logo

21. FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİK

Views 379 Comments 7

Hücre

Mahkemeden dört saat önce...

Tugay Demir Çeviker'in hücrede geçirdiği son saatlerdi.

Vücudu, zihni, gücü; her şeyiyle tamamen hücreye uyum sağladığı için özgür olduğunda –şayet özgür olursa– normale nasıl ayak uyduracağı konusunda endişeleri vardı. Dışarıdaki hayatta birkaç senede ne kadar şey değişmişti? Sonuçta yirmi sene bir hapishanede kalmamıştı ama bir senede bile dünya üzerinde birçok şey değişebilirdi.

Peki ya kendisinde değişenler?

Hapse girmeden önce uyumayı severdi, yüzmeyi, spor yapmayı, koşmayı, film izlemeyi, okumayı, gezmeyi, piyano çalmayı, pilotluğu... Artık uykuları iki saati bile geçmiyordu, derin uykular haramdı, ufacık bir çıt sesinde bile irkilerek uyanabiliyor, yanında her kim varsa ona saldırmak için gardını alabiliyordu.

Yüzmeyi unutmuş olabilir miydi? Öyle kolay değildi ama onu o kadar çok suda boğmaya çalışmışlardı ki artık bundan korkabileceğini düşünüyordu. Bir anda, tam yüzerken vücudu buz kesebilirdi, hareket bile edemeyebilirdi.

Spor yapacak kadar gücü kalmış mıydı? Hapishanedeyken güçlü kalabilmek için yaptığı bazı hareketlerde son günlerde zorlanmaya başlamıştı çünkü kimse tam olarak fark etmese de vücudunda ciddi zararlar vardı. Sırtı paramparçaydı, bacakları da. Nefes almakta bazen güçlük çekebiliyordu. Dik durmak, öyle her zaman dik durmak gibi değildi; omuzlar havada olduğunda başkaları dik bir adam görebilirdi ama içten içe o, bunun öyle olmadığını biliyordu. Bu yüzden koşarken bile nefesi kesilebilir miydi?

Film izlerdi elbette ama bir sahne bile ona hücrede yaşadıklarını, işkencelerini, kâbuslarını anımsatabilirdi. O zaman o film Tugay'ı öfkelendirebilir miydi? Veya tamamen gözlerini kapatmasına neden olabilir miydi? Kitap okurken de aynı hisleri yaşayabilirdi. Ya okuduğu kitapta bir adam, bir mahkûm o kadar kişiyi öldürdüğü için kalpsiz olarak nitelendirilirse? Tugay aynaya bakıyormuş gibi hissetmeyecek miydi? İyi biri olmadığıyla yüzleşmek fazlasıyla yıpratıcı olmaz mıydı?

Gezemezdi çünkü kurtuluşunun tamamen özgürlük getirmeyeceğini biliyordu, gökyüzü gözlerinin önündeyken bile öylece insan içine karışamazdı çünkü bütün ülke, hatta neredeyse bütün dünya onun yüzünün her kıvrımını ezberlemişti. Kaçak yaşardı, kaçak yaşayan biri ne kadar gezebilirdi?

Piyano ve pilotluk? İmkânsızdı çünkü hapse girmeden önce iki kolu varken artık tek kolu olan bir adamdı. Tek koluyla uçağı süremez, tek eliyle piyano çalamazdı.

Bunun adı tahribat, dedi Tugay'ın iç sesi ve içinde büyüttüğü o korkusu ilk kez bu kadar yalın bir şekilde ortaya çıktı.

Ne olursa olsun Tugay Demir Çeviker bir katildi, mahkûmdu, Suç Kralı’ydı. Tugay Demir Çeviker kötü adamdı.

Avukatının ona yazdığı mektubu yirmi sekizinci kez okurken kendi kendine, Peki ya özgür kaldığımda o beni bu şekilde kabullenebilecek mi? diye düşündü. Onunla bir film bile izleyemeyecekse, gezemeyecekse ne önemi vardı ki? Uyurken bile ona zarar verebilirdi, bunun bilincinde olmak hepsinden çok daha kötüydü.

Ne olursa olsun o bir suçluydu, mahkûmdu; o Tugay Demir Çeviker'di, kabullenilmesi en zor olan adamdı.

Yeniden mektuba döndüğünde sırtını duvara biraz daha yasladı. İlk başta o cümleleri okurken gülümsüyordu ama gülümseme korkuya dönüşmüştü.

"Sevgili Müvekkil’im!" diye başlıyordu mektup ve devam ediyordu.

"Sevgili Tugay Demir Çeviker,

Sevgili sen,

Sevgili imkânsızlıkları imkân dahiline getiren o kişi,

Bu mektubu neden yazdığım hakkında hiçbir fikrim yok. Az önce izlediğim filmle, dışarıdaki lapa lapa yağan karla veya kendimi durduramamamla bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum fakat kendimi bu satırları yazarken buldum.

İçimde durmaksızın seninle konuşma isteği var, o yüzden bunu bir günlük olarak düşünebiliriz. Sana yazılan bir günlük. Biliyorum, yine saçmalıyorum ama sana anlatmam gerekenler var, kimseye anlatmadığım ya da anlatsam da dinlenmediğime emin olduğum anılar. Çünkü sen beni dinliyorsun, sıkıcıyım ama dinliyorsun veya mutlu etmek için bunu yapıyorsun, bilemiyorum... Öyle değildir, değil mi? Yani nazik bir adam olduğunu biliyorum ama çok konuşsam... Çok konuşuyorum, evet.

Hayır, bu satırların senin bana günler önce hediye ettiğin şarap şişesini bitirmemle de ilgisi yok. Sarhoş değilim... Tamam, biraz olabilirim... Ben çok çabuk sarhoş olurum, bu çok önemli bir bilgi.”

Kâğıtta şarap lekesi vardı. Tugay bunu fark ettiğinde istemsizce gülümsemişti.

“İçimde bir his var. Kendimi, hayatımı, hayatımda olmadığın zamanları sana anlatma isteğiyle dolu bir his. Çok saçma ama sana çiçekleri neden sevdiğimi anlatmak istiyorum mesela. Rugan ayakkabılarımı, beyaz lekelerle olan anılarımı, ilkokulda bir çocuğun sırtına âşık olduğumu, saçlarımı ilk kısacık kestirdiğimde tam dört saat ağladığımı, kocaman pastayı tek başıma yediğimi... Önemsiz detaylar ama durmadan konuşup anlatmak istiyorum. Bilmen gerekiyormuş gibi geliyor.

Sen kısa ve öz konuşuyorsun, benim ise uzun cümlelerim var ama eminim ben anlattıkça sen de dökülürsün çünkü bu his bir yandan da seni delicesine merak ediyor. Çocukluğunu, ilk çocukluk aşkını, en sevdiğin şarkıyı, hiç yemek yaparken evi yakıp yakmadığını... Çok saçma bir merak yine ama böyle bir anın varsa anlatırken nasıl bakacağını çok merak ediyorum. Bana her şeyi anlat, hakkında her şeyi. Bilmediğim hiçbir şey kalmasın, bilmediğin hiçbir şey bir yandan da.

Bu hissin adı nedir?

Günlerdir içim çok huzursuzdu ama şu an kendimi çok huzurlu hissediyorum ve mutlu. Hayaller kurmayı unutmuşum ama sen öğretmişsin bana ve şu an hayaller kuruyorum.

İçinde sen de varsın.

Aslında içinde çoğu zaman sen varsın.

Hayır, hayaller senden ibaret.

Özgürlüğünü hayal ediyorum, her şeyin bittiğini ya da bitmek üzere olduğu o zamanı. İşte o gün zaman durmalı, diyorum kendi kendime. Sadece biz hareket edelim, kalan herkes beklesin.

Harika bir film için sinemaya gideriz seninle. Ardından belki bir konsere. Konserden çıkıp sokakta bağıra çağıra şarkı söyleriz. Yetmez, bir kaldırıma oturup şarap şişesini kafaya dikeriz. Bu kadarla da sınırlı değil, güneşin doğuşunu bir tepeden izleriz. Ben bütün bunları hiç yapamadım çünkü sınırları olan bir anne tarafından büyütüldüm. Öylesine bir genç kadın gibi yaşamak istiyorum. Bir sokak ortasına bile uzanıp yıldızları seyredebilirim çünkü seninle tanıştıktan sonra ben de fark ettim ki özgür değilmişim. Özgürlük, gökyüzünü görmekten ibaret değilmiş.

Sonra eve gideriz, benim evime. Ben dans etmeyi çok severim, çoğu kişi bilmese de. Elimde şarap bardağıyla karşında kahkahalarla dans edebilirim ve sen de oturup izlersin. Hayır! Sadece izleyici olamazsın. Sen de benimle dans edersin çılgınlar gibi. Gözlerini şaşkınlıkla açma, biliyorum biraz uzak sana ama bence eğlenceli olurdu. İkimiz de sarhoş bir şekilde dans etsek harika olmaz mıydı? Bence sen sarhoş olursan çok komik bir adama dönüşebilirsin. Kontrolü boş verip tamamen benliğinle karşımda durursun.

Belki lunaparka gideriz. Hiç lunaparka gittin mi? Ben çok severim ama yükseklik korkum olduğu için birçok oyuncağa binemiyorum. Sen binersin, ben seni izlerim. Düşünsene başın döndüğü için bayılıp kaldığını! Kahkaha atıyorum şu an. Keşke kahkahamı duysaydın, uzun zamandır bu kadar gülmemiştim.

Bak, bana piyano çalmayı öğreteceksin, onu da sarhoşken yapabilirsin. Bana gönderdiğin o sana özel melodiyi çalarız. Belki sonra yükseklik korkumu yenmem için bana pilotluk yaparsın, hemen yan koltuğunda küfürler ederek oturabilirim...

Sonra uyuruz... Yani sen ve ben... Birlikte... Hayır bu düşünce beni utandırmıyor... Sen otuz, ben yirmi sekiz yaşındayım. Yaşla ne ilgisi var, bilmiyorum. Utanmanın yaşla ilgisi var mıdır? Çok önemli soru, başının etini yiyebilirim.

Çok sıkıcıyım, değil mi? Şu an seni sıkıyormuşum gibi hissettim, susmalıymışım gibi çünkü insanlar böyle hissettirdi Tugay.

Huzurla uyuruz. Hayır, aklından ne geçtiğini biliyorum. Saf değilim, kapa çeneni.

Evine gittiğimde yatağın güzel görünüyordu bu arada... Pekâlâ...

Üniformalarını da gördüm, bir gün benim için giyer misin onu? Sana inanılmaz yakıştığını düşünüyorum ve o kadar..."

Bu kısmın üzeri karalanmıştı ama Tugay'ın okuyabildiği kısımdan anladığı kadarıyla yakışıklılığından ve seksiliğinden söz ediyordu.

"Yirmi sekiz yaşında bir kadın da utanabiliyormuş, az önce öğrendim. Sakın üzeri karalanan yeri okuma. Bu çok saygısız, hadsiz, kendini bilmez bir hareket olur.

Ama yine de söylemeden geçemeyeceğim, sarhoşluğumla ilgisi yok, seni çok fazla..."

Burası daha fazla karalanmıştı ama Tugay'ın yine anladığı kadarıyla onu öpmek istediğini söylüyordu.

"Yirmi sekiz yaşında bir kadın da kızarabiliyormuş TDÇ. Teşekkür ederim öğrettiğin için.

Sana anlatacağım daha birçok şey var ama bu mektup birkaç sayfa olursa sanırım sana ulaştıramam, o yüzden susmam gerekiyor. Zaten başının etini şişirdiğimi düşünüyorum maalesef.

Özgür olacaksın, özgürlüğün için savaşacağım, her parçamla, her kaybımla ve her kazancımla.

Ve sen özgür olduktan sonra ben de asıl özgürlüğüme kavuşacağım.

Bu hayallerin hepsini gerçekleştireceğiz. Biz işte o zaman tam olarak Eftalya Atalar ve Tugay Demir Çeviker olacağız.

Biz işte o zaman gerçekten yaşayacağız.

Daima Sevgili Avukat’ın,

Eftalya Atalar

Anlamı çiçek olan."

Avukatının bu cümleleri yazarken sıkıldığını düşünmesi Tugay'ı öfkelendirmişti çünkü onun kitapları bu mektuplardı; her cümlesini ezberleyecek kadar değer veriyordu onlara.

Gözü karalığıyla, sunduğu tercihlerle, dik duruşuyla avukatının hayallerinin içindeydi. İkisi de biliyordu ki bu, dünyaları için çok fazlaydı ama imkânsızlıkların imkân dahilinde olması için savaş vermek gerekirdi.

Kendisini sadece bir anlık avukatının tarif ettiği gibi sarhoş hayal etti ve bu bile şaşırmasına neden oldu çünkü hiçbir zaman kontrolü elinden bırakmamıştı. Bırakacağını hissettiği zamanlarda ise yalnız kalmayı tercih ederdi ama farkındaydı, kendisi de genç bir adam gibi yaşamamıştı.

Bu tekrardan gülümsemesine engel olmadı.

Tercihi sağ taraf olsaydı bu mektubu bile okuyamayacaktı. Tam da bu yüzden sol tarafı daha çok sevdi.

Hücrenin demir kapısından ses geldiğinde Tugay başını kaldırıp baktı. "Tugay Demir," dedi gardiyan. "Marco'nun selamı var." Üst pencereden bir telefon uzattığında Tugay duvardan destek alarak ayağa kalktı ve elindeki mektubu özenle dörde katladı. "Hemen hallet, yakalanırsam beni lime lime ederler."

Tugay hiçbir şey söylemeden gardiyanın elinden telefonu aldığında telefona baktı, tek kullanımlık tuşlu bir telefondu. Derin bir nefes verip bakışlarını gardiyana çevirerek, "Müsaade et," dedi sert bir sesle. "İki dakika konuşacağım sadece."

"Sadece iki dakika," dedi gardiyan geriye doğru adımlayarak. Görüş açısından çıktığında Tugay derin bir nefes verdi, gözlerini kapattı, kendini toparladı, ardından arama tuşuna bastığında geriye doğru bir adım attı.

Üçüncü çalışta telefon açıldığında bir sessizlik oluştu ve sonrasında Nida'nın neşeli sesini işitti. "Baba!"

Aranacağından haberi vardı, kaç dakikadır telefonun başında bekliyordu?

Tugay yutkunduğunda, "Baba!" dedi bir kez daha Nida. "Yıldız teyze, babam cevap vermiyor, beni kandırdınız mı? Baba!"

Yutkundu. "Nida," dedi kısık bir sesle. "Benim abiciğim."

