gölgeli noktasına vardığımızda, burada bizi görmeleri imkânsız olmasa da oldukça zordu, ki şu anda ihtiyacımız olan da tam olarak buydu.
Bir süre birbirimize baktık ve Tanya yeniden beni çekip sarıldığında başını boynuma gömdü. “Liora, gerçekten çok korktuk,” dedi içten bir sesle. “Ve o an, seni kurtarmak için bir şeyler yapmayı çok istedim fakat…”
“Biliyorum, Tanya,” dedim elimle saçlarını okşayıp. “Seni biliyorum, lütfen kendini açıklama.”
“Lily,” dedi Korven, kaşlarını çatıp. “Umarım bana kızgın değilsindir.”
Ona bir şey söylemek yerine bir adım geri çekildim, ikisine bakarak umutsuz bir gülümsemeyi yüzüme yerleştirdim. “İlk defa ayrıldık,” dedim. “Ama siz Tüccar oldunuz diye çok mutluyum, en azından benim gibi Köksüz değilsiniz.” İkisi de yüzlerindeki hüznü saklamaya çalışmadan bana bakmaya devam etti, bunun üzerine hiddetle Korven’in omzuna vurdum. “Hadi ama, üzülüyormuş gibi davranma! Daima benden daha şanslı olduğunu söylerdin.”
“Ben…” diye mırıldandı Korven, bakışlarını yere indirip nefesinin göğsünde düğümlendiğini belli ederek. O an, onun da gerçekten üzüldüğünü anladım. Sonrasında yeniden bana sarıldığında bu kez sımsıkıydı. “Özür dilerim, Liora. Senin için hiçbir şey yapamadım.”
Bu yeterliydi. Bu gerçekten yeterliydi. Derin bir nefes aldım. “Önemli değil,” dedim bütün kalbimle. Sonra geri çekilip kollarımı göğsümde birleştirdim. “Şimdi anlatın, bu aptal yerden nasıl kurtulacağız?”
İkisi de duraksadığında ve birbirlerine baktıklarında düşündüğümden daha uzun bir sessizlik oluştu. En sonunda Tanya “Buradan kurtulabilmek imkansızmış,” dedi omzunu indirip kaldırarak. “Burada neredeyse on senedir yaşayan bir Tüccar’la konuştuk, adı T-Tolv.” Din İnsanları ve Asiller hariç gerçekten de kimsenin ismi yoktu ve Norveç dilinde numaralanıyorlardı. “Buradan hiç kimsenin çıkamadığını söyledi ve kendisi halinden epey memnundu, ilk geldiği zaman birkaç kez kaçmaya yeltenmiş fakat ilerisi dağ, bu taraf okyanus. Gemiler ise Thalron’a ait, kaçmak imkansız.”
“Ve,” dedi Korven Tanya’nın cümlelerini tamamlayarak. “Buraya Kutsal Kader Vadisi, deniyormuş yani Thalron’un anlamı buymuş. Her hafta belirli ritüelleri oluyor, sistem Din İnsanları’nın inanışlarına göre ilerliyormuş. Pazartesi günleri yarışlar oluyor, o yarışın kazananları seçiliyormuş. Sınıf atlama diye bir şey yok ama en kötüsü radyasyondan etkilenirsen kim olursan ol, yok edilme emrin veriliyormuş. Köksüzler de dahil bütün bu sınıflara ait olanlar kusursuz olmak zorundaymış.”
“Nasıl yani?” dedim merakla. “Bir Din İnsanı ya da Asil eğer radyasyondan etkilendiyse…”
“Kusurlu sayılıyor ve bulunduğu sınıftan direkt atılıyor, yok edilme emri veriliyor.” Korven ürperiyormuş gibi kendisine sarıldı. “Yok edilmek ne demek tam anlamıyla öğrenemedik ama sayısız Köksüz yok edilmiş, çok daha tuhafı Asillerden de yok edilenler varmış, insan ayıramadıkları tek nokta burası.”
