Beş sene önce...
O gün hava güneşliydi, mevsim bahardı ve caddelere güzel çiçeklerin kokusu sinmişti. Çocuklar sokaklarda dondurmalarını yemeye başlamıştı, sokak sanatçıları kaldırımlara oturmuşlardı, liseliler okuldan çıkıp direkt eve gitmek yerine korkusuzca sokaklarda dolaşabiliyorlardı.
Herkes seneler sonra başına geleceklerden habersizdi.
Eftalya Atalar bitirme tezini vermiş, üniversitenin son basamağını tamamlamak üzereydi. Yüzündeki keyifli bir gülümsemeyle caddede yürürken en sevdiği mevsimin bahar olduğunu düşünüyordu; nedeni elbette çiçeklerdi.
Adnan Atalar'ın bakışları ofisindeki pencereye kaydı. Odasına vuran güneş ışığına seneler sonra hasret kalacağından habersiz olduğunu söylemek zordu. Bir gün o karanlığa sürgün edileceğini elbette biliyordu çünkü felaketlerin geleceğini ilk önce bilenler, her zaman o ülkeyi yönetenler olurdu.
Odasının kapısı çaldığında bakışlarını pencereden ayırdı ve kısık bir sesle, “Gel,” dediğinde kapı açıldı. Aynı anda Adnan Atalar da ayağa kalktığında içeriye giren genç delikanlıya baktı, başıyla selam verdi. Ardından "Kapıyı kapat," dedi net bir sesle. Genç delikanlı kapıyı kapattı, odanın ortasına doğru yürüdü ve kaşları havada Adnan Atalar'ın yüzüne baktı.
Adnan Atalar bir şeyler söylemeden önce ilk önce ofisinin dışarıya açılan perdelerini uzaktan kumandayla kapattı, içerinin görünmesini tamamen engelledi. Ardından başka bir kumandayla odanın kamerasını da kapattı. En son elini masanın altına uzattı ve küçük bir cihaz çıkardı. Ses dinleme cihazıydı. Onu da etkisiz hale getirdi.
Başını salladığında genç delikanlıya eliyle kulaklık işareti yaptı. Genç, "Kimse beni dinlemiyor şu anda," dedi hem sorgulayan hem de meraklı bir ses tonuyla ve bir kez daha odaya göz gezdirdi. "Bir problem mi var? Beni neden çağırdınız?"
Adnan Atalar normalde güvenmezdi ama o an o genç delikanlının sözüne inanmıştı. Ellerini masanın üzerine yerleştirdi. "Tugay Demir," dedi başını sallayarak. "Tugay Demir Çeviker, öyle değil mi?"
Tugay Demir'in üzerinde pilot üniforması vardı, sol eliyle pilot şapkasını sıkıca tutuyordu. Saçları taranmıştı, yüzü tıraşlıydı, beyaz gömleği ütülüydü.
Ve sol kolu sağlamdı.
"Evet," dedi Tugay yine sorgulayan bir sesle. Karşısındaki kişinin muhalefetin milletvekillerinden biri olduğunu biliyordu, hatta çok daha fazlasına bile hâkimdi. Onu hapse atmak için çaba verdiklerini de biliyordu, onu yok etmek için ellerinden geleni yaptıklarına da.
Sadece bu kadar da değildi. Adnan Atalar'ın kızını da tanıyordu, bütün bu olaylardan ayrı, bütün bunlardan çok çok daha farklı sebeplerden. Bütün bu karanlıklardan daha aydınlık nedenlerle.
"Oturmak ister misin?" diye sordu Adnan Atalar deri koltuğu göstererek.
"Hayır," dedi Tugay net bir sesle. Gelecekte sırtına yediği darbelerden duruşunun değişebileceği düşünülebilirdi fakat Tugay'ın geçmişte omuzları daha düşüktü. Güçlü doğmazdık, zaman ve yaşadıklarımız bizi güçlendirirdi. Tugay yediği darbelerle güçlenmişti.
Adnan Atalar yarım ağız gülümsediğinde masanın çevresinde dolaştı ve Tugay'ın karşısına geçip kollarını önünde bağladı. "Bana karşı önyargılı mısın?" diye sordu bu kez. "Başkan'ın pilotusun, duydukların ve dinlediklerin seni etkiliyor olabilir."
"Hayır," dedi Tugay bir kez daha net bir sesle. O genelde net ve kısa cevaplar verir, pek gülümsemez ama kimseye de saygısızlık yapmazdı. "Ben sadece işimi yapıyorum, siyasetle ilgilenmiyorum."
"Emin misin?" diye soran Adnan Atalar tek kaşını havaya kaldırdı.
Tugay duraksadı. Başı omzuna doğru düştü. "Beni bunları sormak için mi çağırdınız?"
"Hayır," dedi Adnan Atalar hızlı bir şekilde. "Çünkü senin ağzı sıkı bir adam olduğunu biliyorum evlat." Tugay'ın kaşları çatıldı. "Seni buraya çağırdım çünkü sana yardımcı olmak istiyorum."
"Yardımcı mı?" diye sordu Tugay kulaklarına inanamıyor gibi. "Ben kimseden yardım istemedim."
"Yardım sadece istenildiğinde gelen bir şey değildir," dedi Adnan Atalar karşılık olarak. "Bir ikiz kardeşin var, öyle değil mi?"
Tugay'ın çenesi kasıldı. "Bunu neden soruyorsunuz?" Hemen kendini ve ailesini koruma pozisyonunu aldı. "Beni buraya çağırma nedenin tehdit mi?" dediğinde saygıyı bir kenara itmişti. "Beni tehdit ederek bir şeyler mi elde etmeye çalışacaksın?"
Adnan Atalar, Tugay'ın bu şekilde düşünmesine şaşırmamıştı fakat kırılmıştı da. "Öyle biri değilim ben," dedi net bir sesle. "Sana anlatıldığı gibi biri değilim. Bir babayım, bu öylesine bir cümle değil, gerçek bir babayım ve evladım yaşındakilerle uğraşacak biri değilim."
"O halde?" dedi Tugay çenesini kaldırarak.
Adnan Atalar gözlerini kapattı ve geri açtığında, "Bir ikiz kardeşin var," dedi açıklama olarak. "Annen seneler önce öldü ve onu öldüren kişi babandı, öyle değil mi?" Tugay'ın eli yumruk halini aldı, dişlerini sıktı ama öfkeden çok Adnan Atalar'ın bu kadar bilgiye nasıl eriştiğine dair tedirgindi. "Ve şu an bir kız kardeşin var babanın ikinci evliliğinden, henüz altı aylık. Onu babandan bile kaçırıyorsun çünkü sen büyütmek istiyorsun." Tugay'ın dudakları aralandı, elindeki şapka yere düşmek üzereydi. "Tugay Demir," dedi Adnan Atalar. "Babanın aslında kim olduğunu biliyorum."
Tugay'ın duruşu sarsıldığında bakışları kapıya döndü, ardından pencereye ve kameraya. O an bütün bunları bilen bu adamı öldürmemek için onu durduran neydi, tam olarak emin değildi fakat az önce kurduğu ben de bir babayım cümlesinin etkisi olabilirdi. "Benden ne istiyorsun?" diye sordu Tugay bir kez daha. "Kardeşlerim benim her şeyimdir. Onların kılına zarar gelirse seni asla yaşatmam."
Adnan Atalar yine kırgın bir şekilde Tugay'ın yüzüne baktı, ardından masasına ilerledi. Çekmecesini açtı, bir kasetçalar çıkardı ve masanın üzerine koydu. Tugay'a bakıp, "Seni ortadan kaldıracaklar," diye açıklama yaptı. "Ve ailene ulaşmaları an meselesi." Cihazın düğmesine bastığında Başkan'ın Tugay'ı ortadan kaldırmak istediğine yönelik o konuşma duyuldu. Tugay kasetçalara bakarken hareket bile etmedi, şaşırmadı ya da korkmadı; tek düşündüğü kardeşleriydi.
"İki gün sonraki uçuşunda işini bitirecekler evlat," dedi Adnan Atalar. "Ve soyağacını ne kadar sildiğini düşünsen de bu bilgilere erişmek o kadar da zor değildi. Seni bitirecekler, ardından sevdiklerini de bitirecekler ki iz kalmasın senden." Başını salladı. "Kötülük yaklaşıyor, insanları parçalayacak kadar gözleri döndü."
Tugay yutkundu ve bakışlarını kasetçalardan ayırıp Adnan Atalar'ın yüzüne baktı. "Peki bana neden yardımcı oluyorsun?" diye sordu. "Neden bütün bunları anlatıyorsun? Karşılığında ne istiyorsun?"
Adnan Atalar bir kez daha başını iki yana salladığında masanın yanından ayrılıp Tugay'ın karşısına geçti. Tugay, Adnan Atalar'dan yedi sekiz santim daha uzundu ama Adnan Atalar öyle dik görünüyordu ki sanki aynı boydalardı. "Konuşmanın başında söylediğim gibi," dedi Adnan Atalar. "Ben bir babayım ve buna öylece sessiz kalamazdım." Tugay inanmayan gözlerle ona baktı. "Bütün bunların ortasında iyilik hâlâ var ama illa ki sorgulamak istiyorsan bulunduğun yerden uzaklaşmanı istiyorum," dedi Adnan Atalar. "Yanlış taraftasın, seni bitirecekler."
Tugay, Adnan Atalar'ın bakışlarında samimiyetsizlik aradı ama hiçbir sonuca ulaşamadı. "Peki ya neden o kadar kişi arasından beni uyarıyorsun?" diye sordu bu kez.
"Çünkü," dedi Adnan Atalar gülümseyerek. "Arka planda neler yaptığını bilecek kadar gözü açık bir adamım." Tugay'ın gözleri kısıldı ve anlık olarak bakışları masanın üzerine yeniden kaydığında köşedeki aile fotoğrafını gördü. Adnan Atalar, hemen sol tarafında Eftalya Atalar, on altı veya on beş yaşında, sağ tarafında ise Meryem Atalar, henüz bebek denilebilecek kadar ufak.
Eftalya Atalar eliyle göğüs kafesindeki lekeleri kapatmıştı. Kapatmaması gerekirken hem de, diye düşündü Tugay.
"Beni nasıl öldürmeyi planlıyorlar?" diye sordu soğukkanlılıkla bakışlarını masadan ayırıp Adnan Atalar'a bakarak.
Adnan Atalar bilmiyorum anlamında kafasını iki yana salladı. "Tek bildiğim iki gün sonraki uçuşa gitmemen gerektiği." Elini cebine attı ve bir kâğıt çıkardı. "Soyağacını sildirmek konusunda ise bu adamı ara, sana yardımcı olacaktır."
Tugay elindeki kâğıda baktı, ardından bir numarayla isim gördü.
Marco T.
"Bu adamı tanıyorum," dedi başını sallayarak.
"Tanımayan pek yoktur," dedi Adnan Atalar. "Biraz kafadan kırık biridir ama yardımcı olacak çünkü bana bir borcu var. Borçlarına sadıktır."
Tugay kâğıdı elinde tutmaya devam ederken, "Peki ya sen bunun karşılığında benden ne isteyeceksin?" diye sordu. "Babasın, biliyorum ama bir babanın bu kadar iyi olabileceğini sanmıyorum." Net sesi, Adnan Atalar'ın afallamasına neden oldu. "Ben senin oğlun değilim sonuçta."
"İki kızım var," diye yanıt verdi Adnan Atalar. "Bir tanesinin başına gelenleri bilmeyen yoktur, kendisi artık engelli bir birey. Diğer kızım ise avukat olmak istiyor." Sesi titredi. "Bu yolda, bu dünyada, felaketler gelirken onun avukat olmak istemesi ne demek anlayabiliyor musun?" Tugay hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam etti. "Onları korumak için her şeyi yapıyorum ama bir gün koruyamayacak duruma geldiğimde bu dünya onlar için daha güzel bir yer olsun istiyorum. Ne kadar da boş bir hayal, değil mi?" Omuzlarını silkip imalı imalı Tugay'a baktı.