Nida neşeyle, "Döndün mü?" diye haykırdı. "Neredesin? Geliyor musun? Çok uzun zamandır konuşmadık! Bana istediklerimi aldın mı?" Kıkırdadı, zıpladığını telefonun ucundan bile anlayabiliyordu Tugay. "Baba," dedi neşeyle. "Seni çok özledim. Biliyor musun, ben çok büyüdüm, senin aldığın elbiseler artık bana olmuyor, Giray amcam yeni elbiseler aldı bana. Senin aldıklarını benden küçük çocuklara vereceğim, ben de abla oldum. Burada hiç arkadaşım yok, önceden vardı, sen gelince arkadaşlarım olacakmış. Giray amcam öyle söyledi. Okula gitmek istiyorum. Okuma yazmayı da çözdüm biliyor musun? Yıldız teyzem öğretti, hepimizin adını yazabiliyorum. Tugito çok yaşlandı, seni özledi, Girito da çok haylaz. Benim çikolataya alerjim varmış! Eve bir doktor amca geldi, o söyledi.

“Baba, bir de biz taşındık! O evi çok özlüyorum, burada piyano yok. Bana piyano çalacaksın değil mi yeniden?" Nefeslenmek için duraksadı. "Bu ev biraz daha ufak, bahçesi de ufak. Alışamadım. Senin odan da yok burada. Giray amcamın odası da yok. Çok soğuk burası. Bazen çok üşüyorum ama Yıldız teyzem ısıtıcıları açmamamız gerektiğini söylüyor. Saklambaç oynarken ısıtıcılar çalıştırılmazmış. Sadık amcam da açmıyor." Yine nefes verdi. "Sana anlatacak bir sürü şeyim birikti! Hiçbirinde yoktun! Sana çok kızgınım!"

Tugay sırtını duvara yasladı ve yavaşça yere çöktü çünkü ayakta duramıyordu. Boğazını temizlemesine rağmen çatallı bir sesle, "Nida," dedi. "Hepsinden haberim var abiciğim, Giray amcan anlattı. Sanırım resimler de çiziyormuşsun, bizi çizmişsin. Gösterdi bana." Gösterememişti, yalan söylüyordu. "O kadar yeteneklisin ki beş parmağında beş marifet."

"O ne demek ki?" Nida duraksadı. "Marifet ne demek? Yemek mi? Yıldız teyze marifet ne demek?"

"Beceri," dedi Tugay.

"O ne demek peki?"

"Hımm," dedi Tugay, ardından solgun bir şekilde gülümsedi. "Sanırım sorgulayan yaşlarını kaçırmadım, bu güzel bir şey."

"Ben seni gördüm," dedi Nida bir anda. "Gazetede... Sadık amcam gazete okuyordu. Senin fotoğrafın vardı kocaman. Hem de ilk sayfada. Tugay Demir Çeviker yazıyordu. Sendin ama okuyamadım çünkü Sadık amcam hemen kaldırdı. Sanırım ödül almışsın, bu doğru mu? Ödül aldığın için seni gazetenin ilk sayfasına koymuşlar. Başarılı bir pilot, dedi Sadık amca senin için. Başkalarının kahramanı mı oldun? Biraz değişmişsin ama... Yüzünde izler vardı."

Tugay o an bir çocuğun dünyaya bakışıyla kendini gördü. Onun gözünde bir kahramandı, başarılı biriydi, bir abiydi, babaydı fakat gerçekte bir Suç Kralı’ydı, mahkûmdu, ülkenin yarısının öldürmek istediği kişiydi. "Baba," dedi Nida. "Ne ödülü aldın? O iz neden oldu? Düştün mü?"

Onunla yüzleştiğinde ve karşısına geçtiğinde tek kolu olan bir adam olacaktı, izleriyle karşısına dikilecekti. Bu yaşında onu kandırmak bile yanlıştı ama biraz daha büyüdüğünde katil olduğu gerçeğiyle yüzleşecekti. Ne kadar gizleyebilirdi ki?

"Düştüm," dedi Tugay ve o an sesinin titrediğini fark etti. "Ayağım kaydı ve düştüm, iz kaldı. Kötü mü görünüyordu abiciğim?"

"Hayır," diye şakıdı Nida. "Sen de İz Prensi olursun." Kıkırdadı. "Benim lekelerim, senin izlerin var. Çok tatlı." Bir kez daha güldü. "Ne ödülü aldın?"

"Ben…" Tugay başını iki yana salladı. "Şey ödülü…" Gözlerini kapattı. "İyi bir pilot olma ödülü verdiler bana. Harika uçak kullanıyormuşum."

"Ya," dedi Nida. "Beni de bindirir misin uçağına? Ben çok uçmak istiyorum. Kuş gibi mi hissediyorsun? Peki o fotoğrafı kesip çerçeveletebilir miyim? Seni çok özledim ve..."

"Sakın Nida," dedi Tugay baskın bir sesle, ardından eliyle boynunu sıktı. "Lütfen o fotoğrafı unut." O fotoğrafı unutsa ne olacaktı? Tamamen o adamdı, her şeyiyle. "Lütfen," dedi yalvarır gibi. "Lütfen canımın içi, o fotoğrafı aklından sil, olur mu?"

"Of," dedi Nida ama ardından heyecanla, "Zaten o fotoğrafta tek değildin! Yanında Eftalya abla da vardı. Ben onunla tanıştım biliyor musun? Çok güzel! Prenses gibi! Onun da karları var, biz konuştuk! Ona masalından söz ettim. Baba, o kadar güzel ki o. Anlattığın kadar güzelmiş. Büyüyünce o olmak istiyorum ama sonra hiç gelmedi." Mutsuz bir nefes verdi. "Ona söyle, bir kez daha gelsin."

Tugay başını önüne eğdi. "Çok güzel değil mi?" dedi tekrar ederek. "Onu sevdin demek."

"Evet," dedi Nida neşeyle. "O senin eşin mi? Yani Sadık amca ve Yıldız teyze gibi misiniz siz de? Onunla evlendin mi?" Tugay'ın dudakları aralandı ama ne diyeceğini bilemedi. "Giray amcama sorduğumda güldü ve bunu sana sormamı söyledi." Giray'ı gerçekten kulaklarından tavana asacaktı. "Masallarda hep prenseslerin prensi oluyor, benim yaşım küçük ama sen onun prensi misin?"

"Nida, güzelim," dedi Tugay. "Ben sence bir prensese layık mıyım?" Bu soruyu sorduğu an pişman oldu ama ağzından çıkmıştı bir kere.

"Evet," dedi Nida net bir sesle. "Neden cevap vermiyorsun? Bunu biliyorum, Giray amcam da her cevap vermek istemediğinde konuyu değiştiriyor. Anlıyorum artık. Büyüdüm ben."

Tugay boğazını temizledi. "Bu soruyu," dedi. "Ona sormaya ne dersin?"

"Eftalya ablaya mı?"

"Evet," dedi Tugay gülerek. "Ve merak ediyorsan o prenses değil, bir kraliçe. Onu gördüğünde bir kraliçe olduğunu söyle ve benim eşim olup olmadığını sor." Avukat da Tugay'ı kulaklarından asacaktı.

"Kraliçe mi?" diye bağırdı Nida. "Yeni bir masal mı?"

"Evet," dedi Tugay. "Sana Kar Kraliçesi ve Ateş Kralı'nın masalını anlatacağım."

"Artık dönüyorsun o zaman?" dedi Nida. "Geliyor musun baba?"

İdam kararına saatler kalmıştı, her şey planlıydı ve bir kumar masasına oturacaktı. Sonucunda ya kazanacaktı ya da tamamen kaybedecekti. Bu kaybın adı ise ölümdü. İşte sırf bu yüzden son kez de olsa Nida'nın sesini duymak istemişti.

Başını arkasında duvara çarptığında bakışları sol eline kaydı. İlk kez kendini bu kadar yenilmiş hissediyordu, ilk kez kendini bu kadar yok olmuş hissediyordu. Protez elini sertçe yere vurduğunda ağzından çıkan her kelimenin bir çocuğun umudu ya da yıkılışı olacağını biliyordu.

Gözleri dolduğunda hızla gözlerini kapattı. "Gelmek için…." dedi âdeta fısıldayarak, "…çabalayacağım çünkü seni çok özledim." Dişlerini sıktı. "Çok özledim, öyle çok özledim ki…" Gözlerini açtığında boğazı acıyordu, başını iki yana salladı. "Ben de sana bir şey sorabilir miyim?"

"Evet," dedi Nida hevesle.

"Umarım geldiğimde beni yine sevebilirsin Nida. Seversin değil mi?"

Nida birkaç saniye sustu. Bu sessizlik Tugay'ın ömründen sanki on sene götürdü. "Ben seni hep seviyorum baba," dedi. "Hep. Kocaman."

Tugay burnunu çektiğinde, "Pekâlâ güzelim. Telefona şimdi Yıldız teyzeni verir misin?" diye mırıldandı.

"Tamam," dedi Nida, ardından heyecanla, "Bu arada bana gelirken uçak getirir misin?" diye sordu. "Ben de büyüyünce senin gibi pilot olacağım da."

"Getiririm," dedi omuzları düşerken. "Gelirsem getiririm prenses, söz veriyorum."

Telefonun ucunda hareketlenme oldu. "Tugay, iyi misin oğlum?"

"Yıldız abla," dedi Tugay dikkatli bir sesle. "Fazla zamanım yok. Nasılsın?"

"Ben iyiyim de asıl sen nasılsın?"

Tugay buna cevap vermedi. "İdam kararım çıkacak bugün," dedi. "Ve sonucunda ne olacağı belirsiz, bir kumar oynuyorum. Ben…" Yutkundu. "Kaybedersem sizin için her şey ayarlandı. Sen, Sadık amca ve Nida. Üçünüz ülkeyi terk edeceksiniz ve Nida'ya da..." Öldü mü diyeceklerdi? Tugay boğulduğunu hissetti.

"Tugay," dedi Yıldız ağlayarak. "Ne diyorsun? Giray dedi ki..."

"O da birazdan ifşa edilecek," dedi başını sallayarak. "Ve yakalanacak."

"Ne?"

"Bundan önce size uğrayacak, ona bir şey söylemeni istiyorum."

"Tugay," dedi Yıldız ağlamaya devam ederken. "Oğlum, bunu kaldıramam, seni çok seviyorum. O insanların ne dediğinin bir önemi yok. Biz seni..."

"Fazla zamanım yok," diyerek onu susturdu Tugay, artık kaldıramıyordu. "Giray'a söyle, boynundaki kolyeyi bir şekilde bana ulaştırsın." Duraksadı, derin bir nefes aldı. "Bir yüzük var, benim yüzüğüm. Ona ihtiyacım olabilir, sırası geldi."

Cevap beklemeden telefonu karşısındaki duvara fırlattığında telefon parçalandı, Tugay'ın parçalandığı gibi. Ve yüzlerce kez hücreye kapatılan Tugay Demir Çeviker bütün işkencelere rağmen dimdik dururken o an dik duramadı; bir damla gözyaşı bile dökmemişken o an küçük bir çocuk gibi ağladı çünkü hayat bu kez gerçekten onu kalbinden vurmuştu.

Eftalya Atalar

Bir öpücüğün hükmü ne kadar ağır olabilirdi?

Ben hayatımda hiçbir öpücüğünün hükmünün bu kadar ağır olduğunu görmemiştim ama bütün ağırlığını bildiğim halde bir kez daha olsa yine Tugay'ı öper, yine onun beni öpmesine izin verirdim.

Avukat Eftalya Atalar, mahkûm Tugay Demir Çeviker ile bütün halkın gözlerinin önünde öpüşmüştü. Bunun anlamı ikimiz dışındaki herkes için öyle büyük bir fırtınaydı, öyle büyük bir kıyametti ki... Ve ikimiz de bunu bile bile isteyerek o fırtınaya koşmuştuk.

Kimisine göre cesaret, kimisine göre delilik, kimisine göre aptallık; bana göre kalbim. Bütünüyle kalbim.

Kaç kez doğardı bir kadın? Kaç kez bu his kalbine uğrardı? Kaç kez bir adamı delicesine öpmek isteyebilirdi? Ben bir kez doğmuştum, hayat yarın veya tam da şu an ölebileceğim kadar kısaydı ve onu öpmek, ölmeden önceki son dileğimin gerçekleşmesi kadar güzeldi.

Hatta onu yeniden öpmek için yanıp tutuşuyordum; bir kez daha ve bir kez daha. Durmaksızın. Nasıl göründüğüm umurumda bile değildi, ben kim olduğumu biliyordum. Onu öptüğümde öylesine özgür hissetmiştim ki aslında bileklerimde hayalet kelepçelerimin olduğunu bile o an fark edebilmiştim.

Kapkaranlık bir odadaydım, tam karşımda Tugay Demir Çeviker vardı, tepesinden bir urgan sallanıyordu, ayakları çıplaktı, üzerinde mahkûm üniforması vardı. Bir tabureye çıkarmışlardı, boyu öyle uzundu ki o tabureyi ittiklerinde bile ayakları yere değecekmiş gibi hissediyordum. Tek hissim bu da değildi, korkunun yerinde gurur vardı.

Ve gururun nedeni benim de başımın tepesinde sallanan urgandı. Ölecektik, birlikte. İkimizi de idam edeceklerdi.

Bakışlarımız birbirimizden ayrılmazken üzerimdeki çiçekli elbiseme gülümseyerek bakan Tugay'ın da aynı hisler içinde olduğunun farkındaydım.

Hâkim tokmağı vurdu. "Pişman mısınız?"

"Ne için?" diye sordum.

"Pişman mısınız?" diye haykırdı bu kez.

Aynı anda, "Hiç olmadım," dedik.

İçeriye simsiyah kıyafetler içindeki adamlar girdi, hemen arkalarında ise Giray'ı gördüm. Yüzünü saklamıyordu, onu artık herkes biliyordu ve bileklerinde kelepçeler vardı, üzerinde ise mahkûm üniforması. Bu şekilde Tugay'a çok daha fazla benzemişti. Hemen onun ardından içeriye Meryem girdi.

"Tugay Demir Çeviker'in iskemlesini…" dedi hâkim, "…Giray Pusat Çeviker itecek."

Tugay çenesini havaya kaldırdı ve başını silik bir şekilde salladı. "Eftalya Atalar'ın iskemlesini…" dedi bu kez hâkim, "…Meryem Atalar itecek." Meryem engelli, bunu nasıl yapacak? diyemedim, sorgulayamadım, bakışlarımı bir an bile olsun Tugay'dan ayıramadım.

Giray'ı Tugay'ın yanına getirdiler. Hâkim bir kez daha tokmağı vurdu o iskemleyi itmesi için. Aynısını benim için de yapmasını bekledim fakat hayır, ilk önce Tugay'ı öldüreceklerdi. Bu kez korkuyu hissetmeye başladığımda kapının önünde beliren Kerem Karaman'ın silik gülümsemesiyle karşılaştım.

"Sevgili Avukat," dedi Tugay. Gözlerim yeniden ona döndüğünde başımı iki yana salladım. Bu bir tuzaktı, anlamıştım. "Seni…" dedi solgun bir sesle, devam etmek istedi ama Giray'ın arkasındaki adam onu iteklediğinde Giray ağlayarak iskemleye sert bir tekme vurdu. Tugay'ın altındaki tabure odanın bir köşesine yuvarlandı, Tugay'ın ise düşündüğüm gibi ayakları yere değmedi, ip onu boğarken çırpınmaya başladı.

