logo

1. KÖKSÜZLER

Views 171564 Comments 11322

Keyifli Okumalar!

Şarkı: Jenta ho Gjekk Seg, Songleikr

Yemyeşil ağaçların, rengarenk çiçeklerin ve göz alıcı tonlarda kanatları olan böceklerin olduğu bir ormanın içindeydim. Emindim ki bu böceklerin başka bir adı vardı ve Elly şu an yanımda olsaydı ona bunu sorardım çünkü o, güzeller güzeli teyzem her şeyin en doğrusunu bilirdi.

Fakat o artık yoktu; bunu aklımdan, kalbimden ya da düşüncelerimden çıkarabilmem imkansızdı. Peki ya ben neden kendimi huzurlu hissediyordum?

Çünkü hayatım boyunca görmediğim bir güzelliğin ortasında, üzerimde giydiğim beyaz elbisemle doğanın muhteşem güzelliğini izliyordum. Bakışlarımı havaya kaldırdığımda pasparlak güneşi görüyor, vücudumun ısıdan rahatladığını, kemiklerimin bile güçlendiğini anlayabiliyordum.

Burası neresiydi? Burası Thalron muydu?

Thalron kuzeyde değil miydi?

Ormanın içinde yürümeye devam ettim, ayaklarım çıplaktı fakat Svalbard’daki gibi tabanlarımı kesen ne dikenler vardı, ne de zehir. Yüzümde maske yoktu, saçlarım özgürlüğüne kavuşmuştu, avuç içlerimi güneşe doğru uzattığımda parmak uçlarıma kadar yandığını hissediyordum ve bu his yüzümde gülümsemeden başka hiçbir şey oluşturmuyordu.

Elly ben küçükken dünyanın sadece kuzeyden ibaret olmadığını hatta yaşadığımız yerin diğer yerlerden çok daha farklı olduğunu söylerdi. Gece ve gündüzün dengede kaldığı, durmaksızın karların yağmadığı, güneşin gerçekten de teni yaktığı, renkli böceklerin ve çiçeklerin olduğu, insanların neşeyle yaşadığı yerler olduğu… Beni ise en çok şaşırtan gece ve gündüz dengesiydi, biz kuzeyliler olarak gecenin uzun süre hüküm sürmesine öylesine alışıktık ki, Elly bana birçok yerde müthiş bir dengede olduğunu söylediğinde korkmuştum.

“Elly,” demiştim heyecanla ellerimi birleştirip ona hevesle bakarak. Yaşımın kaç olduğunu hatırlamıyordum ama çocuk olamayacak kadar büyüktüm. “Sen hiç gittin mi o diğer yerlere?”

Elly, derin bir nefes verip Mahzen’in duvarlarına sanki o yerleri yeniden görüyormuş gibi bakmıştı. “Çok küçükken, belki beş, belki de altı yaşındayken. Babam Fransa’ya gitmek zorunda kalmıştı ve beni de götürmüştü. Liora,” demişti hevesli hevesli gözlerini açarak. “Hayatımda daha güzel bir yer gördüğümü hatırlamıyorum! Ağaçlar ve çiçekler, güneş ve sıcak, huzur ve nefes. Hepsi bir aradaydı. Keşke orayı sana gösterebilsem. Paris diye bir yer vardı, ortada kocaman bir kule vardı, adını unuttum ama heybetini asla unutamam. Üç yüz metre olduğunu söylemişti babam, inanabiliyor musun, üç yüz metre!”

İlk önce anlayamamıştım ve sonrasında kaşlarımı çatarak “Üç yüz metre ne kadar oluyor?” diye sordum.

“Bu Mahzen’den…” Elly düşünerek kaşlarını çatmıştı ve kısa bir süre sonra cevap verdi. “Buradan liman kadar düşün. Limana kaç dakika yürüyoruz, beş dakika. İşte o kule gökyüzüne beş dakikalık bir uzaklıkta!”

Gözlerim kocaman açıldığında öyle çok şaşırmıştım ki kendimi tutamayarak “Peki bir gün oraya gidebilir miyiz?” diye sordum ve bu soruyu sorarken bile aslında imkansızı istediğimin farkındaydım. Sadece kuzeyde yaşadığım için değil, dünyamız savaştan dolayı çok kötü bir halde olduğu için. Değil Fransa’ya gitmek, Svalbard’ın dışına bile çıkıp Norveç’e gidememiştim. Gidemezdim de. Sadece üç bin kişinin yaşadığı bir kasabadaydı ve eğitimlerimizi bile Elly veriyordu. Hayatım boyunca bir kez bile hastaneye gitmemiştim çünkü hastaneler de Norveç’teydi ama gitmek istesem bile savaştan dolayı bütün hastaneler kapatılmıştı veya yıkılmıştı.

Elly’nin üzüldüğünü fark ettiğimde ve bir cevap alamadığımda teyzesimin içini rahatlatmak istermiş gibi elini tuttum. “Olsun,” dedim omzumu indirip kaldırarak. “Ben bu şekilde de mutluyum, gözlerimi kapatıyorum,” gözlerimi kapattım, “ve anlattığın her şeyi hayal ediyorum ve bak oradayım. Lütfen biraz daha anlat, Elly. Bana dünya hakkındaki her şeyi anlat.”

Şimdi Elly’nin anlattığı o güzelliklerden çok daha güzel bir yerdeydim. Kuşlar cıvıldıyordu ve ileride bir yerlerde harika bir şarkı çalıyordu. O şarkıya doğru ilerlerken güzel çiçeklerin kokusunu alabildiğimi bile hissedebiliyordum.

En sonunda hemen ileride birisinin sırtı dönük bir şekilde durduğunu fark ettiğimde kaşlarım hafifçe çatıldı ve yeniden etrafıma baktım.

Dün, gemide gördüğüm o siyah pelerinli, altın kemerli adam, sırtı dönük bir şekilde ormanın ortasında duruyordu. Burası sahiden de Thalron muydu? Geriye doğru kaçmak istedim ama güzelliklerden kaçamazdım, hayatımda ilk defa bu kadar huzurlu hissediyordum.

Öne doğru birkaç adım daha attım ve o anda, hemen sol tarafımda bir kadının belirdiğini gördüm; sapsarı saçları vardı, uzun boyu ve güzel yüzü. Eli karnındaydı ve hamileydi, o da üzerine beyaz bir elbise giymişti ve yüzünde öylesine güzel bir gülümseme vardı ki, bakışlarındaki şefkati bile daha sonradan fark edebildim.

“Liora,” dedi kadın kalbindeki bütün duygularını adeta sesiyle belli ederek. “Işık sensin, ışıkları getirdin, güzel kızım.”

Bir anlık buz gibi kesildiğimde ne diyeceğimi bilemedim ve derin bir nefes verip yeniden kadının karnına doğru baktım. Hamileydi, saçları sarıydı, çok güzel bir kadındı. Elim heyecanla kalbime doğru gittiğinde Elly’nin onlarca kez annemi anlattığı hikaye zihnimde döndü ve hayallerimde binlerce kez annemi hayal etsem de, hayallerimden çok daha güzeldi. “Sen,” dedim hem heyecanla hem de acıyla. “Sen Ravna mısın?” Diğer kelime ise ağzımdan zorlukla çıktı. “Sen annem misin?”

İlk defa onu görüyordum, bu zamana kadar bir kez bile onu görmemiştim, bir fotoğrafı bile yoktu. Elly, annem beni doğurduktan sonra babamın yanına gitmek zorunda kaldığını ve elbet bir gün dönebileceğini söyleyerek büyütmüştü. Hiçbir zaman bu hikayeye inanmamış, annemin öldüğünü bile düşünmüştüm ama hiçbir zaman da Elly’e bu hikayeye inanmadığımı söylememiştim. Tek bildiğim çok zor bir doğum olduğu, annemin o günün ardından tek başına büyütemeyeceğini anladığı için babamın peşinden gittiğini ve Elly’nin beni büyütmek zorunda kaldığını biliyordum.

Fakat şimdi annem karşımdaydı.

Ellerimi öne doğru uzattığımda ve ona sarılmak için adımlar attığıda bir anda gökyüzündeki güneş kayboldu, ağaçlar soldu, çiçekler yok oldu, kuş cıvıltıları sustu. Sadece birkaç saniye içerisinde dizlerime kadar karlara battığımı ve bütün güzelliklerin beni terk ettiğini fark ettim.

Ve hemen yan taraftan o adamın sesi geldi: “Thalron’a hoş geldin, Liora Valenka, bana hayal kurmayı öğret çünkü ben bilmiyorum. Bana güzellikleri anlat çünkü ben karanlıktan başka hiçbir şey göremiyorum.”

Bakışlarımı ona doğru çevirmek istediğimde aniden şiddetli bir şekilde sarsıldığımı hissettim ve başımda sert bir acıyla tiz bir çığlık attığımda gözlerimi bambaşka bir gerçeklikte açtım. Yan bir şekilde uzanmıştım veya yere düşmüştüm, bilmiyordum ama uzandığım yerde tahtanın ve rutubetin kokusunu alabiliyordum. Yeniden gözlerimi sıkıca yumduğumda ve bulanık görse de açtığımda nerede olduğumu tam anlamıyla kavradım.

Bir kamaradaydım ve bir rüya görmüştüm. Belki de kabus, emin değildim ama Thalron’un elinden kurtulamamıştım. Zihnim yavaş yavaş kendine gelirken en son nerede olduğumu, buraya nasıl getirildiğimi ve Veyn’nin o son cümlelerini anımsadım.

Thalron tarafından kaçırılmıştım ve şimdi o gemideydim. Yavaşça duruşumu dikleştirdiğimde ve sırtımı arkamdaki tahtaya yasladığımda etrafıma baktım. Çaprazımda bir yatak vardı ve üzerindeki siyah kürkten yapılma battaniye bozulmamıştı; yatağın hemen yanında ahşaptan bir masa, masanın üzerinde ise bir mühür, bir tüy kalem ve bir kağıt duruyordu. Duvarlar okyanusun suyundan rutubetliydi ama buranın Veyn’nin kamarası olduğu her şekilde belli oluyordu. Çünkü hem temiz, hem de görkemli görünüyordu. Mahzen’de uyuduğu küçük odacığından çok daha büyüktü.

Yavaşça ayağa kalktığımda bir zincir sesi duydum ve bakışlarımı yavaşça yere doğru indirdiğimde ayak bileklerimden zincirlendiğimi fark ettim. “Hayır,” diye inlediğimde öne doğru bir adım atmak istedim ve sadece yarım adım atabildim, başka hiçbir şekilde ilerleyemedim. Ellerim ise serbestti, sanki onlara zarar veremeyeceğimden emin gibi ellerimi bağlamamışlardı.

Gözlerim hemen arkama doğru döndüğünde kamaranın küçük, yuvarlak camından kapkaranlık geceyi, ucu bucağı görünmeyen ufku ve okyanusun dalgalarını gördüm. Tek bir ses yoktu, völva davulları artık çalmıyordu, meşalelerin yanmadığı açık bir şekilde ortadaydı. Gemi, o kadar çok sarsılıyordu ki, ayakta durmakta zorlanıyordum ve midem bulanmaya başlamıştı. Hayatım boyunca sadece bir kez kayığa binmiştim ve bu yine, yerli halktan birinin kayığını çalıp Tanya ve Korven’le bir çılgınlığa adım atmamla olmuştu. Çok ilerleyemeden dalgalar bizi yeniden kıyıya vurmuş, yerli halk tarafından ise taşlanmamıza sebep olmuştu.