“Peki yarışlar nasıl yapılıyormuş? Sınıf atlama yoksa ne içinmiş?”
Tanya, sözü devraldı. “Tam olarak ne ödüller verildiğini bilmiyorum ama sınav gibi düşün, buradaki her yarış senin dayanıklılığını ölçüyor ve her hafta farklı yarışlar düzenleniyor. Özellikle Köksüzleri yarıştırıyorlarmış. Yarından sonra dersler başlayacak, orada buradaki her şeyi öğrenebiliriz.”
Dersler mi? Gerçekten buradaki her şeyi öğrenmeye meraklılardı ve bu çok garipti.
“Yemekler açısından oldukça zengin,” dedi Korven gülümseyerek. “Dün Tanya’yla ilk kez domates diye bir şey yedik Liora ve tadı o kadar güzeldi ki! Ayrıca bizim görevimiz de çok eğlenceli, belli bir zamandan sonra…”
“Siz,” dedim Korven’in lafını yarıda keserek. O sırada pelerinin ceplerinde sakladığım elmalar sanki bana gülüyordu. “Siz bana şu an burayı mı güzelliyorsunuz yoksa bana mı öyle geliyor?” İkisinin de sözleri bir anda bıçak gibi kesildi. “Yatağınız da var mı?”
Cevap vermediler ama yanıtı anlamamak için aptal olmak gerekirdi; elbette yataklarında uyuyorlardı. “Ve yemekleriniz de var, öyle mi?” Alayla güldüm, çıplak ayaklarımı ve üzerimdeki ince pelerini gösterdim. “Bir Köksüz olarak burada yaşamadığınız için ne kadar şanslısınız, öyle değil mi?”
“Liora,” dedi Tanya, sesi paramparça bir üzüntüyle. “Ben burayı güzellemiyordum, sadece…” Sustu. Gözleri, ayaklarıma kaydı. “İstersen sana ayakkabılarımı veririm.” Hemen ardından ayakkabılarını çıkarmak için eğildiğinde onu hızla durdurdum.
“Tanya,” dedim omuzlarını tutup. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım; öfkemin hedefi onlar olmamalıydı. Beni anlamalarını bekleyemezdim. Gözlerimi tekrar açtığımda sesim hem kırık hem de yorgundu: “Burası şu an size güzel gelebilir ama bir süre sonra bizden çok şey götürecek, biliyorum. Çünkü önce sadece güzellikleri sunacaklar. Bu dünyada hiç tatmadığınız şeyleri size birer birer hediye gibi verecekler. Ve sonra sizi kendilerine benzetecekler. En sonunda, siz bile fark etmeden onlar gibi olacaksınız. Her şeyi unutabilirsiniz ama kalbinizdeki merhameti sakın unutmayın.”
“Sen nasıl kurtuldun?” dedi Korven, hem konuyu değiştirmek istercesine hem de içini kemiren merakla. “Yaptıklarından sonra birkaç Tüccar bunun imkânsız olduğunu söyledi. ‘O kız artık hayatına geri dönemez’ dediler.”
Bir anlığına onlara Veyn’i anlatmayı düşündüm. Ama uyarımın hemen ardından Veyn’le bir oyun oynadığımı ya da bir anlaşmaya sürüklendiğimi söylemek beni haksız çıkarırdı. “Kurtuldum bir şekilde,” dedim, tam anlamıyla yanıt vermeden. “Ve buradan da kurtulacağım.”
Tam o sırada art arda çan sesleri duyulmaya başladı. Önce görüş alanımıza iki muhafız girdi; hemen arkalarında ise Veyn belirdi. Bir anda herkes ellerini önünde birleştirdi. Ben sırtımı ona doğru dönüp başımı eğdim, Tanya ve Korven de ellerini birleştirip saygılı bir duruşa geçtiler. Muhafızlar bir ellerinde meşaleleri taşıyor, diğer elleriyle çanları çalarak Veyn’in gelişini ilan ediyorlardı; insanların saygıyla eğilmesi gereken bir anmış gibi her adımı duyuruluyordu. Bütün Tüccarlar el pençe divan duruşuna geçerken Tanya, dişlerinin arasından “Kahretsin, Liora, seni görmemesi gerek,” diye inledi.
