Adım Eftalya. Ve belli bir yaşıma kadar adımı bir çiçekten aldığıma inandım. Adımın anlamının denizkızı olduğuyla liseye giderken Edebiyat dersinde işlediğimiz bir şiirle yüzleştim. O zamana kadar da herkese anlamının bir çiçekten geldiğini söyledim.
Eftalya bir çiçeğin adı olmalı, demiştim anlamını öğrendiğimde ve babam da bu ismi bir çiçekten aldığına inandığı için koyduğunu itiraf etmişti. Kendimle hiç barışık olmadığım o dönemde kendime dair tek sevdiğim şey adımın anlamıyken bu gerçekle yüzleşmek beni düşündüğümden çok daha fazla etkilemişti.
Çiçeklere bağlılığım, onları bu kadar çok içselleştirmemin bir nedeni de kendini hiç sevmediği dönemlerde adının bir çiçekten geldiğini sanan o kızın çiçekler kadar güzel olmayı dilemesiydi.
Yanlıştı, tuhaf bir düşünceydi. O zamanlar annemin zoruyla gittiğim doktorum söylemese de saplantılı bir düşünceydi. Birçok özelliğim değişse de çiçeklere bağlılığım hiçbir şekilde değişmemişti.
Çünkü kendimi sevdiğimi, aynada gördüğüm yüzle barışık olduğumu dile getirsem de geçmişte insanların, annemin, sevdiğim birkaç kişinin söyledikleri aklımdan silinmemişti. Arada sırada göğsümdeki beyaz lekeyi kapatmamın bir nedeni de buydu. Güzellik takıntım da yoktu, kusursuzluk takıntım da ama insanlar bazen öyle çok konuşurdu ki bıraktıkları izlerin farkında bile olmazlardı.
Güzel olduğumu söyleyen kimseye inanmadım ama çiçeklere baktığımda içten içe onların bir parçam olduğunu düşündüm. O da bugüne kadar. Bir insanın elinden inançları bu kadar kolay alınamazdı ama artık emindim, adım bir çiçekten gelmiyordu.
Dizlerinin üzerine çöken insanı ilk önce zaaflarından vururlardı ki yeniden ayağa kalkmaya cesareti olmasın. Dizlerinin üzerinde duruyorsan bunun itaat için değil, dinlenmek için olduğunu söylemek gerekirdi ve başı daima dik tutmalıydık. İnanmasalar bile hâlâ direndiğimiz için başka bir zaafımızı bulmaya çalışırlardı çünkü tamamen yıkılış ya da daima dimdik duruş, hiçbir zaafın kalmadığında gerçekleşirdi.
Benim hayatım gizleyemediğim zaaflarım üzerine kuruluydu ve sevgi de en büyük zaaflarımdan biriydi.
Belki de Tugay Demir Çeviker'in hayatında sevginin öncelikli olmamasının nedeni buydu. Hayır, belki de değildi, artık onu anlıyordum. Sevgi ve kaybetme korkusu onun hayatında belki de son sıralarıydı. Bu yüzden hiç zaafından vurulduğunu görmemiştim. Varsa da gizleyebiliyordu ama sevgi gizlenmezdi, kendimden biliyordum.
Bir savaşın içinde olduğumun elbette bilincindeydim ve bu savaşta zaaflarımdan vurulacağımı da biliyordum ama böyle masum bir zaaftan vurulmak aklıma bile gelmemişti.
Adımın anlamı çiçekten geliyordu. Bir seram vardı, kendimi o serada iyi hissederdim ama şimdi o sera alevler altındaydı ve ben o alevlerin ortasındaydım.
Adımın anlamı çiçekten gelmiyordu çünkü o çiçekler yanıyordu. Artık kokmuyorlardı, güzel değillerdi. Bunu da elimden almışlardı.
Beni adımın anlamının bir çiçekten gelmediğine inandırdılar. Artık güzel olmadığıma emindim.
İlk önce ateş Tugay'ın bana hediye ettiği çiçeklere yayıldı, ilk onların yanışına şahit oldum. Ardından bana ait çiçeklere sıçradı ve yangın bir çember gibi çevremi sararken ben sadece dizlerimin üzerinde durup o yangını izledim. Birkaç gün önce kurtuluş için öylece durmamam gerektiğini kendime hatırlatırken çiçekleri kurtarmak için bir çaba sarf edemedim ama kendimden de kaçmadım.
Sol tarafımda seranın başka bir camı daha patladığında önüme parçalar döküldü ama ben çiçekleri izlemeye devam ettim. Ardından arkamdaki cam da patladı, yere birkaç saksı düştü, yuvarlandı, dizlerimin önüne geldi.
Donuk bir şekilde o yangını izlerken dışarıdan yükselen bağırtıları işittim ve bu serayı babamla beraber yaptığımız o anı hatırladım. Bu sera biraz da babamın özgür kalacağına dair inancımı artırıyordu ama şu an o inanç da bu çiçeklerle yanıyordu.
Ateş bana yaklaşırken çöktüğüm yerden kalkmadım, bütün inançlarım yanıyorken hareket etmem mümkün değildi.
"Eftalya!" diye bağırdı biri. Adımın anlamı artık çiçek değildi. "Eftalya!" dedi bir kez daha. Ateş tavana kadar uzanan sarmaşıklara ilerledi. "Eftalya! Kalk!" İsminin anlamı çiçek olmayan Eftalya.
Başımı önüme eğdiğimde dizlerimin ucuna düşen saksıdaki o çiçeğin Tugay’ın bana hediye ettiği biri cansız, biri canlı orkide olduğunu fark ettim. Hayat bazen tuhaf şakalar yapabiliyordu ve sol tarafındaki orkide yanıyordu, benim zorlukla canlandırdığım o taraf.
Bir an bile düşünmeden orkideye uzandım ve elimle söndürmeye kalktığımda omuzlarımda eller hissettim, ardından biri beni kaldırmaya çalıştı ama ben orkideyi sımsıkı tuttum. Avcumun yandığını hissettim, hayatın başka bir şakası da yananın sol avcum olmasıydı.
Saksıyı kucağıma alıp sımsıkı sarıldığımda göğsüme sıcaklık yayıldı, ardından havalandığımı hissettim. Tavanın da çökmeye başladığını duydum. Beni taşıyan kişi çıkış yolu ararken bir bez bebek gibi onun kucağında etrafıma bakıyordum. Sanki yanan benim seram değildi, sanki bir kâbusun, bir filmin içindeydim.
"Bu taraftan!"
Yangın söndürme tüplerinden su sıkılıyordu, yol açılıyordu, çatırdamalar vardı, çiçekler çığlık atamazdı ama ben de atamıyordum.
"O baygın mı?"
Beni taşıyan kişi ilerliyordu. Zeminde çatırdamalar oluştu. Nefes almakta zorlandım.
"Eftalya, beni duyuyorsun değil mi?"
Bir adım daha ardından gözlerimi saksıdan ayırıp o yüze baktığımda Sinan olduğunu gördüm. Başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı, gözlerine ateşin kızıllığı çarpıyordu. Sinan büyük bir nefes verdi, beni kendine çekti, yüzümü boynuna gizledi, ardından birkaç adım daha attı. Gözlerimi kapattığımda vücudumdaki hissin uzaklaştığını fark ediyordum, bu baygınlık değildi, yanmak da değildi. Benim seram yanmıştı, bir şey yapmam gerekiyordu. Bir tepki vermem gerekiyordu.
Birkaç dakika sonra çatırdamalar da sıcaklık da gitti. Tek hissettiğim avcumun yangınıydı. Gözlerimi açmak istemiyordum. Sanki uyuyordum ve bu bir kâbustu.
Bir zemine yatırıldım, saksıya daha sıkı sarıldım. Hayır, gözlerimi açmak istemiyordum. "Eftalya," dedi Sinan. Koşuşturmalar işittim. "Eftalya, aç gözünü." Hayır, açmamalıydım, açarsam kâbus olmadığını anlardım. Bu bir kâbus olmalıydı. "Lütfen aç, iyi olduğunu görmeye ihtiyacım var."
Başka bir ses işittim. "Şokta," dedi. Bu ses çok tanıdıktı, ihtiyacım olan bir sesti. Tugay'ın sesiydi. Hayır, Tugay değildi, Giray'dı. "Defne!" diye bağırdı. "Su getir!"
Başımı iki yana salladım. "Yeni suladım," dedim sakince. "Çiçeklerin suya ihtiyacı yok."
Sessizlik oluştu, ardından başka koşuşturmalar oldu. Sonra yüzümde soğukluk hissettim ve biri kucağımdaki saksıya çekmeye çalıştı. O anda gözlerimi açtığımda saksıya daha sıkı sarılıp o yüze baktım. Görmek istediğim o gözlerdi, Tugay'ın gözleriydi.
Hayır, Giray'ın gözleriydi, yüzünde bir maske vardı. "Avukat?" dedi Giray, ardından elini alnıma ve boynuma yerleştirdi. Buz gibi soğuk suyu hissettim ya da eli soğuktu, bilmiyordum. "Bizi duyabiliyorsun değil mi?" Başımı salladım. Giray çenesini sıktı. "Söndürün!" diye haykırdı. "Kurtarabildiğimizi kurtaracağız!"
"Hepsi kül olmak üzere," dedi Defne diğer taraftan. "Kurtarılacak gibi değil."
Bu kez Sinan elini alnıma koydu. "Nefes al Eftalya," dedi. "Nefes almıyorsun şu an." İstemsizce elimin tersine dokunup baskı yaptığında acıyla haykırdım, hepsinin bakışları bana yöneldi. Giray bu kez bileğimden tutup çektiğinde elime baktı, öfkeyle bir küfredip ayağa kalktı.
O ayağa kalktığında arkasındaki serayı, yangını, çıkan dumanı, patlayan camları gördüm. Örgütten insanlar yangını söndürmeye çalışıyordu. Çevre evlerden gelen komşular vardı, çoğunun elinde telefon vardı, öylece uzaktan izliyorlardı. Hiçbiri yardım etmiyordu.
Elimdeki acı sanki kalbime uğradı ve kalbim acıyla yanmaya başladı. Dudaklarımdan, "Hayır," kelimesi döküldüğünde doğrulmaya çalıştım ama Sinan engelledi. Elini itip, "Hayır!" diyerek dizlerimin üzerinde kalktım ve oraya gitmek için çırpınmaya başladım. Sinan güçlü bir adamdı ama beni engelleyemedi. Ellerinden kurtuldum ve koşmaya başladım ama bacaklarımda his yoktu. Yeniden dizlerimin üzerine düştüğümde, "Hayır!" diye haykırdım ve ağlamaya başladım. Sessizce değil, bağıra çağıra ağlıyordum. Beni çeken kameralar umurumda bile değildi.
Yeniden kalkmaya çalıştım ama bu kez beni tek tutan kişi Sinan değildi. Giray hemen önümde durdu ama çırpınmaya devam ettim. "Eftalya!" dedi Sinan titreyen bir sesle. "Lütfen! Yalvarırım dur artık."
"Hayır!" diye bağırdığımda gözyaşlarımdan önümü bile göremiyordum. "Kâbus değil, değil mi? Gerçek bu, değil mi?" Yeniden çırpındım ama beni engelliyorlardı. Kucağımda tuttuğum saksıyı taşımaya artık gücüm yoktu. "Sinan," diye inledim acıyla. "Sinan, hepsi yandı." Başımı iki yana salladım. Giray önümde eğildi, ona baktım. "Hepsi mi yandı? Hayır, senelerdir emek veriyordum ben. Onlar benimdi, onlar her şeyimdi. Hayır, hepsi yanmadı değil mi?"
