26 Ocak 2029
Geleceği arzulayanlar zamanı hızlandırırken geçmişte yaşayanlar onun içinde kaybolurdu; tam da bu yüzden sadece geçmişte yaşamayı tercih eden bizler için zaman çok daha acımasızdı. Öyle acımasızdı ki pişmanlıklarını duymayacak kadar sağır olurdu.
Ülke için, insanlar için, demokrasi için, özgürlük için, hayat için bir savaş başlatmıştım ve en sonunda o savaşı kazanmıştık ama o savaş benden her şeyimi alıp götürmüştü. Bu savaş meydanının ortasında güzeller güzeli bir avukatla tanışmıştım, onun için yaşamıştım, onu korumuştum, ceketimi onun için iliklemiştim ve bütün hayallerimde ona yer vermiştim.
Kendimi bildim bileli Eftalya Atalar benim kaderim, yolumun ışığı ve bütün zamanlarımdı. Henüz küçük bir çocukken onu tanıdığımda bütün gücüyle bana süper kahramanlardan söz etmişti, üstelik ben süper kahraman olamayacak korkaktım. Aslında o gün ellerinden tutabilseydim ve belki de çocukluk arkadaşım olabilseydi bizim geçirdiğimiz zamanlar çok daha fazla olacaktı. İşte zaman pişmanlıkları dinlemezdi ve geçmiş büyük, onarılmaz yaralar içerirdi.
Bundan bir sene önce Avukat’ımı ilk kez öptüğüm o mahkeme salonunda şimdi yalnız başımaydım ve yanımda yabancı bir avukat vardı.
O gün mezarlıkta teslim olacağımı söyledikten sonra kimseye hiçbir haber vermemiştim ve beni Ölüm Timi’nin mezarlığından almaya gelmişlerdi. Zaten en başından beri planım intikamımı aldıktan sonra kendimi adaletin ellerine teslim etmekti ve eğer savaşı kazansaydık da bunu yapacaktık. Ama şimdi tek başıma, o mahkeme salonunda birçok insan için zafer kazanmış ama kalbinde en büyük yenilgileri yaşamış bir adam olarak yapayalnız oturuyordum.
Ülke yavaş yavaş savaşın ve Krallık’ın izlerini silmeye başlıyor, muhalefet lideri ve Krallık için çalışmayan askerler düzeni koruyorlardı. Mahkeme günüme kadar beni bir hapishaneye kapatmışlardı, hücre değildi elbet. İşkenceler de yoktu, üç öğün yemeğimi bile veriyorlardı. Güneşi istediğim zaman görebileceğimi söylemişlerdi, istediğim zaman kitap okuyabilme hakkı bile tanımışlardı. Ranzalı, tek kişilik bir odaya almışlardı. Fareler yoktu, kirler yoktu, kötü kokular yoktu. Her şey kuralına uygundu.
Adalet ve yargı artık eskisi gibiydi, bu gözle görülür bir gerçekti. Bir yandan da Krallık için çalışan herkes yargılanıyordu ve ülkeye yeniden demokrasi geldiği idamın yasaklanmasından ve anayasanın maddelerinin yeniden yürürlüğe girmesinden anlaşılıyordu. Adnan Atalar'a ait olan ve Ölüm Timi'nin bazı üyelerinin soyadlarındaki harflere bağlı şifreyi birleştirdikten sonra kasayı açmış ve oradan da gerekli bütün belgeleri alabilmiştim. Bu belgeler yargılama sürecinde kanıt olarak kullanılıyordu.
Hapishanede geçirdiğim o günlerde kimsenin ziyaretini kabul etmemiş, kimseyle yüzleşmemiştim çünkü artık kimseyle konuşmak istemiyordum. Kimin geldiğini bile bilmiyordum ama benimle bu yolda yürüyen insanların da artık kaçması gerektiğinin bilincindeydim çünkü yakalanırsa Giray da Sinan da Marco da yargılanırdı. Hepsi yargılanırdı, benden ellerini çekmeleri gerekiyordu ve onlarla vedalaşamayacağımın bile farkındaydım çünkü beni bırakmazlardı. Bu kararımdan döndürmek için her şeyi yaparlardı, hatta kendilerini bile ön plana atarlardı. Kardeşimi özlemiştim, Nida’yı özlemiştim, yol arkadaşlarımı özlemiştim ama onların da bildiği çok iyi bir şey vardı ki Tugay Demir Çeviker’i kararından döndürmek çok zordu.
Eğer onlarla birlikte olursam planlarımı gerçekleştiremezdim ve bugün benim planlarımın son günüydü.
Aslında bugün benim cennetimdi, yolumun sonuydu, bugün Tugay Demir Çeviker’in kendini son kez feda edişiydi ve bu biraz da vedaydı.
Bugün günlerden 26 Ocak’tı, mahkemem vardı. Devlet bana bir avukat atamıştı, orta yaşlı bir kadındı, defalarca gelip benimle konuşmak istemişti ama onunla da konuşacak hiçbir şeyim yoktu.
Benim tek bir avukatım vardı, Eftalya Atalar’dı. Başka bir avukatım olamazdı.
