Üç ay sonra…
İngiltere
Kitaplar insanların kaçıp saklanmak istedikleri değil, saklandıkları yerden özgür kalmalarını sağlardı çoğu zaman.
Gerçeklerin yüzünüze tokat gibi çarptığı kitaplar vardır, o kitaplarda bazı cümleler hiç eskimez, değişmez, her gördüğünüzde defalarca altını çizersiniz. Çünkü sizi büyütür, gerçeği gösterir, saklandığınız yerden özgürleştirir, yalnız olmadığınızı hissettirir.
Belki de tam da bu yüzden yirmi dokuzuncu kez aynı cümlenin altını çiziyordum.
“İtiraf edeyim, hâlâ umutluydum,” diyordu kitapta ve devam ediyordu. “Şimdi Tanrı'ya şükür, hiç umudum kalmadı.”
Sayfa otuz üç, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, Victor Hugo.
İnsan bazen umutlu, neşeli, huzurlu insanlar görmek yerine umudu tükenmiş, kendisi gibi bitap düşmüş birilerini görmek, onların varlığına inanmak istiyordu. Bu bir kitap karakteri, herhangi bir kitaptaki cümle bile olsa.
Bu kitaptaki cümle beni üç aydır yalnız hissettirmeyen tek dayanaktı. Victor Hugo beni yalnızlığımla baş başa bırakmadı, yalnızlığımda yanıma oturup bir cümleyle bana sarıldı, ben de yalnızım diyerek. İşte bu yüzden kitaptaki mutluluklardan ziyade mutsuzluklar da insanı ayağa kaldırabiliyordu. İnsanı saklandığı yerden çıkarıp bir tokat gibi yüze çarpabiliyordu.
“Mermaid,” dedi kütüphane sorumlusu George. İngiliz aksanı ve akıcı İngilizcesine alışmakta zorlanmamıştım fakat bazen kelimeleri beni zorlamak için öyle bir döndürüyordu ki kaşlarımı çatmama neden oluyordu. Ellili yaşlarındaki adam sevecen bir şekilde masaya doğru eğildi. “Vakit gece yarısına geliyor, ne zaman çıkacaksın?”
Başımı kitaptan kaldırıp gözlerimi kırpıştırdım. “Gece yarısına geldiğini fark etmemişim,” diyerek yalan söyledim. Kolumdaki saate baktığımda on ikiye on vardı. “Ah ya,” dedim gözlerimi kısarak. “Sanırım yine burada kalmam gerekecek.”
George şüpheyle bana baktı, ardından geriye çekilip ellerini cebine yerleştirdi. “Burada kalmanda hiçbir mahsur yok,” dedi rahat bir şekilde. “Fakat arada sırada evine gitmen gerekiyor.” Dikkatli bir şekilde bana baktı. “Ayrıca gözlerin çok yorgun bakıyor, en son ne zaman uyudun?”
En son ne zaman uyudum? Hatırlamıyordum. Sahiden de hatırlamıyordum. Çoğu zaman uyumak bile istemeyerek yenik düşüyordum ve maalesef defalarca aynı kâbusu gördüğüm için gözlerimi açıyordum.
Derin bir nefes verip kitabı kapattım. “Çok uyuduğum zamanlar da yorgun bakabiliyorum.” Gülümsemeye çalıştım ama elbette ki inanmadı. “Ardiyedeki koltuğu seviyorum, çatı katı keyif veriyor.”
Hayır, çatı katındaki eskimiş ve artık tuşları düşmüş piyanoyu saatlerce izlemeyi seviyorum fakat bunu bilmek zorunda değilsin, bunu kimse bilmek zorunda değil.
Hayır, vardı elbet bir nedeni, vardı elbet bir izi, vardı elbet bir lekesi fakat vardı da bir terk edişi.
“O ardiyede fareler var!”
Bu kez gerçekten güldüm. “Farelerden korkmuyorum çünkü onlar bazen iyi bir dost olabiliyor.” Anlamıyormuş gibi yüzüme baktı. “Bir mahkûmu düşün, yapayalnız kaldığında fareler ona dost olabilir.” Yine yüzüme tuhaf tuhaf baktı, çoğu insan için garip bir karakter olduğumun farkındaydım ama bana alışmışlardı.
“Fareler bedenini kemirmeye başladığında onları sevmeyi bırakırsın,” dedi.
“Bir mahkûmun bedenini kemiren hiçbir zaman fareler olmaz çünkü onlar da mahkûmdur.” Bu ona etkileyici gelmiş olacak ki kaşlarını kaldırdı.
“Bazen şiir gibi konuşuyorsun.”
Kahkaha attım. “Sadece bu aralar çok sık kitap okuyorum.”
Yaklaşık bir buçuk aydır evimin köşesindeki kütüphanede çalışıyordum. Çalışmak denirse elbet. Paraya ihtiyacım olduğu için değil, sadece birisi olabilmek için çabalıyordum. Ve genelde kütüphanelere gelen insanlar sizin yüzünüzle ilgilenmezlerdi. Burası biraz da benim saklandığım yerdi. Kütüphanede herkesin bir mahlası vardı, isterlerse elbet. Ben de denizkızı denilmesini tercih etmiştim, bu beni biraz daha gizlemek yerine bana gerçekleri göstersin diye.
George sırıttı. “O halde bir ara kitap yaz,” dedi ve sonrasında başıyla arka tarafını gösterdi. “Koltuğumda yatman benim için problem değil ama arkadaşın geldi ve seni bekliyor.”
Kaşlarım havalandı. “Sinan mı?”
Başka arkadaşın mı var senin?
George başını salladı. “Ona ne söylememi istersin?”
Büyük bir nefes verdim, saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp ayağa kalktım. “Bir şey söylemene gerek yok. Biraz daha burada kalırsam kütüphanenin camlarını kırabilir.” George gözlerini kocaman açtı. “Sadece şaka yaptım.” Derin bir nefes verdi.
“Yarın kaç gibi gelirsin?”
“Sabah altı?”
Başını iki yana salladı. “Ne zaman uyuyacaksın ki?”
“Önemi yok.”
George tavana baktı, ardından anahtarı bana uzattı. “O halde yedek anahtarı yeniden al çünkü eşimle yarın evlilik yıldönümümüz. Onu güzel bir yemeğe çıkaracağım, en sevdiği çiçekleri alacağım ve doyasıya öpeceğim.”
Yutkunduğumda elim yavaşça masaya tutundu. “Ya,” dedim bir kez daha yutkunarak. “Hangi çiçeği seviyor?”
George beni bozguna uğratan bir yanıt verdi, bana benzeyen bir cümle. “Benim aldığım her çiçeği seviyor.”
Düşündüğümden daha uzun süre yüzüne baktığımı gözlerini kaçırmasından anladım. Genelde insanlar bakışlarımdan rahatsız olurdu ve aslında insanların benden duydukları rahatsızlıklarla yeniden yüzleşmeye başlamıştım. Bu da başka bir detaydı.
“Anladım,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Umarım beraber el ele ölürsünüz, aynı anda. Birbirinizden hiç kopmazsınız.”
“Umarım huzurla yaşarsınız demen gerekmez miydi?”
Duraksadım ve haklılığı karşısında, “Doğru,” dedim. “Fakat biriniz daha erken ölürse diğeri de yaşamın tadını çıkaramaz.”
Sandalyeye asılı ince ceketimi aldım. Aylardan mayıstı fakat İngiltere'de özellikle bu saatlerde hâlâ soğuk olabiliyordu. Saçlarımı ceketin içinden çıkardıktan sonra sırt çantamı da omzuma attım ve masanın etrafında yürüdüm.
“Hey,” dedi tam yanından geçerken. “Eğer...” duraksadı. “Yalnızsan ve sıkılıyorsan...” gözlerinde acıma vardı, “…bize katılabilirsin. İlk önce baş başa yemek yiyeceğiz, ardından bizim arkadaşlarla bir şeyler içeceğiz.” Gözlerini devirdi. “Senden epey büyük insanlar ama eğlencelidirler. Görüyorum ki sen biraz...” Yalnızsın diyemedi ama bakışlarından anladım. “Eğer istersen...”
“Teşekkür ederim,” dedim kolunu hafifçe okşayarak. “Ama yarın çok önemli bir planım var.”
Şaşırdı. “Özel birisi mi?”
Gülümsedim, insanların gözlerindeki acımayı görmeyeli uzun zaman olmuştu. “Sayılır.”
“Vay,” dedi hevesle. “Senin adına mutlu oldum.”
Hiçbir cevap vermeden masanın üzerindeki kitabı düzelttim ve başımı sallayarak çıkışa doğru yürüdüm. Küçük kütüphanenin içinden çıktığım anda Sinan'la karşılaştım, sokak lambasının altında durmuş, elleri ceplerinde bana bakıyordu. Göz göze geldiğimiz anda yüzünü buruşturdu. “Seni öldüreceğim, Eftal,” dedi öfkeyle. “Beş gündür eve geldiğin yok!”
Gülerek, “Burada uyuduğumu biliyorsun,” dedim. “Sana mesaj attım.”
“Uyumak mı?” Sinan'ın üzerinde siyah bir ceket vardı, saçlarını kısacık kestirmişti ve gerçekten fazlasıyla öfkeli bakıyordu. “Senin uyuduğun mu var? Yüzün saçlarından daha beyaz!”
Üç aydır saçlarım bembeyazdı, griye çalıyordu. Ve omuzlarımda kestirmiştim. Eğer saçımın önünde bir tutam beyazlık var ise ben de hepsini boyamayı seçmiştim, hem tanınmamak için hem de kendimden kaçabilmek için.
Yüzümde ise her zaman fondöten oluyordu. Bazen istemeyerek de olsa aynaya baktığımda ben de kendimi tanıyamıyordum, verdiğim kilolardan mıydı yoksa saçlarımın renginden miydi bilmiyordum.
Belki de mahkûmiyet insanı tüketiyordu, özgürken hissedilen mahkûmiyet özellikle.
Konuyu değiştirerek koluna girdim ve “Geldim işte,” dedim. “Sadece yoğundum, çalışmam gerekiyordu.”