Giray gözlerini kapattı, yüzünü maskeden okuyamıyordum ama öfkeli olduğu her halinden belliydi. Cevap vermek için dudakları aralandığında silah sesi geldi. Sonrasında ise ortalık tamamen karıştı.
Art arda silah sesleri geldiğinde seramın arka tarafından adamlar çıkmaya başladı. Hedef bizdik. Krallık'ın adamları mıydı yoksa Kerem'in adamları mıydı, emin değildim ama resmen bu bir saldırıdan çok daha fazlasıydı. Ve kurşunlar artarken hedefin doğrudan ben olduğumu fark ettim. Beni öldürmek istiyorlardı.
Giray belinden silah çıkardığında Sinan'a, "Avukat’ı arabaya götür!" diye bağırdı. "Defne, arabaya gidin!"
Çevreyi dolduran komşular çığlıklarla ortadan yok olduklarında örgütün üyelerinden de silah sesleri gelmeye başladı ve bu yangın yetmezmiş gibi bir de çatışmanın ortasında kaldım. Yeniden havalandım, Sinan kucağında beni taşırken koşmaya başladı. Kurşunların hedefi olmak, silahların beni taşıyan Sinan'a yönelmesine neden oldu.
"Ben koruyorum sizi," dedi Gamze'nin sesi. Sinan'ın arka tarafından geliyordu. "Acele et!"
Midem bulanıyordu, seram hâlâ alev altındaydı, silahlar susmuyordu. Cehennem gibiydi ve cehennemin ortasında polis sirenlerinin sesini işittim. O esnada bir silah sesi daha geldi, bu kez çok yakındaydı.
Sinan, "Sikeyim," diye haykırdı ve daha hızlı hareket etmeye çalıştı ama acıyla bir kez daha haykırdığında ne olduğunu bile anlamadan yere yuvarlandık. Düştüğüm anda bilincim tamamen kayboldu.
***
"Biraz daha buz koy."
Avcumda ağırlık hissettim ve acı çektiğimi fark ettim. Gözlerim kapalıydı, açmak için çaba sarf ettim ama omuzlarıma kadar acı çekiyor gibiydim. Hayır, avcumun içindeki yanık umurumda bile değildi çünkü çok daha kötü yandığım bir an vardı. Damganın basıldığı zaman çektiğim acının yanında bu acı cennet gibiydi. Buza gerek yoktu, istemiyordum ama dile getiremiyordum.
"Sinan nasıl?" Bu Giray'ın sesiydi. Bir hastane odasında olmadığıma neredeyse emindim ama hem başımda şiddetli bir ağrı vardı hem de bilincim bir açılıp bir kapanıyordu.
"İyi," dedi Defne. "Kurşun omzunu sıyırmış, yarayı sardılar ve uyuttular." Sinan'a ne olmuştu? Bu savaşta zarar görmesini isteyeceğim son insan oydu. "Gerçekten Sinan sadece bir korumadan ibaret değil, harika biri." Defne'nin sesi huzurlu geliyordu. "Keşke bu örgütte kalmayı kabul etse."
"O bir asker," dedi Giray. "Bir topluluğa ait olmaktan hoşlanacağını sanmıyorum, en azından kabullenmesi zaman alır." Adım sesleri işittim, ardından alnımda bir el hissettim. "Ateşi var, nasıl düşüreceğiz?"
Başka bir el daha dokundu, bu daha yumuşaktı. "Sabaha bir şey kalmaz. En azından fiziksel anlamda."
Bir süre sessizlik oluştu. Giray oflar gibi nefeslendi. "Ne düşündüğünü biliyorum Defne," dedi öfkeli bir sesle. "Ve bunu Tugay'a nasıl söyleyebileceğimi bilmiyorum." Sesinde korkuyu hissettim ya da tedirginliği. "Avukatına zarar gelmeyeceği konusunda söz verdim ve bundan birkaç gün sonra yaşanana bak." Çakmak sesi, sigara içiyordu. "Çok tedbirsizdik."
Avcumdaki ağırlık uzaklaştı. "Düşünemezdin," dedi Defne onu rahatlatmak istermiş gibi. "Şerefsiz herif patlayıcıları toprağın içine gizlemiş ve bunu günler önce yapmış." O an yansıtamasam da şaşırmıştım. Bunu günler önce mi yapmıştı? "Üç gündür o evi zaten bizimkiler koruyordu. Öyle şerefsiz ki günler önce bunu planlamış. Nasıl olabilir? Nasıl bir iğrençlik bu?"
"Ne olursa olsun," dedi Giray öfkeyle. "Tugay bunu öğrendiğinde..." Devam etmedi, birkaç saniye, hatta dakika geçti. "Nasıl söyleyeceğim bunu amına koyayım?"
Defne çekingen bir sesle, "Gizleyemez miyiz?" diye sordu. "Yani söylemezsek bilmez..."
"Bu haber yayılmaz mı sanıyorsun? Orada birçok insan vardı, video çektiler. Her şeyi geç, bu gizlenmez." Giray'ın sesini ilk defa bu kadar tedirgin duyuyordum. Sandalyenin itilme sesi geldi, Defne büyük ihtimalle ayağa kalkmıştı. "Benim suçumdu," dedi Giray. "Söyleyecek olan da benim. Sabah bir mektup yazarım."
Defne fısıldadı. "Deliye dönecek, değil mi?"
"Yapabileceklerini kestiremiyorum," dedi Giray.
Defne daha kısık sesle devam etti. "Avukatına saldırılması kabul edilemez, doğru ama Eftalya'yla ilgili her konuda bu kadar hassas olmasının nedenini biliyor musun?" Bu kez tedirgin olma sırası ondaydı. "O nişana saldırı düzenlememiz kurucudan beklenilen bir hareketti ama Kerem'in parmağını kesmek sence de fazla kişisel bir mesele gibi görünmüyor mu?" Defne nefes verdi. "Bakma öyle, içimde tutamıyorum ve dile getirip sorabilecek tek kişi benim."
Kısa bir sessizliğin ardından Giray, "Neden ona bu kadar düşkün olduğunu bir noktaya kadar biliyorum," dedi. O nedeni duymak için her şeyimi verebilirdim. "Ama benim de bilmediğim bir şeyler olduğuna artık eminim."
"Yani haklı mıyım?" diye sordu Defne. "Kişisel olarak ona karşı..."
Giray sözünü kesti. "Sanmam." Sanmaz, sanmamalı. "Bu yolda her şeyini kaybetmiş ve kaybetmeyi göze alan bir adam o. İkizimi tanıyorum. Aklını, kalbini kontrol etmeyi becerebiliyor. Avukat bir noktaya kadar hayatına dahil olabilir ama daha ilerisi olmaz. Olamaz. Kendine yasakladığını biliyorum."
Defne'nin güldüğünü işittim. "Bazen bazı gönül meselelerine söz geçiremezsin Giray," dedi. Sesindeki cilve miydi? "Öyle değil mi?"
"Her şeyimle boka battım, ikizim beni cayır cayır yakacak ama sen bana cilve mi yapıyorsun?" diye fısıldadı Giray. "Örgütte bunlar yasak."
Yasaklara başkaldırmak için bu yola çıkan Tugay Demir Çeviker'in gönül meselelerinde yasak koyması ne kadar doğruydu? Korktuğu örgüttekiler miydi yoksa kendisi miydi? Sınırları olmayan bir adamdı, bu her hareketinden belliydi; korktuğu kalbinin de sınırlarının olmaması mıydı?
"Yasağı koyan kişinin avukatının canı için bu denli delirmesi çok komik ama," dedi Defne alayla, sonra boğazını temizledi. "Tamam özür dilerim, sustum." Bir şeyler oldu ve Defne kıkırdadı. Ardından birkaç adım sesi duyduğumda kendimi yeniden zihnimdeki karanlığa teslim edip onları baş başa bıraktım.
***
Masanın üzerinde seradan tek kurtardığım bir dalı yanık orkide vardı. Ben bayıldıktan sonra onu taşıyan, buraya getiren kimdi, bilmiyordum ama dakikalardır o orkideyi izlediğimi önümde bir el sallandığında anladım. Bakışlarım çiçekten ayrılıp elin sahibine yöneldiğinde karşımdakinin Gamze'nin olduğunu gördüm.
"Hüp diye çekiyorsun içine o çorbayı," dedi masanın üzerindeki kâseyi göstererek. "Çünkü ilaç içmen gerekecek. Ateşin yeni düştü ve içmezsen Giray ağzımdan bir kurşun sıkar, kulağımdan çıkarır Avukat Hanım." Bakışları masanın diğer tarafındaki Sinan'a kaydı. "Ve sen de çorbanı içeceksin, sonra pansuman yapacağız." Sinan'ın üstü çıplaktı, omzundan beline kadar sargılıydı. "Ve üzerine bir kazak giyemediğin için çok mutluyum, düşündüğümden daha iyisin."
Masanın diğer tarafındaki Defne boğazını temizlediğinde kâsedeki mercimek çorbasına bakışlarımı çevirdim. Sol elimle bir şey tutmam imkânsızdı, avcumun içi yanıktan kabarmıştı, sızlıyordu fakat dokunulmadığı sürece çok acımıyordu.
Sabah uyandığımda ilk olarak Sinan'ın yanına gitmiştim ve beni korurken omzundan vurulduğunu öğrenmiştim. Ben özür dileyemeden özür dilenecek hiçbir şey olmadığını söylemişti. Örgütün köşkündeydik, ikimiz için de çoktan oda ayrılmıştı ve Sinan hemen yan odamdaydı.
Gamze, Defne ve Sinan’la salondaki büyük masadaydık. Benim ağzımı bıçak açmıyordu. Üzerimi büyük ihtimal Defne değiştirmiş, siyah bir eşofman takımı giydirmişti. Aynaya bakmak istememiştim ama göğüskafesimdeki o beyaz leke boynuma kadar ulaşmış olmalıydı çünkü birkaç kez Sinan'ın bakışlarına denk gelmiştim.
Red, "Siktir ya," diyerek içeriye daldığında olduğum yerde zıpladım. Elinde telefon vardı. "Dünkü görüntülerin hepsi sosyal medyada yayılmış, araçlarımızın plakaları ve bazılarımızın kimlikleri ortada. Biz zaten o mahkeme önünde tarafımızı belli etmiştik ama Eftalya'yı da çekmişler. Altındaki yorumların yarısı direnişin alevlendiğini gösteriyor, Eftalya için çabalıyor ama diğer yarısı Eftalya'nın ölmesini istiyor. Adı iki farklı şekilde gündem olmuş, bütün ülke şu an onu konuşuyor." Başını telefondan kaldırdığında hepimizin bakışlarıyla karşı karşıya geldi ve yutkundu. "Selam, sanırım çok detay verdim."
Hemen arkasından Giray'ın girdiğini gördüm. Üzerinde siyah ceketi, altında siyah kargo pantolonu vardı, başındaki maskeyi çekip çıkardı ve yere fırlattı, ardından siyah ceketini yırtarcasına çıkarıp koltuğun üzerine attı. Siyah bir atletle kaldığında hiçbirimizin yüzüne bakmadan köşedeki alkol dolabına gitti, bir viski şişesi çıkardı. Kendini koltuğa bıraktıktan sonra viski şişesini kafasına dikti. Çoğu zaman Tugay'a benzemediğini düşünüyordum ama şu an onu o kadar andırıyordu ki kendi kendineyken nasıl göründüğünü merak etttim.
