logo

47. İKİ DALI SOLMUŞ ORKİDE

Views 1508 Comments 65

Tugay Demir Çeviker

İmkânsızlıklar imkân dahilindeydi ama ölümün bir imkânı yoktu, bunu çok geç öğrenmiştim.

Hayatım boyunca işkencelere uğramış bir adamdım ama kalbimin yerinden bu denli sökülüp alındığını hiçbir zaman hissetmemiştim. Kocaman bir oyuk, kan yok, göğüs kafesimde bir ağrı, ellerimde his yok, bacaklarımda da yok. Kocaman bir oyuk, içinden zehir akıyor çünkü ben kötü bir adamım. Adamdım değil, kötü bir adamım. Öyle büyük bir oyuk ki beni içine çekiyor, kan akmıyor, akmalı, parçalanmalıyım ama yaşamaya devam ediyorum.

İmkânsızlıklar imkân dahilindeydi ama ölümün bir kurtuluşu yoktu, bunu yeni öğreniyordum.

Nefes alamıyordum, sesler geliyordu, kurşun seslerine alışıktım ama şimdi o sesleri bile duymakta zorlanıyordum. Dizlerimin üzerindeydim, önemli değildi. Onun için, Avukat’ım için, benim hayatımın bütünü olan o kadın için binlerce defa dizlerimin üzerine çökerdim ama yaşasın diye çökerdim, nefes alsın diye çökerdim, gülümsesin diye çökerdim. Ölürken değil, çırpınırken değil, benden yardım isterken değildi.

Ağzımdan hangi cümleler dökülüyordu bilmiyordum ama o tam karşımda boynunda bir urganla duruyordu. “Beni alın!” diye bağırdığımı hatırlıyordum, gerekirse yalvarırdım, hatta yalvarıyordum belki de bilmiyordum ve o da haykırıyordu. Belki de duymayı hiç istemeyeceğim o kelimeleri söylüyordu. “Kurtarın beni!” diyordu, benden yardım istiyordu, insanlardan yardım istiyordu, o ölmek istemiyordu. Bunu görebiliyordum, dakikalar önce de görmüştüm. O yaşamak istiyordu, o bütün her şeye rağmen artık bu hayatı seviyor, yaşamayı istiyordu.

Beni tutan ellerden kurtulmaya çalıştım ama kaç kişi beni tutuyordu bilmiyordum, onlardan kurtulamıyordum. Çırpınıyordu, Avukat çırpınıyordu fakat sonra bir şey oldu, o güzel gözlerinde bir şeyler değişti, duraksadı ve gözleri dizlerimin üzerine çökmüş olan bana doğru kaydı. Bana öyle bir baktı ki çırpınmayı bıraktım.

Sever gibi baktı, gülümser gibi baktı ama en çok veda eder gibi baktı çünkü her şeyin bittiğini ve bunun son anımız olduğunu biliyormuş gibi izliyordu beni. Gözlerinden binlerce duygu geçti ama en çok canımı yakan son bir ihtimal yaşama hevesiyle bir kez daha çırpınması oldu.

Sonra gülümsedi bana. İmkânsızlıkların, hatta ölümün bile ortasında bana öyle bir gülümsedi ki yaşar sandım, beni bırakmaz sandım, beni bu hayatın ortasında yapayalnız bırakmaz sandım. Öyle bir gülümsemeydi ki beni etkisi altına aldı, yok olduğum yerde daha fazla yok oldum.

“Benim için yaşamaya devam et, canımın içi,” dedi kısık bir sesle, yüzündeki o veda gülümsemesiyle. “Kazan bu savaşı ve sonra benimle gökyüzünde buluş.”

Bu onun dudaklarından duyduğum son cümlelerdi. Altındaki tabure sert bir şekilde itildiğinde güzel boynu urganın içinde kaldı ve ayaklarıyla beraber vücudu sallanmaya başladı. Karşımda nefes almakta zorlanırken ve boğulurken, “Eftalya!” diye bağırdığımı işittim. Adını söylüyordum, o benim Sevgili Avukat’ımdı ama dudaklarımdan artık adı dökülüyordu. “Hayır!” Silah sesleri arttı ama beni tutan eller asla uzaklaşmadı, o çırpınmaya devam etti, elleri boynundaki urgana gitti ve onu çıkarmak istedi ama gücü yetmiyordu. Saniyelerle savaşıyordu, karşımda acı çekiyordu ve ben onu kurtarabilecekken gücüm kimseye yetmiyordu, ona yetişemiyordum.

“Bırakın!” diye haykırdığımda öne doğru atıldım fakat adamlar beni bacağımdan tuttu, tekmeler savurdum fakat bu kez kollarımı tutuyorlardı. Çırpınmaya devam etti, yaşamak için ve bu hayata devam etmek için öyle çok direndi ki… Nefesinin kesilmesini istemiyordu, babası gibi o da ölmek istemiyordu, bunu çok iyi biliyordum.

Benim âşık olduğum o kadın gözlerimin önünde işkencelerle boğularak öldürülüyordu ve ben hiçbir şey yapamıyordum, bunun adı cehennemdi, ölmeme gerek bile yoktu, asıl cehennem tam olarak bu yaşadığımdı.

Arkamdaki bir adam vurulup yere düştü ve güçleri azaldığında yerde sürünerek idam ipine doğru ilerledim. Beni hâlâ tutmaya çalışıyorlardı ama onu kurtarabilirdim, ona ulaşabilirdim, nefes almasını sağlayabilirdim, hayata yeniden döndürebilirdim. “Yalvarıyorum dayan!” diye haykırdım ve sert bir tekmeyi arkamdaki adama geçirdiğimde diğer adamın da vurulduğunu fark ettim. Tamamen güçleri benden uzaklaştığında yerde sürünerek idam ipinin olduğu yere gittim ve zorlukla ayağa kalkarak onun gövdesine sıkıca sarıldım. “Dayan!” diye bağırdım. “Beni seviyorsan dayan, kurtaracağım seni!” Bir kez daha çırpındı, bir kez daha ve bir kez daha.

Ardından durdu. Son bir kez daha çırpındı ve sonrasında durdu.

Çünkü benim onu kurtarmaya geldiğimi anladığı için durmuştu biliyordum, sıkıca sarıldığım gövdesini urgandan zorlukla kurtardığımda başı öne doğru düştü ve dengemi kaybettiğimde ben de onunla beraber yere devrildim.

Onu kucağıma çektiğimde ve gülmeye başladığımda yüzünü kapatan saçlarını arkaya doğru itekledim, yüzünü açığa çıkardım. “Kurtardım,” dedim kısık bir sesle. “Geldim, kurtardım, buradayım.” Gözleri kapalı, dudakları aralıklıydı, korkudan ya da nefessizlikten bayılmış olmalıydı. “Canımın içi,” dedim ona doğru eğilerek. “Kurtuldun, aç gözlerini, geç kalmadım, kurtardım seni.” Gözlerini hâlâ açmıyordu, dudakları hareket etmiyordu, ensesinden tutup başını kaldırmasam başı geriye doğru düşüyordu. Bayılmıştı, elbette bayılırdı, ne kadar süre nefessiz kalmıştı. Yeniden güldüğümde onu kucağıma biraz daha çektim ve göğsüme doğru yaslayıp alnından öptüm. “Sevgili Avukat,” diye fısıldadım kulağına doğru. “Ölmediğini biliyorum, gözlerini aç.” Saçlarından öptüm, ardından bir kez daha alnından öptüm, başı geriye doğru düşmeye devam etti.

Hayır, geç kalmış olamazdım. “Kurtardım,” dedim yeniden ve vücudumun hiç olmadığı kadar çok titrediğini fark ettim. “Kurtardım seni, biliyorum.” Sol elini kaldırdım ve avcunun içinden öptüm, onu her öptüğümde gülümserdi ama bu kez gülümsemiyordu. Bana kızmış mıydı? Belki de kızmıştı, onu yalnız bıraktığım ve biraz da olsa geç kaldığım için beni affetmeyecekti belki de. Olsun, gözlerini bir kez açsın, hiç affetmese de olurdu. Bir kez daha avcunun içinden öptüğümde elim bileğine sıkıca tutundu ve bunu yapmayı hiç istemesem bile nabzına baktım.

Atışlar yoktu. Nabzı yoktu. Avukat’ımın nabzı atmıyordu.

“Hayır, ben hissetmiyorum sadece,” dedim gülümsemeye çalışarak. Kulağımı kalbine doğru yasladım ve kalp atışlarını duymaya çalıştım. Onun kalp atışlarını ezbere bilirdim, ne çok hızlı ne çok yavaş atardı ama heyecanlandığında beni bile delirtirdi. Şimdi hiç ses yoktu, hiçbir atış yoktu. Elbette olmazdı, etrafta silah sesleri vardı. Başımı kaldırıp, “Susturun şu silahları!” diye haykırdım. “Onun kalp atışlarını duyamıyorum, durdurun şu savaşı!”

Durdurun savaşı, Avukat’ımın kalp atışını hissedemiyorum. Zamanı durdurun, o gözlerini açamıyor.

Ellerimle yüzünü avuçladığımda teninin soğuk olduğunu fark ettim. Soğuk olabilirdi, burası soğuktu. O çok sıcak olmazdı zaten, ilk tanıdığımda üşüdüğünü düşünürdüm ama hayır, kansızdı sadece. “Avukat,” diye fısıldadım kaşlarımı çatarak. “Sen hep çok soğuksun, doktora gitmemiz gerekiyor ama doktora bile gidemiyoruz ki. Beni duyuyor musun?” Onu biraz daha kendime çektiğimde sağ eli diğer tarafa doğru düştü. Elim hızlıca göğüs kafesimden içeriye gitti ve bir peçete çıkardım, ona lale yapmıştım. “Sana çiçek yaptım,” dedim onu vermeyi unuttuğumu hatırlayarak. “Yemeğin yanında geldi, ben de sana lale yaptım ama vermeyi unuttum. Gözlerini aç Avukat, seversin sen laleleri.”