"Boş bir hayal değil," dedi Tugay. "Hırs çabayı, çaba kazancı, kazanç ise gücü doğurur. O güç, boş dediğimiz hayallerimizin gerçekleşmesini sağlar."
Adnan Atalar'ın gözleri parladığında elini Tugay'ın omzuna koydu, ardından yavaşça sıkarken, "Senden hiçbir şey istemiyorum," dedi rahat bir sesle. "Bir şeyleri borç olarak yapmam ama günü geldiğinde bir karşılık vermek istersen de hayır demem."
Gülümsedi. Adnan Atalar için öylesine kurduğu bir cümleydi bu ama Tugay için öyle değildi. Hiçbir zaman da öylesine olmayacaktı.
Tugay yeniden dönüp baktı aile fotoğrafına. O kadar uzun bir süre baktı ki yüzünde gülümseme oluştuğunu çok sonra fark etti. Adnan Atalar'a döndüğünde, "Sana bir şey itiraf etsem ama bu sonsuza kadar aramızda kalsa, olur mu?" diye sordu. "Sana bu konuda güvenebilirim, değil mi?"
Adnan Atalar şaşırmıştı. "Elbette," dedi sakin bir sesle. "Elbette. Söyle lütfen."
Tugay dakikalar sonra ilk kez gülümsediğinde ve itirafı için dudakları aralandığında odanın kapısı çalınmadan açıldı ve içeriye Eftalya Atalar girdi. "Babacığım!" diye şakıdı. "Sonunda mezun oluyorum!" Tugay yutkunurken yüzündeki gülümseme dondu kaldı.
"Eftal," dedi Adnan Atalar tedirginlikle bir Tugay'a, bir kapıya bakarak. İşlerine ailesini bulaştırmıyordu ve bu odada geçen konuşmalar Adnan Atalar'a göre oldukça korkutucuydu.
"Misafirin mi vardı?" diye sordu Eftalya. "İstersen sonra da gelebilirim..."
Tugay, Adnan Atalar'ın hiçbir şey söylemesini beklemeden pilot şapkasını kafasına geçirdi, ardından selam verdi ve başını önüne eğdi. Eftalya'nın yanından âdeta uçar gibi geçerek kapıya yöneldi. Eftalya yüzünü bile göremediği o genç adamın arkasından bakarken Tugay kapıyı açtı ve arkasından kapatmadan koridorda yürümeye başladı.
Bu Eftalya'yla ilk yan yana gelişi değildi, bu Eftalya'yı ilk görüşü de değildi.
Ve bu Eftalya'nın onu ilk görmeyişi de değildi.
Her adım başka bir adımı takip ederken ofisten çıktı ve temiz havaya kavuştuğunda cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Birkaç nefes çekti, ardından gökyüzüne baktığında yüzünde yeniden bir gülümseme oluştu.
Tugay Demir Çeviker iki gün sonra o uçuşa gitmedi. Gitseydi bulunduğu uçak patlayacaktı ve kendisinin bir parçası bile bulunmayacaktı. Hayatını kurtaran ise Adnan Atalar olmuştu.
Eftalya Atalar
En büyük hayallerimden biri, başarılarımla adımdan söz ettirmekti. Gazeteler, televizyonlar, radyolar, dergiler ve hatta bazı kitaplar benim adımdan söz etmeliydi. Zor bir davayı kazanmak, bunun sayesinde alkışlarla karşılanmak; birkaç çocuğun hayatını değiştirmek, bunun sayesinde ailelerin yüzünü güldürmek; gerçek kötülerin cezalarını kesmek, bunun sayesinde adımın yanında onurlu hitabını getirmek.
Mezun olacağım haberini vermek için babamın yanına gittiğim o gün neden bir avukat olacağıma o kadar sevinmediğini bir türlü anlayamamıştım ama zamanla o nedenler bir bir karşıma çıkmıştı.
Yasaların her şeyin üzerinde olması gerekirken yöneticiler yasaları belirlemeye başladığında hukuk tamamen yok olmaya yüz tutmuştu. İnsanların, eğitimcilerin, profesörlerin gözlerinin önünde yaptılar bunu ve ses çıkaranları susturdular.
Bir zehir kana karıştığında direkt felç kalırdınız ve bunu hissederdiniz ama Krallık zehri suyumuza, yemeğimize, vicdanımıza karıştırmaya başladığında yavaş yavaş felç kaldığımızı fark edemedik. Bir anda kitapları yasaklasalardı, bir anda müziğin sesini kesselerdi, bir anda izlediğimiz filmlere sansür getirselerdi elbette daha büyük bir çığlık oluşurdu ama bunu yavaş yavaş yaptıklarında farkında olamadık. Fark ettiğimizde ise sesimizi çıkarmamamız gereken noktadaydık.
İlk önce kitapları içinde toplum ahlakını bozan sahneler olduğu gerekçesiyle yasakladılar. Toplum ahlakını bozan duygu dolu sevişmelerdi, eşcinsel bireylerin o kitaplarda işlenmesiydi, alttan alttan Krallık'a eleştirilerdi.
Müzikleri ayaklanma başlattığı bahanesiyle yavaş yavaş kıstılar, en sonunda sanatçıları kendilerine saygısızlık yaptıkları için ya hapishaneye gönderdiler ya da ülkeden kaçmalarına sebep oldular. Bize sadece kendi istedikleri şarkıları dinlettiler ve zorunda kaldığımızı çok sonra fark ettik.
Algılarımızın bile seçmekte zorlandığı sahnelere sansür getirerek filmlerin ve dizilerin önüne geçmeye çalıştılar, çocukların etkilendiklerini söylediler. Onlar bunu söyleyene kadar iki insanın birbirini tutkuyla öpmesini sıradan bulan halk, yasakların ardından bunun ayıp olduğuna inanmaya başladı.
Mantıksız nedenlerle koyulan yasaklar topluma sıçradı. Sokakta el ele dolaşan insanlara bile bunun ayıp olduğunu bağıran yobaz bir topluluk oluştu, zaman ilerledikçe bu masum halk ahlaksızlıkla suçlandı. Eşcinsellerin yaşama hakları yavaş yavaş değil, içlerindeki nefretle direkt ellerinden alındı. İki şart sundular onlara: Ya ülkeden gideceklerdi ya da tedaviyi kabul edeceklerdi. Eşcinselliği tedavisi olan bir hastalık olarak görüyorlardı.
Ülkeden kaçabilenler kaçtı, kalanlar boyun eğerek tedaviyi kabul ettiler. Halk bilmese de tedavi edildiği söylenen o insanların ya öldürüldüğünü ya tecavüz edilip yakıldığını ya da hapishaneye gönderildiğini öğrendik.
Birkaç sene içinde kim oldukları belli olmayan din tüccarları ortaya çıktı, kutsal kitapta yazmasa bile yazıyormuş gibi kurallar getirdiler ve onlara koşulsuz inanan kişiler türedi.
İlk önce bütün bu olanlara tepki verenlere ses çıkarmadılar, ardından onları da susturmak için dava açmayı seçtiler. Yüklü miktarların altında kalmak istemeyen halkın çoğunluğu susmak zorunda kaldı. Zaten tazminatlar da zamanla hapis cezasına dönüştü, yasalarımızda bu yoktu ama onların yasalarında varsa onların hâkimleri de bunu uygulamak zorundaydı.
Yumuşak kurallar, yazılı olmayan katı kurallara dönüştü; o katı kuralları koyanlar da beyni yıkanan halktı. Toplum içinde yasaklı bir kitabı açıp okuduğunuzda oradan geçen biri zaten elinizden kitabı alıp yırtıyordu. Dayak yiyebiliyordunuz, hatta bazen öldürülebiliyordunuz. Krallık’ın zehri toplumun birbirine düşmesine neden oldu.
Öyle yavaş kana karıştılar ki… İlk önce kendilerine karşı çıkan muhalefeti yok ettiklerinde babam hapse ilk giren kişilerden biriydi. Ses çıkardığı için, karşı geldiği için ama asıl girme nedeni ufacık bir suçtu. Sadece yasaklanan bir kitap okumuştu.
Halkın başkan seçme hakkını kaldırdılar yine kendi yasalarını getirerek. Krallık, yani bir diğer adıyla Padişah sistemi geri geldi. Ya kendi aralarında başkan seçiyorlardı ya da dilerse başkanın oğlu koltuğa geçiyordu. Eski başkanın oğlu değil, kızı vardı. Kadınların böyle üst mertebelerde çalışması yasaklandığı için yenisini kendi aralarında seçtiler.
Zamanla yozlaşan toplum fakirleşti çünkü vergiler arttı. Krallık ve onların yanlıları lüks içinde yaşarken halkın birçoğu Krallık'ın onlara sunduğu bir torba yiyeceğe alkış tutmaya başladı. Halbuki o torba zaten onlara aitti. İnsanlar kendi ceplerinden ödedikleri yiyecekler için Krallık'a teşekkür ettiler ve bunu bile fark etmediler.
Bütün bu yaşananlara bakıldığında, hatta çok daha fazlası yaşanacağından emin olmama rağmen bu zamana kadar nasıl sustuğumu anlayamıyordum fakat babamın da Tugay'ın da karşı gelen insanların da savaşını kalbimde hissedebiliyordum.
Boyun eğip direnen insanların bu topraklar altındaki cesetleriyle yaşayacağıma boynum kopsa daha iyiydi çünkü bunun adı yaşamak olmazdı. Belki bir kurtuluş olmayacaktı, belki yine onlar kazanacaktı ama savaş vermek artık huzurlu hissettiriyordu; kendimi gerçekten güçlü hissetmemi sağlıyordu.
"Yaptığın çok büyük bir şeydi," dedi Giray sağ tarafımdan. Bakışlarımı ona çevirdiğimde bulunduğumuz yerdeki herkesin bakışlarının üzerimde olduğunu fark ettim. "Ama bunun Krallık için son damla olduğuna eminim." Başını salladı, gülümsedi. "Bu yüzden seni daha fazla korumamız gerekecek."
Sol tarafımda duran Sinan başını salladı. Hâlâ kanal binasındaydık ve binanın önünde artık sadece polisler yoktu, halk da toplanmaya başlamıştı. Adımı haykırdıklarını duyabiliyordum; hepsi hep bir ağızdan Eftalya diyordu.
"Nasıl çıkacağız?" diye sordum etrafıma bakarak.
"Çatıdan," dedi ileride duran Javier ve sırıttı. Onu yeni tanımama rağmen sanki Marco'yu karşımda görüyormuşum gibi hissetmem çok tuhaftı. "Beni takip edin." Giray'a şöyle bir bakış attı. "Koruyamayacaksan Avukat’ı bana bırak, bu konularda pek yetenekli olduğun söylenemez."
Giray gözlerini devirdi ve elini belime yerleştirerek beni yürüttü. Hemen yanımda duran Sinan ise önüme geçti. "Javier," dedi Giray pencereye doğru yürürken. "Abin gönderdiğim vitaminlerden memnun olmuş mu?"
"Abisi mi?" diye sordum şaşkınlıkla.
Javier geri geri yürürken ortaparmağını Giray'a gösterdi. "Birazdan kendisine sorabilirsin, çatıda bizi bekliyor ama merak ediyorsan seni meyve sıkacağına sokacağını söylemişti."
"Abisi mi?" dedim bir kez daha. "Marco senin abin mi?"
Javier başını salladı. "Biliyorum, ondan daha karizmatiğim."