"İşler o kadar kötü durumda mı?" diye sordu Defne ciddiyetle. Artık ikisinin arasında bir şeyler olduğunu biliyordum ama elbette bunu onlara belli etmeyecektim.
Giray şişeyi yere bıraktı ve daha fazla yayılarak tavana baktı, hiç uyumadığı belliydi. "Araçları yakmak durumunda kaldık. Bir yere kadar takip edilmişiz, bu yüzden köşke ulaşmaları zor olmayacak. Kapana kısıldık." Elini saçlarına geçirdi, bir küfür savurdu. "Haber kanalları neyse ki bundan bahsetmiyor, Krallık yasak getirdi ama sosyal medya çalkalanıyor. Herkes Eftalya Atalar'ın yanan serasını konuşuyor. Bir taraf Kerem'in yaptığından emin, bir taraf kendisinin yaptığını söylüyor, bir taraf ise bizim sebep olduğumuzu, onu tehditle yanımızda tuttuğumuzu."
Cebinden sigara paketini çıkardı. "Hastane önünde kalabalık var, herkes Tugay'ın ne yapacağını merak ediyor ama bilin bakalım kim ona haber veremedi?" Bakışları bize döndü, öyle yorgun ve bitkin görünüyordu ki içimin acıdığını hissettim. "Ben. Çünkü o mektubu yazamadım amına koyayım. Bunu nasıl söyleyeceğim? Bir çuval inciri berbat ettim, her şeyi mahvettim. Ne olursa olsun güç kaybettik, itibarımız zedelendi."
Red söze girdi. "Krallık, Tugay'ın avukatını bile koruyamadığını konuşuyor, sen söylemesen de bu onun kulağına gidecek."
Giray ayağa kalktı ve ellerini yumruk yaptı. "Belki de gitti." Masaya doğru yürüdü, ellerini sandalyeye yerleştirdi, gözlerini kapattı ve derin birkaç nefes aldı. "Red, kalem kâğıt getir."
"Hayır." Dakikalar, hatta saatler sonra kendi sesimi işittiğimde diğerleri de şaşırmıştı. Önümdeki kâseyi yavaşça ittiğimde Giray bana baktı. "Senin söylemene gerek yok çünkü ben söyleyeceğim."
Dudakları şaşkınlıkla aralandı. Tugay'la şaşkın ifadeleri nasıl da benziyordu. "Nasıl yani?"
Yutkundum, ardından önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Birazdan yanına gideceğim ve yaşanan her şeyi anlatacağım, sizin bir suçunuz olmadığını söyleyeceğim. Ayrıca ne olursa olsun bir tepki vermemesi gerekiyor, attığı her adım artık dosyasına ekleniyor."
Giray kaşlarını kaldırdı, sonra da hissiz bir şekilde gülümsedi. "İyi değilsin," dedi. "Dinlenmen gerekiyor, ayrıca bunu yapması gereken kişi benim çünkü canını koruması gereken kişi bendim."
"Tartışmak için söylemedim, haberiniz olsun diye söyledim," dedim ben de kaşlarımı kaldırarak. "Ve iyiyim, ağlamıyorum, hiçbir şeyim yok. Ne kadar umursamaz görünürsem o kadar umursamaz. Rol yapma konusunda son derece iyiyimdir."
"Sen galiba nasıl göründüğünün farkında değilsin," dedi Sinan diğer taraftan öfkeyle. "Şu deli cesaretinden vazgeçmen gerekiyor. Bırak ne oluyorsa olsun, o sülalesini siktiğim herif seranı yaktı Eftalya."
Avcum sanki yeniden yanmaya başladı, kalbime bir ağrı daha saplandı ama çenemi havaya kaldırdım. "Ben iyiyim, hiçbir şeyim yok." Gülümsemeye çalıştım. "Yani seramın yanması üzücüydü ama çiçeklerin arkasından yas tutacak değilim, öyle değil mi?" Hepsi inanmayan gözlerle bana baktı. "Bu çok abartı ve saçma bir tepki olurdu, özellikle insanların bozuk para gibi harcandığı ve öldüğü bir zamanda. Şımarıklığa gerek yok." Oturduğum yerden kalktığımda başım döndü ama aldırış etmedim. "Ufuk nerede? Beni hastaneye götürsün."
"Eftalya," dedi Defne diğer taraftan. "Cesaretine hayranım ilk günden beri ama ben de diğerlerine katılıyorum. Pek iyi görünmüyorsun."
"Ben sizin gibi düşünmüyorum," dedi Gamze. "Bir mektupla öğrendiğinde daha çok deliye dönecektir ama bizzat avukatını karşısında görürse sakinleşebilir."
"Onu tanımıyormuş gibi konuşma," diye çıkıştı Defne. "Resmen itibarı zedelendi."
Sessizlik oldu, ardından Giray sözü aldı. "Konu…" dedi gözlerini benimkilere dikerek, "…keşke sadece itibar olsaydı."
Birkaç saniye öylece birbirimize baktık. "Ben söyleyeceğim," dedim net bir sesle. "Ufuk'u çağıracak mısın yoksa kendi yöntemlerimle mi gideyim?"
Bakışları benden ayrıldı, Defne'yle göz göze geldi ve bir süre düşündü. "Seni ben bırakacağım," dedi başını sallayarak. "Güvenliğinden bizzat emin olacağım."
"Bu çok riskli," dedi Defne ayaklanarak. "İfşa edilirsen daha büyük bir cehennem..."
"Ufuk!" diye bağırdı Giray. Adım sesleri duydum, Ufuk kapıda belirdi. Elinde bir poğaça tutuyordu, başıyla Giray'a selam verdi ama bana kesinlikle bakmadı. Yüzünde öyle mutsuz bir ifade vardı ki yaşananlardan ötürü kendini suçladığını anladım. "Bizi hastaneye götür, ben de geleceğim."
Sinan da doğruldu. "Üzerime bir şeyler alayım."
"Aptal aptal konuşmasan keşke," diyen Gamze'ydi, ben de başımı sallayarak katıldım. "Tek kolla değil Eftalya'yı korumak, adım bile atamazsın. Yat aşağıya." Sinan dişlerini sıkıp bana baktı.
"Lütfen," dedim sağ elimi kaldırarak. "Zorluk çıkarma olur mu? Benim için bir şey yapmak istiyorsan Nigâr’a git ve Meryem'i buraya getir." Çekingen bir şekilde Giray'a baktım. "Yani kardeşim, onun da buraya..."
"Tugay bahsetti," dedi başını sallayarak. "Ve onun da odası hazır." Ufuk'a baktı. "İki kişiyi gönder, Sinan'la Meryem'i almaya gitsinler." Koltuğun üzerine attığı ceketini yeniden üzerine geçirdi. "Gidelim," dedi bana. "Gamze, avukatın paltosuyla çantasını getir."
Birkaç dakika sonra Gamze siyah bir palto ve kol çantamla döndüğünde elinden paltomu alıp ilerledim. Arkamdan Giray'la Ufuk da geldi. Defne'nin, "Asıl cehennem şimdi başlıyor," dediğini işittim.
Kapının önüne çıktığımızda yine kar yağdığını gördüm, hava buz gibiydi fakat burnumun ucunda hâlâ ateşin kokusu vardı sanki ve üşümüyordum. Giray ellerine siyah eldivenlerini geçirirken göz ucuyla bana baktı fakat bir şey söylemeyi tercih etmeyerek arabaya doğru yürüdü. Siyah büyük arabanın sürücü koltuğuna Ufuk ilerledi.
Giray ise bagaja yöneldi ve açtığı an silahlarla karşılaştım. İki silahı beline sıkıştırdı, bir bıçağı pantolonunun cebine koydu, başka bir bıçağı ise botunun içine yerleştirdi. Arabaya binmek yerine onu izlediğimi fark ettiğinde, "Bunların hepsini kullanmayı sana da öğreteceğim," dedi bagajın kapısını kapatarak, ardından bir bıçağı bana uzattı. "Bunu ayakkabının içine koy. Cihazdan geçerken ötmezsin çünkü plastik kaplama, özel tasarım. Ben tasarladım." Karşı gelmeyerek bıçağı siyah botumun içine sıkıştırdım. Doğrulduğumda bir ip uzatıyordu. Kaşlarımı kaldırdım. "Birini boğmak fazla ilkel görünse de her zaman yanında bir ip bulundur, boğmasan bile bağlamak için işine yarar."
"Bunlara ihtiyacım yok şu an," dedim ama yine de ipi alıp paltomun cebine attım.
"Senin artık her saniye, uyurken bile bütün bunlara ihtiyacın var Avukat," dedi ve o an yine Tugay'a benzedi. "Farkında değilsin sanırım ama ülkenin yarısı senden nefret ediyor, seni öldürmek için an kolluyor. Krallık ise bunun için çaba sarf ediyor." Ceketinin cebinden bir eldiven çıkardı. "Bunu da yanık olmayan eline giy."
"Bu neyden koruyacak?" diye sordum eldivene bakarak.
Giray gülümsedi, içten bir gülümsemeydi. "Soğuktan," dedi. "Bunun bir numarası yok, ellerin üşürse bıçak tutamazsın."
Üzerinde timsah simgesi olan eldivene birkaç saniye baktım, ardından, “Ve bu beni BL örgütüne ait gösterir, öyle değil mi?” diye sordum.
“Eh,” dedi Giray başını omzuna düşürüp gülümsemeye devam ederken. “Zaten ait değil misin?”
Hiçbir cevap vermeden elinden eldiveni çekip aldım ve sağ elime giydikten sonra, "Diğerini de alabilir miyim?" diye sordum. Giray karşı gelmeyi düşündü ama sonra inadıma yenileceğini bildiği için eldivenin solunu da uzattı. Avcum ne kadar yanarsa yansın, hatta eldiveni giydikten sonra acısı artsa da onu da sol elime geçirip arabaya bindim. Giray da benimle beraber bindiğinde karşıma oturdu.
Ufuk aracı hareket ettirdiğinde başımı pencereye çevirdim ve yaşananları düşünmemeye çalıştım. Birinci olarak eldivenleri giymiştim, böylece Tugay'dan bu yanığı gizleyecektim. İkinci olarak umursamaz görünecektim, üçüncü olarak ona karşı gelecektim, dördüncü olarak canımın yandığını belli etmeyecektim, beşinci olarak her şeyin sorumluluğunu alacaktım, altıncı olarak ona yemek yapacağımı söylemiştim ama yine sözümü tutamamıştım, yedinci olarak çok kötüydüm ve onu gördüğümde nasıl gizleyeceğimi bilmiyordum ve sekizinci olarak kalbim acıyordu, o kadar çok acıyordu ki nefes almakta zorlanıyordum.
Çantamdaki telefonum çalmaya başladığında düşüncelerden uzaklaşmak iyi gelmişti. Hemen çantamı açıp telefonu çıkardığımda annemin ismiyle karşılaştım. Bakışlarım Giray'a kaydığında beni umursamıyormuş gibi pencereden dışarıya baktığını gördüm ama her hareketime hâkim olduğunu biliyordum.
Birkaç nefes aldım, ardından telefonu açıp kulağıma yerleştirdiğimde annemin, "Eftalya!" diyen sesini işittim. Sesi endişeli geliyordu, bu beni şaşırtırken tuhaf bir şekilde yüzümün gülümsemesine neden oldu. Annem beni merak ediyordu, bu nasıl güzel bir histi böyle.
"Anne," dedim hevesle. "İyiyim, merak etme, büyük ihtimalle sosyal medyadaki haberleri gördün ama bana bir şey olmadı sadece..."