Veyn’den kaçtığımı düşünüyorlardı ve yakalanırsam tekrardan yok edin emrinin verileceğini. Ben ise arkadaşlarımı da bu şekilde onun gözüne soktuğumun korkusu içerisindeydim çünkü beni biliyor olması, arkadaşlarımı da bilmesi gerektiği anlamına gelmiyordu. Yanlış bir bakış, yanlış bir adım; onların hayatı da benimle birlikte karanlığa gömülebilirdi. Bu düşünce, göğsümde soğuk bir taş gibi ağırlık yapıyordu.
Sırtımı biraz daha ona döndüğümde başımı tamamen önüme eğdim fakat Korven “Liora,” dedi öfkeyle başı öndeyken. “Saçların, saçlarını örtmen gerek.”
Elleri¬mi kaldırıp başlığıma gitmek üzereydim ki Tanya’nın sesi bıçak gibi havayı yardı. “Bakıyor. Sakın, sakın hareket etme.” Yutkunduğum an göğsümdeki hava kesildi. Vücudum titremeye başladı ama bu titreme korkudan değildi. Tüm damarlarımda dolaşan vahşi bir heyecandı bu. Sanki bir kapının eşiğindeydim ve kapının ardındaki şeyden kaçınmam da, ona koşmam da mümkün değildi. Tanya’nın kaşları bir an çatıldı, gözlerini kıstı ve sonra nefesi kesilmiş gibi fısıldadı: “Bakıp geçti. Gördü ama hiçbir şey yapmadı. Hiçbir tepki vermedi.”
Tam o esnada bir muhafızın “Bir Köksüz burada!” diye haykırışını duydum ve bakışlarımı o yöne doğru çevirdiğimde Veyn’in hemen arkasındaki muhafızın beni gördüğünü anladım. Veyn ise bakışlarını ilk önce muhafıza ardından parmağıyla işaret ettiği tarafa döndürdüğünde gözlerindeki ifadeyi gördüm: şaşkınlık. Beni gördüğüne öyle çok şaşırmıştı ki, harika rol yeteneği beni de şaşkına uğratmıştı.
Muhafız bana doğru yürürken bakışlarımı Veyn’den ayıramadım, o ise çok büyük bir şaşkınlıkla bana bakmaya devam etti. Tanya yanlış görmüş olabilir miydi? Fakat Tanya’ya dönüp baktığımda başı önde gözlerini bile kaldırmadığını gördüm.
Muhafız tam karşıma geçtiğinde ve Veyn adımlarca uzakta kaldığında orada, herkesin gözü benim üzerimdeydi. Bütün Tüccarlar, muhafızlar, herkes bana bakıyordu. Muhafız bana doğru bir adım daha attı ve aramızdaki mesafeyi sıfıra indirgediğinde belki de hayatımda gördüğüm en kocaman kişiydi. Elleri yumruk halini aldığında belki de hayatımdaki en acımasız insanlardan birisidir diye düşündüm bu kez.
Ve tek yapabildiğim, elim titrerken bilekliğimi kaldırıp göstermek oldu. Muhafız önce elime baktı, anlam veremeyen bir şaşkınlıkla. Sonra bilekliğe. O küçücük hareket, onun gözlerini bir anlığına açmaya yetti. Yumruk gibi sert yüzü gevşedi; gözlerinde neredeyse bir korku kırıntısı belirdi. Ardından bir adım geri çekildi, sonra bakışlarını Veyn’e çevirdi, sanki nefes bile almadan bir emir bekliyordu.