“Yoğundum dediğin kütüphaneye her gün en fazla on kişi geliyor, Eftal,” diye öfkeyle soludu. “Ve dokuzu altmış yaş üstü, birisi de on yaşında her gün kahvaltı yaptığın o çocuk. Neydi adı...”
“Brad,” dedim sırıtarak.
Sinan gözlerini kaçırdı. “Brad'le bile kahvaltı yapıyorsun ama benimle tek lokma yediğin yok.”
“Brad'i kıskanıyor olamazsın değil mi?” diye sordum gülerek.
“Ne demek istediğimi anladın.”
Yeniden konuyu değiştirdim. “Yoğundum çünkü rafların tozunu almam gerekiyordu.”
“Her gün yüzüncü kez yaptığın gibi.”
“Ayrıca kitapları ardiyeye taşımam gerekiyordu.”
“Aynı kitapları taşıyıp duruyorsun.”
“Kitap da okumam gerekiyordu.”
“Hep aynı kitabı okuyorsun.”
Sustum ve büyük bir nefes verdim. “Tartışacak mıyız?” diye sordum koluna daha sıkı dolanarak. “Eğer tartışacaksak ben kaçacağım çünkü bu gece kütüphanede...”
“Eftal,” dedi bir anda adımları bıçak gibi kesilirken. Gözleri gözlerime döndüğünde bakışlarımı kaçırdım. Artık Sinan'ın yüzüne öyle uzun uzun bakamıyordum, sürekli gözünü kaçıran bir kadın var ise o bendim. Sinan da bunu fark etmiş olacak ki çenemi tutup gözlerine bakmam için diretti. En sonunda yenik düştüğümde “Eftal,” dedi kısık bir sesle. “Bugün günlerden 6 Mayıs.”
Kaşlarımı çattım. “Ve yarın da 7 Mayıs?”
“Eftalya,” dedi üzerine basa basa. Eftalya, anlamı denizkızı. Öyle bir denizkızı ki, boğulan bir denizkızı.
“Eftalya,” dedi bir kez daha üzerine bastıra bastıra. “Bugün günlerden 6 Mayıs.” Yine ona anlamsız gözlerle baktım, başını iki yana salladı, kırgın bir sesle, “Bugün,” dedi. “Benim doğum günüm.” O an, o cümlenin ardından kendime kocaman bir yumruk atmamak için beni durduran tek şey Sinan'ın çenemi tutan eliydi. “Ve ben doğum günümü her gün tanıştığım farklı insanlarla değil, seninle kutlamak istiyorum, evde yalnız başıma oturup ruh gibi bir seni bekleyerek de geçirmek istemiyorum.”
Yutkunduğumda, “Sinan,” dedim kekeleyerek. “Özür dilerim, aklımdan çıkmış, o kadar yoğun çalışıyorum ki, ben ne yapacağımı bilemedim ve...” Bana inanmadığını belli eder şekilde baktı. “Ben,” dedim afallayarak. “Tarihleri unuttum, mayıs ayında olduğumuzu bile...”
“Unutmadın Eftal,” dedi. “Unutmuş numarası yapıyorsun ama her günü saydığını duvarına attığın çentiklerden biliyorum.”
Odama girmesi yasaktı, bunu ona söylememiştim ama kapıyı kilitlediğimden ötürü anlar sanmıştım. Elektrik çarpmış gibi geriye çekildiğimde, “Odama mı girdin?” diye sordum hiddetle.
“Evet,” dedi tek kaşını kaldırarak. “Ve duvardaki o çentikleri gördüm, resmen hapishanede gibi buraya geliş tarihimizden itibaren çizik atıyorsun, sen mayıs ayında olduğumuzu biliyorsun ama mayıs ayını bilme nedenin ondan ayrı kaldığın...”
“Sinan,” dedim yüksek bir sesle. “Bir daha odama sakın ama sakın girme.”
Onu geride bırakıp yürümeye başladığımda soğuk bir rüzgâr yüzüme çarptı. Sinan'ın sert adımları arkamda bittiğinde, “O odanın da senden bir farkı yok zaten,” dedi öfkeyle. “Bomboş. Sen gibi.”
Bilerek yapıyordu, beni öfkelendirmeye çalışarak üzerime geliyordu ki içimi dökeyim, bağırayım çağırayım, kendimi mahvedeyim ve rahatlayayım. Hayır, bunu yapmayacaktım.
Aniden durup ona baktım. “Doğum gününü kutlamaya gidelim.”
“Ne?”
“Hadi,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Doğum gününü kutlamaya gidelim.” Koluna yeniden girdim ve çekiştirmeye başladım. Öyle hızlı adımlar attım ki yerdeki su birikintileri siyah pantolonuma lekeler bıraktı. “Karşı sokakta harika bir bar var, kokteylleri çok lezzetli, müzikleri de eğlenceli. Gidip bir şeyler içelim, dans edelim ve...” Güldüm. “Sarhoş olalım.”
“Eftal,” dedi Sinan. “Bu konuşmayı doğum günümü kutlaman için değil, kendinin farkına varabilmen için...”
“Sinan,” diyerek lafını böldüm. “Dans etmek istiyorum.” Ciddiyetle baktı bana. “Her genç kadın gibi dans etmek, içmek ve tek dostumun doğum gününü kutlamak istiyorum.” Yine bana inanamıyormuş gibi baktı. “Lütfen,” dedim yalvarır gibi. “Gerçekten bunu çok istiyorum çünkü bu şekilde eve gidersek kalbini kırdığım için içim hiç rahat uyuyamayacağım.”
Sen artık gönlün rahat değil diye uyuyamıyorsun ki zaten Eftalya. Sen artık hiç uyuyamıyorsun.
“Kalabalık yerlere girme,” dedi tedbir gibi. “Değiştiğini düşünüyor olabilirsin ama ülkemizdeki durum ortada ve seni tanıyan çıkarsa...”
“Çıkmaz çünkü karanlıkta kimse kimseyi tanımaz.” Başımı salladım. “Yalvarayım mı? Gerçekten çok istiyorum.” Biliyorum inanmamıştı ama bıkkın bir nefes verdikten sonra başını sallayıp benimle beraber yukarıdaki sokağa kadar yürüdü.
Ülkemizdeki durumu sormamak için içim içimi yiyordu. Dilimin ucundaydı, dilimi koparmak istiyordum. Görmek istemiyordum, hiçbir şeyi bilmek istemiyordum ama artık kütüphaneye gelen o on insandan beşi bile yanımdan geçerken ülkenin cehenneme döndüğünü söylüyordu.
Örgüt, diyorlardı, ülkeyi cehenneme çevirmiş.
Sadece tek bir şey görmüştüm, o da metroda giderken yanımdaki kızın tabletindeki haber yazısından.
Bir duvar yazısıydı.
“Artık her yer cehennem gibi yanacak çünkü cennet beni çoktan terk etti.”
TDÇ
Bunu görmemin üzerinden ay geçmişti, ne zamanın yazısıydı bilmiyordum ama ondan sonra konuşmalardan anladığım kadarıyla artık insanlar bir örgüt kurucusundan değil, gözü dönmüş bir adamdan söz ediyordu. Delirmiş demişti bir keresinde George, arkadaşına. Hemen arkamda konuşuyorlardı. Derdi değişim değil de ülkeyi komple yakmak sanki. Gözlerindeki ifadeyi gördün mü? Adamın gülüşü bile korkutucu.
Hayır, onun gülüşü hiçbir zaman korkutucu değil, olmadı, olamaz da.
Sadece bir kez ama bir kez adımı duymuştum.
Eftalya Atalar öldü demiş, BL Örgütü. Kimse inanmamış ama örgüt benden öldü diye söz ediyormuş.
“Eftal,” diyen Sinan'ın sesiyle kendime geldim. “Sana sesleniyorum, duymuyor musun?” O an barın önüne geldiğimizi fark ettim, müzik kulaklarımı acıtacak kadar yüksekti fakat yine de bir miktar iyi gelebileceğini hissediyordum. Genelde tanınmamak için pek bir yere çıkmıyor, insan içine karışırken bile şapka takıyordum.
Ama bugün pek de umurumda değildi.
“Müziğe dalmışım,” dedim. Elbette ki bana inanmadı. “Hadi girelim ve deliler gibi dans edelim!” Öyle yapmacıktım ki Sinan dayanamayıp yapmacık oluşuma güldü. “Of,” dediğimde ben de güldüm, ardından sırtından itekledim. “Hadi doğum günü çocuğu, bugün seni eğlendireceğim.”
Kapıdaki iki güvenlik yüzümüze bile bakmadı ve önümüzü açtığında kocaman renkli ışıkları olan aynalı koridorla karşılaştım. Her adım attığımızda renkler değişiyordu ve bu Sinan'ın da dikkatini çekmiş olacak ki kocaman gözlerle etrafına baktı. “Seni nasıl bir yere getirdim, görüyorsun değil mi?” diye sordum göz kırparak. “Keyfini çıkar.”
“Biliyorum biliyorum,” dedi o da alayla. “Benim için çoktan hazırlamıştın burayı.” Güldüğümde o da bana katıldı.
Bar taburelerinin hemen arkasındaki boş bir masaya geçtiğimizde üzerimdeki ceketten kurtuldum ve siyah tişörtümü çekiştirerek etrafı inceledim. Genel olarak bizden daha genç insanlar vardı, bunun farkındaydım ama bunun dışında umursamaz tavırlar huzurlu hissetmeme neden olmuştu.
Yanımıza İngiliz bir garson gelip, “Hey,” dedi sırıtarak. “Ne istersiniz?”
Sinan'ı susturup, “En ağır kokteylini getir bize,” dedim bağırarak. “Bir de bir mum istiyorum, dilek dilemesi gereken bir doğum günü çocuğu var da.”
Garson güldü, ardından Sinan'ın omzuna hafifçe vurdu, bu hareketinden sonra Sinan çevik bir hareketle geri çekilip garsonun elini kaptı. Yaşadıklarımızın bizi dönüştürdüğü insanlar içler acısıydı. Garson çekingen bir şekilde ellerini kaldırdı, Sinan ise utançla özür diledi. Kaçar adımlarla yanımızdan uzaklaştığında Sinan parmaklarını şakağına bastırdı.