Hâkim bir şeyler anlatıyordu, suçlarımdan söz ediyordu, avukat ise beni savunmaya çalışıyordu ama ben zaten bütün suçlarımı kabul ettiğimi söylemiştim. Bu mahkeme benim için sadece prosedürdü. Ne olursa olsun adaleti tercih ettiğimin bir meşalesiydi, benim gibi olanlara göstermek istediğim bir ışıktı. Durmadan aklımın başında olmadığını söylüyorlardı ama aklım başımdaydı. Gazeteler delirdiğimi yazıyordu, bir tanesine denk gelmiştim ama delirmemiştim, aksine aklım son derece yerindeydi çünkü delirirsem Sevgili Avukat’ımın yüzünü unuturdum, bunu ona yapamazdım. Öyle aklım başımdaydı ki onsuz geçirdiğim bin yüz altmış altı saati saydığımı nereden bileceklerdi?
Bakışlarım yeniden yanıma doğru döndüğünde beni savunan avukatın yerini Sevgili Avukat’ım aldı ve ben yaralarımı daha fazla kanatan geçmişimize gittim. Canını dişine takarak beni savunuyordu, arada sırada bakışları bana dönüyordu, yüzüne gülümsüyordum. Yaşamam için, daha fazla acı çekmemem için beni yeniden savunmaya devam ediyordu. Bazen öfkeleniyor, bazen o dalgalı saçlarını geriye atıyor, bazen kaşlarını çatıp öfkeyle bana dönüyor, bazen de herkese karşı kendisini siper alıyordu ama orada, benim yanımda bütün kalbiyle beni savunuyordu. Onun yerini kim tutabilirdi ki?
“Sanık Tugay Demir Çeviker,” dedi hâkimin sesi ve Avukat’ımın hayali yok oldu, artık şimdiki zamandaydım. Yüzümdeki gülümseme silindiğinde bakışlarım hâkim kürsüsüne doğru döndü. Bomboş bakışlarla izlerken en son ne zaman uyuduğumu, daha doğrusu uyumak zorunda kaldığımı bile bilmiyordum. Rüyalarıma gelmiyordu, yüzü hafızamdan silinecek diye korkumdan hapishaneye sadece tek bir fotoğrafını alabilmiştim. Birlikte çekildiğimiz fotoğraf değildi, bunu hak etmiyordum, sadece onun olduğu bir fotoğraftı. Bir gazete küpüründen kesilmiş, avukat cübbesiyle olan o güzel fotoğrafı. “Kaç kişiyi öldürdünüz?” diye sordu hâkim.
“Saymadım.” Eskiden sayardım, Avukat’ım da sayardı, kızardı bana ama bir süreden sonra saymayı bıraktım. Gülümsedim, ilk başlarda nasıl da adaletliydi, nasıl da elleri kana bulanmamıştı. “Çok fazla. Çok çok fazla. Yaşımdan bile fazla.”
Hâkim duraksadı ve savcıya dönüp baktı. Devletin bana atadığı savcı bile beni suçlama zahmetine girmeyecekti çünkü her şeyi kabulleniyordum. “İç savaş çıkardığınız için pişman mısınız?”
“Değilim.”
Hâkim tamamen bana döndü. “Devletin itibarını ayaklar altına aldınız, ülkede bir ayaklanma başlattınız, birçok Krallık çalışanını ve masum insanı da katlettiniz. Bütün bunlar için pişman değil misiniz?”
Sanki hâkim bile pişmanlığımı söylememi istiyor gibiydi, hatta mahkemeye girdiğim an sandalyelerde oturan hiç tanımadığım o yüzler bana pişman olduğumu söylememi ister gibi bakıyorlardı. Önceden olsa herkes nefret ederdi ama şimdi insanlar kurtulmam için elinden geleni yapıyordu. Nasıl kurtulabilirdim ki? Bir hapishanede çürümeyi korkunç buluyorlardı ama artık Avukat’ım olmadan tamamen mahkûm olduğumu göremiyorlardı.
Başımı yana doğru yatırdığımda gözlerim yeniden o avukatın olduğu tarafa döndü. Cübbesine baktım, Sevgili Avukat’ıma nasıl güzel yakışırdı. Gülümsediğimde avukat bana bir kez daha delirmişim gibi baktı ama benim gördüğüm o değildi, yeniden geçmişe gittiğimde Avukat’ımın güzel gözlerini görüyordum. Orta yaşlı kadın, adını bile bilmiyordum, bana doğru eğilip, “Pişman olduğunu söylersen daha az ceza alabilirsin,” diye fısıldadı. “Seninle bunu daha önceden konuştuk, lütfen yap bunu.”