Tanya ve Korven. Onlar neredeydi?

Bakışlarım kamaranın kapısına doğru yöneldi, öfke ve Elly’nin acısını kalbimde yeniden hissetmemle birlikte “Vornaklar!” diye haykırdım. “Açın kapıları!” Vornak, onursuz, şerefi olmayan demekti ve Svalbard’da bu hakaret dile geldiğinde insanlar birbirlerini bile yok edecek duruma gelirlerdi. “Pislikler!” diye haykırdım bütün gücümle. “Beni korkutamayacaksınız!” Ayaklarımı sertçe yere vurmaya başladığımda ve sonrasında yumruklarımı da arkamdaki tahtaya doğru indirdiğimde gecenin sessizliğinde çığlıklarım geminin içinde çınladı. “Beni derhal özgür bırakın!” Ayaklarımı daha sert bir şekilde yerlere vurdum, daha sert yumruklarımı duvarlara geçirdim ve o anda, geminin içinden başka sesler de duymaya başladım.

Diğer esir olanlar da ayaklarını vurmaya başladığında ve bazılarından sesler yükselmeye başladığında az önceki sessizlik artık yerini büyük bir kargaşaya bırakmıştı. Yüzümde korkutucu olduğuna emin olduğum bir gülümseme oluştuğunda daha ağır, daha fazla rahatsızlık verici şekilde ayaklarımı yere vurmaya devam ettim ve insanlar da bana ayak uydurdu.

Ta ki birkaç dakika sonra kamaranın kapısı sert bir şekilde açılana kadar. Koyu kızıl saçlarımın arasından kapıya doğru baktığımda içeriye giren kişinin, omzundan bıçakladığım muhafız olduğunu gördüm. Çenemi havaya kaldırdığımda ve muhafıza dik dik baktım. Üzerine giydiği demirden zırh, o devliği ve yüzünü büyük bir zırhla gizlese bile gözlerindeki korkutucu ifadeye rağmen bir an bile geri adım atmadım.

Muhafız, kapının önünde durup yüzüme baktı ve sonrasında elinde tuttuğu demirden tepsiyi yavaşça bana doğru getirdi. Yaklaşırken bir kasenin içinde çorba, yanında büyük bir parça ekmek ve et olduğunu gördüm. Et! En son ne zaman et yediğimi hatırlamıyordum, Elly bir keresinde nereden bulduğunu asla söylememiş, bize et yedirmişti. Belki on sene önceydi, belki de on beş ve tadını öylesine çok sevmiştim ki günlerce aklımdan çıkaramamıştım.

Ve şimdi, sanki bir sus payı vermek istermiş gibi elinde et dolu bir tepsiyle muhafız bana doğru ilerliyordu. Durmaktan vazgeçtim ve muhafız bana doğru yaklaşırken ayağımı art arda yere vurmaya devam ettim. Muhafız duraksadığında ve bunu beklemediği açık bir şekilde başını omzuna doğru yatırdığında gülümsedim ve ellerimi birbirine vurmaya başladım. “Yıldıramayacaksınız!” diye haykırdım ve sesimi diğer esirlere duyurdum. “Bizi serbest bırakın!”

Muhafız, durmaktan vazgeçti ve tepsiyi, yere, uzanabileceğim bir mesafeye bıraktı. Yeniden doğrulduğunda ise ağzından tek bir cümle çıktı: “Veyn yemek yemeni emrediyor.” Kelimeleri zor telaffuz ediyor, dili dönmüyordu. Sanki belli başlı kelimeler ezberletilmişti; sadece bir anlık muhafıza üzüldüğümü hissettim çünkü onun kullanıldığının çok açık bir şekilde farkındaydım ama bu geri adım atmam için bir neden değildi.

Bir cevap vermek yerine bir an bile şüphe etmeden önümdeki tepsiye öyle sert bir tekme savurdum ki, tepsi ilk önce muhafıza çarptı ve kase duvarla bütünleşti. Et parçaları her yere dağılırken muhafızın gözleri kocaman açıldı çünkü bunu beklemediği oldukça ortadaydı. “Prensine söyle,” dedim dişlerimin arasından. “Bana kimse emir veremez.”

Muhafız çok kısa bir an duraksadı ve sonrasında hayatında ilk defa bir kelimeyi duyuyormuş gibi “Prens?” dedi gözlerini kırparak. “Prens.” Art arda tekrar ederken yemeklere baktı ve sonrasında afallayarak “Et,” dedi yemeği işaret edip. “Prens değil, et.”

Kasaba halkı olarak Veyna’nın prenses, Veyn’in ise prens anlamı taşıdığına o kadar emindik ki, muhafızın tepkilerine bakılırsa anlamı prens değildi hatta prens ne demek onu bile bilmiyordu. Peki Veyn’in gerçek adı neydi?

“Veyn’e söyle,” dedim bu kez kendimden emin bir sesle. “Bana kimse emir veremez.” Muhafız hâlâ büyük bir şaşkınlıkla bakarken, onun bakışlarını es geçtim ve yeniden bağırmaya başladım. “Bizi serbest bırakın! Bizi serbest bırakın! Bizi serbest bırakın!” Benimle beraber başkaları da aynı cümleleri söyleyerek bağırmaya başladığında az önceki korkutucu sessizlik yok olmuş, büyük bir direniş başlamıştı.

Muhafız, bu kez ikinci emrini yerine getiriyormuş gibi başını salladığında ve bana doğru ilerlediğinde ellerimi kaldırıp ona vurmak için hazırda bekledim fakat o kadar çevik bir hareketle iki elimi bileklerinden tuttu ve ağzıma çarşafı öyle hızlı bir şekilde bağladı ki, tekmelerimi onun bacaklarına geçirirken hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Ardından birleştirdiği ellerimi de önümde sıkı bir şekilde bağladı ve sadece parmakların hareket etmesine neden oldu. Artık ağzımı kapatmışlardı ve ellerimle ayaklarımda bağlıydı.

Sıkı bir şekilde çarşafı bağlayıp susmamı sağladığında bu kez “Veyn susmanı emrediyor,” dedi.

Muhafız işini bitirip geri çekildiğinde ağzımın içinde bir şeyler geveleyip bağırmaya çalıştım fakat çarşafı o kadar sıkı bağlamıştı ki, bağırmaya çalışmak sadece ve sadece nefesimin kesilmesine ve yorulmama neden oluyordu. Öyle ki beni susturduktan birkaç dakika sonra gemideki diğer esirlerin de seslerinin kesildiğini fark ettim. Muhafız, görevini yerine getirmişçesine kendinden emin bir şekilde omuzlarını kaldırıp başını salladı ve sonrasında kamaradan çıkıp kapıyı kilitledi.

Büyük bir öfkeyle kapıya doğru bakarken şu an ne yapmam gerektiğini bilemiyordum; etrafı inceledim yeniden. Yatağa ulaşmak imkansızdı, masaya da öyle. Arkamdaki camı kıramazdım çünkü o kadar kuvvetim yoktu, ayaklarımı art arda yere vurmaya devam etsem dahi sesimi duyurabileceğim en fazla bana yakın olanlardı.

Tam o esnada yerdeki çelik kaseyi ve etlerin az önce dolu olduğu çelik tabağı görüp gülümsedim. Yere dizlerimin üzerine çöktüğümde bakışlarım yeniden kapıya doğru döndü ve tamamen eğilip oldukça zor bir şekilde parmak uçlarımla ilk önce kaseyi ardından diğer çelik tabağı aldım. Ellerimi bağlasalar da durmaz, çığlıklarımı duyurmamın bir yolunu bulurdum, beni henüz tanımıyorlardı.

Çeliği çeliğe sertçe vurdum ve sonra bir kez daha vurdum ardından bir kez daha. Sonrasında ise çelik tabakları yere vurmaya başladım. Öyle sert vuruyordum ki parmaklarımın her darbede acıdığını hissedebiliyordum ama umurumda değildi; daha sert vurdum, çok daha sert. Benim bu seslerime bu kez kimse ortak olmadı, ya seslerini kesmişlerdi ya da hepsi et yemeğiyle kandırılmıştı bilmiyordum ama beni yıldıramayacaklardı.

Çöktüğüm yerde kapıya dik bir şekilde bakarak art arda çeliği vurmaya devam ettim hatta yere o kadar vurdum ki tahtanın hafifçe aşındığını ve parmak boğumlarımın kanamaya başladığını hissettim.

En sonunda kapının önünde bir hareketlenme olduğunu fark ettiğimde buz gibi bir sakinlikle bu kez ritim tutarak vurmaya devam ettim; Thalron denilen bu yerde gerekirse yüzlerce işkenceye uğrardım ama yine de geri adım atmazdım, beni tanımıyorlardı.

Ama tanıyacaklardı, Liora Valenka kim, göreceklerdi.

Kamaranın kapısındaki kilit ağır ağır dönerken, tahta kapının çıkardığı o uzun gıcırtı sessizliği yardı. Dizlerimin üzerinde, çelik tabağı yere vurmaya devam ediyordum; kulaklarım artık bu sesle öyle aşınmıştı ki sağır olmak pahasına saatlerce devam edebilirdim.

Kapı aralanınca içeri yine aynı muhafız girdi ama omzunun üzerinden arkaya doğru baktığında ve yolu açtığında, önce o tanıdık kürklü postalları gördüm. Ardından kalın siyah pantolonu. Siyahın koyuluğunu yutan altın işlemeli pardesüsü ve onun üzerine düşen uzun siyah pelerini.

Çelik tabağı vuran ellerim ilk kez duraksadı. Çünkü işaret parmağında parlayan, Veyn yazılı o yüzük gözlerimin içine saplanmıştı.

Bakışlarım yavaşça yukarı yükselirken, o da aynı anda içeri adım attı ve pelerininin başlığını ağır bir hareketle geriye itti.

Tam o an… arkamdaki yuvarlak pencereden süzülen kutup gecesinin solgun ışığı yüzüne vurdu. Yüzünü gördüğüm anda, ellerim ikinci kez durdu, bu kez çok daha uzun bir bekleyişti.

Koyu kumral saçları dağınık bir hâlde alnına düşüyordu. Kaşları kalın ve dümdüzdü. Burnu ne büyük ne küçük, sanki yüzü için özel olarak yapılmış gibiydi. Sus çizgisi belirgindi; dudakları kalın, özellikle alt dudağı daha etli görünüyordu. Çenesinde minik bir gamze vardı. Yüzü tıraşsızdı ama tertemizdi, çene hattı ise yüzündeki tüm kusursuzlukla aynı hizadaydı. Teni ise koyu kumral saçlarına zıt bir şekilde açık tondaydı, beyaz değil ama beyaza yakın. Daha saydam ama dikkat çekici.

Ve ben, bütün bu zaman boyunca korkutucu bir yüz beklerken, karşıma neredeyse kusursuz güzelliğe yakın bir adam çıkmıştı.

Fakat beni durduran yüzü değil, bakışlarıydı, rüyamdaki ağaçlar kadar parlak koyu yeşil gözleri öyle keskin bir şekilde bana bakıyordu ki, bir an bile gözünü kırpmıyordu. Tek bir ifade yoktu, ne düşündüğünü anlayamıyordum ama beni öyle bir inceliyordu ki, bir anlık gözlerinin gerçek olup olamayacağını bile sorguladım.