Gözlerini açmıyordu.

İmkânsızlıklar imkân dahilindeydi ama onun gözlerini açmasının imkânı bile yok gibiydi.

“Avukat,” dedim kısık bir sesle ve elimle yüzünü tutup sarsmaya başladım. “Hayır, bu olmadı.” Bir kez daha eğilip kalbine baktım, bir kez daha nabzına baktım ama hiçbir şey yoktu. Birisi omuzlarıma dokundu, bir şeyler söyledi ama onları duymak istemiyordum. “Silahları susturun!” diye haykırdım bir kez daha ve başımı kaldırıp baktığımda karşımda Giray’ı gördüm, kardeşimi. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki ben de ölmüştüm, benim ölümüme bakıyordu. “Giray,” dedim hızlıca. “Silahları susturmalarını söyle, savaşı bitir, Avukat’ımın kalp atışlarını duyamıyorum.”

“Tugay,” dedi Giray omzumu sıkıca tutup yanıma eğilerek. “O artık burada değil.”

“Ne?” Gülmeye başladım ve yeniden onun yüzüne baktım. “O burada, yanımda, kucağımda, görmüyor musun?” Kendime çekip ona sıkıca sarıldım, bütün kalbimle sarıldım ve sonrasında yeniden indirdim. “Ben kurtardım onu,” dedim başımı sallayarak. “Geç kalmadım, bu kez geç kalmadım, annemde geç kalmıştım ama onda geç kalmadım. Kurtardım, saklanmadım, çırpındı, nefes almaya çalıştı, o yaşamak istedi.” O yaşamak istedi. İstiyordu. “Giray,” dedim yeniden başımı kaldırıp bakarak. “O son ana kadar çırpındı, ölmüş olamaz.” Başımı iki yana salladım ve onu yere, dizlerimin önüne yatırdım. İlk önce ağzından nefes verdim ve sonrasında bütün gücümle kalp masajı yapmaya başladım. Art arda bunu yaparken Giray beni ondan uzaklaştırmaya çalışıyordu ama asla izin vermeyecektim çünkü yaşayacaktı biliyordum, ölemezdi. Gözlerimin önünde çırpınarak değil, son kez yaşamak isteyerek değil, bir urganla yalnız başına ölerek değil, bu gerçekleşecekse ben de onunla beraber ölmeliydim.

Bir kez daha kalp masajı yaptım ve bir kez daha. Vücudu ellerimin altında sarsılıyordu ama herhangi bir tepki yoktu. Aralıklı dudakları, kapalı gözleri ve gitgide soğuyan teni… “Hayır,” dedim kısık bir sesle. “Hayır, hayır, hayır, o yaşayacak, o ölmedi.” O ölmedi. Ölmeyecekti, yaşamak zorundaydı, bana bu şekilde ellerimde veda edemezdi. “Hayır!” diye bağırdığımda kalbine art arda yumruklar atmaya başladım. “Ölmeyeceksin, kurtaracağım seni! Aç gözlerini, yalvarıyorum aç gözlerini! Avukat, bırakma beni!” Giray bana arkadan sarıldığında ve çekiştirmeye çalıştığında onu benden uzaklaştırmaya çalışıyordu.

“Tugay,” dedi Giray ağlayarak. O ağlıyordu çünkü Avukat ölmüştü. Ölmese ağlamazdı, yaşayacağına inancı yoktu. Bir tek benim inancım vardı, onun yoktu. “Dur artık, o öldü, yeniden yaşamayacak, yalvarıyorum dur!”

“Yaşayacak!” dediğimde Avukat’ımın vücuduna doğru gömüldüm ve kollarını kaldırıp bana sarılmasını sağladım ama bıraktığımda kolları yeniden düşüyordu. “Yaşayacak, bu şekilde ölmeyecek! O yalnızlığı sevmiyor!” Başımı göğüs kafesine gömdüm, o güzel lekelerinin olduğu yere. “Giray,” dedim acıyla. “Anlamıyorsun, o yalnız ölemez, tek başına olamaz, ben onu yalnız bırakamam.”

“Öldü.” Marco’nun sesini işittim. Başımın tepesinde ayakta dikilirken her yeri kan içindeydi, vücudu titriyordu ve gözleri doluydu. “Öldü mü?” dedi bu kez.

Ona bakarken, “Ölmedi değil mi?” diye sordum ve yeniden Avukat’a döndüm. Bir mahkûm üniformasıyla, boynunda urganın iziyle, yalnız, bensiz ölmüş müydü? Marco arkasını döndüğünde ve haykırdığında bize doğru koşan Sinan’ı gördüm, haykırışın ardından duraksadı ve dizlerinin üzerine çöktüğünde elleri saçlarına doğru gitti. “Sinan,” diye bağırdım ona doğru. “Sen tanıyorsun onu, ölmez öyle kolay, biliyorsun.”

Veda ne demekti, anlamını yeniden unuttu Tugay. Hayır, Sevgili Avukat’ı aklından geçeni yapmazdı, gitmezdi, terk etmezdi onu.

Onu tanıdığımda bu kadar cehenneme batmamıştı, sadece babasını kurtarmak isteyen bir kadındı. Sonra onu aldım, bir cehennemin ortasına soktum, kendimle beraber karanlığa sürükledim ve onun ölümüne neden oldum. Ben olmasaydım belki de hayatına devam edecekti ama ben ona kaçalım demiştim, o kaçmak istememişti. “Hayır,” dediğimde teni gitgide rengini kaybediyordu, sanki bütün teni o beyaz lekelerin rengine dönüşüyordu. “Kurtaramadım,” diye fısıldadığımda artık ona dokunmaya bile hakkım yokmuş gibi hissediyordum. “Kurtaramadım,” dedim bir kez daha. “Kurtaramadım!” Öyle bir bağırdım ki sanki kurşunların sesleri bile sustu. “Kurtaramadım! Onu kaybettim! Yetişemedim, geç kaldım! Kurtaramadım!” Yüzünü ellerimin arasına aldım ve ona doğru yaklaştım, “Özür dilerim, kurtaramadım,” dedim ona ama artık farkındaydım, ruhu benimle değildi. “Yalnız kaldın, yalnız bıraktım seni. Özür dilerim, kurtaramadım, yalvarıyorum sana aç gözlerini, kurtaramadım. Sen ne söylersen iyileşirim ben, sen sustuğun her an yok olurum, bir tek sen beni ayağa kaldırabilirsin. Ne olur aç gözlerini!”

“Kendine gel, yalvarırım,” dedi Giray arkamdan kollarımdan tutarken.

“Kaçabilirdik,” dedim hıçkıra hıçkıra ağlayarak. “Sen haklıydın, kaçabilirdik, her şeyi boş verebilirdik ama kaçamadık. Giray, yemin ederim istemedi ama dinlemeyebilirdim, onu alıp götürebilirdim, o ölürken çok acı çekti. Çırpındı Giray, nefes alamadı, kurtaramadım, ben onu kurtaramadım.”

“Yapabileceğin hiçbir şey yoktu,” diyordu Giray ama vardı. Gücüm yetmemişti, yetebilirdi, o adamları öldürebilirdim. O çırpınırken sadece izlemiştim, bunu nasıl yapabilmiştim?

“Sevgili Avukat,” dedim ona doğru. Dudaklarındaki renk gidiyordu ama lavanta kokusu geliyordu. En sevdiği koku lavanta. “Canımın içi, her şeyim, eşim, sevgilim, yol arkadaşım, bak buradayım.” Saçlarını sevdim, yüzünü sevdim, boynundaki o urganın izini sevdim. “Seninleyim ben, imkânsız mı gözlerini açman? Açsana gözlerini, üstünlük tasla, çeneni kaldır, bütün bu savaşın ortasında bile hayata karşı olan o sevginle bana genç bir adam gibi hissettir. Bana her şey geçecekmiş gibi hissettir. Sen gözlerini kapatınca benim için özgürlük de bitti, şimdi tamamen mahkûmum sanki. Beni bu mahkûmiyete esir etme ne olursun. Aç gözlerini, sınırlı zamanımıza hayallerimizi sığdıralım, yine o uzun cümlelerini kur ne olursun. Böyle ölemezsin, beni böyle bırakamazsın.”

“Eftal,” dedi Sinan’ın sesi ve sonrasında yere çöktüğünde o da Avukat’ı kendine doğru çekti. “Hayır, bunun olacağını biliyordum, en başından beri biliyordum hem de.” Sıkıca sarıldığında vücudumdaki bütün gücün artık tükendiğini hissediyordum. Yoktum, yok olmuştum, varlığım bile sadece onunla beraber vardı ama şu an varlığımı bile hissetmiyordum. “Eftal,” dedi Sinan ağlaya ağlaya. “Sen benim çocukluğumsun, çocukluk arkadaşımsın, ailemsin. Ailemi yeniden kaybettirme bana.”

Diğerleri de gelmişti ve silah sesleri artık susmuştu. “Kurtaramadım,” dedim kendi kendime. “Ve geç kaldım. Geç kaldınız.” Durdum ve bakışlarımı Giray’a çevirip ellerimi yakasına yasladım. “Geç kaldınız!” diye haykırdım yüzüne ve ayağa kalkıp onu itekledim, ardından Marco’nun yakasına yapıştım. “Daha erken gelebilirdiniz, o yaşayabilirdi, bu şekilde acı çekmeyebilirdi! Siz geç kaldınız, geç kaldım, kurtaramadım!” Marco bana sarıldığında ve yeniden dizlerimin üzerine çöktüğümde bir şeyler söylüyordu ama ne dediğini anlayamıyordum. “Geç kaldık,” diye fısıldadım yaslandığım yerde. “Onu yaşatabilirdik, geç kaldık.”

“Dur artık,” dedi Marco yalvarır gibi. “O buna hazırdı, bu savaş uğruna ölmeye bile hazırdı.”