"Sen ne yaptığını sanıyorsun? Bizi ne hale düşürdüğünün farkında mısın?" Annemin haykıran sesi kulağıma dolduğunda yüzümdeki gülümseme bir cam gibi dağıldı. Yine endişesinin benim için değil, kendi için olduğunu anladım.
"Anne…" diye fısıldadım.
"Babandan sonra sen de bir vatan haini olarak anılıyorsun!" Haykırıyordu. "Bunu nasıl yaparsın? Nasıl bir örgüte dahil olursun? Nasıl bir teröristi savunursun?" Küfürler sıraladı. "Kendi canını umursamıyorsun ama bizi de mi umursamıyorsun? İnsan içine çıkamıyorum! Meryem'e ne olacak?" Yutkunduğumda Giray'ın bakışları yavaşça bana döndü, annem öyle çok bağırıyordu ki sesinin dışarıya gittiğine emindim. "Bana cevap ver, seni mahvedeceğim. Neredesin? Kimlesin?"
Gözlerimi kapattım. "Nasıl olduğumu merak ettiğini düşünmüştüm."
"O aptal çiçeklerini düşündüğün kadar bizi düşündün mü de ben seni düşüneceğim?" diye bağırdı. "Ve iyi olduğunu biliyorum, görüntülerde gayet iyi görünüyordun, yanında o örgüttekiler vardı." Derin bir nefes verdi. "Her ne yapıyorsan vazgeç," diye ikna etmeye çalıştı. "Git, Krallık'tan özür dile, tehdit edildiğini söyle." Yeniden çıldırdı. "Bir kez olsun beni utandırma ve yap şunu!"
"Hayır," dedim sadece. "Başka bir şey söylemeyeceksen kapatacağım çünkü..."
"Aptal!" diye haykırdı. "Beni sürekli utandırmaktan, sürekli rezil etmekten yorulmadın! Seni doğurmak en büyük hatamdı! Şimdi nerede olduğunu söylemezsen..."
Telefonu yüzüne kapattım ve koltuğun üzerine fırlattım. Öne doğru eğilip elimi saçlarıma geçirdim. Beni merak ettiğini düşünecek kadar salaktım. Annem ilk önce her zaman kendini düşünürdü, bunu çok iyi bildiğim halde bir aptal gibi benim için endişelenebileceğine inanmıştım.
"İnsan annesini ve babasını seçemiyor," dedi Giray. O ana kadar acıdan titrediğimi fark etmemiştim. "Seçebilseydik hepimiz harika hayatlar yaşardık Avukat. Bazen kabullenmek gerekiyor."
Başımı kaldırıp, "Her seferinde daha farklı bir son için umut ediyorum," dedim kendimi tutamayarak. "Çocukken bu umut o kadar da acıtmıyor ama büyüdükçe insana daha ağır geliyor. Mesela ilkokulda başkalarının annesini görüp, Keşke o benim annem olsaydı, diye düşündüğümde eve gidip vicdan azabından ağlardım. Bu çaresizliği tadan her çocuk beni anlayacaktır."
Giray'ın dudakları aralandı, kararsızlıkla bana baktı fakat en sonunda, "Seni anlıyorum," dedi.
"Anlıyor musun?" diye sordum. "Bildiğim kadarıyla, yani anladığım kadarıyla anneniz çok iyi bir insandı. Tugay pek anlatmadı ama onu anlatırken gözlerinin ışıldadığını..."
"Annem değil," dedi, sonra başını pencereye çevirdi. "Babam."
Tugay'ın belki de hiç anlatmayacakları Giray'da gizliydi. "Onun da öldüğünü biliyorum." Giray gülümsedi, keyiften uzak ama acısız bir gülümsemeydi. "Fakat hakkında hiç konuşmadık Tugay'la. Çok mu kötü biriydi?"
Elleriyle oynamaya başladığında tedirgin hissettiğini anladım. "Aklındaki kötünün sınırları nedir?" diye sordu. "Bizi sevmemesi mi? Umursamaması mı? Dövmesi mi? Soğuk bir odada yatırması mı?" Yutkundu, yüzündeki gülümseme silinmemişti. "Bunlar da vardı ama bunlardan çok daha kötüydü."
Dik bir duruşa geçtiğimde elim boynuma gitti. "Bunlardan çok daha kötüsü ne olabilir?" dedim korkuyla. "İnsan düşünmek bile istemiyor."
Giray gözlerini yavaşça pencereden uzaklaştırdı ve bana baktığında yüzündeki gülümsemenin yanında bakışlarındaki acıyı gördüm. "Büyük bir sırrı olmayan ama Tugay'ın ona acınmasından korktuğu için anlatmadığı o acı," dedi çenesini kaldırarak. "Annemin öldürüldüğü baltayı kullanan kişi babamdı. Biz çocukken babam annemizi baltayla öldürdü ve aynı balta Tugay'ın kolunu da kesti."
"Ne?" diye fısıldadığımda dün beni yakan ateşin çok daha büyüğünü ve vücudumu sardığını hissediyordum. "Ama o balta, annen, Tugay..." Nefes almakta zorlandığımda ellerimi havaya kaldırdım. "Bu gözünüzün önünde mi oldu?"
Giray boynunu çıtlattı ve o an bu hareketinin tehlike ya da tedirginlik anlarında ortaya çıktığını fark ettim. "Ben okuldaydım," dedi Giray. "Tugay evdeydi, onun gözünün önünde oldu. Hiçbir zaman bana itiraf etmedi ama babamı engelleyememenin vicdan azabını yaşadı, belki de bir zaman sonra o balta kolunu keserken bunu bir cezalandırma olarak gördü." Gözlerini kapattı, bir kez daha boynunu çıtlattı.
"Yani Tugay kendini cezalandırdı," dedim acıyla.
Meryem vurulurken engelleyememiştim ben de. Tugay’la ortak yönümüz vardı ama bu çok daha acıydı. "İçini bilmiyorum, hiçbirimiz bilemeyiz fakat demem o ki yaşadığın bütün kötülüklerin çok daha kötüsü var Avukat." Gözlerini büyütüp dikkatle bana baktı. "Hiçbirimiz annemizi ya da babamızı seçemiyoruz, onların bize çizdikleri kaderleri yaşıyoruz." Dirseklerini dizlerine yerleştirdi, bana doğru eğildi. "Siktir et o kaderi, ne hissediyorsan onu yap ve umut etmekten vazgeç çünkü yeniden çocuk olmayacağız hiçbirimiz."
Söyleyecek hiçbir şeyim, tek bir cümlem dahi yoktu. Heybem bomboştu, dudaklarım aralansa bile kelimeler sıralanmıyordu. Bunu bana Tugay değil, ikizi anlatmıştı; Tugay'ın anlattığı hikâye oldukça ruhsuzdu ama anlatırken ondan yayılan acıyı dün gibi hatırlıyordum. Ona acınmasından korktuğunu söylemişti Giray. Belki de zaaflarını göstermek istemiyordu. Gazetelerde okuduğumuz, birkaç dakika üzüldüğümüz ya da belki de tüm gün zihnimizde dönen o dehşetlerden bir tanesini Tugay çocukken yaşamıştı.
Ve o baltayla kolunu kesmişlerdi, Giray emin olmasa da ben emindim; kendini cezalandırmaktı bu çünkü beni Meryem'in vurulduğu silahla vurmak isteseler bundan keyif alır, vicdanımın rahatlayacağını düşünürdüm.
Giray bakışlarını kaçırdı ama ben ona bakmaya devam ettim, gözlerimi ayıramadım. Artık konuşma bitmişti, bunun farkındaydım ama kendi içimde bu konuşmayı bitirmem biz hastaneye varana kadar devam etti.
Ve dokuzuncu olarak artık sadece kötü değildim, tamamen mahvolmuş hissediyordum. Tugay'ın karşısında dimdik durup rol yapacak gücüm kalmadığı gibi ona sarılma ihtiyacıyla yanıp tutuşuyordum.
Sadece bir kez. Sadece bir kez ona sarılabilirdim, bunu yaparken de hiçbir neden sunmazdım. Bu hem kendim için hem çektiğim acı için hem de onun için olurdu; kendini cezalandırdığı için.
Araç hastanenin biraz uzağında durduğunda Giray, "Onunla git," dedi Ufuk'a. "Ve kapıda bekle." Bakışları hâlâ penceredeydi. "Ben bekliyorum Avukat. Dikkatli ol."
"Tamam, merak etme," dedim içini rahatlatmak isteyerek fakat faydasız olduğunu biliyordum.
Ufuk arabadan indi ve eliyle uzanıp inmeme yardımcı oldu. Yüzüme bakmadan, "Paltonuzu giyin Eftalya Hanım," dedi rahatsız bir sesle. "En azından üşümekten koruyalım sizi."
Kapıyı ardımdan kapatırken Giray’ın bakışları hâlâ pencereye dönüktü. Paltomu giydiğimde, "Ufuk," dedim başımı eğip ona bakarak. "Kendini suçladığını biliyorum ama hiçbir şey yapamazdın." Eliyle yolu gösterdi ve yürümeye başladık. "Senin gibi bin tane de olsa koruyamazdı beni."
"Bin tane ben, bin tane fazla aptal adam demek Eftalya Hanım," dedi Ufuk şemsiyeyi açıp beni yağan kardan koruyarak. "Fazlasıyla çekilmez olurdum."
"Aptal olduğunu da nereden çıkardın?" diye sordum öfkeyle. "Müdürün odasına yaptığın zekice planı unuttuğumu sanma."
Ufuk dakikalar sonra bana baktı. "Çok zekiceydi ama değil mi?" diye sordu.
"Evet," dedim başımı sallayarak. "Ne aptalsın ne de kötü bir korumasın. Savaştayız ve herkes birbirine zarar vermeye çalışıyor."
"Ama..."
"Eftalya Atalar!"
Bir anda bir basın ordusu köşeden çıkıp bizim olduğumuz tarafa doğru koşturmaya başladığında Ufuk önüme geçti ve görüntü almalarını engelledi.
"Örgüt lideri Tugay Demir'le senelerdir BL üzerine çalıştığınız doğru mu?"
Ne? Nasıl yani? Adımlarımı hızlandırdım.
"Krallık'a ihanetiniz için özür dileyecek misiniz?"
Öfkeyle nefesimi verdim ve başımı önüme eğdim, flaşlar patlıyordu.
"Suç Kralı olarak anılan bir adamı savunuyorsunuz. Bundan utanç duyuyor musunuz?"
Yandaş gazeteciler...
"Tugay Demir Çeviker'le bir olup Kerem Karaman'ı hain bir planla mahvettiğiniz konuşuluyor. Ne düşünüyorsunuz?"
Yok artık... Merdivenleri çıkmaya başladığımızda daha da kalabalıklaştılar.
"Önünde siper olmanızın nedeni sadece örgüt için miydi yoksa müvekkil avukat ilişkisi dışına mı çıktınız?"
Kahretsin, delirmek üzereydim. İleriden yuh sesleri gelmeye başladığında bir yandan da alkışları duydum, ardından adım hayranlıkla haykırılmaya başlandı. Bir topluluk adımı haykırırken başka bir topluluk beni yuhalıyordu. Örgüt de Tugay da çok haklıydı, herkesin gözü benim üzerimdeydi.
Hastaneye girdiğimizde ve cam kapılar kapandığında gazeteciler kapının önünden fotoğraflarımızı çekmeye devam etti, tam o esnada önüme iki polis memuru çıktı. Avukat kimliğimi çıkarmak için hamle yaptığımda, "Eftalya Atalar," dedi memur. "Görüş saatinde değiliz."