Sonrasında yüzümde hafif bir tebessüm oluştu ve elimi kaldırıp derin bir nefes vererek daha sert bir şekilde çelik tabağı yere çarptığımda gözünü bile kırpmadı. Bir kez daha. Ve bir kez daha. Durmaksızın devam ettim; o ise düşündüğümden daha uzun bir süre beni inceledi.

Fakat ilk yenilen o oldu.

Muhafıza bakmadan tam benim gözlerimin içine bakarak yüzük olan parmağını kaldırdı ve kendi ağzını göstererek başını salladı. Muhafız bir an bile şüpheye düşmedi, bir an bile emrini sorgulamadı ve bana hızlı adımlarla yaklaşıp ağzımdaki beyaz çarşafı yavaşça söktü ve diğer tarafa fırlattı. Elim havada kaldığında sakince aşağıya indirdim ve çenemi havaya kaldırarak çöktüğüm yerden ayağa kalktım. Bu kez ellerimdeki bağı da çözmesi için başını salladığında Muhafız tek hamleyle beni o bağdan da kurtardı. Ayak bileklerime sarılı olan zincirlerin çıkardıkları sesler bile sanki o an, ona tutsaklığımı kanıtlıyor gibiydi.

Ne bekliyordu? Sessiz kalmamı mı? Çok daha beterini yapacaktım.
Tam yüzüne bakarak yere tükürdüğümde başımı iki yana salladım.

Veyn’in bu hareketimden sonra öfkelenmesini, belki de beni yok etmek için emir vermesini, en kötü ihtimalle o an bir hançer çıkarıp kalbime saplamasını bekledim. Çünkü muhafızın bakışları, geriye doğru kaçması ve dehşetle nefesini vermesi bile çok büyük bir yanlış yaptığımı gösteriyordu.

Ama Veyn çok sakin bir şekilde ve insanı çıldırtacak kadar sinir bozucu bir yavaşlıkla gülümsedi. Gözlerinde neşe yoktu, bakışları hâlâ aynıydı ama öyle bir gülümsüyordu ki, o an bile anlamıştım onu öfkelendirmemin çok zor olduğunu. Benim yüzümdeki gülümseme solduğunda o daha geniş bir şekilde gülümsedi hatta bembeyaz dişleri ortaya çıktı. Başını yavaş yavaş aşağı yukarı sallarken, gurur duyuyormuş gibi davranıyordu ve bu daha fazla çıldırmama neden olmuştu. Gözleri gözlerimden ayrıldı ve yavaşça dudaklarıma ardından üzerimdeki yırtılmış siyah paltoma baktı, deri siyah pantolonuma ve botlarıma. Yeniden yüzüme doğru tırmandı ve saçlarımda çok kısa bir an oyalandı, bu en garip olanıydı.

Kim olursa olsun, saçlarıma çok dikkatli bakardı; onun hakkında sorular sorar ve belki de korkardı ama Veyn, saçlarımdan daha çok gözlerime odaklanıyordu çünkü ne düşündüğümü anlamaya çalışıyor gibiydi.

Şarkı: Foresaga, Runa

“Liora,” dedi adımı yavaşça ve dilini döndürerek mırıldanarak. “Liora Valenka.” Yüzümü buruşturdum ve büyük bir kinle ona baktım. “Kasabada sana drak diyorlarmış, bu doğru mu?” Drak, aptal cesaretli demekti ve kasaba halkının çoğu beni çağırırken drak diye çağırırdı ama bunu Veyn nereden biliyordu? Tek tek insanları sorguya mı çekmişti?

Hiçbir cevap vermeden ona bakmaya devam ettim ama zaten bir cevap beklemediği çok açıktı. “Liora,” dedi bir kez daha yarım adım atıp bana biraz daha yaklaştı ama hâlâ uzanabileceğim mesafede değildi. “Lakabının hakkını veriyorsun ama ne yaparsan yap, sadece kuru bir gürültü çıkaracağının farkında bile değilsin.” İnanılmaz bir aksanı vardı ve R harflerini öyle bir vurguluyordu ki sanki eski İskandinav kökleri damarlarında dolaşıyor, Korven’in büyükbabası kadar baskın kelimeler kullanıyordu. “Bu yüzden,” dedi gözleri sadece yarım saniye ellerime dönüp tekrar gözlerime tırmanarak. “Kendine zarar vermekten başka hiçbir şey eline geçmeyecek.”

Ben de gülümsediğimde gözlerimden büyük bir nefret okunduğuna çok emindim. “Sizden korkacağımı sanıyorsunuz, öyle değil mi?” Başımı öne doğru çıkardım ve çenemi kaldırdım. “Hiçbirinize boyun eğmeyeceğim, elinizden gelen her şeyi yapın.” Sonra aşağılayarak yanındaki muhafıza baktım. “Ya da yaptır çünkü kendine güvenseydin buraya bir muhafızla girmez, ayaklarıma zincirler bağlamazdın. Hatta ve hatta benden adımlarca uzakta durmak yerine bana yaklaşırdın ve o zaman sana neler yapabileceğimi gösterirdim.”

Veyn, kaşlarını çattı ama yüzünde hâlâ tebessüm vardı ardından gülmeye başladığında bu kez gerçekten kahkaha attığını fark etmiştim. Onu güldürmüştüm, gerçekten güldürmüştüm ve bu daha fazla öfkelenmeme neden olmuştu. Bakışları muhafızına döndüğünde tek bir baş hareketiyle muhafızına çıkması emrini verdi. Birkaç saniye içerisinde muhafız dışarıya çıktığında ve kapıyı kapattığında kamarada sadece ikimiz kaldık.

Hızlı bir şekilde üzerindeki pelerini söküp çıkardı ve yatağının üzerine attı ardından belindeki kemeri de çıkarmaya başladığında bu kez gerçekten korkarak “Bu kadar aşağılık, bu kadar pislik bir insan olamazsın,” dedim dişlerimin arasından. “Bana sen…” Yutkunduğumda ayak bileğimdeki zincirlerimden kurtulmaya çalıştım. “Bana ne yapacaksın?”

“Liora,” dedi bir kez daha, sanki bu adı söylemek ona keyif veriyormuş gibi. “Benim korkak olduğumu düşünüyorsun öyle mi?”

“Pislik bir adam olduğunu da söylüyorum artık,” dedim hiddetle. “Sen ne yapmaya çalışıyorsun?”

“Peki ya ben sana çok uzun zamandır sıkıldığımı ve senin bu dakikalardın çıkardığın çılgınlığın, başkaldırının ve durmaksızın devam etmenin bana keyif verdiğini söylesem ne derdin?” Gerçekten de sesinden bile keyif okunuyordu. “Hatta çok daha fazlasını istediğimi söylesem?” Yeşil gözlerinden bambaşka duygular geçti.

“Eğer bana dokunursan…” Bir kez daha ayak bileklerimdeki zincirlerimden kurtulmak için hamleler yaptım ama bir yanım, onun bana zarar vermekten ziyade daha farklı şeyler düşündüğünü söylüyordu. Ben aklımı kaçırdıysam o daha fazla kaçırmış gibi davranıyordu ve bu gerçekten korkunçtu.

İlk önce bir cevap vermedi ve karşımda siyah, kalın bir pantolon ve siyah, göğüs kafesinde iki düğmesi açık gömlekle kalana kadar üzerindekilerden kurtuldu. Geniş omuzları vardı ve kollarındaki kaslar, bol gömleğine rağmen belli oluyordu. Uzun bacaklarını saran pantolonu ve içine soktuğu botlarıyla sanki karşımda artık eskisinden daha heybetli görünüyordu. “Liora,” dedi yine R harfine baskı yapa yapa ve bakışlarını bana çevirdi. “Seninle bir ortak özelliğimiz var, o da ne biliyor musun?” Ellerini arkada birleştirdi ve bana baktı. “Yüzüme karşı herkes Veyn der ve bir kez bile saygıda kusur etmezler ama arkamdan ne diye hitap ederler biliyor musun?” Tek kaşını kaldırdı. “Drak. Ve ikimizde de aptal cesareti varsa hangimiz daha cesur bunu ölçmek ister misin?”

Yüzümü buruşturduğumda “Sen neyden söz ediyorsun?” diye sordum. “Neyin cesaretinden bahsediyorsun? Ayak bileklerimde zincirler var, bana bir adımdan daha fazla bile yaklaşamıyorsun ve şimdi karşıma geçmiş cesaretten mi söz ediyorsun?” Kendi kendime gülmeye başladığımda aşağılayarak onu süzdüm. “Cesaret iki taraf da eşitken sağlanır ve sen henüz bu cesareti…”

Çok kısa bir an, oldukça kısa bir anda şüphe bile etmeden bana doğru hızlı iki adım attı ve aramızdaki mesafeyi sıfıra indirgedi. Yüzüyle yüzüm arasında iki karışlık bir mesafe vardı ve benim boyum ortalama olarak 1.77 civarıyken o benden çok daha uzundu. Belki 1.93 belki de 1.95 asla kestiremiyordum. Zaten kuzeylilerin uzun boylu olması normaldi ama artık gözlerimin önünde ve yakından daha heybetli görünüyordu ve bana öylesine yakındı ki, ne yapacağımı kestiremiyordum.

“Çok uzun zamandır senin gibi birisiyle karşılaşmadım ve bu bana keyif verdi.” Yemyeşil gözleri dikkatli bir şekilde beni incelerken meydan okumasını görüyordum. “Benimle oyun oynamaya var mısın? Kaybedersem seni hatta arkadaşlarını da özgür bırakacağım, kabul ediyor musun?”

Boğazımı temizlediğimde şu an bu kadar yakın mesafedeyken istesem ona saldırabileceğimi biliyordum ama bunu yapmam sadece bir zaman kaybından ibaret olurdu, bunun da farkındaydım çünkü günlerdir açtım, uykusuzluktan bitap düşmüştüm ve gücüm yoktu. Yine de ellerimle onun boynunu sıkıp nefesini kesme arzumu bastıramıyordum.

Sanki ne düşündüğümü anlamış gibi gülümsedi ve yüzüme biraz daha yaklaşıp aşağılayıcı bir tınıyla “Yoksa asıl korkak sen misin?” diye sordu.

“Ben hiçbir şeyden korkmam,” dedim bir an bile düşünmeden. “Ama neden seninle oyun oynayarak vakit kaybedeyim ki? Zaten elinizden kurtulacağım.” O kadar garipti ki, sanki o altın kemerini ve kıyafetlerini çıkardıktan sonra yüzüğündeki o saygı ve ağırlığı saklamış, bana bir kasabalı gibi konuşmaya başlamıştı.

Bir anlık, sadece bir anlık normal insan olma arzusunda olduğunu düşündüm ama sonra onu tanımadığım için böyle bir şey düşünmek beni sinirlendirdi.

“Kurtulamayacaksın, Liora,” dedi kelimeleri heceleyerek. “Ben istemediğim sürece kurtulamayacaksın çünkü artık Thalron’a aitsin ve kabullen, şu an seni kurtaracak tek kişi benim ve sen de bunun farkındasın. Daha önce hiç kimseye sunmadığım bir şey sunuyorum sana, kurtuluşun anahtarını ellerine veriyorum. Tek yapman gereken benimle oyun oynamak.” Kaşlarını kaldırdı. “Ama bu oyun isteğimi geri çevirirsen elindeki bu fırsatı da kaçıracaksın ve ne kadar çırpınırsan çırpın kurtulamayacaksın.”