İçini rahatlatmak istedim ama benim de içimi rahatlatacak cümlelerim kendime kullanırken bitmişti. Sadece omzunu sıvazlamakla yetindim, tam o esnada ise Sinan'ın masanın üzerindeki telefonuna mesaj geldi.
Gamze'den.
Kendi ülkemden konuştuğum tek kişi Gamze'ydi ve onunla da ne zaman konuştuğumu hatırlamıyordum. Harika bir sırdaş olduğundan şüphe yoktu, hatta geçirdiğimiz o hücre günlerinde çok kısa bir sürede arkadaş kazanmak benim de hazırlıksız yakalandığım bir durum olmuştu ama o zaten gideceğimi biliyordu; ondan saklayamazdım.
O bütün planı biliyordu. O hislerimi biliyordu.
Sinan mesajı açtığında Gamze'nin sırıtan fotoğrafıyla karşılaştım, Sinan'a kendini atmıştı, altına ise not düşmüştü. “Seni bu güzel yüze hasret bırakmak istemedim, bebek surat.”
Sinan güldüğünde hızlı bir şekilde cevap verdi fakat o esnada elinden telefonu aldım, ne yapacağıma şaşkınlıkla bakarken ön kamerayı açtım ve fotoğrafımızı çekip ona attım, altına bir notla. “Bugün bu bebek suratın doğum günü, onun için sen de bir mum üfle.”
Birkaç saniye sonra Gamze'den art arda mesajlar geldi.
“Eftal!”
“İnanamıyorum, Eftal! Saçların!”
”Oha çok güzel olmuşsun!”
”Eftal, beni ara!”
Sessizlik ardından tek mesaj.
“Yani eğer istersen... ben buralardayım.”
Sinan telefonu yeniden masaya bıraktığında, “Sık sık konuşuyorsunuz galiba?” diye sordum.
“Yani,” dedi Sinan bocalayarak. “Arada sırada...” Utançla gözlerini kaçırdı. “Öyle birkaç kez görüntülü konuştuk ve...” Sustu, ondan hoşlanıyor gibiydi ama bir yandan da sanki benimle paylaşmaya çekiniyordu. “En son aradığında üstü kan içindeydi ve bana seksi görünüp görünmediğini sordu, tuhaf birisi...” Kaşlarımı kaldırdım. “Komik.” Duraksadı. “Öyle.”
Omzumla omzunu hafifçe iteklerken garson hiçbir şey söylemeden ve yüzümüze de bakmadan kokteylleri bırakıp gitti. Kokteylden büyük bir yudum aldıktan sonra imayla, “Ondan hoşlanıyor musun?” diye sordum.
İçkisinden bir yudum alan Sinan öksürmeye başladı. “Ne?” diye sordu. “Hayır. Ne alakası var?”
“Hoşlanıyorsun.” Sırıttım ve daha büyük bir yudum aldım, gerçekten fazlasıyla sert bir alkoldü. “Hoşlanmasan mesaj attığında böyle gülümsemezsin.”
“Hayır,” dedi kaşlarını çatıp. “Sadece ülkeden birileriyle konuşmak iyi geliyor, yani evimde gibi hissettiriyor, ondan haber almak filan.” Kaşlarını çattı. “Hem hoşlansam ne olacak, birbirimizi görme ihtimalimiz bile yokken nasıl...” Sustu. O sustu ama ben, onu mahkûm ettiğim hayatıyla bir kez daha yüzleştim. İşte tam da bu yüzden Sinan yanımda olduğu halde yalnız hissetmeye devam ediyordum çünkü onu buraya çağırmamıştım fakat o babam için, Meryem'im için gelmek zorunda hissetmişti. Belki güzel bir ilişkisi olacaktı, belki savaşmaya devam etmek istiyordu, belki istediği kendi ülkesiydi, belki de artık benden bile nefret ediyordu. Ama buradaydı işte. O Sinan Yaman'dı, ne olursa olsun Eftalya Atalar'ı yalnız bırakmak istemezdi. Sırf bu yüzden ölmek bile istemezdi.
“Öyle demek istemedim,” dedi eğilerek. “Asma yüzünü.”
“Hayır,” dedim kendimi toparlayarak. “Haklısın, sadece başka bir şey düşünüyordum.” Daha büyük bir yudum aldım içkiden. En sonunda bitirdiğimde ikincisini de sipariş ettim. Çok geçmeden ikincisini de oldukça hızlı bir şekilde içtim ve üçüncüsünü de istedim. O aralıkta ise Sinan'la konuşmaya çalıştım, gülmek için uğraştım ve olduğum yerde hareket ettim.
Bugün benim dostumun, çocukluk arkadaşımın, ailemden geriye kalan tek yadigârımın doğum günüydü. Hayır, mahvetmemem gerekiyordu.
Sinan da oldukça hızlı bir şekilde içtikten sonra benim aksime daha çok rahatladı ve yüzündeki gülümseme arttı. İstediği belki de buydu, normal bir insan gibi eğlenebilmek. Herkes kalbinde bir enkazla yaşamak zorunda değildi, ona bunu zorunlu kıldığım için de kendimi affetmeyecektim.
Yan tarafımızda duran sarışın kızlardan bir tanesi yavaşça dans ederek yanımıza geldiğinde Sinan'ın etrafında döndü, ardından onu kolundan tuttuğu gibi dansa davet ettiğinde Sinan kocaman gözlerle bana baktı. Destek oluyormuş gibi başımı salladığımda gülmeye başladım. O sırada kız Sinan'ın etrafında dönerek dans etmeye başladı, Sinan ise baştan aşağı kıpkırmızı kesildi.
Hemen yanındaki erkeklerden bir tanesi de benim yanıma geldiğinde, “Selam!” dedi, o an Türk olduğunu fark etmemle gözlerimi açmam bir oldu. Direkt başımı çevirdiğimde korkuyla yutkundum. Bu kez İngilizce, “Selam!” dediğinde beni tanımadığını düşündüm fakat öyle bir güvensizlik içindeydim ki ne yapacağımı bilemedim.
En sonunda İngilizce, “Ben kadınlardan hoşlanıyorum!” dediğimde adam bu cümlemle kahkaha attı, ardından kendisinin derdinin sapıklık olmadığını dile getirdi, bir şeyler anlattı ama öyle bir sessizliğe gömüldüm ve alkolü kafama diktim ki hangi ara uzaklaştı ya da hangi ara Sinan hemen yan masada dans etmeye başladı bilmiyordum. Kafası inanılmaz güzeldi, geldik geleli ilk kez onu böyle görüyordum ve bunun bir patlama olduğunu düşünüyordum.
Ve fark ediyordum, kafası güzel olan tek kişi Sinan değildi, ben de gitgide kayboluyordum.
Kendimi gülümsemeye zorlayarak ellerimi birbirine çarptım ve boş bardağımı kaldırıp onlara katılmak için adımlar attım, bir yandan da diğer elime mumu aldım fakat o anda adımlarımı bıçak gibi kesen, yüzümdeki gülümsemeyi donduran, zamanı bile durduran bir an yaşandı.
Hemen hemen yüz metre ileride, barın diğer tarafındaki bar taburelerinden birisinde bir adam oturuyordu. Saçları kumral, dağınık, üzerinde beyaz gömlek, gözleri bütün karanlığa rağmen ela. Ela olmalıydı, ela bakışlarını biliyordum.
Ve bütün bunların dışında gülümseyen yüzü. Onun gülümseyen yüzü. Nerede görsem gülümseyen yüzü. Bana gülümseyen yüzü.
Tugay.
Tugay Demir Çeviker.
Elimdeki bardak yere düştüğünde önümde dans eden kızın bacaklarına camlar dokundu fakat gözlerim bir an bile olsun bar taburesinden ayrılmazken ışıklar öyle hızlıydı ve bar öyle bir dönüyordu ki dengemi sağlamak için tutunacak bir yer aradım fakat yoktu.
Gözlerini ayırmıyordu, gözlerimi ayırmıyordum ve beni izliyordu; yüzünde o gülümsemesi vardı, ezberlemiştim, oydu ve benim gözlerimin içine bakıyordu. Birisi ismimi söyledi, yüzümde eller hissettim fakat geriye doğru adım attığımda bacaklarım birbirine dolandı.
Sonrasında geriye dönüp koşmaya başladım, kaçmaya. Bir kez daha kaçmaya.
Barın kapısına kadar koştuğumda ve kendimi dışarıya attığımda öne eğilip kusmaya başlamam aynı anda oldu. Dengede duramadığımda dizlerimin üzerine düştüm ve içtiğim bütün alkolü çıkardım. Bütün gözler üzerimdeydi biliyordum, utanmam gerekirdi ama utanç duygumu da kaybetmiştim. Ben Eftalya Atalar, bir barın önünde kusuyordum ama kimse umurumda değildi. O içerideydi. O içerideydi, bana bakıyordu, yüzüme bakıyordu, gözleri oradaydı. Gülümsemesi oradaydı.
“Eftal,” dedi Sinan'ın sesi, önümde çöktüğünde avcumun içinde sıkıca tuttuğum mum canımı yakıyordu. “Eftal,” dedi yüzümü tutarak. “Ne oldu? Birisi bir şey mi dedi? İyi misin?”
“Gidelim,” dedim zorlukla ve elimin tersiyle ağzımı sildim. “Gidelim, yalvarırım gidelim.”
“Eftal,” diye fısıldadı, Sinan, o sırada arkasında yan masadaki gençlerin de durduğunu fark ettim. “Ne olduğunu söyle bana.”
Bakışlarımı yerden kaldırdığımda onu bulanık gördüğümü fark ettim. Karnım ağrıyordu, kalbim acıyordu, hayır ağlamıyordum, rüzgâr yüzüme çarpıyordu. “O,” dedim fısıldayarak. “O burada.”