Veyn’in yüzündeki o şaşkınlık o an yavaşça silindi. Yerine, anlamını yalnızca kendisinin bildiği o tehlikeli sakinlik geldi. Gözleri bilekliğime kaydı. Belki bu, teklifini kabul ettiğimin bir işaretiydi. Belki de bu, bir kez daha hayatımı kurtarışıydı. Bunu yalnızca o belirleyebilirdi.
İçimden ona kadar saymaya başladım. Onuncu saniyede, nereye koşacağımı bilmesem bile koşacaktım. Kaçamayacağımı bilsem bile koşacaktım çünkü başka hiçbir şey yapamıyordum.
Altıncı saniyeye geldiğimde Veyn, hiçbir şey söylemeden, yalnızca başını hafifçe eğdi. Ardından yüzüğünü işaret etti. Muhafız, ipi çekilmiş bir kukla gibi anında geriye çekildi ve bir daha bana bakmadı.
Veyn, bir kez daha hayatımı kurtarmıştı.
Muhafız geri adımlarla Veyn’in olduğu yere döndü, Veyn ise, aklımı darmadağın eden o son bakışı bana fırlattı. Sonra arkadaşlarımda gözlerini gezdirdi ve hiçbir şey olmamış gibi sırtını dönüp yürümeye devam etti.
O giderken Tüccarlar bir süre daha beni inceledi, bazıları yok edin emrinin verildiği o kız olduğumu anladı çünkü saçlarım apaçık ortadaydı. Veymor’un haberi olması belki de çok yakındı ama anladığım kadarıyla Veymor’la tek konuşabilen kişiler Veyn ve Din İnsanları’ydı, bu yüzden ben onunla karşılaşana kadar bir problem yokmuş gibi görünüyordu.
Veyn tamamen uzaklaştığında Korven, elimi tutup bilekliğimi ortaya çıkardı. “Bu ne demek? Sen nasıl kurtuldun?” Elimi Korven’den kurtarmaya çalıştım fakat izin vermedi ve dikkatli bir şekilde bana bakmaya devam etti. “Liora, Veyn’le anlaşma mı yaptın?”
En sonunda elimi ondan kurtardığımda “Çok uzun hikaye,” dedim pelerinin kollarını aşağıya indirerek. “Sadece tuhaf bir tanışma yaşadık, diyelim.”
“Liora,” dedi Tanya adeta adımı heceleyerek. “Sen ne yaptın?”
“Yaşamam gerekiyordu, Tanya ve yaşamak için ne gerekiyorsa onu yaptım.”
“Yaşamak için Kurucunun Oğlu’yla bir anlaşma mı yaptın?” diye sordu Korven. “Onun ne kadar tehlikeli bir adam olduğu Thalron’un duvarlarında bile yazılı, Tüccarlar ondan bahsederken titriyorlar ve sen onunla anlaşma yaptın, öyle mi?”
Kaşlarım çatıldığında söylediği cümlelerin beni korkutmasını bekledim fakat hiçbir şekilde korkuyu hissetmiyordum. “O resmen Liora’yı gördüğü halde görmemezlikten geldi,” dedi Tanya şaşkınlıkla. “Bu nasıl olabilir?”
“Gördüğüne emin misin?” diye sordum.
“Adımın Tanya olduğu kadar!” dedi heyecanla. “Baktı ve başını çevirdi, sana resmen izin verdi. Tanımama ihtimali yok çünkü kızıl saçların adımlarca uzaktan bile parıl parıl parlıyor.”
“Karanlık, Tanya,” dedim geçiştirerek. “Görmemiş olabilir.”
Tanya, kaşlarını kaldırdı. “Görmemesi imkansızdı.”
Gözlerimi devirdiğim anda, içimde bir şey titreşti. Sanki zihnim, karanlık bir odada birdenbire yüzlerce mum yakmış gibi açıldı; rüyadaki kadının buz gibi bakışı, Veyn’in bana sırtını döndüğü o orman, bir anda önüme yığılan imgeler, sesler… hepsi üst üste binip ritmi artan kalbimin içine çarptı.