“Thalron’da zaman epey sıkıcı geçiyor olmalı,” dedim dik dik bakarak. “Çünkü kendine oyun arkadaşı arıyor gibisin.”

“Evet,” dedi. “Sahiden de Thalron’da zaman şu ana kadar çok sıkıcı geçiyordu.” İşaret parmağını kaldırıp beni işaret etti. “Ta ki senin gibi başkaldıran birisi gelene kadar.”

Dudaklarımı ıslattığımda gözlerimi yavaşça ondan kaçırdım ve ellerimi birkaç kez yumruk yapıp açtım. Şimdi yüzüne sert bir yumruk atsam ve şu kamaranın kapısından çıksam nereye gidebilirdim? Denizin ortasındaydım ve her yer…

“Kapıdan dışarı çıktığın an, yakalanman on saniye bile sürmez, istersen deneyelim,” dedi keyifli bir sesle. “Hatta istersen senin için kapıyı da açabilirim.”

Bakışlarım yine sert bir şekilde ona döndüğünde “İnsanlardan ne istiyorsunuz?” diye sordum dişlerimi sıkarak. “Neden bunu yapıyorsunuz?”

“Liora,” kaşlarını çattı, “adının anlamı ışık veren demek öyle değil mi?” Birkaç saniye düşündü ve sonrasında yeniden içten bir şekilde gülümsedi, neye gülümsediğini bilmiyordum ama bir şeyler hoşuna gitmiş gibiydi. “Hâlâ soruma cevap vermedin.”

“Sen de benim vermedin.”

“Çünkü şimdi oyun oynarsan ve kazanırsan, amacımızı bilmene gerek kalmayacak ama kaybedersen zaten öğreneceksin, neden kendimi bunu anlatarak yorayım ki şu an?” Biraz daha yaklaştığında üstünlükle bana bakmaya devam etti. “Bana korktuğumu söylemiştin ama gördüğün gibi, korkmuyorum. Şimdi sen de bana bunu kanıtla.”

Geriye doğru çekilebilirdim ama bunu yapmayacaktım çünkü eğer yaparsam ondan korktuğuma inanabilirdi. “Ya yalan söylüyorsan?” dedim açık bir şekilde. “Ya kazanırsam ama yine de beni ve arkadaşlarımı özgür bırakmazsan?”

“Veyn asla yalan söyleyemez,” dedi kendinden emin bir sesle. Veyn ne, onu bile bilmiyordum ama o kadar kendinden emindi ki, sanki bu yazılı olmayan bir kuraldı ve yalan söylediği an, onun için her şey berbat bir hal alacak gibiydi. “Ve ben, daima ama daima sözümü tutarım.”

“Peki,” dedim başımı iyice kaldırıp tam gözlerinin içine bakarak. “Ya kaybedersem? O zaman benden ne isteyeceksin?”

Veyn, öyle dikkatli gözlerle beni inceledi ki, soruma cevap vermesi neredeyse bir dakikasını aldı. “Yemek yiyeceksin.”

Tiksiniyormuş gibi soludum. “İnsan eti mi yiyorsunuz?”

Reddetmesini bekledim ama sakin bir şekilde “Senin etini yemeyeceğim, söz veriyorum,” dedi rahatlıkla.

Hareketlendiğimde ve elimi kolumu koyacak yer bulamadığımda yeniden bakışlarımı kaçırdım. “Neden yemek yememi istiyorsun o halde?”

“Çünkü Thalron’da herkes sağlıklı olmak zorundadır.” Hızlı bir şekilde cevap vermişti fakat yüzüne yeniden baktığımda tek neden bu değilmiş gibi bir ifadesi vardı, yemeklerin içine bir şeyler koyuyor olabilirler miydi? Her ne sorarsam sorayım cevaplarından zaten emin olamayacaktım ve beni hep ikilemde bırakacaktı, bunu görebiliyordum.

“Ne oynamak istiyorsun?” diye sordum çünkü o an, bu oyunu oynamaktan başka hiçbir çarem kalmadığını fark etmiştim. Bir gemideydim, saatlerce bağırıp çağırsam dahi kuru gürültüden başka hiçbir işe yaramayacaktı ve kaçabilecek hiçbir yerim yoktu çünkü denizin ortasındaydım. Üstelik eğer yalan söylemiyorsa elime buradan kurtulabilmek gibi bir fırsat geçmişti.

“Karlin,” dedi rahatça. “Benimle Karlin oyna çünkü öğrendiğim kadarıyla Mahzende geçirdiğin zamanlarında dövüş öğrenmişsin ve harika bir dövüşçüymüşsün.”

Bu kadar bilgiyi neden ve kim tarafından erişmişti? Bunu neden sorguluyordum ki, kasaba halkında beni tanımayan kimse yoktu ve her şeyimi biliyorlardı, ne olursa olsun, Karlin oynarken onları gerçekten de zorlamıştım.

Karlin, defalarca mahzende oynadığımız bir oyundu. Yere bir daire çiziliyordu ve iki insan o dairenin içinde kalıp birbirlerine vurmadan ya dengelerini kaybettirmeye çalışıyorlardı ya da daireden dışarıya çıkarmaya. Bir kez bile yenilmemiştim ve gerçekten de bu oyunda iyiydim hatta kasaba halkının en güçlü insanları bile benimle yarışa girmiş ama hiçbirisi esnekliğimden ve çevikliğimden dolayı beni yenememişti.

Sanki Veyn, Karlin’i çok iyi oynadığımı da biliyor gibiydi.

Şarkı: Heldom, Myrkr

Gülümsediğimde “Kabul ediyorum,” dedim ve sonrasında bir an bile şüphe etmeden yüzüne yaklaşıp dişlerimi sıkarak “Ama eğer kazandığımda bizi özgür bırakmazsan hiç ummadığın bir gecede senin nefesini keserim,” diye fısıldadım. “Ve ben de asla yalan söylemem.”

Tehdidim onu rahatsız etmek yerine gülümsemesine neden oldu ve sonrasında elini pantolonunun cebine atıp küçük bir anahtar çıkardı. En sonunda önümden çekilip arkama doğru geçtiğinde ve ayaklarımdaki zincirlerin olduğu kilide doğru eğildiğinde dakikalardır nefesimi tuttuğumu yeni fark ediyordum. Gözlerimi kapattığımda ve elimi kalbime doğru gittiğinde içimden belki de onlarca kez bu oyunu yenebilmek için şans istedim.

Bir zincirin açılma sesi geldiğinde “Nefesimi nasıl keseceksin?” dedi rahat bir sesle. Bana Drak diyorlardı ama sahiden de benim kadar var gibiydi. “Hançer, halat, su ve belki de başka bir şey? Tercih hakkım var mı?”

Gözlerimi devirdiğimde ona cevap verme gereği bile duymadım. Hem inanılmaz kibirli hem de inanılmaz alaycı bir adamdı ama bir yandan da fazlasıyla ciddi ve üzerinde gerçekten Veyn olmanın da ağırlığı vardı. Sahiden, Veyn ne demekti?

“Veyn’in anlamı ne?” Diğer zincirin açılma sesi geldiğinde “Adın bu değil, değil mi?” diye sordum.

Doğruldu ve yeniden önüme geçtiğinde masanın oraya doğru ilerleyip tüy kalemi eline aldı. “Zaten öğreneceksin,” dedi kendinden oldukça emin bir şekilde. “Thalron’a gittiğimizde.”

“Prens demek veya kral,” dedim kendimi tutamayarak. “Çünkü herkes sana saygı duyuyor.” Alayla gülümsedi ama bana bir cevap vermedi. “Fakat sana hiçbir zaman saygı duymayacağım, biliyorsun değil mi?” Eğilip yere bir daire çizerken ellerinde ve kollarının görünen kısmında bazı izler olduğunu gördüm; hançer izi diyemezdim ama yanık da diyemezdim. Bambaşka izlerdi ve hayatımda ilk kez böyle izler görüyordum.

Daireyi çizip doğrulduğunda ellerine baktığımı fark etti ama gizleme zahmetine bile girmedi.

Şimdi ikimiz de bir dairenin içindeydik. Tam karşıma geçtiğinde ben de ayak bileklerimdeki zincirlerimden kurtulmuştum. Öylesine rahat bir şekilde bana bakıyordu ki, bu rahatlığı artık canımı sıkmaya başlamıştı. “Kuralları biliyorsun,” dedi sadece. Elbette Karlin’i çok iyi oynadığımı biliyordu ve beni, en çok güvendiğim yerden vurmaya çalışıyordu. Drak. Drak dölü.

“Başla,” dedim sertçe. “Üç olan kazanacak.”

Koyu yeşil gözlerini kıstı ve hafifçe öne doğru eğildi; onunla beraber ben de öne doğru eğildiğimde karşılıklı yavaşça dönmeye başladık. Gözlerini bir an olsun benden ayırmıyordu ve ben de ondan ayırmıyordum. Öne doğru hafif bir hamle yapıp kolunu salladığında geriye doğru çekilip eğildim ve hızlı bir hamleyle arkasına geçip ona arkadan saldırmak istedim ama öyle hızlı bir hareketle oradan ayrıldı ve karşıma geçti ki yüzü yeniden yüzüme döndüğünde haz aldığı yüzündeki gülümsemeden belliydi.

Bu kez ben ona hamle yaptım ve kolunu kavrayıp onu döndürmek istedim ama eğilip kolumun altından çıktı ve hiç ummadığım anda belimden sarılıp beni kendisine yasladığında ondan kurtulmam için sadece üç saniyem vardı; eğer üç saniye içerisinde kurtulamazsam beni dairenin dışına itebilirdi. Kendime düşünme payı bile vermeden sağ elimi onun ensesine yerleştirdim ve diğer elimle kolunu tuttuğumda onun da çevrilmesine sebep oldum. Sadece bir saniye sırtlarımız birbirine çarptığında yeniden önümüze döndük ve Veyn, öyle bir kahkaha attı ki, “Liora,” dedi keyifle. “Beni heyecanlandırıyorsun.”

Ben de kendimi tutamayarak gülümsediğimde elimle onun boynuna uzanmak için hamle yaptım fakat Veyn, hiç ummadığım bir anda baldırımdan tutup beni yere düşürdüğünde ve eliyle iki bileğimden tutup başımın tepesine yerleştirdiğinde bütün ağırlığını benim üzerime verdi. Bacaklarımı hareket ettirmeye çalıştığımda ağırlığını daha fazla verdi ve hareket kabiliyetimi tamamen sıfırladı.

Tamamen üzerimdeydi.

Yüzüyle yüzüm arasında çok kısa bir mesafe varken “Üç,” dedi geriye sayarak. “İki.” Gülümsedi, zafer dolu bir gülümsemeydi. “Bir.” Bakışları ellerime kaydı ve sonrasında rahat bir sesle “Ben kazandım,” dedi. “O uzun saçların dairenin dışında.”

Gözlerimi kapattım ve dişlerimin arasından kısa bir küfür yuvarladıktan sonra onu üzerimden itmek için hamle yaptım ama çoktan çevik bir hareketle doğrulup üstten üstten bana baktı. Öfkeyle saçlarımı geriye atıp yeniden karşısına geçtim ve bu kez art arda hamleler yapmaya başladım. Artık kamaranın ortasında, küçücük bir dairenin içinde birbirini yok etmek isteyen iki savaşçı gibiydik ya da kazanmak isteyen iki savaşçı; bunun cevabını zaman verecekti.