"Tugay," dedim acıyla, ardından hâkime baktım benim için bir emir vermesini bekleyerek. Tugay acılar içinde çırpınırken Meryem'i iskemlenin yanından uzaklaştırdılar, ardından arkamdaki adamlar beni çıktığım tabureden indirdi.

"Sen yaşayacaksın," dedi biri. Kerem Karaman'dı. "Ama o ölecek."

Tugay son bir kez çırpındı, sağ eli son kez sarsıldı ve başı öne düştüğünde cansız bedeni karşımda sallandı. Çığlığım odayı doldurduğunda bir ateş getirdiler onu yakmak için, beni ise odadan uzaklaştırmaya başladılar. "Tugay!" diye haykırdığımda gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyordu. "Hayır! Tugay! Beni de öldürün!"

Ve o anda babamın sesini işittim: "O…" dedi Tugay için. "Senin için öldü güzel kızım."

Yüzüme sert bir darbe aldığımda bunun su olduğunu fark etmemle, "Tugay!" diye haykırarak gözlerimi açmam bir oldu. Bir kez daha su çarptıklarında boğuluyormuş gibi oldum. O an zamanın ve bulunduğum odanın farkına varabildim.

Tam on bir saattir sorgu odasındaydım ve hangi ara uyumuştum ya da bayılmıştım, bir fikrim yoktu. Gördüğüm bir kâbustu, cehennem gibiydi. Şu an bulunduğum konuma bile şükretmek hazırlıksız yakalandığım bir durumdu. Karşımda duran iki memurun kahkahalarımı duyması da onların hazırlıksız yakalandığı bir durumdu.

Bileklerimdeki kelepçeler oturduğum sandalyeye bağlıydı. Ayaklarım çıplaktı, oradaki kelepçeler de sandalyenin ayaklarına bağlıydı. Üzerimde hâlâ çiçekli elbise vardı, baştan aşağı ıslanmıştım, saçım dağınıktı ve ağzımda zehir gibi bir tat vardı. Bir damla suya ihtiyacım vardı ama elbette bunu onlardan dilenmeyecektim.

Orta boylardaki memur ellerini masaya yasladı. Bu adamı tanıyordum ama adını hatırlamak neredeyse imkânsızdı. "Konuşmayacak mısın Eftalya Atalar?" dedi belki bininci kez. "Daha doğrusu itiraf etmeyecek misin?" Diğer adam sırtını duvara yaslamış, dik dik bana bakıyordu. Bu Tugay'ın davasına bakan savcıydı, Kerem'in askeriydi. "Bak," dedi memur barışçıl bir şekilde. "Şu an tek cümlen seni buradan da yaşadığın bu durumdan da kurtarabilir. Tek söylemen gereken zor kullanıldığı." Gözlerini kıstı, başka bir yöntem denediği çok açıktı. "O adamın seni zorla kullandığını söylemen ve onun hakkında bize bilgiler vermen seni kurtaracak."

"Hiçbir şey," dedim kendimden emin bir sesle. Aynı zamanda gülümsüyordum. "Bilmiyorum."

Memur gözlerini öfkeyle kapatıp açtığında kini bakışlarından okunuyordu. "Buna inanmamızı beklemiyorsun, değil mi?"

"Sen bilirsin." Omzumu kaldırıp indirdim. "Ben Tugay Demir Çeviker'in avukatıyım, onu savunmaktan başka hiçbir şey yapmadım."

"Onun yanında olduğunu açıkça gösterdin."

"Dışarıdaki binlerce insan da gösteriyor ama burada sorgulanan benim," derken yüzümdeki gülümseme silindi. "Şu an bu yaptığınız bile suç, saatlerdir burada tutuyor, benim sağlığımla oynuyorsunuz. Onu..."

"Eftalya Atalar," dedi memur dişlerini sıkarak. "Halkın gözü önünde, bir an bile şüphe etmeden onunla cinsel temasa geçtin!"

Yeniden gülmeye başladım. "Cinsel temas mı? Biraz daha abartın."

"Onu öptün," dedi memur.

"Ve?" dedim hiddetle. "Bu neyi değiştirir? Sadece hakkımda soruşturma açılmasına neden olur, burada saatlerce tutulmama değil." Öne doğru eğilip öfkeyle ona baktım. "Tugay Demir Çeviker veya BL örgütü hakkında hiçbir şey bilmiyorum, yüz gün de burada tutsanız ağzımdan tek kelime alamayacaksınız."

Memur kısa bir an sessiz kaldı ve sonra acımasız bir sesle, "O idam edilecek," dedi başını sallayarak. "Karar çıktı." Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakmaya devam ettim, o anda kulaklığını gördüm. Biri tarafından konuşturuluyordu ve onu kimin konuşturduğunu tahmin etmek hiç de zor değildi. "Ve bil bakalım…" Biraz eğildi. "…onun son yemeğini yine kim yapacak?"

Gözlerim hemen arkasındaki cama kaydı, ardından odadaki kameraya baktım. Duruşumu düzeltip çenemi kaldırmaya çalıştım lakin başım delicesine dönüyordu. Kaşlarım havalandı, sonra masanın üzerindeki dinleyiciye doğru eğilerek, "Siktir git Kerem Karaman," diye mırıldandım. "Cehennemin dibine kadar yolun var."

Memur nefes verdiğinde ve başını iki yana salladığında omzunun üzerinden savcıya baktı. Savcı tek kaşını kaldırdığında onlar için ümitsiz vaka olduğumun farkındaydım.

Kulaklarıma bir kahkaha sesi dolduğunda bunun bir hayal olabileceğini bile düşündüm ama çok yakınlardan Tugay'ın kahkaha sesi geliyordu. Aynı şekilde ben de gülmeye başladığımda memur hırsla önündeki sandalyeyi itti. Ardından sertçe masaya vurduğunda elinin tersindeki yarım ay dövmesi dikkatimi çekti. Bu memur, babamın son yemeğini soran memurla aynı kişiydi.

Tam o esnada sorgu odasının kapısı sertçe açıldı ve içeriye Kerem Karaman girdi, öfkeli bakışları direkt benimle kesişti. "Dışarı!" diye haykırdığında daha fazla gülmeye başladım. Savcı geriye doğru adım attığında memur ikileme düştü çünkü bu yasaktı ama onun umurunda bile değildi. "Size…" dedi üstüne basa basa. "…dışarı dedim!"

Tepemde sallanan lambaya baktığımda görüşümün artık bulanıklaştığını fark edebiliyordum, sarı ışık bir görünüp kayboluyordu; Kerem'in karşımdaki sandalyeyi çekip ters oturması ve diğer adamların dışarı çıkması silik bir görüntü gibiydi. Kerem Karaman ilk önce kayıt cihazını kapattı, ardından kameranın ışığının söndüğünü fark ettim.

Başımı lambadan ayırıp ona çevirdiğimde kaşlarımı havaya kaldırdım. Yüzümdeki gülümsemenin nasıl göründüğünü bilmiyordum ama çenesini öyle sıkıyordu ki öfkelendiğini anlayabiliyordum. "Sana tek soru soracağım," dedi dişlerinin arasından. "Beni aldattın mı?"

Dudaklarımı büzdüm. "Seni aldatmam için önce seninle birlikte olmam gerekir," diye mırıldandım. "Ben hiç seninle birlikte değildim, yanı başımda otururken bile."

Kerem'in öfkeden yüzü kızarmaya başladı. Benim dikkatimse bileklerimdeki kelepçelerin oluşturmaya başladığı yaralardaydı. "Ne kastettiğimi biliyorsun," dedi öfkeyle ama mutsuzluğunu görebiliyordum. "Benimle birlikteyken onunla mıydın? Hatta çok daha öncesinden..." Gözlerini kapattı ve yeniden açtığında gözlerinin dolduğunu gördüm, bu beni bozguna uğrattı çünkü babası öldüğünde bile onu böylesine yıkılmış bir halde görmemiştim. "İkiniz beni mi kullandınız?"

İçimin acımasını beklemem ahmaklıktı ama yine de kendimden öyle bir duygu bekledim. Hiçbir şey yoktu. "Sana cevap verme zorunluluğum yok," dedim, ardından bulunduğum konumu gösterdim. "Ve burada durmam da yasalara göre gerekli değil ama buradayım. Beni istediğiniz kadar köşeye sıkıştırın, istediğinizi yapın, konuşmayacağım ve..."

"Ben seni sevdim," dedi Kerem titreyen bir sesle. Gözlerini benden ayırmıyordu. "Ben seni gerçekten sevdim, hatta bu hayatta sevdiğim tek kadındın. Bana bunu nasıl yapabildin?"

"Sen sevmek ne demek biliyor musun?" diye sordum bir an bile çekinmeden. "Seninki sadece hırstı, hâlâ da hırs. İstediğin her şeyi almaya alıştın, beni de bu şekilde avcunda tutabileceğini sandın. Gittiğimde ise hırsa dönüştü. Eminim seninle evlenseydim..."

Durdum, alayla güldüm. "Sen benim yakın arkadaşımla yatıyordun ya. Bir zamanlar yakın arkadaşım olan Ceyda'dan bahsediyorum. İkiniz de umurumda değilsiniz ama Ceyda'nın yatak odasında senin kol saatini görmek bile sevginin sahte olduğunu gösterir. O iğrenç ağzına böyle güzel bir duyguyu almaktan vazgeç. Sen değil beni, kimseyi sevemezsin, hatta sevmemelisin çünkü pisliğin tekisin." Öne doğru eğildim. "Lekelerimden utandın, kıyafetlerimden utandın, gülüşümden utandın, hatta yeri geldi oturuşumu bile eleştirdin. Çiçeklerimi bile aptalca bulan bir adamdın. Sen mi sevmeyi bileceksin?"

Yüzümü buruşturdum. "Bana…" dedim dişlerimi sıkarak, "…şiddet uyguladın. Bir değil, birçok kez. Beni defalarca babamla tehdit ettin." Kerem'in gözünden bir damla yaş aktı ama öfkeli olduğu her halinden belliydi. "Seni de bu dünya üzerinde kimse sevmemeli, hak etmiyorsun."

Kerem başını iki yana salladı. "Peki böyle bir adam olmasaydım…" dedi çaresiz bir sesle, "…beni sevebilir miydin sence?"

Bir anda oturduğu yerden kalktı, ardından yanıma gelip önümde çöktü. Elimi tuttu, engel olmam imkânsızdı. Kendimi kurtarmak isterken kelepçe bileğimi biraz daha kesti. "Eftalya," dedi ağlayarak. "İstersen değişirim, sevebileceğin bir adama dönüşürüm, yaparım bunu. Seni buradan kurtarırım, her şeyden kurtarırım. Söz veriyorum, bir daha asla o adama dönüşmem." Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında gözlerim kocaman açıldı. "Anlamıyorsun…" dedi delirmiş gibi. Belki de gerçekten delirmişti. "Ben seni gerçekten sevdim, bütün hatalarınla kabul edebilirim seni. O adama benim yüzümden itildiğini, hatta benden intikam almak için bu yola girdiğini biliyorum. Bırak, kurtarayım seni yoksa sen de öleceksin."

Yüzüne bakarken dehşete düştüm. Bu da başka bir kâbus olabilir miydi? Fakat elimi sıkıca tutan eli oldukça gerçekti. Bir kez daha elimi kurtarmak istediğimde daha sıkı tuttu. "Sen delirmişsin," dedim buz gibi bir sesle. "Tedaviye ihtiyacın var."

Kerem gülmeye başladı. "Beni düşünüyorsun şimdi de."

"Hayır," dedim hemen. "Kendimi düşünüyorum çünkü senden nefret ediyorum, senin gibi birinin benim hakkımda düşünmesini bile istemiyorum." Elimi tutan eli gevşedi. "Ama gerçekten merak ediyorsan söyleyeyim, kim olursan ol, ne şekilde olursak olalım, sen sevdiğim o adam olmayacaksın."

Kerem yutkundu, ardından elimi bırakıp yanaklarını sildi. Derin bir nefes verip çöktüğü yerden kalktı. Bu kez ellerini sandalyemin kollarına yaslayıp üzerime eğildi. Gözleri dudaklarıma kayarken biraz daha eğildi. O an ne yapmak istediğini fark ettiğimde kurtulmaya çalıştım ama eliyle çenemi tutup yüzümü sabitlemeye çalıştı. Dudakları dudaklarımın hizasına geldiğinde elinden kurtulmak için neredeyse boynumu kıracaktım.

"Onu mu seviyorsun?" diye sordu kısık bir sesle. "O mahkûmu mu seviyorsun?" Gözlerimin içine baktı. "Gerçekten," dedi üstüne basa basa. "O iğrenç herifi mi seviyorsun Eftalya?"

"Bana dokunursan," dedim sert bir dille bir an bile düşünmeden. "Bana dokunmaya devam edersen seni öldürürüm."

Kerem dediklerimi duymuyormuş gibi dudaklarını yanağıma bastırdığında acıyla bağırıp ona kafa atmaya çalıştım ama çevik bir hareketle benden kurtuldu.

"Cevap ver bebeğim," dedi. "Bendeki yerini, kişiliğini, kimliğini değiştirmek istiyorsan bana cevap ver. Her şey değişecek. Bana bir cevap ver, yerime tercih ettiğin kişi o adam mı?"

Gözlerimi kıstım. Ardından büyük bir nefretle, "Senin yerin hiç yoktu ki," dedim fısıldayarak. "Ama onun yeri, Tugay'ın yeri…" Gülümsedim. "…kalbimin tam ortasında Kerem Karaman. Ne işkencelerin ne hakaretlerin ne de gözyaşların bunu değiştirebilir. Zamanı geriye alsak ben yine onun avukatı olurum, yine onu savunurum." Çenemi kaldırdım. "Yine onu öperim fakat senin bir adım yanına bile yaklaşmam."

Kerem her kelimeyi zihnine kazıyormuş gibi bana bakarken dudaklarını birbirine bastırdı, ardından gülümsedi, şefkatli bir gülümseme gibiydi. Bana yaklaştığında hızla yüzümü çevirip ondan kurtuldum. Dudaklarını alnıma yasladığında iğreniyormuş gibi bir ses çıkardım.

Sonra cebinden bir anahtar çıkardı ve ilk önce elimdeki kelepçeleri çözdü, ardından ayak bileklerimdeki kelepçeleri. Doğrulduğunda beni de kolumdan tutup kaldırdı. Şaşkınlıkla ona bakıyordum.

"Buraya bakın!" diye bağırdı kapıya doğru. Birkaç saniye içinde iki adam da içeriye girdi. Başımı Kerem'e çevirdiğimde, "Söz veriyorum," dedi gülümseyerek. "Son sevdiğin kişi ölene kadar bir an bile durmayacağım artık. Ölmek için ayaklarıma kapanacaksın. Adnan Atalar'ın kızının nasıl bir sürtüğe dönüştüğünü..."

