logo

18. KAR KRALİÇESİ VE ATEŞ KRALI

Views 479 Comments 4

Sekiz sene önce...

Müzik seslerinin hiç susmadığı, insanların doyasıya dans edebildiği, düşüncelerin daha rahat ifade edildiği, azınlıkların sesinin o kadar da yükselmediği bir zamandı.

Gençler gerçekten gençti ve gençliklerini yaşayabiliyorlardı.

Fakat statüler, seviye farkları, ayrımlar başlamıştı. Öyle ki bulundukları bar sadece ülkenin ileri gelen iş insanları, milletvekilleri, başkanları, bakanları ve onların aileleri için ayrılmış bir yerdi. Her türlü yasal olmayan işler o barda döndüğünden halktan insanlar oraya giremiyordu.

Sol tarafta kendini kumara vurmuş milletvekillerini görebildiniz, sağ tarafta evli oldukları halde başka kadınlarla gününü gün eden iş insanlarını da. O bardan sır çıkmazdı; telefonlar bara girmeden önce alınırdı, fotoğraf çekmek katiyen yasaktı. Konuşulsa bile kanıt olmayacağı için iftira olarak kalırdı.

Barda o güne özel bir maskeli balo vardı. Yılbaşı için. Kimileri kostümle gelmişti, kimileri takım elbiseleriyle, kimileri de iş kıyafetleriyle ama herkesin yüzünde bir maske vardı. Gece on ikiyi vurduğunda herkes maskelerini çıkaracak, köşedeki ateşin içine atacaktı. Yeni senede dürüstlüğün galip geleceği, herkesin kendi yüzüyle gerçekleri konuşacağı anlamına geliyordu bu.

Elbette bu sadece bir şovdu. O bardaki birçok insan dürüstlükten oldukça uzaktı.

Ve o bar, seneler sonra BL örgütü tarafından fişlenene kadar açık kalacaktı. Birçok milletvekili, birçok iş insanı ortaya dökülen kanıtların ardından maskeleri düştüğü için ya ülkeyi terk edecek ya da tutuklanacaktı.

Yeni yıla saatler kalmıştı. Giray Pusat Çeviker ve Tugay Demir Çeviker o barda yeni yılın gelişini kutlayacaklardı. Normal şartlarda Giray için her gün yeni yıl tadındaydı, yüksek ses müzikten, dans etmekten, sarhoş olup bir kaldırımda uyuyakalmaktan keyif alırdı ama aynısı ikizi Tugay için geçerli değildi.

Soğuk olduğundan ya da eğlenceli bir adam olmadığından değildi. Yüksek sesten hoşlanmıyordu, alkolün aklını bulandırdığını düşünüyordu ve tanımadığı insanlarla aynı masaya otururken güven sıkıntısı yaşıyordu. Sosyalleşmek pek sevdiği bir şey değildi, çocukluğundan beri bunu aşmaya çalışsa da hâlâ sıkıntılar çekebiliyordu.

Yuvarlak masada yirmiden fazla insan oturuyordu, kahkahalar havada uçuşuyordu ve herkesin kafası güzel sayılırdı. Gelecekte o masada oturan kişi sayısı beşe inecekti çünkü bazıları Krallık'a başkaldırdığı için suikast sonucu öldürülecekti, bazıları da ülkeyi terk edip gidecekti.

"Bu şişeyi tek nefeste içmezsem sülalemi siksinler," dedi Giray gülerek. Elinde koca bir bardak birayı tutuyordu. "Var mı benimle iddiaya giren?"

"Giray yeter," dedi yanındaki kız kıkırdayarak. Tugay kızı tanımıyordu. Giray bu kızla da evleneceğini söylemişti, iki gün sonra ayrılacaklarına emindi Tugay. "İçmekten kör olacaksın."

"Oğlum ne cesaretsiz insanlarsınız lan," dedi Giray masaya doğru. "Kalmış şurada yeni yıla on beş dakika, kafası normal girenin aklını sikeyim." Giray'ın gözleri kocaman açıldı, Tugay'a bakıp sırıttı. Tugay ise dik dik ona bakıyordu. İkisinde de siyah maskeler vardı, burunlarına kadar kapatıyordu. İkisi de simsiyah takım elbiselerini giymişlerdi, Tugay'ın gömleği beyazdı. Giray ise farklılık olsun diye maskesinin köşesine sarhoş olduktan sonra kelebek çizdirmişti çünkü kelebekler tuhaf bir şekilde en sevdiği canlılardı. "İkizim hariç tabii ki."

"İkizin pek keyif alıyor gibi değil," dedi köşedeki kız. Adı Derya'ydı, masaya oturduklarından beri gözlerini Tugay'dan alamıyordu. "Baksana, bir bardağı bile bitiremedi."

"Başım ağrıyor sadece," dedi Tugay bardağı kaldırıp Derya'nın bardağına vurarak. "Bu tür eğlenceleri pek sevmem."

"Yaşlı gibi konuştun," dedi Derya. "Hep somurtuyorsun, güldüğünü hiç görmedim." Sandalyesini çekti, elini çenesine yerleştirdi ve Tugay'a biraz daha yaklaştı. "Pilot olduğunu duydum, çok havalı ama tehlikeli bir yandan da." Nefesini verdi, bordo maskesini düzeltti. "Neden bu mesleği seçtin? Hayalin miydi?"

Tugay bardağın kenarıyla oynarken omuzlarını silkti. "Gökyüzünü seviyorum."

"Tek neden bu mu?"

"Sayılır." Birkaç yudum içti, cebinden sigara çıkarıp yaktı, ardından Derya'ya baktı. "Sen ne iş yapıyorsun?"

Derya hevesle, "Gazetecilik okuyorum," dedi. Sapsarı saçları, uzun boyu, mavi gözleri vardı. Üzerine kırmızı bir elbise giymişti, birçok kişi için fazlasıyla çekici bir kadındı. "Bir buçuk sene sonra mezun olacağım." Gözlerini kıstı. "Bir pilotla röportaj yapmak istersem sana gelirim."

Tugay kaşlarını kaldırdı. "Yani sen biraz da kara kutu musun?" diye sordu. Derya anlamadı. "Birçok kişinin gazetelere bile verilmeyen sırları sende vardır mesela," dedi Tugay öne doğru eğilerek.

"Hem de neler neler," dedi Derya. "Bir gün istersen sana anlatabilirim." Çekimser bir şekilde ellerini masaya yerleştirdi. "Yani istersen. Sen de bana pilotluğundan, siyasilerin arka planda çevirdikleri dolaplardan söz edersin."

"Bir çıkar ilişkisi gibi oldu bu," dedi Tugay gözlerini kısarak.

Derya kahkaha attı. "Sadece seni güldürmeye çalışıyorum!"

"Sülalesini siktim bardağın!" diye haykırdı Giray bira bardağını masaya bırakırken ve konuşmalarını böldü. Kendini sandalyeye bıraktığında boş bardağı havaya kaldırdı. "Dünyanın sahibi benim ulan!"

Masadakiler güldüğünde Tugay da kardeşine bakıp güldü. Ardından kulağına eğilip, "Gecenin sonunda yine bayılır ya da kusarsan bu kez seni kurtarmam," diye bağırdı.

Giray sırıttı. "Hadi ama," dedi o da eğilerek. "Şu an ikimiz de aşırı karizmatik ve feci havalı görünüyoruz."

"Ve gecenin sonunda avanak ikizler olarak tarihe yazılıyoruz," dedi Tugay.

Giray gözlerini kıstı, ardından onları izleyen Derya'ya baktı ve ikizinin kulağına eğilip, "Bu kız sana âşık oldu," dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Bence kendini rahat bırak ve onu tam on ikide öp." Tugay gözlerini devirdi. "Aş bunları. Bak, ben yakında evleneceğim, yalnız kalacaksın."

"Giray," dedi Tugay başını iki yana sallarken. "Bunu bana on ikinci söyleyişin."

Giray kafasını kaşıdı. "Tamam ben şıpsevdiyim, öyle olsun," dedi lafı değiştirerek. Üzerindeki siyah gömleğin düğmeleri açılmıştı, kravatı yerdeydi, gömleğin bir tarafı dışarıdaydı. Tugay ise hâlâ oldukça düzenliydi. Kıyafetleri bile onların yaşadıkları hayatı yansıtır cinstendi. "Ama en azından şu kıza şans ver. Bu hayatta gündelik karşılıklı hazlardan daha başka duygular da var. Örneğin birinin gülüşünün bile ömrünü uzatması. Birader bunun adı aşktır." Tugay gülmeye başladı. "Vay," dedi Giray. "Ben mi kurdum bu cümleyi? Çok iyiydi."

"Aşk diye bir duygu yoktur," dedi Tugay kendinden emin bir sesle. "Varsa da benim için yok çünkü kafamda yaşattığım kadının bu dünya üzerinde bir karşılığı yok."

"Senin kafandaki kadın nasıl bir şey ya?" diye sordu Giray. "Hep aynı şeyi söylüyorsun, anlat da bilelim."

Tugay sırıtarak, "Gülüşü ömrümü uzatmasın," dedi. "Gülüşü, uğruna ölebileceğimi hissettirsin." Giray gözlerini büyüttü, Tugay gülmeye başladı. "Bak bu da çok iyiydi, yaz bunu bir kenara."

"Yarın hemen duvarlara yazıyorum bu cümleni." İkisi de birbirlerine bakıp güldüler, ardından yumruklarını birbirlerine çarptılar alayla.

"O kadarında gözüm yok, aklına kazıman yeterli."

"Bunu kafam güzel değilken bir kez daha söyle," dedi Giray. Ardından parmağını şaklattı. "Hatta iddiaya girelim, sen bu duyguyu yaşayacaksın, o zaman yeniden bu cümleyi bana hatırlatacaksın."

Tugay saate baktı, yeni yıla on dakika kalmıştı, birazdan herkes birbirine sarılacaktı fakat Tugay sarılmayı pek sevmezdi. "Neyine iddiaya gireceğiz?" diye sordu.

Giray duraksadı, ardından boş bardağı havaya kaldırdı. "Bir birasına," dedi ciddiyetle.

Tugay güldü. "Basit düşündün birader," dedi sandalyeyi itip ayağa kalkarken. Üzerindeki siyah ceketi çıkarıp sandalyesini bıraktı, gömleğinin kollarını kıvırdı. Gerildiğinde ya da köşeye sıkıştığında her zaman uğraşacak bir şeyler bulurdu. "Kaybedeceğinden emin gibisin."

"Sen söyle o halde," dedi Giray sırtını sandalyeye yaslayarak. "Benim korkum yok, alnım ak, başım dik."

Tugay tebessüm etti. "İki birasına," dedi alayla. "Çünkü haklı çıkarsan ve kaybedersem benim de içmeye ihtiyacım olacak."

Giray güldüğünde Derya diğer taraftan, "Nereye?" diye seslendi Tugay'a. "Yeni yıla gireceğiz."

"Alkol alacağım," dedi Tugay sandalyesini geri yerleştirirken.

"Ama bunu bitirmedin ki," diye karşı çıktı Derya. Tugay hiçbir cevap vermeden omuzlarını silkti. "Her neyse git ve daha ağır bir alkol al, seni sarhoş edip bütün devlet sırlarını dökülmeni istiyorum." Derya kıkırdarken Giray, Tugay'ı alt taraftan dürttü. Tugay ise bacağına ayağıyla vurdu, Giray inledi.

"İnan sarhoş olup her şeyi dökülen insanlara bayılırım," dedi Tugay. "Ama ben sıkıcı biriyimdir, sarhoş olunca ya uyurum ya da sessizce sarhoşluğun geçmesini beklerim."

"Ruhu yaşlı gibi davrandığına bakma," dedi Giray konuya dahil olarak. "Sadece dikkat çekici havalı adamı oynuyor." Derya bir kez daha güldü. Tugay gözlerini devirdi ve onun çöpçatanlığını görmezden geldi. Yeni yıla dakikalar kalmışken hemen o masadan kaçması gerekiyordu. Orada sarılmaktan haz etmediğinden, sarılmanın üzerindeki etkilerinden söz edecek değildi, bu yüzden geri çekilmek durumunda kaldı.

Masadan ayrılıp barın olduğu tarafa doğru yürürken insanlar tıkış tıkış sahnenin önünde duruyordu, herkes geri sayımı beklerken kalabalığı ikiye bölerek onların arasından bara doğru ulaşmak için hızlı adımlarla ilerledi fakat her adımının onun götüreceği noktadan tamamen habersizdi.

Tam barın köşesine doğru döneceği sırada biri ona sertçe çarptı ve çenesinde, üzerindeki beyaz gömlekte bir ıslaklık hissetti. Tam o esnada karşısındaki kişi de dengesini kaybettiğinde hızla o kişiyi belinden tuttu ve kaldırdığında barın ışıkları onun yüzüne vurdu.

Tanıyordu onu, elbette biliyordu ama bugün burada da onunla karşılaşmayı beklemiyordu, üstelik böyle tesadüfen ve bir filmden fırlamışçasına bir çarpışmayla. Adı Eftalya, soyadı Atalar. Beyaz bir maske takmıştı, üzerinde siyah mini, göğüs dekoltesi olan bir elbise vardı, dalgalandırdığı saçları omuzlarına dökülüyordu ve ıslaklık elinde tuttuğu şarap bardağından gelmişti. Eftalya'nın da üstü şaraba bulanmıştı. Tamamen sarhoş olduğu her halinden belli oluyordu. Tugay'ın onu tanımasına neden olan göğsündeki o beyaz lekeydi.

Ailelerinden ötürü sürekli aynı ortamlarda takılmaları elbette şans eseri değildi ama bu çarpışma kaderin bir göz kırpmasıydı. Diğer karşılaşmalar gibi.

"Ay," dedi Eftalya ve doğrulmaya çalışırken Tugay'ın kollarından uzaklaştı. Tugay'ın beline dolanan eli havada kaldı fakat bir kez daha tökezlediğinde Tugay bu kez kolundan tutmak zorunda kaldı. "Özür dilerim, gerçekten çok özür dilerim." Kelimeleri zor telaffuz ediyordu. "Üstünüzü mahvettim, ben sadece dans etmeye koşuyordum ve size çarptım. Ben mi size çarptım?" Gözlerini kıstı, önüne gelen saçı arkasına attı. "Sen mi çarptın yoksa? Bence sen çarptın, sen özür dilemelisin."

Tugay'ın dudakları aralandı, ardından yutkundu. "Sen," dedi, ardından boğazını temizledi. "Siz çarptınız ama önemli değil."

"Yalan söylüyorsun." Eftalya'nın gözleri daha fazla kısıldı. "Sen çarptın ve suçu bana atıyorsun, özür dilememek için verdiğin bu çaba çok saçma." Bir adım atıp ilerlemek istedi fakat yine dengesini sağlayamadı. Neyse ki Tugay onu kolundan tutuyordu. "Şu an zorla tutuyorsun beni mesela. Bırak kolumu, canımı acıtıyorsun."

"Kolunuzu sıkmıyorum ki."

"Sıkabilirsin ama ve canım acıyabilir." Öyle sarhoştu ki kekeleyerek konuşuyordu.

"Hayır, bunu asla yapmam."

"Evet, yaparsın. Sana neden güveneyim?" Hıçkırdı ve eliyle ağzını kapattı.

Tugay dayanamayarak güldü. "Size masanıza kadar eşlik edeyim," dedi başını sallayarak. "Arkadaşlarınız nerede oturuyor?"