İlk önce ona doğru kolumu salladım ve her zaman kurtulmak için eğildiğini fark ettiğim için eğilmesini bekledim; o eğildiği anda ise en dengesiz anını kollayıp dizlerimin üzerine çöküp sert bir hamleyle ona çelme taktım.

Veyn sendelediğinde ve dengesini sağlamak için dik bir duruşa geçmek istediğinde bu kez onu sertçe itekledim. Tam o anda sarsıldı ve bir ayağı dairenin dışına çıktığında yere düşmedi ama ben kazanmıştım. “Bir, bir,” dedim yavaşça ayağa kalkarak nefes nefese. “İsterdim ki sana bu denli saygı duyanlar, bu aciz halini de görmeli.”

Fakat kaybetmek onu sinirlendirmemiş aksine daha fazla keyiflenmesine sebep olmuştu. Gülmeye başladığında omuzlarını indirip kaldırdı ve alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Zaten dağınık olan kumral saçları daha fazla dağılmıştı ve yeşil gözleri artık eskisinden daha parlak bakıyordu. “Devam et,” dedi hazla. Sesinde sanki çok uzun zamandır yenilmemiş ve şu an yenilmenin bile hazzını yaşayan o tını vardı. Bu hissi biliyordum çünkü Svalbard’a beni de kimse yenemediği için bir süreden sonra birinin beni zorlaması bile keyif veriyordu.

Yeniden karşı karşıya geldiğimizde birbirimize hamleler yapmaya devam ettik, onu aşağılayamazdım, gerçekten de zeki bir adamdı çünkü onun eğildiğini çözdüğümü fark etmiş artık başka yöntemler bulmaya başlamıştım. En uzun oyunumuz bu oyunumuz olduğunda ikimiz de soğuğa rağmen terlemiştik ve nefes nefese kalmıştık.

En sonunda ikimiz de birbirimize en sert şekilde hamleler yapmaya başladığımızda benim etrafımda hızlı bir şekilde dönmeye başladı ve çelme takmak istedi, kendimi ondan kurtarırken bir anda arkama geçti ve belimden tutup beni kendine yapıştırdı. Fakat bu kez, elleriyle bileklerimi de tuttuğunda ve tek bacağını bacağımın arasına geçirip hareket kabiliyetimi tamamen sıfırladığında nefesi enseme ve yanağıma doğru çarpmaya başladı. Yutkundu ve nefes nefese kulağıma doğru “Üç,” dedi. Kendini bana öyle bir yaslamıştı ki, vücudunun her zerresini ve kalkıp inen göğsünü hissedebiliyordum. “İki,” dedi. Çırpınmaya bile çalışmadım çünkü kurtulabilmemin imkansız olduğunun farkındaydım. Adeta beni kendine mühürlemişti. “Bir.” Kulağıma doğru biraz daha yakaştı. “Ben kazandım, Işık Veren,” dedi adımın anlamını imayla söyleyerek ve belki de aşağılayarak. “İki, bir.”

Şimdi beni dairenin dışına çıkarması gerekiyordu ama birkaç saniye daha o şekilde durdu ve sonrasında sertçe dairenin dışına atmak yerine çevik bir hareketle belimden döndürüp beni dairenin dışına bıraktı.

Bir anlık sadece bir anlık üşüdüğümü hissettim çünkü o üç saniyede vücudumuz o kadar çok bütün olmuştu ki, onun vücut sıcaklığı benim vücut sıcaklığımla birleşmişti. Normalde asla afallamazdım ama afalladığımı hissettiğimde çok kısa bir süre dairenin dışında kalmaya devam ettim. “Bu oyunu herkesle oynuyor musun?” diye sordum. Bir cevap vermedi. “Neden benimle oynamak istedin?” Yine cevap vermedi ve beni dairenin içinde gülümseyerek beklemeye devam etti. “Neden herkes sana saygı duymak zorunda?”

“Liora,” dedi ve her seferinde adımı söylerken keyif alıyordu. “Belki de bu sana son kez adınla seslenişim, dairenin içine gel ve benimle savaşmaya devam et.”

Son bir kez bütün gücümü toparlayarak derin bir nefes aldım ve yeniden dairenin içine döndüğümde “Senin kadar iyi beslenmiyorum,” dedim sert bir dille. “Günlerdir açım, sen zaten bu oyuna bir sıfır önde başlamış oldun.”

Cevap bile vermeden öne doğru atıldığında ondan kurtuldum ve arkasına geçip kolumu boynuna sardım; normalde oyunda bu tarz fiziksel zararlar vermek yasaktı fakat şu an umurumda değildi. Veyn, bir anlık duraksadığında ve zorlukla gülmeye başladığında istese kurtulabilecekken “Nefesimi bu şekilde kesmek istediğini konuşarak da söyleyebilirdin,” dedi ve sonrasında hızlı bir şekilde benden kurtulup karşıma geçti, bacaklarıma doğru hamle yaptı; diğer tarafa kaçtım ama bu kez de orada sırtımdan yakalamaya çalıştığında diğer tarafa doğru ilerledim.

Şimdi o kadar hızlı ve çevikti ki, sanki diğer üç oyunda rol yapmıştı ve şimdi asıl kimliğini gösteriyordu artık hamle yapma şansım yoktu sadece ve sadece ondan kaçıyordum, sırtımın arkasındayken önüme geçiyor, eğilmişken bir anda kolumu kavrayabiliyordu. Yine de dakikalar süren bir savaştı ve en iyi haliyle beni yakalamakta öyle zorlandı ki, sonlara doğru dişlerini sıktığını görebiliyordum.

Sonunda keyfini kaçırdığımı görebildiğimde gülümsedim ve oldukça rahat bir sesle “Belki bu oyunu sen yeneceksin,” dedim. “Ama ben istemediğim sürece beni hiçbir zaman yakalayamayacaksın.”

Kaşlarını çattığında ve öne doğru adeta bir kurt gibi eğildiğinde bana doğru öyle bir atıldı ki ondan kurtulabilmek için eğildiğimde bir anda kolları bacaklarıma sarıldı ve beni geriye dairenin çok dışına duvara sertçe yasladığında gözlerim kocaman açılmış bir şekilde ona baktım. Kolları bacaklarıma dolanmıştı ve ayaklarım havadaydı. Ona tepeden bakarken yüzü göğüs kafesime denk geliyordu ve aşağıdan bana bakıyordu. İkimiz de nefes nefese birbirimize bakarken Veyn’in yüzünde öyle bir tebessüm oluştu ki nefesi kalkıp inen göğüs kafesime doğru çarptı. Ellerim ister istemez onun omuzlarına tutunduğunda hem şaşkındım hem de o an neler olduğunu çözmeye çalışıyordum.

Kaybetmiştim ama öfkeden daha çok büyük bir şaşkınlığı hissediyordum çünkü o an, ona neden bu kadar saygı duyduklarını, neden eğildiklerini ve neden Veyn olduğunu anladım; çok güçlüydü, haddinden fazla güçlüydü ve gözlerinde gerçekten de o her şeyden üstün adam vardı.

“Liora Valenka,” dedi içten bir sesle. “Thalron’a hoş geldin, buraya adım atan ya kaybolur ya da efsane olur. Sen efsane olacaksın.”

Yavaşça beni yere doğru bıraktığında ve ayaklarım yerle buluştuğunda hiçbir şey söylemeden yüzüne bakmaya devam ettim. Veyn ise geriye doğru bir adım atıp gülümsedi ve üzerinden çıkardığı kıyafetlerini yeniden eline aldı.

“Fakat yine de hiçbir zaman size ve özellikle sana saygı duymayacağım.” Çünkü farkındaydım, şu an bu odadaki adamdan çok farklı bir adamdı; belki de benim en büyük düşmanım olacaktı.

Veyn daha geniş bir şekilde gülümsediğinde “Bana saygı duyacaksın,” dedi net bir sesle ve üzerine kıyafetlerini giymeye başladı. “Çünkü zorunda kalacaksın.”

“Asla,” dedim tiksiniyormuş gibi. “Asla bu gerçekleşmeyecek.”

En sonunda pelerinini giyerken yüzündeki gülümseme bıçak gibi kesildi ve kemerini takarken ciddileşti. Yeniden o ilk gördüğüm adama dönüştüğünde çenesini havaya kaldırdı. “Belki de,” dedi alayla. “Benimle başka bir gün, başka bir oyun oynarsın ve kazandığımda bana saygı duyarsın, kim bilir?”

Başımı olumsuz anlamda yavaş yavaş iki yana salladığımda “Seninle bir daha asla oyun oynamayacağım,” dedim kendimden emin bir sesle.

“Veyn, duraksadı ve tek kaşını kaldırıp bir süre yüzümü inceleyip “Liora,” dedi yeniden. “Adını söylemek güzeldi.”

Hemen ardından geriye doğru çıktığında ve bir cevap vermemi bile beklemeden kapıyı açıp karanlığa karıştığında arkasından öylece bakakaldım. Kapıyı kapatmamıştı bile, zincirlerim de yoktu ve susturmamıştı da. Çünkü bu oyunu kaybettiğim için hiçbir çaba vermeyeceğimden emindi; gururumu anlamıştı. Ve ne yazık ki, ben de öyle bir gurur vardı ki, verdiğim sözleri tutar, kaybetsem bunu gizlemem, kazansam da bunu göğsümde nişane gibi taşırdım.

Veyn, kazanmıştı ve ben kaybetmiştim.

Ama daha yolun başındaydık ve o gerçekten de beni hiç tanımıyordu.

Neredeyse yirmi dakika sonra muhafız yeniden elinde tepsiyle geldiğinde yerde oturmuştum ve hiçbir tepki vermeden ona bakıyordum. Muhafız ilk önce duraksadı ve sonrasında tepsiyi yere bırakırken “Veyn yemek yemeni emrediyor,” dedi bir kez daha.

“Sen başka bir cümle bilmez misin?” diye sordum.

“Veyn yemek yemeni emrediyor,” dedi yeniden.

“Emredemez,” dedim ama muhafız bir cevap vermek yerine kamaradan çıktı ve kapıyı kapattı; kilidin sesini ise duymadım.

Ne yazık, Veyn gerçekten de bana hiçbir şey yapmayacağım konusunda güvenmişti; bugün değildi belki ama bir gün, onu kıskıvrak yakalayacağımdan bihaberdi.

Tepsiye baktım ve sonrasında büyük bir nefes verip kendime doğru çektim. Et, çorba, ekmek ve bir bileklik.

Bileklik mi? Az önceki tepside böyle bir şey olmadığına çok emindim ama şu an, bu bileklik de nereden çıkmıştı?

Kaşlarım çatıldığında çelikten yapılma parlak bilekliğe baktım; kalındı ve tam ortasında zümrüt yeşili bir taşın üzerinde V harfi vardı. Sakince elime aldığımda ve parmaklarımın arasında döndürdüğümde oldukça ağırdı ve taşın, gerçek zümrüt olduğunu bile bir anlık düşünmüştüm.

Bu ne demekti bilmiyordum ama tamamen beni himayesi altına almak için bir oyun oynadığını düşünüyordum ve o bilekliği takmayacaktım.