Javier'in telsizinden ses yükseldi. "Seni duyuyorum Javier." Marco'nun sesiydi. "Telsizi açık unutmuşsun. Keşke karizmatikliğin kadar zekân da bana benzeseydi."
Javier'in gözleri kocaman açıldı. Ardından utançla, "Özür dilerim abi," dedi. Giray güldüğünde Javier bir kez daha ortaparmağını gösterdi.
Sinan homurdandı. "Günlerdir birçok insanla tanıştım," dedi kulağıma. "Bir tanesi bile normal değildi."
Kendimi tutamayıp güldüm. Giray nasıl duyduysa, "Normal insanlar bizim yaptıklarımızı yapamaz çünkü," dedi kendinden emin bir sesle. "Aklı başında olan kaçıp giderdi." Çenesiyle beni işaret etti. "Bu cümleyi az önce canlı yayında başkaldırana da söyle."
Haklıydı, bütün bunların ortasında olmak, hatta savaşmak biraz delilikti. Ya da tamamen akıllılıktı. Bunu zaman gösterecekti.
Pencerenin kenarına gittiğimizde sarkan ipi gördüm. Giray ve Sinan birbirine baktı. Ardından Giray, "Tırmanabilecek misin?" diye sordu bana.
"Evet," dedim hızlı bir şekilde. "Çocukken salıncağın demirlerine tırmanırdım."
Giray aşağıya baktı, Sinan'a baktı, ardından yukarıya baktı. "Yerden on sekiz kat yukarıdayız," dedi. "Yani salıncakla eşdeğer olduğunu düşünmüyorum."
Kaşlarım çatıldı. "Yapabilirim."
Sinan yine de bana güvenmedi. "Sen önden çık Giray, ben aşağıdan onu beklerim."
Giray onayladı, ardından çevik bir hareketle pencerenin pervazına çıktı ve öyle hızlı bir şekilde ellerini iplere doladı ki dudaklarım aralandı. O sırada karşı binadan silah sesi geldi. Hedefi Giray'dı. Bu kez de gözlerim kocaman açıldığında bizim bulunduğumuz çatı katından da silah sesi geldi. Karşı binadan biri aşağı düşerken elimi ağzıma yerleştirip geriye doğru gittim. Keskin nişancı alt edilmişti.
"Zaten ölü bir adamsın GPÇ," dedi Marco yukarıdan. "Ve artık yerimizi biliyorlar, çocuk parkında gibi o ipte sallanmayı bırak da çık yukarı." Marco elbette Giray'ın ölmediğini biliyordu.
Giray sırıtırken ben de pervaza adım attım ama o sırada arkamdan bir gümbürtü sesi geldi. Başımı çevirdiğimde ise Sinan'ın aniden köşeye çekildiğini ve stüdyo şefinin üzerime doğru atıldığını gördüm. Elleri direkt boğazıma dolandı, gözlerindeki nefret inanılmazdı. Beni öldürmek isteyerek pencerenin pervazına dayadı. "Seni öldüreceğim!" dedi ağzından tükürükler saçarak. "Seni öldüreceğim orospu, nefes bile alamayacaksın!"
Sinan doğruldu, ona saldıracağı sırada ben önce davrandım ve sert bir tekmeyi bacaklarının arasına geçirdim. Şef inleyerek öne doğru eğildi, bir an bile beklemeden yumruk atıp geriye doğru düşmesine neden oldum. "Bir daha bana dokunursan seni..."
Sinan adamın yüzüne öyle bir tekme geçirdi ki oracıkta bayıldı. Bizi destekleyenler de desteklemeyenler de şaşkınlıkla bana bakarken yeniden pervaza döndüm, saçlarımı düzelttim, eteğimi indirdim.
Giray gözleri kocaman açılmış beni izliyordu. Gülümsedi. "Harikasın Avukat," dedi hayranlıkla. "Fakat seninle dövüş derslerine başlamamız gerekiyor çünkü Tugay'a söz verdim."
“Biraz daha orada sallanırsan gerçek bir ölü olacaksın,” dedi Marco’nun sesi yukarıdan. “Ve dersi de cehennemin dibinde vereceksin.”
Giray gözlerini devirdi ve hızla ipi tırmandığında sıra bana geldi. Yan bir şekilde pervaza oturdum, ellerimi halata sardım, ardından sadece bir saniyeliğine aşağıya baktım ve midemin bulandığını hissettim. Sinan'ın bile bilmediği bir gerçek vardı: Yüksekten korkuyordum.
Hayır, dedim. Şu an bu korkuyla yüzleşmenin sırası değil.
Bakışlarımı yukarıya çevirdim ve Giray'ın elini uzatmış beni beklediğini gördüm. Sinan arkamdan bana destek çıkarken başımı salladım ve gözlerimi kapatarak kendimi o küçükken olduğum salıncakta gibi hissettim. Hayır, on sekizinci katta değilim. Evet, nefes alabilirim ve... Giray'ın eline dokunduğum an çevik bir hareketle beni çatıya çekti. Dengemi sağlayamayarak yere düştüm.
Ve o an iki şey düşündüm. Birincisi korkudan ölecek gibi hissetmemdi, ikincisi ise başka bir gerçeklikti: Gökyüzüne âşık, uçmayı bu kadar seven pilot Tugay Demir Çeviker'ın avukatı Eftalya Atalar yüksekten korkuyordu. Her anlamda zıt olmakta üstümüze yoktu ve bu çok yaralayıcıydı.
Yardım beklemeden ayağa kalktığımda Ölüm Timi'yle karşılaştım. Onların da yüzünde kar maskeleri vardı ama tam karşımdaki kim olduğunu elbette biliyordum. Sol elindeki silah, sağ elindeki mandalinayla Marco.
Hemen karşısına Giray geçti, birkaç saniye bakıştılar. Gerileceğimizi düşündüm ama Marco mandalina uzatıp, "Vitamin," dedi kısık bir sesle. "Yer misin? İyi gelir."
Giray güldü; içten bir gülüştü, ardından Marco'yu kendine çekip sarıldığında aynı şekilde karşılık buldu. Marco, Giray'ın boynuna sarılırken ağzına bir mandalina atıp bana göz kırptı ve geri çekildiklerinde ikisinin de bakışlarında aynı ifade vardı. Minnet ve sevgi.
"Ölü bir adama göre fazla canlısın GPÇ fakat yine de bu savaş işleri seni yaşlandırmış," dedi Marco yarı alaylı yarı ciddi. "Açık konuş, beni çok özledin değil mi?"
"Sana küflenmiş mandalinalar gönderecek kadar," diyen Giray yeniden güldü.
"Abi," diyen Javier, Sinan'ın arkasından çatıya çıkmıştı. "Bozmak istemem ama romantik bir şarkı eşliğinde kavuşmanızı bir dinamit patlatabilir, artık gidelim."
Marco başını salladı ve arkasındaki diğer binanın giriş kısmını göstererek, "Bu taraftan," dedi sakin bir sesle, ardından bana baktı. "Ve bu iyiliğim de karşılıksız kalmayacak arkadaşlar. Bana borcunuz var."
Hiçbir cevap vermeden onun peşinden gittim ve o an Marco’nun BL örgütüyle olmasa bile Çeviker kardeşlerle ya dostluk ya arkadaşlık ya da gönül bağı olduğunu anladım. Belki de karşılıklı borç ilişkisiydi, bilemiyordum.
Marco'ya güvendiğimi hissettim ne olursa olsun. Hemen arkasında yürürken geriye doğru bir mandalina atması ve onu havada kapmam bir oldu. "Senin borcun kapandı Avukat. Zaten yeterince felaketin merkezindesin."
***
Bugün babamın mahkemesi vardı.
Hava diğer günlerden daha güneşliydi fakat bu kez güneş umut verici görünmüyordu çünkü bugün babamın mahkemesi vardı.
Bugün babamın idam kararının çıkacağı mahkeme vardı.
O programa çıkmamın üzerinden iki gün geçmişti. Elbette ortalık çok fena karışmıştı. Eskisinden daha çok BL destekçisi vardı, bu gözle görülürdü ama bunun dışında benim de destekçim çoktu. Örgütten ayrı, BL'den ayrı, ne yaparsam yapayım peşimden gelecek kocaman bir topluluk oluşmuştu.
Kerem Karaman'ın bir gün boyunca komada baygın kaldığını söyleniyordu örgütte fakat o kadar umurumda değildi ki… Zaten ölmemesi bile bir mucizeydi.
Krallık tarafı sessizdi, birkaç saat öncesine kadar. Büyük ihtimalle daha fazla yağmalama olmasını, ortalığın daha fazla karışmasını beklediler. Ses kayıtları için ise Başkan kendisine ait olmadığını ve üzerinde oynamalar yapan hain bir saldırı gerçekleştiği hakkında bir bildiri yayınladı. O ses kayıtlarından sonra Tugay Demir Çeviker'i destekleyenler hırçınlaşmış, geriye kalan Krallık binalarını taşlamaya başlamışlardı.
Artık masum da halk da ölmeye başlamıştı ki öğleden sonra sıkı yönetim geleceği ve o sıkı yönetimle yeni kuralların uygulanacağını yayınladılar. Kuralların ne olduğunu bilmiyordum ama bana koydukları kural Adliye Sarayının önünden bile geçemeyeceğim yönündeydi. Yani babamın mahkemesine katılamayacaktım.
Hiçbir haber alamıyordum, ulaşamıyordum, tek söyledikleri mahkemeye dahil olamayacağımdı. Örgütten de kimse haber alamıyordu, babamı bir sır gibi saklıyorlardı.
İçimden bir ses bu kez Krallık'ın çok kötü bir planı olduğunu söylüyordu ama zaten çıkacak olan karara hazır hissediyordum. Hazır mıydım? Hazır olmalıydım, başka çarem yoktu. İdam kararı vereceklerdi, aksi yönde bir karar mümkün değildi.
"Avukat," dedi hemen arkamdaki Giray. "Aynı çiçeği üçüncü sulayışın."
Defne ve Giray’la Tugay'ın bana hediye ettiği bahçeye gelmiştik. Bu fikir Defne'den çıkmıştı, büyük ihtimalle iki gündür gözüme uyku girmediğini fark etmişti ve beni mutlu edecek bir yere getirmek istemişti. Karşı gelmeden onların peşine takılmıştım ama pek konuştuğum da söylenemezdi. Ağzımdan çıkan iki üç cümleden biri Sinan'a artık Meryem'i bana getirmesiydi.
Suladığım çiçekten uzaklaşıp sekiz işçinin çalıştığı, temeli ufacık da olsa atılan inşaata baktım. "Tugay'a evi istemediğimi söylemiştim aslında," dedim dakikalar belki de saatler sonra konuşarak. "Fakat yine beni dinlemedi galiba."
Giray üzerindeki lacivert boğazlı kazağının yakasını düzeltirken Defne hemen arkasında yeni ekilen bir tohumu suluyordu. "Evin planına kadar söyledi," dedi Giray belli belirsiz yüzünü buruşturarak. "Hepsinde aklımda tutamam elbette ama içinde kedi evi bile vardı."
Gözlerim kocaman açıldı ve inşaatın olduğu yere baktım. Tugay ona ne söylediysem aklında tutmuş, ben hayır desem bile neyin hayalini kuruyorsam onu yaptırmak için emir vermişti. "Kesin müzik odası da vardır," dedim altdudağımı dişlemeden önce. Sırtımı ona döndüm ve gülümsedim.
Giray derin bir nefes aldı. "Bu planın sana ait olduğunu biliyordum," dedi. Sırtım dönükken bile gözlerini devirdiğini hissettim. "Her şeyi anlarım ama yatak odasının tavanına bile ayna yaptırma fikri sence de delice değil mi?" Hızla dönüp ona baktım. "Aynısını köşkteki odan için de yaptık. Aynalara olan bu aşkın nereden geliyor Avukat?"