“Anlamıyorsun,” dedim başımı kaldırıp ona bakarak. “Gözlerimin önünde çırpındı, yapayalnız hem de. Acaba ölmeden önce kurtulabileceğini düşünmüş müdür? Ben onu kurtarırım sanmış mıdır? Bana veda eder gibi baktı ama çırpınırken onu kurtarırım diye umut etmiş midir?” Gözlerim yeniden Avukat’a döndüğünde Sinan’ın onu göğüs kafesine yasladığını gördüm.

“Benim de kurtaracağımı sanmıştır,” dedi Sinan boğuk bir sesle. “Çünkü onu daima kurtarırdım, bunu biliyor.”

Gözlerim Sinan’ın belinde duran silaha kaydığında bir an bile düşünmeden hızlıca silahı belinden tutup çektim ve sağ elime alıp kilidini açtım. Giray bana doğru atıldığında silahı şakağıma dayadım ve dişlerimi sıkarak Avukat’a baktım. “Hayır,” diye bağırdı Giray ellerini kaldırarak. “Bunu yapamazsın.”

“Yaşayamam!” diye haykırdım bütün gücümle. “Onsuz yaşayamam, nefes alamam, yola devam edemem! Onu daha fazla yalnız bırakamam!”

“Onun istediğinin bu olmadığını biliyorsun,” dedi Marco sakin bir sesle. “Her şey bir yana, sen geride kaldıysan sonuna kadar savaşmaya devam et isterdi.”

Marco’ya dönüp baktığımda ilk defa silah tutan elim bu kadar titriyordu. “Nasıl savaşabilirim ki?” diye sordum acıyla.

“İntikam,” dedi Marco dişlerini sıkarak ve gözlerini sildi. “Ve yarım kalanı tamamlamak çünkü Avukat, bu özgürlük yolunda öldü. Şimdi her şeyden vazgeçmen korkaklıktan başka hiçbir şey olmaz.”

Kulaklarımda onun sesi vardı. Avukat’ımın. Savaşmaya devam edeceksin diyerek bana söz verdirmişti sanki bugünü biliyormuş gibi. Benden önce gideceğini biliyormuş gibi. Hangimiz kalırsak diğerimiz onun intikamını alacaktı. Ben ölsem o yola devam ederdi, öyle güçlüydü, hatta çoğu zaman benden daha güçlüymüş gibi gelirdi.

Bakışlarımı sağa doğru çevirdiğimde yerdeki ölü insanları, bütün o Krallık adamlarını ve ayakta dimdik duran örgüt üyelerini, timdekileri gördüm. Gelmişlerdi ama geç kalmışlardı.

Gözlerim bulunduğumuz yerin en ucuna doğru kaydığında onu gördüm. X’i. Bir duvarın dibine iplerle bağlamışlardı ve gözleri benim üzerimdeydi.

Bir an bile düşünmeden hızlı adımlarla, hatta koşarak ona doğru ilerlediğimde diğer şerefsizin nerede olduğunu bile bilmiyordum. Yerde bulduğum bıçağı da elime aldığımda hemen karşısına geçtim ve yüzüne baktım. Artık zaafım, kaybedecek bir aşkım yoktu, Avukat yoktu. Artık beni tehdit edebilecekleri hiçbir şeyleri yoktu.

“O şerefsiz nerede?” diye sordum sadece.

“Kaçtı.”

“O şerefsiz!” diye haykırdım. “Nerede?”

“Kaçtı,” dedi X bir kez daha. “Gerçekten kaçtı ama buranın yerini adamlarına veren benim. Eğer ölmeni isteseydim buranın yerini onlara…”

Devam etmesini bile beklemeden bıçağı sertçe bacağına geçirdiğimde, “O şerefsiz nerede?” diye bağırdım.

X acıyla haykırdığında, “Bilmiyorum,” dedi fakat bir kez daha bıçakladım, ardından bir kez daha ve bir kez daha. “Bilmiyorum! Gerçekten bilmiyorum, tek bildiğim eğer kaybedecek olursa denizyoluyla Yunanistan’a kaçacağı. Bu kadar, başka hiçbir şey bilmiyorum!”

Başımı salladım ve onu bağlandığı yerden çözmeye başladım. “Tugay,” dedi Giray’ın sesi. “Ne yapıyorsun?”

Hiçbir cevap vermediğimde onu bağlandığı yerden söktüm ve ensesinden tuttuğum gibi yürütmeye başladım. Yürümekte zorlanıyordu, ayakları yerlerde sürükleniyordu. Diğerleri önümü açarken onu idam sehpasının önüne götürdüm ve saçlarından tutup çenesini kaldırdım. “Bu gördüğün idam ipi var ya,” dedim dişlerimi sıkarak. “İlk önce şu urganı boynuna geçireceğim, ardından ayaklarının altındaki tabureyi iteklemeden önce sana hayatın boyunca çekmediğin işkenceleri çektireceğim… Ölmek için yalvaracaksın, öldürmeyeceğim, biraz daha çekeceksin işkenceni, biraz daha ve biraz daha.”

Sert bir şekilde onu iteklediğimde ve tabureye çıkardığımda çırpınmaya çalışıyordu ama gücü bile yetmiyordu. Urganı boynuna geçirdim ve karşısına geçip gözlerinin içine baktım. “İdam değil mi?” diye sordum ve sonrasında elimdeki silahla onu kolundan vurdum. Acıyla haykırdığında bu kez diğer kolundan da vurdum. “Sadece idam değil,” dedim dişlerimin arasından. “Bu kez değil çünkü bak yalnızım, zaafım yok, kimse yok, yalnızım. Şimdi tehdit etsenize lan beni!” Hiçbir ses çıkarmadığında sert bir yumruğu yüzüne geçirdim ve art arda ona vurmaya başladığımda artık beni durdurabilecek hiçbir şey yoktu. “Savaş, öyle mi?” dedim yumruklarımı yüzüne geçirirken. “Savaşı göreceksiniz siz!” Yüzü kanlar içinde kaldığında ve parçalandığında bu kez bıçağı karnına sertçe sapladım, öksürmeye başladığında bir kez daha yumruk attım. Vücudu artık çırpınmayı bıraktığında başı öne doğru düştü fakat hâlâ nefes alıyordu. “Acı ha?” dedim öfkeyle ve sonrasında sol elini kaldırıp bileğini açığa çıkardım. “Sol elini seviyor musun?” diye sordum.

“Yalvarırım,” dedi zorlukla konuşarak. Yere tükürdüğünde dişlerinin döküldüğünü fark ettim. “Yalvarırım, bırak beni.”

Bıçağı sertçe bileğine geçirdiğimde ve işkence çektirecek kadar yavaş bir şekilde kaydırdığımda yüzüme kanlar sıçramaya başladı ama durmadım, birileri arkamdan adımı söylüyordu ama umursamadım. Çığlıkları öyle gür bir şekilde kulaklarıma doluyordu ki bu şu an sadece bana haz veriyordu. Bileğini kestiğimde acı içinde, “Ne olursun!” diye haykırdı. “Ne olursun, öldür beni!”

Başımı iki yana salladım ve elimdeki bıçağı yere fırlatıp silahı kasıklarına yasladım. “Ne istediğini bir kez daha söyle,” dedim dişlerimin arasından.

“Öldür,” dedi nefes almakta zorlanırken. Gözleri kayıyordu, kan kaybettiği ortadaydı.

Hiç düşünmeden tetiği çektim ve onu kasıklarından vurdum. Bir kez daha haykırdığında ve artık haykırmaya bile gücü kalmadığında başı son kez geriye gitti ve öne doğru düştü. Vücudu titrerken urganı başına geçirdim ve altındaki tabureye öyle sert bir şekilde tekme attım ki ayakları sallanmaya başladı ve nefes almakta zorlandı.

Tabureyi yeniden altına koydum, bir kez daha nefes almasını sağladım ve tabureyi tekrardan ittim. “Yaşayacakmışsın gibi ama ölüyorsun,” dedim nefesimi verirken. “Tam da şu an benim hissettiğim gibi. Yaşıyorsun ama birazdan öleceksin, kalbin duracak gibi ama gözlerin açık. Öyle değil mi? Bak böyle bir his işte, anlıyorsun değil mi beni?”

“Tugay,” dedi Giray beni kolumdan çekerken. “Tamam, kendine zarar veriyorsun.”

O an benim de elimin kanadığını fark ettim, bıçakla elimi kesmiştim ama artık daha büyük bir acı hissedemezdim. Giray’ı dinlemedim ve bu kez X’i silahla karnından vurdum. Art arda kurşunları sıkarken onun artık ölü olduğunun bile farkındaydım ama duramadım. En sonunda birisi elimden silahı aldığında ve taburesine tekme attığında artık cansız bir şekilde karşımızda sallanıyordu.

“Fotoğrafını çek,” dedim dişlerimi sıkarak. “Ve her yerde paylaşın. Açık çağrımdır, Ufuk’u bana getirene her şeyi vereceğim.”

Geriye doğru döndüğümde ve adımlarım Avukat’ıma doğru ilerlediğinde ellerimdeki intikam kanıyla onu Sinan’ın ellerinden kucağıma aldım ve ayağa kalktığımda cansız bedeni kollarımın arasındaydı. Tir tir titriyordum ama öleceğimi bilsem de onu sonsuza kadar taşırdım. Yüzüne baktım, saçlarına baktım, lekelerine baktım. Zaten çoktan ölmüştüm, bunu hissediyordum ama geriye kalan tek bir şey vardı: Onun için, intikamımız için yaşayacaktım.

Daha fazla ayakta kalamadığımda dizlerimin üzerine çöktüm ve yüzümü boynunun girintisine gömdüm. Kaç saniye, kaç dakika o şekilde kaldım bilmiyordum ama ne kadar soğuk olursa olsun onun güzel kokusu hâlâ tenindeydi.

Aylar önceden ona bir mektup yazmıştım. Neden lavantalar bana mezarlığı hatırlatsın ki? Bence bana seni hatırlatmalı, böylelikle her gördüğümde birinin ölümünü değil, senin yaşadığını hatırlarım. Ölü bir yüz değil, canlı bir yüz beni gülümsetebiliyor, bu yüz eğer sana aitse.