Yüzüne tükürdüğümde lafı yarım kaldı. "Babamın adını sakın ağzına alma şerefsiz herif."

Kerem gülmeye başladı. Pantolonunun cebinden bir peçete çıkarıp yüzünü sildi. Ardından kapıdaki adamlara, "Götürün," dedi. "Onu mahkûmuyla kavuşturun. Birlikte sürprizleri beklesinler bakalım."

***

Beni bir odaya aldılar ve bir sandalyeye oturttuklarında yeniden bileklerime kelepçe taktılar. Bu oda bir sorgu odası değildi, bu oda bir sorgu odası dahi olamazdı; bu oda dünya üzerinde bile yer almaması gereken bir yerdi. Hemen önümde içi su dolu iki kova vardı, tam karşımda kırbaçlar vardı, içeriye benzin kokusu hâkimdi. Çivili koltuk köşedeydi, elektrik veren cihaz duvara yaslıydı. Bu oda bir işkence odasıydı.

İçeride kanın kokusunu bile alabiliyordum, duvarlarda kan lekeleri vardı. İçerideki sarı ışık biraz daha artırılsa kafatası bile görebilecekmiş gibi hissediyordum. Göğüskafesim kalkıp inerken artık korkmaya başladığımı hissedebiliyordum ve kaç saattir bu odada olduğumu bilmiyordum.

Bağırmamıştım, ağlamamıştım, çırpınmamıştım ama ölümün bana adım adım yaklaştığını bile hissedebiliyordum sanki. Sahiden bir öpücüğün hükmü bu kadar ağır mıydı? Onun avukatı olmanın ağırlığıyla yüzleşmiştim ama onun hükmü bile bu kadar ağır olmamıştı.

Bir başkası olsaydı o an vazgeçebilirdi her şeyden ve belki de herkesten. Kaçabilirdi. Canını gerçekten seven biri kaçabilirdi ama ben öylece oturuyordum. Zaten kaçamazdım ama korkularımla öylece nefes almaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. Dudaklarımdan çıkacak tek, Tugay Demir Çeviker tarafından zorla tutuluyorum, cümlesi beni bu işkence odasından kurtarırdı. Sevdiklerimi kurtarırdı. Fakat Tugay Demir Çeviker'e asla ihanet etmezdim.

Ağır demir kapıdan ses geldiğinde gözlerim direkt o yöne döndü ve içeriye ilk önce iki tane iriyarı adam girdi, ardından onu gördüm, Tugay'ı. İki tane adam onu kollarından tutuyordu. Başka bir zaman olsa, belki de hikâyemizin başında olsaydık bütün bunların yasal olmadığını haykırabilirdim ama ne yasaldı ki? Mahvoluyorduk. Mahvoluyorduk!

Başını kaldırıp bana baktığında yüzünde belirgin bir ize rastlamadım. Büyük ihtimalle halkın karşısına işkenceye uğramış bir halde çıkmaması için iz bırakmamışlardı ama ilk kez kendi başına yürüyemiyordu. Adamlar onu yürütüyordu, ayakları yerde sürükleniyordu. Başı düşüp duruyordu, adamlar bıraksa yere yığılacaktı. Yüzünde bir işkencenin izi yoktu, evet ama vücuduna yapmadıklarını bırakmamışlardı; gücünü elinden almışlardı.

"Tugay," diye fısıldadım, gülümsemesini bekledim ama beni duymuyor gibiydi.

Onu hemen karşımdaki sandalyeye oturttuklarında üzerindeki üniformanın ıslak olduğunu gördüm. Su değil, kan. Su değil, kan. Su değil, kan. Hayır, bu bir kâbustan çok daha kötüydü. Bir çuval gibi sandalyeye bıraktıkları Tugay’ı hareket edebiliyormuş gibi sandalyeye kelepçelediler, başı önüne düştüğünde çenesinden tutup kaldırdılar ama yeniden düştü.

Ne yazık ki sadece bu kadar değildi. Protez kolunu çıkarmışlardı. Karşımda tek kolu olan bir adam olarak duruyordu, üzerindeki üniformasının sol tarafı bomboştu. "Tugay," dedim titreyen bir sesle. O zamana kadar tek damla gözyaşı bile dökmemişken onu gördüğüm an gözlerim dolmuştu. "Beni duyuyor musun?"

Hemen yanındaki adam hiçbir şey söylemeden onun yüzüne su çarptığında Tugay öksürmeye başladı ve bir kez daha başı önüne düştü. Bu kez adam onu saçlarından tutup kaldırdığında tam anlamıyla göz göze gelebildik ve beni gördüğü an yarı baygın bir şekilde gülümsemeye çalıştı. Her şeye rağmen gülümsemeye çalıştı.

"Sanırım," dedi zorlukla konuşarak. "Bir rüya görüyorum şu an."

Başımı iki yana salladığımda dayanamayarak, "Bu yaptığınız suç!" diye haykırdım çok fark edecekmiş gibi. "Ona ne yaptınız?"

Arkasındaki adam güldü. "Sadece birazcık işkence gördü," dedi alaylı bir sesle. "Bir de sakinleştirici iğne. Kuduz köpeklere yapılan cinsten." Diğer adam da ona katılıp güldüğünde öfkeyle haykırdım.

"Bu onu öldürebilir!" diye bağırdım. "Ve..."

"Ölmeyeceğim," dedi Tugay başını dik tutmaya çalışarak. "Söz veriyorum, şu an ölmeyeceğim."

O sırada Tugay'ın arkasındaki siyah cam yavaşça yukarı doğru çıktı ve içerideki loş ışık bembeyaz bir ışığa dönüştü. Kamaşan gözlerimle cama baktığımda kalbim korkuyla atmaya başladı.

Nigâr karşımdaydı. Çocukluğundan beri yanımızda olan, bana annemden daha çok bakan, Sinan'ın manevi annesi olarak gördüğü o kadın. Hemen yanında Kerem Karaman duruyordu, yanında ise koruması vardı. Gözlerim kocaman açıldığında beni görüp görmediğini bile bilmeden, "Hayır!" diye haykırdım. "Onu bırakın!" Onu sandalyeye bağlamışlardı, önünde bomboş bir masa vardı, korku içinde ağlıyordu. "O hiçbir şey bilmiyor!"

Kerem'in bakışları cama döndüğünde ve Nigâr’ın yüzünde herhangi bir değişim olmadığında beni duymadıklarını anladım. Tugay'ın hemen yanındaki adam bana doğru ilerlediğinde Tugay başını iki yana sallayarak kendine gelmeye çalıştı ama o kadar zorlanıyordu ki kendimi kapana kısılmış hissediyordum.

"Nigâr," dedi Kerem. Sesleri bize ulaşıyordu. "Meryem Atalar nerede?"

"Bilmiyorum," dedi Nigâr ağlaya ağlaya. "Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Size söyledim, onu benden aldılar, nereye götürdüler bilmiyorum..." Kerem'in sağındaki adam Nigâr'ın yüzüne sert bir tokat indirdiğinde çığlık attım.

"Tekrar soruyorum," dedi Kerem Karaman. "Meryem Atalar nerede?"

"Bilmiyor!" diye haykırdım. "O hiçbir şey bilmiyor! Onu bırakın!"

Kerem cama doğru başını salladığında yanımdaki adam elindeki kumandayla bir tuşa bastı. "Eftalya Atalar," dedi Kerem'in sesi. "Bir kez daha söyle."

"Eftalya!" dedi Nigâr ağlayarak. "Bana inanmıyorlar! Hiçbir şey bilmiyorum!"

Meryem bizim yanımızdaydı ve Giray onu Nida'nın yanına göndermenin çok doğru olacağını söylemişti; tam olarak hiçbir şeyden haberim yoktu, tek bildiğim Nigâr’ı boşuna tuttuklarıydı.

"Yalvarıyorum Eftalya, çok korkuyorum! Ona bir şey söyle, beni öldürecek, silahı var."

Tugay dişlerini sıkarak bir şeyler söyledi ve ayaklanmak istedi ama tam o anda karşımda kolsuz bir şekilde olduğunu fark ettiğinde dişlerinin arasından acılı bir nefes döküldü. Soluna bakarken son gücüyle haykırdı ve utançla başını önüne eğdi.

"O hiçbir şey bilmiyor!" diye bağırdım Kerem'e. "Nigâr hiçbir şey bilmiyor. Beni duyuyor musun? Onu bırak!"

Kerem dudaklarını büküp, "Öyle mi?" dedi. "Ama en güvendiğin insanlardan biri o." Eli beline gitti ve bir silah çıkarıp Nigâr’ın şakağına dayadı. "Emin misin hiçbir şey bilmediğine?"

"Eftalya!" diye haykırdı Nigâr. Öyle bir haykırdı ki acıdan bin parçaya bölündüm. Güzel bir hayatı vardı, oğlu Krallık tarafından öldürüldükten sonra bile bu hayattan vazgeçmemiş, kendini bize adamıştı. Babam için günlerce gözyaşı döktüğünü, annem bana vurmak istediğinde önüne geçtiği zamanları biliyordum.

"Bilmiyor," dedim. "Bilmiyor, hiçbir şey bilmiyor, bilmiyor." Çırpınmaya başladığımda kelepçeler bileklerimi daha fazla kesti. "O masum!" Ve o an babamın cümleleri kulaklarımda yankılandı.

Meryem… demişti bana rakı sofrasında otururken. Senin yüzünden değil, benim yüzümden bu halde Eftal'im. Biri suçlanacaksa o kişi benim. Lütfen at yüklerini, bu vicdan azabıyla bırak tek başıma yaşayayım.

Nigâr’a bir şey olursa suçlusu tamamen bendim.

"Hımm," dedi Kerem Karaman rahat bir şekilde. "Bir şartla sana inanırım."

"Ne istiyorsun?" diye inledim. Bana BL örgütünü sormasını bekledim, Tugay'ın sırlarını, babasını...

"Acıktın, değil mi?" diye mırıldandı. "Yemek yemeni istiyorum Eftalya. Yemek yersen onu bırakacağım."

Hiç düşünmeden, "Tamam," dedim ve Tugay'ın yeniden öfkeyle bir şeyler söylediğini işittim. "Tamam, yiyeceğim." İçinde zehir olamazdı, beni öldüremezlerdi çünkü bunun hesabını halka veremezlerdi ama elbette yine bir yalan bulup üzerimi çizebilirlerdi.

Kerem gülümsedi ve birkaç dakika sonra bulunduğumuz odanın kapısı açıldığında içeriye bir adam elinde tepsiyle girdi. Bütün o kanın ve benzin kokusunun arasında yemeğin kokusunu aldığımda Tugay'ın zorlukla, "Yapma," dediğini işittim. "İnanma."

Fakat onu dinlemedim, belki de en çok onu dinlemem gereken zamanda dinlemedim. Adam tepsiyi kucağıma bıraktığında gözlerim tabaktaki yemeğe döndü ve gördüğüm an avazım çıktığı kadar bağırmak istedim. Tabakta peynirli makarna vardı, babamı öldürdüğüm yemeğin aynısı. Bir daha ağzıma bile sürmek istemediğim o yemek.

Gözlerim dehşetle açıldığında bakışlarım Kerem'in olduğu tarafa döndü. "Afiyet olsun," dedi gülümseyerek. "Güçten düşmeni hiç istemem bebeğim."

"Yapma," dedi Tugay bir kez daha fakat tam o esnada arkasındaki adam Tugay'a ağızlık taktı.

Yutkunduğumda midemin bulandığını hissediyordum, az önce Tugay'ı öptüğüm için heyecanla atan kalbim yangın yerine dönmüştü. Kerem'in üzerinde olan bakışlarımı Tugay'a çevirdim ama ona fazla bakarsam ağlayacağımdan emin olduğum için yeniden tabağa baktım. Benim yaptığım gibi değildi; ben daha çok peynir koyardım, daha az pişirirdim. Benim yaptığım gibi değildi; ben zehir koymuştum, babamı öldürmüştüm.

Bana babamın son yemeğini yedirecekti.

"Yoksa yemeyecek misin Eftalya?" dedi Kerem ve Nigâr’ın şakağına silahı daha fazla yasladı. "Karar mı değiştirdin yoksa?" Bunun adı işkenceydi, fiziksel değil, direkt ruhuma gerçekleştirilen bir işkenceydi.

Keşke kolumu kesselerdi, keşke dilimi kesselerdi, keşke beni yok etselerdi. Bütün bunlardan çok daha hafif olacağına emindim. Nefes alamadığımı hissettiğimde gözlerimi tavana çevirdim. Babamın başka cümleleri kulaklarımda yankılandı.

Birinin kurtuluşu ellerindeyse kendinden bile vazgeçmen gerekir. Ben sizin geleceğiniz için kendimden vazgeçiyorum.

"Yiyeceğim," dedim zorlukla konuşarak, ardından yanımdaki adama baktım. "Yiyeceğim." Kerem gülmeye başladı, adam ise çatalı alarak önümde eğildi ve makarnaya batırıp bana uzattı. Kalbim acıyla attığında kendimi tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım, ardından çatalın ucundaki makarnaya uzandım. Yavaş yavaş çiğnedim. Sanki yediğim çamurdu, sanki yediğim babamın kalbiydi, sanki yediğim vazgeçişti. Art arda makarnalar ağzıma tıkılırken gözyaşları yanaklarımdan süzülüyordu.

Tugay'ın yüzüne ise bakamıyordum. Sadece onun değil, belki de aynada bile bir kez bile kendimle göz göze gelemeyecektim bu saatten sonra.

"Afiyet olsun Eftalya Atalar," dedi Kerem birkaç dakika sonra. "Karnını doyurmana çok sevindim." Gözyaşları içinde ona baktığımda gülümsedi ve sonrasında bakışlarını Nigâr’a çevirdi. Sadece birkaç saniye düşündü ve gözünü bile kırpmadan tetiğe bastı. Kurşun Nigâr’ın şakağına saplandı ve cansız bedeni önündeki masaya devrildi.

Acıyla haykırıp sandalyeden kalkmaya çalıştım fakat adamlar omuzlarımdan bastırıyordu. "Hayır!" diye haykırmamla öne eğilip kusmaya başlamam bir oldu. Beni omuzlarımdan tuttular, kollarımdan, yetmedi doğrultmaya çalıştılar ama haykırışlarımın arasında kendimden nefret ede ede kusmaya devam ettim.

Sonrasında ise ya dengem sarsıldı ya da dengemi yok ettiler, bilmiyordum, bilincim tamamen kapandı.

***

Sanki karanlık bir girdabın içinde dönüp duruyordum. Gözlerimi açmak istiyor fakat açamıyordum, çırpınmak istiyor fakat hareket bile edemiyordum. Gözlerim bir açılıp bir kapanıyordu, her şey o kadar bulanık ama bir yandan da o kadar netti ki kendimi bazen dünyada, bazen bambaşka bir diyarda hissediyordum.