"Ben," dedim, ardından sustum ve Defne'nin çöktüğü yerden doğrulup bize doğru yürüdüğünü gördüm. "Yatak odasında mı, tavanda mı, ayna mı?" diye mantıksız bir cümle kurdum.
"Ve solunda, sağında, önünde, arkanda. Her yere ayna koymamızı istedi Tugay," dedi Giray.
Defne gelip kolunu Giray'ın beline sardığında Giray boş bulunup kolunu Defne'nin omzuna attı, ardından kendine doğru çekerken gözleri kocaman açıldı. Boğazını temizleyip Defne'yi kendinden öyle bir uzaklaştırdı ki gülmeye başladım.
"Gerçekten anlamadığını mı sanıyorsun Eftalya'nın?" dedi Defne dudaklarını bükerek. "Korkma, Tugay'a bir şey söylemez."
Giray kaşlarını çattı ve oturduğu arabanın kaputundan yere zıpladığında üstünü silkeledi. "Bence sizin aranızdaki onu hiç ilgilendirmez," derken kollarımı kendime doladım. Üzerimde siyah bol bir kazak vardı, onun üzerinde de siyah montum fakat yine de üşüyordum. "Yasakları çiğnemeye meraklı olan Tugay Demir Çeviker."
"Anlıyorum," dedi Defne imalı imalı.
Gözlerimi kaçırdığımda Giray boğazını temizledi. "Yasak olduğu için değil, ona hak verdiğim için," dedi Giray hızlı bir şekilde ve cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. "İnsanın kafası karışabiliyor." Defne'ye göz ucuyla baktı. "Bazı duygularla."
"Hadi ama," dedi Defne ardından Giray'ın omzuna hafifçe yumruk attı. "Normal hayatında nasıl bir adam olduğundan söz etsene biraz Eftalya'ya." Kaşlarım havalandı, Defne bana döndü. "Giray'ı bütün bu olanlardan öncesinden beri tanıyorum. Tugay hep biraz donuk biriydi ama Giray her zaman en eğlenceli olandı. Şarkı söylemeyi seviyor çünkü sesi çok güzel, dans etmeyi de öyle. Aşçılık kurslarına gidiyordu, her gece bir mekânda gitar çalıyordu, çok kalabalık bir arkadaş grubu vardı, herkes onu çok severdi." Defne sırıttı. "Ve senelerce peşinden koştum. Giray'ı elde etmek çok zordu çünkü çevresinde çok kız vardı." Eli kalbine gitti. "Şu an böyle durduğuna bakma, askeriyede bile en eğlenceli kişi Giray'mış."
"Defne," dedi Giray onu susturmak ister gibi.
"Yaşadıkları onu hiç değiştirmedi, hâlâ aynı adam aslında ama kendini engelliyor çünkü Tugay Demir onun kardeşi ve sadece onun için..." Giray dönüp bakışlarıyla Defne'yi susturduğunda Defne kısa saçlarından bir tutamını kulağının arkasına sıkıştırdı ve ağzına fermuar çekti.
"Giray," dedim kendimi tutamayarak. "Hiç bu yolu istemiyordun değil mi?" Giray hiçbir şey söylemedi fakat sessizlik de bir cevaptı. "Yani yaşamak istediğin hayat bu değildi. Sana kalsa kaçıp bile giderdin, öyle değil mi?"
Giray yutkundu, ardından boynunu çıtlatıp gözlerimin içine baktığında yeniden Tugay'ı görür gibi oldum. "Karşı çıktım, engellemeye çalıştım, hatta yetmedi, tek başıma kaçtım ama işte sonuç olarak buradayım çünkü o benim kardeşim ve ondan başka kimsem yok. Başka bir yerde korkuyla yaşamaktansa burada korkuların üzerine gidip savaşmak daha doğru geliyor."
"Ne korkusu?"
"Ölüm korkusu," dedi Giray.
"Ölmekten mi korkuyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak.
Giray gülümsedi. "Ben zaten ölüyüm," dedi alayla göz kırpıp. "Yeniden ölemem, değil mi?" Derin bir nefes aldı. "Korktuğum Tugay'ın ölmesi." Bir kez daha boynunu çıtlattı. "Bir koruyucu muyum, bilmiyorum ama ben varsam ölmez gibi geliyor."
Gülümsedim, kalbimde Giray'a kocaman bir yer ayrılmaya başladığını hissediyordum. "Sen varsan hiçbirimiz ölmeyiz bence," dedim ben de göz kırparak.
Giray gözlerini alayla devirdi. "O halde bütün bunlar bittikten sonra Superman gibi GPÇ yazılı bir süper kahraman kostümü diktirmem gerekiyor." Bu kez kahkaha attığımda o da bana katıldı. Defne yeniden Giray'ın beline sarıldığında Giray bu kez geri çekilmedi, hatta Defne'nin saçlarını öptüğünde ikisi için de en iyisi olmasını dilemekten başka hiçbir şeyim yoktu.
"Gidelim mi?" dedi Giray birkaç dakika sonra. Defne’yle onayladığımızda araca bindik ve Giray motoru çalıştırdığında uzaktaki inşaat işçileri bize el salladı. Büyük ihtimalle örgütü bilen ya da bilmeseler bile BL'yi destekleyen güvenilir birileriydi.
Giray geri geri arazinden çıkarken aniden aklıma gelen bir fikirle, "Giray," dedim arka koltuktan. "Tugay'ın evi de buralardaymış, doğru mu?" Giray bu bilgi karşısında şaşkınlıkla kaşlarını kaldırırken aynadan bana baktı. "Sır mıydı?" dedim. "Bunu bana o söyledi."
"Hayır ama..." Duraksadı ve göz ucuyla Defne'ye baktı. "Bunu seninle paylaşmasına şaşırdım çünkü evi biraz da onun kasası ve sırlarıdır. Kimse bilmez."
Omuzlarımı silktim. "Beni o eve götüremez misin?"
Giray yine şaşkınlıkla bana baktı. "Sanırım gerçekten mandalina gibi sıkılmamı istiyorsun Eftalya Atalar," dedi alayla fakat ciddi olduğumu görünce ağzının içinde küfretti. "Bunu o söyleyene kadar yapamam."
Dirseğimi koltuğuna yasladım ve hevesle ona baktım. "Sen götürmezsen ben bulurum ki," dedim. "Evime bir kilometre ötedeymiş. Hatta belki de…" Pencereden başımı çıkarıp ormanlık alana baktım. "Şu an onun evinin yanından geçiyoruzdur... İşte!" İleride ağaçların arasında büyük bembeyaz bir villa gördüğümde heyecanla ellerimi birbirine çarptım. "İşte orası değil mi? Orası, biliyorum."
"Bugün olmaz," dedi Giray ama arabayı yavaşlatmaya başlamıştı.
"Neden?" diye sordum.
"Çünkü," dedi Giray uygun kelimeyi bulmaya çalışarak ve yeniden Defne'ye bakarak. Defne sessizce dinliyordu, o evden hiç haberi yokmuş gibiydi. "Nida'yı tanıyor musun?" diye sordu bir anda.
"Evet." Giray yine çok şaşırdı. "Detaylı bir şekilde konuşmadık ama üzerine kayıtlı bir kız çocuğu olduğunu biliyorum, kendi kızı gibi görünüyor ama kardeşi." Giray bu kadar şeyi bilmeme şok oluyordu. "Evin Nida'yla ne alakası var?" diye sordum, ardından hızla kendime yanıt verdim. "Nida orada mı kalıyor?"
Giray duraksadı, direksiyonu kavrayan parmakları sıkılaştı. "Beni lime lime doğrayacağına eminim ama bu kadar sırrı verdiyse sekiz parçaya değil, dört parçaya böler," dedi. "Gidelim de kendin gör, olmaz mı?"
Defne kısık bir sesle, "Bundan bana hiç söz etmemiştin," dedi ve bozulduğunu hissettim.
"Sırdı," dedi Giray kaşlarını çatarak. "Tugay ve benden başka kimse bilmiyordu, bir de şimdi ikiniz biliyorsunuz. Nida'yı, kardeşimizi o evde saklıyoruz."
Bu kez de Defne, "Yerini bilmediğini söylemiştin. Yalan söyledin," dedi ve bakışlarını pencereye çevirdi. Giray bir yanıt vermek için dudaklarını araladı fakat sonra vazgeçtiğinde özür dileyen bakışlarımı ona gönderdim. Giray ise başını iki yana sallayarak aracı beyaz villanın olduğu yere doğru sürdü. Neredeyse iki dakika sonra villanın önünde durduğumuzda araçtan ilk inen kişi bendim, benim ardımdan Giray da indi fakat Defne araçta oturmaya devam etti.
İlk karşılaştığım dışarıdaki kocaman bir bahçeydi. Meyve ağaçları vardı fakat yeni ekilmeye başlayan çiçekleri de görebiliyordum. "Yeni ektiriyor," dedi Giray arkamdan. "Çiçeklerle normalde alakası yoktur ama bir anda çiçekleri sevesi geldi."
Hiçbir şey söylemeden yürümeye başladığımda köşedeki köpek kulübesini ve içinde uyuyan sarı renkteki yaşlı köpeği gördüm, hemen yanında ise siyah genç bir köpek vardı. Kulübenin arkasında salıncak vardı, küçük bir kaydırak ve arka tarafta da havuz.
"Bil bakalım köpeklerin adı ne?" dedi Giray keyifle.
"Karabaş mı?" diye sordum. Giray kahkaha attı. "Ne?" dedim gülerek. "Söylesene."
"Tugito," dedi sarı, yaşlı olanı göstererek. "Ve Girito." Siyahı gösterdi. "Nida bizim isimlerimizi verdi." Koskoca BL örgütü lideri Tugay Demir Çeviker'i Tugito yapan ve köpeğine isim verdiren Nida'yla tanışmak için can atıyordum. "Bu aramızda kalsın, kendisi bunu da sır gibi saklıyor. Emin ol Karabaş'ı tercih eder."
Asker selamı verip, "Emredersin komutanım, aramızda," dediğimde Giray sırıttı. Kapıya yürümeye başladığımızda hemen kapı açıldı. Orta yaşlı bir adam başını önüne eğerek bize selam verdiğinde hemen arkasından orta yaşlı bir kadın çıktı. "Giray," dedi kadın elindeki havluyla avuçlarını silerken. "Haber vermedin, hazırlıksız yakalandık." Bakışları bana döndü, elbette beni tanıyorlardı. "Merhaba," dedi kadın duraksayarak. "Sen Eftalya olmalısın."
"Merhaba," dedim ve Giray içeri girerken ben de çekinerek içeri girdim. O an mis gibi yemeklerin kokusu burnuma doldu, Tugay'ın evinde aile huzuru var gibiydi.
Giray eve girer girmez sanki o üzerine çöken yapay ciddiyeti söküp attı ve beyaz saçlı kadına kocaman sarılıp yanaklarından öptü. "Çok kalmayacağız," dedi kadını öpücüklere boğarken. Kadın kıkırdadı. "Avukat olay yeri incelemesi yapmak istedi." En sonunda geri çekilip bana baktı. "Sadık baba ve Yıldız anne," diye tanıştırdı. "Kendileri aile dostumuz olur." Kolunu Yıldız Hanım’ın omzuna attı. "Hadi bana şu güzel kokuların nereden geldiğini göster." Kadını mutfağa yönlendirdi, ardından omzunun üzerinden bana baktı. "Sen dolaş, girmemen gereken odalar zaten kilitlidir. Ben birazdan geliyorum."