Lavanta demişti en sevdiği kokuya, boynu lavanta kokuyordu. O mektubun her cümlesini şimdi bana yaşatmıştı; nasıl dayanılır, nasıl katlanılırdı?

Beş Gün Sonra…

Özgürlüğümü kaybetmiştim.

Mutluluğumu kaybetmiştim.

Hayallerimi kaybetmiştim.

Kalbimi kaybetmiştim.

Bu hayatı sevmeme neden olan o kadını kaybetmiştim.

Şimdi Tugay Demir Çeviker’den geriye ne kalırdı ki?

Bir kadın vardı, Tanrı onu bir sanat gibi lekelerle süslemişti ve gözlerine sevgi, merhamet ve vicdan yerleştirmişti.

Bir kadın vardı, gülümsediğinde dünyadaki bütün çiçeklerin güzel koktuğu ama ağladığında bütün o çiçeklerin solduğu.

Bir kadın vardı, savaşın ortasında bile aşkı, sevgiyi, tutkuyu, şefkati hissettirecek kadar yüce.

Bir kadın vardı, öleceğini bilsen bile uğruna ölmek isteyeceğin bir kadın.

O kadının adı Eftalya Atalar’dı, benim Eftalya’mdı. Özgürlüğümdü, mahkûmiyetimdi, kurtuluşumdu, esaretimdi, acılarımdı, yarabandımdı, gücümdü, güçsüzlüğümdü, sol elimdi, solumdu, kalbimdi.

Ve o artık yoktu. Başımı çevirdiğim hiçbir yerde onu göremiyordum, gözlerimi kapattığımda zihnimde yüzü canlanıyordu ama gözlerimi açtığımda bir daha onu göremeyeceğimi çok iyi biliyordum.

Bir kadın vardı, benim bu hayattaki yaşama nedenimdi ve o kadın öldü; benim ise onsuz yaşama amacım kalmadı.

Beni görüyor muydu? Hayır, gökyüzüne onsuz bakmak istemiyordum, beni duyuyor muydu? Hayır, onsuz tek bir kelime dahi etmek istemiyordum. Şu an bir yerlerde beni hissediyor muydu? Onsuz kalbim bile atmamalıydı.

Bir kadın vardı, beni yaşattı ama o öldü; çiçekleri sevdirdi ama o çiçekler yalnız kaldı.

Onu tanımadan önce tamamen umutsuz, tamamen karanlığa batmış ve sadece yaşamak için bir savaşa ihtiyaç duyan adamdım ama ondan sonra umut bana geri gelmişti, imkânsızlıkları onun için imkânlı hale getirmeye çalışmıştım, onun için çiçekleri, gökyüzünü, güneşi, nefes alabilmeyi, renkleri sevmiştim, renkleri en çok onunla beraber sevmiştim. Ben hayatı onunla beraber sevmiştim. Tam da bu yüzden bütün dünyayı bir tek onun için ayaklarının altına sermeyi istemiş ve sonra özgürlük için nefes almaya çalışmıştım.

Bakışlarım avukat cübbesinden ayrılmazken onu o avukat cübbesiyle gördüğüm gün aklımdan silinmiyordu. Sadece o gün değil, onu gördüğüm hiçbir gün aklımdan silinemezdi. Ona yaşattığım hiçbir şeyi de unutamazdım. Her ne derse desin, her ne yaşanırsa yaşansın hayatının sorumlusu bendim, ölümünün de öyle.

Bir kadın vardı, benim yüzümden öldü.

Ellerimde artık âşık olduğum o kadının da kanı vardı.

“Tugay.” Bulunduğum odadan içeriye Giray girdiğinde gözlerim cübbeden ayrıldı ve ona baktım. Hiçbir cevap vermediğimde derin bir nefes aldı ve elinde bir tepsiyle yanıma doğru adımladı. “Beş gündür hiçbir şey yemiyorsun, bu inşaat evden ayrılmıyorsun. Isıtıcı yok, ışıklar yok, hiçbir şey yok. Birkaç saatlik de olsa yanımıza gelemez misin?”

Avukat için yaptıracağım ama onu bile bitiremediğim evdeydim, beş gündür buradaydım çünkü onu en son mutlu gördüğüm an buradaydık. Ruhunun hâlâ burada olduğunu hissediyordum, geçmişte bir yerlerde biz burada mutluyduk.

“Haber var mı?” diye sordum diğer günler sorduğum gibi.

“Şu anlık yok,” dedi Giray ve hemen piyanonun karşısına geçtiğinde ben piyanonun yanındaki sandalyede oturuyordum. Tepsiyi piyanonun üzerine koydu ve onun da gözlerinde acı olduğunu gördüm çünkü o da Defne’yi kaybetmişti ama bunu sorabilecek gücü bile kendimde hissetmiyordum. “Krallık’ın bütün adamları kaçtı, X’in görüntülerinin ardından bildiğin ülkeyi başıboş bıraktılar. Muhalefet yavaş yavaş hükümeti ele geçiriyor gibi. Kısacası halkı kullanarak çıkardığımız savaş, zafere ulaşıyor. Zaten siz hücredeyken Krallık kan kaybetmeye başlamıştı ama bunları göremediniz. Krallık’ı destekleyenler geri çekilmeye başladı, yollarda sadece karşıt görüştekiler var. Tek istedikleri de demokrasi ve adalet.” Giray omzunu duvara yasladı ve kollarını birleştirdi. “Kazanıyorsun Tugay, Krallık devriliyor,” dedi kendinden emin bir sesle. “Ufuk’u yakalamamız ise an meselesi.”

Başımı ağır ağır salladığımda silik bir şekilde gülümsedim ve başımı öne doğru eğdim. “Bütün limanlara adamlarımızı koydunuz değil mi?”

Giray beni onayladı ve sonrasında yaslandığı yerden ayrılıp önümde çöktü, ellerini dizlerime koydu. “Uyuman, dinlenmen ve öyle yola devam etmen gerekiyor,” dedi kısık bir sesle.

“Yol mu?” Dudaklarımı birbirine yaslayıp başımı salladım. “Anladım, yol.”

“Tugay,” dedi Giray uyarıcı bir ses tonuyla. “Seni anlıyorum, hatta en iyi ben anlarım şu an ama beni korkutuyorsun çünkü hiç aklı başında davranmıyorsun.” Gözlerimi kapattığım an ya Avukat’ın yüzü silinip giderse? Ne yapacaktım? “Ben birçok şeyi kaybettim bu süreçte, seni de kaybetmek istemiyorum.” Ona peçeteden yaptığım laleyi vermeyi nasıl unutmuştum, belki ölmeden önce yüzünü güldürebilirdim ama unutmuştum işte. “Beni dinliyor musun?”

“Unuttum,” dedim Giray’a kendimi tutamayarak. “Bana yaprak sarması getirdiler, yanında peçete de vardı. Ben de Avukat’ıma peçeteden lale yaptım ama onu vermeyi unuttum, biliyor musun? Ben unutmazdım hiç, nasıl unuttum?”

Giray bana uzun uzun baktıktan sonra, “Ölüm Timi’nin mezarlığına gömüldü,” dedi solgun bir sesle. “Babasının hemen yanına. Onun yanına gitmek ister misin peki?”

“Hayır, şu an değil.”

“Peki ya Nida’yla konuşmak ister misin?” diye sordu bu kez.

“Hayır,” dedim yeniden ve irkildiğimi hissettim. “Hayır, asla.”

“Ama seni soruyor,” dedi Giray endişeyle. “Seni görmek istiyor, en azından bir kez yüz yüze gelsen…”

“Beni son gördüğü haliyle aklında kalmak istiyorum Giray,” diye mırıldandım karşılık olarak. “Bu adam, şu an karşında gördüğün adam sence Nida’nın gözlerinin içine bakabilecek bir adam mı? Nida’yı geç, sizin yüzünüze bakabilecek bir adam mı? Nefes alıyorum ama boşa, tek istediğim intikam, o intikamı aldıktan sonra…” Sustum ve gözlerimi kapattım. “Sinan nerede?”

“Her gün mezarlığın başında sabahlıyor,” dedi Giray acıyla. “Ve senin gibi o da sürekli kendisini suçluyor. Her gün ama her gün bütün bunların kendisi yüzünden Avukat’ın başına geldiğini söylüyor.”

Öylece kardeşimin yüzüne baktım. Ne gördüğümü bile bilmiyordum ama bir umut bir şeyler bulurum diye yüzünü izledim ama hiçbir şey yoktu. En sonunda, “Giray,” dedim ve yutkunduğumda kalbimde büyük bir yangın vardı. Elim kalbime doğru gittiğinde elim artık titriyordu, eskisi gibi değildim. “Burada çok büyük bir yangın var,” dedim beni anlamasını umarak. “Öyle bir yangın ki sanki içten içe kavruluyorum ama dışarıdan hiçbir şey yok. Her baktığım yerde onu görüyorum, kendime dokunduğumda bile onu hatırlıyorum, o bana sol elimi sevdirdi, sol elimi bile görmek istemiyorum. Sanki öldüm, sanki ben de öldüm ama bedenim hâlâ bu dünya üzerindeymiş gibi hissediyorum. Bir yanım ölmeyi bile hak etmediğimi söylüyor, artık sanki bu işkenceyi çekmeye mecburmuşum gibi geliyor. Çünkü onun hayatını ben kararttım, senin de hayatını ben kararttım, herkesi ben mahvettim. Bana yardım et,” dedim, ardından ağlamaya başladığımda elimle sertçe kalbime vurdum. “Yalvarıyorum bana yardım et ve öldür beni, dindir şu acıyı, ben buna katlanamıyorum, ben onsuzluğa katlanamıyorum, ben artık bu hayata katlanamıyorum.”