Bu açlıktan ya da susuzluktan değildi; o makarnanın içinde her ne varsa benim şu an bilincimle oyun oynuyor olmalıydı. O makarnayı yemek aptallıktı, ona inanmak aptallıktı ama ufacık bir ihtimal bile olsa Nigâr’ı kurtarmak için, onun için çabalamak istemiştim. Çünkü Nigâr bu hikâyenin en masumlarından biriydi ve benim yüzümden ölmüştü.

"Giray Pusat Çeviker," diye bir ses duydum. Gözlerim yarı baygın karşıma baktığımda Tugay'ı gördüm, bu kez onun bakışları daha dinç görünüyordu ama ben onların yanında değil gibiydim. Ses yine Kerem Karaman'a aitti ama bu kez tek değildi, yanındaki Başkan'ın da sesini işitebiliyordum. "Tugay Demir Çeviker'in kardeşi ölmedi demek," diyordu.

Giray'ı yakalamışlardı ve Tugay'a işkence etmek için onu sorguya almışlardı. Tugay'ın karşısındaki camdan ayrılmayan bakışlarında korku vardı. Dudaklarım aralandı, bir şeyler söylemek istedim fakat bir darbe sesi işittiğimde bunun Tugay'dan değil, arkamdaki camın ardından geldiğini anladım. Giray sorgulanıyordu, bana uygulanan şiddet şimdi Giray'a uygulanıyordu. Ona vuruyorlardı.

"Tugay," dedi Başkan. "Kurduğun örgütün başında kardeşin vardı değil mi?" Tugay sessiz kaldı, kulaklarıma uğultular doldu, ardından karanlık yeniden beni içine aldı.

***

Bir haykırış duyduğumda gözlerim yavaşça açıldı. Haykıran Tugay'dı ama sadece onu değil, Giray'ın küfür eden sesini de işitebiliyordum. "Onunla bir işiniz yok!" diye bağırdı Tugay. "O sadece benim emrimdeydi!" Ne kadar süredir baygındım? Bayılmış mıydım? "Ona elektrik vermekten vazgeçin!"

"Bu bir itiraf mı?" Yeniden bir darbe sesi geldi, biri düştü. Bu kez Giray haykırmıştı, arkamda bir arbede vardı. "Tugay Demir Çeviker! Bu bir itiraf mı?"

Sessizlik ve Giray'ın haykırışı. "Örgütü ben yönetiyordum!" diye bağırdı. "Bütün söz hakkı bendeydi!" Hayır, hayır, hayır, bu kâbus bir an önce bitmeliydi. "Çekin şu piçinizi üzerimden!"

"Kırılıyorum GPÇ." Marco'nun sesi. Giray'ın yanında o vardı. Nefes verdim, direnmek istedim ama imkânsızdı. Başımı çevirip bakmak istedim, gücüm yoktu. Nigâr ölmüştü, Giray'ın hemen yanında Marco vardı. "Yumruklarımın sertliği seni korkutuyor mu yoksa? Halbuki biz seninle beraber aldık bu dersleri."

"Satılık piç!" diye haykırdı Giray. "En başından beri bize oyun oynadın!"

"Tugay," diye mırıldandım zorlukla. Kalbim sıkışıyordu. Bana bakmadı, gözleri camdan ayrılmadı. "Tugay," dedim daha solgun bir sesle, belki de konuşamıyordum bile, belki de bu iç sesimdi. Neler olduğunu sormak istiyordum. Boğulduğumu söylemek istiyordum, öleceğimi, batacağımı, bittiğimi, yorulduğumu.

"Seninle bir zar gibi oynadım GPÇ," dedi Marco, ardından bir darbe sesi daha işittim. "Ve o örgütü çökerttim. Şimdi o aptal askerleriniz başıboş kaldı, yarısı ise avuçlarımda."

"Konuş," dedi Kerem Karaman. "Başka birileri var mı örgütü yöneten?"

Sessizlik. Ardından Tugay, "Marco!" diye haykırdı. "Beni sol değil, sağ tarafımdan vurduğun için bin pişman olacaksın!"

Marco'nun kahkahası kulaklarımdaydı. "Söz veriyorum," dedi. "İdam edilirken işkence çekersen tek kurşunu soluna sıkacağım TDÇ. Ardından avukatını da öldüreceğim."

Kerem Karaman'ın güldüğünü duydum. Öyle iğrenç gülüyordu ki daha fazla boğuldum sanki.

Sessizlik oluştu ya da zihnimdeki o suda boğuldum, bilmiyordum ama bilincimin kapandığını vücudum tamamen uyuştuğunda hissettim.

Marco bize ihanet etmişti.

***

"Baba," diye mırıldandım. Rüya mıydı, kâbus muydu yoksa zihnimin oyunu muydu bilmiyordum ama sanki onu görebiliyordum. Seramızdaydı, yanımda oturuyordu, gülümsüyorduk; ben aynı bendim, o aynı adamdı. Sanki özgürdü. Elleri ellerimdeydi. "Baba," dedim solgun bir sesle yeniden. "Baba."

"Avukat," dedi o ses bana. Hemen arkamdan Tugay çıktı, arkadan bana sarıldı, başını omzuma yasladı ve babama baktı. O özgürdü, kelepçeleri yoktu ve iki kolu vardı. Kolunu kesmemişlerdi. "Avukat," dedi yeniden. Başımı çevirip ona baktım, yüzünde izler yoktu. O bambaşka biriydi. "Sevgili Avukat," dedi. "Aç gözlerini."

Yavaşça gözlerimi araladığımda boğazımdaki acı tatla öksürmeye başladım, ardından yeniden kusma isteğiyle öne eğildim ama imkânsızdı, midem bomboştu. O an, hâlâ o işkence odasında olduğumuzu fark ettim ama adamlar yoktu, baş başaydık. Hayır bu da bir rüya veya kâbus olmalıydı.

Eğildiğim yerden bakışlarımı Tugay'a çevirdiğimde acıyla, "Rüyada mıyım?" diye sordum. "Kâbus mu?" Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu. Sadece su istiyordum, başka hiçbir şey değil. Bunlar katlanılmazdı, Tugay nasıl katlanmıştı? Doğrulup etrafıma baktım, camlar kapalıydı, kameraya döndüm, ışığı yanıp sönüyordu, izleniyorduk. "Kâbus mu?" diye fısıldadım ona doğru fakat kâbusumda protez elinin yerinde olacağından emindim. Halbuki Tugay bıraktığım gibiydi. "Tugay," dedim bakmamaya çalışarak o boşluğa ama öyle zordu ki…

"Hayır, gerçek," dedi ve baktığım yer onu rahatsız etmiş gibi hareketlendi. "Çok kötü görünüyor mu diye sormayacağım. Kötü görünüyor, biliyorum ama lütfen öyle dikkatli bakma, bu beni utandırıyor." Gözlerim gözlerine çevrildiğinde aksini söylemek istedim ama bana izin vermedi. "Bu şekilde karşında olmak istemezdim, özür dilerim."

"Tugay," dedim acıyla. "Sen aynı sensin, yapma."

"Avukat," derken dişlerini sıktı. "Bakma artık, oraya bakma." Kendini gizlemek istiyor gibiydi. "Çok kötü görünüyor, biliyorum. Yapma şunu."

Ne desem dinlemeyecekti, ne söylesem kâr etmeyecekti. Bakışlarımı zorlukla da olsa gözlerine çevirdiğimde, "Tugay," dedim solgun bir sesle. "Öldü." Ellerimi hareket ettirdiğimde bileklerimin acısıyla nefesim kesildi ve baktığımda derin kesikler olduğunu fark ettim. "Öldü," dedim bileklerime bakarak. "Öldürdü. Benim yüzümden öldü. Masumdu Nigâr Sultan. Belki de en masumuydu, hiçbir suçu yoktu." Bakışlarımı yeniden Tugay'a çevirdim, gözünü kırpmadan beni izliyordu fakat Nigâr’ı hatırlattığım an gardını indirdiğini anladım. "Öldü," diye fısıldadım. "Ve ben onu kurtaramadım."

Tugay gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı ve dudaklarını ıslattı. Doğru kelimeleri bulmak istiyor gibiydi ama imkânsızdı. Biliyordum. Şu an imkânsızdı. "Giray," dedim bu kez. "Onu aldılar. Marco..." Dişlerimi sıktım, öfkeden gözlerim doldu. "Boğuluyorum," derken gözlerim acıyla doldu. "Bu kadarı çok ağır. Öyle bir haldeyiz ki kurtuluş imkânsız."

"Değil," dedi hiç düşünmeden.

"Nasıl değil?" dedim öfkeyle. Karşı karşıya oturduğumuz o sandalyelerde ikimizin de bileklerinde kelepçeler vardı, kapana kısılmıştık. "Nasıl değil?" diye bağırdım bu kez. "Her şey mahvoldu ve bu kadarı yetmezmiş gibi senin idamın yaklaşıyor! Bana senin en sevdiğin yemeği yaptıracaklar, bir kez daha yüzleşeceğim bununla! Nasıl değil?"

Tugay yutkundu, ardından başını omzuna doğru düşürdü. "İmkânsız diye bir şey yoktur benim için Sevgili Avukat," dedi. "Ben hepsini imkân dahiline getiririm, bulurum bir yolunu."

"Bulamazsın." Dişlerimi sıkarak duvarlara baktım. "Şimdi, hemen öldürmeliler bizi çünkü bu kelepçelerden kurtulduğum an neye dönüşeceğimi, bu öfkemi ve üzüntümü nasıl yansıtacağımı bile bilmiyorum! Beni duydun mu?" Öyle bağırıyordum ki sesim duvarlarda yankılanıyordu. "Kerem Karaman!" diye haykırdım. "Ortaya çık!"

Tugay başını iki yana sallarken o kadar sakindi ki bu ölüm sessizliğini anımsatıyordu. "Acaba dışarıda hava nasıldır?" dedi bir anda.

"Ne?"

"Acaba…" dedi bir kez daha, "…dışarıda hava nasıldır?"

Kaşlarım çatıldı. Bileklerimdeki acı olmasa gerçekten bir kâbusun içinde olduğumu düşünebilirdim. "Bunun ne önemi var?" dedim dişlerimi sıkarak.

"Özgür olduğumda karlar yağsın istiyorum da," dedi umursamaz bir sesle. "Umarım şimdi dışarıda lapa lapa kar yağıyordur." Bakışları bana döndüğünde hiç beklemediğim bir şekilde gülümsedi saatlerdir işkence çekmiyormuşuz gibi. "Küçük bir çocuk," dedi gülümsemeye devam ederken. "Sana bir soru soracak, cevabını çok merak ediyorum."

"Ne?" dedim bir kez daha.

Başını hafifçe öne eğip gözlerini kıstığında göğüskafesimi işaret etti. Çocuktan kastı Nida’ydı, lekelerimiz ortaktı. "Küçük bir çocuk," dedi gülümseyerek. "Sana harika bir soru soracak. Sevgili Avukat. O soruyu sorduğunda cevabını duymak için bizzat yanında olacağım."

Gözlerinin içine baktım, ardından gülmeye başladım. "Biz," dedim ikimizi kastederek. "Sahiden delirdik galiba. Başka açıklaması olamaz." Bu kez de gülüşüm duvarlarda çınlamaya başladı, Tugay da bana katıldı. Öyle korkutucu görünüyorduk ki bizi izleyenlerin ne düşündüğünü tahmin bile etmek istemiyordum. Kendimi gösterdim. "Şu halime bak," dedim. "Bir adamı öptüğü için bu kadar ağır bedel ödeyen tek kadın benim. Bir mahkûmun avukatı olduğu için bu kadar ağır bedel ödeyen yine benim. Yaşamadığım hiçbir şey kalmadı ve gülüyorum. Delirdim."

"Öptüğü için kısmından sonrasını dinleyemedim," dedi Tugay gülümseyerek. "O anı ölümsüzleştirmek isterdim diyeceğim ama zaten ölümsüzleşti, öyle değil mi?" Derin bir nefes verdi, omuzları kalkıp indi. "Ah Sevgili Avukat, avukatım benim, bin kez daha işkence çeksem yine de değerdi."

Başımı iki yana salladığımda bu kez acıyla gülümsüyordum. "Ve sanırım sondu," dedim kırgınlıkla. "Çünkü kaybettik."

Tugay çenesini havaya kaldırdı. "Ben Tugay Demir Çeviker'im," dedi ezberletmek ister gibi. "Ve sen de onun Sevgili Avukat’ısın. Biz kaybedemeyiz çünkü birlikteyiz, biriz, benimlesin, solumdasın, her anlamda." Önce beni işaret etti, ardından kendini. "Biz," dedi üstüne basa basa. Ardından fısıldayarak devam etti. "İkimiz birlikteysek tek kayıp şu öpüşmeden geçirdiğimiz bomboş zaman olur güzelim. Başka bir kaybımız da olamaz."

Dudaklarım aralandığında ağır demir kapı sertçe açıldı ve içeriye Krallık'ın yedi askeri girdi, onun ardından da Ölüm Timi’den yedi kişi. Tam on dört kişi içeriye doluştuktan sonra Marco'nun kapıda belirdiğini gördüm. Onun ardından ise Kerem Karaman geldi.

Bakışlarım Marco'dan ayrılmadı; onunkiler de benden. Bileğimdeki kelepçeler çıktıktan sonra ne pahasına olursa olsun, onun boynunu kırmak istiyordum. Başka isteğim yoktu.

Krallık askerleri ilk önce benim yanıma geldi ve bir tanesi ayağımdaki kelepçeleri açmaya başladı. "Eftalya Atalar," dedi Kerem Karaman. Ben hâlâ Marco'ya bakıyordum. "Artık Tugay Demir Çeviker'in avukatı değilsin." Bunu zaten biliyordum. O öpüşmeden sonra avukatı olarak kalabilmem mucize olurdu. "Bunun dışında hakkında soruşturma açıldı." Bunu da biliyordum fakat yine gözlerimi Marco'dan ayıramıyordum. "Tugay Demir Çeviker'in idamına kadar ayrı bir evde tutulacaksın önlem amacıyla. Tıpkı babacığının idamından önce olduğu gibi. Bunun dışında sevgilinin son yemeğini de sen hazırlayacaksın fakat bu kez yanında adamlarımız da olacak." Güldüğünü işittim, en sonunda bakışlarım ona döndüğünde üstten üstten beni izlediğini gördüm.

"Bu kadar konuşmayı bile hak etmiyor," dedi Marco arkadan. "Baksana benden nefret ediyormuş gibi bakıyor, gücü yetebilecekmiş gibi."

"Marco," dedim Kerem'in yüzüne bakarak. "Kerem'den sonra seni öldüreceğimden emin olabilirsin."

"Ah," dedi Kerem Karaman. "Bu bir tehdit mi Avukat Eftalya Atalar? Beni korkutuyorsun." Gülmeye yeniden başladığında iki adam Tugay'ın olduğu tarafa geçti. "Ne iyi adamsın sen de Tugay Demir Çeviker," dedi. "Bize zorluk çıkarmıyorsun, üç kelepçeyle işi götürüyoruz, kolsuz herif."