“Kim?” Gözlerinin içine dikkatli bir şekilde baktım. Sinan, arkamda duran gençlere baş işareti verdiğinde onların uzaklaştığını fark ettim, barın önünde sadece ikimiz ve kaldırımda uyuklayan birkaç sarhoş genç kaldı. “Kim?” dedi bir kez daha.
“O,” dedim dişlerimi sıkıp. “Burada. Gördüm, barda oturuyor. Bana gülümsedi, hem de her zaman olduğu gibi.”
Sinan'ın gözlerindeki ifade değişti, normalde içeri gidip bakardı biliyordum ama artık bakmıyordu, yapmıyordu bunu. Burnundan nefesini verdikten sonra, “Sarhoşsun,” dedi. “Hadi eve gidelim.”
“O burada, içeride,” diye fısıldadım. “Oturuyor. Bana bakıyordu.” Hayır, gözlerim daha bulanık göremezdi. “Gülümsedi bana.” Gülümsedim, uzun zamandır böyle gülümsememiştim. “Bana gülümsedi, gülümsemez sanıyordum. İçeride o.” Korkuyla omzumun üzerinden barın girişine baktım, kapı duvardı. O yoktu ama içerideydi. “Gelmiş,” diye fısıldadım, “gördüm.”
“Eftal,” dedi Sinan, sabırla nefesini verdi. “Hadi eve gidiyoruz.”
“Sinan, o burada...”
“Eftal, hadi, gidiyoruz ve...”
“Sinan,” dedim titreyen bir sesle. “O içeride duruyor, gördüm, bana baktığında...”
“Yeter! Hayır!” diye bağırdı bir anda, sesi sokakta inledi. “Hayır, içeride değil, iki hafta önce restoranda da değildi, ondan önceki hafta sokakta da yoktu ve bir ay önce kütüphaneye de gelmedi!” Nefesim kesildiğinde ellerimi yere öyle bir bastırıyordum ki canımın acısını o an fark ettim. “Şu hayalleri görmeyi bırak artık, deliriyorsun!” Başımı iki yana salladım, saçmalıyordu. “Kimsenin geldiği gittiği yok, kendine gel artık!” Zaman sanki durdu, bir tokat yüzüme çarptığında o gerçeklerin tokadıydı. Elleri yüzümü tuttuğunda beni sarstı. “Eftal,” dedi kısık bir sesle. “Kendine gel,” dedi yalvarır gibi. “Kimsin sen? Ölüsün sen, öldün. Yoksun. Göremiyorum seni. Nefes alan bir canlısın, hiçbir şeysin artık.”
Başımı iki yana sallayıp inkârla, “Ama,” dedim, “o içeride.”
“Değil,” dedi üzerine basa basa. “Değil, Eftal, değil. Eğer çok bilmek istiyorsan söyleyeyim, bırak buraya gelmeyi, adını bile anmıyormuş.”
Kaşlarım havalandı. “O zaten Eftalya demez ki adımı niye ansın? Anmasın adımı, Avukat’ım desin. Sevgili Avukat’ım.”
Sinan bana öyle bir baktı ki ilk kez onun gözlerinden acımayı net bir şekilde gördüm. “Üç ay,” dedi. “Üç aydır nefes almaktan başka hiçbir şey yapmadın. Yemek yemiyorsun, gülümsemiyorsun, konuşmuyorsun.” Yutkundu. “Bir karar verdin, kararın senin mezarın oldu, o toprağın altında şimdi nefes almaya çalışıyorsun. Madem oradaydı, neden gitmedin yanına?” Sinan acıyarak gülümsedi. “Çünkü gerçek olmadığını sen de biliyorsun, sadece kendini kandırmak istiyorsun. Madem gerçek Eftal, neden şöyle bir dönüp haberlere bakmıyorsun? Adamın dönüştüğü kişi bu ülkeyi bile yakar, bunu biliyor muydun? Öyle birine dönüşmüş ki sadece kötü bir adam.” Başımı iki yana salladım. “Bundan mı kaçıyorsun? Hem kaçıyorsun hem koşmak istiyorsun ona. Sen ne istiyorsun?”
Aşk geçici bir his midir, baba, diye sormuştum bir kez.
Değildir, demişti. Hayatın boyunca kalbinde bir yangınla yaşarsın, Eftal'im. Bazen o yangın seni yakar, bazen söndürmek istersin ama sönen senin ruhun olur. Aşk bir kez gelirse sana, tüketmeden bırakmaz; tükenmek istemiyorsan o aşkı sonuna kadar yaşa, sonunda ölüm olsa bile.
Nasıl yani ben istersem unutamaz mıyım âşık olduğumu kişiyi?
Hayır.
Aşk bir kez mi olur peki?
Evet.
Birçok insan defalarca olur diyor.
Birçok insan daha önce âşık olmadığı için o kadar emin konuşuyor, gerçekten âşık olan herkes bilir o duygunun bir kez yaşandığını.
Peki unutulmaz mı ilk aşk?
Unutmak ne mümkün, Eftal? Aşk seni delirtene kadar yakanı bırakmaz, delirdikten sonra da seni yakmaya devam eder, durmaz.
Ben deliriyordum. En ağır tabirle ve tek kelimeyle deliriyordum aşk için.
Geçeceğine inanmamıştım elbette ama biraz iyileşirim sanmıştım, güzel hatırlarım, yüzü aklıma gelince huzur bulurum. Hayır, öyle olmamıştı, öyle bir aşktı ki her gün başka bir azaptı. Ve terk edilenden daha çok terk edenin yandığı ateş asla sönmezdi, benim ateşim gitgide daha fazla artıyordu çünkü her gün biraz daha terk ediyordum.
“Ben ne istiyorum...” dedim kendi kendime. “Ben ne istiyorum, ben ne istiyorum...” Yere baktım, yeniden Sinan'a baktığımda ayağa kalkmaya çalıştım ama gücüm pek yoktu. “Ben ne istiyorum?” Gülmeye başladığımda gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Kendimi yere bıraktığımda dizlerimi karnıma çektim ve alnımı dizlerime yaslayıp gülerek ağlamaya başladım. “Ben ne istiyorum?” diye sordum bir kez daha. “Sanırım bir şarap şişesi istiyorum, bir piyano istiyorum, bir dans istiyorum, kâğıttan bir lale istiyorum.” Başımı iki yana salladığımda elimdeki mum yere düştü. “Özür dilerim, çok özür dilerim, ben kaybettiğim her şeyi istiyorum, bütün bencilliğimle.” Artık gülüşler de yoktu, sadece ağlamalar vardı. “Ben kendi ellerimle öldürdüğüm babamı istiyorum, beni belki de hiç sevmeyen annemi istiyorum, bana muhtaç olan ama koruyamadığım kardeşim Meryem'i istiyorum. Hepsi benim yüzümden öldü. Meryem vuruldu, ben kurtaramadım. Annem bir tercih oldu, kurtaramadım. Babam asıldı, ben zehirleyip öldürdüm. Çok özür dilerim.” Kimden, neyden? “Çok özür dilerim,” dedim başımı kaldırıp Sinan'a bakarken, dolu gözlerle o da bana bakıyordu. “Çok özür dilerim, ben onu istiyorum. Ben,” nefesimi verdim, “Tugay'ı istiyorum,” dedim ağlaya ağlaya, “ben kendi ellerimle kaybettiğim ailemi istiyorum.”
Sinan son cümlemin ardından beni çekip sarıldığında kollarının arasında yok oldum. Öyle bir sarıldı ki belki de bu zamana kadar olan bütün sarılmalardan en acıma dolu olanıydı çünkü itiraf etmesi en güç olanlar dudaklarımdan dökülmüştü. Geceydi, bir sokak ortasında dizlerimin üzerine çöküp ağladım, güçsüzlükse güçsüzlük, haykırış ise haykırış, acıysa acı fark etmez, mahvolmayı da göze aldım.
“Aslında,” dedi Sinan. “En bencil olmayan davranışın terk etmekti, Eftal'im.” Eftal'im dedi babam gibi. Elleri saçlarımda dolaştı, yüzümü göğsüne gömüp ağlamaya devam ettim. “Ve anla artık senin de gücün bitebilir, neler neler kaybettin, yerinde başkası olsa nefes alamazdı, sen yürümeye devam ettin. Hayranım sana ve söz veriyorum, son nefesime kadar hep yanında olacağım.”
“Olmasan ya,” dedim nefesimi vererek. “Çünkü yanımda olursan ya ölürsün ya terk edilirsin.”
“Olsun,” dedi Sinan saçlarımı okşamaya devam ederken. “Ölürsem korumalığımı yapmış olurum, son kez senin için bir iyilik yapar senin için ölürüm; terk edersen de...” nefesini verdi, “terk etme Eftal, benim için değil, kendin için terk etme beni çünkü bu kez gerçekten seni tamamen yalnızlığında kaybederim.”
“Sinan,” dedim nefesimi verirken. “Boğuluyorum.” Yüksek sesle ağlamaya devam ettim. “Nasıl geçer bu?”
Sinan daha fazla canımı yaktı. “Sarılırsan geçer, kurtarır seni boğulduğun yerden.”
“Bazen sarılamazsın.”
“Neden?”
Başımı iki yana salladım. “Ben onun sol kolu oldum, sonra bir kez daha kestim o kolu giderek, çok istesem de sarılamam ki artık, sarılmaz bana.”
Sessizlik.
Kocaman bir sessizlik. Başka hiçbir şey değildi. Çünkü söylediği gibiydi, Tugay artık değişmişti, o gelmezdi, benim ismimi anmazdı, çiçeklere dokunmazdı.
O Tugay Demir Çeviker'di, Eftalya Atalar'ın sevgili müvekkili değildi; ihaneti affetmezdi, terk edişler de biraz ihanet demekti.
Bize ihanet etmiştim.
***
Gün aymak üzereydi, pencereden vuran güneşin ışığı gözlerimi alıyordu ve başımda şiddetli bir ağrı vardı. Saatler önce eve gelmiştik, Sinan dakikalarca yanımda durmuş, bir kez daha konuşmamı beklemişti ama o kadar gücüm yoktu ki artık tek kelime bile edememiştim.