Arkalarından şaşkınlıkla bakarken kocaman koridorda tek başıma kaldım. İlk önce ne yapacağımı bilemedim ve evi gezmenin saygısızlık olacağını düşündüm. Ardından buranın Tugay Demir Çeviker'in evi olduğunun bilincine yeniden vardım ve direkt evin içinde dolaşmaya başladım.
Ev Tugay'ın karakterine ve yaptıklarına zıt bir şekilde daha canlıydı. Kocaman koridorda duvarlarda ünlü ressamların tabloları vardı, koridor büyük salona açılıyordu ve salondaki koltuklar bembeyazdı, oldukça büyük bir televizyon duvara montelenmişti. On iki kişilik yemek masası vardı ve yemek masasının arkasında içi alkol dolu bir dolap; o dolabın yanında ise çerçevelenmiş fotoğraflar.
İlerleyip fotoğraflara baktım ve genelde Giray'ın fotoğraflarıyla karşılaştım, sadece bir fotoğrafta Tugay vardı ve Giray'la beraber bu evin önünde çekilmişlerdi. İkisi de gülümsüyordu ve bir yere gitmeden önce çekilmiş gibilerdi. Giray'ın üzerinde lacivert bir takım elbise, beyaz bir gömlek vardı. Saçları biraz daha uzundu, kocaman sırıtmıştı.
Tugay'ın üzerinde ise siyah bir takım elbise, siyah gömlek, siyah kravat. Saçları taranmış, asker tıraşıydı. Gülüşü sıcacıktı, duruşu yine dikti ama bütün bunların dışında özgürdü. Çerçeveyi alıp daha yakından baktığımda üzerindeki takım elbisesinin ceketinin yakasında bir mendil olduğunu gördüm, mendilin üzerinde BL harfleri vardı. Gözlerim açıldığında bu mendilin bana verilen mendil olduğunu fark ettim. Tugay o mendili bana vermeden önce sürekli yanında mı taşımıştı?
Fotoğrafa düşündüğümden daha uzun süre baktığımı, hatta yüzünü okşadığımı fark ettiğimde kendime sinirlenip fotoğrafı bıraktım ve o büyük koridordan direkt merdivenlere doğru yürüdüm. Alt katta da birçok oda vardı, hatta büyük mutfak giriş kapısının yanındaydı ama o taraflara bulaşmadan üst kata çıkmak istemiştim. Beş odayla karşılaştığımda iki odanın kapısının aralıklı durduğunu fark ettim.
Burada da duvarlarda çizimler vardı. Muhtemelen Nida kâğıtlara çizimler yapmış, duvarlara asmıştı. Hepsinde iki adam vardı, bir de Nida. Anne yoktu. Adamlardan biri Giray, biri Tugay olmalıydı. Başka kimse yoktu. Başka bir fotoğrafta da Sadık Bey’le Yıldız Hanım’ı çizmişti. Bir tanesinde köpekleri. Bir tanesinde yüzü beyaz pastel boyayla karalanmış biri vardı. İleride yerde oyuncaklar vardı, bu kat büyük ihtimalle Nida'ya aitti.
İçimden bir ses çok fazla özele dahil olduğumu söylüyordu ama yine de ilk aralık duran kapıyı hafifçe itip içeriye girdiğimde karşılaşacağım odanın Nida'nın odası olacağını düşünüyordum ama hayır, burası bir yatak odasıydı. Tugay'ın yatak odasıydı. Hemen girişteki bir askıda ütülü bir pilot üniforması duruyordu. Dokunulmamış, kirlenmemiş, hemen giyilmeye hazır. O ütülü üniforma oradan hiç kalkmamış mıydı?
Elim kalbime gitti, Tugay buradaymış gibi heyecanlanmıştım. Sanki birazdan arkamdan çıkıp gelecekti, benimle konuşacaktı ya da Sevgili Avukat diyerek gülümseyecekti.
İçeriye biraz daha girdiğimde duvarın solunda çift kişilik bir yatak gördüm, örtüsü siyah ve hafif bozuktu. Sanki Tugay az önce uyanmış gibi. Yatağın yanında bir komodin vardı, komodinin üzerinde küçük uçak ve helikopter oyuncakları. Bu kez acıyla yutkunduğumda odanın ortasına doğru yürüdüm ve o an odasının görünmeyen köşesindeki duvarda çerçevelerle karşılaştım.
Bir fotoğraf, acı veren ve içimi yakan. Tugay belki dokuz, belki de on yaşlarındaydı ama Tugay'dı, anlayabiliyordum çünkü gülüşü aynıydı. Saçları daha açık kumral, gözleri daha canlı, daha masum. Bir kadının göğsüne başını yaslamış sırıtıyordu, önünde bir doğum günü pastası, doğum günü pastasının üzerinde uçak vardı. Ve o kadın annesinden başka kimse değildi. Saçları açık kumral, gözleri yeşil, gülüşü sıcacık bir kadın. Tugay annesine benziyordu, güzelliğini ondan almıştı.
O fotoğrafın altında Tugay'ın on bir ya da on iki yaşında pilot üniformalı bir fotoğrafı vardı. Ciddiyetle ekrana bakmıştı, henüz pilot olamayacak kadar ufaktı ama hayalleri o zamandan belliydi çünkü bu fotoğrafın altında yirmi iki, belki yirmi üç yaşlarına ait gerçek bir üniformayla fotoğrafı duruyordu ve öylesine nefes kesici görünüyordu ki yutkunmak zorunda kaldım. Yine çok ciddiydi fakat öyle karizmatik görünüyordu ki bir gün karşımda onu bu şekilde canlı görürsem gözlerimi ondan alamamaktan korkuyordum.
O fotoğrafların altında hep uçak sürerken ya da sadece uçakların olduğu fotoğraflar vardı. Tugay'ın olduğu bütün fotoğraflar üniformalıydı. Bir tanesinde yanında Giray asker üniformasıyla duruyordu. İkisi yan yana bütün yakışıklılık ihtiyacını karşılıyorlardı.
"Sen kimsin?" Bir çocuk sesiyle olduğum yerden zıpladım. "Babamın odasında ne işin var?" Elimi kalbime koydum, derin bir nefes aldım ve gülümseyerek döndüğümde gülüşüm yüzümde asılı kaldı. Cevap veremeyecek kadar şaşkına dönmüştüm.
Karşımdaki kız çocuğu sekiz, belki dokuz yaşında, sapsarı saçları, yeşil gözleri, ince bedeni ama bütün bunların yanında benim gibi lekeleri olan biriydi. Lekeleri bendekinden çok, çok daha fazlaydı hatt. Sol gözünde ve kirpiklerinde beyaz lekeler vardı. Saçının bir tutamında, sağ yanağında, boynunun büyük bir bölümünde, hatta çıplak ayaklarında bile. Nida da benim gibi vitiligo hastasıydı.
Dudaklarım aralandı, bu rahatsızlığa sahip birine böyle bakılmaması gerektiğini biliyordum ama şaşırdığım lekeleri değildi, şaşırdığım aynı lekelere sahip olmamızdı.
Vardır bir lekesi, diyen Tugay'ın sesi kulaklarımda çınladı. Gerçekten vardı bir lekesi, o da kız kardeşindeydi.
Nida başını omzuna doğru yatırdı. "Seni tanıyorum," dedi gözlerini kısarak. Onu incelememe şaşırmamıştı.
Kendime çekidüzen vererek boğazımı temizledim, ardından ona doğru bir adım attığımda aramızdaki boy farkından dolayı dizlerimin üzerine çöktüm. Beni nereden tanıyordu? Televizyonda o şekilde beni görmüş olamazdı, değil mi? Ona bu izni vermemeleri gerekiyordu. "Nereden tanıyorsun?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.
"Fotoğraflardan," dedi Nida.
"Gazetelerden mi?" diye sordum.
"Hayır," dedi başını iki yana sallayarak, sarı saçları omuzlarından döküldü. "Babamın fotoğraf arşivinden biliyorum seni." Yutkundum ama şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım. "Senin de vücudunda bendekiler gibi beyaz karlardan var, değil mi?"
"Beyaz karlar mı?"
"Evet, beyaz karlar," dedi Nida. "Babam bunların beyaz kar olduğunu söylüyor. O masalı bilmiyor musun?"
Tugay'ın bana bir masaldan söz ettiğini anımsadım. Belki bir gün anlatacağını söylemişti. O masal mıydı? "Anlatırsan hatırlayabilirim."
Nida bir arkadaş bulmuş gibi heveslenerek keyifle nefes aldı. "Bir prenses güzellik uykusuna yatmış ve gökyüzü onu ödüllendirmiş, üzerine karları yağdırmış. Uyandığında vücudunda böyle lekeler varmış. Prenses başta çok sevinmiş ama sonra da çok üzülmüş çünkü herkes ona korkarak bakıyormuş, bu yüzden gidip gökyüzüne ağlamış." Heyecanla anlatmaya devam ederken diğer ayağının üzerinde durmaya başladı. "Gökyüzü ise bu karların güzelliğine güzellik katacağını, diğerlerinden farklı olacağını söylemiş. Ben küçükken bu kadar değildi ama büyüdükçe çoğaldı çünkü ben her uyuduğumda kar yağmaya devam ediyor."
Gülümsedi. "Sen de o prenseslerdenmişsin, senin de vücuduna beyaz karlar yağdırmış gökyüzü, tek değilmişim. Babam öyle söylemişti."
Gözlerim doldu. Ufacık çocuğun karşısında ağlamak büyük bir aptallık olacaktı ama kendimi durduramıyordum. "Biliyorum," dedim kekeleyerek. "Elbette biliyorum bu masalı. Bilmez miyim? Biz farklılıklarımızla çok güzeliz." Elimi öne doğru uzattım. "Ben Eftalya."
"Anlamı ne?" dedi heyecanla. "Benim de adım Nida. Giray amcam koymuş, ses getirmemi istemiş." Kıkırdadı. "Seninkinin anlamı ne?" Zıpladı olduğu yerde ve saçlarıma dokundu. "Saçların ne kadar yumuşak. Benim hiç arkadaşım yok, sen arkadaşım olur musun? Yıldız teyzenin saçları beyaz ve sert, onları örmeyi sevmiyorum."
Aynı şekilde kıkırdadığımda burnumu çektim ve gözümden bir damla yaş aktığında hızlı bir şekilde sildim. "Eftalya'nın anlamı…" dedim kısık sesle. "…çiçek. Bir çiçeğin adı. Özgürlük çiçeğini temsil ediyor."
"Benimkinden daha güzelmiş," dedi Nida dudaklarını bükerek. "Çiçek gibi kokuyorsun zaten ama neden ağlıyorsun ki?" Yanağıma dokundu, başparmağıyla yüzümü sevdi. "Ağlamak yasak değil mi sana?"
"O da ne demek?"
"Biz prenseslerin ağlamasını yasaklamış gökyüzü," diye fısıldadı Nida. "Ama sakın Giray amcama söyleme, arada sırada onları özleyip ben de ağlıyorum. Azıcık. Minicik. Sonra hemen susuyorum çünkü gökyüzü bize küsebilir."
Adım sesleri geldi, ardından içeriye Giray daldı. Nida öyle bir koşup Giray'ın omzuna atıldı ki arkamı onlara dönüp gözlerimi tamamen sildim ve kendi kendime tekrar ettim: Ağlamak yasak. Ağlamak yasak. Ağlamak yasak.
"Babam geldi mi?" diye bağırdı Nida. "Babam nerede?"
Giray onu kaldırıp kucağına aldığında ve burnuna fiske vurduğunda, "Baba değil ufaklık," dedi baskın bir sesle. "Amca ya da abi. Kaç kez söyleyeceğim sana? Ben Giray amca ve o da Tugay amca."