Parmak uçlarım karıncalanmaya başladı, nefesim göğsüme takıldı, dizlerimin altı sanki boşaldı, bir şey, büyük bir şey, tam anlamıyla zihnimde yerine oturuyordu. Başım yavaşça doğruldu. Sanki görünmez bir el çenemi kaldırmış gibi. Duruşum kendiliğinden dikleşti, dudaklarım ise büyük bir şaşkınlıkla aralandı.
Elim, refleksle ağzımı kapattı; içimdeki o sarsıcı fark ediş dışarı taşmasın diye. Korven’le Tanya bana bakıyordu. Gözlerinde “ne oldu?” sorusu, yüzlerinde hayatım boyunca bende görmedikleri bir şaşkınlık vardı.
“Beni neden görmezden geldiğini biliyorum,” diye fısıldadım. Sesim çatladı ama içimde çakan o yıldırım hâlâ devam ediyordu; göğü yarıp geçen bir şimşek gibi zihnime oturmuştu. Bakışlarım elimdeki bilekliğe kaydı—o soğuk metal bile sanki nefes alıyordu. “Biliyorum,” dedim bir kez daha. Ve o kelimeyle birlikte içimde yükselen duygu öyle güçlüydü ki, bir anlığına etrafımdaki hava bile ısındı.
Rüyadaki kadının gözlerindeki o karanlık ışık, Veyn’in bakışına karışmıştı. Gerçek, kendini sessizce bağırıyordu. Arkadaşlarımın söylediklerini duymuyordum artık.
Sırtımı onlara döndüm, ayaklarım kendi iradesiyle hareket ediyordu ve sonra hızla koşmaya başladım, karanlığın içinden bir ışık doğar gibi. Artık beni durduran Tüccarlar umurumda bile değildi. Yüzümde, anlamını kendimden bile sakladığım bir gülümseme vardı.
Kalbim ise ilk kez bu kadar gür bir sesle atıyordu.
Liora, diyordu içimdeki o güçlü kadın, ruhun seni daima koruyacak, söz veriyorum.
*
Şarkı: Eternal Eclipse, Autumn Moon
Dün muhafızın omzunda çıktığım o merdivenleri, şimdi yan yana yürüyerek çıkıyorduk. Köksüzler binasına vardığımda zaten kapının önünde tanıdık muhafızın beni beklediğini görmüştüm; Veyn’e götürme emrini almıştı ama daha o konuşmadan neredeyse ben onu yürütmüştüm.
Yine aynı kapının önünde durduğumuzda ellerimi birbirine sürttüm; içimde tuhaf bir heyecan dalgalanıyor, yerimde duramıyordum. “Nasılsın?” diye sordum muhafıza, bana baktı ama cevap vermesini bile beklemeden devam ettim. “Senin adın Liten olsun mu?” Liten, küçük demekti. Ona esprili bir lakap bulmak istiyordum ama aynı zamanda garip bir şekilde tam üstüne oturmuştu bu isim. “Evet, senin adın Liten olsun. Bundan sonra sana Liten diyeceğim.”
“Liten?” diye tekrar etti, kaşlarını çatarak. “Küçük mü?”
“Evet.” Boynumu kaldırıp ona bakmaya çalışmaktan ensemde bir sızı dolaşıyordu. “Burada bir tek seni sevdim, Liten.” Tam o sırada içeriden çan sesi geldi; kapının açılmasını emreden tok bir uyarıydı.
Liten başıyla onaylayıp kapıyı açtığında, ben de alayla ciddiyet arasında bir yerde duran o ses tonumla, “Liora, kapıyı açtığın için teşekkür ediyor,” dedim. O dev gibi yüzünde belli belirsiz bir kıpırdama oldu; gülümsedi mi, yoksa bana öyle mi geldi, bilmiyordum ama hafifçe başını eğişindeki yumuşaklık, Thalron’da nadir rastlanan bir şeydi.
İçeriye adımımı attığım anda kapı arkamdan kapandı; o ağır kapının kapanış sesi bile içimdeki uğultuyu susturmaya yetmedi. Sanki kader, yeniden üzerime kilitlenmişti.