Artık gözyaşları tükenmişti, zaten gözyaşlarından kaçmak da anlamsızdı. Geriye kocaman bir sessizlik, yalnız bir ben ve duvardaki çentikler kalmıştı. Odamda bir komodin, bir yatak ve bir giyinme dolabı vardı. Giyinme dolabının içi simsiyah kıyafetlerle doluydu, komodinin üzerinde ağrıkesiciler vardı ve yatak dağınıktı. Aynaya yer yoktu, aynalardan öyle bir kaçıyordum ki bazen camdaki yansımayla bile karşılaşacağım için ödüm kopuyordu.
Gözlerim kolumdaki saate kaydı, kütüphaneye gitmeme bir buçuk saat vardı.
Nefesimi verdim, delirmenin en kötü evresinde olduğumu mu düşünüyordum?
Çok daha kötü evresi vardı, benim tek başıma sır gibi sakladığım.
Komodinin üzerindeki küçük bilgisayarı elime alıp ekranı açtım ve hızlı bir şekilde şifreyi girdim.
020817.
O her yere bu şifreyi koyuyordu, ben de artık onu taklit ediyordum.
Duraksadım, bakışlarım ekranda gezindi. Parmaklarım klavyede dolaştı, ardından Google'a girdim. Bir nefes verdim ve yeniden alırken klavyeden T harfine bastım. İsmini yazmak bu kadar zor olmamalıydı ama uzun zamandır ilk kez onun adını yazıyordum, kaçmak yoktu, Sinan haklıydı, dönüştüğü adamı görmem gerekiyordu. Benden artık nefret ettiğini bilmem gerekiyordu.
Tugay, yazdım arama motoruna. Tugay Demir Çeviker.
Âşık olduğum ve adını harf harf yazdığımda bile kalbimin attığı kişi.
Sırayla haberleri çıkmaya başladı. En başta ülkeyi cehenneme çeviren katil, yazıyordu. Hemen altında sosyopat katil, diyorlardı. Hemen altında onu teslim edene servet verileceği söyleniyordu, servetle beraber kellesi karşılığında büyük bir cennet vadedilecekti.
Ekranı kaydırırken bir hafta öncesinin haberiyle karşılaştım, başlık diğerlerinden çok daha farklıydı.
“Tugay Demir Çeviker, ortağı ve sevgilisi olan avukatı Eftalya Atalar'ı kendi elleriyle öldürdü mü?”
Başımı iki yana salladığımda habere tıkladım, elle tutulur hiçbir şey yoktu fakat biraz daha aşağıya indiğimde kalbimi sıkıştıran o görüntüyle karşılaştım, bir videosu vardı, on beş saniyelik. Gözleri kadrajdaydı, bir binanın tepesinde duruyordu ve o bina, bizim dans ettiğimiz X'e ait evin binasından başka hiçbir yer değildi. Anılarımızın olduğu binaydı.
Bir videoyu açmak için öyle uzun süre bekledim ki doğan güneş bile halime acıdı. İşte oradaydı, yeni bir video olduğuna emindim çünkü gördüğüm adam, bıraktığım adama benzemiyordu.
Titreyen parmağımla videoyu oynatma tuşuna bastım ve gizli kamerayla çekilen görüntü hareket etmeye başladığında Tugay'ın gözleri tam karşıdaydı, çenesi kaskatıydı, gözleri ruhsuzdu, öyle bir adamdı ki sanki yabancıydı. Hayır, bu adam benim hapishanede gördüğüm adama bile benzemiyordu. Benim Tugay'ım değildi, benim Tugay'ımdan çok uzaktı evet ama kamera uzaklaştıkça binanın tepesindeki Tugay'la beraber binadan aşağıya doğru sarkan pankartı gördüm, üzerindeki yazıyla.
“Anılar yangınla yaşamaya devam eder çünkü aşk ateşten doğar;
kıvılcımla başlar her şey, külle son bulur, kül olana kadar bu şehir durmayacağım.”
Elinde bir kibrit çaktı, havaya kaldırdı ve sonrasında aşağıya doğru attığında binanın aşağısına isabet etti; isabet ettiği yerde yangın çıkmaya başladı. Bizim dans ettiğimiz o evi cayır cayır yakmak istedi.
Kamera biraz daha ona yaklaştı; tam o anda, işte tam o anda yutkunduğunu gördüm, ardından başını yavaşça omzuna doğru düşürdü. Video durdu. Durduğu anda parmaklarım ekrana dokundu çünkü oradaydı, görüyordum, hayal değildi, oradaydı.
Boynunda hâlâ bize aldığı kolyesi duruyordu, çıkarmamıştı.
Elim benim de boynuma gittiğinde parmaklarımla kolyeyi sıkıca tuttum, ben de çıkarmamıştım.
Yüzüne öyle uzun süre baktım ki içimde katlanarak artan özlem hem acıya dönüştü hem daha fazla sevgiye. Oradaydı, görüyordum, biliyordum. Orada bir yerlerdeydi, bakışlarındaydı, omzuna düşürdüğü başındaydı. Hayır o hâlâ benim Tugay'ımdı, sadece kül etmeye çalışıyordu anıları. Tek savaşı buydu.
Hızlıca mailime girdim ve büyük bir delilik olmasına rağmen Tugay'a doksan birinci mailimi atmaya hazırlandım, bazı günler dayanamayıp ona iki mail attığım bile oluyordu.
Bir mail adresi vardı bende. Seneler önce henüz pilotken kullandığı bir mail adresiydi, hatırlamadığına bile emindim çünkü girip de bakmazdı, biliyordum. Ona oradan yazabileceğimi düşünmezdi, bir günlüktü benim için esasen. Veya ona yazdığım yalandan mutluluk mektupları. Kimseye uzun uzun konuşmuyordum üç aydır ama ona hiç susmamıştım çünkü ben saatlerce konuşsam da beni dinleyen tek kişi oydu, biliyordum. Okumuyor olması dinlemediği anlamına gelmezdi. Sanki hiçbir şey yokmuşçasına, sanki aramızda hiçbir şey olmamışçasına her günümü ona anlatıyor, onunla uyuyor, onunla kalkıyordum.
Sanki o dinliyormuş gibi maili yazmaya başladım.
“BL Örgüt Kurucusu, Tugay Demir Çeviker,
Bugün doksan bir gün oldu, dün doksanıncı gündü ve sana dün çok kısa yazdığımı fark ettim, özür dilerim. Dün biraz halsizdim, parmaklarımı bile hareket ettirecek halde değildim; uyumak istedim ama uyuyamadım çünkü daha önceki maillerimde de söz ettiğim gibi durmaksızın aynı kâbusu görüp duruyorum. O kâbusu görmemek için uyumak istemiyorum.
Hem neden uyuyayım ki?
Sen yoksun.
Bugün tüm gün yine kütüphanedeydim. Biliyor musun, Brad bana oyuncak getirdi, küçük bir tavşan. Çöpten bulmuş, temizlemiş, hediye etti. Evsiz bir çocuk, benim evim oldu bu üç ayda. Uzun zamandır hiç böyle iyi hissetmemiştim çünkü bir çocuk tarafından sevilmek, en azından bir yerlerde kalbimin temiz kaldığını gösteriyor olmalı.
Çocuklar kirli kalpleri olan kimseleri sevmezler, bunu unutma.
Bugün sen ne yaptın? Mailime dönüş sağlamamışsın, zaten diğerlerine de sağlamadın, yoğun olmalısın. Biliyorum, yoğunsundur, birkaç bina yakman gerekir. ,)
Kahkaha attım şu an.
Bugün Sinan'ın doğum günüymüş, unutmuşum, ben kocaman bir aptalım, insan ailesinden kalan tek kişinin doğum gününü unutur mu? Kırıldı bana, hissettim, gönlünü almak istedim, mahvettim her şeyi.
Bu arada seni gördüm ben yine.
Sürpriz mi yaptın bana?
Bir bar taburesinde oturuyordun bütün ihtişamınla. Yüzünde gülümseme vardı, biliyorum bana artık gülümsemezsin, biliyorum beni artık sevmezsin de ama oradaydın. Bana baktın, beni izledin, üzerinde beyaz gömleğin vardı.
Hayır, seneler önce seni gördüğüm o beyaz gömleğinle değildin, hayır üzerinde şarap lekesi de yoktu.
Evet, vardı, evet ben deliriyorum, bugün itiraf ediyorum. Diğer maillerimde sana laflar söyledim fakat artık kabullendim, ben delirdim çünkü her yerde seni görüyorum. Söylediğin gibi normal bir adamla tanışmadım, normal adamların canı cehenneme. Bana yaklaşıp numara istiyorlar, vermediğimde sanki bir pislikmişim gibi yüzüme bakıyorlar. Geçenlerde bir tanesinin yüzüne sağlam bir yumruk geçirdim, sen olsan hayranlıkla izlerdin ama elim acıdı.
Arkadaşlarım da olmadı bu arada, George var elli sekiz yaşında, onun eşi Rimmy var, elli altı yaşında. Ah, bir de yetmiş yaşındaki tatlı dede var, onlar benim arkadaşlarım. Bir de Brad.
Ama hayır, merak etme, çok mutluyum, sana ihtiyacım yok. Burada çok umutluyum, bugün seni gördüğümü sandığımda bile ağlamadım, hatta gördüğüm an kaçtım, yüzleşmemize gerek yoktu çünkü.
Çıkma karşıma, gelme bana, gülümseme.
Bitti. Bittik biz.
Aşk bitmez derdi babam bana, bitiyormuş, öğrendim sayende.
Sadece bir çentik daha attım, bir günümü daha anlattım sana o kadar çünkü bu dünyada beni senin kadar dinleyen kimse olmadı, olmayacak da. Şimdi de aynı hevesle dinlemezsin diye buradan yazıyorum, yüzüne konuşsam dönersin yüzünü; burada yüzün yok, ruhun yok, sen yoksun.
Burada bir hayalin var, ben o hayalle senelerimi geçiririm, sen gelmesen de olur.”