Eftalya'nın dudakları aralandı, gözleri doldu ve kirpiklerini kırpıştırdı. Tugay bozguna uğradığında ışıklar yüzünden ona öyle geldiğini düşündü ama hayır, gerçekten gözleri dolmuştu. "Bilerek mi yapıyorsun?" diye sordu. "Seni annem mi gönderdi?"

"Ne?"

"Gerçekten bu şekilde aşağılanmayı kabul etmiyorum. Bana çarptın, üzerime şarap döktün, şimdi de küçümsüyorsun. Yeni yıla mutlu girmek istiyordum ama yine her şeyi mahvetti." Nefes verdi, önüne gelen saçı arkaya attı ve ağlamaya başladı. Tugay şaşkınlıkla ona baktı.

"Hepinizden nefret ediyorum, bu kadar da kötü olamazsınız," dedi Eftalya başını iki yana sallayarak. "Bak, deliymişim gibi bakıyorsun," diye çıkıştı ardından. "Bu bakışı da ayarladı mı özellikle?" Gözünden yaşlar akmaya başladığında maske bile yanaklarından akan makyajı gizleyemiyordu. Tugay o an Eftalya’nın bu gece boyunca birkaç kez daha ağladığını fark etti. "Şarabım da döküldü zaten. Bu hayatta sevdiğim tek tük şey var, biri de şarap ama döktün. Özür dilemeyecek misin sahiden?" Ayaklarını yere çarptı. "Çok konuştuğumu da söyleyecek misin? Söyleyecek misiniz? Siz ve sen. Of."

Tugay yutkundu, ellerini havaya kaldırdı. "İsterseniz size şarap ısmarlayabilirim," dedi gözyaşlarına bakarak. "Fakat daha fazla içmemeniz gerektiği..."

"Şimdi de sapıklık mı yapacaksın? Bana içki ısmarlayacaksın, sonra yatağa atmak isteyeceksin falan. Yer miyim ben bunu?" diye sordu Eftalya. "Polis yok mu buralarda?"

Tugay başını omzuna doğru yatırdı ve sakince, "Bence bana oturduğunuz masayı gösterin," dedi. "Arkadaşlarınız merak ediyordur."

Eftalya daha fazla ağladı. "Bana çarptın," dedi.

"Çarpmadım," dedi Tugay. "Sen çarptın."

"Çarptın," dedi Eftalya daha fazla ağlayarak. "Sen değil, siz."

"Çarpmadım size."

"Çarptınız bize."

Tugay derin bir nefes verdi. "Tamam," dedi pes ederek. Bu Eftalya'nın karşısında ilk pes edişiydi. "Ben çarptım, özür dilerim. Şimdi sana yardım etmeme izin ver." Gözlerini kapatıp açtı. "Size."

"Edemezsin." Elinin tersiyle yanaklarını sildi, ardından Tugay'ın beyaz gömleğine baktı. Işıklar arada sırada onlara çarpıyordu. "Sana bir gömlek almamı ister misin? Çok komik oldun." Bu kez de gülmeye başladı, hatta kahkahalarla. "Vurulmuş gibi görünüyorsun. Seni vurdum."

Tugay aslında birazcık bile komik olmayan bu şakaya gülerken başını iki yana salladı. "Beni vurdunuz," dedi alayla. "Az önce."

"Vururum ben," dedi Eftalya gülmeye devam ederken ardından işaretparmağını göğsünün üzerine getirip tetiği çekiyormuş gibi davrandı. "Tam kalbinden. Bam."

Tugay dudaklarını birbirine bastırdı, ardından Eftalya'nın işaretparmağını eliyle tuttu, soluna götürdü. "Hanımefendi," dedi Tugay gülmemek için kendini zor tutarken. "Kalbin yerini unutacak kadar mı çok içtiniz?" İşaretparmağını soluna, kalbinin üzerine bastırdı. Sol eliyle. O zamanlar hâlâ yerinde duran sol eliyle. "Kalp soldadır. Beni solumdan vurmanız gerekir."

Eftalya nefes verdi, gözlerini kocaman açtı. "Seni denedim," diye alaya aldı. "Kalbinin yerini biliyor musun diye..."

"Elbette," dedi Tugay. "Hiç şüphem yok. Kalbim solumda, bana hatırlatmış oldunuz." Çenesiyle kalabalığı gösterdi. "Şimdi sizi güvenli bir yere alalım. Arkadaşlarınızın yerini söylememe konusunda ısrarcı mısınız?"

Eftalya boğuk bir nefes verdi, gözlerini kapattı. Ardından geri açtığında, "Arkadaşım yok," dedi utanılacak bir şeymiş gibi. "Yalnızım. Annem evden kovdu, Sinan eğitimde. Yalnızım ve buraya geldim çünkü genç olmak istedim, genç gibi yaşamak istedim." Kaşlarını çattı. "Bana acıyacak mısın? Az önce çok acınası olduğumu fark ettim çünkü sadece ben yalnızım."

Tugay bir kez daha başını omzuna doğru yatırdığında gülümseyerek, "Aslında yalnız kalmak için kaçıyordum ben de ve sana çarptım," dedi. "Yani bu bardaki tek yalnız değilsin. İkimiz de acınası halde miyiz o halde?" Dilini damağına vurdu. Müzik sesinden duyulmadığını düşünerek Eftalya'nın kulağına doğru eğildi. "Hiç sanmıyorum çünkü bir şekilde yolumuz kesişti."

Eftalya gülümsedi ve gözlerinde sanki çiçekler açtı. "Sahiden mi?" dedi. "İşte bu yalnız hissettirmedi, sanırım seni vurmayacağım artık." Kendisini, ardından göğsünün bulandığı şarap lekelerini gösterdi. "Sen de beni vurmayacaksın değil mi?"

Tugay başını iki yana salladı. "Ben karıncayı bile incitmem hanımefendi, bu çok büyük bir hakaretti." Eftalya güldü, Tugay da ona katıldı. Ardından hemen arkasından geçen garsondan bir şişe kırmızı şarap istedi cebine para sıkıştırarak.

"Peki birkaç dakikalığına arkadaşım olur musun?" diye sordu Eftalya bir anda. "Yeni yıla girerken yalnız kalmayacağım kadar."

Tugay gözlerini kıstı, Eftalya'nın gözlerine baktı. Garson şarap şişesiyle gelip Tugay'a verdiğinde Eftalya keyifle şakıdı. Tugay, Eftalya'nın elindeki şarap bardağını alıp garsonun tepsisine bıraktı, sonra şişeyi Eftalya'ya uzattı. "Tam on ikide dilek dilemeyi unutma," dedi sorusunu cevapsız bırakarak. Yanında kalmasının yeterli bir cevap olacağını düşünüyordu.

Eftalya şarap şişesini kafasına dikti, ardından Tugay'a uzattı. Karşı gelmeyerek Tugay da içtiğinde şişeyi neredeyse yarıladı. O sırada sahnedeki adam ondan geriye saymaya başladı ve bütün kalabalık da ona eşlik etti. Eftalya heyecanla elini kalbine yerleştirdiğinde bakışları sahneye döndü, Tugay ise onun heyecanını izledi.

Beşten geriye sayarken Eftalya gözlerini kapattı, yüzündeki gülümseme buruklaştı, Tugay ise onu izlemeye devam etti. Saat 00.00'ı gösterdiğinde konfetiler patladı, dışarıdan havai fişek sesleri geldi, kahkahalar, zıplamalar, sarılmalar birbirine karıştı. Eftalya gözünü hemen açmadı, Tugay da o gözlerini açana kadar bakışlarını ondan ayırmadı.

"Havai fişekler!" dedi Eftalya. "Çok severim, küçükken kendimi süper kahraman sanırdım ve hava fişekleri de büyülerim olarak görürdüm. O gün bugündür her yeni yılda beni heyecanlandıran tek şey havai fişeklerdir."

En sonunda gözleri aralandığında Tugay sahneye döndü, onu hiç izlemiyormuş gibi. Ağladığını düşünmüştü, mutsuz olduğunu, hiç değişmediğini, bir şekilde hayatın onları sürekli karşılaştırdığını ve karşılaştıracağını.

"Ne diledin?" diye sordu Eftalya şişeyi almak isteyerek fakat Tugay vermedi çünkü daha fazla içmemeliydi.

"Sen ne diledin?" diye sordu Tugay sahneye bakarken, ardından şişeyi biraz daha kafasına dikti.

"Ben söylersem söyleyecek misin?" İnsanlar maskelerini çıkarmaya başlamıştı ama ikisi de maskesini çıkarmayı o an akıl edememişti.

"Evet."

Eftalya nefesini verdi. "Kendimi sevmeyi diledim," dedi kırgın bir sesle. "Bütün hatalarımla, çirkinliklerimle, yalnızlığımla, nedenlerimle, izlerimle…" Duraksadı. "Lekelerimle. Çünkü kendimi hiç sevmiyorum ve bir insan için en zoru kendini sevmeden yaşamaya devam etmek. Aynalardan, geçmişinden, hatta kendinden bile kaçmak yıpratıcı olabiliyor." Nefes verdi. "Sen ne diledin?"

Tugay'ın tek kaşı havalandı, bakışları yavaşça soluna, Eftalya'ya döndü, gözlerinin içine baktı. Ona baktığında geçmişi gördü ama sanki aynı zamanda geleceği de gördü. "Kardeşimle girdiğim iddiayı kaybetmemeyi diledim," dedi kısık bir sesle. "İki biranın olduğu o masaya oturmamayı, bir gülüş için canımdan bile vazgeçmemeyi." Başını iki yana salladı. "Çünkü korkutucu görünüyor, dünyayı bile yakarmışım gibi geliyor."

Eftalya Atalar
Olaydan dört saat sonra...

"Merhaba," dedi Defne endişeli, korku dolu ama bir o kadar da ürkütücü bir sesle. "Ben BL örgütü tarafından öldürülen milletvekilinin kızı, Defne Tufan. Tanıdığınıza eminim." Kerem bakışlarını yeniden bana çevirdiğinde yutkundum. "Özellikle size bir ihbarda bulunmak istiyorum."

"Dinliyorum," dedi Kerem Karaman.

"BL örgütünün yerini biliyorum," diye mırıldandı. "Kaç kişi olduklarını, nerede yaşadıklarını, nasıl bir hayat sürdüklerini." Sesini yükseltti. "Onların nefes almasına katlanamıyorum artık." Bir kez daha Sinan'la birbirimize baktık korkuyla, hatta ihanetin ağırlığıyla. İkimiz de aynı şeyi düşündük: Oyunun sonuna gelmiştik.

Olaydan yedi saat sonra...

"Tugay," dedim nefes vererek. "Ada'yı yaktın. Hapishaneyi yaktın." Başımı iki yana salladım. "Sen gerçekten delirmişsin."

"Yakarmışım," dedi dudaklarını alnımdan burnuma indirirken. "Dünyayı. Korkmakta da haklıymışım. Hep biliyordum başıma gelecekleri."

"Ne?" diye mırıldandım.

"Hiç," dedi kısık bir sesle. "Sadece bir anı."

Olay...

İki anı iple çekiyordum. Birincisi, Tugay Demir Çeviker'in gerçekten özgürlüğüne kavuştuğu o gündü. İkincisi, bütün bunlar sona erdiğinde mesleğime devam edebileceğim o günlerdi çünkü âşıktım mesleğime. Böyle bir dünyada avukat olmak benim şanssızlığımdı ama daha iyi bir dünyada avukat olmanın verdiği hazzı tahmin bile edemiyordum.

Peki ya bu ikisinin gerçekleştiği gün gelecek miydi?

Sınırsız zorluklar, sınırlı güzellikleri getirirdi. O güzelliklere tutunmak istiyordum çünkü o güzelliklere tutunmak hiçbir şeyin imkânsız olmadığını bana gösteriyordu. Örneğin farelerle dolu, duvarları kavlanmış bir hücrede hayal kurabilmek ve bir adamın kollarında uyuyabilmek sınırsız zorlukların ortasında sınırlı bir güzellik olarak nitelendirebilirdi.

O özgür olduğunda sınırlı değil, zamanı bol güzellikler olabilirdi. Olabilir miydi? Belki de o özgürlüğüne kavuştuğunda bütün bunlar son bulacaktı çünkü o mahkûmdu. Kendi deyimiyle beni özgürlüğüne kavuşturacak bir ışık olarak görüyordu ve ben onu özgürlüğe kavuşturduğumda belki de bir anlamım kalmayacaktı. Belki de bütün bunların ortasında onun için farklı olduğumdan, hatta konuşabildiği tek kişi olduğumdan bu şekilde davranıyordu.

Bunun beni üzmemesi gerekirdi ama içim acımıştı. Böyle düşünmeme neden olan ondan ziyade kendime olan güvensizliğimdi. Normal şartlarda tanışsaydık onun dikkatini çekebilir miydim, bilmiyordum. Belki de normal bir psikolojide değildi, özgürlüğünün ardından kendini bulacaktı ve onun için bir anlamım kalmayacaktı. Kendimi korumam ve engellemem gerekiyordu bazı duygulardan çünkü sonra bunu başaramazdım.

"Kurucunun özgür olması demek, daha büyük bir savaş demek bu arada," diyen Gamze'nin sesi düşüncelerimden beni uzaklaştırdı. "Bu şekilde gizlenebiliyoruz ya da bir şekilde kendimizi koruyabiliyoruz ama diğer türlü bu pek mümkün olmayacak gibi." Başını iki yana salladı. "Ayrıca bunu nasıl yapacağız? Kaçıracak mıyız?" Ayrıcalığı neydi bilmiyordum ama tek uzun saçlı kadın oydu, saçını arkaya doğru attı. "Ada Hapishanesinden bir mahkûmu kaçırmak imkânsız. Her şeyden önce bir çiple yaşıyor, o çipi çıkarmak bile..."

"Ne?" dediğimde gözlerimi açtım. "Elektrikli telleri, lazerleri biliyorum ama çip de ne demek?"

Gamze bunu bilmememe şaşırmıştı, diğerleri de. "Hepsi derilerinin altında bir çiple yaşıyor, kendilerinin çıkarabilmesi imkânsız. O çiplerle izleniyorlar." Daha fazla şaşırdığımda kaşlarını çattı. "Bunu nasıl bilmezsin? Tamam, normal halk bilmiyor ama sen avukatsın, hiç mi yayılmadı bu?"

"Hayır," dedim büyük bir şaşkınlıkla. "Hayır, bu kadarını bilmiyordum. Ada Hapishanesinden kaçışın zor olduğunu duymuştum ama bu şekilde değil."

Defne sözü devraldı. "Aslında Tugay Demir hapse girdikten sonra onaylanan bir sistem," dedi başını sallayarak. "Yani her mahkûma yaptıklarını düşünmüyorum ama Tugay'da var. Belki de sadece onda vardır." Omuzlarını silkti. "Ada Hapishanesinin dışına çıktığı an onu bulurlar, ayrıca çip birçok manyetik taşıyor, verdikleri sinyallerle kalbi de zarar görebilir."

Giray ciddiyetle bana bakarken her ne düşünüyorsa kafası karışık gibiydi. "Avukat," dedi bana sakince. "Tugay o canlı yayında neden o adamı öldürdü?"

Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken, "Ölüm listesinde olduğu için," dedim.

"Tamam," dedi. "Ama neden canlı yayında yaptı bunu?"

Kaşlarım havalandı. "Fevrilik," diye mırıldandım, ardından hızla devam ettim. "Fevrilik diyeceğim ama Tugay'ın çok da fevri bir insan olduğunu düşünmüyorum."

Giray sandalyeye ilk oturanlardan oldu ve diğerleri benden izin istermiş gibi bakışlarını çevirdi. Buna alışmak çok zor olacaktı, benden çekiniyorlardı. Başımı hızla sallayıp elimle oturmalarını söylediğimde ben de kendimi sandalyeye bıraktım.