Giray beni ensemden tutup çektiğinde ve sarıldığında başım omzuna yaslandı. “Geçecek diyemem,” dedi aynı acıyı onun da hissettiğini bilerek. “Ama ben daima yanındayım diyebilirim kardeşim. Daima buradayım, hep arkandayım, gücünün bittiği noktada gücün de olurum senin.”

“Dayanamıyorum,” dediğimde o yangın gitgide daha fazla büyüdü ve artık ellerim de yanıyordu, zihnimin içindeki her görüntü tek tek yanıyordu ama onun o güzel yüzüne hiçbir şey dokunamıyordu. “Çek vur beni, katlanamıyorum.”

Sekiz Gün Sonra…

Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu ve ben Eftalya Bahçesi’nin ortasında durmuş çiçekleri izliyordum. Çoğu solmuştu, yağmura ve kara rağmen sanki ölümü hissetmişler gibi solmuşlardı ve en tuhafı bir orkide tek dalı solmuş bir şekilde köşede duruyordu. Avukat yaşasaydı o dalını iyileştirirdi ama artık yoktu, o dal da onun gibi ölmüştü.

“Tugay.” Başımı çevirip baktığımda hemen karşımda Sinan’ı gördüm. Günlerdir diğerleri sürekli yanıma uğruyordu ama ilk kez Sinan’ı görüyordum ve buna hazır olmadığımı bütün kalbimle hissediyordum çünkü utanıyordum; Sinan’dan o kadar çok utanıyordum ki yüzüne bakmaya cesaretim bile yoktu. Bana doğru biraz daha yaklaştı ve hemen karşımda durdu. “Bunu yapma.” Öyle keskin konuşmuştu ki acaba eline bir silah versem beni çekip vurur muydu diye düşünmeden edemedim. “Ne yapmaya çalıştığının farkındayım, kendine işkence çektiriyorsun ama bunu yapma çünkü sen de çok iyi biliyorsun, o bunu asla istemezdi.”

Çiçeklere bakmaya devam ederken, “Onun hayatını benim yok ettiğimi bile bile nasıl hâlâ benimle konuşabiliyorsun?” diye sordum Sinan’a.

“Gerçekten bunu yapanın sen olduğunu düşünsem gözünün yaşına bile bakmazdım çünkü o benim her şeyimdi,” dedi titreyen bir sesle. “Bütün çocukluğumdu, babası babamdı, kardeşi kardeşimdi. Biz birlikte büyüdük, ben onun nefes alışından ne isteyip istemediğini anlardım ve emin olduğum bir şey var ki bu hayatı seçmesinin nedeni sadece sen değildin. O zaten bir gün babası için bu yola çıkacaktı, çıkmasa bile bu yolda ölecekti çünkü savaşmak istiyordu. Henüz çocukken bile dünyayı kurtarabileceğini söylediği zamanları bilirim. Kendini suçlamak en kolayı öyle değil mi?” Bana biraz daha yaklaştığında sesinde öfke vardı. “Uğruna başlattığınız o savaşı kazandınız, Krallık devrildi sayılır. Bunu istiyordu, istiyordunuz, şimdi öylece durmuş neyi bekliyorsun?”

“Ufuk’un bulunmasını,” dedim sadece.

Sinan nefesini verdi. “Peki ya sonra?” Hiçbir cevap vermedim. “Onun mezarına bile gitmiyorsun, onunla gerçekten vedalaşmıyorsun, evine bile girmiyorsun, şu inşaatın içinde yaşıyorsun. Söylesene senin bu hale dönüşmeni mi isterdi? Yıkılmaksa ben de yıkılıyorum, nefes almaksa artık yarım alıyorum, ben de kendimi suçluyorum ama sonra neyi fark ediyorum biliyor musun? Onun nasıl bir kadın olduğunu fark ediyorum. Şimdi burada olsa seninle şu halin için kavga ederdi, bunu bilmiyormuş gibi davranıyorsun.”

Başımı kaldırıp baktığımda onun gözlerine bakmak bile bana sadece Avukat’ı hatırlatıyordu. “Keşke burada olsa, değil mi?” dediğimde acıyan gözlerle beni izliyordu ama kendisine de acıdığını çok iyi biliyordum. “Seni çok seviyordu,” dedim başımı sallayarak. “Ve tek istediği mutluluğundu. Eğer sen de ona bir hediye vermek istiyorsan çok mutlu ol, haddinden fazla mutlu ol ve kendini bir mezarlığa esir etmek yerine bu ülkeyi terk et. Sevdiğin kadını da al, git buradan ve onu daima kalbinde yaşat.”

Sinan’ın arkasından bize doğru yürüyen Marco’yu ve Gamze’yi gördüğümde başımı çevirdim ve yeniden çiçeklere baktım. “Peki ya sen ne yapacaksın?” diye sordu Sinan hüzünle. “Ufuk bulunduktan sonra ne planlıyorsun?”

Bir cevap vermediğimde saniyeler sonra Marco yanımıza gelip, “Sonunda onu bulduk,” dedi nefesini vererek ve ikimize baktı. “Batı Limanı’nda sürat teknesi kiralarken görmüşler. Akşam sekiz gibi yola çıkacakmış.”

Bakışlarım direkt ona döndü, kalbimdeki ateşin yanına kocaman bir öfkenin yerleştiğini hissettim ve başımı sallayarak, “O halde,” dedim. “Herkes hazır olsun, birlikte son görevimize gidiyoruz.”

***

Kalbimin atmasına neden olan tek bir duygu vardı artık. O duygunun adı intikamdı. Affetmek yürek isterdi, unutmak ise akıl ama intikam her ikisini de unutturacak kadar yakıcıydı ve kanla yazılan hesaplar gözyaşıyla değil, yine kanla kapanırdı.

Günlerdir belki de ilk defa bu kadar yaşadığımı hissediyordum çünkü avuçlarımın içindeki ateş bile beni yakacak kadar fazlaydı. Bu zamana kadar çektiğim hiçbir acı şu an çektiğim acıyla boy ölçüşemezdi çünkü kalbimi söküp almaya çalışmıştı ve bunu başarabilen tek kişi o olmuştu.

Gün gelir de hesap sorulmaz mı sanıyordu? Şimdi hesap zamanı gelmişti ve o da bunun farkındaydı çünkü artık ülkede Krallık gücünü gitgide kaybetmiş, halk onları görmezden gelmeye başlamıştı. X’in ölüm görüntüleri ülkeye servis edilmiş, bunu gören Ufuk kaçacak delik aramıştı. Biliyordu ki artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu, olamazdı da. Bütün zaaflarımı bana karşı kullanmışlardı ve o zaafları kullanarak beni sadece yenebilmişlerdi ama şimdi geriye kalan tek zaafım intikam duygumdan başka hiçbir şey değildi.

Limanın köşesinde dururken onun bineceği sürat teknesinden gözlerimi ayıramıyordum. Saat yedi kırk beşti, birazdan burada olacaktı, adım kadar emindim burada olacağına çünkü iki yol arasında kalmıştı; ya saklanacak ya da kaçacaktı. Elbette seçtiği yol kaçmak olacaktı, o da kumar oynuyordu.

Belki de beni yıktığını sanmıştı, bir daha doğrulamayacağımı düşünmüştü ama intikamın beni yeniden doğuracağını asla bilemiyordu.

Yanımda sadece Sinan vardı, bir tek onun benimle kalmasını istemiştim çünkü bu intikam duygusunda beni en iyi o anlardı. Giray ve Marco ise diğer tarafta bekliyordu. Giray’ın da intikam istediğini çok iyi biliyordum ama o buraya gelmeden önce bütün gücünü bana verdiğini söylemişti çünkü ben intikam ateşiyle yanarken o artık bütün bunların bitmesini istiyordu, görebiliyordum.

Bazı insanlar yanmaya devam ederdi, bazıları ise söneceği anı beklerdi. Giray yaşadıklarından sonra sönmeyi tercih etmişti çünkü o zaten aylardır yanıyordu ama benim yangınım henüz çok yeniydi.

“Tugay,” dedi hemen yanımda duran Sinan. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerinde korkuyu gördüm ama bu korku Ufuk için değildi, çok iyi biliyordum. “Bugünden sonra planın ne?” Bakışlarımı teknenin olduğu tarafa yeniden çevirdiğimde hiçbir cevap vermeden o tekneyi izlemeye devam ettim. “Bir cevap vermen gerekiyor,” dedi Sinan solgun bir sesle. “Çünkü her ne olursa olsun sen hâlâ nefes alıyorsun.”

“Neden merak ediyorsun?” diye sordum bakışlarımı ona çevirmeden.

Sinan derin bir nefes verdi. “Bunun olabileceğine hiç imkân vermezdim ama sana da kıymet veriyorum çünkü sen benim en kıymetlimin kalbiydin.” Gözlerimi yavaşça ona çevirdiğimde bana korkuyla bakmaya devam ediyordu. “Bazıları ülkeyi terk edeceğini söylüyor, bazıları teslim olacağını ama ben sana baktığımda…” Duraksadı ve bana doğru eğildi. “Ben sana baktığımda çok daha beterini görüyorum. Sana baktığımda gözlerinde ne görüyorum biliyor musun? Vazgeçiş. Sen her şeyden vazgeçiyorsun, sen bu hayattan vazgeçiyorsun. Eğer Eftal şu an burada olsaydı buna izin verdiğim için beni asla affetmezdi, izin ver sana yardım edeyim.”

“Sinan,” dedim onun yüzündeki her acıyı aklıma kazıyarak. Artık eskisi gibi bakmıyordu, eskisi gibi görünmüyordu da. Onun yüzündeki her acı bile benim yüzümdendi, nasıl olurdu da hâlâ yanımda olabileceğini söylerdi? “Her neyse,” dedim başımı yeniden tekneye doğru çevirerek. “Önemi yok.”

“Yapma bunu,” dedi Sinan bir kez daha. “Giray’ın ve Nida’nın sana ihtiyacı var, ailen var senin. Yalnız değilsin.” Güldüm kendi kendime. “Onlar için bile nefes almaya değer, bunun farkında değil misin?”