"Biliyorum," dedim sakince ve Ufuk'u bir adım geride bırakıp memura doğru yürüdüm. "Fakat müvekkilimle konuşmam gereken önemli bir husus var, izin kâğıdı çıkaramadım. İzin verirseniz..."
"Sana niye izin verelim?" dedi memur öfkeyle. Gözlerinde öyle büyük bir nefret vardı ki yapabilse o an beni boğacağını hissettim. "Şimdi ya toz ol buradan ya da zorla çıkarmak zorunda kalacağız."
Öfkeyle nefes verdiğimde, "Benimle bu şekilde konuşmaya devam edersen senin için hiç olmayacak," diye çıkıştım.
"Şimdi de bir polisi mi öldüreceksiniz yoksa?" diye sordu alayla. Ardından üzerime doğru eğildiğinde gerilemek zorunda kaldım. Ufuk beni korumak için hamle yaptığında diğer memur onun önüne geçti. "Bir mahkûmun fahişesi olarak anılıyorsun ama o çeneni hiç indirmiyorsun, öyle mi? Sizi mahvedeceğiz, o çeneni indireceğiz."
"Elinden geleni ardında koyma," dedim çenemi kaldırmaya devam ederek. "Mahvedemezsen..."
"Hey." Tanıdık sesi işittiğimde bakışlarım polis memurunun arkasına kaydı ve Marco'nun geldiğini gördüm. Elbette elinde bir mandalina, üzerinde de yine siyah üniforması vardı fakat bu kez daha yorgun görünüyordu. "Ben avukata izin veriyorum, geçebilir."
Polis memuru Marco'yu gördüğü an korkudan irkildi. "Efendim," dedi ellerini önüne birleştirerek. "Avukatların görüş saati bu zaman diliminde değil ve..."
Marco derin bir nefes verdi, tavana baktı ve mandalinayı polise attı. Polis havada kaptığında, "Şu mandalina bitene kadar susacaksın, biz ise çok uzaklara gitmiş olacağız," diye mırıldandı, ardından karşımda durup başıyla işaret verdi. "Bir masal gibi düşün olur mu? Masalın adını bulduğunda da bana söyle."
Polis memuru dişlerini sıkıp bana baktı. Önümden çekildiğinde kaşlarımı kaldırıp gözlerimi devirdim. Sonra Marco'nun peşinden ilerledim. Arkasını dönüp yürümeye başladığında hemen peşindeydim.
"Görüş saatinde olmadığımı biliyorum," dedim adımlarımı ona yetiştirmeye çalışarak. "Fakat müvekkilimle konuşmam gerekiyor. İzin verdiğin için teşekkür ederim. Bu kadar kibar bir tavır beklemiyordum. Tugay nasıl? Hastaneyi aradığımda iyi olduğu söylendi fakat..."
"Yanmışsın dün." Bir anda kurduğu cümleyle dudaklarım şaşkınlıkla aralandı fakat o oldukça rahat görünüyordu.
"Bu nasıl bir giriş böyle?"
"Daha erken bekliyordum seni." Cebinden bir mandalina daha çıkardığında hızla soydu ve ikiye bölüp diğer yarısını bana uzattı. "Bu kez reddetmezsin herhalde. Vitamin olur, gerçekten iyi gelir bak. Bembeyazsın, kanın çekilmiş."
Şaşkınlıktan açılan ağzımı kapattım. Ardından kaşlarımı çatarak, "Tugay biliyor mu?" diye sordum.
"Mandalinayı sevdiğimi mi?"
"Of," dedim. Merdivenleri çıkmaya başladık. "Dün olan yangından Tugay'ın haberi var mı?"
"Hayır." Tek lokmada mandalinanın yarısını yedi, bana uzattığı kısma yöneldi. Yemyeşil gözlerinin çevresi yorgunluktan kıpkırmızıydı. "Bombayı günler önce saksıya Kerem Karaman yerleştirmiş. Koynunda yılan beslemişsin. Her anlamda." Bakışları bana döndü. "Bitkilerin ve hayvanların ölümüne insanlarınkinden daha çok üzülürüm."
"Bunları nereden biliyorsun?"
"Ben her şeyi bilirim, öleceğim günü bile," dedi. Biz basamakları çıkarken karşılaştığımız insanlar onu gördüğü an çekinerek kaçıyordu ya da gözlerini kaçırıyordu. "O gün gelene kadar kendime iyi bakıyorum." Son kalan mandalina dilimini uzattı. "Yesene, gerçekten iyi gelir."
Gözlerimi devirdim ve başımı iki yana salladım. "Tam seri katil davranışlarına sahipsin. Ölüm Timi’nin başında olmana şaşmamalı ama bildiğim kadarıyla seri katiller başkalarının maşası olmaz. Sen Krallık'ın maşasısın."
Marco kahkaha atmaya başladı ve son dilimi havaya atıp ağzıyla yakaladı. "Buradan bakıldığında sen de bir Suç Kralı’nın maşası gibi görünüyorsun."
Bir üst kata çıkmaya başladığımızda, "Ben maşa değilim," dedim. Bir kez daha kahkaha attı. "Ve bu kadar şeyden haberin varsa yangında da payın olabilir diye düşünmekteyim."
Marco sırıtmaya devam ederken basamakları geri geri çıktı, bakışları üzerimdeydi ve oldukça dengeliydi. Yüzündeki bıçak izi sanki daha derindi. "Yangını öldürdükten sonra çıkarırım, öldürürken değil. Bir katil olabilirim ama cani değilim." Arkasını döndü, parmaklarını emdi. "Ve bitkilere sonsuz saygım olduğu her halimden belli bence. Bize harika yiyecekler veriyorlar."
Kaşlarım çatıldı. "Ne kadar süre daha burada olacaksın?"
"Müvekkilin hastaneden çıkana kadar," dedi. "Burası çok sıkıcı, kimse benimle sohbet etmiyor. Hemşireler flörtleşmiyor, doktorlar desen korkuyor." Yapay bir şekilde dudaklarını büküp bana baktı. "Uyuyamıyorum, yatağım kaz tüyü değil. Kaz tüyü olmayan hiçbir yatakta yatamam." Tugay'ın bulunduğu koridora geldiğimizde bir anda durdu. "Yemekleri de kötü. Geçen gün yaptığım iyiliğe karşılık bana güzel bir yemek getirirsen borcunu ödersin."
Gözlerim büyüdü. "Yani borcuna karşılık bunu mu istiyorsun?"
"Evet."
"Şaşırdım," dedim. "Daha korkunç bir şeyler bekliyordum."
"Yasaklanmadan önce çok mu film izliyordun sen?" Yine geri geri yürümeye başladı. "E bugün olan iyiliğime karşılık da bir torba mandalinayla gelirsen iyi olur. Yemek ve mandalina. Anlaştık mı?"
Gözlerimi devirdim. "Mandalinanın mevsimi geçtiğinde ne yiyorsun sen?"
Sırıttı. "Yazın erik, kışın mandalina. Aklında bulunsun, not et. Çok önemli bir bilgi bu."
"Ah," dedim başımı sallayarak. "Asla unutmayacağım." Tugay'ın kapısının önüne geldiğimizde Ölüm Timi’nden iki adamın kapının önünde beklediğini gördüm. "Ve borçlarıma karşılık korkunç isteklerde bulunmadığın için teşekkür ederim. Şaşırtıcı bir incelik."
Yeşil gözlerini kıstı. "Daha çok karşılaşacağız Eftalya Atalar. Bana bol bol borçlanacaksın."
"Bu da ne demek?"
Cevap vermedi ve adamlara baş işaret verdi. "Kapıyı avukata açın, kendisi içerideki deliye şikâyete geldi."
"Senin ciddi bir tedaviye ihtiyacın var," dedim kendimi tutamayarak.
Bir kez daha sırıttı. "Üçümüz el ele verip gideceksek neden olmasın?" diye mırıldandı. "Çünkü içerideki deli bu siktiri boktan dünyayı kurtarmak için çabalıyor, sen ise onun önünde dizlerinin üzerine çöküp korumalığını yapıyorsun. Aranızdaki en sağlıklı birey benmişim gibi görünüyor. Hatta artırıyorum, şu an o kadar kötü bir haldesin ki içeride bayılıp kalacağından korkuyorum."
Cevap vermeyi düşündüm ama ne söylersem söyleyeyim haklılığı karşısında sessiz kalacağımı bildiğimden susmayı tercih ettim. Kapıdaki adamlardan biri kapıyı açtığında ve geçmem için yol verdiğinde kısa bir selam verip içeriye adımımı attım.
İçeriye girdiğimde Tugay'ı yalnız bulacağımı düşünüyordum ama öyle olmamıştı. Bir hemşire Tugay'ın sargısını değiştiriyor, diğer hemşire ise onlara yardımcı oluyordu. İçeriye girdiğimde bir sohbet içinde oldukları ortadaydı çünkü kapı açıldığında hemşirelerden biri konuşuyordu.
Bakışlarım direkt olarak Tugay'a yöneldiğinde üzerinin çıplak olduğunu gördüm. Sargı yapılırken canı yanıyor olmalıydı, bütün kasları gerilmişti ve maalesef ki bu görüntü onu daha çekici kılıyordu. Yüzüne renk gelmişti; onu tanıdığımdan beri ilk defa bu kadar dinlenmiş görüyordum, gözlerinin altında morluklar yoktu, tamamen sağlıklı bir adam gibiydi. Sağlıklı görünmek Tugay'ın güzelliğini daha fazla ortaya çıkarmıştı.
Tugay başını kaldırıp bana baktığında yine o bilindik, sıcacık gülümsemesi dudaklarında yerini aldı. Aynı şekilde karşılık vermeye çalıştım ama bunu başarabilmem neredeyse imkânsızdı. Dün yaşananlar, yaşadıklarım, sera, Giray'ın anlattıkları, hepsi o kadar üst üste gelmişti ki buraya gelirken yapacağım bütün rolleri unutmuştum bile.
"Sevgili Avukat," dedi Tugay gülümsemeye devam ederek, ardından sargısını değiştiren hemşireye baktı. "Ne deniyordu? İyi insan lafının üzerine mi gelir deniyordu?"
Odanın ortasına doğru ilerledim. "Benden mi bahsediyordunuz?"
Hemşirelerin ikisi de bana şaşkınlıkla bakıyordu ve o an ikisinin de dün yaşananları bildiğini ama Tugay'a söylemediklerini anladım. "Evet," dedi Tugay başını sallayarak. Hemşire bakışlarını benden ayırdı ve yeniden sargısına yöneldi. "Senin delirip delirmediğini merak ediyorlardı, ben de onlara senin harika cesaretinden söz ediyordum. İkisi de bugün gelmeyeceğini düşünüyordu." Bakışları hemşireye döndü. "İddiayı kaybettin."
Bana olduğu kadar başka kadınlara da nazik davranması hoşuma gitmişti ama insanları nasıl etkisi altında bıraktığının farkında değilmiş gibi davranıyordu ya da farkında olmasına rağmen bunu kullanmak hoşuna gidiyordu, bilemiyordum. "Evet, geldim," dedim onlara yaklaşarak. "Durumu nasıl?"
"İyi," dedi ayaktaki hemşire. "Çabuk iyileşiyor, rahat bir gece geçirdi fakat daha doğru bilgileri doktoru verebilir."
Tugay gözlerini kısıp öne doğru eğildi ve çocuksu bir tebessümle öyle tatlı baktı ki kalbim yumuşadı. "Bana gizli gizli ağrıkesici iğne vurdu hemşire, bu yüzden rahat uyudum."
"Ama bu bir sırdı," dedi bandajı saran hemşire.