Giray elini çenesine yerleştirip, "Bir planı var zaten," dedi. Sesinde hiçbir renk yoktu, o planı bilip bilmediğini çözemedim. "Bundan sana bahsetti mi?"

Başımı iki yana salladım. "O adamı zaten öldürecekti."

"Evet, eline bir fırsat geçti, bunu keyifle yaptı ama bir nedeni var." Önündeki kalemi parmaklarının arasında çevirirken nefes verdi. "Suçlu bir adam olduğunu ilan etti herkese. Krallık'ın bir adamını öldürdü, yasalarda Krallık'tan birini öldürmenin karşılığı nedir?" Gözlerini bana çevirdi. "İdam." Dudaklarım aralandığında ellerimin uyuştuğunu hissettim. "İdam edilmek istiyor. Hakkında idam kararı çıkarılmazsa Krallık halkın gözünde itibarsızlaştırılacak. Mahkemede idam kararı çıkması için çabalıyor. Çıkış yollarını kapatıyor."

"Bunu…" dedim kekeleyerek. Gözlerimin önünden babamın bakışları geçti. O idam sehpası, urgan, tahta sandalye. "Bunu neden istesin? Bu çok riskli. Bu önlenemez. Bu..." Başımı iki yana salladım. "Bu korkunç."

Defne'nin gözleri kocaman açıldı. "Çünkü," dedi Giray'a bakarak. "Sadece idamdan önce o çip çıkarılıyor. İdam dışında o çipi çıkarmıyorlar."

Ellerimi masaya yerleştirirken korku dolu bakışlarım Sinan'la kesişti. Onun şaşırdığı bambaşka şeylerdi. "Bu," dedim otoriter bir sesle. "Bu korkutucu. İdam günü kaçmayı mı düşünüyor yani?"

"Bilemiyorum," dedi Giray. "Sadece bir düşünce ama güçlü bir ihtimal."

"Bu saçmalık." Elimi yavaşça masaya vurdum. "Bu riskli. Babamın…" Sesim titrediğinde gözlerimi kapatıp kendime birkaç saniye verdim. "Babamın idamı öyle korunaklı gerçekleşti ki içeri kuş bile giremezdi. Tugay Demir'in idamında beş katını yapacaklar. Bunu düşünmemiş olamaz, değil mi?" Başımı art arda iki yana salladım. "Ayrıca Krallık o belgeler Tugay'dayken nasıl idam kararı verecek? Kendilerini riske atamazlar." Elimle saçlarımı karıştırdım. "Hayır, bu saçmalık, o idam sehpasına çıkamaz. Bunun adı kumar."

Giray benim kadar şaşkın değildi. "Bu dünyaya gerçekten hoş geldin Avukat," dedi. "Biz hayatımızı kumarlarla ilerletiyoruz, Tugay Demir Çeviker'in kumarlarıyla."

"Hoş bulduk," dedim başımı ona çevirerek. "Fakat artık ben varım, burada durmamı ve onunla beraber bu örgütü yönetmemi istediyse onun canını hiçe sayan kumarları oynatmam. Karşımda kim durabilir? O mu? Duramayacağını çok iyi biliyor." Herkes birbirine baktığında Gamze nefes vererek kollarını önünde bağladı.

"Avukat," dedi Giray bocalayarak. "Seni anlıyorum ama örgüt Tugay'ın kurallarına göre ilerler. O benim her şeyden önce kardeşim ve onlarca kez senin gibi karşı çıktığım oldu fakat görüyorsun, buradayız. O ne isterse adımlar ona göre atılır." Tek kaşımı havaya kaldırdım. "Az önce eklediğin madde yüzünden zaten bir savaş çıkacak mesela."

"Çıksın," dedim kendimden emin bir sesle. "Hatta o idam sehpasından kurtulamazsa ikimizin de öleceğini bilsin. Bilsin ki keyfine göre kumar oynamasın." Giray örgütün üyelerine baktı, öfkem gitgide katlanıyordu. "Elbette onu hukuk yoluyla serbest bırakamayacağımın farkındayım ama böyle bir plana da tamamen karşıyım. Bu şekilde özgürlüğe gidecekse sonsuza kadar mahkûm olarak kalabilir."

Giray nefes verdi, ardından örgüttekilere, "Bizi biraz yalnız bırakın," diye mırıldandı. Herkes öyle şaşkındı ki hiçbiri Tugay'ın karşısında birisinin durabileceğine inanmıyordu. Ama Tugay beni tanıyordu, boyun eğmeyeceğimi biliyordu. Örgüttekiler karşı gelmeden çıktığında sadece Sinan ve Defne kaldı. Giray ikisine bakarak, "Yalnız," dedi nazik bir şekilde. "Özel."

Defne burnundan nefes verdiğinde Sinan bana baktı, ardından başını iki yana sallayarak kırgınlıkla çıktı. Defne ise kırgınlıktan öte öfkeyle sert adımlarını gizlemeden salondan ayrıldı.

Herkes çıktıktan sonra Giray oturduğu sandalyeyi değiştirerek hemen yanımdaki sandalyeye geldi ve vücudunu bana çevirdi. "Bak," dedi ellerini kaldırarak. "İnatçı biri olduğunun farkındayım, hatta dişlisin de. Şu çiçekli elbisenin altında gözü kara bir kadın yattığını da biliyorum ama gereğinden fazla tepki veriyorsun." Boynunu çıtlattı, gergindi. "Senin kadar, hatta belki de senden daha fazla kardeşimi düşünüyorum ama bu bir savaş Avukat. Savaşta bazen kumar oynarsın. Kumar olmazsa zaten ilerleyemezsin ve..."

"Canla kumar oynanmaz," diye lafını böldüm. "Buna izin vermem."

"O zaten canıyla kumarda."

"Bu başka. İdamdan söz ediyoruz."

"Bunu düşündüğünü düşünüyorum," dedi kafası karışık bir şekilde.

"Ve sonuç?" Ona doğru eğildim. "Birkaç gün önce babam öldü benim, idam sehpasında. Ayakları çıplaktı, üzerinde beyaz bir önlük vardı, ağızlıkla getirdiler, bağıramazdı bile. Ben ne yaptım biliyor musun? Babamın son yemeğini hazırladım. Sonra ne oldu biliyor musun? İtibarıyla ölmesi için en sevdiği yemeğe zehir ekledim. Kendi babamı ellerimle öldürdüm ben." Fısıldamaya başlamıştım. "Bağırmak yasaktı, ağlamak yasaktı, savaşmak yasaktı; gözlerimin önünde can verdi, kendi babamın katili oldum ama bu bir idam sehpasında öldüğü gerçeğini değiştirmez. Onun idam ipine en sevdiği kokuyu sürdüler, bu ne demek biliyor musun sen?"

Gözlerim doldu fakat Giray'dan bunu gizlemek istemedim. "Bir kez yaşadım bunu, bir kez daha yaşamayacağım. En sevdiği yemeği kim hazırlayacak?" diye sorduğumda Giray yutkundu. "Ben hazırlayacağım, biliyorum. Bir kez daha bunu yaşamayacağım, her ne olursa olsun yaşatmayacağım da. Kumarda ufacık bir hata kaybettirir, ben onu kaybetme riskini göze almayacağım. Ne tepki vereceği umurumda değil."

Giray gözlerime bakarken dudaklarını birbirine bastırdı, bir kez daha yutkunduğunda yine gözlerinde Tugay'ı gördüm. İkiz olmaları, özellikle böyle anlarda daha fazla canımı sıkıyordu. "Baban konusunda çok utanıyorum," dedi Giray dürüstçe. "Ve sen ne dersen de hayatımın sonuna kadar kendimi suçlayacağım ama şimdi acımasız olacağım." İşaretparmağını kaldırdı. "Daha yeni bir kayıp yaşadığın için duygusal düşünüyorsun, biz duygusal düşünemeyiz."

"Nedenmiş?" diye sordum. "Neden düşünemezmişiz?"

"Çünkü duygusal düşünürsek daha fazla kaybederiz," dediğinde bu cümlenin Tugay'a ait olduğuna öylesine emindim ki.

"O halde duygusal düşündüğümüz için kaybedelim," dedim omzumu silkerek.

Giray kaşlarını kaldırdı, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. "Özel olmazsa bir şey soracağım," dedi, ardından onaylamamı bile beklemeden devam etti. "Bu kadar büyük tepki vermenin nedeni az önce eklediğin madde mi? Yani ona bir şey olursa sen de canından olacağın için mi?"

Bunu o kadar düşünmemiştim ki kekeleyerek "Ne?" dedim. Afallamıştım. "Bu… Yani kendi… Bizim ölümümüz…" Kafam karışmıştı. "Yani evet ama." Bir kez daha saçlarımı karıştırdım. "Evet," dedim daha emin bir sesle. "Yani önce kendimizi düşünmemiz gerek, öyle değil mi?"

Giray elini çenesine yerleştirip gülümsedi. "Vay canına," diye mırıldandı her ne düşünüyorsa. "Gerçekten mi?"

"Ne oluyor?"

"Ben çok açıksözlü bir adamımdır," dedi başını sallayarak. "Ve sana net bir şey soracağım."

"Sor," dedim bir anda ama bunu söylediğim için pişman oldum.

Giray sırtını sandalyeye yasladı, kollarını önünde bağladı ve gözlerini gözlerime dikerek, "Tugay'a âşık mı oldun?" diye sordu. Tek nefeste.

Başımdan aşağıya kaynar su dökülmüş gibi olurken dudaklarım aralandı ve nefesimin kesildiğini hissettim. Cevap vermek istediğimde yutkundum. "Bu…" dedim boğuk bir sesle. "Bu ne kadar…" Etrafıma baktım. "Bu çok hadsiz bir soruydu." Giray rahat bir şekilde bana bakmaya devam etti. "Siz Çevikerlerin sınırlardan haberi yok mu? Bana nasıl böyle bir soru sorabilirsin, anlamıyorum."

"Hâlâ cevap vermedin," dedi Giray söylediklerimi duymazdan gelerek. "Cevapsız kalacağım demen yeterli, bir kez daha bunu tekrar etmem ama yanıtımı almış olurum."

"Sen," dedim yüzümü buruşturarak. "Bana..." Elimi alnıma koydum. "Bunun aşkla ne ilgisi var? Ben bir avukatım, o da benim müvekkilim, olabilecek en mantıklı kararı vermem gerekiyor. Ölmesini istemiyorum çünkü ben de ölürüm. Ayrıca bu örgütün lideri olduysam kararları ikimizin vermesi gerekiyor, öylece kendi borusunu öttüremez." Ellerimi koyacak yer bulamadım. "Yani şimdi bu kadarı..."

"Başka biri olsaydı yine böyle bir tepki mi verirdin peki?" diye sordu bu kez Giray.

Afalladım. "Kimsenin ölmesini istemem elbette."

Giray güldü. "Kastettiğim bu değildi, ayrıca hâlâ bir cevap vermedin."

"Sen…" Gözlerimi kıstım. "Bu örgütte duygulara yer yoktu hani? Sen nasıl bana geçip duygulardan söz edebiliyorsun?" Giray daha fazla güldü. "Ne gülüyorsun?"

"Avukat," dedi gülerek. "Sen değil miydin bu kuralların dinlenmemesi gerektiğini savunan?"

"Bu aynı şey değil," diye çıkıştım. "Hem bizim dünyamızda nasıl aşk olsun? O bir mahkûm, öyle olmasa bile bulunduğumuz konumlara, dünyamızın şu haline bak. Aklımızı kaçırmış olmamız gerekir bunun için."

"Yani," dedi Giray. "Bir örgüt kurup Krallık'a başkaldıran, isyanlar çıkaran, duvarlara cümlelerini yazan, ölüm listesi olan bir adamdan söz ediyoruz ve sen de o adamın avukatısın, örgütünün lideri olmayı kabul ettin, yetmedi beyaz eldivenlerini taktın, üstüne üstlük burada hukuku yok ettin ama haklısın, aklınızı kaçırmanız gerekir. Siz çok aklı başındasınız." Gerinirken imalı imalı bana baktı. "Bütün bunlar bir delinin yapabileceği şeyler değil zaten."

Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes alıp, “Tugay Demir’e âşık olacak kadar aklımı kaçırmadım henüz,” dedim kısık bir sesle. “Çünkü bunun yanlış olduğunu biliyorum.”

Gözlerimi açana kadar bekledi ve açtığımda dikkatli bir şekilde bakarak, "Avukat," dedi üstüne basa basa. "O yemeğe zehir koymanın tek nedeni babanın itibarı mıydı yoksa Tugay'ın o iskemleyi itip bir de o yükü omuzlamasını engellemek miydi?"

"Bunu neden soruyorsun?"

"Aklını gerçekten kaçırıp kaçırmadığını anlamak için," dediğinde omuzlarını dikleştirdi. "Çünkü onu da düşündüysen bu gerçekten deliliktir." Yutkunup ona baktım. "Cevap vermek zorunda değilsin. Amacım saygısızlık da değil ama mesleğine âşık bir avukat olarak Suç Kralı’nın oluşturduğu BL örgütünün liderisin ve onu özgürlüğe kavuşturmak istiyorsun, üstelik yasal olmayan yollardan."

Dudaklarım aralandı. Giray hızla, "Elbette bunların nedeni Krallık’tan babanın intikamını almak da olabilir ya da belki de bu da nedenlerinden biridir." Başını salladı. "Tek diyebileceğim her ne yapıyorsan nedenlerini de görüp yapman çünkü diğer türlü asıl sen hatalar yaparsın."

Giray'dan gözlerimi ayıramıyordum. "Bütün bunların dışında ben sana bir şey sorabilir miyim?" dediğimde hazırlıksız yakalanmıştı.

"Sor," dedi fakat o da bocaladı.

"Özgür kaldığında sence aynı Tugay mı olacak?" Giray sorumu anlayamadı. "Yani, o bir mahkûm, bunu çok dile getiriyorum ama mahkûmiyet birçok anlamsız duyguyu yanında getirir. Senelerdir o hapishanede yalnızdı, ardından beni seçti, nedenleriyle, izleriyle..." Giray, sessizce bekledi. "Ama her şey o hapishanede o başladı. Özgür kaldığında benliğini yeniden bulacak. İşte o zaman ben kalacak mıyım?"

Ellerimi kaldırdım. "Bunu kalmak istiyorum olarak algılama, sadece yolumuzdan söz ediyorum. Onun için özgürlük ben demek. Gökyüzüne kavuştuğunda belki de hiçbir anlamım kalmayacak. Birbirimizi gülümseyerek hatırlayacağız belki ama iki normal insan olarak hiçbir şey olacağız."

Giray düşündüğümden daha uzun bir süre bekledi. "Bu söylediklerine verebileceğim birçok yanıtım var," dedi. "Çoğunu söylemek de haddim değil." Yine de dayanamadı, öne eğildi ve fısıldayarak, "Ama özgürlüğünde sen olmayacaksan neden çiçekleri zerre umursamayan bir adam kendi evinin bahçesine çiçek tohumları eksin ki senin için? Neden şimdiden bunu düşünsün?"

Çenesini kaldırdı. "Neden?" diye mırıldandı. "Neden senelerdir tozlu bir şekilde duran anneme ait piyanosunu senin inşa edilen evine yerleştirmek istesin?" Kalbim tekledi. "Bunlar bir mahkûmun öylesine düşünceleri olamaz. Bunlar özgür kalma umudu taşıyan bir mahkûmun gerçekleştirmek istediği hayaller gibi görünüyor."