“Hiçbir şey için pişman değilim,” dediğimde gözlerim o avukat cübbesinden ayrılmıyordu. Üzerimdeki siyah mahkûm üniforması bile geçmişle aynıydı ama sadece işkenceler yoktu. O yoktu. Avukat’ım yoktu. “Krallık’ı devirmek için yaptığım hiçbir şey adına pişman değilim, yine olsa yine aynı şeyleri yaparım.” Bakışlarımı hâkim kürsüsüne çevirdim ve çenemi havaya kaldırdım. “Sayısız insan öldürdüm, binaları patlattım, masum insanların da canının yanmasına neden oldum, Krallık mallarını çaldım ve Başkan’ı astırdım. Ülkede büyük bir savaş çıkardım, halkı arkama aldım ve cümlelerimi her yere yazdırdım. Gördüğünüz her cümle bana ve Sevgili Avukat’ım Eftalya Atalar’a aittir.” Yutkunduğumda gülümsedim. “Ve o benim bu hayattaki tek avukatım, benim tek savunucumdu. Kayıtlarda başka kimsenin adı benim yanımda geçsin istemiyorum.”
Mahkeme salonunda derin bir sessizlik oluştuğunda eskiden olsa bana küfürler ederlerdi, türlü işkencelerle burada ayakta durmakta bile zorlanırdım ama artık anayasa vardı, sahiden biz kazanmıştık. Eğer o yaşasaydı ve hemen yanımda nefes alsaydı gururlanırdı, biliyordum.
Adalet geç de olsa ülkeye gelmişti.
“Bu yolda kimlerle çalıştınız?” diye sordu hâkim.
“Ben ve Avukat’ım,” dedim sadece. “Ben ve Eftalya Atalar. İkimiz.”
Hâkim çenesini havaya kaldırdı. “Tugay Demir Çeviker,” dedi baskın bir sesle. “Tek değildiniz, bunu biliyoruz, bir örgütünüz vardı, Ölüm Timi sizin yanınızdaydı.”
“Hayır,” dedim sakinlikle. “Yalnızdık, ikimizdik ve şimdi görüyorsunuz, ben yapayalnızım çünkü eşimi de kaybettim. Benden isim mi istiyorsunuz?” Öne doğru eğildim, ellerimdeki kelepçeler bileğimi zorluyordu. “Hiçbir isim alamayacaksınız ama bir şeyi bilmeniz gerekiyor, bu ülkeyi sadece ben kurtarmadım, sadece Avukat’ım kurtarmadı, bu ülkeyi binlerce insan kurtardı. Yargılanan bütün Krallık mensuplarının ellerinde çocukların, kadınların, hatta hayvanların kanı var. Eğer isim istiyorsanız beni değil, onları sorgulayın çünkü tükenmeyecek kadar fazlalar.”
“Sayın Hâkim,” diye atıldı yanımdaki avukat hırsla. “Müvekkilimin…” Gülmeye başladığımda ve başımı önüme doğru eğdiğimde ben tek bir kişinin müvekkili olduğumu çok iyi biliyordum. “Onun aklı başında değil, günlerdir hapishanede doğru düzgün yemek yemediği kayıtlarda mevcut, duvarlara sadece tek bir kişinin adını kazıyor, o da Eftalya Atalar’ın adı. Her gün ama her gün kâğıtlardan çiçekler yapıp pencereden bahçeye atıyor, hava alma iznine bile çıkmıyor. Kimseyle konuşmuyor, kimseyle hiçbir şey paylaşmıyor. Onun cevaplarını doğru kabul edemezsiniz, akıl sağlığının yerinde olmadığı açık.”
“Akıl sağlığı testinden geçti Sayın Hâkim,” dedi devletin savcısı.
“9 Aralık Cumartesi günü hayata gözlerini yumdu Sevgili Avukat’ım, tam kırk sekiz saniye bir ipte asılı kalıp acı çekmiş, öyle söylüyorlar. Bundan on altı gün önce doğum günüydü, onun için çiçekler yapıp pencereden dışarıya attım görsün diye çünkü hapishaneleri sevmez o, ruhu bile uğramasın istedim. Bugün tam kırk dokuz gündür onsuz nefes alıyorum, sesini duymadan yola devam ediyorum, yüzünü görmeden yaşamak nasılmış onu idrak ediyorum. Bildiğim, daha doğrusu bilmek istediğim tarihler sadece bunlardan ibarettir, başka hiçbir şey söylemek istemiyorum.”
Hâkim elindeki kâğıtlara baktı ve savcı ona bir kâğıt daha uzattı. Beni götürdükleri testin sonuçları olan o kâğıtlardı, biliyordum. Renkleri sormuşlardı, günleri sormuşlardı, yaşımı sormuşlardı. Ne aptal sorulardı? Kendimde ezberlemek istemediğim her şeyi sormuşlardı halbuki Avukat’ımı sorsalar onu baştan aşağı anlatırdım. Saçının rengini, lekelerini, gülümsediğinde yanağında oluşan o küçük gamzesini, kızdığında kaşlarını nasıl çattığını… Aklından geçen her şeyi bir bakışımla anlardım. Bana şimdi delirdiğimi mi söylüyorlardı? Eğer bunun adı delilikse baştan aşağı sadece Avukat’ım için delirebilirdim.
Mahkeme boyunca bana ölümler hakkında, savaş hakkında, çaldığım her şey hakkında onlarca soru sormaya devam ettiler. Hepsini inkâr etmeden itiraf ettim çünkü hiçbiri umurumda değildi. Ne söyleseler kabul ederdim.