Bilekliği yeniden tepsiye sertçe koydum ve eti kendime çekip ilk lokmayı hızlı bir şekilde ağzıma attım. Aniden bu güzel tatla beraber dudaklarımdan keyifli bir ses çıktığında endişeyle etrafıma baktım ve beni izleyen var mı, diye gözetledim.

Sonrasında ise tabakları öyle hızlı bir şekilde bitirdim ki, hayatım boyunca daha güzel bir yemek yediğimi hatırlamıyordum; insan etiyse şayet yeniden olsa yeniden yerdim, galiba Thalron bana barbarlık kazandırmaya başlamıştı.

YER: THALRON

Şarkı: Danheim, Ivar's Revenge

Völvaların gür sesi kulaklarıma dolmaya başladığında yavaşça gözlerimi araladım ve yerde uyuyakaldığımı fark ettim; önümdeki tepsi ise alınmıştı ama bileklik hâlâ yerde duruyordu. Ne zaman uyuduğumu hatırlamıyordum, son hatırladığım tavanı izlediğim ve kendime binlerce kez Elly için intikam yeminleri ettirdiğimdi.

İnsan intikam yeminleri ederken uyuyakalır mıydı? Kalabiliyordu, en büyük örneği bendim.

O an geminin hareketinin durduğunu ve geminin dışından insanların adım seslerinin geldiğini işittim.

Lanet olsun ki Thalron’a gelmiştik, bunu anlamak zor değildi çünkü Völva davullarına her vurduklarında tek bir cümle haykırıyorlardı: “Thalron varen! Varendi Thalron.”

Thalron yaşasın, çok yaşa Thalron!

Öfkeyle nefesimi verdiğimde yanımdaki paltomu hızlı bir şekilde üzerime giydim ve başlığını başıma geçirdim; birkaç saniye duraksadıktan sonra ellerimle yerden destek alıp “Hazırsın, Liora,” dedim kendime. “Ve asla vazgeçmeyeceksin.” Tam o anda, masanın üzerinde bırakılmış radyasyondan korunmak için olan maskeyi elime aldım ve adımlarımı atarken yine de ne olursa olsun, tepsiye bırakılan bilekliği paltomun cebine attım.

Bulunduğum kamaradan hızlı adımlarla çıktığımda ve neredeyse altı adımda geminin yosun bağlamış korkuluğuna ulaştığımda dışarısı o kadar soğuktu ki çevreme dikkat bile edemedim. Kendime sımsıkı sarıldığımda ve kollarımı önümde birleştirdiğimde gözlerimi kapatıp açtım ve hemen karşıma baktım; tam o anda, yan tarafımdaki kırmızı yelkenli gemiden tanıdık yerli halkın indirilişini gördüm. Soğuk veya korku dinlemeden geminin diğer ucuna doğru koştuğumda ve merdivenleri inmeye başladığımda hemen aşağıda beni bekleyen iki kırmızı pelerinli adamı gördüm; siyah pelerinliler ise çoktan gitmişti.

O kırmızı pelerinlileri umursamadan yerli halkın bulunduğu yere doğru koşmak istediğimde izin vermemelerini bekledim ama adamlar bana aldırış bile etmedi. Bunun nedeni büyük ihtimal buradan kaçışın imkansız olacağını düşündükleri içindi.

Kendimi tutamayarak kalabalığa doğru koşarken “Tanya!” diye bağırdım fakat ona dair herhangi bir ipucu görmedim. “Korven!” Birkaç kişi bana dönüp baktı ama bakanlar da beni zaten tanıdıkları için baktılar ve herkes kendi canının peşinde olduğu için beni hiçbir şekilde umursamadılar.

Bir anda etraflarını kırmızı pelerinliler sarmaya başladığında ve kocaman bir topluluğu izana getirmek için iteklediklerinde, kendimi onların ellerinden kurtararak ne yapmaya çalıştıklarını çözmeye çalıştım. En sonunda ikili sıra haline getirmek istediklerini fark ettiğimde yerli halktan tanıdığım ama adını bile bilmediğim o kadının yanına geçtim ve etrafıma bakmaya devam ettim.

“Seni neden bizim gemimize bindirmediler?” Kadın o kadar net bir şekilde soruyu sormuştu ki bakışlarım şaşkınlıkla ona döndü.

“Bu da ne demek?”

Kadın çenesiyle siyah yelkenli gemiyi gösterdi. “Bu gemiye sadece seçilmiş olan yerli halkı koydukları söyleniyor, sen de oradaydın.”

Bir cevap verebilirdim elbette ama sorusuna duymazdan gelip “Tanya ve Korven’i gördün mü?” diye sordum.

Cevabın olumsuz olacağını düşünerek mutsuz bir şekilde ona baktım ama kadın “Evet,” dediğinde hevesle gülümsedim. “Onlar çoktan Thalron’a giriş yaptı, öndelerdi.”

Derin bir nefes verdiğimde neyse ki, yaşıyorlar diye düşündüm ve kadına hiçbir şey belli etmeden yeniden önüme döndüm ve herkesi ikili bir sıraya soktuklarında völva davulları sessizliğe gömüldü. Sadece yerli halk konuşuyordu, kırmızı pelerinlilerden ya da kenarlara yerleştirilmiş o dev muhafızlardan çıt çıkmıyordu.

Sadece bir anlık Veyn’i ve muhafızını aradım ama elbette ki buralarda değillerdi.

Hemen önümüzde duran kırmızı pelerinli adam elini kaldırdı ve sağ tarafı işaret ederek yürüyün emri verdi. Kelime yok, cümle yok, ses yok. Önümüzde kocaman, hemen arkasındaki yeri gizleyecek kadar büyük bir kayalık vardı fakat bizi yürüttüklerinde ve neredeyse kısa bir mesafenin ardından kayalığın heybeti kaybolduğunda o yeri gördüm: Thalron’u.

Senelerdir insanların diline doladığı, hakkında binlerce efsane dolanan o yeri sonunda görebildim ve bacaklarım kaskatı kesildi; sadece ben değil, herkes durdu ve o devasa yere baktı.

Svalbard’ın gece karanlığı değildi, Thalron’un karanlığıydı. Kendine ait, has bir karanlığı hatta gecesi var gibiydi. Sanki hemen şimdi üzerime çökmek, nefesimi kesmek hatta içimdeki alevi ya harlamak ya da tamamen söndürmek için karşımda dikiliyordu.

Rüzgar yüzüme çarptığında sanki her zaman hissettiğim rüzgar değilmiş gibi gelmişti. Hemen arkamızda kalan kıyıda donmuş olan denizin parçaları kıyıya vuruyor, çıkardığı sesler ürkütücü bir hal alıyordu.

Ve hemen ileride, devasa bir şekilde Thalron yükseliyordu. Dağ değil, kale değil, şehir değil; hepsinden birazdı ama hiçbirinden tam değildi. Gökyüzüne dikilmiş siyah, kocaman kuleleri olan ve belki de binlerce odasını içinde barındıran bir tapınak gibiydi. Kaç katlı olduğunu, yüksekliğini açıklayamıyordum; Fransa’daki o kule kadar olabilirdi. Ayaklarımı bastığım toprak bile sadece kar değil, buz değil, ikisinin arasında bir şey gibiydi. Ve en tepedeki kulede bir bayrak sallanıyordu ama o bayrağın ne olduğunu karanlıktan seçemiyordum.

Yeniden völva davulları çalmaya başladığında bize yürüyün emri verildi ve herkes aynı anda yürümeye devam etti. Her adımda başka bir detayı fark ediyordum, kocaman merdivenleri vardı ve kaç tane olduklarını sayamıyordum; duvarlar taştan değil, tahtadan değil ama metalden de değil gibiydi. Sanki buzdandı ama buz olmadığına da çok emindim. Koyu, siyahımsı, içine sanki yıldırım düşmüş gibi damar damar çizgileri vardı.

Etrafta bir tane siyah pelerinli yoktu hatta etrafta sadece onları kontrol edenler dışında kimse yoktu. Bir değil, birçok kapısı vardı ve insanları o büyük merdivenin ve meşalelerin olduğu yere değil, arkaya doğru yürüttüklerinde gözlerim kocaman açılmış Thalron’u inceliyordum. Hemen arkasında kocaman karla kaplı bir dağ vardı ve başka da hiçbir şey yoktu.

“Burası,” dedi yanımdaki kadın dehşetle. “Burası bambaşka bir yer. Burası adeta bir saray.”

“Hiçbir saray bu kadar korkutucu olamaz,” diye fısıldadım kendimi tutamayarak.

Bizi, o büyük heybetli kapı yerine arka tarafa doğru yürüttüklerinde neredeyse oraya varmamız bile yarım saatimizi almıştı ve ağır demir kapıyı açtıklarında sanki son bir kez gökyüzüne bakıyormuş gibi başımı kaldırdım. Gecenin en karanlık günüydü belki de çünkü tek bir yıldız bile yoktu; nefes aldım ve geri verirken başımı yeniden önüme eğdim ve kapıdan içeriye girmeden önce köşede, yere çakılı olan o tabelayla karşılaştım.

“Doğmak ve ölmek yasaktır!”

Elly’nin söylediğine göre seneler önce Svalbard’da da doğmak ve ölmek yasaktır, diye bir söylenti dolanmıştı ama aslında yasak değil, olması gerekendi. Svalbard’da insanlara doğum yaptırabilecek doktorlar ya da gerekli ekipmanlar olmadığı için Norveç’e gitmek zorunda kalıyorlarmış ve ölüm ise Svalbard’ın soğuğunda cesetler gömüldüğünde çürümediği için ve olası her felakette yüzeye çıktığı için ölüleri de Norveç’e gönderiyorlarmış.

Hatta Svalbard’da bir keresinde seneler önce bir hastalıktan ölen insanları gömdüklerini ve çürümedikleri için vücutlarındaki zararlı bakterilerin de toprağa karıştığını anlatmıştı. Bu yüzden insanlar hiçbir şey ekememiş ve birçok insan yeniden aynı hastalığa yakalanmıştı.

Fakat Thalron’da bütün bunlardan çok daha ayrı bir şekilde yasak olduğuna emindim ve bunu bir tarafım merak etse de bir tarafım Thalron’la ilgilenmemek için çaba veriyordu.

Çünkü burada kalıcı olmak istemiyordum.

Bizi içeriye soktuklarında bomboş, oldukça boş bir alanla karşılaştım. Üzerimizde kocaman bir kubbe vardı ve vitray camlar. Bu kadar. Başka hiçbir şey yoktu. Ve yine kimsenin sesi çıkmıyordu; avazım çıktığı kadar bağırıp ortalığı ateşe vermem gerektiğinin farkındaydım ama şu an bütün bunları yapmak sadece bana zaman kaybettirecekti çünkü buradan kaçışın çığlıklarla değil, başka şekilde olacağından artık emindim.

Neredeyse beş dakika sonra karanlığın ortasına meşalelerle beş tane muhafız girdi ve ortalığın ışıldamasına sebep oldular. Hemen ardından beş tane masa yan yana ve belirli bir izana göre dizildi; iki sandalye koyuldu. Birisi masanın arkasına, birisi de masanın önüne.

Artık yerli halktan da çıt çıkmıyordu çünkü ne olacağını anlamaya çalışıyorlardı.