Tugay gülümseyerek Kerem'e baktı. "Sevgilisi," dedi az önce söylediğini tekrar ederek ve bana baktı. "Sevdim bu tanımı, bozuk saat misali doğruyu gösterdiği zamanlar da var, öyle değil mi?"

"Piç kurusu," dedi Kerem. "Hâlâ konuşabilmen bile mucize." Adam Tugay'ın sağ bileğine uzanmadan önce Kerem, Tugay'a doğru eğildi ve saçından tutarak başını arkaya yatırdı. Tugay gülümseyerek izlemeye devam etti. "Sen öldükten sonra sevgilini senin için bir de ben becereceğim."

"Seni tek elimle bile öldürürüm." Tugay'ın yüzündeki gülümseme silindi, gözlerini kıstı. "Hiç nasıl öleceğini düşündün mü?" diye sordu. "Çünkü ben senin için hep düşündüm Kerem Karaman. Türlü senaryolar kurdum, hepsinde de acılar içinde ölüyordun ama en kötüsünün ne olduğunu az önce buldum. Bu çok keyif verici olacak."

Kerem dişlerinin arasından öfkeyle, "Öyle bir öleceksin ki…" dedi. "Sen işkence çekerken idam sehpasında seni canlı canlı yakacağım." Başını sertçe ittiğinde adam Tugay'ın son kalan kelepçesi için sağ tarafına geçip onu da açtı. Klik sesinin ardından ikimiz de özgür kaldığımızda sadece bir anlığına atılıp Marco'yu öldürmeyi düşündüm ama on dört kişinin olduğu bu odadan asla sağ çıkamayacağım biliyordum.

Tugay sağ eline baktı ve bir açıp kapatarak sıktığında gözlerini Kerem'e çevirdi. Diğer adam da geriye doğru adımladığında o birkaç saniyelik sessizlik korkutucuydu. "Duyuyor musun Kerem Karaman?" diye sordu Tugay.

"Neyi?"

"Fırtına öncesi sessizliği," dedi Tugay. "İmkânsızdır duyması ama ben duyabiliyorum çünkü imkânsızlıkları imkân dahiline getirmek huylarım arasındadır."

Kerem Karaman tek kaşını havaya kaldırdığında Marco'nun belli belirsiz kafasını salladığını gördüm. Sonra ise hızlı bir hamleyle bıçağı kameraya fırlattı. Kamera yere düştüğünde ışıklar bir yanıp bir sönmeye başladı, alarmlar öttü. Tam o esnada Ölüm Timi’ndekiler Krallık askerlerinin arkasına geçti ve tek hamleyle, hiç düşünmeden boyunlarını kestiler, yedi Krallık askeri yere yığıldı.

İrkilerek ayağa kalktığımda oturduğum sandalye yere düştü. Ölüm Timi’nin yedi askeri bıçaklarını havaya kaldırdı. Tugay'a bakarak başlarını salladılar ve bıçaklarını aynı anda yere bıraktılar.

Tugay oturduğu sandalyeden kalktığında Kerem Karaman tam karşısındaydı. Korku dolu gözlerle askerlere bakıyordu. Marco cebinden bir mandalina çıkarıp soymaya başladı. "Sürpriz!" dedi neşeli bir sesle. "Sana hediye hazırladım, beğendin mi?"

"Sen…" dedi Kerem dehşet içinde. "Onu…" Tugay'ı gösterdi, konuşamıyordu. Ben de şaşkınlık içindeydim. "Onu vurdun, gözlerimle gördüm."

Tugay hafifçe gülümsedi. "Bugünler için yatırımdı," dedi. "Başka türlü ona nasıl güvenecektiniz ki?"

"İkizin," dedi bu kez Kerem Karaman. "Onun yerini verenlerden biri de Marco'ydu." Yutkundu, geriye doğru bir adım attığında birine çarptı. Kar maskeli adam onu itip maskesini çıkardı. Javier’di. "Giray'ın tutuklanmasına neden oldu."

"BL örgütünün yalnız kaldığını düşünmeniz gerekiyordu. Marco'ya da daha fazla güvenmeniz," dedi bu kez de Tugay. "Ve idam kararım için elinize bir koz verilmeliydi. Krallık'ın gizli dosyalarından vazgeçemezdim, Giray en doğru seçenekti. Derya'nın planını avantaja çevirdik diyelim." Tugay omuzlarını silkip başını salladı. "Tek kaçış noktam idam çünkü çipi o zaman çıkaracaklar."

Kerem Karaman diğer tarafa yürümek istedi ve bu kez çarptığı kişi Omar oldu, o ise Kerem'i daha sertçe itti. "Ve bu sırrı sadece sen biliyorsun Kerem Karaman. Başka kimse bilmiyor ama bil bakalım, senin konuşmaman için şimdi ne yapacağım?"

Kerem yutkundu. "Beni…" dedi titreyen bir sesle, "…öldüremezsin." Başını iki yana salladı. "Anlarlar. Her şeyi anlarlar." Marco'ya baktı. "Şüphelenirler, burada, bu kadar kişi..."

"İnanmazsın," dedi Marco ağzında mandalina varken. "Ölüm Timi’nden bazıları Tugay'ı desteklediği için direniş göstermiş, burada saldırı düzenlemişler. Aralarından bazıları da ölecek zaten."

"Abartma," dedi Omar. "Gözden kaybolacağız."

"Mandalina aklımı bulandırdı." Marco güldü ve çenesiyle Kerem'i işaret etti. "Kısacası sen bok yoluna gitmiş olacaksın Kerem Karaman. Zaten Krallık da senden bıkmıştı, bu haber onları sevindirir."

Yeniden sessizlik oluştuğunda kalbim bu kez heyecandan atıyordu. Gözlerimin önüne bütün o görüntüler geldi. Bana şiddet uyguladığı, babamı aşağıladığı, hakaretler ettiği, sevdiklerimi ötekileştirdiği, Nigâr’ı öldürdüğü, Tugay'a işkence ettiği bütün o görüntüler... Bana iznim olmadan dokunduğu saatler önceki o an… Hepsi aklımda dört dönüyordu.

Tugay çenesini kaldırdı, boynunu bir kez çıtlattı, sağ elini kaldırdı. "Seni," dedi. Sesinde çok büyük bir aşağılama vardı. "Seni tek elimle bile öldürebileceğimi söylemiştim Kerem Karaman. Şimdi…" Omuzlarını dikleştirdi. "Her şeyden önce avukatıma yaptığın saygısızlıkların hesabını verme vakti."

"Hayır," diye mırıldandı Kerem ve bakışları bana döndü. Tam o esnada Tugay boynunu sağ eliyle kavrayıp onu duvara yapıştırdı. Kerem bir yumruk salladığında Tugay hızla başını eğerek kendini kurtardı, ardından onu ters çevirip ensesinden kavradı. Tıpkı biraz evvel Kerem’in ona yaptığı gibi saçlarından kavrayıp başını arkaya yatırdı. Tugay'ın dudaklarından bir küfür döküldü ve Kerem’in başını öyle sert duvara çarptı ki bir kırılma sesi geldi. Kerem çığlık attı.

Marco kapıya omzunu dayamış olanları izlerken benimle göz göze geldi, sonrasında ise cebinden bir mandalina çıkarıp bana attı. Havada kaptığımda, "Yesene avukat," dedi neşeyle. "Vitamin, iyi gider."

Tugay, Kerem'in başını bir kez daha duvara çarptı. "Sana bu zamana kadar dediklerimi hatırlıyorsun değil mi?" diye sordu. "Şimdi sağ kolunu mu yoksa sol kolunu mu keseyim? Sen seç hadi." Başını geriye çekti, Kerem'in yüzü kanlar içindeydi. Dirseğini Tugay'ın karnına geçirdiğinde Tugay dişlerini sıkarak bağırdı. Yüzünde korkutucu bir ifade oluşmuştu. Sırtına tekme indirdiğinde Kerem acıyla dizlerinin üzerine çöktü. "Sanırım bacaklarından başlamamız gerekir bu işe."

Kerem ona karşı gelmeye çalışıyordu ama Tugay tek koluyla bile Kerem'i alt edebiliyordu. Ölüm Timi nefes bile almadan bu anı izlerken kendimden hiç beklemediğimi yaptım ve mandalinayı soymaya başladım. Marco gülmeye başladı. Tugay, Kerem'in önünde çöküp yeniden boynunu sıktı. "Şimdi de konuşsana," dedi dişlerinin arasından. "Neden susuyorsun şerefini, gururunu, evveliyatını siktiğimin evladı?"

"Tüh," dedim kendimi tutamayarak. "Küfrettin. Bu gerçekten en ayıp olanıydı."

Tugay, Kerem'in boynunu sıkarken, "Tüh kere tüh," dedi gülümsemeye çalışarak ama gözlerinde o katil adam vardı. "Özür dilerim Sevgili Avukat. Kabalık ettim."

"İmdat," diye bağırmaya çalıştı Kerem Karaman ama zorlukla nefes alıyordu. Bana baktı, elini kaldırıp uzanmak istediğinde Tugay ayağıyla sertçe koluna bastırdı. Bütün gücünü verdiğinde bir kırılma sesi geldi sol kolundan. Haykırışı o kısık sesine rağmen kulaklarıma ulaştığında kaşlarımı kaldırdım.

Soğuk bir şekilde, "Acıktın mı Kerem Karaman?" diye sordum. "Güçten düşmeni hiç istemem." Elimdeki mandalinayı ona uzattım. "Al, vitamin iyi gider."

Marco kahkaha attı. Kerem'in gözleri acıdan dolmuştu fakat bir yandan güçsüz yumruklarıyla Tugay'a vurmayı ihmal de etmiyordu. Tugay da gülmeye başladığında hafifçe doğruldu. Bu kez başının tepesini hedef aldı, ardından yüzüne tekme attığında Kerem sol tarafa doğru düştü. Tugay durmadı, bu kez karnına tekmeler indirdi. O sırada Kerem'in acılı haykırışları yükseldiğinde Tugay yüzüne bir tekme daha indirdi.

"Ölme," dedi Tugay dişlerinin arasından. "Sakın öleyim deme, öldün diye bir kez daha öldürürüm seni."

Kerem kan kusmaya başladığında Tugay buna bile izin vermeden onu yeniden saçlarından tutup kaldırdı ve sürükleyerek dizlerinin üzerinde tam karşıma getirdi. Ağzından kanlar akarken zorlukla, "Hayır," dedi yalvarır gibi. "Hayır Eftalya, bu sen değilsin. Yalvarıyorum, bu sen değilsin."

Tugay bana itaat ediyormuş gibi baktığında gülümsedi, hemen ayaklarının ucundaki Kerem ise dizlerinin üzerindeydi. Kerem ağlamaya başladı. "İmdat!" diye haykırdı. "Birileri yardım etsin!"

"Maalesef edemezler," dedi Marco dudaklarını bükerek. "Bildiğin üzere işkence odasının duvarları ses geçirmez, tam da sizin istediğiniz gibi."

"Eftalya," dedi Kerem ağlayarak. "Yalvarırım." Kaşlarım havalandığında ona karşı bir merhamet duygusu aradım ama o kadar yoktu ki gülümseyerek ağzıma bir parça mandalina attığımda Tugay'la göz göze geldik.

Tam o esnada Tugay, "Sevgili Avukat’ım," dedi ondan üstünmüşüm gibi. "Ne istiyorsun?" Mandalina çiğnemeye ara verdiğimde Marco bile şaşkınlıkla gözlerini açtı. "Senin emrindeyim. Ne istersen o olur."

"Eftalya, yalvarırım," dedi Kerem ağlayarak. "Söz veriyorum bir daha hiçbir şey..." Tugay sertçe geriye çektiğinde Kerem acıyla haykırdı. "Söz veriyorum bir daha..." Bir kez daha yaptığında Kerem haykırarak ağlamaya başladı.

Kendime bir aynadan bakıyormuş gibi hissediyordum. O ayna ben kendimi gördükçe kırılıyordu; dönüştüğüm kadın, herkesin bildiği o Eftalya'dan adımlarca uzaktaydı. Aylar öncesinde böyle bir sahnenin karşısında hiçbir şey hissetmeyeceğimi söyleseler güler geçerdim ama şimdi kalbim, vücudum öyle bir buz gibiydi ki beni değiştirenin kötülük olduğunu biliyordum. Hayır, benim kötülüğüm değil, onların kötülüğüydü.

"Sanırım benim bir fikrim var," dedi Tugay yüzüme gülümseyerek bakmaya devam ederken. "Hem de daha öncesinde kendime verdiğim bir söz." Yutkundu, bana bakışlarındaki o hayranlığı gizlemiyordu. "Avukatımdan," dedi Tugay. "Benim avukatımdan, ne diyordun sen?" Düşünüyormuş gibi davrandı. "Sevgilimden," Gülümsemesi genişledi. "özür dileyeceksin, yaptığın her şey için. Özür dilersen," Kaşları havalandı. "seni serbest bırakırım."

O makarnayı yersem Nigâr’ı serbest bırakacağını söylemişti; Tugay da benden özür dilerse onu bırakacağını söylüyordu.

Kerem öyle aşağılık bir adamdı ki hiç düşünmeden, "Özür dilerim," dedi yalvarır gibi. "Özür dilerim Eftalya, her şey için özür dilerim, sana yaptığım her şey için özür dilerim."

"Sana vurduğum için," dedi Tugay.

"Sana vurduğum için özür dilerim," dedi Kerem.

"Sana küfürler ettiğim için," dedi bu kez Tugay.

"Sana küfürler ettiğim için özür dilerim," diye tekrar etti Kerem ağlayarak.

"Sana saygı duymadığım her an için." Tugay'ın sesi öyle kürütücü, öyle emrediciydi ki belki de korkmam gerekirdi ama ben bambaşka duygular içindeydim.

"Sana saygı duymadığım her an için özür dilerim." Başını iki yana salladı.

"Adnan Atalar için," dedi Tugay bu kez.

Kerem sadece birkaç saniye duraksayıp, "Baban için," dediğinde Tugay onu sertçe itti.

"Adnan Atalar için!" diye bağırdı. "O adamın adını söyleyeceksin! O adama da saygı duyacaksın!"

"Adnan Atalar için!" dedi Kerem de bağırarak. "Adnan Atalar için özür dilerim Eftalya."

Yeniden sessizlik işkence odasını doldurduğunda ben de artık Tugay'ın bahsettiği o fırtına öncesi sessizliği işitebiliyordum. Boğazımı temizledim, elimdeki mandalinayı bu kez Marco'ya atan bendim. Ellerimi ovuşturup Kerem'e doğru bir adım attım ve üstten üstten ona bakarken yavaşça önünde yere çöktüm. Gözlerinden bir tanesi artık yok gibiydi, kırılan burnu çok kötü görünüyordu. Tanınmaz halde olsa da ben onu o iğrenç bakışlarından daima tanırdım.

"Kerem," dedim başımı sallayarak. "Biliyor musun, baban ölmeden önce…" Kerem'in yüz ifadesi donuklaştı. “…senden daha gururlu davrandı." Bu açık itirafım karşısında dudakları aralandı fakat umursamadım. "Bil diye söylüyorum, onu astıran da, kolunu kestirip Krallık'a gönderen de bendim." Kerem acıyla inledi. "Ve bir an bile şüphe etmedim."