Yanımda bana atanan avukat savunmak için elinden geleni yapıyordu ama o da umurumda değildi, ona baktığımda gördüğüm sadece Sevgili Avukat’ımdı.
Bu azap bitmeliydi, gökyüzüne artık gerçekten kavuşmalıydım ve sözümü tutmalıydım. Bu mahkemeyi artık bitirmelilerdi. Kim olduğumun bir önemi yoktu, bu hayatta kim için yaşadığımın ve kim için yolumun sonuna geldiğimin önemi vardı.
Tugay Demir Çeviker değil, Eftalya Atalar’ın eşi Tugay Demir Çeviker’in bir önemi olmalıydı sadece.
Saatler sonunda, “Gereği düşünüldü!” dedi hâkim gür bir sesle. Herkes ayağa kalktığında ben de ayağa kalktım ve başımı kaldırdım. “Halkı kin ve düşmanlığa itmek, devletin mallarına zarar vermek, iç savaş başlatmak…” Gözlerimin önüne yine Sevgili Avukat’ımın yüzü geldiğinde hâkimi dinlemeyi bıraktım ve gülümsedim. Onu ilk kez bir mahkeme salonunda öpmüştüm, herkes o zaman bize şahit olmuştu ve şimdi yine o mahkeme salonundaydım ama onun için de yargılanıyordum. Buradaki kimse geçen o senelerde bizim neler yaşadığımızı bilemezdi ama biz bilirdik. Sadece bu kötülükler yoktu ki. Çiçekler ekmiştik biz, dans etmiştik, birbirimizi sevmiştik, direnmiştik, yola devam etmiştik, ne olursa olsun savaşmıştık, canımız yansa da çoğu zaman kalbimizi dinlemiştik. Hangi biri anlayabilirdi ki bizi? Madde madde anlatıyorlardı suçlarımızı ama bir tek biz bilirdik o suçları işlerken yaşadığımız her şeyi. Şimdi hepsi bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçerken tek hatırlayabildiğim güzelliklerdi. Bizi suçlu görebilirlerdi, bizi yargılayabilirlerdi ama bir tek biz bilebilirdik sırlarımızı.
Kendi kendime kahkaha atmaya başladığımda hâkimin cümleleri sekteye uğradı ve bakışları bana döndü. Gözlerimin dolduğunu hissediyordum ama gülüyordum da çünkü kırk dokuz gündür ilk kez bu kadar mutlu, ilk kez bu kadar huzurlu hissediyordum. “Sayın Hâkim,” dedim kendimi tutamayarak. “Bir mahkeme salonunda Sevgili Avukat’ımı öptüğüm için de ceza alacak mıyım? Eğer öyleyse ben en çok bu cezayı aldığım için mutluyum.” Öyle bir gülüyordum ki sanıyorlardı ki biz bütün bu suçları işlerken kendimizden hiçbir şey kaybetmemiştik. Halbuki biz ne ayrılıklar ne acılar ne aşklar ne özlemler yaşamıştık. Ve sanıyorlardı ki ben delirmiştim, hayır, bugün diğer günlerden daha akıllıydım.
Hâkim cümlelerine devam etti, anayasadan maddeler okudu, bütün suçlarımı tek tek saydı. Tam on bir ayrı suçtan yargılanıyordum ama ben sadece o cümlelerin biteceği anı bekliyordum. “Tugay Demir Çeviker’in,” dedi hâkim en sonunda gür bir sesle. “İki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almasına karar verilmiştir!” Tokmağa vurduğunda gülmeye devam ettim. Mahkeme salonundan bazı inkâr cümleleri döküldü, ceza almamı bile istemeyenler vardı ama ben sadece gülüyordum.
Derin bir nefes verdim, son kez yanımdaki o avukatın olduğu yere baktım ve başımı aşağı yukarı umutla salladım çünkü yolun sonuna gelmiştim, istediğime artık ulaşacaktım, bu cehennem bitmek üzereydi.
Dakikalar sonra beni mahkeme salonundan çıkardıklarında ve adliye binasının kapısının önüne geldiğimizde yüzlerce insanın sesi kulaklarıma doldu ve bakışlarım açılır kapanır pencereye döndü. İlk önce savcı çıkıp halka konuşma yaptı, cezamı söyledi. Ardından bana atanan avukat bir şeyler anlattı. Beni orada bekletirlerken iki yanımda beni sıkıca tutan polislere baktım ve gülümseyerek, “Bugün harika bir gün,” dedim genç polise. “Çünkü gökyüzüne kavuşacağım.”
Polis gözlerimin içine bakarken bana üzüldüğünü anlayabiliyordum ama hiçbir şey söylemedi. Kapının önünden adımı işitiyordum, insanlar Tugay Demir Çeviker diye bağırıyordu ama sadece bu kadar da değildi. Eftalya Atalar’ın adı da söyleniyordu.
En sonunda beni o kapıdan çıkarmak için yürüttüklerinde ve cam kapılar iki yana kayarak açıldığında yüzümdeki gülümsemeyle insanların karşısına çıktım. Beni gördükleri anda dudaklarından tek bir kelime dökülmeye başladı: “Özgürlük, özgürlük, özgürlük!”