Masanın üzerine bazı araç gereçler getirmeye başladıklarında muhafızlardan bir tanesi sıranın arasına daldı ve insanları bu kez, masaların önünde tek sıra halinde dizdi. Gözlerim yeniden etrafıma kaydığında belki Korven ve Tanya’yı görürüm umuduyla inceledim ama onlardan tek bir parça bile yoktu; çoktan bu aşamayı geçmiş olmalılardı.

Bir anda içeriye bembeyaz kıyafetli beş insan girdiğinde üzerlerindeki kıyafetler çok korkutucu görünüyordu. Upuzun yere kadar bir elbise gibiydi, kolları da öyle ve yüzlerinde maskeleri vardı. Tam kalplerinin üzerinde ise ters damla ve kan renginde bir rozet duruyordu. Neler olduğunu anlamıyorken adamlar sandalyelerine oturdu ve dönüp bize şöyle bir bakmadı bile. Etrafıma bir tek ben mi bu denli öfkeliyim ya da tedirginim diye baktım ve herkesin bakışlarında aynı ifadeyi gördüm: Korku.

“Kimse bize hiçbir şey söylemeyecek mi?” dedim dişlerimi sıkarak. “Bu sessizlik de ne böyle?”

Beyaz kıyafetli adam eliyle işaret verdi ve hepsi birden aynı hareketi yaptı. Ardından kırmızı pelerinliler tek tek sıranın başına geçip insanları o sandalyeye oturttular. Ben üçüncü sıradaydım ve ne yapacaklarını kestiremiyordum bile.

Beyaz kıyafetli adam sadece başını salladı ve kırmızı pelerinli, sandalyeye oturan orta yaşlı adamın elini tutup masaya doğru getirdi. Elimle ağzımı kapattığımda avcunu çevirttiler ve orta yaşlı adam, korkudan tir tir titrerken beyaz kıyafetli adamın yüzüne baktı. Adamın ise umrunda bile değildi sadece o değil, hiçbirisi onların yüzüne bakmıyordu.

Adam, küçük bir neşteri eline aldı ve kasabalı kişinin eline doğru yaklaştırdı; tam o esnada kendimi tutamayıp “Hayır!” diye haykırdığımda sesim kubbenin duvarlarına çarptı ve oradan yeniden bana döndüğünde çoktan hemen yanımda belki 2.35 belki de daha uzun dev bir muhafız belirdi. Kaşları çatıktı, nefretle bana bakıyordu ve bu Veyn’in muhafızı bile değildi. “Konuşmak,” dedi kelimenin üzerine basarak. “Yasak. Bağırmak yasak. Soru sormak yasak.”

Fakat onların yasakları umurumda değildi, şu an isterlerse beni yok bile edebilirlerdi. “Siz,” dedim hırsla. “Siz ne yapıyorsunuz ve neden…” Tam o esnada beyaz kıyafetli adamın, yerli halktaki adamın orta parmağına neşteri sadece batırdığını gördüm ve sonrasında kanı aktığında onu cam bir tabelaya bulaştırdı. Kırmızı pelerinliler oturan adamı kaldırdığında cam tabelayı bir cihazın içine yerleştirdi ve bir delikten o cam tabelaya doğru baktı.

“Ne oluyor?” diye fısıldadım endişeyle. “Bu ne demek?”

Tam beş dakika sonra beyaz kıyafetli adam, önüne koyulan dört kutudan açık kırmızı olanı çekti ve masanın köşesine koydu. “B Rh+, Tüccarlar!” Kimse neler olduğunu anlamazken diğer kırmızı pelerinli adamı köşeye çekti ve eline kırmızı pelerinini verdi sonrasında B Rh+ yazılı yaka rozetini.

“Bu ne demek?” dedim endişeyle. “Birileri artık bir şeyler söylesin!”

En sonunda az önce konuştuğum orta yaşlı kadın bilge bir şekilde “Kan grubuna baktı,” diye açıklama yaptı.

“Tüccar ne demek, bunun kanıyla ne ilgisi var?” Kadın bilmiyorum dermiş gibi dudaklarını büktüğünde yeniden o tarafa döndüm.

Bu kez, önümdeki kadını aldıklarında, Tüccar dedikleri adama o kırmızı pelerini giydirdiler, başlığını taktırdılar ve yakasına B rh+ yazılı rozeti yerleştirdiler sonrasında onu geride kalan karanlığa doğru ilerlettiler.

Aynı testi önümdeki kadına da yaptıklarında beş dakika değil, çok daha kısa sürdü ve beyaz kıyafetli adam, “Köksüzler,” dedi tükürür gibi.

“Köksüz ne demek?” diye sordu kadın fakat bir cevap alamadı. Ona siyah, incecik bir pardesü uzattılar; Tüccarların kıyafeti kalınken, Köksüzlerin kıyafeti oldukça inceydi ve bu soğukta insan donardı, bunun farkında olmaları gerekiyordu. O an anlamıştım, köksüzler bu hiyerarşide en alttaki kişilerdi, bir nevi köylülerdi, yerli halk demekti. Ve kan grubunu bile söyleme zahmetine girmemişler, bir rozet bile takmamışlardı.

Veyn de siyah giyiniyordu ama böyle değildi, o bir köksüz olamazdı, o bu hiyerarşinin neresindeydi?

Bir anda arkamdaki muhafız benim kolumu tuttuğunda ve ben kendimi ondan kurtaramadan sandalyeye oturttuğunda hırsla kendimi ondan geriye çekip kollarımı önümde bağladım. “Bunu yapmak zorunda değilim,” dedim dişlerimi sıkarak. “Bize bunu yapamazsınız!”

Beyaz kıyafetli adam yüzüme bile bakmadan önündeki eşyaları düzenli bir hale getirdi çünkü biliyordu ki onun parmağını kıpırdatmasına bile gerek kalmayacaktı. Tam da düşündüğüm gibi o dev muhafız, kolumu birleştirdiğim yerden çektiğinde ve elimi masanın üzerine sertçe koyduğunda acıyla inledim. Avcumun içini zorla çevirdi ve parmakları kan akışımı durduracak kadar kolumu sıktı.

“Bize bunu yapamazsınız,” dedim karşımdaki adama ama sanki kulakları bile duymuyor gibiydi. Neşteri kaldırdı ve yavaşça orta parmağıma batırdı. Acı bile hissetmedim çünkü vücudum buz kesmiş, nefesim donuklaşmıştı. Kanımı tabelanın üzerine koyarken yan taraftaki masadan “A Rh+,” sesini duydum. “Asiller.” Ne olduğunu bile anlamayan kumral kadın etrafına bakarken hemen yanında duran kırmızı pelerinli adam, ellerini birleştirdi ve ilk önce ona saygıyla selam verdi, sonrasında ise kıyafetlerini orada veremeyecekmiş gibi eliyle diğer tarafı göstererek yürümesini bekledi.

“Neler oluyor?” dedi kumral kadın anlamaya çalışarak ama ayağa kalkıp kırmızı pelerinliyle yürümeye başladığında onlar da karanlığın içinde kayboldular.

“A Rh-“ dedi üç yanımdaki masadaki beyaz kıyafetli adam. “Radyasyon etkisinde, zindana kapatın.”

“Ne?” diye bağırdı genç adam ve gözlerini kocaman açarak etrafına baktı. “Bu da ne demek? Ben hasta değilim!”

Büyük bir korkuyla o tarafa baktığımda muhafızlar hızlı bir şekilde adeta sürükleyerek genç adamı kollarından tuttular ve bütün çığlıklarına ve çırpınmalarına rağmen, onu içeriye değil, dışarıya doğru sürüklediler.

Ve ben, o an her şeyi anlamıştım.

İnsanları kan gruplarına göre sınıflandırıyorlardı çünkü savaş zamanı insanların kanlarıyla oynadıkları yönünde bir şeyleri bana Elly anlatmıştı ama şu an beynim o kadar hızlı çalışıyordu ki anılarımın içinde Elly ile konuştuğum o ana bile gidemiyordum. Büyük ihtimal negatif olanlar radyasyonlu sayılıyor ve Thalron’un zindanlarına atılıyordu, A Rh+ olanlar Asil, B Rh+ Tüccar ve geriye kalan pozitifler de köksüz demekti.

Neye göre, ne şekilde böyle bir karar almışlardı anlamıyordum ama dudaklarımdan sadece “Bu delilik,” döküldü. “Bu çılgınlık.” İnsanları kanlarına göre ayırmak ne demekti?

“AB Rh+,” dedi beyaz kıyafetli adam sağ taraftan ve saygıyla ayağa kalkıp ellerini önünde birleştirdi. “Kutsal İnsanlar.” Yani Din İnsanları demekti bu çünkü kuzeyde kutsal olan her şeyi dinlere bağlamaya başlamışlardı. Ve bu kez çok daha net anlamıştım, beyaz kıyafetli adam bile ayağa kalkıp selam veriyorsa Din İnsanları bu hiyerarşinin en tepesindeki kişilerdi. Otuzlarında genç adam, ne olduğunu anlayamadan iki tane kırmızı pelerinli ve iki muhafız onun yanına gelerek koruma görevi üstlendiler ve Asillerin gittiği tarafa doğru yürüttüler.

Artık her yerden aynı sesler yükseliyordu. Asillere ve Din insanlarına herkes saygı duyuyor, Tüccarlar için saygısızlık ya da saygı olmuyor, köksüzler ise bir hiç gibi köşeye fırlatılıyordu.

Radyasyonlu sayılanlar ise sürüklenerek dışarıya çıkarılıyordu ve zindana kapatılıyordu.

“Hey,” dedi hemen karşımdaki beyaz kıyafetli adam. Bakışlarım sertçe ona döndüğünde bana değil, çevresindeki diğer beyaz kıyafetlilere seslendiğini anladım. Hepsi birden bakışlarını ona çevirdiğinde sadece iki saniye bakışlarını bana döndürdü ve gözlerindeki hem dehşeti, hem korkuyu hem de endişeyi gördüm. Konuşmanın bile yasak olduğu yerde herkesi yanına çağıracak kadar ne olmuş olabilirdi?

Diğer adamlar hızlı bir şekilde yanına geldiğinde hep beraber o cam tabelaya baktılar ve beşi de aynı duygularla bakışlarını bana çevirdiler. En sonunda aralarından bir tanesi “Veyn’e haber ver,” dedi. “Kararı o verecek.”

“Neler,” dedim yutkunarak. “Neler oluyor?” Elbette ki bir cevap alamadım ve aralarından bir tane beyaz kıyafetli adam, koşarak karanlığa karıştı. Ben neydim? Benim kanım neydi? Onları endişelendiren ve korkutan ne olmuştu? Veyn neye karar verecekti? Çıldıracak gibi hissettiğimde saniyeler dakikaları kovalıyor, çevremdeki herkes tek tek kendilerinin ne olduğunu öğreniyordu. Ben dışında. Hatta öyle ki, hemen benim arkamdaki insanları başka masalarda test ediyorlar, beni ise oturduğum sandalyeden kaldırmıyorlardı.

Dakikalar artık saate dönüştüğünde ve neredeyse bu büyük kubbeli alanda kimse kalmadığında iki tane muhafız arkamda durmuş, sanki ölüm emrimin gelmesini bekliyor gibilerdi fakat Thalron’da ölmek yasaktı, öyle değil mi? Radyasyonlu isem direkt zindana göndermeleri gerekirdi, ben kimdim? Ben neydim? Ben neden bütün bunların içine düşmüştüm?