“Eftalya Atalar, anlamı denizkızı olan”
Maili gönderdiğimde yeniden ağlamaya başladığımı fark ettim. Bütün maillerimde ona mutluluklarımdan söz ediyordum ve her mailin sonunu denizkızı olduğumu hatırlatarak kapatıyordum. Bir hayalle konuşurken bile savaş veriyordum çünkü bir yanım, kalbimde bir yanım onun bu mailleri okuduğunu söylüyordu ama artık anlamıştım, o yoktu. Doksan bir gündür hiç olmamıştı.
Kimi kandırıyordum? Neden kandırıyordum?
Bu mailler, bu günlük, bu mektuplar benim bana olan ızdırabımdı, acılarımdı, itiraflarımdı; şimdi en büyük itirafımı utana utana kendime yapacaktım çünkü acı artık taşıyordu, Tugay'ın bahsettiği kül yoktu, olmayacaktı.
Yeniden maile girdim ve titreyen ellerle kısacık olan o maili attım. Doksan bir gündür ilk kez dürüst oldum, doksan bir gündür ilk kez denizkızı olmaktan vazgeçtim.
“Tugay,
Çiçeklerim yok, sana elli ikinci mailimde yalan söyledim, bütün çiçeklere küstüm.
Çiçekli elbiseler giymiyorum, sana otuz sekizinci mailimde yalan söyledim, hep siyahlara büründüm.
Lekelerimi kapatıyorum, sana birinci mailimde yalan söyledim, aynalara bile bakmayacak kadar lekelerimden utanıyorum.
Biliyorum yakmışsındır bana hazırladığın o çiçekli bahçeyi, biliyorum yıkmışsındır benim için yaptırdığın evi, biliyorum yırtmışsındır bütün mektupları ama dinle, ilk ve son kez söyleyeceğim.
Tugay, aynanın iki yüzü vardır, bu diğer yüzüm.
Sana yalan söyledim, bütün maillerimde sana yalan söyledim, en kısa ve en net tabirle itiraf etmek gerekirse ben sensiz ne özgürüm ne mahkûmum; ben sensiz sadece ve sadece ölüyorum.
Bana gel, ölmek istemiyorum.”
“Eftalya Atalar, anlamı daima çiçek olan”
Gönderdim maili, ardından bilgisayarı yatağın köşesine fırlatıp içim içimden çıkana dek ağladım, geçer sandım, geçmedi; biter sandım bitmedi, kalbimde yaşattığım biz ölürüz sandım ama sadece ben öldüm.
Türkiye
Tugay Demir Çeviker'in evinde artık sadece ölüm sessizliği hâkimdi. Ne bir müzik çalardı ne bir gülüş olurdu ne de ufacık bir neşe kırıntısı.
Sanki biri ölmüştü ama ölen aslında sadece avukat ve müvekkiliydi; yaşayan ise bedenlerinden başka hiçbir şey değildi.
Büyük salondaki masada Giray ve Marco oturuyordu, önlerinde kâğıtlar vardı ve Tugay'ı bekliyorlardı. O günden beri değişen her şey gözlerinin önündeydi, bir adam vardı, dizlerinin üzerine çökmüştü fakat fiziksel olarak bir kez daha bunu tekrar etmemişti ama hem Giray hem de Marco farkındaydı; o diz çöküş aslında bir daha doğrulmayış demekti.
Tugay, Eftalya onu terk ettikten sonra bir daha doğrulamadı; ruhu daima kambur kaldı.
Salonun kapısının önünden adım sesleri geldiğinde Marco ve Giray birbirine bakıp kaşlarını kaldırdılar. “En son ne zaman uyuduğunu biliyor musun?” diye sordu Marco, Giray'a kısık sesle. “Ne kadar az uyursa o kadar çok deliriyor.”
Giray başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “En son uyurken üç gün önce gördüm zaten biliyorsun, odasında uyuyamıyor.” Marco yüzünü buruşturdu, Giray salondaki koltuğu gösterdi. “Arada şurada sızarsa... Artık hiçbir ışığı da kapattırmıyor...” Kapının önündeki sesler yaklaştığında Marco rahat bir hal alıp eline mandalinasını aldı.
O sırada içeriye Tugay Demir Çeviker girdi. Altında siyah pantolon vardı, üzerinde ise siyah tişörtü. Saçları dağılmıştı, elinde bir viski bardağı tutuyordu.
O günden beri ayık geçirdiği bir gün olmamıştı; sarhoş olacağını söylemişti, sözünü tutuyordu. Yine de ne kadar içerse içsin dik duruşundan ödün vermiyordu, kaldırdığı çenesinden de öyle. Öyle yıkılmış bir sarhoşluk değildi, aklı başında bir sarhoşluktu; terk edildiğini her an kendine anlatır cinsten.
“Günaydın,” dedi Giray gülümsemeye çalışarak. “İyi uyudun mu?” Dalga geçtiği bariz belliydi.
Marco mandalinayı havaya atıp tuttu. “Bebekler gibi uyuduğu her halinden belli oluyor. Şu yüzündeki huzura bak.”
Tugay baştaki sandalyeye oturdu, viskisindeki son yudumu içti, bardağı masaya bırakıp ikiziyle Marco'ya baktı. “Bugün Krallık'a ait anıtı yakacağız.”
Marco ve Giray'ın ağzı iki karış açık kaldı. “Yok artık amına koyayım!” dedi Marco şaşkınlıkla. “Ölen adamları yeniden mi öldüreceksin?”
Tugay ciddiyetle kaşlarını kaldırdı. “Evet.”
Giray nefesini verdi. “Onlar zaten ölü, Tugay.”
“Canım onların ölüsüne bile saygısızlık yapmak istiyor.” Sırtını yasladı, bir ayağının bileğini dizine yasladı, ardından sallamaya başladı. “Sonrasında da şu geriye kalan Krallık binalarını...”
“Tugay,” dedi Marco lafını bölerek. “Biraz ara vermemiz gerekiyor çünkü çoğu adamımızı kaybediyoruz, öfkeni anlıyorum, onlardan almak istediğin intikamı da ama bu şekilde gerçekten seni destekleyenlerin bile korkmasını sağlayacaksın.”
Tugay kaşını kaldırdı. “Zaten başta onları bağlayan korku değil miydi Marco? Hiçbiri beni tanımıyordu, oluşturduğum korku rüzgârına kapıldılar. Böyle bir şeyin olmayacağını ve asıl derdinin ne olduğunu biliyorum, dert etme, ben keyif alıyorum.”
“O yüzden mi bu kadar güler yüzlüsün TDÇ?” Marco gözünü devirdi. “Kötü bir adam olmanın savaşı içerisindesin, merak ediyorsan bütün ülkenin gözünde çok kötü bir adamsın ama Avukat’ın gözünde...”
“Baba.” Nida'nın sesiyle Marco'nun cümlesi yarıda kesildi, hepsinin bakışları kapıya döndü.
Nida'nın üzerinde pembe çiçekli bir pijama takımı vardı, elinde ise yine sıkıca tuttuğu eldivenler, Eftalya'nın beyaz eldivenlerinden başka eldivenler değildi. Gözlerini ovuştururken uykulu gözlerle onlara baktı. Yüzündeki lekeler, saçları, üzerindeki çiçekli pijaması, tuttuğu eldivenler...
Tugay'ın yüzündeki o sertlik, gözlerindeki o acımasızlık uzaklaşırken sıcacık gülümsedi, tıpkı Avukat’ına gülümsediği gibi. “Güzelim,” dedi ayağa kalkıp ona yürüyerek. Önünde yere çöktü ve saçını kulağının arkasına sıkıştırdı. “Ben mi uyandırdım seni canım benim?” Nida gözünü ovuşturmaya devam ederken bir elini Tugay'ın omzuna yerleştirdi, ardından ona sarıldığında Tugay da sarıldı. “Özür dilerim,” dedi kısık bir sesle. “Sadece uyuyor musun diye bakmaya girmiştim odaya.”
Hayır, Tugay her gün ama her gün Nida'nın yüzünü izleyerek kendini affetmemenin yollarını düşünüyordu.
Tugay'ın annesinin odası artık Nida'ya ait olmuştu çünkü o odayı istemişti, piyano da oraya kaldırılmıştı.
Ebediyen çalınmamak üzere.
“Hayır,” dedi Nida yüzünü Tugay'ın boynuna gömerken. Giray uzaktan el sallayıp göz kırptığında Nida da ona el salladı, Marco ise sanki yakalayacakmış gibi mandalinayı Nida'ya doğru attı. Mandalina Tugay'ın kafasına çarptığında Nida kahkaha atmaya başladı, onunla beraber Marco da güldü. Tugay çatık kaşlarla Marco'ya döndüğünde Marco daha fazla güldü.
“Yapma,” dedi Nida gülüşünün arasından Tugay'ın başını okşarken. “O çok hassas, canı acıyor.”
“Sorma,” dedi Marco gözünü devirip. “Öyle hassas ki kalbim yumuşacık oldu. Hassas olmasa neler olurdu tahmin edemiyorum.”
Giray aşağıdan Marco'nun bacağına vurduğunda Marco gözünü bir kez daha devirdi.
Tugay, Marco'ya aldırış etmeden geriye çekildi ve protez olan sol eliyle Nida'nın saçını geriye doğru attı; Nida, her seferinde ürperdiği gibi ürperdi ama belli etmemeye çalıştı. Onu ilk gördüğünde de şaşırmıştı ama Eftalya'nın söylediği gibi belli etmemeye çalışıyordu çünkü bir gece, Nida'nın başına gidip binlerce kez Nida'dan özür dilemişti, kolu olmadığı için.
Sonrasında dönüştüğü adam için.
En sonunda da dönüşeceği adam için.
Tugay, Nida'nın belinden sarıldığı gibi kucakladı. “Yeniden uyumak ister misin canımın içi?”
Nida dilini damağına vurdu. “Hayır, hadi bahçeye gidelim.”
Tugay nefesini verdi ve arkasındaki bakışları görmezden gelerek, “Daha dün gittik,” dedi.
“Bugün de gidelim,” dedi Nida kollarıyla Tugay'ın boynuna sarılarak. “Çünkü o bahçe Eftalya anne gibi kokuyor.”