Gözlerim kocaman açılırken ne diyeceğimi bilemedim, dilim tutulmuştu. Sadece öylece Giray'ın yüzüne baktım, kaç saniye baktığımı bilmiyordum ama sabırla beni bekledi. En sonunda, "Neden beni seçti Giray?" diye sordum.

"Buraya kadar konuşurum Avukat," dedi Giray başını iki yana sallayarak. "Gerisi ikinizin arasında."

"Nida bile beni tanıyor," dedim dikkatle. "Bu çok tuhaf."

Giray tamamen konuyu değiştirerek, "Nida demişken," dedi. "Kardeşini de Nida'nın yanına götürelim, orada güvende olurlar."

Daldığım düşüncelerden sıyrılırken, "Ben de seninle o konuyu konuşacaktım," dedim başımı sallayarak. "Nida'nın o evde kalmasını istemiyorum, daha güvenli bir yere götür." Giray şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "Ve kimseye yerini söyleme."

"Bu da ne demek?" derken anladı. "Defne'yi kastediyorsan o bana asla ihanet etmez."

"Bu Defne'ye özel bir tutum değil," dedim ama Giray çoktan dağılmıştı. "Tugay kimsenin bilmemesi gerektiğini düşünüyorsa bir bildiği vardır. Sen ona güveniyor olabilirsin ama Nida ikinizin sorumluluğunda. Defne'ye âşık olup olmadığını sormayacağım ama hislerin olduğu ortada ve o hisler bazen körleştirir. Önlem alalım, Nida'yı o evden alıp başka bir yere yerleştirelim."

Giray'ın kaşları çatıldı. "Ben aptal bir adam değilim Avukat," dedi sert bir sesle. "Kime güvenip güvenmeyeceğimi biliyorum."

"Giray," dedim başımı sallayarak. "İp üstünde yürüyoruz. Anladığıma göre ikinizin de kırmızı çizgisi Nida. Defne güvenilmez biri demiyorum, ağzından yanlışlıkla kaçırması bile birçok şeye sebep olabilir, anlıyor musun beni?" Giray'ın kaşları hâlâ çatıktı. "Ve bu Tugay'dan sır saklamak demek. Ya Nida'nın yerini değiştir ya da Tugay'a Defne'nin de bildiğini söyle, ikisinden birisini seç. Krallık Nida'nın yerini öğrenirse olacakları düşünemiyorum. İşte o zaman gerçek bir idam olur çünkü Tugay, Nida için her şeyi feda eder."

Yutkunurken bakışlarını karşısındaki duvara çevirdi, çenesi kasıldı. "Bu ürkütücü," dedi hangi ihtimalleri düşünüyorsa.

"Bana da söyleme," dedim içini rahatlatarak. "Sadece Tugay'a söyle yeni yerini. O isterse bana söyler zaten, istemezse de ikiniz bilirsiniz." Uzanıp omzunu sıktım, bakışları bana döndü. "Amacım Nida'yı ve kardeşinle arandaki o güveni korumak."

Giray yüzüme bakarken bir anda içeriye Red girdi. "Mahvolduk," diye bağırdı. Onun arkasından Ufuk'un ve Gamze'nin de girdiğini gördüm. "Krallık çok fena bir darbe vurdu."

Giray çok kısa bir an bekledi, sonra başını iki yana sallayarak her ne düşünüyorsa savurdu ve bakışlarını arkasına doğru çevirdiğinde son olarak içeriye giren Defne'yle bakıştı. Defne bakışlarını kaçırdığında Giray, "Neler oluyor?" diye sordu. "Ne oluyor, bu amına koyduğum yerinde rahat bir nefes alamayacak mıyız biz?"

Red küfürler savurarak salondaki televizyonun kumandasına uzandığında içeriye giren Sinan özellikle benimle göz temasını kesti. Aramıza ördüğü o duvarın nedeni bendim çünkü kendimi ona eskisi kadar açmadığımın, açamadığımın farkındaydım.

Red birkaç kanal gezdi, ardından sesi açtığında bakışlarım televizyona kaydı. Kumral bir kadın evinde bir kameraya konuşuyordu, elinde kâğıtlar tutuyordu. Giray hemen ayaklandı. Ekranın sağ tarafına bir fotoğraf karesi geldi, fotoğrafta Tugay ve sarışın bir kadın duruyordu. Tugay kadraja bakarak hafifçe gülümsemişti, kadın ise kollarını önünde bağlayarak sırtını Tugay'a yaslamıştı. Kadının mavi gözleri, uzun boyu, sapsarı saçları öyle dikkat çekiciydi ki bir süre fotoğraf karesine bakmak durumunda kaldım, ardından o fotoğraf değişti, yeni bir görüntü geldi, o görüntü bir davetten olmalıydı. Tugay'ın üzerinde siyah takım elbise vardı, yanındaki kadın uzun siyah ve şık bir elbise giymişti. Fotoğrafın öyle bir enerjisi vardı ki direkt anlamıştım, bu kadın Tugay'ın daha önce hayatında olan o kadındı. Derya'ydı.

"Kardeşim Derya adına konuşuyorum," dedi kumral kadın, dikkatim ona yöneldiğinde midemde bir sancı hissettim. "Kendisi Tugay Demir Çeviker'in eski kız arkadaşı ve aylarca ondan hem fiziksel hem cinsel şiddet gördü!" Sanki soluk boruma bir bıçak saplandı. Giray elini saçlarına geçirdi. "Elimde o zamanlara ait darp raporları var." Kâğıtları salladı. "Kardeşim korkusundan konuşamıyor ama ben artık susamayacağım! O adamın birçok kişi tarafından kahraman ilan edilmesine susamayacağım! Kardeşimin iş hayatını bile bitiren bu adam. Bizi bitirdi. Tehditlerle artık susmayacağız!”

Giray dişlerini sıkarak, "Sikeyim," dediğinde yanındaki sandalyeye tekme attı. Sandalye yere düşerken havayı yumrukladı. "Sikeyim, biliyordum, sikeyim!"

"O adam bir cani!" Kadının sesi salonda yankılanıyordu. "Kardeşim ondan sonra kendine gelemedi. Psikolojik tedavi gördüğü halde hâlâ toparlanabilmiş değil." Kadın ağlamaya başladı. "Size yalvarıyorum o adamdan bizi kurtarın, ona inanmayın..." Giray kumandayı Red'in elinden çekip televizyonu kapattı. Vücudum buz kesmişti. Salonun içi buz kesmişti. Giray'dan başka kimse hareket edemiyordu.

Giray dönüp hepimize baktı. "Gamze," dedi zorlukla. "İnsanlar inanmış mı?" Gamze elindeki telefondan başını kaldırdığında derin bir nefes verdi.

"Sorgulayanlar var," dedi kısık bir sesle. "Ama inananlar daha fazla çünkü fotoğraflarla beraber tanıklar da var ilişkilerine. Artı olarak mağdur konumundaki kadın sessiz kalıyor." Gamze boğazını temizledi. "Bu çok korkunç," dedi. "Bu çok fazla."

Beynim durmuş gibiydi, aklımda hâlâ o beraber olan görüntüleri dönüyordu. Ellerim öfkeden titremeye başladığında örgütten ismini bilmediğim biri, "Bu gerçek değil, değil mi?" diye sordu.

Bu sorunun ardından bakışlarım direkt o adama döndü. Giray kurşundan bile daha hızlı bir şekilde atılıp adamı yakalarından tuttu, duvara yasladı. "O soruyu aklından bile bir kez daha geçirirsen senin beynini havaya uçururum," dedi. Onu hiç bu kadar öfkeli görmemiştim. Adam dehşetle gözlerini açıp ellerini kaldırdı, Giray ise onu duvara iterek salonun ortasına döndü. "Buna inanan varsa şimdi siktirsin gitsin," diye haykırdı. "Yoksa ben alnında bir delik açarım!"

Oturduğum yerden kalktığımda öfkeden titreyen bir sesle, "Bu kadarı çok fazla," diye mırıldandım. "Krallık'ın ne yapmaya çalıştığını biliyorum."

"Halkın gözündeki değerini düşürüyorlar," dedi Defne dehşetle. "Onu aşağılıyorlar, kabullenilmesini istemiyorlar."

"Bunların dışında," derken zorlukla yutkundum. "Koruma bahanesiyle beni ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Yasalarına göre benim şu an o davadan alınmam gerekiyor çünkü hazırladığı darp raporlarıyla kanıtlı hale dönüşecek. Adı geçen kişi, yani Derya bunu onaylarsa o davadan alınırım." Öfkeyle Giray'a baktım. "O kadın bana yazmıştı, görüşmek istiyordu. Bunu nasıl yapar?"

Giray alnına vurdu. "Bunu onun planlamadığına eminim," dedi sert bir sesle. "Öyle biri değil." Ellerini masaya yasladı. "Sana atılan o mesajdan kimlere söz ettin?"

Omuzlarımı silktim. "Sen biliyorsun, ben biliyorum, bir de Tugay biliyor." Yüzümü buruşturdum. "Neden soruyorsun?"

"Derya bu kadar zaman susmuşken o mesajın ardından ortaya çıkmış olamaz. Birileri Krallık'a haber uçurdu kesin. Geçmişi didik didik ediliyordu zaten. Onu veya ailesini de tehditle konuşturuyor olmalılar." Derya'ya olan bu güveni beni şaşırtmıştı. "Canı bile tehlikede olabilir."

"Bundan emin olamazsın," dedi Defne benden önce. "Neden o kadına bu kadar güveniyorsun?"

Giray bir an bile şüphe etmeden, "Çünkü Derya ona âşıktı," dedi başını sallayarak. "Aralarında geçen hiçbir şey de bunu bozamadı." Elini uzatıp telefonu istediğinde Gamze hemen telefonu verdi. Giray birkaç tuşa basarken bakışlarım salonda dolaştı ve kendime sakinleşme payı vermeye çalıştım.

Fakat Giray haklıydı, duygular araya girdiğinde mantıklı düşünemiyordum, şu an içimdeki duyguyu söndürebilmek mümkün değildi. Sanki bir şeyler saklıyordu Giray, sanki kendisinin bir hatası vardı.

"Bu bir oyun da olabilir," dedim boğuk bir sesle. "Yani Derya'nın oynadığı bir oyun da olabilir çünkü ona ulaşmak istiyordu." Giray başını iki yana salladı ve telefondan birkaç tuşa bastı. "Kadının elbette bir zarar görmesini istemem ama güvenmeden adım da atamayız. Hem zaten Tugay'ın bu tür suçlarla adı geçiyordu, şimdi kanıtlarla tez sunmaları bir şeyleri değiştirmez. Kirli oynuyorlar, bunu yapacaklarını zaten biliyorduk."

Giray beni dinlemiyormuş gibiydi. Defne benimle aynı fikirdeymiş gibi kafasını salladı. "Tugay geri plandayken ortada yoktu. Tugay'ın adı duyulduktan sonra bu yaşanıyor. Onun adı karalanabilir ama BL karalanamaz." Dişlerimi sıkarak öne doğru gittim ve Giray'ın elinden sertçe telefonu çektiğimde bakışları bana döndü. "Endişelendiğin kardeşin mi yoksa Derya mı?" diye sordum. "O senin arkadaşın mıydı?"

Defne gülümsedi, onun yapmak istediğini ben yapmış olmalıydım. "Avukat," dedi Giray. "Ortalık karışacak."

"Zaten ortalık yeterince karışık değil mi?" diye sordum kalbim öfkeyle atarken. "Daha ne olabilir?"

Giray kaskatı kesildi. Ardından sadece dudaklarını oynatarak, "Derya yaşadığımı biliyor," dedi. Gözlerim kocaman açıldı, birkaç kişi ise ağzının içinde bir küfretti. "Ve buranın yerini de. Konuşursa gerçekten biteriz."

"Bunları neden biliyor? O geçmişte kalmadı mı?"

Giray dişlerini sıkarak ellerini saçlarına geçirdi. "Bilmiyorum," dedi hırsla. Defne ise öfkeyle nefesini verdi. "Bilmiyorum nereden ya da nasıl duyduğunu. Bilmiyorum, biri ona bu haberi uçurmuştu ama zararsız olduğu için önlem almamıştım."

Dudaklarım aralandı. Giray pişmanlıkla ellerini yüzüne yerleştirdi. "Aklımı sikeyim, üzerini kapatıp öylece geçtim." Alnına vurdu, sonra bir kez daha sandalyeye tekme attığında ellerinin titrediğini gördüm. "Hatalardan kaçtıkça hatalara sürükleniyorum, bıktım! Bu siktiğimin hayatından bıktım çünkü istediklerim bunlar değildi!" Yumrukları sertçe masaya vurdu. "Bu kez Tugay gerçekten beni affetmeyecek çünkü boka battık."

"Çünkü Tugay'dan da bunu gizledin," diye mırıldandım. Giray'a bakarak başımı iki yana salladım. "Biri o kadına haber uçuruyor, bunun anlamı ne demek biliyorsun değil mi?" İşaretparmağımla bulunduğumuz yeri gösterdim. "Örgütten biri ajan ve belki de sadece Derya değil, Krallık'a her haberi uçuruyor."

"Çok fena mahvolduk," dedi Red kısık bir sesle. "Hiç bu kadar mahvolmamıştık, boka battık, patladık, parçalandık."

"Bunu düşündüm," dedi Giray. "Ama şimdiye kadar defalarca fişlenmemiz gerekirdi, Krallık öylece duramazdı. O kadar planımızdan haberdar olurlardı. Dilediğimiz her şeyi yapabildik." Tedirgindi, birkaç kez art arda boynunu çıtlattı. "Yani birinin belki de iyi niyetle ağzından kaçırdığını bile düşündüm..."

"Giray," dedim sözünü yarıda keserek. "Krallık'ın ulaşmak istediği ölüm listesi, suikastlar falan. Akşam yediğiniz yemekler değil," diye çıkıştım. "Tugay'ın zaafını kovalıyorlar, ona karşı kullanabilecekleri herhangi bir şeyi arıyorlar ve onu da sen gayet iyi biliyorsun." Nida. Giray başını yerden kaldırıp gözlerini kocaman açarak bana baktı. "Diğerleri zaman kaybettirir ama zaafına ulaşmaları Tugay'ı tamamen bitirmelerine neden olur."

"Bu felaketimiz olur," dedi Giray daha doğru bir şekilde telaffuz ederek. "Bir şeyler yapmamız gerekiyor."

Bakışlarımı Giray'dan ayıramıyordum. Artık her şeyden önce Nida için korkuyorduk. Az önce söylediklerime hak verdiğinin farkındaydım fakat ona da kızamıyordum çünkü biliyordum, yaşamak istediği hayat bu değildi, senelerdir o da bu hayata hapsolmuştu. Olduğundan daha farklı biri gibi davranmak can yakıcı olmalıydı.

Çok kısa bir an duraksadım. "Bir planım var," dedim başımı sallayarak. "Bir taşla üç kuş vuracak cinsten üstelik."

***

Eskiden huzur bulduğum baronun merdivenlerinden çıkarken üzerimde dolaşan bakışlardan eskisi kadar rahatsız değildim. Önceden insanlar lekelerime bakardı ya da Kerem’le aramızdaki o gizli nişan dedikodularından dolayı gözlerini ayıramazlardı fakat şimdi bu bakışların nedeni hepsinin gözünde bir hain olmamdı.

Benimle merdiven basamaklarını tırmanan Sinan oldukça sessizdi, dakikalardır ağzını bıçak bile açmamıştı. Ne diyeceğimi bilemediğim için sessizliğine ayak uydurmuştum ama bu şekilde kendimi hiç rahat hissetmiyordum.