Nida omzunu silkti öfkeyle. "Babam o," dedi üzerine basa basa. "Hani bir dahaki gelişinde onunla gelecektin. Nerede o?" Kapıya baktı. "Bana oyuncak göndermedi mi bu kez?" Huysuz bir şekilde Giray'ın kollarının arasından çıktığında başını önüne eğdi. "Aramıyor da hiç, beni unuttu mu?"
"Nida," dedi Giray da dizlerinin üzerine çökerek. "Bunları konuştuk güzelim, değil mi? Şimdi misafirimizin yanında bu şekilde davranman..."
"Misafir değil ki o da prenses," dedi Nida. "Tanıyorum ben onu, babam anlattı, hatta fotoğraflarını gösterdi. Senin gibi çok güzel değil mi diye sorduğunda..."
Giray boğazını temizledi. "Tamam," diyerek onu susturdu. "Ayrıca baba değil, amca ya da abi."
"Babam işte!" diye bağırdığında kaşlarını çattı. "Babam! Ve biraz daha beni aramazsa ya da gelmezse ona üç gün boyunca ağlayacağımı söyle!" Bir anda yanımızdan çıkıp gittiğinde ve bir kapı çarpma sesi geldiğinde Giray'la göz göze geldik.
Hiçbir şey söylemeden ben de odadan çıktım, ardından merdivenleri koşarak inip kendimi dışarıya attım. Arkamdan seslenen Yıldız Hanım’ı bile duymazdan gelmek zorunda kalmıştım. Nefes almaya çalışırken bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. O an dıştan görünenle aslında içte yaşadığımızın nasıl da birbirinden farklı olduğunu fark ettim.
Nida'nın benim gibi beyaz lekeleri vardı, Nida'nın umutları da vardı, Nida'nın inançları vardı, Nida'nın hayatı vardı, geleceği vardı. Ve bu hayattaki, bu evin içindeki Tugay'ın şu an tanıdığım Tugay'la o kadar ilgisi yoktu ki…
Keşke bir kazağını alsaydım yanıma, diye düşündüm o an. Ya da bir gömleğini. Yanımda kalırdı, o yokken bile yanımdaymış gibi hissederdim.
"Nida, Tugay'ı babası sanıyor," dedi Giray arkamdan. "Bunu değiştiremedik. Ben askeriyedeydim ve genelde Tugay onunla ilgilendi. Onu babası, beni de amcası sanıyor. Bir de uçuşa gittiğini, çok uzaklara gittiğini ama döneceğini. Küçükken kandırmak daha kolaydı ama artık inanmıyor gibi." Bir sigara yaktığını çakmak sesinden anladım. "Bizlerin elleri kanlı ama çocuklar için tertemiziz Avukat. Burası paralel evren gibi ama aslında gerçekler burada."
Kalbim sıkışıyordu. "Tugay özgür kalığında ne değişir bilinmez ama umarım kaybettiği sol kolu için de bir masalı vardır. Umarım özgür kalırsa."
Zorlukla, "Ben yaratırım masalı onlar için," dedim ve çenemi kaldırdım. "Ve Tugay özgürlüğüne kavuşacak Giray."
Giray hiçbir şey söylemeden arabaya doğru yürüdü. O esnada arka cebimdeki telefonum titremeye başladı fakat görmezden gelip, "O adam ve kadın kim?" diye sordum Giray’a. "Güveniyor gibisiniz."
Giray sürücü koltuğunun kapısını açmadan, "Evsizlerdi, biz çocukken aynı sokakta yaşardık. Onlar dışarıda olurdu, biz evin içinde," dedi net bir sesle. "Büyüdük, kimsesiz kaldık. Ardından onları ailemiz yaptık, sıcak bir ev, bir çorba yetti ama bizim için çok daha fazlası oldular."
Kaşlarım havalandığında ısrarla çalan telefonumu çıkardım ve ekranda tanımadığım bir numarayla karşılaştığımda arkamda bıraktığım o dünyanın kapıları yeniden açıldı. Babamın davası mı sonuçlanmıştı?
"Efendim?" dedim solgun bir sesle.
"Eftalya Vitamin Atalar," dediğinde direkt Marco olduğunu anladım. "Hastaneye gelmen gerekiyor. Krallık emir verdi, Tugay'ı hapishaneye geri götürecekler."
"İyi de…" dedim endişeyle, “…henüz erken."
"Bilmiyorum," dedi Marco nefesini vererek. "Şöyle bir düşünürsek bundan bana zerre güvenmediklerini çıkarabiliriz ha, ne dersin?"
Tedirgin hissediyordum. "Peki ya beni neden istiyorlar? Neden sadece onu götürmüyorlar?"
"Bilmiyorum. Avukat," dedi Marco. "Tek bildiğim hemen buraya gelmezsen yanımda duran Başkan korumasının kafasını götüne sokacağımdır."
Başlıyordu, içimden bir ses ise en kötüsünü henüz görmediğimi, asıl kötülükle şimdi tanışacağımı dile getiriyordu.
***
Bir otobüsün içindeydim. Mahkûmları taşıyan o büyük otobüslere benziyordu fakat bu çok daha büyüktü. İçeride tam tamına altı adam vardı, şoför ve şoför koltuğunun yanında oturan yolcu koltuğundaki adamla sekiz. Tugay'ın gelişini beklerken hastanenin kapısının önünde, bu otobüsün arkasında ve önünde de dört araç duruyordu. Kolluk kuvvetleri ise aracın önüne kocaman bir halka oluşturmuştu. Değil destekleyenler, düşman bile Tugay'ı göremezdi.
Bir şeyler oluyordu, Krallık'ın bir planı vardı ve o planlara ikimizi de dahil etmek istiyorlardı. Babamın mahkemesinden hâlâ haber yoktu, zaman ilerledikçe kendimi hazırladığım o korkularım yok olmaya başlıyordu.
Solumda da sağımda da birer adam duruyordu ve ellerimi kelepçelemeseler bile hareket edişimi engellemeye çalışıyorlardı. Neden? Birazdan ne olacaktı ki? Tugay'a zarar mı vereceklerdi? Babamla alakalı daha kötü bir şey mi olacaktı?
Dışarıda hareketlenme olduğunda demir parmaklı pencereden dışarıya baktım ve zorlukla gördüğüm ıslık ve alkış eşliğinde Tugay'ı çıkardıklarıydı. BL sesleri yükselirken yuhalamalar bu seslerin yanında çok daha sönük kalıyordu. Krallık hâlâ yeni kuralları yayınlamamıştı ama yeni kurallar da artık bu halkı durdurabilecek gibi değildi.
İnsanların göğsüne üç kez vurup başlarını önlerine eğdiğini görünce ürperdiğimi hissettim. Bulunduğumuz otobüsün kapıları kayarak açıldığında içeriye giren ilk kişi iriyarı bir adamdı, tam boğaz boşluğunda yarım ay dövmesi vardı. Onun ardından onu gördüm. Tugay'ı. Alkışlar da ıslıklar da yükseldi. Tugay'ın adını haykırmaya başladılar.
Kapılar kapandığında Tugay'ı direkt karşıma oturttular ama önümü kapattılar. Birbirine geçirilmiş kelepçelerini açtılar ve arabanın demirlerine taktılar, ardından yırtıcı bir hayvanmış gibi ayak bileklerinden de demirlere kelepçelediler. Bu kadarla da kalmadılar. Gövdesine bir halat bağladıklarında hareket etmesini neredeyse engellediler ve sırtını tamamen arabaya yaslayıp önünden çekildiler. İşte o an tam olarak yüzünü gördüm.
Solgundu, dudaklarındaki renk gitmişti, gözleri uykusuz bakıyordu fakat beni gördüğü an yine de gülümsedi. Öyle içten gülümsedi ki evindeki o fotoğraflardaki gülümseyişi bile böylesine sıcak değildi. "Sevgili Avukat," dedi otobüsün içindeki o kadar kişiyi umursamayarak. "Senelerdir seni görmüyor gibiyim, günüm aydınlandı."
Üzerinde siyah mahkûm üniforması vardı. En son gördüğümde ameliyat yeri kanıyordu, iyileştirmişlerdi değil mi? Peki ya neden bu kadar solgun görünüyordu? Ben de gülümsemeye çalıştım ama onun kadar başarılı olamadım. “Solgun görünüyorsun,” dedim hemen yanındaki adama şöyle bir bakarak. Fakat Tugay onlar yokmuş gibi davranıyordu. “Hiç uyumadın değil mi?”
Soruma cevap vermedi ve gülümsemeye devam etti. "Keşke sana bir mektup, müzik notaları ve bir de çiçek verebilsem," dedi. Bana gönderdiklerine ulaşıp ulaşmadığımı anlamaya çalışıyordu. "Bir de seni sol tarafıma alabilsem keşke şu an." Duraksadı, daha derin gülümsedi. "Fiziksel anlamda."
"Göndermiş kadar oldun," dedim başımı sallayıp hediyelerin bana ulaştığını belli ederek. "Bir şeyler yedin mi?"
Yine cevap vermedi. "İnsanları görüyor musun Sevgili Avukat?" diye sordu. "Bir selam yaratmışlar kendi kendilerine, BL'nin simgesi haline getirmişler. Başka bir evrende olsaydık ya da ben gerçekten de bir örgüt lideri olsaydım bu selamı sen yaptığın için simgeleştirir, BL selamına çevirirdim ama ben öylesine bir mahkûmum, masumum. Bunlara gücüm yetmez." Başını omzuna düşürürken gözlerimin içine baktı.
Yutkunurken bu hareketimi özgürlük selamına çeviren kişinin de o olduğunu elbette biliyordum. "Tugay," dedim öne doğru eğilerek ve ben eğildiğim an Tugay'ın yanında oturan koruma da eğildi. "İyi görünmüyorsun."
Tugay'ın yüzündeki gülümseme birkaç saniyeliğine silindi. Ardından omzuna düşürdüğü başını kaldırıp, "Kötü mü görünüyorum?" diye sordu. "Ne kadar kötü? Bu seni rahatsız mı ediyor?"
"Öyle değil," dedim hemen, ardından biraz daha ona yaklaştım. "Sana zarar mı verdiler?" Korumalara baktım. "Onu yırtıcı bir hayvan gibi bağlamanıza gerek yok, bu kadarı çok fazla." Tugay da öne doğru eğildiğinde yanındaki koruma Tugay'ı çekip arabanın duvarına öyle bir yapıştırdı ki Tugay'ın dişlerinin arasından inleme tarzı bir ses döküldü. O an neler olduğunu anladım. "Sana…" dedim zorlukla konuşarak, "…işkence mi uyguladılar yine?"
Yanındaki adam yarım ağız güldü. "Müvekkilinin sırtına birileri harita çizmiş Avukat," dedi adam. "Her kim çizdiyse başarılı görünüyor."
Bir kez daha onu kırbaçlamışlardı ve bu kez bunun önüne geçebilecek kimse yoktu. Ellerimi koyacak yer bulamadığımda dizlerime dayadım. Ardından, "O zaten yaralıydı," diye mırıldandım. "Bu kadarı çok fazla."
"Avukat," dedi Tugay lafımı bölerek. "Ellerimi, bacaklarımı bağlayıp dizlerimin üzerine çöktürmeleri ve sırtımdan vurmaları benim için bir anlam ifade etmiyor. Aynı yerden defalarca yara aldığında hissizleşiyorsun; hissizleştim." Yeniden gülümsedi rahatlatmak ister gibi. "Önemli olan ben değilim şu anda, zaman kıymetli dedikçe önemsiz konulardan söz ediyorsun."
Ona kızmak için dudaklarım aralandı fakat o kadar adamın ortasında bunu yapmak istemediğim için sustum, Tugay da bunu anladı. "Hadi bana önemli bir şeylerden söz et, çok önemli şeyler anlat bana. Hayat memat meselesi olan önemli konular." Düşünüyormuş gibi duraksadı ve başını salladı. "Söylesene, bugün kaç kez gülümsedin?"