Yüzüme dikkatli bir şekilde bakarken, "Bu sen değilsin," dedi. Ölüm Timi’nin attığı bıçaklardan birini aldığımda sol elime kan bulaştı.

"Hayır," dedim karşı gelerek. "Ben tam olarak bu kadınım. Sizin tanıdığınız Eftalya, kendinize dönüştürmeye çalıştığınız kişiydi." Bıçağın kabzasını sıkıca kavradım. "Sana mahkeme salonunun önünde bana vurduğunda ne dediğimi hatırlıyorsun, değil mi?"

Seni ben öldüreceğim. Bir gece vakti, tam uykunda, o ağzına doladığın yatağında.

Bıçağın kabzasını daha sıkı kavradım. "Hayır," dedi Kerem bıçağa bakarak.

"Ne acı," dedim. "Şu an yatağında bile değilsin ama yine de tam karşımda yalvararak bana bakıyorsun."

Bir kez daha, "Bu sen değilsin," dediğinde gözlerimi ona çevirdim ve bıçağı kaldırdım. "Sen bu değilsin Eftalya. Sen iyi bir kadınsın, bir insanı öldürebilecek biri değilsin, hiç olmadın. Ben seni..."

Hiç şüphe etmeden, hatta üzerinde bir kez bile düşünmeden, elim bile titremeden bıçağı sertçe tam kalbine sapladığımda cümleleri yarıda kaldı, ağzı kocaman açıldı. "Hayır," dedim fısıldayarak. "Ben Adnan Atalar'ın, adını söylemekten bile kaçtığın o adamın kızıyım. Ölmeden önce son duyduğun isim babamın adı, seni öldüren de ben oldum."

Sadece birkaç saniye dudakları hareket etti, bir şey söylemek istedi ama kalbi dayanmadı. Bir çuval gibi gözleri açık bir şekilde düştüğünde göğsünden oluk oluk kan akmaya başladı.

Ve Kerem Karaman öldü. Onu ben öldürdüm.

Bıçak elimden kayıp düştüğünde elimdeki kanı tiksiniyormuş gibi üzerimdeki elbiseye sildim, ardından çöktüğüm yerden kalktım ve sarsıldığımı hissettim. Kerem Karaman öldüğü için değil, gözümü bile kırpmadan bir adamı öldürdüğüm için. Bakışlarım ürkek bir şekilde Tugay'a döndüğünde onun da gözünü kırpmadan beni izlediğini fark ettim. Sadece birkaç saniye bakıştık ve aramızda bin tane duygu geçti ama o duyguların arasından en net gördüğüm bana karşı hissettiği yoğun hislerdi.

"Kötü mü görünüyorum?" dedim kendimi tutamayarak. "Benden korkuyor musun?" Dönüştüğüm kişinin Tugay Demir Çeviker olması benim de kendimden beklemediğim bir şeydi.

"Hayır," dedi Tugay, sonra bir adım atıp sağ eliyle önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Sen daima güzel görünüyorsun Sevgili Avukat ve ben değil, bırak bütün dünya senden korksun. Bu hoşuma gider."

Yutkunurken elim yüzünü buldu, avcumdaki kan onun yüzüne bulaştı. "Dışarıda hava nasıldır acaba?" diye mırıldandım az önce onun söylediklerini tekrar ederek. "Umarım lapa lapa kar yağıyordur, özgür kaldığımızda kar yağsın istiyorum."

Tugay gülümsedi, gözleri dudaklarıma kaydı. Tam o esnada Marco, "Bölüyorum ama," dedi alaylı bir sesle. "Sonra sevişmeniz çok daha iyi olur."

Tugay, "Sana söyleyeceklerim var," dediğinde planını anlatacağını anladım.

"Ondan önce," dedim. Yüzümdeki gülümseme silindi, sesime acı bulaştı. "En nefret ettiğin yemeği ve sevmediğin kokuyu söyle çünkü idamın gerçekleşmediğinde sana en sevmediğin yemeği yedireceğim, bu da sana cezam olacak."

"Yaprak sarması," dedi solgun bir sesle. "O en sevdiğim yemek. Ve en sevdiğim koku…" Gözlerini kıstı. "Orkide."

"Asla," dedim çenemi kaldırarak. "Bunların hiçbiri olmayacak Tugay, asla. Çünkü ölmeyeceksin."

"Sevgili Avukat," dedi Tugay cümleleri seçmeye çalışarak. "Bir kumar masasına oturuyoruz ve o masadan yenilgiyle de kalkabileceğini bilmelisin."

"Ben Eftalya Atalar'ım," dedim onun gibi. "Ve sen de onun müvekkilisin. Biz kaybedemeyiz." Sesimdeki acı geçmemişti. "Kaybedemeyiz," diye devam ettim. "Kaybetmemeliyiz Tugay. Bunu kaldıramam."

İdama yirmi dokuz saat kala...

"Kerem Karaman, Tugay Demir Çeviker tarafından bıçaklanarak öldürüldü!"

Karşımdaki televizyonda bu cümle dönüp duruyordu. Hayır, ben öldürdüm! diye haykırmak istiyordum ama bunun hiçbir şey fark ettirmeyeceğinin bilincindeydim. Tam üç gündür, üç koca gündür bu evin içindeydim. Geçen gün götürdükleri evden çok daha kötü bir yerdi burası. Sadece iki odası ve minicik bir mutfağı vardı, dağın başındaydı. Kapının önünde çok daha fazla adam, içeride çok daha fazla adam, çok daha fazla tedbir ve bir televizyon.

Kanalı değiştirdim.

"Tugay Demir Çeviker, 17 Ocak Pazar günü saat 15.00'da halk meydanında idam edilecek!" Kalbimi delip geçen başka bir haber. Üç gün bir hücrede tutulmuştum, sonra da üç gün bu evin içine tıkılıp kalmıştım. O nasıldı, ne yapıyordu, beni düşünüyor muydu? İyi miydi? Korkuyor muydu? Aklım çıkacaktı sanki ama o çıkmayacaktı aklımdan.

Dışarıda neler oluyordu? Sevdiklerim neler yapıyordu? Sadece üç gün onun gibi hissetmek bile delirmeme neden olabiliyordu.

Kanalı değiştirdim.

"Tugay Demir Çeviker'in iskemlesini kimin iteceği konusunda Krallık tarafı sessiz kalıyor," dedi kadın spiker. Tam boğaz boşluğunda yarım ay dövmesi vardı. "İdam esnasında açıklanacağı yönünde düşünceler var lakin biz bunun, kardeşi Giray Pusat Çeviker tarafından yapılacağını öngörüyoruz."

Diğer spiker sözü aldı. "Giray Pusat Çeviker, örgüt liderliğini üstlenmiş. O da artık bir mahkûm. İdam sırası elbette ikizinden sonra ona geçecek."

Kanalı değiştirdim ve Tugay’la kendimi gördüm. Mahkemenin ortasında gözleri benim üzerimdeydi, ben ise ondan başka hiçbir noktaya bakamıyordum. Bir şeyler söylüyor, ardından beni öpüyordu. Bu görüntüleri ilk kez izliyordum ve ilk gördüğüm Tugay'dan önce bendim.

Öylesine gözü kara, öylesine boş vermiş, öylesine kendimden emindim ki onu öperken günler sonra ilk kez gerçek anlamda gülümseyebilmiştim. Elleri vücudumdaydı, beni öperken idam kararı çıkan bir adamdan ziyade bir kadın için idam edilen bir adam gibi görünüyordu; ben ise onun uğruna idam edilecek gibi.

Düşünme, Eftalya dedim kendime ama durduramıyordum. Bu hissin adı ne? Biliyorsun bal gibi bu duygunun adını Eftalya, ezbere biliyorsun. Ezberin onun dudaklarındaydı ama neden kaçıyorsun?

Hangi duygu seni bu denli heyecanlandırıp bu denli korkuttu? Geçmişinde o kadar acılar çektin, çoğunu kendine hatırlatmadın ama sen çoğu zaman yalnızdın. Bir Sinan'ın vardı, başka kimsen yoktu. Meryem'in de vardı ama o çoğu zaman tedavi gördüğü için seninle bile değildi.

Hiç kimse seni istemedi. Bu cümlenin ağırlığı çok fazla biliyorum ama hiç ama hiç kimse seni istemedi.

Sonra bir mahkûm geldi, onun için gözlerini kapattın, her şeye göz yumdun ve onu öptün. Bu hissin adını biliyorsun Eftalya Atalar. Dile getirsene, kendine söylesene.

En azından kendine itiraf etsene.

Kendimi ilk kez yalnız hissetmiyordum ama geçtiğimiz günlerde o kadar az yalnız hissetmiştim ki şu an bu duygunun da şaşkınlığı içindeydim.

On bir yaşındayken Sinan'la eğlenmeye gittiğimizde bu kadar yalnız hissetmemiştim, on beş yaşında babamla doğum günümü kutladığımızda, on yedi yaşında canım kardeşim Meryem ilk kez gülümsediğinde, yirmi yaşında yılbaşında tek başıma çıkıp eğlenmek istediğimde yalnız hissetmemiştim kendimi.

Bir adam vardı, benimle yeni yılın gelişini kutlamıştı. Körkütük sarhoştum ve o adam sarhoş olmama rağmen beni ayıplamayıp yanımda durmuştu. Sonra benimle bir taksiye binmişti, gözlerini açtığımda yatağımdaydım, sabah olmuştu. O güne ait tek hatırladığım yalnız hissetmediğimdi. Sonra adamı bir kez daha görebilmek için defalarca o bara gitmiştim. Yüzünü görmemiştim, maskesi vardı; o gün kutlama için herkes maskeliydi ama onu gördüğümde direkt hatırlayabileceğimden emindim.

Uzun bir boyu vardı, beyaz gömleğine şarap bulaşmıştı. Neler konuştuğumuzu tam hatırlamıyordum ama bana gülüyordu. Ben konuştuğumda susturmuyordu, bana kötü hissettirmeyen nadir insanlardan biri olmuştu. Ekranda Tugay’la görüntülerimiz dönerken o adamı düşünmek yersizdi ama aklıma düşmesinin nedeni de Tugay hayatıma girdiğinden beri aynı şeyler hissetmemdi.

O gün uyandığımda çantamın içinde bir notla karşılaşmıştım. "Leke değil, karlar yağmış göğüskafesine, kalbin bu yüzden hep saf kalmış," yazıyordu. Leke değil, karlar yağmış. Leke değil, karlar...

"Ne?" diye fısıldadığımda oturduğum sandalyeden ayaklanıp televizyona yaklaştım, ardından ellerimin titrediğini fark ettim. Parmaklarım saçlarıma ulaştığında zihnimi o sarhoşluk anındaki her cümleyi hatırlamak için zorladım fakat bomboştu. Tek hatırladığım o duruşu, beyaz gömleği... En sevdiği renk beyaz...

Kalp, demişti, sağ tarafta değildir. Geçenlerde de Tugay bana aynı cümleyi kurmuştu. Dudaklarım aralandığında heyecandan gözlerim doldu ve olduğum yere çöktüğümde havai fişekleri hatırladım, bu yeni yılda bütün imkânsızlıkların ortasında bile bana havai fişekler patlattığı anı. Hapishanede ayaklanma başlattığında patlattığı havai fişekleri... Bunlar bir rastlantı değildi. Vardı bir izi... Ve o iz belki de gömleğindeki şarabın iziydi.

Ben seneler önce bir barda, sonra defalarca ulaşmak istediğim o adamla yeniden tanışmıştım. O adam Tugay Demir Çeviker'di. Her şeyiyle Tugay Demir Çeviker'di. Hapishanede gördüğümde tanıdık hissetmemin nedeni, bana mendili veren kişinin Giray olmasından ötürü de değildi, ben onu gördüğümde aslında bardaki adamı anımsamıştım.

Ağlamaya başladığımda bunu unuttuğum için kendimi birçok kez suçlayacağımı fark ettim çünkü aynı hislerdi, aynı duygulardı, aynı güvendi. O Tugay Demir Çeviker'di, biz onunla normal bir zamanda öylesine çarpışarak tanışmıştık ve artık korktuğum o sorunun cevabını da biliyordum: Biz onunla normal bir zamanda da tanışsak yine bir olurduk.

Bu hissin adını artık biliyorsun Eftalya, dile getir, fısılda, bağır, söyle, korkma.

Korkma, kader varsa o adam senin kaderin.

İdama on iki saat kala...

Geceydi, bulunduğum odanın camlarına kar taneleri vuruyordu. Üzerimde Krallık'ın verdiği gelişigüzel bir eşofman takımı vardı, eskiydi. Günler önce babamın idamı için beklerken şimdi Tugay'ın idamı için bekliyordum. Onu bir iskemleye çıkaracaklardı, başının tepesinde bir urgan sallanacaktı, onu öldüreceklerdi.

Nefes alamadığımı hissettiğimde pencereyi açmaya çalıştım ama kilitlemişlerdi. Boğuluyordum, her ne olursa olsun idam günü gelmişti. Ölüyordum, ona ihtiyacım vardı, yanıyordum, kurtulmak istiyordum. Kâbusum gözlerimin önündeydi, bu kadar acıyı nasıl kaldırabilirdi bir insan bilmiyordum. Kaldırmaya çalışıyordum.

İdama üç saat kala...

Bulunduğum odanın kapısı açıldı, geçen sefer olduğu gibi kıyafet bıraktılar. Bana her şeyi yeniden yaşatıyordular. Siyah bir takım, saçlarımı toplamam için bir toka. Hemen o kanlı çiçekli elbisenin yanına bıraktılar kıyafetleri ve adamlardan bir tanesi bana dönüp, "Müvekkilinin en sevdiği yemeği söyleyecek misin artık?" diye sordu. "Ve en sevdiği kokuyu?"

Yutkundum, her parçamdan başka bir acının geçtiğini hissettim. Hayır, yaprak sarması olmazdı, ona sözüm vardı fakat son yemeği olarak sunmayacaktım. Özgür kaldığında yapacaktım, özgürken yemesini istiyordum. Aksini iddia etse de ona karşı gelecektim.

"Avukat!" diye bağırdı adam. "Sana söylüyoruz!"

"Şekerli kokuları," dedim orkideyi görmezden gelerek. "Şekerli kokuları seviyor." Adam kaşlarını kaldırdı. "Bilmiyorum ki çikolata kokusu belki de." Hayır, orkide olmazdı. O ölmeyecekti, idam edilmeyecekti.

Adamlar birbirine baktı şaşkınlıkla. "Peki ya yemek?"

"Ispanak," dedim. Sorduğumda Tugay cevap vermemişti, ben de kendi sevmediğim yemeği söylüyordum. "Ispanak yemeğini seviyor."

"Emin misin?"

"Adım kadar eminim."

İdama iki saat kala...