"Bana küs gibi davranıyorsun," dedim dayanamayarak. "Ve biz seninle hiç küsmeyiz Sinan."

"Küs değiliz," dedi sadece.

"Küssün."

"Değiliz." Sinan nefesini verdi ve inatlaşmak yerine yine sessizliğe gömüldü.

"Bana öfkeli misin?" diye sordum. "Babama yaptığım yüzünden mi? Ya da kararlarımdan ötürü?" Durdum ve onun da durmasına neden olarak kolunu tutup kendime çevirdim. "Dürüstçe her şeyi söyleyebilirsin, içinde tutma lütfen."

Bakışları arkamdaki duvardayken, "Ne söylersem söyleyeyim, dinleyecek misin sanki?" dedi umursamıyormuş gibi ama onun da babam için acı çektiğini görebiliyordum. Babam çocukluğumuzdan beri ona da babalık yapmıştı.

"Sinan," dedim bu kez çenesini tutup kendime çevirerek. Gözleri zorlukla da olsa bana döndüğünde bakışlarında acıyı gördüm. "Hayatımızın tepetaklak olduğunun farkındayım, her şeyin çok değiştiğinin de ama sen değişme, bunu yapma. Bana sırtını dönme."

Sinan çenesini sıkarken, "Sana sırtımı dönsem şu an burada olmazdım," dedi baskın bir sesle. "Öfkelendiğim konu bütün bunları tek başına sırtlanman Eftal. Bir yangın çıkıyor, suikast düzenleniyor sana, bütün ülke seni konuşuyor, duvarlarda adın var, baban idam ediliyor, ellerinle onu öldürüyorsun. Yetmiyor, bir örgütün lideri olmayı kabul ediyorsun. Bütün bunların yanında bir savaşa giriyorsun, o savaşta Suç Kralı’yla yan yana yürüyorsun."

Yaşadıklarımı tane tane ondan dinlemek duvara çarpmış gibi hissetmeme neden oldu. "Dakikalar sonra belki de babanı gözlerinin önünde yakacaklar ama sen yeni bir savaşa soyunuyorsun. Gözlerimin önünde asıl yanan sensin, ateşler içindesin fakat durup bir nefes bile almıyorsun, su istemiyorsun. Seni artık koruyamıyorum çünkü sen kendini korumak istemiyorsun." Başını iki yana salladı. "Bir maddeyle canını hiçe sayıyorsun, ne için?" Sesi yükselmeye başlamıştı. "Gücün zırhın ama zekân da saatli bir bomba gibi. Bir gün senin elinde patlarsa kim seni koruyacak?" Kendini işaret etti. "Canım uğruna seni korurum ama artık ne düşündüğünü bile kestiremiyorum."

Yutkundum, ne diyeceğimi bilemeyerek ona baktım. "Bütün bunlardan başka bir çare gösterebilir misin bana?" diye sordum. "Benim yas tutmama bile izin yok. Aldığım nefesi verirken o kısa zaman diliminde birçok şey değişebiliyor. Bu yolu seçmedim, zorunda kaldım ve..."

"Ama şu an vazgeçebilirsin," diyerek lafımı ağzıma tıktı. "O adamın artık seni tehditle yanında tutmadığının farkındayım. İstersen dönüp gidebilirsin ama sen bunu istemiyorsun."

"Sinan," dedim kaşlarımı çatarak. "Sen değil miydin boyun eğmek yerine savaşılması gerektiğini savunan?"

"Bendim," dedi. "Benim. Şu an bulunduğum konumdan da rahatsız değilim. Krallık ailemi elimden aldı benim. Konu intikamsa kan kustururum onlara ama seni de kaybedemem çünkü tek varlığım sensin." Öfkesi endişeye dönüştü. "Vazgeçmeyeceğini biliyorum, çok daha kötülerinin de olacağının farkındayım ama bana arkanı dönersen kendimi yalnız hissederim. Bana bunu yapma, eskiden olduğu gibi en azından acılarını paylaş, paylaş ki seni nelerden koruyabileceğimi göreyim. Ya her şeyi geçtim, bak bugün aralık ayının son günü, yarın yeni yıla gireceğiz fakat senin bundan bile haberin yok, değil mi?" Şaşkınlıkla gözlerim açıldı. "Yok elbette. Eftal, hayata dön, gerçeğe dön, buradayız."

"Ben…" Kendimi kötü hissetmiştim. "Yani eskiden her yer süslenirdi ama şimdi artık yasak olduğundan..." Gözlerimi kapattım. "Yeni yılları severim. Severdim. Havai fişekleri, kardan adamları, çam ağaçlarını, dans etmeyi..." Kendimi gerçekten kötü hissetmiştim. "Keşke bugün yeni seneyi kutlayabilsek, keşke hatırlayabilseydim ama Sinan o kadar..." Sustum, gözlerimi kapattım.

"Anlat," dedi Sinan. "Anlat Eftal, yalvarırım. Acılarından söz et bana."

Başımı önüme eğdiğimde sağ elimdeki eldiveni çıkarıp tersindeki beyaz lekelere baktım, üzerimdeki beyaz çiçekli elbisenin rengindeydi. "Artık acıdan önce korkuyu hissediyorum," diye fısıldadım. "Her şeyden çok korkuyorum ve korku, cesareti getiriyor. O yüzden bir saniye durursam korkudan ölecekmişim gibi hissediyorum." Elim kalbime giderken bakışlarımı Sinan'a çevirdim. "Yaşananlardan, yaşanacaklardan, kendimden... Hislerimden. Her şeyden çok korkuyorum."

"Hislerinden mi?" dedi Sinan başını sallayarak. "Hangi hislerinden?"

Asıl odaklanması gereken noktayı nasıl da iyi biliyordu. "Sinan," derken sesim titredi. "Şu an bir savaşın ortasındayım, bunun bilincindeyim ve ölesiye korkuyorum ama o savaşın ortasında Tugay Demir Çeviker bana gülümsediğinde korku hissetmiyorum, savaş bile gözüme güzel geliyor."

Sinan'ın dudakları aralandı. Yarım adım geriledi. "Ben onu tanıdıktan sonra kendimi sevmeye başladım, bu ne demek biliyorsun değil mi? Kendimi sevmek, benliğimi bulmama neden oldu. Ve bu korkutucu. Bakma öyle, biliyorum bu korkutucu. Korkunç. Öyle bir his ki sanki bundan önceki hayatım bir tiyatroydu ve ben son birkaç aydır gerçekten kendi hayatımı yaşıyorum. Yani onunla tanıştıktan sonra. O belki benim hayatımda bir durak, gerçeğimi bulmama neden olan bir ışık ama her ne olursa olsun, onu gördüğümde hiçbir şey imkânsız gelmiyor."

İlk kez birine bu denli içimi açtığım için başımın bile döndüğünü hissediyordum ama kendime bile tekrar etmediklerim dudaklarımdan dökülüyordu. "Bu hissin adı ne bilmiyorum. Belki de minnettir, kimbilir?"

"Ben biliyorum o hissin adını."

"Neymiş?"

Sinan tebessüm ettiğinde ne düşündüğünü kestiremiyordum. Uzun bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra yutkundu. "Sana kendini sevdirebildiğine sevindim," dedi başını sallayarak. "Çok uzun süre bunun için çabaladım ama başarılı olamadım."

Bir şeyler söylemek için nefeslendim ama ne diyeceğimi bilemediğimden sessiz kaldım. Bu cümlelerin ardından zaten Sinan da pek bir şey dile getirmedi ve merdivenleri yeniden tırmanmaya başladık.

Uzun koridoru yürürken Kerem Karaman'ın odasını gördüm. Oraya gelmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki gerilmiştim. Sinan da bunu hissetmiş olacak ki yarım adım önüme geçerek beni güvende tutmak istedi.

Bir adım, iki adım, üç adım ve en sonunda Kerem'in odasının önüne geldiğimizde çevremdeki o gözlerin farkındaydım. Babamla ilgili belgeleri imzalamak için tuttukları kişi Kerem Karaman olmuştu. Savcılığına son verilmiş olsa bile yine bu kurallar benim için geçerli olmuyordu. Her şekilde rahatsız hissettirebilecekleri bir noktayı buluyorlardı.

Benden önce Sinan kapıyı tıklattı, ardından onay gelmeden içeriye daldı ve benim de geçmem için işaret verdi. Derin bir nefes aldım, arkamdaki fısıldaşmaları duymazdan gelerek odaya girdim.

Kerem Karaman masasında oturmuş önündeki kâğıtlara bakıyordu, yüzündeki yara izleri hâlâ geçmiş değildi. Yüzükparmağını ilk kez sargısız görüyordum, kökünden kesilmişti, dikişler ise yerine duruyordu. Öksürdüğünde elbette kimin geldiğini biliyordu ama başını kaldırıp bakmadı. İçerideki ağır parfüm kokusu midemi bulandırmaya yetmişti.

Büyük birkaç adım attım. "Belgeler," dedim düz bir sesle. "İmzalayacağım. Neredeler?"

Kerem'in yarım ağız gülümsediğini gördüm. Sonra kâğıtları düzenli bir şekilde sağına yerleştirdi, ellerini birbirine yasladı, bakışlarını bana çevirdi. Yanağındaki o morluğa ve hâlâ kapalı olan tek gözüne rağmen ürkütücü bakabilmeyi başarıyordu. "Otursana Eftalya," dedi rahat bir sesle. "Bir şeyler içelim, biz eskiden nişanlıydık sonuçta."

"Senin elinden bir şey içebileceğimi düşündüren nedir?" diye sordum tiksinerek. "Dosyaları ver."

"Geçmişte ellerimden içtiklerin seni böyle tiksindirmiyordu ama," dediğinde sırtını sandalyeye yasladı ve aşağılayarak Sinan'a baktı. "Kendine ait olacak bir çöplük buldun sonunda Sinan Yaman."

Sinan önceden öfkelenirdi fakat bu kez, "En azından benimki bir çöplük," dedi aynı aşağılamayla. "Senin gibi ağlayarak insanların paçalarına yapışmıyorum eski savcı Kerem Karaman." Gözlerini kıstı. "Parmağına ne oldu? Kuşlar mı yedi?"

Kerem'in yüzündeki o alaylı gülümseme silindiğinde burun delikleri genişledi. Bakışları bana kaydı, beni baştan aşağı süzdüğünde üzerimdeki çiçekli elbiseye ve artık çıkarmadığım eldivenlerime odaklandığını biliyordum. Fakat gözleri göğüskafesimden çeneme uzanan lekede oyalandığında burnundan tiksiniyormuş gibi bir nefes verdi. Hiçbir şey söylemeden yaptığı bu hareket beni yeniden geçmişime götürdü.

Sağ taraftaki belgelerden iki kâğıt çıkardı, ardından öne doğru itti bir kalemle. Hızla masanın önüne ilerleyip sol eldivenimi çıkardım, kalemi parmaklarımın arasına aldım ve yazanlara baktım. Babamın yasal yollarla öldüğü, üzerinde hiçbir hak iddia edemeyeceğim, ölüsünün yakılacağı, küllerinin dahi verilmeyeceği, bütün mal varlığına Krallık'ın konduğu, dilersem soyadımı bile değiştirebileceğim, adından hain diye söz edileceği, kaç sene geçerse geçsin onun isminin bu şekilde anılacağı, aksi bir durumda benim de hain ilan edileceğim gibi maddeler yer alıyordu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim, ardından ilk sayfayı imzalayıp diğer sayfaya geçtim.

O sırada kapı çaldığında Kerem gülümseyerek, "Gel," diye seslendi. Birkaç saniye sonra kapı açıldı, topuklu ayakkabıların sesini işittim fakat dönüp bakmak yerine sayfadaki maddelere göz gezdirdim. Babamın işlemediği ama Krallık'a göre suç olan maddelerden söz edilmişti, bunları onaylamamı istiyorlardı. Bir maddede okuduğu kitabın halkı kin ve düşmanlığa sevk ettiğinden...

"Gel Derya," dedi Kerem ve kulaklarımın uğuldadığını fark ettim. "Otursana, misafirlerimiz yabancı değil."

Vücudum kaskatı kesildiğinde eğildiğim yerden yavaşça doğruldum ve omzumun üzerinden geriye doğru baktığımda onunla göz göze geldim. Omuzlarından aşağıya dökülen sarı dalgalı saçları, deniz mavisi gözleri, kusursuz yüzü, beyaz teni... Lekesiz beyaz teni. Üzerine giydiği lacivert blazer ceketi, mini eteği, topuklu ayakkabıları. Aksi iddia edilemezdi, gerçekten güzel bir kadındı ama bakışları aklımdakine zıt bir şekilde bomboştu ya da belki de beni aşağılamak istiyordu, bilemiyordum.

Fakat ben ona baktığımda hissettiğim öfkenin nedeni Tugay'ın eski kız arkadaşı olması gibi çocukça bir neden değildi. O ihanet etmişti ve ihanet affedilemezdi.

"Ah, Eftalya," dedi Kerem Karaman. "Sen tanıyor olmalısın Derya'yı. Haberlere baktın mı? Kendisi müvekkilinin mağdurlarından biri. Tuhaf bir karşılaşma oldu." Hayır, bu karşılaşma değildi, planlanmış bir oyundu. "Derya, Eftalya Atalar'ı tanıyorsundur sen de, o herifin avukatlığını yapıyor. Her şeye rağmen."

Bakışlarımı Derya'dan ayırdığımda ellerimin terlemeye başladığını hissettim, kalem sanki parmaklarımın arasından kayıp gidecekti. O, Tugay'a ihanet etmişti. Hızla kâğıtları imzaladım, ardından duruşumu dikleştirerek hepsini Kerem'in önüne ittim. "Başka bir şey var mı?"

"Merhaba," dedi Derya arka tarafımdan ve öne doğru çıktığında hemen hemen aynı boyda olduğumuzu fark ettim. Elini uzattı sıkmam için. "Seni çok daha öncesinden tanıyorum."

Bir eline, bir ona bakarken hissettiğim kıskançlıktan daha öte bir duyguydu. Tugay'a ihanet etmişti. Bin kez tekrar edebilirdim bunu içimde. "Öyle mi?" diye mırıldandım. Gözleri göğüskafesimdeki lekelere kaydığında şaşırmış gibi değildi. Bir süre inceledi ve gözlerime döndüğünde elini sıkmayacağımı anlayıp indirdi. "Tam olarak nereden tanıyorsun?"

"Gazeteciyim," dedi başını sallayarak. "Senin birkaç haberini girmiştim, başarılarınla ilgili." Ne düşündüğünü, ne hissettiğini kestiremiyordum ama ona güvenmiyordum ve yaydığım enerji bunu gizlemiyordu. "Bana öfkeli olduğuna eminim ama..."

"Sana karşı kişisel hiçbir duygum olamaz Derya, tek hissettiğim adına üzülmek olur," dedim başımı iki yana sallayarak. "Krallık'ın tuttuğu bir maşasın sadece. Geçmişindeki adama ihanet ediyorsun, bu odadaki herkes o söylenenlerin hepsinin yalan olduğunu biliyor." Derya sessizce yüzüme baktı. "Umarım bir gün dürüstlüğün ucuz çıkarlarından daha kıymetli olur çünkü bu seni daha kaliteli bir insana dönüştürür." Gözlerim Kerem'e kaydı. "Bu aptal tiyatro bittiyse babama gideceğim. Başka bir şey varsa söyle."

Kerem ağzının içinde küfretti. "Savunduğun adam bir tecavüzcü," dedi. "Ve sen kör kütük ona inanıyorsun. Kadının belgeleri var."