Tugay gözünü kapattı, ardından Giray'ın arkadan, “Anne değil,” demesiyle kendisine zaman tanıdı. “Abla. Eftalya abla.”
“Anne.” Nida inatla devam etti. “Anne gibi.” Dudaklarını bükerek Tugay'a baktı. “Götürmeyecek misin beni?” Eldivenleri daha sıkı tuttu. “Sen hep o şeyden kokuyorsun,” masadaki alkol bardağını gösterdi, “ama annem hep çiçek gibi kokuyordu. Sen de çiçek gibi kok, oraya gitmeyelim.”
Tugay yutkundu. “Pekâlâ,” dedi başını sallayarak. “Bugün de gidelim ama yarın gidemeyiz.”
“Neden?” dedi Nida gözlerini açarak. “Yoksa yine boya yapmaya mı gideceksiniz?” Güldü. “Kırmızı boya.” Bir keresinde eve geldiğinde Nida'yı uyanık görmüştü ve Tugay'ın üzerinde kan lekeleri vardı, o an bir çocuğun gözündeki korkuyu görmüş, pişmanlıkla daha fazla kendi içine gömülmüştü.
“Hayır, güzelim,” dedi Tugay hızlı bir şekilde, ardından uzanıp şakağına uzun bir öpücük kondurdu. “Yemin ederim beni bir kez daha o kırmızı boyalarla görmeyeceksin, söz veriyorum, unut o görüntüyü.”
Nida hiçbir şey söylemeden öylece yüzüne baktı, Tugay ise gülümsedi, bir kez daha öptü şakağından ve kokusunu içine çekti. Farkında değildi ama kendisi de çiçek gibi kokuyordu. Tugay, Eftalya'dan daha zor durumdaydı esasen çünkü kaçıp saklanamıyordu, Nida koşulsuz bir sevgiyle Avukat’a bağlıydı.
Nida'yı kucağından indirmeden evden dışarı çıktılar, uzun koru yolunda yürümeye başladılar. Her adımında biraz daha geriye gitti Tugay fakat ne kadar geriye giderse gitsin asıl olandan hiçbir zaman vazgeçemiyordu, bunun farkındaydı.
Bahçenin önüne geldiklerinde Nida'yı kucağından indirdi.
Hayır, Tugay Demir Çeviker elbette ki Eftalya'ya hediye ettiği bahçeye ufacık bir zarar bile vermemiş, yakmamıştı; her gün onun yokluğunda çok daha iyi baktı.
Bütün çiçekler büyümüştü, bahçe renk renk çiçeklerle kaplıydı, seranın altındaki çiçekler parlıyordu, kokuları yüz metre ileriden bile alınıyordu. Sadece bu kadar da değildi.
Hayır, Tugay Demir Çeviker elbette ki Eftalya'ya özel yaptırdığı evi yıkmamış, zarar vermemişti, aksine daha fazla hızlandırmıştı çalışmaları. Eftalya'nın tam da istediği gibi dizayn edilecekti.
Tugay Demir Çeviker bütün ülkeyi cehenneme çevirdi, her yeri yaktı ama kanlı elleriyle gelip avukatının çiçeklerini sevmeyi ihmal etmedi, uğruna yapılacak evden ise hiçbir zaman vazgeçmedi. Çiçekleri yakmazdı, yanarsa ölürdü; ölürse Eftalya dağılırdı, biliyordu.
Kendi elleriyle baktı çiçeklere, sonra elleri kirlensin diye kötülüklere sarıldı. Bu bir cezalandırmaydı; bu bir acıydı, bu biraz da her ne olursa olsun, Tugay Demir Çeviker'in kalbinde her yer yangın yeri olsa da avukatının olduğu yere ateş sıçramasın diye yine kendisinin önüne siper oluşuydu.
“Baba,” dedi Nida. “Çiçek bakmayı sana annem öğretti değil mi?”
Tugay savaş vermek yerine, “Sayılır,” dedi. “O çok seviyor çiçekleri, ben de onun için çiçekleri sevdim; onun kadar iyi bakamıyorum ama en azından hâlâ yaşıyorlar.”
“Onlar da seni seviyorlar.”
“Biliyorum, bu hayatta benden korkmayan tek canlılar.”
Ben senden korkmuyorum, demedi Nida, anlamadı bile o an. Tugay için bir yıkım daha oldu.
“Evet,” dedi Nida heyecanla. “Hepsi çok güzel görünüyor. Bir tanesi solduğunda bile nasıl çabaladığını ben biliyorum.” Ellerini birbirine çarpıp bahçenin ortasına geçti. “Peki o geri geldiğinde bu bahçeyi görüp ne der? Beraber baktık diyeceğiz bak!” Kaşlarını çattı.
Tugay yutkundu. “Nida,” dedi Tugay. Sonra bir kez daha tekrar etti, defalarca tekrar ettiği cümleyi. Adını vurgulayarak üstelik. “Eftalya bir daha gelmeyecek.”
Nida duymazdan geldi. “Evi ne zaman biter?”
“Bir aya biter.”
“İçinde bana da oda yapacak mısın? Geldiğinde orada kalırım.”
“Nida, güzelim,” dedi Tugay yeniden. “Eftalya,” adını söylerken yutkundu, “bir daha geri gelmeyecek.” Bir cümle daha kurdu, o cümle sanki bütün çiçekleri soldurdu. “Eftalya gitti bizden.”
Yine duymazdan geldi. “Benim odamın duvarlarını çiçeklerle süsleyelim mi? En sevdiğim oyuncakları koyalım mı? Bir tane de Tugito için yatak istiyorum, onunla uyumayı seviyorum hem Tugito da Eftalya anneyi çok seviyor, ona sarılırlar. Odam annemin odasının yanında olsun mu? Geceleri korkarsam yanına giderim, sen de olursun. Senin odan var mı?” Kıkırdadı. “Yoksa beraber mi uyuyorsunuz?” Gözlerini açtı. “Peki evin içinde oyun odası olacak mı?” Ellerini çarptı bir kez daha. “Annem geldiğinde onunla beraber...”
“Nida,” dedi Tugay ciddiyetle kaşlarını çatıp. “Eftalya bir daha gelmeyecek.” Bu kez öyle baskın bir şekilde söyledi ki Nida'nın bakışları sert bir şekilde Tugay'a döndü.
“Geri gelmeyecekse neden çiçeklerine bakıyorsun o zaman? Neden evini yaptırıyorsun?” Kaşlarını çattı ve ayaklarını yere vurdu. “Geri gelmeyecekse neden her gün ona mektup yazıyorsun?” Tugay gözlerini açtı. “Kaç mektup oldu? Çok fazla mektup var. Her gece ona yazıyorsun, bilmiyorum sanki ben.” Kollarını önünde bağladı. “Gelmeyecekse sen neden gelecekmiş gibi davranıyorsun?”
Tugay yutkunduğunda sadece, “Seksen altı,” dedi. “Seksen altı mektup oldu çünkü her gün ona cevap vermem gerekiyor.”
“Ne?”
Tugay cevap vermedi.
“O geri gelecek, annem geri gelecek, bunu sen de iyi biliyorsun.”
Bu kez Tugay büyük bir nefes verdiğinde Nida'ya yaklaştı, yüzünü sevmeden önce, “O geri gelmek istemiyor,” dedi bu kez. “O geri gelmemek için çabalıyor, o yeni bir hayat istiyor.” Başını salladı. “O artık beni istemiyor.”
“Yalan söylüyorsun.”
“Nida,” dedi Tugay en çok canını yakanı söyleyerek. “O benden korkuyor, o bizden korkuyor.”
Tugay sustu, tam o esnada Nida bir an bile şüphe etmeden Tugay'a yaklaşıp elini yüzüne yerleştirdi ve sanki bir çocuk gibi değil de bir anne gibi yüzünü okşarken, “Babacığım,” dedi mutsuz bir sesle. “İlk geldiğimde neden o kadar ağladığını biliyorum ben.” Tugay gözlerini kapattığında Nida biraz daha yüzünü sevdi. “Babacığım, ben senin Eftalya'ya âşık olduğunu da biliyorum.” Tugay gözlerini açıp Nida'nın yüzüne baktı. “Babacığım ben senin onu çok özlediğini de biliyorum.” Nida'nın gözleri dolduğunda Tugay'ın yüzünü bir anne gibi sevmeye devam etti. “Ben geldim, o gitti. Özür dilerim geldiğim için.”
“Nida,” dedi Tugay gözlerini açarak. “Nida, sakın!” Onu kendine çekip sıkıca sarıldığında saçlarını okşadı. “Sen olmasaydın, ben o zaman mahvolurdum asıl. Bir daha böyle bir cümle kurmayacaksın.”
Başını salladı Nida ve sonrasında elini Tugay'ın pantolonunun cebine attı, Tugay şaşkınlıkla ona bakarken yüzüğü çıkardı Nida. Eftalya'ya evlenme teklifi edeceği yüzüğü Tugay yanından bir an bile ayırmıyordu. “Her gece neden buna bakıyorsun?” Tugay sustu, yüzleşmek ağırdı. “Peki neden hep yanında taşıyorsun?” Tugay yine sustu. “Baba, bunu Eftalya anneme mi vereceksin?”
Tugay, Nida'nın yüzünü okşadı ve sakince, “Hepimiz yanımızda çok sevdiğimiz bir eşyamızı taşımalıyız, Nida,” dedi. “Taşımalıyız çünkü hayatın ne getireceğini bilemeyiz.” Kastettiği ölümdü ama bunu açıkça söylemek istemedi, Nida da anlamadı.
İçinden devam ettirdi cümleyi.
Eğer bir gün ölürsem bu yüzüğü Eftalya görmeli Nida, görmeli ve sadece onunla evlenmek istediğimi bilmeli. Üzerimden sadece bu yüzük çıkmalı, bir yüzüğün bizim hikâyemizi başlattığı gibi bitirdiğini de bilmeli.
Bütün bu kötülüklerin, savaşların, korkuların ortasında bile sanki her şey güzelleşecekmiş gibi sadece onunla olmak istediğimi bilmeli.