En sonunda karanlığın içinden iki muhafız ve neredeyse bir saat önce giden beyaz kıyafetli adam döndüğünde yüzü kireç kadar beyazdı ve endişesi hâlâ silinebilmiş değildi. Öne doğru eğilip karşımdaki adamın kulağına bir şeyler fısıldadığında adam inanamıyor gibi gözlerini açtı ve bakışlarını bana çevirdi.

Beni yok edeceklerdi, öyle değil mi? Ve bu emri veren Veyn miydi? Boğazıma kadar acıya battığımda ve sırtımda sanki onlarca diken hissettiğimde birkaç kelime daha konuştular ve sonrasında Veyn’in yanına giden adam omzunu indirip kaldırdı.

Tam o esnada, artık orada kimse kalmamıştı; ben ve o beş beyaz kıyafetli adam dışında. Bir de muhafızlar.

En sonunda karşımdaki adam, soluk bir sesle “Köksüz,” dedi ve başını önüne eğdi. “Köksüzler.”

“Ne?” dedim dişlerimi sıkarak. “Köksüzler mi?” Hemen yanımdaki muhafız beni sertçe kaldırdığında ve elime ince bir pardesü tutuşturduğunda karanlık tarafı tiksinerek işaret etti. “Hayır,” dedim hırsla. “Hayır, bunu kabul etmiyorum!”

Fakat her ne yaparsam yapayım beni dinlemediler, her ne olduysa Köksüz olduğuma karar verdiler ve bunun altında yatan kişinin Veyn olması daha fazla öfkelenmeme neden oldu. Muhafız beni kolumdan tuttuğu gibi götürürken, çırpınmaya çalıştım ama bu sadece çok daha fazla acı hissetmeme sebebiyet verdi.

Beni karanlığa doğru yürütürlerken “Bırak,” diye inledim ve kendimi ondan kurtarmaya çalıştım ama hiçbir şekilde izin vermedi. “Ben köksüz değilim, bırak beni!” Muhafıza bakmak için bakışlarımı ona çevirdiğimde hemen arkasındaki hareketlenmeyi gördüm ve gözlerim kocaman açıldı.

Ben oradan ayrılır ayrılmaz, daha fazla muhafız oraya geldi ve beyaz kıyafetli beş adamı, radyasyondan etkilenenlerin götürüldüğü tarafa doğru sürüklediler; en tuhafı da beyaz önlüklüler çığlık atmak bir yana dursun çırpınmadılar bile ve kaderlerine razı geldiler.

Her ne gördülerse bu onların yok edilmesine sebep olmuştu ve artık emindim; bu tamamen benimle ilgiliydi.

**

Bütün kabuslarımdan çok daha kötü bir kabusun içinde gibiydim ve bir an önce uyanmak istiyordum. Nerede olduğumu bile görmek istemiyordum, kim olduğumu da öyle veya neye dönüştüğümü de.

Zorla o ince pelerini giydirmişlerdi ve başlığını taktırmışlardı sadece bana değil, bütün köksüz olarak nitelendirdikleri herkese bunu yapmışlardı ve şimdi çok daha büyük bir kubbenin olduğu geniş bir alandaydık. Meşaleler her yere asılmıştı ve bütün köksüzleri dizlerinin üzerine çöktürmüşler, sıra sıra dizdirmişlerdi. Hiçbir şey açıklamıyorlardı, hiçbir şey bilmiyorduk.

Tek bir şey dışında: Yasak.

Konuşmak yasaktı, göz göze gelmek yasaktı. Bir köksüz bir köksüzle konuştuğunda hiçbir şey demiyorlardı ama bir köksüz bir Asille göz göze gelirse şayet ya da bir din insanıyla, göz göze gelmek bir yana dursun konuşursa bu çok büyük cezalara sebep oluyordu. Nasıl olurdu? Veyn eğer asilse onun adeta yüzüne tükürüyor gibi davranmış, ona asla saygı duymayacağımı söylemiştim. O an hiçbir şey yapmamıştı ama bütün bunlar yasak mıydı?

Kucağımdaki ellerime bakarken kalbimin acıyla ve öfkeyle titrediğini hissediyordum. Başımızı kaldırmak bile yasaktı ve kimse bunu yapmaya cesaret edemiyordu. Aslında konu cesaret de değildi, konu tam olarak bunu yaptıktan sonra artık savaşacak hiçbir şey kalmaması demekti. Çünkü bir an önce yok olup gitmek, bu hayattan kopmak demekti.

Ben bu hayattan vazgeçmeyecektim.

Bir anda Völva davulları çalmaya başladığında başımı eğdiğim yerden kirpiklerimin arasından karşıya doğru baktım ve büyük, kocaman ağır demir kapıyı iki tane muhafız açtı.

İlk başta içeriye açık kırmızı pelerinliler girdi; Tüccarlardı. Kirpiklerimin arasından hepsine tek tek bakarken o an arkadaşımı gördüm hatta arkadaşlarımı ve nefesimin kesildiğini hissettim. Tanya ve Korven, Tüccar olmuştu. Bir tarafım onlar köksüz olmadığı için iyi hissediyordu fakat bir tarafım da onlardan ayrı kalacağım için çok üzgündü.

Beni fark etsinler istedim, beni görsünler fakat ikisi de benim olduğum tarafa dönüp bakmadılar. Kırmızı kalın pelerinlerinin altında omuzları dik bir şekilde yürüyorlardı; Korven’in çenesi havadaydı fakat Tanya, bir anlık sadece şöyle bir Köksüzlere baktı ama Korven onu hafifçe dürttüğünde bunun yasak olduğunu anladım.

Tüccarlar hemen bizim önümüzde durduğunda ve biz tamamen yerde oturmuş başımızı eğmişken onlar bir dizlerini yere koydular ve tamamen çökmediler ama çeneleri aşağıda kapıya doğru baktılar.

Völva davullarının sesi daha fazla yükseldiğinde bu kez içeriye Asillerin girdiğini gördüm. Hepsi tıpkı Veyn gibi siyah pelerinlilerdi ama kıyafetlerinin birçok yerinde altın detayları vardı ve öyle bir içeriye giriyorlardı ki, Tüccarlardan ve Köksüzlerden çok daha üst oldukları ortadaydı. Kadınların kıyafetleri biraz daha griye yakındı fakat erkeklerin kıyafeti simsiyahtı.

En sonunda kapıdan içeriye o girdiğinde yavaşça başımı kaldırdım ve tam o anda, Veyn’in gözleri eliyle koymuş gibi direkt benimle kesişti. Bütün Asillerle beraber içeriye girmemişti. Yürürken gözlerini bir an bile olsun benden ayırmadı ve en sonunda Asiller de Tüccarların önünde durduğunda ikiye ayrıldılar ve sanki yol oluşturdular. Yere çökmediler, omuzları dik, çeneleri havadaydı. Veyn ise tam ortalarında durdu ve başıyla kapıdaki muhafıza emir verdi.

Tam o esnada Völva davulları sustu, ölümcül bir sessizlik oluştu ve içeriye bordo pelerinli insanlar girmeye başladı.

Din İnsanları. Bu her hallerinden belliydi çünkü onlar yavaş yavaş içeriye girmeye başladıklarında Asiller direkt ellerini önlerinde saygıyla birleştirdi ve başlarını eğdiler.

Tek bir kişi dışında.

Veyn.

O asla ellerini birleştirmedi ve çenesi havada Din İnsanları’na bakmaya devam etti; o kimdi? O Din İnsanları’ndan bile daha mı üsttü?

Din insanları tek tek içeriye girip tam karşımızda elleri arkada birleşmiş bir şekilde durduklarında hepsinin bakışları bizlerin üzerindeydi; aklımı kaybedeceğimi hissediyordum çünkü bu kadarı fazlasıyla ağır gelmişti.

“Veymor!” diye bağırdı muhafızlardan birisi ardından diğerleri de “Veymor!” diye haykırdığında herkes aynı ismi söylemeye başladı. Völva davulları artık Veymor diyerek çalınıyor, Köksüzler bile onlara ayak uyduruyordu, hiçbir şey bilmedikleri halde.

En sonunda kapıdan içeriye bir adam girdiğinde gözlerim direkt elinde tuttuğu mühüre kaydı: Veymor yazıyordu ve bütün herkes el pençe dururken Veyn sadece elleri arkada Veymor’u izliyordu.

O an anlamıştım; Veymor buranın kurucusuydu ve herkes ona sonsuz saygı duyuyordu.

Veymor bütün din insanlarının ortasında durdu ve herkesin tek tek yüzüne baktı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladığında sadece bir anlık nerede olduğuma, insanların ne yaptığına ve en çok benim ne yaptığıma baktım. Neyden korkuyordum, yok edilmekten mi? Bu denli gurursuz bir şekilde yaşamaya, yaşamak denilmezdi zaten. Kansa konu, kanım kabul etmiyordu. Ben bu kadın değildim.

Bir anda başımı kaldırdım ve zorla kapattıkları başlığımı geriye doğru attım. Yanımdaki Köksüzler bana doğru endişeyle baktıklarında yanımdaki orta yaşlı kadın beni pelerinimden çekiştirmeye çalıştı ama asla izin vermedim; bir başkaldırı olacaksa çığlıklar olmadan da başkaldırı gerçekleşirdi. İnsan dimdik tek başına ayakta durarak da kim olduğunu herkese gösterebilirdi.

Çöktüğüm yerden yavaşça ayağa kalktım ve çenemi havaya kaldırdığımda ellerimi yavaşça birbirine çarpmaya başladım. Herkesin bakışları bana döndüğünde umurumda bile değildi; daha sert çarptım ellerimi ve onlar bana bakarken ben de dimdik bir şekilde onlara baktım.

Völva davulları sustu, Tüccarlar bile başlarını çevirip bana baktığında Tanya ve Korven’le göz göze geldim. Alkışlarım daha şiddetli bir hal aldığında yüzlerce insanın içinde tek başıma bir direniş gösteriyordum; yok edeceklerse beni bu şekilde yok etmelilerdi çünkü içimde hiç susmayan bir kadının sesi, gururum için bana haykırıyordu.

Veymor, öne doğru birkaç adım attığında ve bana daha dikkatli bir şekilde baktığında gözleri saçlarıma doğru kaydı ve yavaşça pelerininin başlığını aşağıya indirdi. Orta yaşlarda bir adamdı, gözleri kömür kadar siyahtı ve saçları ise sarının en açık tonlarına sahipti. Belki de beyaz. Belki de beyaza yakın, çözemiyordum. Upuzun boyu vardı ama ben bu şekilde ondan daha heybetli görünüyordum, bundan çok emindim.

Veymor biraz daha yaklaştığında ve gözleri saçlarıma doğru kaydığında gülümsedim ve çenemi biraz daha havaya kaldırdım; buradaydım.

Liora Valenka buradaydı, bunu herkes bilecekti.

Sanki o an Veymor için önemli olan direnişim değil, saçlarımmış gibi o kadar uzun süre odaklandı ki, bir anlık sadece bir anlık bakışlarım Veyn’e döndü ve onun yemyeşil gözlerinden hiçbir şey çözemedim.

Sonrasında ise Veymor, Veyn’e dönüp sadece tek bir kelime söyledi, her ne söylediyse Veyn’in bakışları bir süre boşlukta asılı kaldı ve sonrasında silik bir şekilde başını sallayıp hemen arkamızda kalan muhafıza iki kelime kurdu: “Yok edin.”

Resmi Instagram hesabı: Thalronserisiofficial