"Avukatımdan sır saklamıyorum," dedi Tugay. Bu cümle avcumdaki yanık izinin sızlamasına neden oldu sanki. "Vücuduma giren her ilaçtan haberi olması gerekiyor."
Hemşire güldüğünde diğeri de onlara katıldı. Yaklaşık beş dakika sonra işleri bittiğinde odadan çıktılar ve bizi baş başa bıraktılar. Bileklerinde hâlâ kelepçeler vardı ve eldiven olmadığı için protez eli de ortadaydı. Ne kadar bakmamak için çaba versem de gözlerim oraya odaklandı. Tugay sırtını yastığa yaslarken aklımdaki tek şey o baltaydı.
Gözlerim protezinden gözlerine tırmanırken parmaklarımla paltomun düğmesiyle oynadığımı fark ettim. Tugay'ın yüzündeki gülümseme yavaş yavaş silindi. "Yaklaşsana," dedi başını sallayarak. "Yüzünü daha yakından görmek istiyorum."
Birkaç adım attım, ardından sandalyeyi alıp o söylemeden sol tarafına götürdüm. Otururken bakışlarını üzerimden ayırmadığını fark ettim: gözlerime, yüzüme, boynuma, kıyafetime ve en son eldivenlere. Yeniden gözlerime tırmandığında rahatsız bir şekilde hareketlendi, ela gözleri kısıldı.
"Rahat bir uyku çekmene çok sevindim," dedim gülümsemeye çalışarak ama imkânsızdı. "Yani seni tanıdığımdan beri ilk defa bu kadar dinlenmiş görüyorum."
"Ve ben de seni tanıdığımdan beri ilk defa bu kadar mahvolmuş görüyorum," dedi net bir sesle. "Bir şey var." Kaşları çatıldı, gerildiğini hissettim. "Az uyumuşsun, normalde eşofmanlarla dışarı çıkmazsın, saçlarını bile taramamışsın, yüzünde renk yok." Gözleri eldivenlere kaydı, dikkatle baktı, ardından yeniden yüzüme odaklandı. "Babana mı bir şey yaptılar?"
"Hayır," dedim hemen.
"Saçma sapan haber başlıklarını mı kafaya taktın?"
"Hayır," dedim kaşlarımı çatarak. "Umurumda bile değiller."
Nefes verdi ve yaslandığı yerden doğruldu. "Benim hakkımda mı bir şey duydun?"
Yutkundum. "Senlik bir şey yok," dedim ve gerginliğim arttı. "Aslında çok da büyük bir şey olmadı," dedim yalana başvurarak. "Sadece gelip ben söylemek istedim. Pek haber değeri taşıyan bir konu değil, merak etme."
"Avukat," dedi Tugay ciddiyetle. "Büyüklüğüne ve küçüklüğüne ben karar veririm, ne olduğunu söyle bana."
Gözlerimi kapattım ve kendi kendime hatırlatarak, Sakin kal, dedim. Umursamaz davran, çektiğin acıyı hatırlama, içinde yaşa, tek başınayken ağla. Ona yansıtma, güçlü kal. Öyle umursamaz bahset ki o da umursamasın.
Gözlerimi açtım, kendimi engelleyemeden gözlerime yaşların dolduğunu fark ettim. "Kahretsin," diye inleyip başımı önüme eğdim. Gözlerimi yeniden sıkıca yumduğumda Tugay hareketlendi, kelepçeleri zorladı. Hayır Eftalya, bunu yapma. "Bir şey gördüm de ondan böyleyim, aldırış etme lütfen."
"Ne gördün?" dedi Tugay endişeli bir sesle. "Neler oluyor?"
Başımı iki yana salladım. "Yani üzgünüm ama dün yaşananlardan dolayı değil. Öyle değil, dün o kadar da acıtmadı ama başka bir şey var. Yani onu düşündükçe..." Nefes verdim, tekrar alırken ellerim titremeye başladı. "Çocukken hiç isminin anlamına baktın mı? İnsan isminin anlamını merak eder, değil mi? Ben bakmamıştım, bilgisayarı annem yasaklamıştı. Çocukken çok oyun oynar mıydın? Peki denizkızlarını sever misin?"
Gülmeye çalıştım ama imkânsızdı. "Masallarda varlar ama ben denizkızlarını sevmem, nedeni de o kadar saçma ki…" Omuzlarım titremeye başladı. "Ben yemek yapamadım bu arada. Zamanım olmadı dünden sonra, özür dilerim." Saçmalıyordum, her şeyi berbat ediyordum. "Eftalya isminin anlamını biliyor musun?"
"Avukat," dedi Tugay yatakta hareketlenerek.
"Biliyor musun, bilmiyor musun?"
"Biliyorum," dedi net bir sesle. "Denizkızı demek."
"Hayır." İç çektim ve ağlamaya başladım ama yüzüne bakmıyordum. "Hayır, denizkızı demek değil, bir çiçeğin adı. Ben öyle biliyorum, ben buna inandım, sen neden buna inanmıyorsun?" Daha fazla ağlamaya başladım. "İnancımı elimden alıp duruyorlar. Denizkızı değil işte anlamı, öğrenin bunu."
Tugay'ın oturduğu yerde hareketlenişi, ellerinin yumruk olup geri açılışı hepsini görebiliyordum ama yüzüne bakamıyordum. "Ya on saniye içerisinde ne olduğunu söylersin ya da ben bu hastaneyi birbirine katarım Avukat," dedi dişlerini sıkarak. "Kaldır başını, yüzüme bak ve ne olduğunu anlat."
Başımı kaldırdım, gözlerimi açtım ve bir damla yaş aktığında elimin tersiyle sildim. Tek nefeste yap Eftalya, cesursun sen. "Dün bana bir saldırı düzenlendi," dedim kısık bir sesle. Yüzündeki o hep tanıdığım yumuşak ifade öyle bir silindi ki bir daha o yumuşak ifadeyi göremeyeceğimi düşündüm. "Bana bir şey olmadı, sadece korku vermek için hazırlanmış bir saldırıydı. Örgüt de oradaydı ama bilemezlerdi, her şeyi kontrol edemezler sonuçta." Gözümden bir yaş daha aktı. "Sıkıntı şu ki sosyal medyaya düştü, BL örgütü birazcık zarar gördü ve itibarını zedelemeye çalıştılar. Bunun dışında..."
"Sikerim itibarımı Avukat," dedi sertçe sözümü keserek ve öne doğru eğilip yüzüme yaklaşarak. "Sana ne yaptılar onu söyle bana."
Gözümden bir damla yaş daha aktı. Sol elimi sol elinin üzerine koyduğumda soğukluğu avcumun içindeki o yangını iyileştirdi. Kendimi tutamayıp sandalyeden kalktım ve yatağa, hemen sol tarafına oturdum. "Çok büyük bir şey değil," dedim ama kendimi, ağlamamı durduramıyordum. "Hani benim bir seram vardı ya," dedim. İç çektim, ardından yeniden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Orası yandı çiçeklerle beraber."
Başımı önüme eğdim ve hıçkırıklarımı durdurmaya çalıştım ama aksine daha yüksek sesle ağlamaya başladım. "İçinde senin hediye ettiklerin de vardı, hepsi mahvoldu. Cayır cayır yandılar." Gözyaşlarımı sildim ama durmuyorlardı. "Gerçekten büyük bir şey değil, bir başkası için önemsizdir bile ama benim için önemliydi. Kerem zaafıma oynadı."
Bir kez daha iç çektim ve başımı kaldırıp ona baktım. "Bir tanesini kurtardım. Senin bana aldığın orkide vardı ya bir dalı solan. Ben onu canlandırmıştım, o dalı yine yandı ama kurtardım." Öyle çok ağlıyordum ki gözyaşlarımdan onu göremiyordum. "Aslında ağlamamam gerekiyordu ama bu konuda güçsüzüm, bu benim zaafım, başaramıyorum."
Dudakları aralandı, gözleri yüzümde gezinirken öfkesinin yanında kini, nefreti ve kötülüğü gördüm. "Senin…" dedi tane tane, "…çiçeklerini mi yaktılar?" Elleri sımsıkı yumruk halini aldığında gözleri bir an bile benden ayrılmadı. "Bana bunun gerçek olmadığını söyle," dediğinde benden önce kendinden korktuğunu anladım. "Yoksa..."
Başımı art arda iki yana salladım, ardından kendimden bile beklemediğim, hiç hesaba katmadığım bir şey yapıp Tugay'ın boynuna sarıldım. Omzunda ağlamaya devam ettim ve o an Tugay'a sarılmanın verdiği hisle kalbim öyle hızlı atmaya başladı ki son atışlarını gerçekleştiriyor sandım. Tugay'ın kelepçelerinden ses geldi, ardından nefes verdi ve kelepçelerden kurtulmak için âdeta çırpındı.
"Ne olur hiçbir şey yapma," dedim ağlamaya devam ederken. Saçlarına dokundum, yeni yeni uzuyorlardı ama öyle yumuşaktılar ki karakterine tersti. "Üzüldüm ama geçer. Bunu yaşamam gerekiyordu, zaafımdan vurulmalıydım. Gerçekleri görmem gerekiyordu, her şeye çok anlam yüklememem gerektiğini bilmem gerekiyordu."
Tugay kelepçeden kurtulmak için çırpınmaya devam ederken, "Sana bir şey oldu mu?" diye sordu. Sesindeki nefretle kin öyle tüyler ürperticiydi ki vücudum kaskatı kesildi. Az önce hemşireye söylediği cümle kulaklarımda yeniden çınladığında yutkundum. Sır saklamayacağını söylüyordu, ben de ondan saklayamazdım. "Sana," dedi üstüne basa basa. "Bir şey oldu mu?"
Yavaşça geriye çekildim ve alnım alnına dokundu. Ardından ellerimi kucağıma yerleştirdim. Sakince sol elimdeki eldiveni çıkardım ve avcumu ona gösterdim. "Orkideyi alırken oldu, ateşi söndürmek istedim," dedim zorlukla konuşarak. "Ama acımıyor, merak etme. Damga daha çok acıtmıştı."
Başını hafifçe eğdi, yüzüne bakmıyordum ama elimi incelediğinin farkındaydım. İç çektim, ardından gözlerimi ona çevirdim. Yüzündeki o kinin ve nefretin yerine büyük bir acı geldiğini gördüğümde nefesim kesildi.
Tugay başını biraz daha eğip avcuma yaklaştı. Derin bir nefes alıp, "Özür dilerim," diye fısıldadı. "Neden olduğum her şey için." Ve sonra o da hiç ummadığım, beklemediğim bir şey yaparak avcumu öptü. Dudakları avcumun içine hafifçe dokunduğunda kalbim sanki durdu, sanki atmayı bıraktı, sanki ben iyileştim. Öyle narin bir şekilde avcumdaki yanık izinden öptü ki tüy kadar hafif bu öpücük bütün her şeye bedeldi. Bir kez değil, birkaç kez öptü art arda, sonra bakışları gözlerime tırmandı ve yeniden o nefreti, o kini gördüm.
"Tugay," dedim boğuk bir sesle.
"Ve bir kez daha özür dilerim," dedi yeniden. "Neden olacağım her şey için çünkü bu saatten sonra beni sen bile durduramazsın."
"Hayır," dedim acıyla. "Lütfen yapma. Bir şey yaparsan..."
Tugay bir anda ifadesini düzeltti, başını eğdiği yerden kaldırdı, gözlerindeki acıyı sildi ve kapıya bakarak, "Buraya bakın!" diye bağırdı. Bütün cümlelerimi yutmak zorunda kaldım. Çenesi kasıldı, gözleri gözlerimden ayrılmadı. "Buraya…" dedi hırsla, "…bakın!"