Bu kez Veyn’i direkt daha küçük olan masasında buldum, sandalyeye oturmuş, elindeki hançeri keskinleştiriyordu. Onun olduğu tarafa doğru yürüdüğümde başını kaldırmadan “Bilekliği takmaya başladığına göre teklifimi kabul ettin,” dedi gözlerini kısarak.
Hiçbir cevap vermeden sessizce masasının önüne doğru yürümeye devam ettim ve en sonunda masanın önünde durduğumda ellerimi masaya yasladım; kalbim sanki avuçlarımın içinden masaya akıyordu. Bana bakmasını bekledim. Birkaç saniye sonra parmakları duraksadığında, bakışları yavaşça bana doğru döndü ve üstten üstten ona baktığımı gördü. Tek kaşını havaya kaldırdığında ben de aynı hareketi yaptım ve istemsiz bir meydan okumayla gülümsedim.
“Sana benim hakkımda bilmediğin bir şeyi söyleyeyim mi?” Duraksamadan devam ettim; sesim neredeyse fısıltıydı ama içimdeki her yara konuşuyordu. “Benim ruhum, bu bedene gelebilmek için çok çabalar sarf etmiş. Tam iki kez annemin karnında ölmüşüm ve doğumum o kadar zor olmuş ki, neredeyse bir kez daha ölecekmişim.” Veyn dikkatle beni dinliyordu; gözlerinde, ilk kez bir süreliğine kılıç değil insan vardı. “20 Nisan’da doğmuşum, Svalbard’a yirmi dört saat gündüzün geldiği gün. Benim için şans diyen de olmuş, lanet de… çünkü ben doğduktan hemen sonra nükleer patlama gerçekleşmiş ve dünya daha felaket bir hâl almış.” Biraz daha eğildim ve elindeki hançere baktım; çeliğin parıltısı yüzüme vururken içimdeki tüm hayat çizgileri bir anlığına ona açıldı. “Bu yüzden,” dedim nefesim titrerken, “bir tarafım ne kadar şanssız olursa olsun, bir tarafım da çok şanslıdır.”
Sessizleştiğimde o da bir süre daha beni izledi ve en sonunda “Hangi konuda şanslı olduğunu düşünüyorsun?” diye sordu sakin bir sesle.
Gülümsemeye devam ederken “Bugün arkadaşlarım bana, bu dört sınıfa ait olan insanların kusursuz olması gerektiğini söyledi,” dedim rahat bir sesle. “Eğer birimizden birimiz radyasyondan etkilenirsek bulunduğumuz sınıftan ayrılmak zorunda kalıyormuşuz hatta yok ediliyormuşuz. Bir Asil hatta Din İnsanı bile olsak,” diye mırıldandım ve sonrasında çenemle onu gösterdim. “Veyn olsak bile.”
Veyn’in ilk defa duraksadığını ve neredeyse nefesini tuttuğunu hissettim. Elindeki hançeri tutan parmak boğumları beyazlaşmıştı ve gözleri bir an bile olsun benden ayrılmıyordu. “Arkadaşların doğru söylemiş,” dedi sadece.
“O halde,” dedim hiç düşünmeden. “Sen Veyn olamazsın hatta sen bir Asil bile olamazsın ve hatta sen bir Köksüz bile olamazsın, öyle değil mi? Sen hiçbir şey olursun, sen kusurdan ibaret sayılırsın.”
Bir cevap vermeden yüzüme bakmaya devam etti ama artık her şeyi anladığımın farkındaydı, boşa konuşmuyordum. “Söyle,” dedi sadece. “Sesli dile getir, Liora.”
Sakince ellerimi pelerinin ceplerine attım ve ortaya üç tane elmayı çıkardım; kırmızı, yeşil ve sarı. Bakışları ilk önce elmalara ardından bana kaydığında yutkundu; yutkunuşu bir yandan içime su serperken bir yandan da neden derinlerde bir yerlerde kalbimi acıtmıştı, bilmiyordum. “Sırayla,” dedim tam gözlerinin içine bakarak. “Elmaların rengini söyle bana.”