“Otuz iki yaşında bir adamım,” dedim boğuk bir sesle çünkü artık bahsettiği nefesi bile alamıyordum. “Ve ben otuz iki yıllık hayatımda sadece ne kadar süredir yaşadığımı hissediyordum biliyor musun? Son birkaç senedir. Özgürlük için açtığım savaş yaşadığımı hissettirdi ama ne zamandan beri kalbim atıyor bunu biliyor musun?” Yutkunduğumda onun gözleri yine gözlerimin önüne gelmişti. “Avukat’ı tanıdığımdan beri. Onunla beraber kalbim attı ve o gittikten sonra benim kalbim durdu çünkü kaybettiğim kadın sadece âşık olduğum o kişi değildi, o benim ailemdi, bazı günler annemdi de. Ben tek bir kişiyi kaybetmedim, ben her şeyimi kaybettim. Evimi kaybettim, evimi! İstesem de şu kalbimi yeniden attıramıyorum.”

Yüzüme baktığında aklımdan geçenlerden çok daha fazlasını hissediyordu çünkü gözleri dolmuştu.

“Ama sen benim gibi olma,” diyebildim sadece. “Çünkü sen yaşayacaksın ki onu da yaşatacaksın, sen yaşayacaksın ki onun mezarında çiçekler eksik olmayacak, sen yaşayacaksın ki onun da adını yaşatacaksın. Gün geldiğinde ecelinle gözlerini kapattığında onun için elinden gelen her şeyi yaparak öldüğünü bileceksin, tamam mı?” Sinan artık yolumun farkındaydı, yolumun sonunun da öyle. “Beni boş ver, bana ne olduğunu da öyle. Artık öylesine bir adamım ama Avukat’ı bütün dünya bilsin, tanısın, nasıl bir kalbi olduğunu görsün. Çünkü o ve babası, senin yolunun başlangıcı ama sonu olmasınlar.”

“Kendini,” dedi Sinan fısıldayarak. “Kendini yok edeceksin, öyle değil mi?” Hiçbir cevap vermedim, vermek de istemiyordum.

Teknenin orada bir hareketlenme olduğunda kendimizi sokulduğumuz duvarın köşesine gizledik. İlk önce iki adam ortaya çıktı ve etrafı kolaçan ettiler, ardından bir el hareketi yaptıklarında karanlıktan Ufuk’un çıktığını gördüm. Başına bir şapka geçirmişti, üzerinde simsiyah kıyafetleri vardı. Öyle bir saklanarak kaçıyordu ki bütün cesareti, hırsı, her şeyi yok olmuştu. Ülkede adım bile atamazdı, bunu biliyordu çünkü halk onu tanıyordu. Krallık onu artık koruyamayacak kadar gücünü kaybetmişti. Bir fare gibi kaçıyordu.

Korkacak hiçbir şeyim yoktu, çekinecek de öyle. Eskiden olsa temkinli olurdum ama artık o temkin de yoktu.

Duvarın dibinden ortaya çıktığımda ve elimdeki silahı kaldırıp iki adamı iki kurşunla yere serdiğimde Ufuk başını çevirip direkt benim geldiğim yöne baktı ve o da belinden silahını çıkarıp tetiği çekti. Sadece iki kurşun sıkabildi. Onu elinden vurduğumda acıyla inleyip geriye doğru gitti. Tam o esnada başka adamlar da köşelerden çıkmaya başladı. Elbette yalnız olmayacaktı, elbette onu yakalayacağımı çok iyi biliyordu.

Durmadım, adımlarım sekteye bile uğramadı. Benimle beraber Sinan da adamları vurmaya başladığında Ufuk hızlı adımlarla tekneye doğru ilerliyordu. “Kaçamayacaksın,” dedim gülerek ve limanın köşesindeki binanın üzerinden Giray’ın silahıyla o adamları tek tek indirdiğini gördüm. “Kaçamayacaksın,” dedim bir kez daha yürümeye devam edip. “Adaletin erişemediği yerde intikam senin soluğunu kesmez mi sandın Ufuk?” Başka adamlar da ortaya çıkıyordu, artık hiçbir kurşun beni korkutamazdı, bunu çok iyi bilmeleri gerekirdi. “Avukat’ıma verdiğin her acının aynısını sana nefeslerinde hissettireceğim.”

Marco diğer taraftan çıktığında ve o da adamları indirmeye başladığında Ufuk sonunda tekneye ulaşmış, motoruna doğru ilerlemişti. “Yapabileceğin sadece bu kadar mı?” diye sordum tekneye sakin adamlarla ilerlerken. Motorun düğmesine bastı ve ipini çekti ama hiçbir ses çıkmadığında yeniden kendi kendime güldüm. “Sadece bu kadar mısın sen? Tehdit edemediğinde hiçbir şeyin yok mu senin?”

Teknenin motorunu bozduğumuzu çoktan anladığında ve etrafına dönüp baktığında adamlarının çoğunun yerde olduğunu ve bazılarının teslim olmuş şekilde dizlerinin üzerine çöktüğünü gördü. Bakışları denize doğru kaydı, yeniden tekneye baktı ve kaçabilecek hiçbir noktası kalmadığını fark ettiğinde yaralı olmayan eliyle bir kez daha silahını kaldırıp bana doğru tuttu. “En başından sana konunun seninle ya da Avukat’ınla ilgili olmadığını söyledim,” dedi. Sesi titriyordu çünkü artık ölümün hemen yanında nefes aldığını çok iyi biliyordu. “Konu Krallık’tı, onun itibarıydı ama onu da mahvettin. O çıkardığın büyük savaşla kazandın, günlerdir halk bir tek sizin adınızı haykırıyor. İstediğin intikam mı?” diye sordu. “Zaten intikamını aldın.”

“İntikamımı aldım mı?” diye sordum teknenin hemen karşısında durarak. Aramızda sadece birkaç adımlık bir mesafe vardı, “Senden intikam almak bir zafer değil ki, bir lanet. Ama bu laneti de seve seve kabul ediyorum çünkü onun, Avukat’ımın, Eftalya’nın son bakışı gözlerimin önünden gitmiyor ama merak etme, senin çığlıkların da sonsuza dek kulaklarımda kalacak.”

Ufuk yeniden etrafına baktığında bakışları hepimizin yüzünde gezindi fakat en çok bende oyalanıyordu. Bir süre yüzüme baktı ve sonrasında ellerini kaldırıp, “Teslim olabilirim,” dedi sakin bir sesle. “Beni inandığın o adalete teslim edebilirsin.”

Yeniden güldüğümde ve hızlı adımlarla tekneye çıkıp hemen karşısında durduğumda silah tam kalbinin üzerine denk geliyordu. “Adalet, kimin ellerinde olduğuna göre değişir,” dedim başımı yana doğru yatırarak. “Bugün o eller benimkiler ve sen şimdi Krallık’ın adaletinden daha acımasız bir adaletle karşı karşıyasın.” Sağlam elindeki silahı bile kaldırıp bana tutamıyordu. “Şimdi tehdit etsene beni,” dedim sakince. “Tercih hakkı sunsana bana, oynasana benimle. Neden duruyorsun?”

Ufuk çenesini havaya kaldırdı ama korkudan göğüs kafesi kalkıp iniyordu. “Ben zaten her şeyimi kaybettim,” dediğinde omzunu kaldırıp indirdi. “Uğruna savaştığım o Krallık yok oldu, şimdi beni öldürsen ne fark eder?”

“Öldürmek mi?” diye sordum, ardından gülmeye başladığımda arkamdaki diğerlerine baktım. “Öldürmek diyor, duyuyor musunuz? Onu öylece öldürebileceğimi sanıyor, buna inanıyor.” Silahı aşağıya indirdim ve cebimden bıçak çıkardığımda ayın ışığı o metale çarptı. Sivri ucunu ilk önce yüzünde gezdirdim, ardından boynunda. “İlk önce sol elini alacağım senden,” dedim ve başımı çevirip arkama baktığımda Marco gülümseyerek elindeki baltayı Ufuk’a gösterdi. “Sonrasında sen acılar içinde kıvranırken yavaş yavaş, seni öldürmeyecek kadar acı verici bir şekilde asit içireceğim sana. Seni direkt yakmayacağım, ilk önce için yanacak, cayır cayır yandığını hissedeceksin ama ateş olmayacak.” Ufuk’un vücudu titremeye başladığında bıçağı yeniden yüzüne doğru çevirdim. “Öldürmem için yalvaracaksın. İlk önce böbreklerin iflas edecek, sonrasında miden yanacak ve yavaş yavaş ciğerlerin solmaya başlayacak. Nefes almakta zorlandığında konuşacak halin bile kalmayacak ama zihnin her şeyi görecek, duyacak, hissedecek. Yalvarmak isteyeceksin ama yalvaramayacaksın bile. Sonra ne olacak biliyor musun? Felç kalacaksın, hareket bile edemeyeceksin ama bütün acıyı hissedeceksin. Bir insanın çığlık atmadan acı çekmesi ne demek biliyor musun sen? Bunu öğreneceksin.”

Ufuk titremeye devam ederken yine de gülümsemeden edemedi. “İçin rahat edecek mi?” diye sordu yolun sonuna geldiğini fark ederek. “Acını dindirebilecek misin? Peki ya Avukat’ının acısını dindirebilecek misin?” Dilini sertçe damağına vurdu ve gülmeye başladı. “Bana istediğin işkenceleri yap, canımı yak, hiçbirisi senin acını dindiremez çünkü hâlâ yaşıyorsun ve kalbinde âşık olduğun kadının acısını da yaşatıyorsun. Kıvranarak öldü,” dedi dişlerinin arasından. “Çırpınarak öldü, son nefesini vermekte bile zorlandı, bunu ben yaptım. Yok ettim onu, yok ettim sizi. Bana istediğini…”

Karnına sert bir tekme geçirdiğimde ve teknenin ucuna düştüğünde elindeki silah sağa doğru kaydı. Bir an bile şüphe etmeden Marco’nun elindeki baltayı aldım ve neler olacağını bildiği halde gözlerindeki korkuya baka baka hiç acımadan baltayı aşağıya indirip sol kolunu tek bir darbeyle kopardım. Acıyla haykırmaya başladığında teknenin beyaz zemini kanla kaplandı. Durmadım, ardından sol bacağına baltayı indirdiğimde bu kez çığlığı gökyüzünü parçalayacak kadar fazlaydı. Art arda çığlıklar atarken kıvranıyor, teknenin ucundan denize gitmek için son gücüyle çaba sarf ediyordu.