Başımı salladım ve demir zırhlı araca yürütülürken ellerinde tuttukları kendi cümlelerinin olduğu pankartlara baktım. “Sakın vazgeçme!” diye bağırdı orta yaşlı bir adam gür bir sesle. Genç bir çocuk ona katıldı. “Biz seni anlıyoruz!” Bir kadın haykırdı. “Eftalya Atalar’ı asla unutturmayacağız!” Ellerinde siyah eldivenler vardı, bazılarında beyaz. Timsah amblemleri gözlerimin önündeydi. Kimse artık susmuyor, gür bir sesle haykırıyorlardı. Bizi artık bir katil gibi görmüyorlardı. Geç olmuştu, buna ben şahit oluyordum ama Avukat’ımın da bir yerlerde buna şahit olduğunu çok iyi biliyordum.
Son bir kez o kalabalığa baktım ve kalabalıkta tanıdık yüzleri, tezahürat yapmadan sakince beni izleyen o bakışları gördüm. Marco, Giray, Sinan ve Gamze yüzlerindeki o maskelerle kalabalığın arasına karışmışlardı. Bir veda gibi, bunu neden yaptın der gibi ve ne yapacağını artık biliyoruzu bana gösterirlermiş gibi. Sadece sakince beni izlediler.
Bu onları gördüğüm son andı, ne olursa olsun onlar yaşamaya devam edeceklerdi, ben ise gökyüzüme kavuşacaktım.
***
Aracın içindeydik ve giderken yanımda dört tane asker vardı. Aslında onlara artık zarar vermeyeceğimi çok iyi biliyorlardı çünkü Krallık amblemleri yoktu, yarımay yoktu, hatta ülkeden onlarla alakalı her şey siliniyordu. Gazetelerden gördüğüm kadarıyla kadınlar yeniden çalışmaya başlayacaktı, reçeteyle yemek verme sistemini kaldırmışlardı, çocukları esir tutmuyorlardı. Krallığa ait lüks olan her şeyi kapatmışlardı, bakanlardan tutuklananların yargı süreçleri hâlâ devam ediyordu.
Yüzümdeki gülümseme bir an bile silinmezken başımı yanımdaki demir parmaklıklı pencereye doğru çevirdim ve yollardaki insanları gördüm. Artık tenha değildi, insanlar şu kısa zaman diliminde bile iyileşmeye başlamıştı. Bir kadın çocuğunun elini sıkıca tutmuş yürüyordu, bir adam elindeki kitabıyla otobüs durağında bekliyordu, gençler okul çantalarıyla gülümseyerek ve güvenle yolda ilerliyorlardı. Şehrin bütün o griliği arındırılmıştı, sokaklar artık güvenliydi.
Tam o esnada duvardaki yazılarla karşılaştım:
“Eftalya’nın anlamı çiçek, Tugay’ın anlamı güç demektir; unutma, unutturma!”
“BL sonsuza kadar kalbimizde yaşayacak!”
“Bir avukat ve bir pilot geçti bu dünyadan, adalet Eftalya Atalar demektir, özgürlük Tugay Demir Çeviker!”
Son gördüğüm duvar yazısı gözlerimi sıkıca kapatmama neden oldu.
“En büyük savaşların ortasında bile sevmekten vazgeçmiyorsan hâlâ insansın demektir!”
Öylece kaldığımda uğruna savaştığımız her şeyin zafere ulaştığını tek başıma görmek kalbimi kırıyordu. Artık geride kalan herkes için güzel bir hayat vardı, elbette bu dünyaya başkaları da gelecekti ve bu düzeni yıkmaya çalışacaklardı ama insanlar artık bir şey öğrenmişti: Başkaldırdığın sürece en güçlü sendin, senden daha güçlü kimse olamazdı.
Dakikalar sonra araç durduğunda gözlerimi açtım ve başımı kapıya doğru çevirdim. Birkaç saniye sonra ağır demir kapı kayarak açıldı, muhalefet liderini tam karşımda gördüm. Askerler tek tek yolu açtıklarında adamın bakışları benden bir an olsun ayrılmıyordu. Araçtan indiğimde ve hemen karşısında durduğumda gülümseyerek yüzüne baktım. Mutluluğum onu şaşırtmış olmalıydı ki bir anlık afalladı ama bende değişen hiçbir şey olmadı.
Askerlerden bir tanesi muhalefet liderinin bir baş hareketiyle bileklerimdeki kelepçeleri açtı ve ellerimin serbest kalmasını sağladı. “Sözünü tuttun ve teslim oldun,” dedi gururla bana bakarak. “Ve ben de senin son dileğini her şeye rağmen yerine getirdim.”
Arkasını döndüğünde ve önümü açtığında bir uçak pistindeydik ve hemen arkasında eski bir uçak duruyordu. Onlardan son isteğim yargılandıktan sonra bir kez de olsa uçağa binmek olmuştu, sonrasında bana ne isterlerse yapabilirlerdi ama o uçağa bir kez olsun binmeliydim ve Avukat’ımla son hayalimizi de gerçekleştirmeliydim.