“Belki o dönmez,” dedi Nida bu kez. “Ama belki sen gidersin.”
Tugay gülümsedi. “Bunun için,” dedi, “benim avukatım olması gerekiyor, bunun için beni sevmesi gerekiyor, bunun için denizkızı olmaması gerekiyor ama o okyanusundan vazgeçmiyor, beni ise istemiyor.”
İngiltere
Uzun zamandır ilk kez bu kadar çok uyumuştum.
Tam sekiz saat. Aralıksız uyumuştum, bu öylesine şaşırtıcıydı ki kütüphaneden içeriye girerken yüzümdeki utancı bir türlü silemiyordum çünkü çoktan George gelmiş, kepenkleri açmıştı.
İçeriye adımımı atar atmaz onunla göz göze geldik. Hızlı bir şekilde, “Çok özür dilerim,” dedim. “Çok çok özür dilerim, neden bu kadar çok uyudum bilmiyorum.” Direkt masama gittim ve üzerimdekileri çıkarttım. “Bu çok sorumsuzca bir hareketti, gerçekten yapılmaması gereken bir şeydi, bana hiç yakışmadı ve...”
“Sakin ol,” dedi George ellerini kaldırarak. “Uyumana çok sevindim, bugün kimse gelmedi zaten. Şöyle bir kitapları toplarsın, ödünç kitapları ayıklarsın o kadar.”
“Tabii ki,” dedim özür dileyen bakışlarımı gönderirken. “Dilersen sana sevdiğin çikolatalı sufleden de alabilirim, ne dersin?”
George güldü. “Teşekkürler ama Rim duyarsa seni de beni de mahveder.” Ben de gülerek ona karşılık verdim. Göz kırptıktan sonra yanımdan sakin adımlarla uzaklaştı, bir ayağı topaldı çünkü askerken yediği kurşun iz bırakmıştı.
George ise ödül diyordu.
Eğer kendi ülkemde olsaydım, George'un ölümünden onu öldürmelerinden korkardım fakat burada neyse ki tehlike yoktu; onlara kimse zarar veremezdi, bu yüzden içimden geldiği gibi onlarla konuşabiliyordum.
Sırt çantamı sandalyeye astım, ardından masama dönüp kalemlerimi ve önümdeki kitabımı düzenlerken ellerimi buz kesen bir görüntüyle karşılaştım.
Masamın üzerinde kâğıttan bir uçak vardı ve bu kadar harika bir şekilde katlayacak tek kişi Tugay Demir Çeviker'di.
Elektrik çarpmış gibi sandalyeden kalktığımda, “George!” diye bağırdım. “George! Bir bakar mısın?” Birkaç saniye sonra George geldiğinde şaşkınlıkla bana baktı. “Lütfen,” dedim ona. “Bana gerçeği söyle, şu an masamın üzerinde kâğıttan bir uçak mı var yoksa benim deliliğim en üst düzeye mi çıktı?”
George masaya baktı ardından hiç düşünmeden, “Evet,” dedi. “Ve harika görünüyor. Sen iyi misin?”
Hiçbir cevap vermeden kendimi yeniden sandalyeye bıraktım ve titreyen ellerle yavaşça uçağı elime aldım. Tam o esnada iç kısmında yazan kelimelerle karşılaştım. “Sayfa elli sekiz.”
Bakışlarım önümdeki Bir idam Mahkûmunun Son Günü kitabına kaydı, defalarca altını çizdiğim o kitap. Şimdi önümde kâğıttan bir uçak vardı, sayfasıyla. Geçmişin anıları, şimdinin içinde gizliydi. Daha önce de önüme bir uçak uçurulmuştu, sayfa sayısıyla. Şimdi de aynısını gerçekleşiyordu.
Biliyordum, oydu. Biliyordum, bu kez gerçekten hayal değildi. Ben öleceğimi söyledikten sonra sanki beni yaşatmak istiyormuş gibi karşıma çıkması rastlantı olamazdı.
Kalbim gümbürderken kitabın sayfalarını açtım ve elli sekizinci sayfaya geldiğimde benim değil, kendisinin çizdiği altı çizili cümleyle karşılaştım.
“Hiç konuşmuyorsun, kederli bir halin var, dedi annem. Oysa yüreğimde cenneti taşıyordum.”
Altı çizili cümlenin hemen yanında bir not yazıyordu, onun el yazısıyla.
“Senin bizi içine attığın okyanusta ben çoktan boğuldum, şimdi sıra sende, benim gökyüzümü paylaşacaksın, yükseklik korkuna rağmen. Benimle akşam sekizde Londan Eye'da buluş, örgütümün eski liderine emrimdir.”
“Tugay Demir Çeviker,
BL Örgüt Kurucusu ve Tek Lideri”
***
Kalbimin atışları kulaklarımdaydı ve titreyen ellerim bir an bile durmuyordu. İki yolum vardı ya gelecektim ve her şeye rağmen onunla yüzleşecektim ya da kaçacak, bir kez daha onu terk edecektim.
Hayatımda bir kez ikinci yolu seçip onu terk etmiştim aylar önce. Şimdi elbette ki yine birinci yolu seçmiş, Londan Eye'a doğru ilerliyordum.
Bu onunla tekrardan aynı yolu ilerleyeceğim anlamına gelmiyordu, iki medeni insan gibi konuşabilirdik aslında. Biz ikimiz... Bıraktığı notta o üstten tavrı, benim damarıma basmaya öylesine müsaitti ve beni o kadar iyi tanıyordu ki, bu bile beni çıldırtmaya yetmişti.
Hiçbir şeye değil de neden eski lider demesine takılmıştım ki? Vazgeçmiş olması mıydı beni üzen ya da öfkelendiren?
Bütün maillerimi, bütün o aptal mailleri okumuş muydu? Peki ya neden şimdi gelmişti? Son mailim, onun gerçekten sabahında hemen gelmesine mi neden olmuştu? Bu bana karşı bir şeyler hissettiğini gösterirdi, hayır, geliş nedeni bu değildi muhakkak. Belki de artık onun için hesaplaşma zamanı gelmişti.
Hesaplaşacaktık, yüzleşecektik ve sonra yollarımıza devam edecektik.
Üstelik onu bu denli özlemişken artık hayal yerine gerçeğini görmeye fazlasıyla ihtiyacım vardı, ne düşündüğü de zerre umurumda değildi.
Üzerime giydiğim siyah, dar elbiseyi çekiştirdim, altımda ise siyah postallarım vardı. Saçlarımı gördüğünde ne kadar şaşıracaktı? Peki ya fondötenim? Ben artık eski ben değildim, bunu o da çok iyi biliyordu.
Hayır sadece yüzleşecek, hesaplaşacak ve yollarımıza devam edecektik. Bunun olması gerekiyordu, biz iki medeni insandık, bunu yapabilirdik.
Yapmalıydık.
Böyle yaşanmıyordu çünkü yaşayamıyordum ben.
Yolun sonuna doğru gelirken büyük dönme dolabın arka tarafında sırtı dönük, elleri ceplerinde bekleyen bir adam gördüm; o adamı duruşundan bile tanırdım, Tugay Demir Çeviker'den başka kimse değildi.
Nasıl bakacaktı bana? Ne diyecekti? Geri dönmeli miydim? Notta tehdit vardı, notta üstünlük vardı, notta ilk tanıştığım Tugay vardı. Notta kırgınlık da vardı.
Yutkunduğumda biraz daha yaklaştım ve ben yaklaştıkça ayağımın altındaki çakıllardan ses geldi. Bu esnada Tugay'ın omzu inip kalktı, sanki derin bir nefes aldı ve sakince, oldukça yavaş bir şekilde bana doğru döndüğünde renkli ışıkların altında yüzünü gördüm. Üstelik hayal de değildi.
Üzerinde siyah bir gömlek, altında siyah pantolon, ayaklarında postalları vardı. Elleri ise cebindeydi. Kalbim duracak kadar hızlı atarken geri kaçmak için beni durduran tek şey güçsüzlüğümdü çünkü gözlerine baktığımda anlamıştım, ben bu ana hiç hazır değildim.
Yutkundum, onun gözleri benim gözlerimden bir an bile olsun ayrılmadı. Saçıma şaşırmadı, fondötenime şaşırmadı, belki de şaşırdı bilmiyordum çünkü ben onun ela gözlerinden başka hiçbir noktaya bakamıyordum.
Saçları derli topluydu, sakal tıraşını yeni olduğu belliydi, kilo verdiği açıktı ama her zamanki gibi nefes kesici görünüyordu.
Bir kez daha yutkunduğumda bir şey söylemek isteyerek dudaklarımı ıslattım ama sanki sesim çıkmıyordu.
Hazır değildim, hazır olmadığımı o da gördü; yüzünde gülümseme yoktu, yüzünde öfke de yoktu, yüzünde duygularını öyle bir gizliyordu ki benden anlayamıyordum.
Unutmuştu beni, yakmıştı bahçeyi, yıkmıştı evi, atmıştı her şeyi.
Onun benden istediği intikamdı, öyle değil mi? Ölmeyeyim diye değil, ellerinde öleyim diye gelmiş olmalıydı.
Nefesini verdi, sağ elini cebinden çıkardı; siyah, üzerinde timsah amblemi olan eldiveniyle karşılaştım, yavaşça eldiveni dişleriyle söküp çıkardı, ardından bana doğru uzattı.
Ela gözleri gözlerimden ayrılmazken, “Sağ elimi sıkmak istemez misin?” Duraksadı, kaşları havalandı. ”Neydi mahlasın? Mermaid?” diye sordu, ardından beklemeden avcunun içini döndürdü. “Ama dikkat et, avcumun içi sigara yanıklarıyla dolu, sen gittiğinden beri ben de hiçbir sözümü tutmadım.” Gözlerim avcuna kaydı, sağ avuçiçi sigara yanıklarıyla doluydu; sen varsan yakmam demişti, ben gitmiştim, ilk önce kendisini yakmıştı. Demek asıl bahsettiği cehennem buydu.
Paragraf Yorumları