İki adam başımda dikiliyordu, ben ise ıspanak yemeği yapıyordum. Tıpkı babama hazırladığım gibi kendi ellerimle bir adamın, Tugay'ın son yemeğini hazırladım. Bu kez zehir yoktu, olamazdı. Onun için de olmamalıydı.

Fakat her şeye rağmen korkuyordum ve bu korku beni kahrediyordu.

İdam saati…

Krallık'ın giydirmeye çalıştığı o takımları değil, kanlar içinde yırtılmış kirli çiçekli elbiseyi giymiştim. Saçlarımı toplamamış açmıştım. Nasıl olmuştu da buna izin vermişlerdi bilmiyordum ama arabada giderken karşımdaki dört adam da sessizdi. Radyo bile açılmamıştı.

Arabanın ön aynasında kendimle karşılaştım. Günler sonra ilk kez kendimi görebiliyordum. Gözlerim yorgun, göz altlarım mordu ama sadece bu kadar da değildi. Beyaz lekeler çenemden sol yanağıma doğru tırmanmıştı, saçlarımdaki beyaz tutamlar artmıştı, boynum neredeyse tamamen bembeyaz lekelerle dolmuştu. Sadece göğüskafesimde birikmeye başlayan o karlar artık yüzümdeydi ama bu kez kendime bakarken kaçmadım. Çünkü bugün kar da lapa lapa yağıyordu. Tıpkı Tugay'ın istediği gibi.

Gözlerimi camdan dışarıya çevirip duvardaki BL cümlelerini okumaya başladım. Her cümle bir direnişti. Ama bütün o cümlelerin arasında sadece bir cümle yine dikkatimi çekmişti.

"İki yüz kırk adım attığım o yolun sonunda beş dakika da olsa güneşi görmek isteyen bir mahkûmdum; şimdi ise sadece Eftalya çiçeğine mahkûm bir adamım."

TDÇ

Gülümsediğimde günler önceki o anımızı hatırladım. Altmış adımda yürüdüğü yolu, benim için iki yüz kırk adımda bitirmişti daha fazla vakit geçirmek için. Beş dakika güneşi görmek istemişti ama güneş tepemizdeyken bana bakmıştı.

Araç durmak üzereydi. İnsanlar artık o araçta benim olduğumu biliyordu, kimisi yuhalayarak kimisi de alkışlayarak beni karşılıyordu. "Kuralları biliyorsun," dedi adam araç tamamen durduğunda. "Bilmemen imkânsız, sürekli çevrende birileri idam ediliyor." Adam gülerek kelepçeleri açtı, bileklerim daha da aşınmıştı. "Bağırmak, ağlamak yasak; sonucunda..."

"Biliyorum," dedim lafını bölerek.

Adam umursamaz bir şekilde omuz silktiğinde büyük siyah minibüsün kapısı açıldı. Ölüm Timi’nden iki kişi bizi karşıladı, birinin Javier olduğunu gördüm. Bu da demek oluyordu ki henüz onların planı suya düşmemişti. Javier yüzüme ciddiyetle baktı, rol yapıyordu ama iyi olup olmadığımı anlamaya çalıştığına emindim.

Beni araçtan indirdiklerinde ilerideki insan kalabalığını gördüm ve daire şeklinde dizilmiş eli silahlı adamları. Meydanın tam ortasında bir idam sehpası vardı, bir urgan sallanıyordu. Hemen yanında zırhlı bir araç duruyordu. Meydanda, gökyüzünden karlar düşerken onu asacaklardı, planları buydu.

Sol tarafta BL’yi destekleyenler vardı, beni gördükleri anda adımı haykırmaya ve alkışlamaya başladılar. Sağ tarafta Krallık’ı destekleyenler duruyordu ve beni gördükleri anda küfretmeye başladılar. Adamlar iki yanıma geçip beni etten örülmüş güvenlik duvarından geçirdiler.

"Biz yanındayız Eftalya!" diye haykırdı bir kadın. "Sadece kalbinin sesini dinle!" Krallık'ın askerleri kadına saldırarak onu susturdu.

Kalbimden geçeni itiraf edemiyorum ki kendime…

Zırhlı aracın üzerine Özgürlüğümüz yazılmıştı sprey boyayla, sondaki e harfinin yazılmasına bile fırsat verilmemişti muhtemelen. Hemen yanında ise teröristler yazıyordu, buna izin vermişlerdi elbette.

Meydanın ortasına götürüldüğümde kalabalıkta tanıdık yüzler görmek umuduyla baktım ama gördüğüm sadece binaların tepelerindeki keskin nişancılar ve tepemizde dönüp duran üç helikopterdi. Bir din idamı getirmişlerdi yine, bir de hâkim vardı.

Başkan ve yardımcıları ise büyük camdan bir fanusun içinde korunaklı bir şekilde olanları izliyordu, çevrelerinde etten duvarlar vardı.

Güven duyabileceğim birilerini aradım. Sinan'ı, Ufuk'u, Defne'yi... Sadece Javier buradaydı fakat benimle göz teması kurduğu anda bile gözlerini kaçırıyordu. Marco'ya bakındım, o da yoktu. Yalnızdım.

İdam sehpasının hemen karşısına Krallık'ın önüne beni geçirdiler. Annemi aradım bir ümit, belki düşünceleri değişmiştir diye ama geçen günden sonra o da yoktu. O kadar çok küfür vardı ki bu kadar aşağılama kaldıramayacağım kadar ağırdı. Bir taş tam bana isabet ettiğinde acıyla inledim ve elim alnıma gitti, kanıyordu. Sinan olsa koşup gelirdi ama yoktu. Annem bile belki gelirdi. Gelir miydi? Çok yalnızdım.

Hâkim sözü devraldığında ve tokmağı vurduğunda Başkan dışında herkes ayaklandı. Tek tek Tugay'ın neden idam cezası aldığını anlattı, BL örgüt kurucusu olduğunu... Birçok kez sözü kesildi, insanlar bağırarak onu susturdu ama neyse ki son cümlesini söylediğinde onu çağırdı, Tugay'ı.

Müvekkilim Tugay Demir Çeviker'i.

Elim kalbime gittiğinde biliyordum, kalbimi sıkıştıran bu duyguyu biliyordum, beni mahveden bu duygunun adını biliyordum, seneler önce o barda tanıştığım adamı neden günlerce aradığımı biliyordum.

Şimdi tam zamanı, dedim kendi kendime. Dile getir Eftalya Atalar. Kendine itiraf et, zor değil, neden korkuyorsun?

Korktuğum kaybetmekti ve kaybedersem bu itirafla bir saniye bile yaşayamazdım.

Ona bir şey olursa yaşayamazdım, birbirimize verdiğimiz söz vardı.

Zırhlı aracın kapısı açıldığında ilk Tugay’ın inmesini bekliyordum ama ilk inen kişi Giray olmuştu. Üzerinde siyah mahkûm üniforması vardı, bileklerinde ise kelepçeler. O indiği anda gürültüler arttı, tam sekiz adam onu çepeçevre sararak meydana getirdi. İskemlesini ona, ikizine ittireceklerdi.

Onun ardından zırhlı araçtan Tugay indiğinde gözleri direkt meydana döndü ve gürültüler öyle arttı ki hem alkışlar hem hakaretler birbirine karıştı. Onu yürütürlerken tek tek meydandaki herkese bakmaya çalıştı ve en sonunda beni idam sehpasının karşısında bulduğunda gülümsedi. İdam edilecekti ama bana yine de gülümsemişti, ben nasıl ona gülümsemezdim? Aynı şekilde karşılık verdiğimde hemen yanında yürüyen Marco'yu gördüm.

Su serp artık şu içine Eftalya, güven, inan. Ona hiçbir şey olmayacak.

Fakat öyle değildi. Karşınızda bir urganı gördüğünüzde ve günler önce babanız o urganın altında can verdiğinde bu hayatta hiçbir şeye güvenmiyordunuz. Güvenmiyordum ben de. Hiçbir şeye.

Tugay'ı idam sehpasına yürütürlerken dayanamayarak bir adım attım ama arkamdaki adam sertçe kolumu kavrayıp beni durdurdu.

Ayakları çıplaktı, üzerinde siyah mahkûm üniforması vardı, protez kolunu takmışlardı, siyah eldivenleri de ellerindeydi ama hem el hem ayak bileklerinde her zamankinden farklı olarak elektrikli teller vardı. İdam edilirken bile önlem olsun diye elektrikli kelepçelerle onu durdurmak ya da işkence çektirmek istiyorlardı, bilemiyordum, şu an hiçbir şey bilemiyordum. Ağızlık bile takmamışlardı, onu konuşturmamanın başka bir yolunu mu bulmuşlardı?

Yüzündeki o gülümseme bir an bile silinmezken iskemleye çıktı. Tam kâbusumdaki gibiydi. Öyle uzundu ki o iskemle itilirse ayakları yere değebilir diye düşündüm ama kâbusumda değmediği gibi şu anda da değmezdi. Arkasındaki adam urganı boynuna geçirdi, ufacık bir hareketinde bile boğulabilirdi. Karşımdaydı ve boynuna bir ip dolanmıştı.

Gözleri başının tepesinde sallanan urgana kaydığında derin bir nefes aldı ve yüzünü buruşturup yeniden benimle göz göze geldi. En sevdiği koku değildi, olmayacaktı. Bunu yapmayacaktım.

Etrafı derin bir sessizlik kapladı. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi.

Hâkim, "Mahkûm Tugay Demir Çeviker," dedi baskın bir sesle. Korkudan kulaklarım uğulduyordu, midem bulanıyordu. "Şu an pişmanlığını dile getirirsen Krallık seni affedecek. Fakat dile getirmezsen…" Önündeki kâğıda baktı, ardından meydana. Söyle, dedim içimden hâkime. İkizin itecek o iskemleyi de. "İdam edileceksin ve altındaki iskemle avukatın Eftalya Atalar tarafından itilecek."

Kalabalıktan yüksek bir ses çıktığında donuk bakışlarım hızla hâkime döndü, ardından Giray'la göz göze geldik. Tugay bile buna hazırlıksız yakalanmıştı, yüzündeki gülümseme silikleşti.

"Hayır…" diye fısıldadığımda geriye doğru bir adım atmak istedim ama arkamdaki adam engelledi.

"Eftalya Atalar," dedi hâkim. "Yerinize geçin." Adil değildi, bir mahkûm bile değildim, kendi kurallarını koyuyorlardı, bunu yapamazdım. Orada duramazdım. "Eftalya Atalar!" diye bağırdı hâkim. "Yerinize geçin!"

Avazım çıktığı kadar bağırmakla ağlamak arasındaki o ince çizgideydim. Tam o esnada arkamdaki adam eğilip kulağıma, "Nida Çeviker ve Meryem Atalar'ın nerede olduğunu biliyoruz," dedi. Kalbim korkuyla attı. "Şah Mat. Örgütünüzdeki ajan yerlerini bize söyledi. Şimdi yerine geçmezsen tek tuşla o ev havaya uçacak."

"Yalan söylüyorsun," dedim ama aslında doğru söylediğine emindim çünkü ikisinin birlikte olduğunu bilmesinin imkânı yoktu. Bakışlarım Tugay'a döndüğünde gözlerim acıyla doldu, o ise her şeyden habersiz bana bakıyordu. Uğruna dünyayı bile karşısına alabileceği kardeşinin kaderi Krallık'ın dudaklarının arasındaydı. Uğruna dünyayı bile karşıma alacağım kardeşimin kaderi de onların dudaklarının arasındaydı.

Hâkim bir kez daha tokmağı vurduğunda farkında olmadan sarsak adımlarla Tugay'ın olduğu yere doğru yürümeye başladım ve yürüdükçe omuzlarımdaki yükler arttı. Sol tarafımdaki basın her hareketimi, her adımımı, yüzümdeki her mimiği görüntülüyordu. Onu uyarmaya fırsatım bile yoktu. Gözümden bir damla yaş aktı. Gücüm o iskemleyi itmeye yetmezdi, buna rağmen beni onun sağına geçirdiler. Soluna değil, sağına geçirdiler.

Tugay gözlerimin içine baktığında bir şeylerin yolunda olmadığını anladı. Bakışları hemen Marco'ya döndü. Marco silik bir şekilde sadece bir kez başını iki yana salladı. İşte tam o anda Tugay'ın yüzündeki gülümseme öyle keskin bir şekilde silindi ki fırtına öncesi sessizliğin bittiğini ve fırtınanın geldiğini hepimiz anladık.

Yaşıyorduk, işkence çekiyorduk, idam ediliyorduk, köle gibi çalıştırılıyorduk, susuyorduk, çığlık atıyorduk ama ne olursa olsun sesli ya da sessiz bir savaş veriyorduk çünkü seviyorduk.

Şaşırtıcıydı, sevgi bazen bir savaş meydanının ortasında size uğruyordu.

Yine iki seçeneğim vardı: Ya sevecektim ya ölecektim.

Durma itiraf et Eftalya, şu an tam zamanı. Belki de onun gözlerinin içine bakarken son kez itiraf edebileceksin kendine. Ona söylemen bile yasakken üstelik.

Birkaç saniyelik duraksamanın ardından sonunda, Sevmeyi seçtim, dedi iç sesim. Tugay’ın gözleri bana döndüğünde bakışlarımdan beni anlasın istedim. Sevmeyi seçtim, dedi iç sesim bir kez daha. Seni seviyorum Tugay Demir Çeviker.

O an sanki ruhum bile halimize ağlıyordu ve yanaklarımdan yaşlar döküldü bir haykırış gibi. İçten içe yalvarıyordum bakışlarımdan anlasın diye. Bu bir vedaysa bakışlarımdan onu sevdiğimi anlasın istedim.

Seni sevdiğimi söylemek bile şu an yasak Tugay Demir Çeviker ama ben bütün bu savaşın ortasında seni sevdim, seni sevmeyi seçtim. Sevdiğimi söylememin bile yasak olduğu bir adamı sevdim ben.

Ama en başından beri biliyordum: Onu sevmek, ölümü daima nefes gibi ensende hissetmekti. Ya sevecektim ya ölecektim. Ben hem sevmeyi hem de seve seve ölmeyi seçtim.

Tugay gözlerimin içine bakarken anlamış gibi, hem de en çok o anlamış gibi, "En büyük savaşların ortasında kurak topraklarda bile bazen çiçek açar," dedi. Günler önce sorduğum soruya cevap veriyordu. "Bombalar etki etmez, kökleri sımsıkı tutunur. Bir bakarsın renkler canlanır, güzel kokar her yer. Sen bu çiçeksin diyemem, biz bu çiçeği temsil ediyoruz diyebilirim. Özgürlüğümüze Sevgili Avukat. Özgürlüğümüze sevgilim."

Uzaktaki bir yerlerden bir patlama sesi duyuldu, ardından Tugay'ın burnundan kan gelmeye başladı. Tıpkı babamda olduğu gibi. Bu kez susamadım, acıyla haykırdığımda Tugay'ın bakışları benden ayrıldı. Gözleri tam karşısına odaklandı ve başı öne düştü.