Uçağa bakarken yerimden hareket edemedim, Sevgili Avukat’ıma piyano çaldığım gün bir kez de olsa uçağıma binmek istediğini söylemişti ve ben şimdi onsuz da olsa bu hayali gerçekleştirecektim. Kalbim günler sonra atmaya başladığında ve şimdi artık yaşadığımı hissettiğimde kahkahalarım kulaklarıma doluyordu.
Sakin bir şekilde o uçağı izlerken muhalefet lideri, “Tugay Demir Çeviker,” dedi baskın bir şekilde. Omzumun üzerinden ona baktım. “Sana güvendiğimi biliyorsun değil mi? Ben kaçmayacağından eminim ve yaptığın her şey adına sana böyle bir iyilik yapıyorum. Adalet ne gerektiriyorsa o oldu ama kim ne derse desin bunu göz ardı edemezdim.”
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım ve “Beni takip edeceksiniz zaten,” diye mırıldandım. “Kaçmayacağım, asla. Zaten kaçabilecek tek bir yerim de yok. Tek istediğim her şey son bulmadan önce bir kez de olsa pilot olabilmek, gökyüzüne gerçekten ulaşmak ve Avukat’ımın son hayalini gerçekleştirmek.”
Lider başını salladığında adamlara yeniden baş hareketi yaptı ve askerlerden bir tanesi aracın bagajından pilot üniformamı çıkardı. “İstediğin gibi eşyaları getirdik ve kara kutuya koyduk, sevgilinin avukat cübbesi de orada olacak.” Dikkatli bir şekilde yüzüme baktığında, “Neden bu kadar eşya istedin?” diye sordu. “Neden bir cübbe?”
“Çünkü o da benimle beraber gökyüzünde olsun istiyorum, en sevdiği haliyle üstelik.”
Başka hiçbir şey söylemedim ve araca girip kapıyı kapattım. Üzerimdeki mahkûm üniformasından kurtuldum, ardından pilot üniformasını giyindim. Gömleği iliklerken, üzerime o armalı ceketi geçirirken uzun zaman sonra kendimi hiç bu kadar iyi hissetmediğimi fark ettim.
Pilottum, son kez. Uçağa binecektim, son kez. Hayallerimizi gerçekleştirecektim, son kez.
Şapkayı elime aldığımda ve derin bir nefes verip araçtan yeniden indiğimde herkesin gözleri benim üzerimdeydi. “Yardımcı istemediğine emin misin?” diye sordu lider sol elime bakarak.
Gözlerim gökyüzüne kaydığında, “Hayır,” diye kısaca yanıt verdim. Gökyüzünde güneş vardı, bulutlar en tepedeydi, sanki kış değil de bir yaz mevsiminde gibiydik. O öldükten ve beni bırakıp gittikten sonra gökyüzüne bakmak sadece bana acı çektirmişti ama bugün acı yoktu. Sanki Tanrı da bunu biliyormuş gibi kışın ortasında bana yaz mevsimini yaşatıyor gibiydi. “Kronometre çalışıyor değil mi?” diye sordum lidere ağız ucuyla. “Uçak eski görünüyor da.”
“Her şeyi çalışıyor, neden sordun?”
“Çünkü Avukat’ıma beş dakika da olsa güneşi göstereceğim,” diye fısıldadım. “Zaman tutmam gerek.”
Hepsi birbirine baktı ama söylediğimi zaten anlamalarını beklemiyordum. “Dikkatli ol,” dedi lider ama onu duymazdan geldim. Tek istediğim gökyüzünü biraz daha izlemekti ama zaten az sonra o gökyüzünün içinde olacaktım, uzun zaman sonra gökyüzünü paylaşacaktım.
Şapkayı başıma geçirdiğimde ve yakalarımı düzelttiğimde uçağa doğru ilerlemeye başladım. Hepsi arkamdan bakıyordu ama umurumda bile değildi, her adımımda biraz daha güçlendiğimi hissediyordum ve her adımımda biraz daha sona yaklaştığımın bilincindeydim.
Uçağın sürücü kapısını açtığımda ve pilot koltuğuna oturduğumda insanlar çok geride kalmıştı, öyle uzak görünüyorlardı ki bir noktadan ibaretlerdi. Önüme döndüm, ardından ellerime baktım ve başımı yanımdaki koltuğa doğru çevirdim. Orası bomboştu, Avukat’ım yoktu, olamazdı da ama ben ona konuşarak ve gülümseyerek, “Sevgili Avukat,” diye mırıldandım. “Hazır mısın? Şimdi bu uçağı sadece bizim için uçuracağım ve son hayalimizi gerçekleştireceğim.”
Bir ses yoktu, elbette olmazdı ama orada bir yerlerdeydi, bunu bütün kalbimle hissediyordum çünkü şu an hiç olmadığı kadar içim rahattı. Ruhu benimleydi, elleri sanki ellerimdeydi, artık atmayan kalbi benim kalbimin üzerinde atıyordu. Bütün o tuşlara baktım, hem protez elimi hem de sağlam elimi o küçük direksiyonda gezdirdim. Her şeyin kokusunu aldım, ben pilottum ve o da avukattı. Son kez.