Üzerine doğru yürüdüm ve çenesini tutup kaldırdığımda elimi arkaya doğru uzattım. Giray sağ elimin içine asit dolu şişeyi koyduğunda, “Haklısın,” dedim çığlık atan yüzüne bakarak. “Onun yokluğuyla yanıyorum ama şimdi seni de bu ateşte yakacağım.” Ağzına asidi döktüğümde ve şişeyi bitirene kadar dökmeye devam ettiğimde kıvranışları artık durdurulamaz bir noktaya gelmişti.

Geriye çekilip şişeyi yere attım ve tam karşısına dikilip gözlerinin içine bakmaya devam ettim. İlk önce bütün vücudu acıyla titremeye başladı, ardından gözleri kocaman açıldı ve ağzından oluk oluk kan akmaya başladı. Kusmak istedi ama kusamadı, elini kaldırmak istedi ama kaldıramadı. Bir şeyler söylemek istedi ama bunu başaramadı. Gözlerimin önünde öyle bir işkenceyle kıvrandı ki gitgide içinin yandığını hissedebiliyordum. Gözleri yavaş yavaş kaymaya başladığında gözümü bile kırpmadan onu izliyordum. “Beni duyuyorsun değil mi?” dedim gülümseyerek. “Duyuyorsun elbette ama hiçbir cevap veremiyorsun. Şimdi senin bu anlarını kaydedeceğim ve herkes senin ne hale geldiğini görecek.” Bakışlarımı Sinan’a çevirdiğimde onun da gülümseyerek Ufuk’u kayda aldığını gördüm. “Söylesene,” dedim sakin bir sesle. “Krallık neleri savunuyordu? Ne kaldı Krallık’tan geriye? Peki senden geriye ne kalacak?”

Eli zorlukla karnına doğru gittiğinde dudaklarından sadece, “Lütfen,” dökülebildi. “Lütfen son ver.”

Ama son vermedim, kıvranışları devam ederken günler sonra ilk kez kalbimin hazdan doruğa ulaştığını hissediyordum. Çırpınışlarının hiçbiri Avukat’ımın çırpınışlarının acısını geçirmeyecekti ama son bir kez de olsa o intikam duygusu beni hayata yeniden döndürmüştü.

“Sekiz gün oldu,” dedim yüzüne bakarak. “Sekiz gün boyunca her gün ölmeyi öğrendim, şimdi sıra her saniyeyi sana ölüm gibi yaşatmakta. İçin yanıyor değil mi? Kocaman bir yangın tam karnında, kalbinde, beyninin içinde değil mi? Ben bu acıyı sekiz gündür çekiyorum, bir gün aynısını yaşamazsın mı sandın?”

Yalvaran gözlerle bana bakmaya başladığında vücudunun çırpınışları yavaş yavaş kesiliyordu ve nefes almakta güçlük çekiyordu fakat hâlâ yaşıyordu. İlk önce tek bacağındaki his gitti, sonra diğer kolundaki his. Bir kez daha çırpındığında ve tamamen hareketsiz kaldığında gözleri açık bana bakıyordu ama vücudu felç içindeydi. “Bağıramıyorsun bile değil mi?” dedim dişlerimi sıkarak. “İçin yanıyor, parçalanıyorsun ama bağıramıyorsun bile. Nasıl bir çaresizlik, öyle değil mi? Hareket bile edemiyorsun, kaçamıyorsun benden. Dinsin istiyorsun ama dinmiyor. Gerçek ateşi bile arzuluyorsun ama o ateş yok,” dedim başımı sallayarak, “şu an sadece o ateş, ödül olur.”

Artık gözüm dönmüştü ve herkesin bahsettiği o adama dönüşmüştüm. Olmaktan korktuğum o adam olmuştum, herkesin kaçıp saklandığı o kişiden başka hiçbir şey değildim. İşkence sadece haz veriyordu, ölüm sadece keyiften ibaretti ama içim soğumuyordu çünkü benim çektiğim o acıyı bile çekemediğini hissediyordum.

Elimi arkaya doğru uzattığımda Marco avcumun içine bir çakmak bıraktı. Yavaşça ve sakince yere çöktüğümde Ufuk’un gözlerinde korkudan ve acıdan başka hiçbir şey yoktu fakat hareket bile edemezdi. Çakmağın ucunu yaktığımda ateşi yüzüne doğru yaklaştırdım, başını çevirmek istiyordu ama bunu yapamadı. “İlk önce için yanıyor,” dedim dürüstçe. “Sonra kalbinin parçalandığını hissediyorsun, ardından bedenini bir ateş sarıyor. Çırpınmak, kurtulmak istiyorsun ama yapabileceğin hiçbir şey yok.” Ateşi boynuna doğru indirdiğimde benim çektiğim o acıyı çeksin istiyordum, Avukat’ımın çektiği acıyı çeksin istiyordum. “Hiçbir şey yapamıyorsun,” dediğimde intikamın verdiği haz gitgide benden uzaklaşmaya başlıyordu çünkü o an anlamıştım, hiçbir şey içimdeki yangını söndüremezdi, söndüremeyecekti. “Yapamıyorsun,” dedim boğuk bir sesle gözlerinin içine bakarak. “Çünkü o artık yok, olmayacak.”

“Tugay.” Giray’ın sesiyle beraber duraksadım ve yutkundum. “Kendinden çıkıyorsun artık, acını bu şekilde dindirmeye çalışıyorsun ama bu sen değilsin, hiç olmadın. Bu kadarı yeter! Sen bu değilsin!”

Ben artık ben değildim, bunu görmüyorlar mıydı? Aklımı kaybediyordum, bunu görmüyorlar mıdır? Bu dünyada üzerinde nefes alan öylesine bir canlıydım, bunun farkında değiller miydi?

Çöktüğüm yerden ayağa kalktığımda ve kanlar içindeki Ufuk’a baktığımda hazzın beni sadece bu kadar rahatlatacağını bilmiyordum. Bir tarafım çok daha fazlasını yapmak istiyordu ama bu anlıktı, daha fazlası, çok daha fazlası sadece birkaç saniyelik içimi rahatlatabiliyordu.

“Geçmiyor,” diye fısıldadığımda kalbimdeki acıyı, ellerimdeki ateşi, vücudumdaki hissizliği yeniden hissettim. Kaçıp saklanmak istiyordum. Kaçıp saklanmak istediğim yer yine Avukat’ımın yanıydı ama o yoktu, nereye gidecektim?

Kaç saniye, hatta kaç dakika Ufuk’un yüzüne öylece baktığımı bilmiyordum. Belki de gece yarısı olmuştu, belki de gün aydınlanacaktı hiçbir fikrim yoktu. En sonunda Sinan beni omuzlarımdan tuttuğunda ve “Yeter bu kadar,” diye fısıldadığında bulunduğum konumu fark etmiştim. Bir teknedeydim, gözlerimin önünde işkence çeken bir adam vardı ve her yerim kan içindeydi. “Eğer Eftal de burada olsaydı artık bırakmanı isterdi çünkü bu sen değilsin.”

Eftal de burada olsaydı… Ama yoktu. Olmayacaktı da. O hiçbir zaman bu kadar acımasız yüzümü görmemişti çünkü ben onu tanıdıktan sonra vicdanımı duyabilmiştim, merhameti hissedebilmiştim fakat o gittikten sonra yok olmuştum, kaybolmuştum.

Elimdeki çakmağa baktım, ardından son bir kez yakıp Ufuk’un üzerine attığımda ilk önce pantolonu, sonra üzerindeki gömleği yanmaya başladı. Yine hareket edemiyordu ama bütün acıyı hissettiğini çok iyi biliyordum.

Geriye doğru adımlar attım ve tekneden aşağıya indiğimde bulunduğu tekne yanmaya başladı. Suyun üzerinde, onu kurtarabilecek suyun üzerinde yanmak aslında en büyük çaresizlikti. Tam olarak ben de bunu hissediyordum. Bu öyle bir çaresizlikti adı yoktu.

Gözlerimizin önündeki yangını izlerken asıl şimdi her şeyin benim için son bulduğunun farkındaydım. Krallık? Artık gücünü kaybetmişti ve kazanmıştık. İntikam? Artık o intikamı almış ve kazanmıştık. Verdiğim bütün sözleri tutmuştum, şimdi geriye ne kalmıştı?

Geriye kalan tek bir şey vardı ve ne olduğunu çok iyi biliyordum.

“Sevgili Avukat’ımın yanına gidip ona her şeyi anlatmam gerek,” dedim teknenin ateşi bize de vururken. “Toprağına çiçekler götürüp ekmeliyim, cansız olanı canlandırır o. Büyütür bütün çiçekleri ama söylesenize, onun bahçesi nasıl olur da mezarına dönüşür?”

***

Ellerimde solmuş orkideler vardı çünkü onun mezarı, içinde benim Avukat’ım varsa o orkideleri bile canlandırırdı, biliyordum. Onu çürüten toprak, çürüdüğü yerde üzerine dikilen çiçeklere kalan ömründen verip yaşatırdı. En büyük adaletsizlik bu değil mi? Onun kalan ömrü, mezarının üzerindeki çiçekleri büyütüyordu.