Veyn, dönüp elmalara bir kez bile bakmadı; tek baktığı yer gözlerimdi ve farkındaydı, o da artık avcumdaydı.
Beni gören herkes ilk önce saçlarıma dikkat kesilirdi fakat Veyn, ilk gördüğü günden beri bir kez bile saçlarıma odaklanmamış, o konu hakkında tek bir soru sormamıştı. Dün, yeşil olan elmayı istediğimde kendisi vermek yerine itaat etmemi beklemiş, duvar örmüştü. Bugün, kızıl saçlarımdan direkt beni tanıyabilecekken tanımamış ve muhafızı gördüğünde gerçekten de şaşırmıştı. Gördüğüm rüya ise bana gerçeği adeta haykırmıştı.
Svalbard’daki kasabamızda radyasyondan etkilendiği için renk körü olan bir kadın vardı ve yeşil ile kırmızıyı ayırt edemezdi; çoğu zaman bu, tabelaları okumasına bile engel olurdu.
Ve veyn, renk körüydü; kusurlu bir asildi, Kurucunun Oğlu, radyasyondan etkilenmişti ve Thalron kurallarına göre yok edilmesi gerekirdi.
“Sen,” dedim tane tane konuşmaya devam ederek. “Renk körüsün yani Thalron’a göre kusurlusun. Yeşili ve kırmızıyı ayırt edemiyorsun, öyle değil mi? Bu yüzden dün elmayı veremedin, hiçbir zaman saçlarıma dikkat etmedin ve bugün beni göremedin.”
Veyn, yavaşça ayağa kalktığında o da ellerini masaya yerleştirdi ve bana doğru eğildi; bir elinde hâlâ hançeri tutuyordu fakat bu umurumda bile değildi. “Hem doğru hem de yanlış,” dedi sakin bir sesle. Yüzüyle yüzüm arasında çok kısa bir mesafe vardı ama benim gözlerimdeki meydan okuma artık onda yoktu.
“Nasıl?” diye sordum.
Yutkunduğunda elimde koz diye tuttuğum bu kusurun aslında onun için ne kadar büyük bir yara olduğunu, ne kadar derine işlediğini yeşil gözlerinden artık anlayabiliyordum.
“Kırmızı ve yeşil değil,” dedi neredeyse nefesinin ucuyla. “Hiç renk yok, Liora.” Hançeri parmaklarının arasından yavaşça bıraktı. “On bir yaşındayken radyasyonun etkisinde kaldım ve o günden beri dünyayı sadece iki renk olarak görüyorum: Siyah ve beyaz. Soluk gri.” Sanki “gri” kelimesi dilinde acı veriyor, çıkmak için bile çabalıyordu. Bakışları yavaşça arkamdaki cama kaydı; karın camda biriktiği, gökyüzünün kül gibi çöktüğü o manzaraya. “Benim için daima gece,” dedi. “Daima karanlık ve daima siyah.” Yeniden yutkunduğunda şakağındaki bir damar hafifçe belirginleşti. “Çünkü ben de yirmi dört saat gecenin geldiği gün doğmuşum, 11 Kasım.” Başını hafifçe sola çevirdi, yüzünü gölge yuttu. “Karanlıkla başlayan kader sonrasında renkleri de benden aldı, Işık Veren. Senle ne kadar da zıt insanlarız farkında mısın?”
O an odadaki her şey, ateşin sesi, rüzgârın cama vuran uğultusu, kandillerin titrek aydınlığı, hepsi susmuş gibiydi. Sanki dünyada sadece iki kişi kalmıştık.
Veyn’in karanlığının ne kadar derin olduğunu görebiliyordum.