Gerekli bütün tuşlara bastığımda ve uçağın motorunu çalıştırdığımda gülmeye başladım. “Korkuyor musun güzelim?” diye sordum gülüşümün arasından. “Eğer tek elimle kullanamayacağımı düşünüyorsan yanılıyorsun çünkü her şeyi ilk gün olduğu gibi hatırlıyorum, ben çok başarılı bir pilottum zaten biliyorsun bunu. Ya da bilmiyorsun, hiç bilemedin ki ama bu uçuşu bugün burada kalbimde seninle, ruhunu hissederek gerçekleştireceğim.”
Uçağı yavaş yavaş pistte sürmeye başladığımda kulaklığı taktım ve çenemi havaya kaldırdım. Kendimi şimdi hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordum, hiç olmadığı kadar kuvvetliydim. Artık sadece katil Tugay Demir Çeviker değildim. Ben pilot Tugay Demir Çeviker’dim de aynı zamanda. Çocukluk hayalini gerçekleştiren o adamdım da. Ben aslında şu an bir çocuktum. Ben hepsiydim. Hem aynadaki o adamdım hem camdaki o adamdım. Her şeydim, bütün zamanlarımdaydım, umutluydum.
Kronometreye bakışlarım kaydı ve beş dakikaya ayarladıktan sonra geri sayımı açtım.
Dört dakika elli dokuz saniye.
Pistteki uçak daha da hızlandığında gözlerim yanımdaki koltuğa döndü, onu göremiyordum ama burada olduğunu biliyordum. Elim uçağın mikrofonuna uzandı ve “Kaptan Pilotunuz konuşuyor,” dedim gülüşümün arasından. “Evet, Sevgili Avukat. Birkaç saniye sonra uçuşumuz gerçekleşecek, hazır mısınız?” Sanki kulaklarıma onun kahkahası doldu, heyecanı, ellerini çırpışı ve hevesi… Başımı salladığımda birkaç tuşa daha bastım ve sırtımı yaslayarak uçuşa hazır hale getirdim. “Sen bana ben mahkûmken beş dakika güneşi göstermiştin, şimdi bizim de sadece beş dakikamız var. Beş dakikanın sonunda tamamen kavuşacağız.”
Dört dakika otuz beş saniye.
Birkaç dakika sonra uçak daha yüksek sesler çıkarmaya başladığında ve gökyüzüne doğru havalandığında, “İşte bu!” diye haykırdım bütün gücümle. Gökyüzüne, en tepeye, bulutların da ötesine tırmandım. Yerden öyle bir yükseldim ki artık gökyüzündeydim ve orada sadece Avukat’ımla ben vardık. Aşama aşama yükselirken kahkahalar atıyor, kulaklarımda onun da kahkahalarını işitiyordum. “Burada olduğunu biliyorum Sevgili Avukat,” diye bağırdım yanımdaki koltuğa doğru. “Hissediyorum seni ve mutluluğunu.” Güneş hafif bir şekilde o koltuğa vuruyordu. Eftalya Atalar bir güneş gibi şimdi uçağın içindeydi, ben bunu çok iyi biliyordum. “Kırk dokuz gündür kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim, kırk dokuz gündür hiç bu kadar Tugay Demir Çeviker olmamıştım.”
Üç dakika kırk altı saniye.
Hayır, delirmemiştim. Delirmiş olsam onu günlerdir yanımda hissederdim ama şimdi hissediyordum, vardı işte bir nedeni.
En tepeye ulaştığımda artık yeryüzü görünmüyordu. Sadece bulutlar, güneşin vuran hafif ışığı ve biz vardık. Yalnızdık ve onun istediği gibi gökyüzünde buluşmuştuk. Bütün o karanlık şimdi gitmişti, içim rahattı çünkü Avukat’ıma kavuşabilmiştim. Gülümseyerek o bulutları izlerken, “Şimdi senin çocukluğun o pembe rugan ayakkabılarıyla yanımda,” dedim başımı sallayıp. “Şimdi senin o lisedeki halin de yanımda oturuyor. Şimdi avukat cübbesiyle beni savunduğun halin de burada. Çiçekli elbiselerle yanımdasın, simsiyah kıyafetlerinle de öyle. Bütün zamanlarınla şimdi benimlesin, biz gökyüzüne ulaştık ve birbirimize kavuştuk. Bak bir hayalimizi daha gerçekleştirdik, verdiğim bir sözü tuttum senin için.”
İki dakika on yedi saniye.
Son bir kez daha başımı çevirip o koltuğa baktığımda beklemiyordum ama onun yüzünü gördüm, günler sonra sonunda onu görebildim. Hayır, son gördüğüm haliyle değildi, beyaz çiçekli elbiseyi giyip benimle Eftalya Bahçesi’nde yemek yediği günkü gibiydi. Saçları dalga dalga omuzlarından dökülüyordu, gözleri mutlulukla parlıyordu, yüzünde tebessümü vardı. Tenine vuran güneş ışığı, lekelerini daha fazla parlatıyordu. Hayaldi, biliyordum ve annem gibi o da benimleydi ama hayal olsa da onu görebilmek kalbimin delicesine atmasına neden oluyordu.