Adamlar birbirine baktı, hepsinin yüzünde de aynı şaşkınlık vardı. Tugay'ı bu şekilde hiç görmemişlerdi. Bana nasıl davrandığını artık gizlemiyordu.
Boğazımı temizledim, aşağıdaki ellerime baktım. "Bugün bir masal dinledim," dedim. Bilmesi gerektiğine inanıyordum. "Bir kız çocuğundan." Bakışlarımı ona çevirdiğimde kaşları düz bir çizgi halini aldı, yüzümden anlamıştı. "Üzerine karlar yağan bir prensesin hikâyesiydi. Sanırım o masalı dinlerken gülümsedim." Tugay gözlerimin içine baktığında yutkunduğunu fark ettim, altdudağını dişlerinin arasına aldı.
"Öyle mi?" dedi boğazını temizleyerek. "Ben de duymuştum o masalı, çaresiz hissettiriyordu. Sevdin mi peki? Sana ne hissettirdi?"
"Sevdim," dedim başımı sallayarak. "Ama prenseslerin hepsi çok güzel değildir, bu kısımda mantık hatası vardı bence."
Tugay başını iki yana salladı, ela gözleri duygu dolu bakmaya başladı. "Öyle güzeller ki hayallerin de çok ötesinde Sevgili Avukat. Aynaya baksan anlardın." Duraksadı, gülümsedi ve başını bir kez daha omzuna düşürdü. "Aynaya baksa anlardı," dedi bu kez de. "Öyle değil mi?"
Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp bakışlarımı ondan kaçırdım ve başka hiçbir şey söyleyemedim, söyleyecek onca cümlem olduğu halde. Saniyeler dakikalara dönüşürken Tugay benden başka hiçbir noktaya bakmadı, bense defalarca kez gözlerimi kaçırdım. En sonunda dayanamayarak, "Bugün babamın davası vardı," dedim Tugay'ın yanındaki adama. "Fakat kimseye ulaşamıyorum, kimse bana bilgi vermiyor. Sizin bir bilginiz var mı?"
Tugay kasıldı, yüzündeki gülümseme silindi ve çenesini havaya kaldırdı. "Birazdan aranacaksın," dedi adam sadece. "O zaman haber verecekler."
"Davanın hâlâ devam etmesi çok tuhaf, şimdiye kadar sonuçlanması gerekirdi ve..."
"Dava on beş dakika sürdü Eftalya Atalar," dedi adam. "Ve sonuçlandı zaten. Sana bu güzel haberi veren kişi olmak isterdim ama maalesef buna yetkim yok." Korkutucu bir şekilde gülümsedi ve o gülümseyişinde, o rahatlığında bile olanı gördüm.
Babam idam edilecekti ve idam kararını sadece on beş dakikaya sığdırmışlardı. Bakışlarım adamın gözlerinden Tugay'a yöneldi, artık gülümsemiyordu. O da biliyordu sonucu. Kendisi suçluymuş gibi başını önüne eğdi. Tugay çenesini hiç indirmezken ben nasıl bakıyorsam bu yüzden başını önüne eğmişti.
Aracın içini telefonumun sesi doldurduğunda kalp atışlarım hızlandı; o atışlar öyle gür bir sesle kulaklarıma doldu ki daha önce bu kadar hızlı atıp atmadığını düşünmeden edemedim. Cebimden telefonu çıkardığımda ve ekranda Krallık'a ait numarayla karşılaştığımda ekranı yavaşça kaydırdım, ardından operatöre bağlanan sesle karşılaştım. Saniyeler geçerken bakışlarım Tugay dışında her noktaya dokundu ama o gözlerini benden ayıramadı.
Kalp atışlarım göğüskafesimi kıracak kadar hızlandı, boğazımda bir yumru, karnımda bir acı oluştu fakat... Fakat ağlamak yasaktı, ağlamak acıtırdı, ağlamak kötü bir canavardı. Hayır, güç ağlamamak değildi ama ağlarsam yıkılırdım, buna gerek yoktu. Yüzleşmem gerekenleri biliyordum.
"Eftalya Atalar," dedi bir adam, ardından hızlı bir şekilde devam etti. "Ben Adnan Atalar davasını yürüten Savcı Köksal Bilgin." Sessizce bekledim, normalde aramazlardı, bunu yapmazlardı ama bana özel yapılıyordu, biliyordum. Normalde ben o davaya gidebilirdim, babamın yanında olabilirdim, ona destek çıkabilirdim. "Babanızın davası az önce sonuçlandı." Diğer elim boynuma gittiğinde nefesim kesilecek gibiydi ama hayır, ağlamak yasaktı. Nida bu şekilde öğretmişti, ağlamak yasaktı. "En yakını olduğunuzdan arayıp haber vermem söylendi."
Bu söylendi çünkü canım yansın istediniz, bunu istediler çünkü yıkılmamı beklediler; ağlarım sandılar, parçalanırım sandılar, yok olurum sandılar. Hayır, ağlamak yasaktı.
"Dinliyorum," derken sesim titredi ve tırnaklarımı boynuma sapladığımı hissettiğimde gözlerim boşluğa odaklandı. Tugay'ın bulunduğu yerde hareketlenme oldu, o hareketlenince adamlar da hareketlendi.
Savcı bir nefes verdi. Soluk bir nefesti, zorlanıyormuş gibi ama zorlanmadığını biliyordum. "Babanızın suçlarından ve en son girdiği suikast girişiminden ötürü yasaların..."
"Sonucu söyle," dedim net bir sesle. Yalanlar dinlemeye ihtiyacım yoktu, telefonlar dinleniyor diye rol yapmalarına ihtiyacım yoktu.
Savcı çok kısa bir an bekledi. "Babanız Adnan Atalar cuma günü, yani iki gün sonra öğlen ikide Ada Hapishanesinde idam edilecek."
Vücudum titremeye başladığında inatla çenemi dik tutmaya çalıştım ama o kadar zordu ki… Yutkunamıyordum, nefes alamıyordum, gözlerimi bile kırpamıyordum. Ölmeden önce insanların bütün hayatının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini söylerlerdi, benim gözlerimin önünden geçense babamın hayatıydı.
Bakışlarım Tugay'a kaydı. Hiçbir şey söyleyemedim ama bakışlarımdan anladı; bakışlarımdan anlamak bir anda sertçe kelepçeyi çekiştirmesine neden oldu. Bunu yaptığı an iki adam ayaklandı, bir tanesi kelepçeyi kontrol etti, diğer adam Tugay'ı ensesinden kavrayıp arabaya yasladı.
Babamın suçuydu. Ölmek değil, ölmeyeceğine inandırmak babamın suçuydu çünkü küçükken sık sık uyumadan önce saçlarımı okşayıp öpmeden önce bana hep aynı cümleleri kurardı: Derdim ki, Bir gün gitmezsin, değil mi? Çünkü annem her zaman babamın gidebileceğini söylerdi. Sadece babamın değil, herkesin gidebileceğini söylerdi.
Gitmem, derdi babam. Hiç bırakır mıyım sizi?
Ya gitmek zorunda kalırsan baba?
Gitmek zorunda kalmamak için çabalarım, derdi bu kez de.
Peki ya ölürsen? derdim ölümle erken tanışan bir çocuk olarak. Ölmek de zorunda kalmaktır baba.
Hiç düşünmeden, bir an bile üzerinde düşünmeden, Ölmem, derdi. Babalar ölümsüzdür Eftal. Ben ölümsüzüm.
Ölümsüz müsün? Gerçekten mi? Babalar ölümsüz müdür?
Evet, ölümsüzüm. Elini kalbime yerleştirirdi. Burada yaşıyorum, burada yaşarsam ölmem ben.
O zaman çocuk olduğumdan gerçekten ölümsüz olduğuna inanmıştım. Büyürken ne kastettiğini anlasam da aksi istikamette yürümeye devam ettim fakat artık gerçekleri görüyordum. Babalar ölümsüz değildi, ölebilirdi, hatta öldürülebilirdi de.
"Eftalya Atalar," dedi savcı. "Beni duyuyor musunuz?"
Yutkundum, yutkunduğum yerden kocaman bir alev geçti, geçerken kalbimi yaktı. "Duyuyorum," dedim ve hayır, ağlamadım, ağlamak yasaktı. "Duyuyorum, evet."
"Size bu haberi vermek dışında başka bir husus için de aramıştım," dediğinde başımı önüme doğru eğdim. Arabanın içinde benim kalp atışlarım dışında ölüm sessizliği vardı. Tugay'ı öyle sıkıştırmışlardı ki hareket dahi etmesine izin vermiyorlardı. "Babanızın…" dedi savcı belki de en acımasız sesiyle, "…en sevdiği yemeği ve en sevdiği kokuyu soracağım, son iki dileği olarak."
Hayır Eftalya, ağlama ne olursun, bu çok acıtır. Ağlarsan bir daha yürüyemezsin, ağlamak yasak. Ağlarsan artar lekeler, ağlarsan çok yıpranırsın.
"Bana…" dedim âdeta fısıldayarak, "…babamın ölmeden önce yiyeceği son yemeği ve üzerine sinecek son kokuyu mu soruyorsunuz?" Başımı iki yana salladım. "Babası öldürülecek bir kıza mı soruyorsunuz bunu?" Acımasızlıklar görmüştüm, seram yanmıştı, damgalanmıştım, dövülmüştüm, aşağılanmıştım ama bu en kötüsüydü. Bu bir ölümden çok daha kötüydü.
"Avukat kayıtlarında yazmıyor," dedi. Hayır, yazıyordu, biliyordum. Bizzat babamın ilk avukatı olduğum zamanlar ağlaya ağlaya ben yazmıştım. Birkaç kelime iki saatte yazılamazdı ama ben o birkaç kelimeyi iki saatte yazmıştım ve şimdi benden iki saniye içerisinde bir yanıt bekliyorlardı.
Bakışlarım Tugay’a döndüğünde kendimi tutamayarak, “Benden,” dedim şaşkınlıkla. “Babamın ölmeden önce isteyeceği son iki dileğini istiyorlar.”
Bu cümlelerin ardından hareket etmesi zor dahi olsa çırpınmaya başlayan Tugay kelepçesini çekiştirmeye devam etti ve ensesinden onu sıkıca tutan adama öyle bir kafa attı ki adam yere düştü. Şoför bir anda dikiz aynasından baktığında arabanın dengesi bozuldu, görüş açısını kaybediyordu. "Kelepçelerimi açın, hiçbir şey yapmayacağım!"
Yere düşen adam elinin tersiyle burnunu sildiğinde kanı gördü, ardından hırsla Tugay'ı yine arabanın duvarına yapıştırdı ve bu kez yalnız değildi, yanına diğer adam da geçmişti. Krallık bu kararı verirken, bana duyururken bilerek Tugay’la olmamı istemişti ve daha birçok nedeni olacağına emindim.
Gözlerim dolduğunda dişlerimi sıktım. Ağlamak yasak, dedim kendime. Kayıplar olacak Eftalya, yok olacaksın, biteceksin, gidecekler, ölecekler, mahvolacaksın ama ağlamayacaksın. Ağlamamalısın. Tugay'ın dudakları aralandı, bir şey söylemek istedi fakat hiçbir şey söyleyemediğinde bakışlarına öyle bir keder oturdu ki… Onun bakışlarına oturan keder bu kadar büyükken ben nasıldım, bilmiyordum.
"Eftalya Atalar," dedi savcı bir kez daha. "Hemen söylerseniz kayıtlara gireceğim. Söylemezseniz kendi isteğimize göre seçeceğiz."