Sinan onlarca farklı çiçeği mezarına dikmişti ve hepsi capcanlıydı, güzel kokulara sahipti. Ölmezlerdi elbet, ölmelerine izin vermezdi çünkü tek bir çiçeği bile solsa üzülürdü biliyordum ama solan tek çiçek artık kendisiydi, benim Avukat’ım, adının anlamı çiçek olan Eftalya ölmüştü, yeniden yaşayamazdı ki.

Ölüm Timi’nin mezarlığındaydım ve hava aydınlanmak üzereydi, gökyüzü gri bir renge bürünmüştü fakat bugün yıldızlar vardı ve o yattığı yerden gökyüzünü görebiliyor, yıldızları izleyebiliyordu.

Onu babasının yanına gömmüşlerdi, mezar taşına ise o ismi yazmışlardı.

Eftalya Atalar Çeviker.

Doğum, 10 Ocak 1998

Ölüm, 9 Aralık 2028

“Özgürlük gökyüzünde, sen gökyüzünde bizimlesin!”

Henüz otuz yaşında gencecik bir kadındı, benim hayatımdı, ömrümdü ama ömrümü de alıp gitmişti. Ayakta durmuş o mezara bakarken artık bütün kalbimle onun öldüğünü biliyordum. Belki o öldükten sonra bile inkâr etmiştim, bazı geceler onu yanımda görebileceğimi düşünerek yatağın diğer tarafına bakmıştım ama şimdi burada mezarı tam karşımdaydı. Ne söylenirdi? Beni duyabilir miydi? Ruhu buralarda mıydı? Yoksa terk edip gitmiş miydi?

“Avukat,” diye mırıldandığımda yere, dizlerimin üzerine çöktüm. Bir onun için dizlerimin üzerine çökerdim, şimdi mezarının başında dizlerimin üzerine çöküyordum. “Sevgili Avukat,” dediğimde ellerimdeki çiçekleri havaya kaldırıp ona gösterdim. İki dalı solmuş orkide. “Sana,” dedim ve nefes almakta bile zorlandığımı fark ettim. “Çiçekler getirdim ama bu kez iki dalı da solmuş. Cansız olanı canlandırabilirsin, bilirim seni. Bak bu bahçenden geldi, solmuşlardı, sen canlandır diye sana getirdim.” Sinan papatyalar, güller, zambaklar ekmişti. “Ve sana geldim son kez çünkü gidebileceğim başka hiçbir yer kalmadı. Zaten benim senden başka gidebileceğim hiçbir yerim olmadı, bunu en iyi sen bilirsin.”

Elimi toprağına yasladığımda nemli olduğunu fark ettim, yağmur mu yağmıştı? Belki de Sinan sulamıştı bilmiyordum. “Savaş bitti,” diye fısıldadım ve gülümsemeye çalıştım çünkü bu onu mutlu ederdi. “Biz kazandık.” Biz kazandık Sevgili Avukat ama bir yandan da biz kaybettik. Hayır, bunu sesli dile getirmek istemiyorum çünkü üzüldüğümü bilirsen sen de üzülürsün, mezarında rahat bırakayım senin ruhunu. “Çıkardığımız son büyük savaştan sonra Krallık bütün gücünü kaybetti, halk artık demokrasi istiyor, başkaldırıyor. Biz başardık sevgilim, sonunda onları alt ettik.” Ama sen gittin, sen gittikten sonra ne anlamı kaldı ki savaşın? Ne önemi var ki her şeyin? “Ve senin de intikamını aldım.” Toprağını sevdim, kadife gibiydi ama onun teni ipek gibi olurdu, dokunamıyordum ki yüzüne. “İntikamımızı aldım, yok ettim bütün düşmanları.” Ama sen de yok oldun. “Sevgili Avukat,” dediğimde gözlerim doldu ama hayır ağlamayacaktım, mezarında onu üzmeyecektim. “Benim Canım Avukat’ım, güzelim benim, her şeyim, söylesene, şimdi ne yapacağım ben?” Gözlerimi kapattığımda toprağını elini tutar gibi avcumun içinde sıktım. “Akıl ver bana, bir şeyler söyle, sensiz ne yapılır? Bu acıyla nasıl devam edilir söylesene. Öldün, yoksun artık ve ölmüş birinden yardım dilenmek ne demek hiç bilemeyeceksin ama sana yalvarıyorum bana yardım et, yol göster, ne yapacağım ben? Hayır, güçlüsün deme. Biliyorum öyle söylersin sen ama benim gücüm sensin, demiştim sana. Benim özgürlüğüm de sendin, benim hayatım da sendin, hatta bak şu gökyüzü bile senden ibaret. Yıldızlara baktığımda bile bir tek seni görüyorum, onlar senin için parlıyorlar. Söylesene ben şimdi ne yapacağım?”

Elim mezar taşına gittiğinde adının üzerinde parmaklarımı gezdirdim. “Eftalya,” diye fısıldadım adını söyleyerek. “Eftalya. Benim Eftalya’m, adını hiç söyleyemedim sana, içine nasıl battıysa son kez bunu benden istedin. Keşke daha önce söyleseydin, bin kez daha adını söylerdim sana.” Gözlerim açıldı ve elimi cebime atıp peçeteden laleyi ortaya çıkardım. “Bak, o gün sana bunu yapmıştım ama vermeyi unutmuşum, nasıl unuturum söylesene?” Kendi kendime güldüm, ardından bir kez daha toprağına dokundum. “Yaprak sarmasının yanında getirdiler bu peçeteyi ve biliyor musun ben o yaprak sarmasını yedim çünkü annem yaptı.” Toprağa doğru eğildiğimde kısık bir sesle fısıldadım. “Annemi gördüm o gün ben, biliyorum hayaldi ama oradaydı. O yaptı sandım, o getirdi sandım, biliyorum bu aptallıktı ama o sarmaları yedim. Lütfen üzülme, için rahat etsin, senin ellerinden de yemiş kabul ederim ben.” Çenemi kaldırdım ve gözlerimi elimin tersiyle sildim. “Hayır ağlamıyorum, o kadar da değil çünkü üzülürsem içinin rahat etmeyeceğini çok iyi biliyorum.”

Ellerimdeki solmuş orkidelere baktım, ardından yavaşça toprağı eşelemeye başladım. Ufak bir oyuk açtığımda tam kalbinin üzerine denk gelmesine dikkat ettim. Solmuş çiçekleri ektikten sonra ona aldığım ay ve güneş kolyesini de çiçeğin üzerine yerleştirdim. Gecem de artık onun kalbindeydi, gündüzüm de. Toprağı üzerine kapattığımda orkideler yan bir şekilde onun göğüs kafesine doğru yattı. “Beni duyuyor musun?” diye fısıldadığımda elimi toprakta gezdirirken saçlarına dokunmak istedim. “Eğer duyuyorsan bilmeni istiyorum ki kendimi çok çaresiz hissediyorum.” Daha fazla dayanamadığımda ağlamaya başladım ve toprağı avcumun içine alıp sıktım. “Kendimi çok suçlu hissediyorum, kimsesiz hissediyorum. Çaresizim çünkü seni kurtaramadım, suçluyum çünkü bu cehennemin içine ben sürükledim seni, kimsesizim çünkü her şeyim sendin benim. Biliyorum, şimdi konuşsan hiçbir şeyin suçlusu olmadığımı söylersin ama ben kendimi bu histen bir türlü kurtaramıyorum. Gel buraya, beni bu suçluluk duygusundan sen kurtar. Bak ben yine sana sığınıyorum, bütün suçuma rağmen yine senden yardım dileniyorum.”

Gözyaşlarımı yeniden sildim ve omuzlarımı ve çenemi dikleştirdim. “Tugay Demir Çeviker’im ben,” dedim kim olduğumu hatırlamaya çalışarak. “Her şeyin başlangıcı ve bitişi benim ama…” Daha fazla dik duramadığımda yeniden ağlamaya başladım. “Ama yok bunun bir nedeni, yok bunun bir izi, yok bunun bir lekesi. Yok bu acının bir tarifi. Sen varken her şeyin bir nedeni vardı, izler daha güzeldi, lekeler dünyanın en güzel sanatıydı ama sensiz hiçbir şey ama hiçbir şey aynı tadı vermiyor. Ben Tugay Demir Çeviker’im evet ama sensiz o Tugay Demir Çeviker’in ne anlamı var söylesene bana.” Etrafıma baktım onu görebilecekmişim gibi ama yoktu, sesini duymak istermiş gibi kulağımı toprağa yasladım ama bir ses yoktu. “Avukat,” dedim yaslandığım yerden. “Söylesene, uğruna yaptırdığım o bahçeye ne olacak şimdi? O çiçeklere ne olacak? O eve ne olacak? Şimdi o çiçek bahçesi senin mezarın mı olacak? Ben bunu nasıl kabulleneyim, söylesene bana.”

Yeniden etrafıma baktığımda onun artık gelmeyeceğinden, benimle olmayacağından emindim. O gitmişti, ölmüştü, beni terk etmişti. “Herkes ne yapacağımı merak ediyor,” dedim mezara doğru. “Ama sen ne yapacağımı çok iyi biliyorsun değil mi? Çünkü tanırsın beni.” Bakışlarımı gökyüzüne çevirdim ve yıldızların son kez parladıklarını gördüm, ardından kar yağmaya başladı. Tanıştığımız gün gibi kar yağıyordu, karlar ikimiz için yağıyordu. “Gökyüzünde buluşacağım seninle ama ondan önce bir hayalimizi daha gerçekleştirmem gerekiyor senin için. Bizim için.”

Yavaşça doğrulmadan önce mezar taşından öptüm, ardından toprağından ve en son o ektiğim çiçeklerin üzerinden. Sonrasında ayağa kalktım ve cebimden telefonumu çıkardım. Numarayı tuşlayıp kulağıma götürdüğümde gün aydınlanmıştı ama karlar yağmaya devam ediyordu.

“Alo?” dedi uzaktaki ses uykulu bir sesle.

“Teslim olacağım,” dedim muhalefet liderine. “Ama ondan önce benim tek bir isteğimi gerçekleştireceksiniz, sonrasında adalet ne derse o olacak.”