"Öyle mi?" dedim bir kez daha. "O halde Derya müvekkilimle neden konuşmak istediğini ve bunun için bana ulaştığını da anlatmak ister, öyle değil mi?" Kerem duraksadı. "Belki de halk bunu duymak ister. Kafalarının karışacağına eminim."

Kerem öfkeyle Derya'ya baktı. Derya ise çok kısa bir nefesin ardından, "Giray," dedi tek kaşını havaya kaldırarak. "Tugay'dan önce Giray'ı merak ediyordum aslında, o yüzden ulaşmıştım çünkü onu severdim." Beni tehdit ediyordu alttan alttan. "Mezarının nerede olduğunu biliyor musun? Tugay bundan sana söz etti mi?"

Bakışlarımı Derya'ya çevirdiğimde gülümsedim, içten değildi ama dışarıdan nasıl göründüğümü biliyordum. O sırada kapı bir kez çaldı. Bu kez Kerem'den onay gelmemesine rağmen sekreteri hızla içeriye girdi. Kerem öfkeyle kadına baktığında kadın çekingen bir şekilde elindeki telefonu gösterdi. "Efendim, çok önemli," dedi başını sallayarak. "Defne Tufan telefonda ve BL hakkında sizinle konuşmak istediğini söyledi."

Bakışlarım dehşetle Sinan'a döndüğünde Kerem'in bakışları benim üzerimdeydi. Sinan ise dişlerini sıkarak başını iki yana salladı. "Defne Tufan mı?" diye mırıldandı Kerem. Hepsinin gözünde Defne'nin babasını BL örgütü öldürmüştü. Defne onlara göre BL’ye karşı büyük bir nefret içindeydi. Sekreter heyecanla kafasını salladığında Kerem bir anlığına ne yapacağını bilemedi. Ama yüzümdeki tedirginliği gördüğü anda, "Bağla," dedi önündeki telefonu göstererek. Sekreter birkaç düğmeye bastığında Kerem'in önündeki telefon çaldı, Kerem ise telefonu hoparlöre alarak açtı. Ardından diğer telefonundan ses kaydını devreye soktu. "Defne Tufan," dedi Kerem.

"Merhaba," dedi Defne endişeli, korku dolu ama bir o kadar da ürkütücü bir sesle. "Ben BL örgütü tarafından öldürülen milletvekilinin kızı, Defne Tufan. Tanıdığınıza eminim." Kerem bakışlarını yeniden bana çevirdiğinde yutkundum. "Özellikle size bir ihbarda bulunmak istiyorum."

"Dinliyorum," dedi Kerem Karaman.

"BL örgütünün yerini biliyorum," diye mırıldandı. "Kaç kişi olduklarını, nerede yaşadıklarını, nasıl bir hayat sürdüklerini." Sesini yükseltti. "Onların nefes almasına katlanamıyorum artık." Bir kez daha Sinan'la birbirimize baktık korkuyla, hatta ihanetin ağırlığıyla. İkimiz de aynı şeyi düşündük: Oyunun sonuna gelmiştik.

"Bundan nasıl emin olacağım?" diye sordu Kerem. Derya'nın bakışları ise benden ayrılmıyordu. "Ya yalan söylüyorsan?"

"Ne yalanından söz ediyorsun sen?" dedi Defne öfkeyle. "Onlar babamı benden aldılar, gözlerini bile kırpmadılar ve öylece yaşamaya devam ediyorlar! Bu konuda nasıl yalan söyleyebilirim?"

Kerem bakışlarımdaki korkuyu gördü, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu. "Söyle o halde," dedi. "Neredeler?"

"Bir şartla."

"Şart mı?" Kerem öfkelenmişti. "Benimle pazarlık masasına mı oturacaksın?"

"Canım sözkonusu," diye çıkıştı Defne. "Ben bu bilgiyi verdikten sonra yaşatmayacaklar beni belki de. Her şeyi göze alıyorsam bir karşılığı olmalı!"

Kerem derin bir nefes verdi. "Ne istiyorsun?"

"Yirmi milyon dolar," dedi Defne. "Canım için yirmi milyon dolar istiyorum."

"Ne?" diye bağırdı Kerem. "Sen aklını mı kaçırdın?"

"Hayır, kaçırmadım! Size bu ülkeyi yok etmek üzere olan örgütün adresini vereceğim ve bunun karşılığı elbette olacak. Ülkeden kaçacağım, kendi hayatımı kuracağım, bunu bana borçlusunuz. Krallık için bu paranın hiçbir şey olduğunu biliyorum." Defne'nin sesi endişeli geliyordu. "Tam yüz elli kişiler ve o karaktersiz avukat da onlarla yaşıyor! Hemen oraya gitmezseniz çoktan ortadan yok olabilirler çünkü o avukatın her yerde eli kolu var!"

Dehşetle gözlerimi açtı, irkilerek geriye doğru adımladım. Kerem ise elini kaldırıp beni durdurdu, ardından sekreterine başıyla kapıyı tutması için işaret verdi. Sekreter kapının önüne geçtiğinde Derya da ürkmüş gibi görünüyordu.

"Tamam," dedi Kerem. "Sana birkaç dakika sonra dönüş yapacağım." Telefonu kapattığında gözleri direkt bana döndü. "Eftalya, bebeğim," dedi iğrenç bir ses tonuyla. "Korkuyor gibisin."

"Hayır," dedim kekeleyerek. "Neden korkacağım? Yalan söylüyor, örgütün yerini bilemez, bunun imkânı yok. Onların yerini ben bile bilmiyorum. Sizi kandırıyor, siz de ona inanıp..." Kerem kahkaha atmaya başladığında Sinan küfretti.

Kerem bütün söylediklerime kulaklarını kapatıp Başkan'ı aradı. Hızla Defne'yle konuşmalarını anlattı, ardından ses kaydını onlara iletti. Her şey dakikalar içinde olurken tedirginlikle ellerimi koyacak yer arıyordum. BL örgütü köşeye sıkışmıştı, kaçacak yerleri yoktu ve onları yok etmek, ülkeyi tamamen olmasa da büyük bir kısımda kurtarmak demekti Krallık için. Canlarını dişlerine takarak bunu sağlayacaklarını biliyordum.

Dakikalar sonra Kerem'e dönüş yapıldı ve Kerem'in yüzünden anladığım kadarıyla parayı vermeyi kabul etmiştiler. Bütün güvenilir adamlarını örgütün olduğu yere yönlendireceklerdi, bunu biliyordum. Kerem'in sesindeki heyecan, telefon trafiği, art arda çalan telefonlar Krallık'a umut olmuştu.

En sonunda Kerem, Defne'yi aradığında ilk kurduğu cümle, "Paran yatırıldı," demek oldu. Defne beklemek istedi, o beklerken Kerem gözlerini benden ayırmadı. Düşündüğümden daha uzun süren dakikalar sonunda Defne bir şeyler söyledi, bunun arkasından Kerem telefonu bir kez daha hoparlöre aldı. "Eski Krallık binasının oradaki köşkteler," dedi Defne heyecanlı bir sesle. "Silahları, araçları, bütün suç eşyaları orada ve kendileri de orada konaklıyor."

Elimle ağzımı kapattığımda Sinan, "Sikeyim," diye mırıldandı.

"Yalan söylüyorsan..." dedi Kerem dişlerini sıkarak.

"Söylemiyorum Kerem Karaman," dedi Defne. "Ben asla yalan söylemem, bana güvenebilirsiniz. Krallık benim her şeyim ve..." Duraksadı. "Umarım o avukatı da Giray Pusat Çeviker'in yanına gömersiniz ikiziyle beraber. Giray'ı öldürürken ellerim bile titrememişti." Sanki telefonun arkasından bir gülme sesi geldi. "Ah, kardeşim ağlıyor..." Defne afalladı. "Krallık daima yaşasın, size ve o güzel aklınıza minnettarım." Defne telefonu kapattı. Derya şaşkınlıkla telefona bakıyordu çünkü verilen adresin doğru olduğunu biliyordu.

Kerem ellerini ovuşturdu. Yeni ses kaydını direkt Krallık'a iletti. Ardından bana bakarak, "Sen," dedi. "Kendi aracınla değil bizim aracımızla babanın yanına gideceksin çünkü kimseye haber uçurmanı istemiyorum."

"Yanılıyorsunuz," dedim dehşetle ama sesim titriyordu. "O köşkte değiller, boşu boşuna..." Gözlerimi kocaman açtım. "Onlar çok kalabalık ve sizin adamlarınızın çoğu yaralı. Yaralı olmayanlar babamın yanında. Sizi mahvederler." Dişlerimi sıktım. "Defne'yi de sizi de yaşatmayacaklar."

"Bu kez," dedi Kerem. "Bu kez bittiniz Eftalya, söylenmeyi bırak artık. İlk önce babanı kaybettin, şimdi örgütünü kaybedeceksin. Gitgide güç kaybediyorsun, biz ise daha fazla kazanıyoruz."

Yanımdan geçti ve kapıdaki iki korumasına beni Ada Hapishanesine götürmeleri için emirler yağdırdı. Öyle keyifliydi ki neredeyse konuşurken kahkaha atıyordu.

O sırada Derya'yla son kez göz göze geldim. Bakışlarındaki şaşkınlıkla beni izlerken sadece birkaç saniyeliğine yüzümdeki maskeyi düşürüp gülümsediğimde şaşkınlığı arttı, ardından başını iki yana salladı. Anlamıştı her şeyin bir rolden ibaret olduğunu, o bizi ihbar etmeden bizim kendimizi ihbar ettiğimizi.

"Kendimi bizzat tanıtmamıştım ama şimdi tam sırası gibi görünüyor," dedim fısıldayarak, ardından sol elime yeniden eldivenimi giydim. "Ben Eftalya Atalar, kimisine göre sadece bir avukatım ama sana bir sır vereyim mi?" Ona doğru eğildim. "Fişlemeye çalıştığın BL örgütünün lideri ve karalamaya çalıştığın Tugay Demir Çeviker'in sol koluyum. Her anlamda. Kaybetmekten ise pek hoşlanmam, tıpkı Sevgili Müvekkil’im gibi." Başımla selam verdim. "Sen tanıştığına memnun oldun mu, bilmiyorum ama ben şu an epey memnunum."

***

"Adnan Atalar anısına bir çiçek ek, o çiçeği büyüt, sulamayı unutma, adını Eftalya koy, özgürlüğümüzü simgelesin!"

BL

Bakışlarım duvardaki yazıda takılı kalırken Ada Hapishanesine giden yol oldukça boştu. Önümüzde sadece iki araç vardı. Arabanın içinde ben ve Sinan dışında iki adam daha vardı. Krallık gerçekten de en iyi adamlarını örgütün bulunduğu yere göndermişti.

"Bugün Adnan Atalar öldürüldü, ölüm nedeni kitap okumaktı. Bugün sen kendi kitabının ilk cümlesini yazdın. Korkusuzluğun özgürlük kelimesiyle başladı."

BL

Yutkundum. Ellerinde eldivenler olan insanları seçebiliyordum, duvarlarda artık boş yerler bile yoktu. Kolluk kuvvetleri bazı semtlerden vazgeçmişti, o semtler tamamen BL'ye aitti artık.

"Bugün bir kadın babasının ölümünü izledi ve ağlaması yasaktı. O kadın Eftalya Atalar'dı. Gücü, gizlediği gözyaşlarında saklıydı!"

BL

Caddenin ortasında boydan boya bir apartmandan diğer apartmana timsah bayrağı asılmıştı, bir tarafı yakılmıştı ama özgürlüğümüze kısmı hâlâ açıkça okunabiliyordu. Duvarda gördüğüm yazı bu kez cama yapışmama neden oldu.

"Kalbine karlar yağdı Kraliçe'nin, adı Kar Kraliçesi. Söneceğini bildiği halde karları eritti Kral, adı Ateş Kralı. Biri erimeye, biri sönmeye razı geldi. Dünyaları için ölümcüldü ama imkânsızlıkları ne olursa olsun imkân dahilindeydi."

TDÇ

Parmaklarım cama dokunduğunda kalp atışlarım hızlandı. Bu yazı ne zamandan beri buradaydı? Bunu neden yeni fark etmiştim? Yeni miydi? Nida'ya Kar Prensesi diyordu, kendimi o seviyede görebileceğimi bile düşünemezken bu yazı... Elim göğsümdeki lekelere gitti. Açıkça sonuna TDÇ yazarak bana kendini gösteriyordu, hem de başkalarına göstermeyi umursamayarak. Her yöne çekilebilirdi ama bakışlarım anlık olarak Sinan'la kesiştiğinde onun da gördüğünü ve aynı şeyi düşündüğünü anladım.

Önceden sadece BL imzalı yazılar vardı, benimle tanıştıktan sonra ise TDÇ imzasıyla yazılar yazdırmaya başlamıştı. Tam önünden geçtiğim duvarda yazıyordu yine.

"Özgürlük gökyüzüdür ve ben gökyüzüme kavuşacağım o güzel günde."

TDÇ

Hayır, dedim kendi kendime. Üzerine alınma. Hayır, o kadar da değil. Hayır Eftalya, dur, kalbin sakinleşsin artık.

Ada Hapishanesinin önüne geldiğimizde sadece dört aracın beklediğini gördüm. Kaşlarım havalandığında arabanın arka tarafına baktım fakat orada da kimseyi görmedim. Gözlerim hapishanesinin üst taraflarına kaydığında sadece iki keskin nişancının durduğunu fark ettim. Babamın ölüsü, dirisi kadar kıymetli değil miydi yoksa örgütün ifşa edilmesi tamamen aptalca burayı boşlamalarına mı neden olmuştu?

Sinan'la göz göze geldiğimizde çenesini havaya kaldırıp gülümsedi. Aynı şekilde karşılık verirken bulunduğumuz aracın kapıları açıldı. O sırada arabanın radyosundan o ses yükseldi: "Son dakika! Krallık, BL örgütünün inine büyük operasyonla ulaştı!"

Kaşlarım havalanırken Sinan arabadan inip elini uzattı. Destek alarak arabadan indiğimde Ada Hapishanesinin önündeki iki askerin bakışları direkt olarak bana yöneldi. Başkan yoktu, yardımcıları yoktu, basın yoktu. Başımı iki yana sallayıp kapıya ilerledim. Hava kararmıştı, ne kar ne yağmur yağıyordu fakat gökyüzünde ay da kendini göstermiyordu. Ocak ayının ilk gününe ılık bir havayla girecektik.

Kapılar açıldı ve kollarımı sakince iki yana açtım; gözlerimi kapattığımda görevlinin eli her yerimde dolaştı. Bacaklarımda, göğsümde, kalçamda, sırtımda, omuzlarımda. Ardından metal dedektörüyle baktılar. Eldivenlerimi çıkardılar, aşağıladılar, ardından yeniden eldivenlerimi bana verdiler. Aynısını Sinan'a da yaptılar ama ikimiz de temiz çıkmıştık.

İki gardiyan bizi karşıladı, biri üzerimdeki uzun kaşe montumu aldı, diğeri çantamı. Beyaz çiçekli elbiseyle Ada Hapishanesinin koridorunda ilerlerken idamın yapıldığı o alanın önünde bekleyen kalabalığı gördüm. Ölüm Timi’ne aitti.

Krallık hapishaneyi koruması için Ölüm Timi'ni getirmişti çünkü BL örgütü konusunda güvenmemişlerdi. Sinan'la bir kez daha bakıştığımızda gülümsemeden edemedim. Her adımda duvarlarda topuklu ayakkabılarımın sesi çınladı, gardiyanların kendi aralarındaki hakaretlerini bile duymazdan geldim.