Yüzümdeki gülümseme yavaşça silindiğinde artık zaferi değil, acıyı hissediyordum çünkü bu kadarını beklemiyordum. Siyah ve beyaz, başka hiçbir renk yoktu, renkler olmadan insan nasıl yaşardı? “Bunu başka kim biliyor?” diye sordum solgun bir sesle.
“Veymor,” dedi sadece. “Ve artık sen.”
Bu odaya girerken elimde onun için bir koz olduğunu bilerek girmiştim; zaferle, göğsüm kabararak, adımlarımın sesi bile özgüven kokarak. Ama şimdi? Zaferin zerresini hissedemiyordum. İstesem, şu an onun “Veyn” olmasını bile elinden alabilirdim.
Tek bir cümleyle. Tek bir bakışla. Tek bir işaretle.
Veyn, beni yok edebiliyorken artık ben de onu yok edebiliyordum. İkimizin de elinde görünmez birer hançer vardı şimdi. Masaya konmamış, kınından çıkarılmamış, ama havada asılı duran kocaman tehditkar birer hançer. Ve hangimizin önce saplayacağını gerçekten kestiremiyordum. İkimiz de birbirimizin kaderinin boğazını tutuyorduk artık. İkimiz de birbirimizi öldürebilecek kadar yakındık ve belki de ilk kez aynı anda nefesimiz kesiliyordu.
“Bu yüzden mi burası bu kadar aydınlık?” diye sordum zorlukla.
“Evet,” dedi kısık bir sesle. “Çünkü tamamen karanlık olduğunda hiçbir şeyi seçemiyorum.”
“Peki ya rüyaların? Onlar da mı renksiz?”
Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı: “Her şey renksiz, Liora, artık renkleri bile hayal edemiyorum, hepsi silindi, çocukluğumun anılarında bile yoklar.”
“Neden radyasyona maruz kaldın? Sen varis değil misin, korunman gerekirdi.” Bu kez bir cevap alamadığımda bana bakarken sadece siyah beyaz görüyor olması, ürpermeme neden oluyordu. Şu an mutlu olmam gerekirken ben neden böyle hissediyordum? Merhametimin sesi miydi yoksa Thalron’un artık acı tarafını gördüğüm için mi böyle hissediyordum?
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu korkusuz bir sesle.
Bakışlarım yavaşça sağ elinde tuttuğu hançere doğru kaydığında “Senin yerinde olsaydım,” dedim aynı onun kadar korkusuz bir sesle. “O hançeri kalbime saplardım çünkü bu sır, ikimizi de yok eder.”
Veyn, göz kırpmadan hançeri kaldırdı. Sivri ucu, tam kalbimin üzerine geldi. Derimin üzerinde buz gibi bir baskı hissettim ama geriye çekilmedim; tek bir adım bile atmadım. O da bakışlarını bir an bile olsun gözlerimden ayırmadı. Aramızdaki nefes bile kesilmişti.
Sonra bileklik olan sağ elimi tuttu, avucumun içindeki bütün sinir uçları bir anda sızladı ama elini çekmedi; aksine yavaşça, işkence eder gibi bir sakinlikle elimi kaldırdı. Hançerin kabzasını parmaklarımın arasına yerleştirdiğinde dokunuşu geri çekildi.
Bu kez hançer benim elimdeydi. Ve o, hiçbir şey söylemeden göğsünü bana doğru uzattı. Ucu, onun kalbine dönüktü şimdi, bile isteye, korkmadan. Sanki “vur” deseydi, yerinden bile oynamayacak kadar ölümle barışıktı.
Elime koz verdiğini saklamaya bile çalışmadı.
“Liora,” dedi adımı işkence çektirecek bir yavaşlıkla söyleyerek; kelime, dilinde ağır ağır parçalanıp dökülüyordu sanki. “Artık ikimiz de elimizde bir hançer tutuyoruz ve hangimizin ilk saplayacağını,” nefesi sanki yüzümü okşadı, “sadece zaman gösterecek.”
…
Resmi Instagram hesapları: asliarslaan, thalronserisiofficial
Paragraf Yorumları