Gülümsüyordum, kahkaha atıyordum ama gözlerimden bir yandan da yaşlar akıyordu, bunu hissediyordum.
Bir dakika otuz altı saniye.
“Şimdi burada kötülükleri konuşmak yok,” dedim Avukat’ımın gözlerinin içine bakarak. “Bu gökyüzünde ölüm yok, savaş yok, sadece biz varız, bizden başka kimseye yer yok. Sen avukatsın,” dedim onu işaret ederek. “Başarılı bir avukatsın ve ben de başarılı bir pilot. Hayalini kurduğumuz gibi çocuklarımız var bizim, kötülük dokunmuyor çünkü biz burada hiç yaşayamadıklarımızı yaşadığımız halimizdeyiz. Hayır, gözyaşı yok, gülümsüyorsun bana işte. Hayır, gözyaşına izin vermeyeceğim çünkü mutluyum, Sevgili Avukat. Çok mutluyum.” Kendimi mutlu hissediyordum çünkü o artık benimleydi. “Ve biz birlikte yaşıyoruz, birlikte nefes alıyoruz ve birlikte…” Derin bir nefes verdim, gözlerinin içine baktım. “Birlikte öleceğiz şimdi, Sevgili Avukat’ım.”
Bir dakika iki saniye.
Gözlerini benden bir an olsun ayırmıyordu. Gökyüzünü değil, beni izliyordu ve ben de bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Asıl gökyüzüm oydu, ondan daha güzel bir manzara zaten olamazdı. Gülerek gözümden akan yaşı sildiğimde ağladığımı, bu kadar ağladığımı o ana kadar fark etmemiştim. Mutluluktan olsa gerekti. “Sessizliğini bile dinlemeyi seviyorum,” dedim gülümseyerek. “Sessizliğin bile benimle o kadar çok şey paylaşıyor ki bütün dünya bir araya gelse şu an hissettiklerimi hissettiremez.”
Kırk üç saniye.
Ben pilot Tugay Demir Çeviker, son kez bir uçağa bindim ve son kez o uçağı uçurdum yanımda sevdiğim kadınla. O bir hayalden ibaret olsa bile.
Ve son kez nefes aldım bu dünya üzerinde çünkü ölümüm yine bu pilot üniformasıyla, bu uçağın içinde, en mutlu anımda sevdiğim kadınla birlikte olacaktı.
Onunla bir gökyüzünü paylaştım, özgürlüğüm yaptım ve şimdi o özgürlüğün ortasında bir pilot gibi ölmek bana yakışırdı; asıl mahkûmiyetten kurtuluşum tam da bugün olacaktı.
Yirmi dokuz saniye.
Gözlerimi gökyüzünden ayırıp yeniden yanımdaki koltuğa başımı çevirdiğimde Sevgili Avukat’ımın artık bana mutsuz gözlerle baktığını gördüm çünkü ne yapmak istediğimi artık anlamıştı. Ardından yok oldu, öyle bir yok oldu ki sanki ruhu da beni terk edip gitti. Gökyüzündeki bulutlar rengini kaybetti, güneş soldu, yüzümdeki gülümseme silindi. “Öleceğim diye bana kızıyorsun biliyorum ama merak etme, kendimi sana affettireceğim. Çünkü güzelim, biliyorsun. Yaşarsak da beraber, ölürsek de. Söz verdik birbirimize.” Ona kavuşacağımı biliyordu ve beni bekliyordu; ben de ona kavuşmak için son bir kez daha uçağı daha fazla havalandırdım ve derin bir nefes verdim.
On saniye.
“Özgürlük gökyüzündedir,” dedim son kez. “Ve sen benim özgürlüğümsün.” Ardından ellerimi direksiyondan çektim ve gözlerimi sıkıca yumdum; gözlerimi yumduğum yerde bir tek onun gözleri vardı, elimi kalbime götürdüm, bir tek onun hissi kalbimdeydi. Gözümden bir damla yaş aktığında bu son damla yaş da sadece Sevgili Avukat’ım içindi.
Beş saniye.
Uçak artık hızlı bir şekilde alçalmaya başlıyordu, rüzgâr gövdeyi sarsıyor, ben zihnimin içindeki Sevgili Avukat’ımı izliyordum. Uçak hızla irtifa kaybederken ne korku hissediyordum ne de tereddüt. Bütün bunlar yerine Sevgili Avukat’ıma adanmış bir huzur içindeydim. Kulağıma kuleden sesler geliyordu, adımı haykırıyorlardı, uyarı sinyalleri gönderiyorlardı. Uçağın sesi ise yerle gök arasında yankılanırken hafifçe gülümsedim ve tam o an, sanki tam o an, Sevgili Avukat’ımın elini tam kalbimin üzerinde hissettim.
Dudaklarımdan son bir cümle döküldü: “Varlığım bir tek sen varsan yaşamaya değer, sen yoksan ölüm bile hediye. Gökyüzünde buluşuyorum seninle.”
Paragraf Yorumları