Kötülüğün sınırları yoktur ve iyi insanlar o sınırları bazen aşamaz Eftalya, demişti bir keresinde babam. Bir gün anlayacaksın. Çok büyük bir kötülükle karşılaştığında. Şu an o noktadaydım. Öyle büyük bir kötülüktü ki kalbimin daha fazla yandığını hissediyordum.
"Peynirli makarna," dedim zorlukla. "En sevdiği yemek peynirli makarna ama benim yaptığım." Başımı iki yana salladım. "En sevdiği kokunun bizim kokumuz olduğumuzu söylerdi." Tugay'a baktım bir anda. "Ben nasıl kokuyorum?" Önüme döndüm. "Bilmiyorum, ben… Bilmiyorum, kokuyu tam olarak bilmiyorum, ben ne koktuğumu bilmiyorum." Tedirginlikle boştaki elimi önümdeki koltuğun arkasına yasladım. "Düşüneceğim, kokuyu söyleyeceğim ama bilmiyorum. Lavanta olabilir, belki de güldür, bilmiyorum. Bilmiyorum."
Savcı lafımı yarıda kesti ve başka bir acımasız bir cümle söyledi. "Sevdiği yemeği siz yapıp getirin o halde," dediğinde bakışlarım bir kez daha Tugay'a döndü. "Ve en sevdiği kokuyu da yarın mutlaka bize bildirin." Benden babamın ölmeden önce son yiyeceği yemeği yapmamı istiyorlardı. Bu nasıl ağır bir yüktü.
"Ona neden sormuyorsunuz?" dedim çaresizce. "Babama sorsanıza, o iyi değil mi?" Hayır Eftalya, iki gün sonra öldürülecek o adamın şu an iyi olup olmadığını merak edemezsin, bunu yapamazsın.
"İdam edilene kadar konuşması yasak," diye yanıtladı. "Hatta idam edilirken bile."
"Çığlık bile atamayacak mı?" Kalbim sıkışmaya başladı. "Onu son kez göremeyecek miyim? Son kez konuşamayacak mıyım? Son kez sarılamayacak mıyım?" Telefonu yüzüme doğru çevirdim, hâlâ oradaydı ama cevap yoktu. "Bir şey söyle. Yasalarda bu yok, onu görmem gerekiyor. Onunla konuşmam gerekiyor."
Sessizlik. Ardından telefon kapandı ve kulağımda telefonla bir süre öyle kaldım. Tugay'a bakıyordum ama aslında bakmıyordum, aslında boşluğa bakıyordum, aslında karanlığa bakıyordum, aslında babama bakıyordum, aslında geçmişe bakıyordum.
Hiçbir şey söylemedi, söylediyse bile duymadım; kendi iç sesimden başka hiçbir şeyi duyamadım. "Tugay," dedim. Kendi sesimi bile tanıyamamıştım. Kulaklarım çınlıyordu. "Ben nasıl kokuyorum?" Dinleyenler umurumda değildi, bakışlar umurumda değildi, ne düşünecekleri umurumda değildi. "Meryem çiçek gibi kokuyor ama hangi çiçek?" Aracın tavanına baktım, ardından yeniden yere baktım. "Lavantaları sever babam. Lavanta kokuyor muyum ben?"
Tugay bir kez daha kelepçeleri çekiştirdi, âdeta çırpınıyordu. Tugay bir şeyler söyledi ama gözlerimi açarak ona bakmaya devam ettim. Bana değil, yanındakilere bir şeyler söylüyor olmalıydı çünkü iki adam ayağa kalkıp önüne geçtiğinde ikisinin kolunun arasından onun yüzünü gördüm. Bu kez tekme atmak için bacaklarını hareket ettirdi ama açamıyordu.
"Tugay," dedim bir kez daha. Durmadan onun adını söylüyor gibi hissediyordum. Sanki yardım istiyordum ya da konuşabileceğim tek kişi oydu. "Tugay," dedim bir kez daha ve ona baktığımda bu kez göz göze geldik. Bu kez boşluk yoktu, geçmiş yoktu, suretler yoktu, bu kez onun ela gözlerini görebiliyordum. "Bir insan babasının yiyeceği son yemeği hazırlar mı Tugay?" Başını iki yana salladığında bir şeyler söyledi ama yine duymadım. "Babamın idama gitmeden önce son yiyeceği yemeği ben hazırlayacağım çünkü en çok benim elimden yemeyi seviyordu."
Ağlamak yasak, ağlama Eftalya. Hayır, ağlama.
"Tugay," dedim bir kez daha. "Hayır, ağlamak yasak. Buna hazırdım, güçlüyüm, iyiyim ama bu çok kötü değil mi? Tugay…" Sesim yalvarır gibi çıkmıştı. "Tugay bu çok kötü, sen de kötü olurdun değil mi?"
"Ellerimi açın!" diye haykırdı Tugay. "Avukat." Başını iki yana salladı, gözleri gözlerimdeydi ama önümüzde adamlar vardı. Öyle bir bağırıyordu ki artık sesini duyabiliyordum. "Avukat, beni duyuyorsun değil mi?"
"Son kez sarılamayacağım Tugay," dedim bu kez. "Konuşmak da yasak." Ellerime baktım, avuçlarımın içine, tırnak izleri vardı. Bunları ben mi yapmıştım? "Hayır, ağlamak yasak. Ağlamayacağım, bunun olacağını biliyordum zaten." Başımı salladım, avuçlarımdaki o tırnak izlerine kan toplandı sanki. "Ama babamı öldürecekler, onu asacaklar."
"Ellerimi açın," dedi bu kez Tugay. Sesi daha kısık geliyordu, pes etmiş gibi değil de yalvarır gibi. "Hiçbir şey yapmayacağım, sadece ellerimi açın." Gözleri ilk kez benden ayrıldı ve adamlara baktı. "Ne isterseniz yaparım," dedi başını sallayarak. "Yeter ki ellerimi açın."
Benden babamın son iki dilek hakkını istemişlerdi.
"Lütfen," diye fısıldadı Tugay. "Ellerimi açın. Lütfen." Bir kez daha başını eğdi, bu kez de benim içindi. "Ne isterseniz yapacağım."
Babamın en sevdiği koku, benim ve Meryem'in kokusuydu; ben ona kendi kokumu nasıl verebilirdim?
"Yalvarmam mı gerekiyor?" dedi bu kez Tugay. "Çaresiz olduğumu mu söylemem gerekiyor?"
Babamın en sevdiği yemek benim yaptığım peynirli makarnaydı. Ben kendi ellerimle onun son yemeğini nasıl hazırlardım?
"Şu siktiğimin kelepçelerini açın yoksa ilk fırsatta hepinizi bu arabayla yakarım!" diye haykırdı bu kez Tugay.
Yeniden Tugay'a baktım. "Ben iyiyim," dedim başımı sallayarak. "Zaten bunu biliyordum, öyle değil mi? Hazırdım. İyiyim." Art arda başımı salladım. "Sadece bilmiyorum, çok ağır gibi geldi bu kadarı ama iyiyim. Bir çaresi de yok ki. Var mı?" Heyecanla ellerimi kalbime yerleştirerek Tugay'a baktım. "Bir çaren var mı? Bir yolun? Bir kurtuluşun?" Gülümsedim, o gülümsemedi. "Düşündün mü bir şeyler? Tugay kurtuluş var mı?"
Tugay gülümsemedi, karşılık vermedi ve dişlerini sıktığını fark ettim.
"Tugay," dedim bu kez. "Varmış bir lekesi, anladım, gördüm; peki var mı bir çaresi?"
"Maalesef bir şeyler düşünse de pek bir faydası olmayacak," dedi ayaktaki adam. "Herkese idam tarihi pazartesi olarak bildirildi, yani sizin şu haber kuşlarınız tarihi pazartesi diye duyuracak." Gözlerini kıstı. "Yarına kadar sen bizimle geleceksin," dedi, ardından omzunun üzerinden Tugay'a baktı. "Ve sen de idam saatine kadar tek kişilik başka bir hücreye götürüleceksin, hapishaneye değil."
Gülümsemem soldu. Artık gülümseyişler yoktu. Hissediyordum, bu kez bir çare olamazdı; defalarca kurtuluş olmuştu ama bu kez o kurtuluş bizim yanımızda değildi.
Adam cebinden bir telefon çıkardı, tuşlara bastı. Telefonu hoparlöre aldığında Başkan'ın sesini işittim, sesinden önceyse kahkahasını. "Tugay Demir Çeviker," dedi Başkan keyifle. "Bu kez oyunu senin gibi oynuyorum, nasıl? Bu güzel oyundan keyif aldın mı?"
Tugay dişlerini sıktı, ardından telefona yaklaşıp, "İlk önce kollarını keseceğim," dedi korkutucu bir sesle. "Ardından o dilini." Başını salladı. "Sonrasında boynuna urganı geçireceğim ve iskemleyi en sevdiğin kişiye ittireceğim."
Başkan yeniden gülmeye başladı alayla. O esnada araba sert bir frenle durduğunda neredeyse düşüyordum. "Merak etme," dedi Başkan. "Senden önce bunları da düşündük biz. Adamımı iyi dinle Tugay Demir Çeviker."
Telefonu tutan adam, Başkan onu görüyormuş gibi başını salladı. Ardından cebinden küçük bir kâğıt çıkarıp sakince, "İdam yasasına eklenen son altı madde," diye söze başladı. "Bir, idama karşı gelen kim olursa olsun vatan haini olarak görülecek ve yargılanacaktır." Ellerimle sıkıca oturduğum yere tutundum. "İki, idam edilecek kişiyle hiçbir şekilde iletişim kurulmayacaktır. Üç, ulusal kanallarda idam ibret için halka gösterilecektir. Dört, idam hapishanedeki bütün mahkûmların gözlerinin önünde gerçekleşecektir. Beş, idam edilen kişinin cesedi yakılacaktır ve bir mezarı bile olmayacaktır."
Kim boğazımı sıkıyordu? Kim saçlarımdan çekiyordu? Kim beni öldürmeye çalışıyordu?
"Altı," dedi adam, ardından yüzünde korkutucu bir gülümseme oluştu. "İdam edilen kişinin altındaki iskemleyi Krallık'ın seçtiği bir mahkûm itecektir." Hayır, öldürüyorlardı beni, yok ediyorlardı, parçalıyorlardı. "Bu karara karşı gelirse o mahkûm dışında Krallık'ın seçeceği on mahkûm bedelini canıyla ödeyecektir."
Hayır, ağlamak yasaktı ama buna zaten ağlanmazdı; buna ağlayamazdım. Bunun için ölebilirdim, kendimi öldürebilirdim. Sadece ama sadece iki saniye bakıştık Tugay'la ve o iki saniyede anladık bizi nasıl bir cehennemin beklediğini.
Arabanın sürgülü kapısı ardına kadar açıldığında yakalarında Krallık askerleri içeriye daldı. İlk önce Tugay'ın kelepçelerini açtılar, ardından ayak bileklerini birbirine, el bileklerini birbirine kelepçelediler. Bu kez karşı gelmedi. Tugay'ı çekip karşımdan aldıklarında sadece ama sadece bana bakıyordu. Gülümseme yoktu, karanlık her yanımızdaydı. Sadece bakmıyordu hayır, ölecekmiş gibi baktığımdan özür dileyerek bakıyordu onun bir suçu varmış gibi.
Ardından bakışlarına öyle büyük bir nefret oturdu ki onun bakışlarının altında bile birileri öleceğini hissedebilirdi. O bakışlar öldürücüydü.
İkimiz de biliyorduk, bu ceza en ağırıydı çünkü babam idam edilirken ayaklarının altındaki iskemleyi Tugay Demir Çeviker'e ittireceklerdi.
Paragraf Yorumları