Birkaç saniye sonra kapı açıldığında oturduğum yerden kalktım. Marco içeriye girdi. Gözleri direkt Tugay’ın üzerinde gezindi, ardından beni inceledi. "Güzel haber tez ulaştı demek," dedi kaşlarını kaldırarak.
Tugay kısık ama korkutucu bir sesle, "Başkan'ı ara," dedi Marco'ya. "Hemen." Marco birkaç saniye Tugay'ın bu kadarını yapmasının şaşkınlığıyla afalladı, ardından başını omzuna doğru düşürdü.
"Telefonun başında aramamı beklediğini sanmıyorum," dedi geçiştirmeye çalışarak. "Yani bunun için..."
"Ya şimdi Başkan'ı ararsın," dedi Tugay sert bir sesle. "Ya da bu hastaneyi cehenneme çeviririm."
"Tugay," dedim yanaklarımı silerek. "Bunu yapmaman gerekiyor, yaparsan sonucunda..."
"Başkan'ı ara!" diye kükredi Tugay ve geriye doğru bir adım atmak durumunda kaldım.
Marco bana baktı ve omzunu kaldırıp indirerek telefonunu çıkardı; birkaç tuşa basıp telefonu hoparlöre aldı. Dördüncü çalışta telefon açıldığında Başkan direkt, "Sorun ne?" diye karşılık verdi.
Marco telefonu Tugay'a yaklaştırdı. Tugay gözlerini karşısındaki duvara dikerek, "Sana iki seçenek sunuyorum," dedi otoriter bir sesle. "Ya Kerem Karaman'ın saklandığı yeri bana söylersin ya da şehri ateş altında bırakırım."
Başkan'ın alaya almasını bekledim ama o birkaç saniyelik duraksamanın ardından, "Kerem benimle değil," dedi. "Ona uzaklaştırma verdim, ne yaptığını bilmiyorum. Dün avukatına gerçekleştirilen saldırı yüzünden arıyorsan..."
"İkinci kez söylüyorum ve bunu ister tehdit olarak ister başka bir şekilde kayıt altına al." Gözleri duvardan bana döndü. "Ya Kerem Karaman'ın saklandığı yeri bana söylersin ya da şehri öyle bir yakarım ki gökyüzündeki bulutlar bile ateşten görünmez."
"Bilmiyorum!" diye bağırdı Başkan. "Neden anlamıyorsun? Onunla bir işim kalmadı, çoktan yol verdim."
Tugay altdudağını dişlerinin arasına aldı ve öyle bir ısırdı ki kanatacak sandım. Ardından nefes verdi ve gülümsedi. "Üçüncü kez söylemeyeceğim," dedi telefona bakarak. "Avukatımın her gözyaşına karşılık bir yangın çıkacak. Alevler altında kalmamaya çalış Başkan çünkü seni zamanı geldiğinde bizzat ben yakacağım."
Başıyla işaret verdiğinde Marco, Başkan'ın cevap vermesini beklemeden telefonu kapattı. Marco bana döndü, bu kadarını beklemediği açıktı. "Bunu yapmayacaksın, değil mi?” diye sordum bir aptal gibi. Elbette yapacaktı, gözlerimin içine baktığında bile bunu görebiliyordum.
Tugay, "Kelepçeleri açmazsın değil mi?" diye sordu Marco'ya.
"Sınırları zorluyorsun Tugay Demir Çeviker," dedi Marco kaşlarını çatarak.
Tugay nefes verdi, ardından bir anda kelepçeleri çekiştirip hırsla, "Özellikle açamayacağım kelepçelerden taktırdın bana değil mi?" diye sordu. "Sadece beş dakika istiyorum, beş dakika ver. Sonrasında istersen günlerce hiç kelepçeleri çıkarma."
Marco başını iki yana salladı. "Şu anda bu imkânsız," dedi. Sesinden hiçbir duyguyu alamıyordum. Kapıya baktı ve dışarıdaki adım seslerini işittiğinde, "Biliyordum," diye mırıldanıp kapıdan çıktı.
Tugay biraz daha kelepçeleri çekiştirdi. "Yapma," dedim yatağın ucuna yaklaşarak. "Bileklerine zarar vereceksin."
Doğrulmaya çalıştığında bunu da başaramadı. "İlk defa bu kadar nefret ediyorum bu kelepçelerden," diye hırladı, sonra gözlerimin içine baktı. "Sen bana sarıldın ve ben karşılık veremedim, bunun ne demek olduğunu biliyor musun? Nasıl bir çaresizlik olduğunu?" Sağ bileği kanamaya başlamıştı. "Her şeyi telafi edeceğim Sevgili Avukat, söz veriyorum." Gözleri avcuma kaydı ve derin bir nefes verdi. "Senden bir şehri aldılarsa sana bir ülke vereceğim, yemin ederim bunu yapacağım."
"Öyle bir beklentim yok Tugay," dedim dik durmaya çalışarak. "Seni de suçlamıyorum. Bütün bunların olacağını bilerek seninle bir yola çıktım; öğreniyorum, büyüyorum, değişiyorum. Çok daha kötüsü olacak, biliyorum ama artık hazırım." Kapının önündeki sesler arttı. "Yine de bir sera yangınının bu kadarına değeceğini hiç sanmıyorum. Kararını bir kez daha düşün."
Omuzları gerildi. "Sana ne dediğimi unuttun mu?" diye sorarken çenesini havaya kaldırdı, gerçekten bütün dünyaya hükmedebilecekmiş gibi. " Bir kez daha canın yanarsa şehri ateş altında bırakırım, dedim Sevgili Avukat. Beni bu yola, daha fazla kötülüğe onlar itiyor."
Kapıda polisler belirdi. "Solumdasın, bunun ne demek olduğunu daha fark etmedin mi sen?" Sağ eli yumruk oldu ama bakışları yumuşaktı. Sanırım Tugay Demir Çeviker'i en doğru bu şekilde tanımlayabilirdim. "Bütün dünya için önemsiz olan o çiçekler senin için önemliyse benim için de önemlidir. Tek bir dalına bile kıyamam, kıydırmam. Adının anlamı çiçek mi olsun istiyorsun? Adının anlamını çiçek yaparım, herkese de bunu böyle ezberletirim, kimse değiştiremez."
Yeniden gözlerim doldu ama ondan gizleyerek başımı önüme eğdim. "Zaten yeterince insan senden korkuyor," diye mırıldandı. Onu vazgeçirmeye çalışıyordum. "Bütün bunlar örgütüne zarar vermez, itibarını zedelemez, adını kirletmez. Eğer..."
"Benim avukatımı mı yakacaklar?" diye sordu sözümü keserek. "Benim avukatıma mı zarar verecekler? Benim avukatıma mı saygısızlık yapacaklar? Benim avukatımı mı mahvedecekler?" Başımı kaldırdım, yeniden göz göze geldik. "Bütün bu insanlar sana da saygı duyana kadar durmayacağım. Benden önce ceketlerinin önünü senin için ilikleyecekler, söz veriyorum, her şeyim üzerine."
Dayanamayarak, "Neden?" diye sordum. "Neden ben?"
İçeriye dört polis memuru girdi, arkalarında ise Marco vardı. "Başkan’ın emri," dedi Marco. "Dışarı çıkman gerekiyor Avukat."
Tugay onları duymazdan gelerek, "Vardır bir nedeni," dedi başını sallayıp. Polisler arkama geçti ve beni çıkarmak için kapıya doğru götürmeye çalıştılar ama dimdik durmaya devam ettim. "Öyle bir nedendir ki hiçbir yasağı dinlemez. "
Başımı omzuma düşürdüm ama polis memurları koluma girdiğinde kendimi onlardan kurtardım ve kapıya doğru yürüdüm. Zihnimden geçen ise yasakları dinlemeyen Tugay Demir Çeviker'in kendisine nasıl yasaklar koyduğu ve onları artık dinlemediğiydi.
***
Tam iki gün geçmişti ve her yerde öyle büyük bir sessizlik vardı ki neler olduğunu düşünmek bir yana dursun, kimseye ulaşamıyordum. Örgütteki birçok kişi evde bile değildi. Sinan iyileşme sürecindeydi bu yüzden genelde uyuyordu. Meryem ben olmadan köşke gelmek istememişti, bu yüzden hâlâ Nigâr'da kalıyordu ve benim onu gidip almaya halim yoktu.
Köşk o kadar büyüktü ki nereye gitsem kayboluyordum. Odamda kocaman bir yatak, kocaman bir dolap, kocaman üç ayna vardı. Sanki durmadan kendimi izlememi istiyorlardı. Aynaların birinde, Güzelliğinin farkına var, yazıyordu ve bu çok tuhaftı.
Kocaman raflar vardı, yasaklanan kitaplar ve filmler. Bir raf şarap şişeleriyle doluydu. Oda rengârenkti, dolap beyazdı, duvarlar mürdüm rengiydi, raf sarıydı, aynalar bile süslenmişti. Defne'ye bu odanın daha önce kime ait olduğunu sorduğumda benim için hazırlandığını söylemişti. İçimden bir ses Tugay'ın bu şekilde dizayn ettirdiğini söylüyordu ama bu kadarını düşünmüş olabileceğine pek imkân veremiyordum.
Bu iki günün çoğunu odada geçirmek zorunda kalmıştım. Bütün o kitaplara ulaşmak, filmleri izlemek fazlasıyla keyifliydi. Sessizlik rahatsız edici bir boyuta ulaşmıştı ki Giray köşke döndü.
Ve şu an yine büyük bir aracın içindeydik, sabahın beşiydi, beni yatağımdan kaldıran Gamze olmuştu. Üzerimi giymeme fırsat bile tanımadan beni arabaya bindirmişlerdi ve nereye gittiğimiz hakkında ufacık bir fikrim bile yoktu. Korkmam gerekip gerekmediğini bilemiyordum ama örgütün yanında zaten pek korkmuyordum. Giray'a ne sorarsam sorayım, cevap vermiyordu.
Yolculuk neredeyse bir buçuk saat sürdü. Bu süre boyunca Giray'ın ağzını bıçak açmadı, arabayı kullanan Ufuk ise dikiz aynasından gülücük gönderip gönderip önüne dönüyordu. Büyük minibüsün içinde iki tane bilgisayar vardı, düzenekler hazırdı. Bu bir kâbus olabilir miydi? Yine bir felaket mi yaşanacaktı?
Sonunda araç durduğunda gökyüzü yeni aydınlanmaya başlamıştı. Bir arazinin ortasında olduğumuzu fark ettim. Çevrede hiçbir şey yoktu, uzakta müstakil evler vardı fakat bizim bulunduğumuz yer öyle ıssızdı ki ışık bile yoktu. Yutkunup Giray'a döndüm ve inadımı kırarak, "Beni öldürüp gömmeyeceksiniz değil mi?" diye sordum yarı alaylı yarı ciddi. "Öyleyse söyleyin de önden bayılayım."
Giray başındaki maskeyi çıkarıp güldü. Gözleri uykusuzluktan mahvolmuştu ama yüzünde günler sonra keyifli bir ifade vardı. "Sadece sürpriz," diye mırıldandı.
"Sürpriz mi?" diye sordum. "Ölümümü bir sürpriz gibi görmen gözlerimi yaşarttı." Bu kez daha geniş güldüğünde doğrulup bilgisayarlara uzandı ve ekranları açtı.