"İyi seneler Avukat!" diye ses duydum. Bu ses kapının önünde beni bekleyen Marco'ya aitti, yanında Başkan'ın ikinci ve önemsiz sekreteri, onun yanında da yeni atanan genç yardımcısı vardı. "2028 hepimize cehennemi getirecek gibi görünüyor." Üzerinde üniforma vardı, omzunda uzun kalibreli silahı, belinde küçük silahı, pantolonunun ceplerinde bıçakları. Boştaki elinde ise mandalinası. "Fakat benim içimden bir ses başka şeyler söylüyor."

"Marco," dedim karşısına geçerken, ardından sekreterle gözlerim kesişti. "Babam neden bu kadar önemsizmiş gibi davranıyorsunuz? Onun ölüsünü yakarken keyifle izlersiniz sanmıştım."

"Ben de örgütün yok olurken böyle keyifli görünmezsin sanmıştım," dedi sekreter kaşlarını kaldırarak.

Marco mandalinayı ağzına atarken dikkatli bir şekilde beni inceledi, ardından gözleri Sinan'la buluştu. Bu kez mandalinayı ona uzattığında Sinan başını iki yana sallayarak reddetti. Marco yüzünü buruşturup sekretere, "Sana yok," dedi alayla. "Vitaminsiz kal."

Ellerimle saçlarımı arkaya attım. "Müvekkilim nerede?"

Marco ağzı dolu bir şekilde, "İçeride, diğer mahkûmlarla birlikte," diye mırıldandı. "Ve tuhaf bir şekilde onun da keyfi epey yerinde. İnanmazsın ama ben ikram etmeden mandalina istedi." Sekreter burnundan nefes verdi. "Vermedim tabii ki. Kahrolsun düşmanlar, hainler." Göz kırptı, ardından bileklerimi işaret etti. "Ellerini uzat Avukat. Yasal prosedür, kelepçelerinizi takmam gerekiyor."

"Babamın ölüsüne sarılmayayım diye mi?" Marco duraksadı. Bakışları gözlerime döndüğünde çiğnemesi yavaşladı. "Her neyse." Bileklerimi uzattım. "Kelepçele."

Marco'nun arkasından Javier çıktığında, "Avukat," dedi keyifle. Sinan'ı kelepçelemek için hamle yaptı. Saçının önündeki bir tutamı beyaza boyatmıştı, şaşkınlıkla ona baktım. "Sana özendim, nasılım ama? Hayranın olduğumu söylemiştim." Bu... nedense hoşuma gitmişti. Yani herkesin kusur olarak gördüğü o rahatsızlık Javier’e göre havalıydı. Saçımın önünde vitiligodan dolayı çoğalmaya başlayan beyaz tutamların aynısını yapmıştı.

"Gece saçını kazıyacağımı bilmiyormuş gibi," dedi Marco bileğime soğuk metalleri takarken. Bir tanesini tamamen kilitledi, diğerini takarken ise sekretere dönerek dikkatini dağıttı. "İçerideki basın beni çekmezse sevinirim," dedi geniş omuzlarını silkerek. "Hayranlardan pek hoşlanmam." Sekreter gözlerini devirdi, ondan nefret ettiğini anlamıştım. Bu esnada Marco sol bileğimdeki kelepçeyi kilitlememişti. Gözlerim kocaman açıldığında bana bakıp, "Önden avukatlar," dedi. Sonra mandalinayı havaya attı ve mandalina sekreterin yüzüne denk geldi. "Ah," dedi Marco. "Boşa gitti." Sekreter ağzının içinde küfrettiğinde Marco gülerek ağır demir kapıyı ardına kadar açtı ve o an içerideki o kötü kokuyla yüzleştim.

Seyirci koltukları neredeyse bomboştu. Krallık'ın korumaları ve birkaç savcı dışında kimse yoktu. Ölüm Timi salonun çevresinde daire oluşturmuştu, dairenin ortasında iki tane basın muhabiri, bir tane kamera vardı. Basının arka tarafına ise Ada Hapishanesindeki bütün mahkûmlar tek tek dizilmişti. En önde ise Tugay Demir Çeviker duruyordu arkasındaki iki Ölüm Timi adamı ve iki Başkan korumasıyla.

Göz göze geldik, bakışları direkt yüzüme odaklandı, oradan üzerimdeki bana hediye aldığı elbiseye ve sonrasında ellerimdeki eldivenlere. Dudaklarında bir tebessüm oluştu, hayatımda gördüğüm en güzel tebessümlerden biriydi. Bütün yorgunluğuna rağmen öyle bir gülümsedi ki sanki kendi yorgunluğunu da benim o an kötü hissettiğim her şeyi de çekip benden aldı.

Elleri önünden kelepçelenmişti, ayak bileklerinde zincirler vardı, siyah mahkûm üniformasının yakalarında kurumuş kan lekeleri duruyordu, kaşının bir tarafının yarıldığını gördüm. Yeni değildi, belki dün, belki de ondan önceki gün yapılmıştı. Fakat Marco'nun ne demek istediğini anlamıştım. Keyfi öyle yerinde görünüyordu ki neredeyse olan bütün şeyleri unutacaktım. Kötü kokuyu takip ettiğimde bakışlarım sahanın en başına döndü ve babamı gördüm.

Kötü koku ondan geliyordu, bir morga bile koymamışlardı bedenini. Çıplak ayaklarında ve ellerinde yaralar oluşmaya başlamıştı, vücudu şişmiş, morarmıştı. Babam gibi değildi, sanki bambaşka biriydi. İrkilerek geriye doğru kaçtığımda Marco'ya çarptım, elimle ağzımı kapattım, yutkunmakta zorlandım. "Ona…" dedim acıyla, "…bir leş gibi davranmışlar." Yere çöküp acılar içinde kusmamı engelleyen tek şey güçsüz görünmek istemememdi. Hiçbirinin önünde değil, babamın ruhunun önünde öyle görünmek istemiyordum.

Marco birkaç saniye sonra, "Normalde parçalanması gerekiyordu," dedi. "Bunu istediler ama yapmadık çünkü kimse dokunmak istemedi." Başımı iki yana salladım, acı kalbimde yangın olmaya başlamıştı. İdam sehpasının altında iki adam duruyordu, biri elinde bir bidon tutuyordu, diğeri ise yanmak üzere olan bir meşale. Yirmi birinci yüzyıldaydık ve ortaçağdaymışız gibi bir meşaleyle yakacaklardı babamı.

Sinan'ın gözleri dolarken ellerimi yumruk yaptım ve gözlerimi kapattım. Başımı önüme eğdiğimde Marco'nun beni sırtımdan hafifçe iterek yürüttüğünü hissettim. Bakışlar yine üzerimdeydi fakat bu kez babam canlı değildi, ölüsüne ise saygıları bile yoktu.

Sahanın ortasına geldim, birkaç adım gerimde Tugay duruyordu. Çenemi havaya kaldırdım, sanki sırtımdan destekliyordu beni ama aslında dokunmuyordu bile. Başımı omzuma doğru çevirdiğimde Marco, "Krallık'a bir oyun oynadığınızın farkındayım," diye mırıldandı ağzının içinde. Birkaç adım ilerideki sekreter ve yardımcısı basınla ilgileniyordu. "İkinizin de. Sen neyin peşindesin söyle bakalım Avukat."

Gözlerimiz kesiştiğinde, "Saygının peşindeyim Marco," diye fısıldadım. "En azından babamın ölüsüne bile saygının peşindeyim. Bunu hak etmedi, hak etmedim."

"Ve itibarın, ve acının, ve işkencelerin, ve dünlerin, ve..." diyen bir ses işittim arkadan. Bu ses Tugay Demir'e aitti. "Havai fişekleri sever misin Sevgili Avukat?" Gülümsediğini hissettim. "Seversin elbet. Bugün yeni bir yıla gireceğiz ve senin için havai fişek patlattıracağım, söz."

Başımı çevirip ona baktım. Örgüt olarak planımız babamın ölü bedenini kaçırmak, ona rahat bir mezar sunmaktı. Daha fazlası değil, bu kadardı. Birazdan örgüt burada olacaktı babamı kurtarmak için. Krallık ise boş köşkte onları arıyor olacaktı. Hem Derya'nın bildiği sırdan kurtulmuş hem Krallık'tan yüklü miktar para çalmış hem de babamı kurtarmış olacaktık. Sözkonusu olan ölü bedeni olsa bile.

Fakat Tugay'ın gözleri, bakışları, duruşu tam aksini dile getiriyordu. Çok daha fazlası vardı gözlerinde, içlerini ateş bürüyecek kadar fazlası. O herkesin korktuğu adam gibi bakacak kadar fazlası.

"Sen," dedim Tugay'a yutkunarak. "Biliyor musun olanları?"

Başını omzuna doğru yatırdı, dudaklarını ıslattı. "Her adımında sana hayran olacak kadar," dedi kendinden emin bir sesle. Gözlerim Marco'ya kaydı, bakışlarını kaçırdı. "Ama benim Sevgili Avukat’ım öyle nazik ki bu beni üzüyor." Babamın olduğu tarafa baktı. "Ateş mi istiyorlar? O halde bu ateş herkesi yakacak güzelim. Beni bile yakabilir. Sadece sen hariç. Sen yanmayacaksın."

Tugay'ın arkasındaki Krallık'a ait iki koruma birbirine baktı ama söylediklerinde ciddiyet payı aramadılar, onlara göre Tugay bir deliydi ama ben biliyordum dönüşeceği adamı. "Tugay," dedim başımı iki yana sallayarak. O sırada sekreter basına, "Kayda geçin," emri verdi, bunun ardından meşale yandı. Sağdaki adam bidonun kapağını açarken geriye doğru adım atmak durumunda kaldım. Çünkü ortalığın mahşer yerine döneceğinin farkındaydım.

"Marco," dedim sadece.

Onun da gözleri babama odaklandı ve hiç beklemediğim anda kemerindeki bir silahı elime gizli şekilde tutuşturdu. Kaşlarım havalandığında, "Bugün canım sadece mandalina yemek değil, eğlenmek de istiyor,” dedi neşeyle.

"Bizim," dedim kekeleyerek. "Bizim tarafımızdasınız, tamamen."

Yeşil gözleri kısıldı, ilk kez alaya almıyormuş gibiydi. "Sadece babalar kıymetlidir Avukat," dedi Marco çenesini havaya kaldırarak. Ardından hiç beklemediğim bir anda pantolonundaki bıçaklardan birini geriye fırlattı. Tugay bıçağı havada kaptı ve şaşırmama bile fırsat kalmadan hızla sekretere doğru fırlattı. Bıçağın şahdamarına isabet etmesiyle sekreterin yere yığılması bir oldu. Krallık korumaları öne çıktığında Ölüm Timi’nin iki askeri silahlarının namlularını korumaların karnına yasladı.

"Neler," dedim kekeleyerek. "Neler oluyor?"

"Ben de babamı bir idam sehpasında kaybettim ve henüz beş yaşında bir çocuktum," diye devam etti Marco. Yere yığılan adamı fark edenler hareket bile edemiyordu, kimse sesini çıkaramıyordu, herkes öylesine şaşkındı ki…

O sırada dışarıdan iki el silah sesi geldi, yardımcı şaşkınlıkla sekretere bakarken tavandaki cam kubbenin bir kısmı kırıldı. Tavandan içeriye BL örgütünden beş kişi sarktığında bir tanesi, "İyi akşamlar ve iyi seneler," dedi. Giray'ın sesiydi. Hepsinin yüzünde kar maskesi, üzerinde BL üniforması ve siyah eldivenleri vardı. "Yılbaşı sürprizi!"

Yardımcı o tarafa döndüğünde Marco bir bıçağı daha Tugay'a attı. Tugay yine uzaktan bıçağı bu kez yardımcının kalbine fırlattığında Marco derin bir nefes aldı. "Ben öldürmüyorum, o öldürüyor, arkamda yapıyor, görmüyorum." Sırıttı.

Kimse bıçakların nereden geldiğini anlamıyordu, basın mensupları etrafına bakarken korumalar silahlarını ellerine aldı. İçeride ölüm sessizliği vardı. "Ne," dedi bir koruma. "Ne oluyor ulan?"

Elinde bidon tutan adamın gözleri kocaman açıldığında elini boynundaki yarım ay dövmesine sardı ve geri geri yürümeye başladı. Meşale tutan adam ise titreyerek bize bakıyordu, altına kaçırmak üzereydi.

Birkaç gün önce bu salonda babamın canına kıymama neden olmuşlardı. Ağlamak istemiştim, ağlayamamıştım; bağırmayı dilemiştim, sesim çıkmamıştı. Onunla son kez bile konuşamamıştım. Yaşananlar sıcak bir demir gibi boğazıma yapıştığında hissettiğim üzüntü değil, öfkeydi; hem de çok yoğun bir öfke.

"Baba," dedim neler döndüğünü az çok anlayarak. "İntikamın alınıyor. Tugay intikamını alıyor."

Tam o esnada arkamda bir sıcaklık hissettim, kollar vücuduma sarıldı, sırtım bir göğüskafesine dayandı, ellerimin üzerinde eller hissettim, silahı tutan sol elim havaya kaldırıldı. Şarjörü çekti siyah eldivenler, isabet aldı. Ardından işaretparmağıma baskı yapıp tetiği çektiğinde elinde bidon tutan adam alnından vurularak yere yığıldı. Kulağımın arkasında nefesini işittim, ardından şakağıma dudakları dokundu. Tugay’dı. Şaşkınlık, endişe, dehşet, keyif, heyecan…

"Yakacaklardı benim Sevgili Avukat’ımı," diye fısıldadı. "İşte bu yüzden cehenneme çevireceğim bu Ada'yı, ardından yangının ortasında yeni yılın gelişini seninle kutlayacağım. İntikamını alacağım günler öncesinin. Söz veriyorum."

Bu silah sesinin ardından Marco gür bir sesle, "Saldırı altındayız!" diye bağırdı. Ölüm Timi silahlarını çıkardı ve Başkan'ın korumaları da silahlarını ateşlemeye başladı. Mahkûmlar koşturmaya başladığında tavandaki bir cam da patladı, ardından beş kişi daha iplerden sarkarak içeriye girdi. Ufuk olduğunu düşündüğüm kişi uzaktan Sinan'a silah attı. Tugay bana sarılarak geriye doğru yürüdü, ayak bileklerindeki zincirler onu zorluyordu ama yine öyle çevikti ki bir kez daha elimdeki silahı kaldırması ve bu kez meşaleyi tutan adamı isabet alması birkaç saniyesini aldı. Tek kurşunla onu da alnından vurduğunda gözlerim kocaman açıldı.

Marco elini kaldırdı, üçten geriye saydı, ardından Ölüm Timi de karşı atağa geçti fakat kurşunlar örgüttekilere değil, Krallık'takilere isabet ediyordu. Marco'nun yüzündeki o gülümseme gerçekten keyif aldığını gösteriyordu.

Silah seslerinin ortasında sırtım Tugay'a yaslı geri geri yürürken Red olduğunu düşündüğüm kişi sırtındaki çantayı mahkûmlara doğru fırlattı. Ardından Tugay bir mahkûma dönüp başıyla işaret verdi. O sırada Ada'nın dışında, uzaktan bir yerden patlama sesi geldiğinde irkildim. Tugay daha sıkı bir şekilde bana sarıldı. Önümüzdeki insanlardan silahla bizi koruyordu, arkamızdaki insanlar için sırtını bir zırh gibi bana siper etmişti.