Birkaç dosyaya girdi, ardından bağlantı sağladı ve en sonunda kameralara eriştiğinde kaşlarım çatıldı. Ekran ilk önce dörde bölündü, ardından altıya, sonra sekiz ve en sonunda on ikiye. Her kamera bir binayı gösteriyordu. Giray cebinden eski bir telefon çıkardı. Neler döndüğünü anlamamla dudaklarımın aralanması ve elimle ağzımı kapatmam bir oldu.
On iki kameranın da gösterdiği binalar Krallık'a ait parti binalarıydı. İnsanlara zarar gelmesin diye zaman olarak sabaha karşı seçilmişti fakat Krallık'ın uğrayacağı zarar akıl kârı bile değildi. Bütün bunların dışında son üç kameradaki evler Kerem'e aitti. Bir tanesi babasının, ikisi kendisinin. Milyonlar verdiği evler karşımda duruyordu.
Giray elindeki telefonu bana uzatmadan mesaj kısmını açtı. "Bir ve on iki arası istediğin sayıyı yaz," dedi rahat bir sesle. "Sen yazdıktan birkaç saniye sonra oradaki bina patlayacak ve yangın çıkacak. Hepsinin yanında uzaktan kumandayla o bombaları kontrol eden bir adamımız var."
Kalbim hızlanmaya başladı, bunun korkudan olmasını dilerdim ama hayır, heyecandandı. "Bunu…" dedim şaşkınlıkla, "…gerçekten yapacak mısınız?"
Giray gülümsedi, kaşlarını kaldırdı. Omzunu silkerek mesaj kısmına 3 yazdı ve kameraya baktı. Tam yirmi beş saniye sonra üçüncü kameranın gösterdiği binada büyük bir patlama oldu. Dört katlı binanın her katında camlar patladığında ve yangın her yeri sardığında geriye doğru çekilmek zorunda kaldım. Bu kez Giray 5 yazdı, on altı saniye sonra beşinci kameradaki bina da patladı. Sonra 7 yazdı, o binanın patlaması da çok kısa sürdü.
"Bu kadar basit," dedi Giray telefonu bana uzatırken. "Durma, devam et. Sen yapmazsan ben yaparım."
“Siz,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Delirmişsiniz.”
"İnan Tugay'ın bu kadar delireceğini ben de düşünemezdim," diye beni onayladı Giray. "Ama her şeyin bir bedeli vardır Avukat. O bedeli ödeyecekler." Telefondan yeniden bir tuşa bastı, bu kez dördüncü kameradaki bina patladı. Bu binayı biliyordum, birkaç kez girip çıktığım bir yerdi. Hatta ilk aşağılandığım yerdi.
“Biz bunu birkaç sene önce planladık aslında," dedi Giray itiraf ederek. "Ama zamanını senin belirlemen çok şaşırtıcıydı."
"Bir tane de ben söyleyeyim mi, ne olur?" dedi Ufuk önden. "Uğurlu rakamım 2."
Giray gülerek 2 yazdı, tam yirmi üç saniye sonra ikinci kameradaki parti binası da patladı. Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Hem şaşkındım hem korkuyordum hem heyecanlanmıştım. Bir anda Giray'ın elinden telefonu çekip aldım ve Kerem'in evlerinden birinin numarasını tuşladım. Saniyeler içinde ev alevler altında kaldığında beklemeden diğer iki evini de patlattım. Parasına, malına ne kadar değer verdiğini biliyordum. O evlerden birinde olmayabilirdi ama başına geleni duyduktan sonra çılgına dönecekti.
Giray diğer tuşlara da bastı ve Krallık binaları saniyeler içinde alevler altında kaldı. Az önce sakin görünen on iki kamera görüntüsü duman altındaydı. Benim belki de bir oda kadar küçük seramın ateşi gibi can yakmazdı bu binalar ama bu karşılık Tugay'a göre telafiyse daha ötesi olamazdı.
Ufuk radyoyu açtığında bir kadının heyecanlı konuşmasını duydum. "Son dakika haberiyle günaydın demek içler acısı," diyordu kadın. "Alınan bilgilere göre tam dört semtte Krallık'a ait parti binaları patlatıldı." Kadın duraksadı. "Hayır beş," dedi ardından afalladı. "Altı." Giray gülmeye başladığında Ufuk sırtını koltuğa yasladı ve sesi biraz daha açtı. "Ekipler olay yerlerine ulaşıyor. Vatandaşlarımızın sokağa çıkmasını istemiyor, BL örgütünü lanetliyoruz."
Ufuk kanalı değiştirdi, başka bir radyo programındaki adam çok daha heyecanlıydı. "Alınan bilgilere göre tam yedi semtte Krallık binalarına saldırı düzenlendi."
Ufuk bir kez daha kanalı değiştirdi. "Bu vicdansızlık!" diye haykırıyordu adamın biri. "Bu insanlar idam edilmeli."
Ufuk yine değiştirdi. "Gelen bilgilere göre BL örgütünün yaptığı kesinleşti. Her binanın karşısındaki duvara aynı cümlenin yazıldığı söyleniyor."
"Ne cümlesi?" diye sordum.
Giray konuşmak için hamle yaptı fakat radyodaki adam onun yerine cevap verdi: "Her gözyaşı bir yangın." Gözlerim kocaman açıldı. "Altında bu kez sadece BL değil, TDÇ de yazıyor. Bu bir suç itirafı ya da kişisel bir mesele. Başkanlık şu an için fazlasıyla sessiz."
Sanki dilim tutulmuştu. Yaşananları kavramak ve içinde olduğum olayları çözmek oldukça zordu ama bakıldığında bunun başından beri yapılan en büyük darbe olduğunun farkındaydım.
Giray telefonu koltuğun üzerine attı, ardından Ufuk'a aracın kapısını açmasını söyledi. Neler olduğunu söylemiyordu. "Bu kadarla sınırlı değil," diye mırıldandı. Arkasından bakarken arabadan indi ve benim de inmem için başıyla işaret verdi. Üzerimdeki kalın şişme monta sıkıca sarılıp araçtan indiğimde botlarıma eriyen karların çamuru bulaştı. Giray bagaja ilerlediğinde silah çıkaracağını sandım ama bir paketle bana yaklaştı. Paketi bana uzattı, üzerinde bi kâğıt vardı.
"Arabanın önüne doğru git Avukat," dedi. "Seni orada bir sürpriz bekliyor."
Hem bu kadar cehennem gibi hem de bu kadar cennet gibi hissettirmesi o kadar tuhaftı ki… Giray'ın elinden paketi alırken titrediğimin farkında bile değildim. Paketi hafifçe salladım, ardından üzerindeki kâğıtta yazanı okudum. Yazılanlar kalbimin teklemesine neden oldu.
Müvekkilinden Sevgili Avukat’ına...
Tugay’ın el yazısıydı, artık el yazısını tanıyabiliyordum. Geriye doğru bir adım attım, ardından hemen arabanın önüne doğru ilerledim. Arazinin manzarayla karşılaştığımda ellerim o kadar titredi ki paket neredeyse düşecekti.
Kocaman çitlerle çevrili, seramın belki de on katı bir bahçe vardı önümde. Yağmura ve kara alışık olan bitkilerin bulunduğu yer açıktı. Tohumlar yeni ekilmiş gibi görünüyordu. İlerisinde yağmurdan zarar görebilecek bitkilerin üzeri naylonla kapatılmıştı. Hemen yanında tıpkı seram gibi camdan bir oda vardı; odanın içi ise çiçeklerle doluydu. Orkideler, laleler, papatyalar, lavantalar... Kaybettiğim bütün çiçekler ölmemiş gibi o serada duruyordu.
Çitlerin hemen yanında ise bir tabela vardı. Üzerinde Eftalya Çiçeği yazıyordu.
"Aklımı kaçıracağım. Delireceğim,” diye fısıldayıp bir adım attığımda heyecandan neredeyse bayılacak gibiydim. Küçücük seram yanmıştı ama artık kocaman bir bahçem vardı ve sadece çiçeklerden ibaret değildi. Belki de ağaçlarım olacaktı, belki de o ağaçlar meyve verecekti.
Arkamdaki aracın radyosundan patlama haberleri geliyordu, şehir alev altındaydı ve bu saldırıyı düzenleyen Tugay Demir Çeviker'di. Tam karşımda kocaman bir bahçe vardı, bahçeye benim adım verilmişti, her ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü ve bunu bana hediye eden de yine Tugay Demir Çeviker'di.
Cehennem hemen arkamdaydı ama önümde kocaman bir cennet vardı. Tugay Demir Çeviker'i tanımlayacak başka bir cümle de bu olmalıydı.
Gökyüzü biraz daha aydınlanırken elimdeki paketi yırtarak açtım ve içinden bir elbise çıktığını gördüm. Beyaz ve üzerinde rengârenk çiçekler olan bir elbiseydi. Askılı ve kısaydı; hem tam bana göre hem de bana o kadar uzak bir elbiseydi ki… Günler sonra ilk kez gülümsediğimde artık ne hissettiğimden tam olarak emin değildim. Sanki yer sarsılıyordu ama ben gökyüzünde, bulutların üzerindeydim.
Elbiseyi sımsıkı elimde tutarken katlanmış kâğıdı hızla açtım ve o düzensiz ama düzenli görünmesi için çabaladığı cümleleri okumaya başladım. Her cümle başka bir kalp atışıydı ve kalbim Tugay'ın adını haykırıyordu.
Sevgili Avukat’ım,
Sana adınla hitap etmemem, o güzel ve anlamı derin ismini bilmediğim anlamına gelmez. Ezberledim, defalarca içimde tekrar ettim, hatta sadece bununla sınırlı kalmadım, anlamı bir çiçekten gelen ve bütün herkesin kabul etmesi gereken ismine özel bir bahçe hazırlattım.
Eftalya Çiçeği Bahçesi.
Sana ait, sadece senin ve izin verirsen sana daha fazlasını hediye edeceğim çiçeklerle dolacak.
Senden bir şehri aldılarsa sana bir ülke vereceğimi söylemiştim. O küçük ve tatlı seran senin şehrindi. Bu bahçe de senin ülken, her karışıyla sana ait; gideni geri getirmez ama çok daha iyisiyle yeniden inşa etmemize neden olabilir. Cansız olanı canlandırmakta üstüne yok. Senin için öleni geri getiremesem de renkleri ve kokuları yeniden dünyana kazandırıyorum.
İnsanlar önce ev alır, sonra bahçesini hazırlar Sevgili ve Güzel Avukat’ım, değil mi?
Ama sen öyle bir kadınsın ki ezber bozduruyorsun. İlk önce bahçen oldu, ardından bahçenin arkasındaki o boşluğa bir ev dikilecek senin için. İstediğin gibi dizayn edebileceğin, her şeyiyle ilgilenebileceğin ve yine sadece sana ait olan. Şehrin ateşinden uzak, huzurla nefes alabileceğin bir ev. Merak etme, orada kimse sana dokunamaz. Orası senin güvenli kalen olacak.
Bütün bunların dışında örgütümü benimle yönetmen yönündeki teklifim hâlâ geçerli. Yanıma gel, önümde dur, çeneni kaldır. Teklifimi kabul ettiğin gün bu elbiseyi giy ve karanlık dünyamızdaki renklerin en çok seninle parladığını bana göster.
Yaşamak zorunda kaldığın her kötülük için yeniden özür diliyorum ve iyileştirmeyeceğinden emin olsam da yanan avcundan bir kez daha öpmek istiyorum.
Mahkûm değil, senin mahkûmun,
Tugay Demir Çeviker
Özgürlüğümüze,
birlikte.
Paragraf Yorumları