"Ana Krallık binası patladı!" diye şakıdı Gamze ve ipten sarktığı yerde bir korumayı bacaklarıyla boynundan tutup sallandırdı. Adamın bakışları Gamze'ye döndüğünde ise onu alnından vurdu. Adamın beyni dağıldığında Gamze iğreniyormuş gibi ses çıkardı. Tugay ise bir kez daha silahı kaldırdı, bu kez hedef aldığı kişi sırtı bize dönük olan korumaydı.

Dışarıdan ise bir patlama sesi daha duyuldu. "Başkan'ın oğlunun evi!" dedi Defne.

"Tugay," dedim afallayarak. O esnada Ada Hapishanesinde sirenler ötmeye, mavi ışıklar yanıp sönmeye başladı; bulunduğumuz yer bir karanlığa, bir aydınlığa dönüyordu.

"Kulağının dibindeki bu silah sesi seni rahatsız etmiyor değil mi?" dedi Tugay nazik bir şekilde. "İstersen geri çekilebilirim ama sana sarılma fırsatını da tepmek istemiyorum bütün bunların ortasında."

"Sen…" Başımı iki yana salladım. "Sen gerçekten delirdin." Tugay kulağımın dibinde güldüğünde Giray'ın sırtını Sinan'a yasladığını gördüm. Marco ise Krallık'a ait bir adamın başını kolunun altına almış, ağzına mandalina tıkıyordu.

"Marco T," dedi Giray, sesinde alay vardı. "Evsiz kaldık artık sizinle kalacağız. Kapın bize açıktır diye düşünüyorum."

Marco gözlerini kocaman açarak boğazını sıktığı adamı bıraktığında adam un çuvalı gibi yere yığıldı. "Güzel şaka ama komik değil, yüz verince astarını istemeyin."

"Ciddiyim," dedi Giray kar maskesinin ardından. O sırada Sinan'a gelen bir kurşunu savurduğunda ikisi birbirine dönüp ellerini çarptılar. "Yirmi milyon dolarımız var, diyorsan ki bizim yerimiz yok..."

"Yirmi milyon dolar mı?" Marco elindeki silahı sola doğru çevirip ona doğru ilerleyen bir korumayı vurdu. "Yirmi milyon dolara Javier'i bile satarım. Köşkümün her odası emrinizde efendim, tabii efendim, her zaman efendim." Giray güldü, Gamze kıkırdadı.

Sirenler çalmaya, mavi ışıklar yanıp sönmeye devam ederken dışarıdan art arda birkaç tane patlama sesi geldi. "Başkan'ın evi," dedi Ufuk. Bir patlama sesi daha geldi. "Ve ikinci evi de."

"Gerçekten," dedim yutkunarak. "Ada'yı yok ediyorsunuz şu anda." O sırada hapishanenin içinden de bir patlama ve yıkılma sesi geldiğinde sadece Ada'yı değil, hapishaneyi de yok ettiklerini anladım. Hayır, yok ediyordu; bu Tugay'ın planıydı. Ülkenin en tehlikeli hapishanesinden, özellikle hücrelerin olduğu yerden patlama sesleri gelirken mahkûmların nereye gittiğini anladım. Acı çektiği, acı çektiğim, babamın acı çektiği her köşeyi tek tek patlatıyordu. Yetmiyordu, Krallık'ın kendini en güvende hissettiği Ada'yı yok ediyordu. Onların inlerini mahvediyordu.

Krallık ise örgütün peşinde, köşkteydi. Birbirimizden habersiz öyle bir tuzak kurmuştuk ki resmen birbirimizi tamamlamıştık.

Sol taraftan bir adam çıktığında kendimi tutamayarak silahı kaldırdım ve adamı bacağından vurdum. Ellerimin üzerinde ise hâlâ Tugay'ın elleri vardı. Tugay güldü, ardından adam tam bize dönecekken onu alnından vurdu. "İnan bana sadece seni tamamlamak istedim Sevgili Avukat," dedi. "Yoksa böyle silahlardan falan hoşlanmam. Bak, görüyor musun?" Ellerimi kaldırdı yine, bir adamı isabet aldı ve vurdu. "Hep sen yaptırıyorsun bana."

Hapishanenin içinden bir patlama sesi daha geldiğinde burnuma sanki ateşin kokusu doluyordu. Her yerde silahlar, patlamalar, çığlıklar, hatta kahkahalar vardı. Bütün bunların ortasında Ufuk'un ve yanındaki Giray'ın asılı olan babamı asıldığı yerden zorlukla ayırmaya çalıştıklarını, zarar görmesin diye uğraştıklarını gördüm. İkisi bu görev üstündeyken onları koruyan Marco ve Javier'dı, Defne ile Gamze diğer tarafı tutuyordu. Babamı kucaklayıp yukarıya baktılar ve Giray, "Çek," diye bağırdı. İp zorlukla çekilirken iki koca adam da babamı zorlukla taşıyordu. Her şeye rağmen babamın bir mezarı olacaktı.

"Onu istediğin her yere gömebiliriz," dedi Tugay arkamdan. Sıcacık kolları arasında kendimi öyle güvende hissediyordum ki bir an bile çıkmak istemiyordum. "Nasıl huzurlu hissedeceksen öyle olsun."

Bir patlama sesi daha geldi, bu kez daha yakın gibiydi. Duvarlar yıkılıyordu, hapishanenin her yeri çatırdıyordu. Demir kapı sertçe açıldı ve içeriye Krallık'ın askerleri girmeye başladı. İlk isabet aldıkları kişi elbette ki arkamdaki Tugay'dı. Tugay hemen arkamdan çıkıp önüme geçtiğinde silahsız bir şekilde arkasında kaldım.

"Eftalya," diye bir ses duydum. Bakışlarımı çevirdiğimde Javier'in bana bir silah attığını gördüm. Havada zorlukla yakaladığımda sırtımı Tugay'a yasladım ve daire çizmeye başladık. Onun her kurşunu isabet ederken benim kurşunlarımın çoğu ıskalıyordu. "Öğreteceğim," dedi kendi kendine, ardından beni bir anda göğüskafesine doğru çekti.

Başımın üzerinden bir silah sesi geldi, arkamdaki cam patladı. Başımı kaldırdığımda Tugay'la göz göze geldik. Kolumda ıslaklık hissettiğimde kendi kanım sandım, o esnada bir adam ayaklarımın dibine yıkıldığında geriye doğru kaçtım. "Sikeyim," dedi Tugay. "Elbise kirlendi ulan."

Arka tarafından bir adam bıçakla saldırıya geçecekken ben ağzımı açamadan Tugay adamın kolunu kelepçelerinin arasına aldı ve çevirerek sırtüstü yere fırlattı. Birkaç saniye sonra eğilip şüphe bile etmeden, "Sen…" dedi. "Beni boğan o sikik adamsın." Silahi ateşledi, adamın yüzü dağıldığında her taraf kan içinde kaldı fakat Tugay doğrulurken, "Tüh," dedi. "Küfrettim, affedersin."

Afalladım, bir helikopterin sesi duyulmaya başladı. Her yer can pazarıydı, az önceki o dehşet veren kokunun yerini kan kokusu kalmıştı. Biri megafondan konuşmaya başladı. "Bunu durdurun yoksa hapishanenin içinde siz de kül olacaksınız!" Krallık'ın askerlerinden biri olmalıydı. "Ada'nın çevresi sarıldı, kaçabileceğiniz hiçbir nokta yok!"

Bir yanıtmış gibi dışarıdan bir patlama sesi daha geldi. Bu kez kimin evi olduğunu bilmiyordum ama başımın döndüğünü hissediyordum. Askerlerin sayısı çoğaldıkça dışarıdan gelen bağırışları işitmeye başladım. Defne, "BL destekçileri geldi," dedi. "Ada'yı sahiplenecekler."

Başka bir helikopter sesi daha duyuldu. Ölüm Timi’nden de kayıplar olduğunu görebiliyordum. Örgütten de iki kişi yere yığılmıştı. Tanımıyordum ama tarafımızda olan kimseyi kaybetmeyi, sayımızın azalmasını istemiyordum. Hapishanenin dışından da çatışma sesleri gelmeye başlandı. Alevler salona doğru uzanmaya başlamıştı, kırık kubbe camından alevleri ve dumanı görebiliyordum. Yanıp sönen mavi ışıklar elektrik tellerinin patlamasıyla söndü ve birkaç dakikalığına etraf zifiri karanlığa gömüldü. Tek ışık, gökyüzü ve silahların ucundan gelen parlamaydı. İnsanların BL diye bağırdığını duyabiliyordum. Adımı işitebiliyordum. Babamın adını da.

Işıklar yeniden geldiğinde Tugay'la göz göze geldik. Yüzünün sağ tarafında kulağından boynuna doğru kan lekesi vardı, gözleri korkutucuydu. Önüme gelen saçımı arkaya doğru ittiğinde alnıma kan bulaştı. Hangi pisliğin kanı olduğunu bilmiyordum. "Sevgili Avukat," diye mırıldandı. Sonra gözlerini devirerek, "Bir konuşturmadınız," dedi dişlerinin arasından ve hemen arkasındaki bir noktaya kurşun sıktı.

Zaman kaybetmeden beni tek hamleyle belimden tutup kaldırdı ve iki büyük adımla kuytu bir köşeye götürdü. "Sevgili Avukat," diye tekrarladı. "Korkuyor musun benden?" Her yeri kan içindeydi, bir elinde silah tutuyordu, bileklerinde hâlâ kelepçeler vardı. "Korkuttum mu seni?"

Başımı iki yana salladım. "Hayır," dedim kekeleyerek. "Sadece buna sebep olan..."

Lafımı kesti. "Bu hapishanede artık kalınmıyor," dedi çaresiz bir şekilde. "Çünkü sana da işkence çektirdiler burada. Bu kadarı gerçekten çok fazlaydı." Işıklar bir kez daha gitti, kolları belime dolandı, beni kendine yasladı. Eğildiğinde burnu burnuma dokundu, alnı alnımdaydı. "Özür dilerim canının yanmasına neden olduğum her an için. Özür dilerim korkutucu bir adam olduğum için. Ve özür dilerim elbiseni kirlettiğim için ama söz, çok daha güzelini alacağım. Sonra o elbiseni kanla değil, şarapla kirleteceğim."

O bir deliydi, aklını kaçırmıştı ama her şeye rağmen öyle bir adamdı ki o duvar yazısı şimdi daha anlamlı geliyordu. Ölümcüldü, ölebilirdim, ölebilirdi ama o sönmeyi göze alabiliyordu, bense erimeyi. Ve bütün bunların ortasında cayır cayır insanları yakabilecekken benim tırnağıma zarar gelme ihtimali yüzünden özür diliyordu. Tugay Demir Çeviker. Onun eşi benzeri yoktu.

"Ne yaşıyorsam…" dedim kendimden emin bir sesle, "…hepsi ben istediğim için Tugay. Gelecek her zarara ve güzelliğe hazırım ben. Dileme artık benden özür yoksa seni ben vuracağım."

Gülerken başını iki yana salladı. "Beni vurmuş gibi değil misin zaten?" dedi derinden gelen bir sesle. "Solumdan, kalbimden."

Kalbim, arkadaki silah seslerini işitemeyecek kadar hızlı atıyordu. Dudakları alnıma dokunduğunda daha fazla dayanamayarak bileğimdeki kelepçeyi çekiştirerek açtım ve yüzünü avuçlarımın arasına aldım. Parmaklarımın ucuna kanın ıslaklığı ve yeni çıkmaya başlayan sakalları dokundu. O sırada yanan avuçiçimden öptü uzun ve derin bir nefes alarak. Bu artık onun beni her gördüğünde yaptığı bir hareketti. Bir gün bunu yapmayı unutursa ne hissedeceğimi bilemiyordum. Gözlerime bakıp yeniden alnıma uzandı. Dudakları oraya değdiğinde gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

"Tugay," dedim nefes vererek. "Ada'yı yaktın. Hapishaneyi yaktın." Başımı iki yana salladım. "Sen gerçekten delirmişsin."

"Yakarmışım," dedi dudaklarını alnımdan burnuma indirirken. "Dünyayı. Korkmakta da haklıymışım. Hep biliyordum başıma gelecekleri."

"Ne?" diye mırıldandım.

"Hiç," dedi kısık bir sesle. "Sadece bir anı."

Sırtımı okşadığında ve kendisini bana tamamen yasladığında dudakları yanağıma doğru ilerledi sürtünerek, oradan çeneme, çenemden boynuma. Nefes verirken ellerimi ensesine yerleştirdim. Onu tam şu an ve tam burada deliler gibi istiyordum. Bu çılgınlıktı ama açıkça kendime itiraf ediyordum: Onu tam şu an ve tam burada delicesine öpmek istiyordum. Boynuma dokundurduğu dudaklarını... Üniformasının yakasını avuçladım. O tehlikeydi ve ben onun tehlikesine bile çekiliyordum. Giray haklıydı, bu tamamen delilikti.

Belimdeki elleri kürekkemiklerime, oradan enseme ve saçlarıma uzandığında sağ elinin parmaklarını saç köklerimde hissettim. Öp beni, demek ya da onu öpmek üzereydim. Bütün duygularım darmadağınıktı. Dudakları bir kez daha çeneme doğru ilerlediğinde artık tamamen onu tutunuyordum, beni bırakırsa yere düşecekmiş gibi hissetmeye başlamıştım.

Gökyüzünde bir ışık bombası patladı. Havai fişek olduğunu fark ettiğimde bakışlarımı direkt parçalanan cam tavana çevirdim. Kapının eşiğinde ateşler vardı, Krallık helikopterle tepemizdeydi, çatışmalar durmuyordu fakat Tugay kulağıma, "Dilek dile," dedi. "Yeni yıla gireceğiz."

Gözlerimi kapattım, sırtımı Tugay'a döndüm ve elimi kalbime yerleştirdim. Bir havai fişek daha patladı, ardından bir tane daha. Saat on iki olmuş muydu, çok on ikiyi geçmiş miydi, bilmiyordum ama kısa dileğimin ardından, "Hiç dileğin gerçekleşti mi?" diye sordum.

"Kısmen," diye yanıt verdi. "Senin?"

"Evet." Başımı salladım. "Hep aynı dileği dilerdim ama bu sene gerçekleşmiş gibi hissediyorum."

"Nedir o?" diye sordu.

"Kendimi sevmek," derken nefes verdim. "Fakat bu sene daha farklı bir şey diledim."

"Ne diledin?"

Bocaladım. "İlk sen söyle," dedim.

Tugay patlayan son havai fişeğe bakarak, "Özgürlüğümüzü," dedi. "Üstelik günüyle birlikte." Kaşlarım havalandı. "10 Ocak’ta, on gün sonra senin doğum gününde özgürlüğüme kavuşacağım Sevgili Avukat. Sana hediyem ise en güzeli olacak."

Doğum günümü biliyordu, doğum günümü aklında tutmuştu ama doğum günüm onun mahkemesine denk geliyordu. Korkuyla, "Ben de özgürlüğünü diledim," diye mırıldandım. "Fakat sağlıkla." Başımı omzuma doğru yatırdım, zaten cehennemdeydik, daha kötü ne olabilirdi ki? "Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama bilmen gereken bir şey var Tugay Demir Çeviker."

Tugay'ın nefesini tuttuğunu fark ettim. "Sözleşmemize yeni bir madde eklendi kurucunun başına bir şey gelirse liderin de bunu canıyla ödeyeceği yönünde." Gözlerimi kapattım, tekrar açarken çenemi havaya kaldırdım. "Özgürlüğünü diledim çünkü sen ölürsen ben de ölürüm artık. Unutma, mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz."