Avazı çıktığı kadar bağıran bir kadın vardı. O kadın bendim.
Nefes almakta bile zorlanan bir kadın vardı. O kadın bendim.
Kalbini durdurmak isteyen bir kadın vardı. O kadın da bendim.
Bunların hepsi bendim ama olmadığım bir şey vardı: kurtarıcı. Kalbimdeki insanları ne olursa olsun o idam ipinden kurtaramamıştım. Hiç o kadın olamamıştım.
Gördüğüm kâbus işte tam karşımdaydı, tek fark benim başımın tepesinde sallanan bir urgan olmamasıydı. Kollarımdan tuttular, beni çekmeye çalıştılar. Bağırmak, direniş demekti ama susamıyordum. Ağlamak, direniş demekti ama duramıyordum. Çığlık atıp kurtulmaya çalışmak, direniş demekti ama ben artık yaşadıklarıma boyun eğemiyordum.
Babam idam ipindeyken susmuştum ve o son sessizliğimdi, artık bunu başaramıyordum.
Gözlerim Tugay'ın kapalı gözlerinde, burnundan gelen kandaydı. Başı idam ipinin içinde önüne düşmüştü yenik gibi, omuzları düşüktü kaybetmiş gibi, sessizdi ölmüş gibi. Ağzımı kapatmaya çalıştılar ama engel oldum; kollarımdan sıkıca tutmaya devam ettiler, tekmeler savurmaya çalıştım. Tugay'ın yüzü sanki babamın yüzüne dönüştü, sanki orada babam vardı. Kanlar geliyordu burnundan, yemeğine koyduğum zehirle ölmüştü.
Düşündüm, kendimi sorguladım, emin olmak istedim. Tugay'a hazırladığım o son yemeğe zehir koyup koymadığımı düşündüm. Hayır, bunu yapmamıştım. Yapmamıştım, değil mi? Zehir yoktu ki, olamazdı, ufacık bir toz kalana kadar babama harcamıştım.
Yapmamıştım, değil mi?
"Ben yapmadım," diye haykırmaya başladığımda gözlerim vücuduna ve oradan da ellerine kaydı. Tam o esnada sol elinde, eldivenin üzerinde, yüzükparmağında ters dönmüş o yüzüğü gördüm.
Babamın yüzüğündendi. Babam, ona o yüzüğü veren genç adamda da aynısı olduğunu söylemişti. Ve o yüzük Tugay’ın parmağındaydı.
Bunu nasıl fark etmezlerdi? O kendini öldürmüştü, o zehirle kendini öldürmüştü. Bir kez daha birini o idam ipinde kaybetmiştim.
"Neyi bekliyoruz?" diye haykıran bir ses işittim. Krallık yanlılarının olduğu taraftan yükselen bu sesin sahibine bakmaya dermanım bile yoktu ama öyle gür bir sesti ki bütün sesleri bastırabiliyordu. "İskemleyi itsin hemen avukatı!"
"Evet!" dedi başka biri. "İskemleyi itsin! İdamı gerçekleşsin! Tugay Demir Çeviker artık ölsün!"
Gözyaşları içinde kalabalığa döndüğümde bulunduğumuz yerin yakınında başka bir bomba daha patladı. BL örgütü olabilirdi, Ölüm Timi ya da sıradan bir grup insan; şehir savaş altındaydı. O an bombaların sesinden bile kimse kaçmadı. Herkes Tugay'ın ölümünü büyük bir heyecanla bekliyordu. Bir tiyatroda kendimi başrol hissetmeme neden olan alkışlar kulaklarımı dolduruyordu. Tugay karşımda can verirken iskemleyi itmemi söylüyorlardı.
Vicdan insanın hesaba bile katamadığı kalbinin mahkemesi demekti; insanlar vicdanlarını dinlemediğinde kalplerindeki o mahkemeden yenik çıkarlardı. Ve buradaki insanların yarısı kalplerindeki mahkemeden yenik ayrılacaktı.
Başımı iki yana sallarken arkamdaki adamın söylediklerini hatırladım: Nida ve Meryem'in yerini biliyorlardı. Bir kâbus gibiydi ama blöf yapmadıkları ikisinin birlikte olduğunu bilmelerinden belliydi. Onların yerini bilen üç kişi vardı: Giray, ben ve Tugay. Başka kimse bilmezken onlara ulaşamazlardı. Ve bu iskemleyi itmezsem bunun bedelini iki çocuk canıyla ödeyecekti.
Yeniden bağırdığımda ellerim karnımı buldu, sanki kocaman bir taş vardı kalbimin üzerinde, midemde, bacaklarımda. Ayakta durmakta bile zorlanırken kalabalığın önünde duran Giray'a baktım. Bakışları Tugay'dan ayrılıyordu, gözleri dolmuş, çenesi ise kilitlenmişti. Başımı iki yana sallarken gözleri bana döndü. Bakışlarından onu da aynı şeyle tehdit ettiklerini anladım.
"İttirsin!" diye haykırdı insanlar yeniden. "Neyi bekliyoruz? Son verin şuna! Ölmeli!"
Kameralar üzerimdeydi, flaşlar patlıyordu. Bütün halk ve belki de dünya basını bizi izliyordu. Artık onun avukatı değildim, o öpücükten sonra buna son verilmişti. Avukatı olmamın sonlandırılması hayatının sona ermesiyle aynı anda gerçekleşmişti. Bütün o hayaller, düşündüklerimiz, planlarımız, hepsi toz bulutu olup uçmuştu.
Gökyüzü buradaydı, lapa lapa kar yağıyordu ama hayallere uzandığımda ulaşamıyordum çünkü Tugay artık benimle değildi.
"Bir idamı bile beceremiyorsunuz!" Bu tanıdık sesle bakışlarım yeniden Krallık yanlısı olanların tarafına döndü. Ufuk'u gördüm, Krallık tarafındaydı, gözlerinde öfke, nefret ve kin vardı. "Tugay Demir Çeviker de Adnan Atalar gibi kendi istediği için ölüyor! İtibarınız yerle bir oldu!"
Bu cümlelerin ardından bu kez Ufuk'u alkışlayan sesler yükseldi. Neler olduğunu anlamaya beynim yetmezken hemen önüne geçen Marco'yla bakışlarımız kesişti. Çenesi sımsıkıydı, bakışları hiç görmediğim kadar hüzünlüydü.
"İskemleyi itsin!" denildi diğer taraftan.
"Hayır!" dedi Ufuk bu kez. "İdam olmaz bu o zaman!"
İki taraf birbiriyle savaşırken BL yanlıları taşlarla Krallık yanlılarını tarafını hedef almaya başladı. Tam o esnada yüzümde patlayan flaşlar, kameraların çekim açısı tamamen kapatıldı. Gözlerim Başkan'ın olduğu yöne döndüğünde kurşun geçirmez fanusun içinde karmaşıklık olduğunu gördüm.
Can verecekti, kendi savaşlarının ortasında Tugay tam da şu an can verecekti. Yeniden ona atılmak için hamle yaptığımda arkamdaki adam kolumu öyle sıkı tuttu ki can acısıyla bağırdım bu kez. Hemen birkaç metre ötemdeydi ama onu kurtaramıyordum bile.
Arkamdaki adam Başkan'a dönüp, "Efendim!" diye bağırdı beni tutmakta zorlanırken. "Ne yapmamızı emredersiniz?"
İskemleyi itmemi isterlerse itebilecek miydim? Bunu nasıl yapacaktım? O karşımda ölse bile bunu nasıl gerçekleştirecektim? Bunu yapmak da ona ihanet etmek olmaz mıydı? Tugay'ın bu hayatta affetmeyeceği tek şey ihanetti, bunu gözlerinden, hareketlerinden, cümlelerinden anlamıştım. O beni öldükten sonra bile affetmezse...
İskemleyi ittirecektim.
İskemleyi ittirecektim ve sonra kendimi öldürecektim, tam burada meydanın ortasında kendimi öldürecektim. Marco'nun belinde bıçak olduğunu biliyordum, arkamdaki adamın belinde de silah vardı. Kendimi öldürmesem bile idam edilmek için her yolu deneyecektim, canıma kıyacaktım. Bu ona verdiğim sözden çok daha fazlasıydı.
Ortalık gitgide kızışıyordu. Bir taş bana denk gelecekken Marco önüme geçip engelledi. Ama taşlar canımı yakamazdı, bunu bilmiyordu, anlamıyordu.
Tam o esnada Başkan'ın olduğu taraftan, "Sağlık görevlileri!" diye ses duyuldu. "Sağlık görevlileri mahkûma baksın! Kendi rızasıyla ölmeyecek!"
Ufuk alkışlamaya başladı. Gözlerimiz bir kez daha kesiştiğinde yüzünde silik bir tebessümle izlediğini gördüm ve ne yapmaya çalıştığı anladım. Hem beni kurtarmıştı iskemleyi itmekten hem de hâlâ yaşama şansı varsa bunu Tugay’a sunmuştu kendi çapında başlattığı direnişle. Krallık'ın Adnan Atalar'ı idam ettirememesi yeterince itibarlarının zedelenmesine neden olmuştu, bu bir kez daha olmamalıydı.
Delirmiş gibi etrafıma bakarken iki sağlık çalışanı kalabalığı yararak meydana girdi. Bir tanesi tam önünde duran beni itti, idam sehpasına çıkıp Tugay'ın başını kaldırdı. Nabzına baktığında dudaklarını birbirine bastırdı hayal kırıklığıyla. Ölmüş müydü? Diğer sağlık çalışanı bileğini tuttu ve kalbini dinlemeye başladığında bir silah sesi geldi. Marco gökyüzüne sıkmıştı. Etraf sessizleşti çünkü Ölüm Timi’nin bütün askerleri silahlarını kalabalığa doğru tutmuştu. Hem BL destekleyenlere hem Krallık yanlılarına.
Nefes sesimi duyuyordum ve acıdan iç çekişimi. Herkes bunları duyuyormuş gibi hissetmemin nedeni neydi bilmiyordum ama sağlık çalışanı Tugay'ın kalbini dinlerken benim kalbim de sanki onunla beraber atıyordu, sanki benim kalbim de onunla beraber duruyordu.
Sağlık çalışanları birbirine baktı. Lanet olsun, artık bir şey demeleri gerekiyordu! Ama susmaya devam ettiler. Bu kez avazı çıktığı kadar bağırıp öne atılan bendim. Tugay'ın sol elini kavrayıp hızla yüzüğünü aldığımda beni tutmakta zorlandılar çünkü şaşırmışlardı.
Orta yaşlı sağlık çalışanı Başkan'ın olduğu tarafa döndü, korkudan gözleri kocaman olmuştu. "Efendim," dedi kısık bir sesle. Ben bile zor duyuyordum ya da kulaklarım uğulduyor diye onu duymakta zorlanıyordum. "Yaşıyor!" Dudaklarım aralandığında bir kez daha ona ilerlemek için hamle yaptım ama arkamdaki adam sertçe sırtıma vurduğunda acıyla dizlerimin üzerine çöktüm. Tam o esnada Giray ve Marco bir adım atmak için hamle yaptı. "Fakat fazla zamanı yok, kalp krizi geçiriyor olmalı!"
Hayır, vardı; onun kısıtlı zamanlarda bile daima zamanı olurdu. Olmalıydı. Tugay'ın zamanı olmalıydı.
Düşünmem gerekiyordu. Zehir hemen öldürürdü ama Tugay kalp krizi geçiriyordu. Bu bir plan olmalıydı. Peki Giray ve Marco'nun yüzündeki o çaresizliğin nedeni neydi?
"Efendim," dedi sağlık çalışanı Başkan'a yeniden. "Ne yapmamızı emredersiniz?"
Çöktüğüm yerden kalkmak istediğimde Başkan'ın bakışları bana döndü; sadece birkaç saniye bakıştık. Bu bir saniyelik bakışmada her duygu geçti, her kötü duygu oradaydı. Bana bakarak yanındaki yardımcısının kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Yardımcı ise kafasını sallayıp elini kulağındaki kulaklığa bastırıp bir şeyler söyledi.
Neler olduğunu anlayamadım birkaç saniye. Adamlar ayağa kalkmama bile fırsat vermeden beni kollarımdan tutup yerde sürüklemeye ve Tugay'ın olduğu yerden uzaklaştırmaya başladıklarında son gücümle, "Tugay Demir Çeviker ölmeyecek!" diye bağırdım. Bu haykırışımla BL yanlıları yeniden hareketlendi, alkışlar ve taşlar yeniden ortaya çıktı. Çırpındım, sürüklenirken ona bir kez daha uzanmak istedim. O sırada tepedeki helikopterlerden yüksek bir ses geldi ve meydanın ortasına bir sis bombası düştü.
"Siktir," dedi arkamdaki adam. "Sis bombası emrini kim verdi?"
Sis meydanı tamamen kaplamadan önce Giray'ın gözlerini kısıp bana baktığını gördüm. Ardından çevik bir hareketle dirseğini arkasındaki adama geçirdi. Diğer adamlar onu durdurmak istedi ama Ölüm Timi’nden birkaç kişi Giray'ın arkasındaki adamlardan birinin boynunu kesti. Marco da diğer adamı vurdu. Ölüm Timi bu kez tarafını tamamen belli etmişti.
Gözyaşlarıyla kahkaham birbirine karışırken bilincim tamamen kapandı. Enseme yediğim sert darbe yüzünden miydi yoksa artık ruhum kaldıramadığı için miydi, bilmiyordum. Tek bildiğim Tugay'ın parmağından aldığım o yüzüğü sol yüzükparmağıma taktığımdı.
***
Özgürlük için kurduğum bütün hayaller, cehennem ateşinden daha fazla yakmaya başladı. O mektupta yazmıştım; dans edecektik, lunaparka gidecektik, sinemaya belki de. Kahkahalar içinde yazdığım o mektubun hayallerimin son damlası olduğunu nereden bilebilirdim? Bizim özgürlüğümüzde ışık yoktu, bizim özgürlüğümüz geceydi; bizim özgürlüğümüzde güneş doğsa bile güneşi hissedemezdik.
İnsan en özgür anında bile kendini mahkûm gibi hissedebilirdi ve ben tam da bunu yaşıyordum.
Yüzüme sert bir tokat indirildi, bu altıncı tokattı. Durmaksızın sol tarafıma vurmalarının nedeni daima sol tarafı seçmem miydi? Bir tokat daha indi yüzüme, sonra ensemdeki saçlardan kavrayıp çektiler.
"Örgütün yeri nerede söyleyecek misin yoksa anladığın dilden mi konuşalım avukat Eftalya Atalar?"
Terk edilmiş bir binanın içinde olduğumu eski beton merdivenlerden, kavlamış duvarlardan, kapısız girişinden anlayabiliyordum. Dışarıda tıpkı Tugay'ın istediği gibi lapa lapa kar yağıyordu, neredeyse diz boyunda kar yeryüzündeydi. Kelepçe yoktu, bir mahkûm gibi beni sandalyeye bağlamışlardı. Avukat olarak inandığım o yasalar aramızda değildi. Bu kez diğerlerinden çok daha farklıydı. O meydandan kaçırılmıştım çünkü beni yok etmek istiyorlardı.
Yeni Başkan Yardımcısı karşımdaki sandalyeye oturdu. Hemen arkasında eski bir televizyon vardı, haber kanalları bangır bangır bizim görüntülerimizi döndürüyordu. Onun arkasında ise tam sekiz adam beni taramak için bekliyordu. Hepsinin elindeki silahlar bana dönüktü.
"Konuşmayacak mısın Avukat Eftalya Atalar?" diye sordu adam bir kez daha. "Kerem Karaman'ı senin öldürdüğünü biliyoruz." Gözlerim yeniden televizyona kaydı, alt başlıkta Tugay Demir Çeviker'in yoğun bakımda olduğu yazıyordu. Soğuk bir rüzgâr vücuduma çarptığında gülümseyerek yardımcıya baktım.
"Dışarıda harika kar yağıyor," diye mırıldandım, ardından bir kez daha ağzımdaki kanı tükürdüm. "Ve ne yazık ki ben şu an sizinle burada vakit öldürüyorum."
Yardımcı dişlerini sıktı. Sandalyeden kalkmadan saçımın tepesinden tutup başımı kendine doğru çekti ve kulağıma, "Adımı ezberle. Köksal Deniz. Bu zamana kadar tanıdığın hiçbir adama benzemiyorum," diye fısıldadı. "Şimdi ya konuşursun ya da o sevgilin gibi sol koluna veda edersin." Yutkunurken sandalyeyi kavrayan parmaklarım sıkılaştı. "Örgütün yeri nerede?"
Gözlerimi yavaşça ona çevirirken içimdeki korkuyu ona yansıtmamaya çalışıyordum. Kolumu mu keseceklerdi? Uyuşturmadan mı keseceklerdi? Buna hazır değildim ama yine de gülümsedim mavi gözleri ölümü anımsatan adama. "Köksal Deniz," diye fısıldadım. "En son adını unutmamam gerektiğini söyleyen adam kalbinden bıçaklanarak öldürüldü, bil diye söylüyorum."
Köksal dişlerini sıktı ve sertçe başımı arkaya iterken büyük bir nefretle bana baktı. "Kazanacağınızı düşünüyorsun, öyle değil mi?" diye sordu aşağılayarak. "Ne olacağını sanıyorsun?” Hiddetle kalktığında sandalye yere düştü. “Krallık’ı devirebileceğinizi mi? Bugün devriliriz, yarın yeniden doğarız. Bizi bitirmek imkânsız ama sizin için aynı şey geçerli değil." Öne doğru bir adım atıp çenemi kavradı sertçe. "Örgütün tasmasını tutan adam öldükten sonra örgüt mü kalır Eftalya Atalar?" diye sordu Tugay'ı kastederek. "Bil diye söylüyorum, doktorlar yaşaması mucize diyormuş."
Yüzümdeki gülümsemede eksilme bile olmadı. "Şu an her cümlemi kayıt altına aldığınızı biliyorum," dedim mırıldanarak. "O halde beni dinleyen herkese şunu söylemek isterim: Tugay Demir Çeviker ölmeyecek ve biz… kazanacağız." Gözlerimi kıstım. "Onun zekâsını hiçbiriniz alt edemezsiniz."
"İntihar bir zekâ örneği değildir," dedi Köksal.
"Kumar da bir çeşit intihar türüdür," diyerek karşı çıktım. "Ya kazanırsın ya kaybedersin ve Tugay Demir Çeviker daima kazanır. "
"Onun köpeği gibi konuşuyorsun."
Gülmeye başladım. "Bir köpek olmaktan gocunmam lakin sen de başka bir köpeğin kokusunu alan yavru bir köpek gibi çevremde dönmekten vazgeç." Köksal'ın dudakları aralandı. "Saatlerce işkenceler edin, kolumu kesin, dilimi, hatta bacaklarımı. Tugay Demir Çeviker'e ve BL örgütüne bağlıyım. Bu beni bir suçlu değil, gururlu bir kadın yapar. Unutmayın, ben Adnan Atalar'ın kızıyım. Ama beni onun gibi yargılayamayacaksınız, mahkûmunuz olmayacağım."
Köksal baştan aşağı beni süzdü; yırtılan elbiseme, saçlarıma, gözlerime baktı. Bakışları iğrenç bir hal almaya başladığında tiksiniyormuş gibi nefes verdim. Dudağım ve kaşım patlamıştı, elim kolum bağlıydı ama pekâlâ hâlâ nefes alabiliyordum.
Köksal gülümsedi. "Kerem, çok yakın bir arkadaşımdı Eftalya." Umurumda bile değildi. "Fakat arkadaşı olarak söylemem gerekir ki aptaldı. Fevriydi, sinirliydi. Ben öyle değilim, senin canını nasıl yakacağımı bilirim." Sağ elini kaldırdığında arkasındaki adamlardan biri ona doğru yürüdü ve elinde tuttuğu kâğıdı Köksal'ın avcuna bıraktı. "Şimdi sana Adnan'ın yazıp da ulaştıramadığı mektuplardan birini okumamı ister misin Küçük Hanım? Eminim bunu da istiyorsundur."
Haklıydı, Kerem aptaldı ve Köksal bir insanı nereden vuracağını çok iyi biliyordu. Hiçbir şey söylemeden yüzüne baktığımda artık rol olsun diye bile gülümseyemediğimi fark ettim. Köksal dörde katlanmış mektubu gözlerimin içine bakarak açtığında yutkundum. Kâğıdı bana çevirdi. Evet, babamın el yazısıydı, imzasına kadar.
"Canım kızım," diye okumaya başladı Köksal ciddiyetle ama dudaklarında alaycı bir gülümseme vardı. "Bu sana yazdığım yedinci mektubum. Yanıma geldiğinde mektuplardan hiç söz etmiyorsun, sana ulaşmadıklarına neredeyse eminim ama seni üzmemek için söylemek istemiyorum." Derin bir nefes aldığında üzülüyormuş gibi dudaklarını büktü. "Burada geçirdiğim yüz altmış beşinci günüm. Yemeklerin tadı seninkiler gibi değil, anneninkiler gibi de değil elbette. Hayır, annenden bahsettiğim için bana öfkelenme. Onu hâlâ sevmem kalbimle bir zorum olduğunu gösteriyor, biliyorum ama ondan vazgeçemiyorum. Aşk kalbe bir kez uğrar ve ben annene âşık oldum, bir daha da unutamadım."
Gözlerim acıyla doldu. "Bunlar," dedim sesim titrerken. "Benim için önemli değil. Hiç değil." Ama ağlıyordum ve bunu gizleyemiyordum.
"Devam etmemi ister misin yoksa konuşacak mısın?" diye sordu Köksal. Sustum. O peynirli makarnadan sonra başka bir işkenceye daha boyun eğdim. Köksal derin bir nefes verip devam etti.
"Buraya ilk geldiğimde eninde sonunda özgür kalacağımı düşünüyordum canım Eftal'im ama artık eminim, özgürlük bana çok uzak. Bir gün öleceğim, öldürecekler beni. Umuyorum ki o gün gözyaşların benim karşımdayken akmaz çünkü benim kızım, benim yetiştirdiğim kızım gözyaşlarıyla başkalarını mutlu edemez. Gururlu dur, dik tut omuzlarını."
Yanağımdan yaşlar süzülürken başımı iki yana salladım. "Ağlayacaksan da en güvendiğin insanın yanında ağla. Bırak gözyaşlarını o görsün, onlar görsün." O gün ağlamamıştım ve bu babamı gülümsetmişti. Belki de mektubu okuduğumu düşünmüştü. "Sana çiçeklerin ölümsüz olduğunu, ölseler bile yeniden canlanabileceklerini, onları öldürebilecek tek gücün ateş olduğunu söylediğim zamanı hatırlıyorsun değil mi? Ben bir çiçek değilim Eftal ama senin için çiçek olabilirim. Ölürsem bir gün şayet, senin göğsünde yeniden doğarım, o lekelerinin üzerinde çiçekler açar, kalbinin atışı beni sular. Kalbinin atışı durduğunda ben yanarım, gerçek bir ölüm olur. İşte tam bu yüzden yaşa, yaşa ki benim ruhum da seninle devam etsin. Seni daima seven, sevecek olan ve geleceğin için savaş veren baban, Adnan Atalar."
Bu mektubu okumuşum gibi babamın yanmasına izin vermemiştim; nefes almıyordu ama bir mezarın içindeydi.
Yutkunduğumda yanağımdan akan yaşı omzumla sildim, çenemi kaldırdım, omuzlarımı dikleştirdim. "Teşekkür ederim," dedim titreyen bir sesle. Gülümsedim, bu kez içtendi. "Bu bir cezadan çok ödül gibiydi, bana gücümü hatırlattı."
"Öyle mi?" dedi Köksal elini kaldırıp ikinci mektubu isterken. Bitmemişti, bitmeyecekti. İkinci mektup da onun avcuna bırakıldığında Köksal mektubu açıp içindeki cümlelerde gözlerini gezdirdi. "Ah," dedi. "Burası çok dikkat çekici görünüyor. Dinlemek ister misin?" Başımı silik bir şekilde iki yana salladım ama elbette devam etti.
"Eftal'im, duyduğuma göre davama bakması için Hâkim Ali'yi görevlendirmişler fakat kendisi bir suikasta kurban gitmiş." Köksal gözlerini imalı imalı bana çevirdiğinde düz gözlerle ona baktım. Sonraki cümleleri yüzüme bakarak tane tane söyledi. "Eftalya…" Sanki babamın sesi kulaklarımdaydı. "Hâkim Ali, sizin vurulmanız için emir veren kişiydi. Meryem'in hayatına engelli bir şekilde devam etmesinin nedeni o adam."
Seneler önce babam hakkında çok fazla bilgisi olduğu için öldürdüğüm, yirmi dört yaşında ilk cinayetimi işlememe sebep olan o adam bizi öldürmek isteyen, Meryem’le benim üzerime biz daha çocukken kurşun yağdıran adamla aynı kişiydi. Dudaklarım şaşkınlıkla açıldı. Bu kadarının kader olmasına mı yoksa içime su serpilmesinden mi bilinmez, gülmeye başladım.
O kadar güldüm ki Köksal duraksadı. "Biri…" dedim gülmeye devam ederken. "Meryem'in intikamını almış âdeta. Hâkim Ali'yi öldüren kişinin ellerine sağlık."
İtiraf gibiydi, ikimiz de biliyor ama dile getirmiyorduk. Köksal yeniden mektuba döndüğünde gözlerini kıstı. Yüzünde şeytani bir gülümseme oluştuğunda ise, "Tugay Demir," dedi üstüne basa basa. Babam mı söylüyordu yoksa Köksal mı, anlayamadım ama gözleri cümleleri takip ederken mektupta yazanları okuduğunu anladım. "Bu ismi unutma, sana onun hakkında anlatacaklarım var ama şu an değil. Tek bilmen gereken onun güvenilir biri olduğu." Devamını sessizce okudu, kaşları havalandı, dudakları aralandı. Şaşkınlığını benden gizleyemedi. "Kerem öyle aptaldı ki…" dedi Köksal. "Bu mektuplara bile dikkat etmemiş, içler acısı."
"Korkaksınız," dedim başımı iki yana sallayarak. "Hep korkaktınız. O mektupları bana ulaştırmak istemeyecek kadar üstelik."
Köksal beni duymazdan gelerek, "Bak burası çok çarpıcı," dedi acımasız bir sesle. "Eftal'im, benim güzeller güzeli kızım, Meryem sana emanet. Her parçasıyla. Sizin için dünyayı karşıma aldığım gibi sen de onun için dünyayı karşına al çünkü o bu dünyanın en masum tarafı." Mektuptan bakışlarını ayırdı, asıl olana gelmiş gibi göz kırptı. "Ne içler acısı değil mi Eftalya? Meryem’in yerini biliyor olmamız yani. Üstelik yanında Tugay'ın kardeşi de var."
Gülümsemeye devam ettim ama yangın bütün vücudumu sarmıştı. "Yalan söylüyorsunuz," dedim bir savunma olarak. "Onun yerini bilme imkânınız yok." Etrafıma baktığımda ellerimi bağlandığım yerden kurtarmaya çalıştım. "Bütün o mektuplar, işkenceler... Amacınız ne?" Bağırmaya başladım. "Beni bırakın! Bu şekilde tutamazsınız!"
Köksal gözlerini kıstı, sandalyesini bana doğru biraz daha çekti. "Şimdi," dedi Köksal, ardından kapının önünde araçların durduğunu fark ettim. Birkaç dakika sonra Başkan'ın, yanında koruma ordusuyla içeriye girdiğini gördüm. Hepsi son derece korumalı kıyafetlerle içeriye daldıklarında göğüskafesimi sıkıştıran korku, hareketlenmeme neden oldu. "Dürüstçe konuşma zamanı, öyle değil mi? Bütün bunların neden sana söylendiğini öğrenme zamanı."
Başkan tam karşımda durduğunda dikkatle ona baktım. Çenesini kaldırdığında zafer kazanmış bir adam gibi görünüyordu. "Artık açıkça konuşalım Eftalya Atalar," dedi Başkan otoriter bir sesle. "Seni buradan kurtarabilecek bir kişi bile yok."
Sustum fakat artık suskunluğum da canımı yakmaya başlamıştı. Başkan başıyla işaret verdiğinde Köksal cebinden telefonunu çıkarıp birkaç tuşa bastı, ardından ekran bana döndüğünde kendimi gördüm. Karşımdaki, köşeye sıkıştığımın açık bir resmiydi. Kalbimdeki korku büyürken sonsuza dek bağlandığım yere mahkûm olduğumu hissettim.
Hâkim Ali'yi öldürdüğüm görüntüler Başkan'ın elindeydi. Çekiyordum silahı, gözümü bile kırpmadan o adamı öldürüyordum. Artık öylesine bir avukat değil, gerçek bir mahkûmdum, gerçek bir suçluydum. Video durduğunda Hâkim Ali'nin ölü yüzüyle bakıştım. Benim bu yola çıkmama neden olan, Tugay'ın çiçeklerle bana gönderdiği tehdit artık Krallık'ın elindeydi.
"Bu seni tam anlamıyla suçlu yapar, öyle değil mi?" diye sordu Başkan. "Üstelik kanıtlı." Hiçbir şey söylemedim, söyleyemedim; sırtımda büyük bir hançer hissettiğimde bunu yapanın kim olduğunu tahmin etmekte bile zorlanıyordum. Bir ajan vardı örgütün içinde ve gerçek bir planı ortaya döküyordu. Bugüne dek hiçbir şey yapmamış, zamanını beklemişti.
"Sadece bu kadar da değil," dedi Köksal ama gözlerimi telefondan ayıramıyordum. "Sana babanın cümlelerini okudum, Tugay Demir'den söz ettim çünkü büyük resme bakınca her şeyi görebiliyoruz."
Buradan kurtuluşum yoktu. Ya öldüreceklerdi beni ya da hapishanenin bir köşesinde ölmemi bekleyeceklerdi. Avukat Eftalya Atalar bir katildi ve bunun kanıtı ellerindeydi.
"Benden istediğiniz cevapları alamayacaksınız," dediğimde çenemi dik tutmaya çalışıyordum ama o hücrede sadece birkaç gün geçirmeme rağmen delirecek gibi olmuştum. Mahkûmlara işkence ediyorlardı ve beni hemen öldürmeyeceklerini, türlü işkencelerle yaşatmaya devam edeceklerini biliyordum. Babama yaptıkları gibi, Tugay'a yaptıkları gibi. "Korkmuyorum," dedim ancak aslında delicesine korkuyordum.
"Emin misin?" dedi Başkan kollarını önünde bağlayarak. "Peki ya sana aslında kim olduğunu bildiğimizi söylesek."
"Ne?" dedim kaşlarımı kaldırarak.
"Sen," dedi Başkan ve birkaç adım atarak tam karşıma geçti. "BL örgütünün asıl kurucususun."
Ne? Neler oluyordu?
Köksal telefonu kendine çevirip birkaç tuşa daha bastı ve ekran yeniden bana döndüğünde Hâkim Ali'yi öldürdükten sonra yaptığım konuşmanın görüntülerini gördüm. Elimde BL mendilini tutuyordum. BL ilk bana ulaşmıştı, bu harfler ilk benim ellerimde görülmüştü.
"Tugay Demir," dedi Başkan, ben telefona bakarken. "Sadece senin adamındı, öyle değil mi?" Kusacakmış gibi hissediyordum. "Baban ve sen, muhteşem bir yol izlediniz."
Başkan'ın adamlarından biri televizyona ses verdiğinde donuk bakışlarım onlardan ayrılıp televizyonla buluştu. Alt başlık kocaman yazılmıştı fakat benim yaşadıklarımdan sonra bir cümle oldukça küçüktü; hiçbir cümle bizi tanımlayamaz gibi geliyordu.
BL ÖRGÜTÜNÜN KURUCUSUNUN ASLINDA EFTALYA ATALAR OLDUĞU AÇIĞA ÇIKTI!
Spiker konuşmaya başladı, Hâkim Ali'yi benim öldürdüğümü söyledi. Ve asıl kurucu olduğumu kanıtlandığını, BL örgütünün bunu ifşa ettiğini. "Tugay Demir sadece ve sadece Eftalya Atalar'ın maşasıydı. Eftalya Atalar ise Adnan Atalar ile hazırladığı hain tuzaklarını adım adım ilerletti." Benimle dalga geçiyor olmalılardı, bunun başka bir açıklaması olamazdı ama öyle ciddilerdi ve öyle inanmışlardı ki kendimi sorgulamak zorunda kaldım.
En başından beri çizilen bütün yollar benim BL kurucusu olduğumu gösteriyordu, öyle olmasa bile ağzımı açıp hiçbir şey söyleyemezdim. Şu an ne söylersem söyleyeyim, bir başkasına zarar verirdi.
"Tugay," dedim sadece. "Benim maşamdı, öyle mi?"
"Bütün bunları nereden bildiğimizi sormayacak mısın Eftalya Atalar?" diye sordu Başkan. Ajan söyledi, dedi iç sesim. Örgütte biri vardı, beni suçlu çıkarmak için uğraşıyordu ve istediğine ulaşmıştı. Tugay'ın bütün suçunu da bana devretmişti. Peki neden böyle bir şey yapmıştı? Neden Tugay'ın temize çıkmasını istemişti? "Sormayacak mısın Eftalya Atalar?" diye sordu Başkan yeniden.
"Size," dedim dişlerimi sıkarak. "Hiçbir şey sormayacağım."
Başkan gülümsedi, soğuk bir gülümsemeydi. "Tugay Demir," dedi. Onun adını duyduğum anda kalbim hem korkuyla hem de endişeyle attı. "Bütün bunları o söyledi özgürlüğü karşılığında." Hayır, bu olamazdı. Yalan söylüyorlardı, beni köşeye sıkıştırıyorlardı. "Ve kanıt istiyorsan Tugay Demir'in babasını, yani Hâkim Ali'yi öldürmüş olmandan daha büyük bir kanıt yok bizim için."
Kimin babası? Ne?
Kalbim sanki durdu, gözlerim kocaman açıldı. Köksal telefonundan başka bir tuşa bastıktan sonra yeniden bana çevirdi. Hâkim Ali karşımdaydı, gençti ve kucağında ikizleri tutuyordu. Köksal ekranı kaydırdı, kaydırdığı kısımda Tugay'ın en başında dikkatimi çeken ama sorduğumda cevabını tam alamadığım silinen soyağacını gördüm: babası Ali Arıkan ve annesi Yeşim Çeviker. Tugay annesinin soyadını almıştı, soyağacını sildirmişti ama orada, Başkan Yardımcısı’nın ellerinde soyağacı vardı ve babası, benim öldürdüğüm Hâkim Ali'ydi.
Vardı bir nedeni ve bu öyle bir nedendi ki kural dinlemezdi.
Öyle bir labirentin içindeydim ki ne tarafa gitmem gerektiğini bilmiyordum. Ellerindeki bütün kanıtlar ben konuşmadığım sürece BL örgütü kurucusunun ben olduğumu gösteriyordu. Elimde duran o mendil, Tugay'ın öldürdüğüm babası, o aile fotoğrafı, direnişim, cümlelerim... İlmek ilmek örülmüş bir kazak gibiydi her şey ama o kazağı giyen kişi ben olmuştum.
Bu bir oyun muydu? Tugay bunu yapmazdı, bana yapmazdı. Benim tanıdığım Tugay beni sırtımdan bıçaklamazdı. Evet, Tugay özgürlük için her şeyi feda edebilirdi ama beni eder miydi? Etmezdi. Kendi içimde onu defalarca aklardım, aklarken de ondan binlerce kez özür dilerdim fakat bana nedenler verilmeliydi; varsa bir nedeni, gerçek bir neden verilmeliydi.
Babam ona güvenmemi söylemişti. Krallık'a göre babamla kurduğumuz planımızın bir parçasıydı Tugay ama babama göre güvenmem gereken kişi de oydu. Birbirlerini tanıdıklarından artık emindim ama bu tanışıklığın altında yatanın güven olması beni bozguna uğratmıştı.
Özgürlüğü karşılığında bütün suçu bana yıkan Tugay Demir Çeviker.
Hayır yapmazdı, bir oyun dönüyor olmalıydı. Önümde iki seçenek vardı: Ya güvenecektim ya da kendi yolumu çizecektim. Güvenen tarafım bütün bunların ajanın bir oyunu olduğunu söylüyordu ama ajan neden bütün suçu üzerime atmak istemişti? En başında o mendili elime veren Giray'dı, o zamanlar içlerinde bir ajan olamazdı.
Hayır, Tugay olamazdı, bunu bana yapmazdı. Hâkim Ali onun babasıydı; Meryem'i bu hale getiren, Yeşim Çeviker'i öldüren adam onun babasıydı ve onu ellerimle öldürmüştüm. Planın bir parçası mıydı bu da?
Dağıldığımı hissettim, karşımdaki yüzler de dağılışıma anbean şahitti. Özgürlük için, sadece özgürlük için beni sırtımdan bıçaklamış olamazdı değil mi? Burada geçirdiğim onca saatten sonra mantıklı bile düşünemiyordum.
Düşünemiyordum! Yetişemiyordum! Hâkim Ali'yi kimin öldürdüğünü söylemediği için Tugay sol kolundan olmuştu ama zaten o adamın geberip gitmesi Tugay için bir ödül gibiydi. Fakat itiraf edecek olsa tam da o zaman yapmaz mıydı? O gün itiraf etmez miydi? Neden şimdi yapmıştı?
Her şey bir yana Tugay, Krallık'ın karşısında küçük bir duruma düşmemek için bile benden vazgeçmezdi.
Sadece bir anlığına Hâkim Ali'yi öldürdüğüm için pişman olup olmadığımı düşündüm. Orada Hâkim Ali değil başka biri olsa da öldürürdüm ama Tugay'ın babasını öldürdüğüm için pişman olup olmadığımı düşündüm. Hayır, zerre pişman değildim, hatta her şeyi o zaman bilseydim onu daha acımasız bir şekilde öldüreceğimi biliyordum ama madem o kaybedecekti, bunu yapan neden Tugay değil de ben olmuştum? Artık emindim, Adnan Atalar'ın davasına atanan hâkimın o olması da bir tesadüf olamazdı. Herkesi gözünü kırpmadan öldürebilen Tugay Demir, konu babası olunca bunu neden yapmamıştı? Yapamamış mıydı?
Bense hem kendi babamı hem onun babasını öldürmüştüm.
"Avukat Eftalya Atalar," dedi Başkan gülümseyerek. "Bir şey söylemeyecek misin?" Tugay mahkemede kurucu olduğunu itiraf etmişti. Şimdi onu zorla yanında tutan kadın mı olmuştum? Nefes almakta bile zorlanıyordum, bu bir kâbus olmalıydı. Onun özgür kalmasının zor olacağını biliyordum ama bu kadarı çok fazlaydı.
Televizyonda SON DAKİKA haberleri geçmeye başladı, alt başlık, dolan gözlerimden yaşların düşmesine neden oldu.
TUGAY DEMİR ÇEVİKER HAYATINI KAYBETTİ!
Özgürlük için benden vazgeçen adam şimdi de hayatını mı kaybetmişti? Gülmeye başladığımda kahkaham bulunduğumuz yeri doldurdu, öyle gülüyordum ki yanağımdan süzülen yaşlar delirdiğimin bir başka göstergesiydi. Artık bir suçluydum, mahkûmdum; ben artık bir örgüt kurucusuydum ve Tugay'ı kullanan o kadındım. Daha fazla güldüğümde yanaklarımdan yaşlar süzülmese ağladığımı bile fark etmezdim.
"O," dedim kahkahamın arasından. "Ölmedi. Yalan söylüyorsunuz."
"Ah," dedi Başkan aşağılayıcı bir üslupla. "Ne yazık kaybetmiş olmanız Eftalya Atalar." Başını iki yana salladı. "Tugay Demir Çeviker öldü, sana sadık olduğunu düşündüğün o adamı da kaybettin. Kardeşin ise avuçlarımızın içinde." Köksal bu kez telefonu çevirdiğinde Nida'yla Meryem'in kaldığı evi gördüm. Blöf yapmadıklarına artık emindim. "Şimdi bize diğerlerinin yerini söyleyecek misin yoksa sessizliğini korumaya devam mı edeceksin?"
Gözlerimde yaşlarla yeniden televizyon ekranına döndüm; hâlâ aynı cümleler yazıyordu. Onun öldüğü söyleniyordu, o ölmüştü ama ölmeden önce özgürlüğü için beni sırtımdan bıçaklamıştı, öyle mi? Aklımı kaçıracaktım. Tugay'ın ölümü, her şeyin sonu demekti.
Meryem'i düşündüm, canı belki de iki dudağımın arasındaydı ama biliyordum, beni de öldüreceklerdi. Ben ölürsem o nasıl yaşardı? Sinan onun yanında kalır mıydı? Sinan'ı da yok ederlerdi, hatta belki de etmişlerdi. Ağlamaya devam ederken başımı önüme eğdim, artık dik duramıyordum, gücüm yoktu.
Tugay ölmeseydi, özgür olsaydı, kurtulsaydı ve bir ihtimal de olsa beni sırtımdan bıçaklamasaydı şu an burada olurdu ama yapayalnızdım.
Başım eğik dururken yüzüğü gördüm, içinde zehir olduğuna emin olduğum o yüzüğü… O an hatırladım gururu için ölen babamı ve kurtulamazsa diye gururu için zehir içmeye niyetlenen Tugay Demir Çeviker'i. Kimi neyle suçluyordum? Ben ne yapıyordum?
"Ben," dedim hâlâ Tugay'a verdiğim sözü düşünerek. "Zaten öleceğim." O söz mahvolmadı Eftalya, yok olmadı, üzeri çizilmedi farkında değil misin?
"İhtimaller dahilinde," dedi Köksal acımasız bir sesle. "Ama kardeşin için aynısı geçerli değil. Onu yaşatabilirsin."
Başımı iki yana salladığımda ağzımdan çıkan her kelimenin bir ihaneti simgelediğini biliyordum. Babamı düşündüm, Tugay Demir'e güvenmemi söylüyordu; babamı düşündüm, Meryem'i her şeye rağmen korumamı söylüyordu; babamı düşündüm, gururu için ölen babamı. İşte o an babamı hissettim tam kalbimde, bahsettiği o lekelerin üzerinde. Her şeye rağmen dik durmamı diliyordu.
Omuzlarımı kaldırdım gurursuz hissetmeme rağmen gururlu bir kadınmış gibi. "Size hiçbir şey söylemeyeceğim," diye mırıldandım tek nefeste. "Ya beni öldürün ya da bir hücreye kapatın çünkü ellerimi çözerseniz sizi öldüreceğim."
Hepsinin yüzünden büyük bir şaşkınlık geçti. Bunu beklemedikleri açıktı.
"Kardeşini bile önemsemiyorsun, öyle mi?" diye sordu Köksal şaşkınlıkla. "Bir aileye bağlılığın bile yok mu?"
"Benim ailem öldü," dedim üstüne basa basa. "Ve kaybedeceksem kardeşimin de benimle can vermesini istiyorum. Gururumuz için. Babam da bunu isterdi."
Başkan hareketlendi, arkasındaki adamlar da. Anlaşmaya varmak istiyormuş gibi, "Bize örgütün inini söylersen…" dedi. Gülümsedim, acıdan kusacak gibiydim. "Her şeyi temize çekebiliriz Eftalya. Avukatlığına bile devam edebilirsin. Sadece Hâkim Ali'yi öldürdüğün için birkaç sene içeride yatarsın. Nefsi müdafaa olduğunu söyleriz." Onu dinlerken vücudum titriyordu. "Kardeşin ve senin için önünde harika bir hayat..."
"Ben satılık değilim!" diye haykırdığımda arkadan bağladıkları ellerim yumruk halini aldı. "Ve bilin diye söylüyorum, bir kişiyi değil, dört kişiyi öldürdüm. İkinci cinayetim, Feridun Karaman'dı. Onu astıran bendim." Güldüğümde Başkan yutkundu, gözlerim Köksal'a kaydı. "Kerem Karaman'ın kalbine o bıçağı saplayan da bendim ve inanın, ellerim bile titremedi." Tiksiniyormuş gibi nefes verdim. "Biraz daha işkence çekmediği için geceleri huzursuz uyuyacağım ama zamanım yoktu daha fazlasına."
Sessizlik olduğunda Köksal, "Dördüncü kişi kimdi?" dedi sorgulayan bir sesle.
"Babam," dedim acımasız bir sesle. "Kendi babamı öldürdüm ben. Yemeğine zehir ekledim gururuyla ölsün diye. Kendi babasını gururu için öldüren bir kadından size kendini satmasını mı istiyorsunuz?" Yere tükürüp küçümseyerek onlara baktım. "Çok beklersiniz. Bin tane bıçak da yesem bir kitap okuduğu için idama gönderdiğiniz Adnan Atalar'ın kızıyım ben. Meryem de konuşabiliyor olsaydı bunu isterdi. Durmayın, elinizden geleni ardınıza koymayın. Gururumdan başka kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı, onu da sizin ellerinize vermeyeceğim."
Babam öldü. Nigâr öldü. Tugay Demir Çeviker öldü. Meryem ölecekti. Sinan ölecekti. Ben ölecektim. Fakat yine de çenemi dik tutmaya çalışıyor, gülümsüyordum. Sırtım acıyordu, karnım ağrıyordu; omuzlarımdaki yükü artık taşıyamıyordum ama devrilmemeye çalıştım.
"İnsanlar…" dedi Başkan en sonunda, "…bazen oturdukları rahat yerlerden çok kolay cümleler kurabilir Eftalya Atalar. Belli ki seninle küçük bir oyun oynayacağız gerçekleri göreceğin… hatta hissedeceğin." Köksal'ın kulağına eğilip bir şey söyledi. Hepsini duyamadım ama Meryem'in adı geçmişti.
Sonrasında ise geriye doğru bir adım atıp, "Tıpkı sevgilisi gibi," dedi Tugay'ı kastederek. "Rahmetli gibi sol kolunu kesin baltayla ve timsahlara yem edin. Asıl acının ne olduğunu görsün, kardeşinin acısını yaşamadan önce."
***
Donuk bakışlarım karşımdaki duvardan ayrılmıyordu. Kaç dakika geçmişti, kaç saat, kaç gün? Tek bildiğim gün doğmuyordu, doğuyorsa bile bulunduğum yere uğramıyordu. Dışarıdaki kar durmuyordu, art arda yağmaya devam ediyordu ve ben artık ağlayamıyordum bile. Uyuyamıyordum, bilincimi kaybedemiyordum. Gözlerimi bile kırpmıyormuş gibi hissediyordum. Hatta düşünemiyordum bile. Tek hissettiğim acıydı. Gerçek bir acıydı.
Öyle bir acıydı ki sanki bıçaklar kalbime saplanıp geri çıkıyordu ve bu his bir kez daha tekrar ediyordu. Bir kez daha ve bir kez daha. Kalbimden oluk oluk kan akarken kendi içimde boğuluyordum. Boğuluyordum boğulmasına ama bir yandan da hâlâ nefes alıyordum. Yaşayan ölü olmak tam olarak bu demekti.
Kaybetmiştik.
Tugay Demir Çeviker kaybetmişti.
Biz kaybetmiştik. Hem bu savaşı hem birbirimizi hem özgürlüğümüzü hem hissettiklerimizi hem de hayallerimizi. Yapayalnız kalmıştım ve bu bir romanda olsaydı arkada kalan o kadının yaşamasını istemezdim. Maalesef hayatımız bir roman değildi, hatta çektiğim acı öylesine gerçekti ki sanırım romanın son cümlesi, Kadının hayatı acılar içinde son buldu, olurdu.
Artık inanıyordum Tugay’ın öldüğüne.
Kapıdan Köksal, peşinde bir koruma ordusuyla girdiğinde en arkadaki iri cüsseli adamın elindeki baltayı gördüm. Yeşim Çeviker'i öldüren o balta, Tugay'ın sol kolunu kesen o balta bu kez de benim için ortaya çıkmıştı.
Öylece baltaya baktım. Çığlık atmamı bekliyor olmalılardı, benden hiçbir tepki çıkmayınca duraksadılar. Uyuşturmuşlardır belki, demişti Tugay. Kandırmaya çalışmıştı beni ama uyuşturmayacaklarını biliyordum. Gözlerim sol koluma döndüğünde parmaklarım belki de son kez sandalyenin kollarını kavradı.
"Hazır mısın Eftalya Atalar?" dedi Köksal dalga geçermiş gibi.
Hiçbir cevap vermeden bakışlarımı ona çevirdiğimde ne kadar dik durabilirsem o kadar dik durdum. "Sadece bir şey soracağım," dedim. Dilim damağım kurumuştu, sesim artık çatallı çıkıyordu. "O baltanın kimi öldürdüğünü biliyor musun?"
Köksal hiç düşünmeden, "Yeşim Çeviker'i," dedi.
"Kim tarafından?"
Köksal gülümsedi. Herkes hırsızlar yaptı diye biliyordu, kayıtlara da öyle geçmişti. Ama Köksal beni yanıltmadı. "Hâkim Ali tarafından," dedi. "Ve tek şahit, oğlu Tugay Demir'di." Yutkunduğumda bana bakmaya devam etti. "Ve biliyor musun, polislere arayıp haber veren on dört yaşındaki Tugay Demir’miş, yeni fark ettik." Boğazımdaki yumru büyüdü. "Babam annemi öldürecek, demiş, yardım istemiş. Eve gidildiğinde ise kapı duvarmış. Bildiğimiz kadarıyla Hâkim Ali karısını bir cinnet anında ilk önce boğarak öldürdü, ardından baltayla parçalara ayırdı. Cesedine hiçbir zaman ulaşamadık, büyük ihtimalle onu ya yaktı ya da parçalarını farklı yerlere gömdü."
Gözlerim acıyla doldu. "Kayıtlara…" dedim solgun bir sesle, "…hırsızlar tarafından öldürüldüğü geçildi."
"Çünkü Hâkim Ali korundu," dedi Köksal dürüstçe. "Korunması gerekiyordu." Parmaklarını çıtlatırken öyle rahat görünüyordu ki vücudum buz kesti. "Bunu sorgulamak da ne sana ne de bana düşer. Bu ülkedeki kimseye düşmez."
Başımı iki yana sallarken gözümden bir damla yaş düştü. "Sadece bir anlığına," dedim çaresizlikle. "Bir anlığına da olsa sorgulasaydın karşımda olmazdın zaten. Bu ülkede menfaatler uğruna kaç çocuğun hayatının kaydığını, kaç kadının öldürüldüğünü düşünseydin şu an gülümseyemezdin ama vicdanın yok. Hiçbirinizin vicdanı yok." Başka bir yaş daha düştü gözümden. "Bir gün o baltanın ucundaki senin sevdiğini biri olacak çünkü ne der BL bilirsin: Bıçak sana saplanmadan acıyı hissetmeyecek misin? Unutma, acıyı hissetmiyor ve ses çıkarmıyorsan elinde bıçak tutan sensindir. "
Köksal sadece birkaç saniye düşündü ve en sonunda, "Hayat güçlü olanların tarafındadır Avukat," dedi alaydan uzak bir şekilde. "Ve ben güçlü tarafta olmak zorunda kalan bir askerim, sen ise kaybetmiş, yapayalnız bir avukatsın." Elini uzattığında koruma yürüyüp baltayı onun sağ eline bıraktı. Keskin ucu parladığında korkmayı bekledim ama zaten acıdan öyle boğulmuştum ki korku bana uğramıyordu. "Sol koluna veda etme vakti."
Derin bir nefes aldım, hiçbir şey söylemedim, bir kez daha kendime bütün olarak bakmadım. Sadece başımı sallarken her şeyden vazgeçtiğim ve her şeyin başladığı o noktayı düşündüm. Tugay'ın beni öptüğü o mahkeme salonunu. O an bunu düşünmek gülümsememe neden oldu ve omuzlarımdaki ağırlık hafifledi, acı vücudumdan uzaklaştı. O öpücük gerçekti, hiçbir şeyin olmadığı kadar gerçekti. Benim barda tanıştığım o adam gerçekti, benimle gülümseyen o adam gerçekti; o bana ihanet etmezdi, ben ona ihanet etmezdim.
Bunun adı güven ise ben Tugay'a en güvenilmez anlarda bile güveniyordum.
Tugay nasıl benim için susup sol kolundan olduysa ben de sustum. Feda, yürekten gelirdi; ben yüreğimi de sol kolumla onun için feda ederdim. Çünkü biz hislerimizle bile başlı başına bir direniştik. Benim mahkemede öptüğüm o adam değil özgürlük için, canı için bile benden vazgeçmezdi.
Gözlerimi kapatıp Köksal'ın baltayı havaya kaldırdığını gördüm. İç sesim yüksek bir sesle haykırdı: Çok yakında, kısıtlanmayacağımız bir zamanda seninle yeniden kavuşacağız Tugay Demir. İşte o zaman, başka bir dünya varsa biz hayallerimizi gerçekleştireceğiz. Babacığım, senin kızınım ve senin kızın gibi feda ediyorum kendimi.
Fiziksel acıyı bekledim. Bir kol canlı canlı kesildiğinde ne kadar acırsa canımın o kadar acıyacağını biliyordum ama o kadar acıya batmıştım ki bunu bile mi hissetmiyordum? Ses yoktu, nefes yoktu, ölmüş müydüm yoksa? Ölmüş olsaydım babam beni bulurdu. O neredeydi?
Bir pat sesi geldi o anda, ardından susturucu takılmış bir silah sesi. Gözlerimi açtığımda Köksal'ın elinde baltayla dudakları aralıklı bir şekilde bana baktığını gördüm. Bir şey söylemek istedi ama yapamadı ve vücudu ayaklarımın dibine düştü. Sırtından bıçaklandığını gördüğümde arkasındaki kar maskeli adamla bakışlarımız kesişti.
Tam o esnada dışarıdan çatışma sesleri geldi. Ardından başka kar maskeli insanlar içeriye girip önümüze etten duvar ördü. Bakışlarım direkt eldivenlerine kaydığında timsah simgelerini gördüm. Onların ardından kum saati simgesi taşıyanlar da girdi. Ölüm Timi ve BL buradaydı.
Yeniden o kar maskeli adama baktığımda gözlerinden onun Giray olduğunu anladım. Ölmemişti, hâlâ yaşıyordu. Yutkundum ve dudaklarım aralandığında içimdeki acı arttı. O kurtulmuştu ama Tugay artık yoktu.
"Tugay…" dedim zorlukla. Öldü, diyemedim.
Başını omzuna düşürdü tıpkı Tugay gibi. Gülümsediğini fark ettim, sonra ise kar maskesini yavaşça çıkardığında kalbim duracak gibi oldu. "Efendim benim güzel Sevgili Avukat’ım," dedi. Giray değil, Tugay'dı; tam karşımdaydı ve bana bakıyordu en gerçek duygularıyla. "Beklettiğim için özür dilerim fakat sana ulaşmak hep çok zor oldu."
Özgürdü, bileklerinde kelepçe, üzerinde mahkûm üniforması yoktu. Altında siyah kargo pantolon, üzerinde siyah boğazlı kazak ve çelik yelek, ayağında siyah postallar vardı. Ve tabii siyah eldivenleri de ellerindeydi. O ölmemişti, tam karşımdaydı; o artık özgür bir adamdı ve beni kurtarmak için gelmişti.
On iki saat önce...
Marco, "O yüzüğü fark ederlerse bütün planların altüst olacak," dedi Tugay'a, onu hücreden çıkarırken. Konuşabildikleri nadir anlardan biriydi. "Planını söylemeyecek misin?"
Tugay omzunun üzerinden son kez hücresine baktı. Bir daha uğramayacağı, uğramak dahi istemeyeceği o yere bakarken aklından geçenler sadece avukatıyla olan anılarıydı. "Sakladığım bütün eşyaları aldınız mı?" diye sordu üçüncü kez.
Marco derin bir nefes verdi. "Bir çikolata paketini neden sakladığını söylemek ister misin?" Tugay cevap vermedi. "Evet, hepsini aldık. Şimdi dostum, bana bütün planlarını söyleyeceksin."
Tugay gözlerini kıstı. Dönüp Marco'ya baktığında, "Adnan Atalar," dedi. "İkimizin yolunun kesişmesini neden istedi biliyor musun?" Hem onu hem kendini işaret etti. "Tam da bugünler için Marco."
"Çok romantiksin TDÇ ama midemi bulandırdın." Tugay gülümsediğinde ikisi de koridorda yürümeye başladı. "O yüzüğün içinde ne olduğunu biliyorum ama planının kendini öldürmek değil. Bana bir şey söylemek zorundasın."
"Hayır," dedi Tugay. "Kendimi öldürmek de seçeneklerim arasında ama asıl planım bu değil. Kaybettiğimi fark edersem bu zehri yutacağım."
"Peki ya kaybetmezsen?"
Tugay o an günler önce revirden aldığı adrenalin ilacını düşündü. Avukatından kendisini iyileştirmesini istemişti ama asıl düşündüğü bugünler için ayıracağı adrenalin iğnesiydi. Ne kadar doz alırsa o kadar çabuk kalp krizi etkisi gösterirdi. Sonunda ölüm de olabilirdi ama bu bir kumar olduğuna göre kazanabilirdi de.
"O zaman," dedi Tugay. "Kalbimi düzene sokmanız gerekecek Marco ve beni idam ipinden kaçırmanız."
On saat önce...
Dışarıda gürültüler vardı. İnsanların bazıları Tugay'ın adını sevgiyle anarken bazı insanlar küfrediyordu. Beş dakika sonra idam ipine gidecek olan Tugay ise önündeki ıspanak yemeğini nasıl yiyeceğini düşünüyordu.
"Yemeyecek misin?" diye sordu Krallık'ın adamlarından biri. "Avukatın en sevdiğin yemek olduğunu söyledi."
Sadece birkaç saniye, birkaç saniye de olsa öldüğünü düşündü; bunu düşünmek son yemeğinin ıspanak olmasından ötürü mutsuz bir nefes vermesine neden oldu. Avukatının tahmin ettiği gibi ıspanak yemeğini pek sevmezdi.
"Sana diyoruz," dedi adam. "Yemeyecek misin?"
Yutkundu, kelepçeli ellerini kaldırıp yan taraftaki plastik kaşığı aldı. O an kaşık tutmakta zorlandığını gördü; mahkûmlara kaşık ve çatal vermiyorlardı. Özgür bir adam olursa nasıl bir cehennemin onu karşılayacağını bir kez daha düşünmemeye çalıştı.
Avukatı’yla akşam yemeğine gittiğinde de çatal kaşık kullanamazsa onu rezil eder miydi?
Ispanak sevmezdi, ağzına doğru düzgün sürmezdi ama sadece avukatı yaptığı için kaşığın ucuyla ıspanaktan alıp ağzına götürdü ve yavaşça çiğnedi. Tuzun tadını aldığında yüzünü buruşturdu. Ispanak sevmiyordu, doğru ama bu ıspanak gibi değildi. Çok tuzluydu, hatta tuzdan ibaretti.
Yüzünü buruşturduğunda, "Ne oluyor, mahkûm?" dedi adam. "Avukatın kötü mü yapmış yoksa?"
Son yediği yemek çok tuzlu ıspanak da olsa avukatı yaptığı için bir kaşık daha aldı, sonra bir kaşık daha. Birinin son yemeğini yapmak çok acıydı, bunun hakkını vermek lazımdı.
Yanında duran Marco göz ucuyla ona bakarken hiçbir renk vermemeye çalışıyordu fakat ıspanağın kötü yapıldığını anlayacak kadar Tugay'ı tanımıştı.
Tugay öksürmeye başladığında ve ellerini kucağına koyduğunda tabak yere düştü. "Aptal!" diye bağırdı yanındaki adam ayakkabısına bulaşan ıspanağa bakarken. Tam o sırada Tugay eldivenin içinden adrenalin iğnesini çıkardı, ucunu dişledi ve şırıngadaki ilacı sonuna kadar bacağına enjekte etti. O minibüsteki herkesin algısının dağıldığı bir anda yapmıştı bunu, tek fark eden ise Marco'ydu ama ağzı açık ona bakmaktan başka hiçbir şey yapamadı. Sonra ise tam arabadan inmeden önce yüzüğü Tugay'ın parmağına taktı.
Yedi saat önce...
Ambulansın sesini işitiyordu Tugay, nefes sesini ve kalbinin göğüskafesinden çıkacakmış gibi atışını. Kapalı gözlerini açmadı ama birilerinin ona oksijen vermeye çalıştığını anlıyordu ya da kendisi fazla oksijen alıyordu. Birileri omuzlarından sarsıyordu sanki, bilemiyordu.
Güvenilir bir ses aradı, bu ambulansın içinde güvenilir birilerinin olmasını diledi. Avukatı olmalıydı, o neredeydi? Marco başarabilecek miydi? Giray kurtulabilmiş miydi? Tam da düşündükleri gibi oradan ayrılabilmiş miydi?
Gözlerini kapatmadan önce son gördüğü yüz avukatına aitti, aldığı son koku ise çikolata kokusuydu. Şimdi ölürse son iki dileği hiçbir zaman gerçekleşmemiş olacaktı.
"Beyler," diyen Marco'nun sesini işitti. "Eller yukarı."
Hareketlenme oldu. Ardından bir adamın, "Tam sekiz araç bizi takip ediyor," dediğini işitti.
"Emin ol," dedi Marco. "Sekiz araçtan bile TDÇ'yi kaçırabilecek gücüm var ama önce sizi halletmemiz ve bu ambulansı kaçırmamız gerekiyor."
Beş saat önce...
Tugay'ın gözlerini açmasıyla öne eğilip kusmaya başlaması bir oldu. Boğazı acıyana kadar kustuğunda ve gözlerini açmaya çalıştığında başı döndü ve ağzına kan tadı geldi.
"Onu iyileştirmelerini beklememiz gerekiyordu." Giray'ın sesiydi, ikizi buradaydı ama gözlerini açıp ona bakamıyordu, son kez de olsa ona sarılamıyordu. "Ya kaybedersek?"
"TDÇ öyle kolay ölmez," dedi Javier.
"O nasıl bir film repliğiydi lan öyle? Bana bile kurmadın şöyle bir cümle," dedi Marco.
Avukatı neredeydi? Ona ne olmuştu? Neden hiç kimse ondan bahsetmiyordu? Bir kez daha gözlerini açmak istedi. Birileri onun üzerindekileri çıkarıyordu, ter boşalıyordu vücudundan. Nefesleri hâlâ yarımdı ama bunun en büyük nedeni avukatının nerede olduğunu bilmemesiydi.
Uzaktan bir yerlerden televizyon ses geliyordu. "BL örgütünün kurucusunun aslında Eftalya Atalar olduğu ortaya çıktı," diyordu kadın spiker. "Hâkim Ali'yi öldüren Eftalya Atalar Tugay Demir’i maşası olarak kullanıyordu."
Bulundukları yeri sessizlik kapladı. Sonra Giray'ın sesini işitti. "Ona bundan nasıl söz edeceğim?" Kısık bir nefes, korkulu belki de. "Eftalya Atalar artık her şeyiyle bir suçlu ve Krallık'ın elinde."
Dişlerini sıktığında inler gibi bir ses çıkardı ama kimseden tek kelime dökülmedi, bunu da içinden yaptığının farkındaydı.
"Eftalya'yı öyle ya da böyle konuşturacaklar." Sinan. Avukatının koruması da buradaydı ama avukatı yoktu. "Ve belki de onu öldürecekler, biz ise burada öylece duruyoruz." Haklıydı, kendisinin bir önemi yoktu; avukatın kurtarılması gerekiyordu.
"Ya da," dedi Defne. İkizi ondan saklasa da aralarında bir şeyler olduğunu biliyordu. "Avukata öyle güzel bir oyun oynayacaklar ki avukat bizi satacak."
Yapmazdı; Tugay her şey üzerine yemin edebilirdi. Eftalya Atalar ona ihanet etmezdi.
O sırada televizyondaki kadın spikerin sesi yeniden ona ulaştı.
"Bir son dakika haberiyle geliyoruz sayın seyirciler," dedi, sesi keyifliydi. "Tugay Demir Çeviker hayatını kaybetti!"
Yaşıyordu. Yaşıyordu ama öldüğü söyleniyordu. Burası cehennem miydi?
“Siktir,” diye fısıldadı biri, kim olduğunu anlamamıştı.
Ölmediyse Krallık onu öldü göstererek hem halka hem de avukatına son kozunu oynuyordu.
İki saat önce...
Tugay'ın gözleri yavaşça açıldığında bembeyaz bir tavanla karşılaştı. Başı delicesine dönüyor, midesi hâlâ bulanıyordu ama artık gözlerini açabiliyordu, tabii bu bir kâbus ya da rüya değilse. Çünkü geçirdiği o saatlerde bin kez öldüğünü ve bin kez de yaşadığını görmüştü. Hepsinin sonunda da acılar içinde boğulmuştu.
Zihnini toplamanın oldukça zor olduğu o anlarda başını sağa çevirdi ve ilk gördüğü kişi Giray oldu. Elleri çenesindeydi, gözleri kapalıydı, dizleri titriyordu ve endişeyle bekliyordu. Arkasındaki televizyonun sesi kısıktı ama alt başlıkta kendi ölümünü okuyabiliyordu.
Avukatı ise hâlâ yoktu. Fakat sadece bu kadar da değildi. Gardiyanlar da üzerinde mahkûm üniforması da bileklerinde kelepçeler de yoktu. Üstü çıplaktı, altında sadece iç çamaşırı vardı, elleri de çıplaktı.
O artık özgür bir adamdı.
"Öldüm mü?" diye mırıldandı Tugay.
Giray hızla gözlerini açtığında ve bakışlarını Tugay'a çevirdiğinde göz göze geldiler. Giray'ın bakışlarına neşe doldu, gülümsemeye çalıştı ama gülümsemesi mutluluktan dudaklarında donup kaldı. Tugay o an kardeşiyle kavuşma anını defalarca hayal ettiğini ama bunu yaparken içindeki özlemi yok saydığını fark etti. Öyle bir özlemle Giray'a baktı ki aynı gülümseme onun da yüzündeydi.
"Sanmıyorum," dedi Tugay. "Ölseydim ilk gördüğüm yüz, kendi yüzüme benzer başka çirkin bir yüz olmazdı kardeşim."
"Siktir," dedi Giray başını iki yana sallarken. "Siktir, siktir, siktir."
Tugay üzerindeki çarşafı diğer tarafa fırlattığında hâlâ başı dönüyor, dengesini sağlayamıyordu ama yine de kardeşine sarılmak için doğrulup ayağa kalktığında Giray da onunla aynı anda ayaklandı. Birbirlerinin yüzüne baktılar, ikisi de aynı şekilde gülümsüyordu. Tugay, Giray'ı ensesinden tutup kendine çekti ve sıkıca sarıldı. O an Giray çocuk gibi omzunda ağlamaya başladığında Tugay kollarını iyice ona doladı.
"Bitti amına koyayım," dedi Giray ağlamaya devam ederek. "Siktir, gerçekten gözlerini açtın!"
Tugay kardeşinin kokusunu içine çekerken gözlerini kapattı. Sanki o an ikisi de küçük bir çocuktu ve sarılırken on dört yaşına dönmüşlerdi. Bir an bile bırakmadılar birbirlerini, saniyeler dakikalara dönüştüğünde birbirlerine doladıkları kolları gevşemek yerine daha sıkı dolandı.
Hayır, diyemedi Tugay. Her şey bitmedi, yeni başlıyor, diyemedi. Tek diyebildiği, "Çok özledim," oldu. "Bir kardeşe sarılmayı çok özledim."
Giray geriye çekilip Tugay'ın yüzünü tuttu ve yaş dolu gözlerle başını iki yana sallarken, "Harbiden sensin," dedi inanamayarak. "Tam karşımdasın, her şeyinle."
"Tam değil," dedi Tugay alaylı bir şekilde. "Artık bir kolum yok, yarım adam diyelim ona." Gülmeye çalıştı ama Giray yeniden başını iki yana sallayıp bir kez daha onu çekip sarıldı.
"Mahvolduk amına koyayım!" diye bir ses duyuldu dışarıdan. Tam o anda içeriye Defne, Gamze, Marco, Javier ve Ufuk girdi. Tugay'ı ayakta bulduklarında hepsinin bakışlarını önce şaşkınlık, sonra neşe kapladı. Ardından bakışları sevgiyle doldu.
Tugay gözlerini onlara çevirdiğinde Gamze, "Şaşkınlıktan bayılacağım," diye mırıldandı, sonra baştan aşağı Tugay'ı inceledi. "Ve kurucuya yeniden kavuşacağımız anı iple çeksem de onu bir iç çamaşırıyla seksi bir şekilde görmeyi hiç hayal etmemiştim. Bu çok tuhaf oldu." Koşup Giray'ı itti ve Tugay'ın boynuna atıldı. İkisinin arasındaki bağ çok farklıydı. Tugay, Gamze'yi her şeye rağmen kabul eden tek kişiydi; saçlarını kesmesini bile istememişti. Tugay gülerek sarılmasına karşılık verdi.
"Ben…" dedi Ufuk zorlukla konuşarak. Afallamıştı. "Ufuk." Diğerleri gülerken elini uzattı ciddiyetle. "Ben Ufuk, senden çok bahsettiler ya." Gamze kahkaha attığında Defne dirseğiyle Ufuk'a vurdu.
"Defne," dedi Tugay gözlerini kısarak. "Ufuk. Gamze." Arkada kapının önünde onları izleyen Marco ve Javier'e baktı. "Marco ve Javier."
"Sanırım," dedi Javier. "Hafızasını yeniliyor." Yeniden gülüşmeler olduğunda Marco öne doğru yürüdü. Gamze geriye çekildiğinde göz göze geldiler. Marco o esnada elindeki mandalinayı uzatıp, "Al," dedi. "Al şerefsiz herif. Vitamin iyi gider götümüzü belledikten sonra." Tugay güldüğünde ellerini çarpıp sarıldılar.
"Eller yukarı," dedi Tugay, Marco'yu taklit ederek.
"Senin eller aşağı ama," dedi Marco gözlerini kısıp. "Ve bilin diye söylüyorum…" Gamze'ye baktı özellikle. "…ben bu adamı tamamen çıplak gördüm, hem de defalarca. Hiç de heyecan verici değildi amına koyayım."
Yeniden gülüşürlerken kapıdan hızla Sinan ve Blue girdi. Tugay’ı görür görmez ikisinin de mutsuz bakışlarını şaşkınlık kapladı. Sinan baştan aşağı Tugay'ı süzdü, ardından yutkunup kaşlarını çattı. Sessizlik oluştuğunda Sinan'ın dudakları bir şey söylemek için aralandı ama tekrar kapandı. Tugay öne doğru adım atıp sağ elini uzattı. Sinan uzatılan ele baktı, ardından bakışlarını Tugay'ın gözlerine çevirdi.
"Sinan," dedi Tugay başını sallayarak. "Seni tanıyorum elbette."
Sinan uzattığı eli saniyeler sonra sıktığında hiçbir şey söylemeden öylece bakmaya devam etti. Odayı yine sessizlik kapladığında Giray tedirginlikle boynunu çıtlattı birkaç kez. Bu Tugay'ın gözünden kaçmazken Sinan elini Tugay'dan kurtardı.
Tugay omuzlarını dikleştirdi, boğazını temizledi. Ardından, "Şimdi," dedi hepsine doğru. "Avukatım nerede?"
Büyük bir sessizlik yeniden ortaya tıpkı Marco'nun emriyle meydana düşen sis bombası gibi düştüğünde konuşmaya cesaret eden kişi de yine Marco oldu. "Bilmiyoruz, tek bildiğimiz seni öldü gösterdikleri ve bütün suçların avukatın üzerine kaldığı."
Birileri Hâkim Ali'nin avukat tarafından öldürüldüğünü Krallık'a söylemişti ama sadece bu kadar da değildi, birileri Tugay'ın üzerindeki bütün suçu da avukatın üzerine bırakmıştı. Şu an buradaydı belki ya da değildi ama içlerinde bir hain olduğu ortadaydı. Öylesine bir hain de değildi, zekiydi, oyunu kurallarına göre oynuyordu.
"Ondan önce…" dedi Giray boğazını temizleyerek. "Başka önemli bir konu daha var."
Tugay'ın bakışları Giray'a döndüğünde kardeşinin bakışlarından haini neden ona söylemediğini anlamasını bekledi ama Giray zaten tamamen endişeye batmıştı. "Avukatımdan daha önemli ne olabilir?"
Sinan kesik bir nefes verdi, hak veriyormuş gibi. Giray gözlerini kapattı, nefeslendi ve gözlerini tekrar açıp, "Nida'nın…" dedi yarım ağız, "…ve Meryem'in yerini biliyorlar. Büyük ihtimalle Avukat’ı da bununla tehdit edecekler. Sadece bu kadar da değil..."
"Ne?" dedi Tugay sağ elini kaldırıp Giray'ı susturarak. "Bunu nasıl bilebilirler?"
"Bilmiyorum," dedi Giray hızla. "Onların yerini sadece sen, ben ve Avukat biliyorduk ama ulaşmışlar." Tugay'ın kalbine kor düştü. Tam Nida'ya kavuşma ihtimalini ele geçirmişken onu kaybetme ihtimaliyle yüzleşti.
"Koruma ordusu o evin önünde, sayımız onlardan az ama şimdi gitsek kurtarabiliriz." Giray cümleleri kurarken dikkatliydi. "Avukat da şu an senin öldüğünü, bunların dışında bütün suçu ona yüklediğini düşünüyor. Krallık'ın bu hamlesi gerçekten zekiceydi. Onun da haberi var kardeşinin ellerinde olduğundan, az önce dediğim gibi muhtemelen onu bununla tehdit edecekler." Sinan yine kesik bir nefes verdi. "Kısacası…" dedi Giray fikrini söylerken çekinerek. "Yüksek ihtimalle avukat zaten artık bize güvenmiyordur ve hakkımızdaki her şeyi söylemiştir." Tugay bakışlarını ona öyle bir çevirdi ki Giray duraksadı. "Hâkim Ali'yi…" diye fısıldadı. "Biliyordur artık Tugay. Her şeyi biliyordur."
Tugay sadece yarım nefes aldı ve üzerinde birkaç saniye bile düşünmeden, "Avukat'ım," dedi üstüne basa basa. "Bana asla ihanet etmez. Her ne olursa olsun."
Diğerleri şaşkınlıkla Tugay'a bakarken Giray, "Bilemezsin," dedi. "Hiçbirimiz bilemeyiz, tek bildiğim şu an Nida ve Meryem'in yanına gitmemiz gerektiği. Avukat’ı zaten öldürmezler..."
Tugay onu bakışlarıyla susturduğunda kelimeler Giray'ın boğazına dizildi. "Ölümden daha acı işkenceler vardır," dedi Tugay otoriter bir sesle.
"O halde ne istiyorsun?" dedi Marco ciddiyetle.
Tugay'ın iki seçeneği vardı: Ya ilk önce Nida ve Meryem'in yanına gidecek ve adam kaybetmeden daha güçlü bir şekilde savaşacaktı ya da Avukat’ını bulacaktı, kayıplar yaşansa da işkence çekmesini engelleyecekti.
Bu kez daha uzun düşündü, gözleri boşluğa odaklandı; başı hâlâ dönüyor, dengesi hâlâ sarsılıyordu ama gözlerini birkaç saniye kapattığında aslında çoktan hangi yolu seçtiğini biliyordu. "Avukat’ı…" dedi gözlerini yeniden açtığında. "İlk önce onu kurtaracağız."
"Çocuklar…" dedi Giray.
"Hapishane bana duygusal düşünmemeyi öğretti Giray," dedi Tugay kendinden emin bir sesle. "Önümüzde iki seçenek varsa ve çocukları zaten tehdit olarak kullanıyorlarsa Krallık ilk onların yanına gideceğimizden emindir ama Avukat’ı kurtaramazsak hiç kimseyi kurtaramayız. Bütün planı çocuklar üzerine kurdular, Avukat’ıma güvenmeyeceğimi düşünecekler."
Marco acımasız bir sesle, "Hapishane sana daha fazla duygusal düşünmeyi öğretmiş olmasın," dedi. Orada bunu dile getirebilecek tek kişi Marco'ydu. "Ve Avukat’ın yerini bile bilmiyoruz."
Marco'nun ilk söylediği cümleyi duymazdan gelerek, "Cehennemin dibine götürmediler ya," dedi Tugay. "Elbet Krallık'ın insanları sakladığı bir yer vardır."
"Tugay," dedi Giray başını iki yana sallayarak. "Bu kararından pişman olabilirsin. Çoktan bize ihanet ettiyse, yani her şey için çok geçse..."
"Avukat’ım," dedi Tugay dişlerini sıkarak. "Bana asla ihanet etmez."
"Güven de duygudur," diyen Marco'ydu. "İhanet ettiyse hem avukatı kaybedeceksin hem de çocukları."
Tugay bir kez daha tekrar etti: "Benim Avukat’ım her ne olursa olsun bana ihanet etmez, benim de ona ihanet etmeyeceğimi bilir."
Defne sözü devraldı. "Zaman kaybediyoruz tartışarak," dedi. "Zaten eninde sonunda Tugay'ın dediği olacaksa neyi tartışıyoruz? Gidip Avukat’ı kurtaralım."
"Nereye gidip?" diye sordu Javier. "Nerede olduğunu bilmiyoruz ki."
Sessizliğini bozan kişi Ufuk'tu. "Senelerce Krallık için çalıştım ve bildiğim birkaç yer var." Tugay'ın bakışları çekinerek konuşan Ufuk'a döndü. "Oralara bakabiliriz."
Tugay hiç düşünmeden, "Tamam," dedi. "Gidip bakalım o halde."
Eftalya Atalar
"Tugay," dedim zorlukla. Öldü, diyemedim.
Başını omzuna düşürdü tıpkı Tugay gibi. Gülümsediğini fark ettim, sonra ise kar maskesini yavaşça çıkardığında kalbim duracak gibi oldu. "Efendim benim güzel, Sevgili Avukat’ım," dedi. Giray değil, Tugay'dı; tam karşımdaydı ve bana bakıyordu en gerçek duygularıyla. "Beklettiğim için özür dilerim, sana ulaşmak hep çok zor oldu."
Özgürdü, bileklerinde kelepçe, üzerinde mahkûm üniforması yoktu. Altında siyah kargo pantolon, üzerinde siyah boğazlı kazak ve çelik yelek, ayağında siyah postallar vardı. Ve tabii siyah eldivenleri de ellerindeydi. O ölmemişti, tam karşımdaydı; o artık özgür bir adamdı ve beni kurtarmak için gelmişti.
Kalbim öyle heyecanla atıyordu ki duracağını düşündüm. Hem güldüm hem ağladım; hem sevindim hem dağıldım ama onun nefes aldığını görmek, onu karşımda kanlı canlı bulmak aileme kavuşmuşum gibi hissettirdi.
O an her şeyi aynı anda düşünüyordum ama dudaklarımdan çıkan ilk cümle, "Seni öldüreceğim," oldu. Bunu kendi kendime düşündüğümden neredeyse emindim ama yüzündeki tebessüm genişlediğinde ve içten bir kahkahaya dönüştüğünde öyle olmadığını anladım. Dışarıdan silah sesleri gelirken içeriye doluşan bizim tarafımızdakiler savaşın başka sinyallerini veriyordu. "Yemin ederim," dedim gözlerimden yaşlar düşerken. "Ellerimi açtığın an seni öldüreceğim."
Hızla arkama geçip ipleri açmaya başladığında önümüzde BL’den ve Ölüm Timi’nden ikişer kişi durdu. Onlardan birinin Sinan olduğunu anladığım an huzurlu bir nefes verdim.
"Avukat," dedi biri, bu Javier'in sesiydi. "Seni çok özledik ve sana sürpriz yaptık. Beğendin mi?"
Kollarımdaki ipler çözüldüğünde Tugay önüme geçti ve dizlerinin üzerine çöküp bacaklarımdaki ipleri sökmeye başladı. Tam o esnada bakışları yerdeki baltaya kaydığında düğümü açan elleri duraksadı. Her ne düşündüyse bu kapana kısılmasına neden oldu ve düğümü açmakta zorlandı. Gördüğü annesini öldüren baltaydı.
O baltanın ardından bakışları yüzüğe döndü. Bana baktı, ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk. Ölmüş olsaydı ölecektim, kendimi o zehirle öldürecektim.
Tugay düğümü açmadan önce yüzüğü alıp pantolonunun cebine koydu. Ardından Javier'e, "Baltayı alın," diye emir verdi. O baltayı ne yapacaktı? Ona sahip olmak sadece acı verirdi, bunu çok iyi biliyordum.
Yeniden göz göze geldiğimizde aklımdan geçenleri okuduğunu biliyordum ama o konuyu değiştirerek, "Bu dizlerimin üzerine çöküşüm ipleri çözmek için Sevgili Avukat," dedi. "Diğer türlüsünü sonra düşünürüz."
Birkaç dakika önce, sadece birkaç dakika önce kolumu keseceklerdi fakat şimdi Tugay buradaydı. Bir hapishanede de değildik, hücrede de. Hatta kilitli kapıların ardındaki bir hastane odasında da değildik. Biz ikimiz onun özgürlüğündeydik.
Bacaklarımdaki ipler de uzaklaştığında ayağındaki postalları çıkarıp benim çıplak ayaklarıma geçirdi. "Hava soğuk ve dışarıda kar yağıyor," diye de açıklama yaptı. "Üşürsün." Ayaklarıma kocaman gelen postalların bağcıklarını sıkıca bağladı. Öldürdüğü insan sayısını ben bile tam bilmezken, muhtemelen birazdan öldürmeye de devam edecekken benim kar yüzünden üşüyecek ayaklarımı düşünmesi bunun bir rüya olma ihtimalini düşündürdü bana. Sertçe kolumu çimdiklediğimde acıyla inledim. Hayır, rüya değildi.
Çöktüğü yerden doğruldu, sol elini uzattığında yutkunarak ona baktım. Bütün yaşananlardan haberi var mıydı? Suçlu çıktığımdan, artık kurucu olarak anıldığımdan... Fakat bütün bunlardan öte bir durum vardı. "Meryem," diye fısıldadım. "Ve Nida..."
"Biliyorum," dedi Tugay sol elini biraz daha uzatarak. "Fakat şimdi bunları konuşmak için zamanımız yok." Yüzündeki renk gitmişti, dudakları kurumuştu ama özgürlüğünden mi bilinmez, hiç olmadığı kadar sağlıklı gelmişti gözüme. Belki de bakışları artık daha cesur bakıyordu. "Ve emin ol, artık kısıtlı değil, bol bol zamanımız var. Şimdi elimi tut, seni buradan çıkaralım güzelim."
Titreyen sol elimi uzatıp ayağa kalktığımda Tugay kargo pantolonunun kemerinden bir şarjör çıkarıp dişlerinin arasına aldı. Diğer cebinden de kurşunları çıkardı ve birkaç saniyeden daha kısa sürede şarjörü doldurdu. Silahı bana uzattığında aldım, ağır gelmişti, artık iyice güçten düştüğümün farkındaydım. "Ben," dedim silaha bakarak. Dışarıdaki çatışma sesleri yaklaşıyordu. "Bunu yapabileceğimi sanmıyorum şu an."
Tugay elinde bıçağını çevirip eldiveninin içine gizledi, belinden başka bir silah daha çıkardı. İki eli de silahlandığında, "Bana sırtını daya Sevgili Avukat," dedi kendinden emin bir sesle. "Bu şekilde ne sana ne de bana zarar gelir çünkü birbirimizin sırtı bizim için en güvenli yer."
Sesinde bir ima aradım fakat bakışları öylesine samimiydi ki, "Tugay," diye fısıldadım. "Senin beni özgürlüğün için gözden çıkardığını söylediler ve artık BL kurucusu olarak anılıyorum ama sadece bu kadar da değil. Hâkim Ali..."
"Biliyorum," dedi Tugay başını sallayıp cebinden kar maskesini çıkarırken. Hızla başımdan geçirip beni gizledi, ardından kendi kar maskesini giydi. "Onlara inanmadın çünkü sen bana asla ihanet etmezsin."
Ben bile kendimden emin değilken onun benden bu denli emin olması, onun bana ihanet edeceğini düşünmeyeceğimden emin olması beni bozguna uğratmıştı. "Meryem ve Nida," dedim sadece bir kez daha. Üzerimden günlerdir çıkmayan ve parçalanan çiçekli elbiseme baktı; yaralı dizlerime, yüzümdeki tokat izlerine. Hepsi çenesini sıkmasına, hatta öfkeyle nefesini vermesine neden oldu.
"Javier," dedi arkada savaş olmasına rağmen. "Ceketini ver, ben almayı unuttum." O an Krallık'tan önce kendine öfkelendiğini anladım.
Birkaç saniye sonra büyük bir ceket omuzlarımı örttü ve Tugay bir çocukmuşum gibi kollarımdan ceketi geçirip fermuarını çekti. "Tugay," dedim. "Çocuklar..."
"İlk önce sen," derken omzuma gelen saçımı arkaya attı. Ardından eli çenemi buldu ve başımı kaldırdı. "Her şey bir yana ilk önce seni kurtaracağım ki sonra kendi dünyamı da kurtarabileyim. Çünkü bütün yolların başlangıcında ve sonunda sen varsın. Unuttun mu? Vardır bir nedeni, vardır bir izi, vardır bir lekesi, vardır bir hayali, vardır bir korkusu ve vardır bir tutsaklığı." Başını salladı. "Ekleme yapıyorum: Vardır bir kaderi, kendi çizdiğimiz ya da biz hiç farkında olmadan bizi karşılaştıran."
Kalbim heyecanla atarken sorularım da o soruların cevapları da gözlerindeydi. Baktığımda mutlak güveni görüyordum. Her ne olursa olsun bana güvenen bir Tugay Demir Çeviker vardı; ne sebep olursa olsun bana güvenmekten hiç vazgeçmeyen bir Tugay Demir Çeviker. Bu ikimizin de yıkılmaz kalesiydi.
Ve o an ben de her şeye rağmen, bütün yollara rağmen, bütün ihtimallere rağmen ona karşı yıkılmaz bir güvenim olduğunu fark ettim. Hiçbir kuvvet beni ona güvenmekten alıkoyamamıştı. Alıkoyacak gibi olduğunda bile bir cümlesi kulaklarımdaydı: Vardır bir nedeni demişti ve ben o nedenin ikimizi de ayakta tutacağına inanmıştım.
Ben de gülümsediğimde nerede olduğumuzu zerre umursamadan kollarımı acıyla ona doladım ve sıkıca sarıldım; bir ölüye sarılır gibi değil, artık özgür bir adama sarılır gibi. Bu kez kolları kelepçeler olmadan belimi bulduğunda ve o da bana sıkıca sarıldığında ayaklarım yerden kesildi. Yüzü boynuma gizlendi, dudakları tam nabzımın attığı noktayı öptüğünde kokusunu içine çektim. Yeri değildi, zamanı değildi ama gözlerimden yaşlar bu kez mutluluktan aktığında kalbim onunkinin üzerinde hızla atıyordu. O ölmemişti, yaşıyordu ve buradaydı. Bundan daha büyük bir olay olamazdı.
Geriye çekilmeme neden olan bize sertçe çarpan Javier'dı. Başımı iki yana salladığımda Tugay ağladığımı fark edip sağ elinin tersiyle gözlerimi sildi; yaşlar kar maskesine bulandı. "Hatırlat bana," dedim titreyen bir sesle. "Buradan kurtulduğumuz an seni öldüreceğim."
Güldü, arkasını bana döndü, ben de arkamı döndüğümde sırtıyla sırtım birleşti. Bunun anlamı büyüktü; hem kurşunlardan koruyacaktı bizi hem de düşersek birbirimize destek olacaktık. "Ah Güzel Avukat’ım benim…" dedi Tugay. "Gözümü kırpmadan beni öldürmene izin vereceğim ama ondan önce seni doyasıya öpmem gerekiyor çünkü seni öptüğümde bir avukattın oysaki şimdi benimle aynısın, bir suçlusun. Tadından yenmez."
"Ve ben de seni öldürmeden önce bir kez daha sarılacağım," dedim burnumu çekerek. "Çünkü bileklerinde kelepçe yok Tugay. Bileklerinde kelepçe yok."
"Yok," dedi kendisi de inanamıyormuş gibi. "Ve sen, bütün bunların sonunda benim kollarımda olacaksın. Ben seni öperken, sen beni öldürmeden hemen önce."
Silahlarından birini kaldırıp köşedeki adamı tam alnından vurduğunda yürümeye başladı. Ben de onunla aynı anda yürüdüğümde postallar neredeyse ayağımdan çıkacaktı ama o öylesine çevikti ki ben de onunla yürürken sanki herkesi alt edebilecekmiş gibi hissediyordum.
O art arda kurşun sıkarken kapıdan çıktık ve bizim tarafımızdakilerin daha fazla ve bir yandan da karşı taraftakileri gördüm. Ayaklarım karların içine battığında Tugay, hızlı bir şekilde koşup köşedeki minibüsün arkasına geçti, beni ise duvarla kendi arasına sıkıştırdı. Kalbim daha fazla heyecanla attığında şarjörünü yine birkaç saniyede değiştirdi. Islık çaldığında eliyle bir tarafı gösterdi.
O sırada yan tarafımızdan, "Avukat," diyen Giray'ın sesini işittim. O da sırtını Defne'ye yaslamıştı. Göz göze geldiğimizde diğer minibüsün arkasındaydı. "Nasılsın görmeyeli?" Başını minibüsün arkasından çıkardı, ateş etti, Defne ise onun şarjörünü değiştirdi. "Biz…" dedi bir kez daha başını çıkarıp ateş etti. "İyi gibiyiz ya."
Marco'nun minibüsün sol tarafından çıktığını gördüm. Bir an bile düşünmeden bana mandalina attı; mandalinayı Tugay tuttuğunda şaşkınlıkla ona baktım. "Avukat," dedi Marco. "Selam vermek istedim sadece."
Tugay mandalinayı bana uzattı, bu daha fazla şaşırmama neden oldu. "Ye," dedi, düşünceli bir sesle. "Ben seni korurum, içeride hiçbir şey yiyememişsindir."
"Şu an…" dedim şaşkınlıkla, "…mandalina mı yiyeceğim gerçekten?"
Marco, "Aşağılamazsan sevinirim," deyince Giray güldü. Hemen yanımıza Sinan ulaştığında o da minibüsün arkasına, Tugay'ın yanına geçti. "Birazcık ye, kuvvetini toplayacaksın."
"Sinan," dedim mandalinayı ceketin cebine sıkıştırırken. Sinan'ın bakışları bana döndüğünde buğulu bakışlarının ardında neler döndüğünü anlayamıyordum ama acı çektiğine neredeyse emindim. "Sana zarar vermediler, değil mi?"
"Hayır," dedi Sinan sadece. Hoş geldin, demedi, beni sevdiğini söylemedi, normal şartlarda bana sarılırdı ama bunu da yapmadı. Soğuk bir hayır cevabı dudaklarından çıktığında omuzlarım gerildi, bunu Tugay da hissetti.
"Yeter!" diye haykırdı Gamze, ardından kendini ortaya atıp art arda ateş etmeye başladı, kahkahası ise boş araziyi doldurdu. İlk kez bir çatışmanın ortasında değildim ama ilk kez o çatışmada Tugay’la birlikteydim. Bunun bile beni heyecanlandırması o kadar aptalcaydı ki kendime gülmeye başladım.
O sırada başka Krallık araçları da yaklaştığında ve yerlere Ölüm Timi’nden de BL’den de insanlar düşmeye başladığında Tugay'ın dudaklarının arasından, "Sikeyim," kelimesi döküldü. Kulağına dokunduğunda hepsinin kulağında kulaklık olduğunu anladım. "Üç dediğimde minibüslere bineceğiz, bu şekilde alt edemeyiz." Her ne cevap verildiyse, "Ufuk," dedi bu kez Tugay. "Sen diğerlerinin aracını kullanacaksın, ben bu minibüsü. Giray, Marco, Defne, Sinan." Gözleri Sinan'a döndü. "Benimle geliyorsunuz."
"Yakalarlar," diye fısıldadım korkuyla.
"Hayır," dedi Tugay. "Araba kullanmayı unutmadıysam imkânı yok."
"Ah," dedi Marco diğer taraftan kulaklığa konuşmadan. "İnanılmaz güven verdin TDÇ. Teşekkür ederim."
Tugay'ın güldüğünü işittim, onun da keyif aldığını düşünüyordum nedense. "Avukat," dedi bana. "Üç dediğimde kapıyı açacağım, yanımdaki koltuğa geçeceksin." Başımı salladım. Tugay elini kaldırıp saymaya başladı. "Üç," dediğinde önünde durduğumuz minibüsün kapısını açtı. Hızla şoför koltuğundan yolcu koltuğuna geçtiğimde kurşunlar, kurşun geçirmez camlara isabet etmeye başladı. Arka kapılar da aynı şekilde açıldı; arkaya diğerleri bindiğinde Tugay arabayı çalıştırdı. Tekerlekler karda yüksek ses çıkarırken Tugay hızla döndü ve tam dört Krallık askerini arabanın altına alıp ezdi. Dudaklarımdan tiz bir çığlık koptuğunda direksiyonu sertçe çevirdi, yolun diğer tarafına doğru sürüp Krallık araçlarından birine çarptı. Araç biraz savrulurken biz de olduğumuz yerde sarsıldık.
Başka bir yola girdiğinde dikiz aynasından arkamızdaki Ufuk'u ve onun kullandığı aracı gördüm ama onun ardından da Krallık'ın başka araçları vardı. Caddeye dönen yola girdiğimizde, "Amına koyayım!" diye bağırdı Marco. "Camları açacak mısın yoksa seyahat mı edeceğiz böyle?"
Tugay elleriyle etrafı aradı. "Sikeyim," dedi dişlerini sıkarak. "Hangisi camları açıyor?" Otomatik olmasına rağmen eli vitesi değiştirmek için uzandığında kendi kendine birkaç küfür daha etti. O sırada elini hafifçe itip camları açan tuşa uzandım. Ufuk hemen yanımıza geçtiğinde Marco ve Giray pencerelerden kafalarını çıkarıp silahlarla arkaya doğru ateş etmeye başladılar. Defne diğer pencereye uzandı, Sinan da onunla beraber başını çıkardı ve birlikte iki Krallık aracını alt ettiler.
Gün doğmak üzereydi fakat öyle yoğun bir trafiğin içine düştük ki otoban tır ve kamyon doluydu. Tugay tırlara makas atarken Ufuk'un kullandığı araçtaki pencerede Ölüm Timi’nden birinin sallandığını gördüm, kendini savunurken ölmüştü. Öyle hızlı gidiyorduk ki ibrenin iki yüzü geçtiğini gördüm. Krallık yüzünden ölmesek de kaza yapıp ölecektik bu gidişle.
"Siktir," dedi Giray. "Yeterli değiliz."
Tugay derin bir nefes aldı, birkaç saniye bakışları bana döndü. Ardından, "Direksiyon kontrolü sağlayabilir misin?" diye sordu.
"Ne?" dedim dehşetle.
"Avukat," dedi. "Araç kullanmayı bildiğini biliyorum."
"Araç kullanmayı biliyorum, araçla kaçmayı bilmiyorum!" diye haykırdım. "Bana öyle bakma! Bunu yapamam!" Tugay gülümsediğinde uzanıp sol elimi tuttu ve avcumun içini öptüğünde gözlerim kocaman açıldı.
"Marco," dedi Tugay bana bakarak. "RPG 7'yi bana ver."
Marco küfretti. "Şu an burada onu kullanamazsın!"
"Marco," dedi Tugay bir kez daha. "Onu hemen bana ver." RPG 7'yi biliyordum, tanksavar olarak geçiyordu ve atış yaptığı yeri mahvetmesiyle ünlüydü. Savaşlarda kullanılan bir silahtı. Başımı iki yana salladığımda Marco küfrederek arkaya yürüdü ve oradaki çantanın içinden silahları çıkardı. Ardından iki tane RPG 7'yi Tugay'a uzattığında benim tutmamı bekledi. Bir tanesine uzandım, ağırlığından dengem sarsıldı. Tugay aldığında zorlansa bile hiçbir tepki vermedi, sonra diğer silahı da aldı. Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında direksiyonu tutmak zorunda kaldım ve dudaklarımdan çığlıklar çıkmaya başladı.
O bir pilottu, her şeyden önce de bir askerdi ve onun bir başka yüzünü görüyordum; bu yüzü öylesine soğukkanlı ama bir o kadar da çevikti ki... "Sol elimi kaybetmemin bana yararları da oldu elbette," dedi Tugay ağzının içinde. "Mesela artık sol tarafım daha güçlü." Göz kırptı bana bakıp. "Her anlamda."
"Şu an…" dedim direksiyonu tutmakta zorlanırken. "Benimle flört ettiğine inanamıyorum!"
"Her an," dedi Tugay ve ayaklarını gazdan çektiğinde başka bir çığlık dudaklarımdan döküldü. "Her an, her yerde, hiç fark etmez, inan bana."
Minibüsün dengesi sarsıldığında Tugay dizlerini sürücü koltuğuna yasladı, başını minibüsün tepe camından çıkardı ve iki silahı da ortaya çıkardı. O sırada ben hemen koltuğa geçtiğimde ve ayağım gazı bulduğunda önümde kocaman bir tır vardı. Çığlık atarak sert bir manevra yaptığımda arkamda birinin düşme sesi geldi. Ardından da patlama sesi. Birkaç saniye sonra hemen arkamızdaki tam üç Krallık aracı patladığında yolun yarısı kapandı. Aracı bu kez sağa kaydırdığımda yine arkada biri yine düştü. Bense hâlâ çığlık çığlığaydım. Tugay bir kez daha ateşlediğinde ve iki Krallık aracı da patladığında yol tamamen kapandı. Devasa bir yangın bir kilometre gerimizde gökyüzüne doğru yükselmeye başladı.
Tugay geri indiğinde ve silahları yolcu koltuğuna bıraktığında oturmak için müsaade istedi, ben zaten dünden razı olduğum için hemen yolcu koltuğuna geçtim. İlk önce dikiz aynasından, ardından pencereden başımı çıkarıp arkaya baktığımda bütün Krallık araçlarının o yangının gerisinde kaldığını ve kurtulduğumuzu fark ettim. Derin bir nefes vererek başımdan kar maskesini çıkardım. Adrenalin yüklüydüm. "Siktir," diye fısıldadım. "Siktir, ben ne yaptım?" Gözlerim kocaman açılmış karşıma bakarken ellerim tir tir titriyordu.
Tugay gaza bastı, direksiyonu daha sıkı kavradı ve arkaya doğru, "İyi misiniz?" diye seslendi. Bakışları bana döndüğünde ruh gibi olduğumu gördüğü için olsa gerek güldü. "Ve sana öğretmemiz gereken birçok şey var Sevgili Avukat. Bunların hepsini not ediyorum."
"Teşekkürler," dedim korkudan titreyen bir sesle. "Fakat ne bomba kullanmayı öğrenmek ne de araç kaçırmayı öğrenmek istiyorum. Ben yaprak sarması yapsam yeter." Tugay bu kez daha yüksek bir sesle güldüğünde dehşetle ona baktım.
"Teşekkürler Avukat," dedi arkadan Giray. "Artık bir bacağım kırık galiba sayende."
Tugay, güldüğünde Marco da ona katıldı, sonra öne bir sigara paketi attı. Tugay da kar maskesini çıkardı ve saçlarını karıştırıp diziyle direksiyona destek sağladı. Sağ eliyle paketi açtı, içinden bir tane sigara çıkarıp dudaklarının arasına sıkıştırdı ve ateş için arkaya uzandı. Giray'ın elinden çakmağı alıp sigarasının ucunu ateşlediğimde bir duman çekti, ardından bir duman daha ve gülümseyerek derin bir nefes verdi.
Özgür Tugay Demir Çeviker, mahkûm olandan çok daha çekiciydi; bu aksi iddia edilemez bir gerçekti.
"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Defne arkadan. Sesinde korku vardı, dikiz aynasından ona baktığımda Giray'la arasındaki mesafe gözümden kaçmadı. "Nida ve Meryem'in olduğu yere gideceksek evin önünde yüze yakın adamın ve onlarca aracın durduğunu söylememe gerek yok sanırım."
Tugay sigarasından bir duman daha çekti ve dikiz aynasından Defne'ye baktı. "Ama onların unuttuğu bir şey var: Tugay Demir Çeviker yaş tahtaya basmaz."
"Nasıl yani?" dedi Defne.
"Nida ve Meryem'in bulunduğu ev seneler önce zorda kalacağımız zamanlar için ayarlanmış bir ev," dedi Marco. "Kısacası her şey düşünüldü onların yakalanma ihtimaline karşı."
"Bu da ne demek?" diye sordum yan taraftan.
"Şu demek güzelim," dedi Tugay sigarasından son dumanı çekerken. "Bulundukları arazinin altında düzenek var, toprağın içinde bombalar. Dışarıdaki adamlar birkaç tuşla yerle bir olacak."
Şaşkınlıkla dudaklarım aralandığında Sinan'ın, "Siktir," diye fısıldadığını işittim. Defne de öylesine şaşkındı ki gözleri kocaman açılmıştı. Tek şaşırmayan Giray ile Marco'ydu; üçü beraber seneler önce bu kadar şeyi düşünmüştü. Giray'a şaşırmıyordum ama Marco'yla Tugay'ın yollarını kesiştirenin ne olduğunu öylesine merak ediyordum ki bunu da soracaklarım listesine ekledim.
"Peki ya içerideki adamlar?" diye sordu Giray. "Krallık'ın içeriye adam yerleştirmediğini düşünmüyorum."
"Onları da biz halledeceğiz," dedi Tugay. "Önlerine yem atacağız, içerideki adamlardan bazılarının da dışarıya çıkmasını sağlayacağız, onları da patlatacağız. Sonra içeriye gireceğiz. Kaç adamımız sağ?"
"Bilmiyorum," dedi Marco.
"Bak," dedi Giray arkadan ve Tugay ona aynadan bakana kadar bekledi. "Bir kişiyi daha kaybetmek istemiyorum Tugay." Başını iki yana salladı. "Özellikle sevdiğim birini," dedi üstüne basa basa. Kastettiğinin Defne olduğunu anladım. "Kaybetmek istemiyorum."
Sessizlik oluştu. Hepimiz biliyorduk gün sonunda birilerini kaybedebileceğimizi. Tugay mahkûm olduğu günlerde kısıtlı zamanı olduğunu söylüyordu fakat şimdi de zamanımız kısıtlıydı, her an ölebilirdik. Bu kez kaybımız gerçek bir ölüm olurdu.
"Bir an önce," dedim sadece Tugay'ın duyabileceği şekilde. "Bütün bunlar bitsin istiyorum." Bitmeyecekti, onu öldü olarak göstermişlerdi; BL yanlıları tamamen kimsesiz kalmıştı, ben kurucu olarak anılıyordum ve insanlar Krallık'ın elinde olduğumu sanıyordu.
"Neredeyse unutuyordum," dedi Tugay ve o kadar savaşın, o kadar kanın, o kadar hengâmenin ortasında bana yine gülümseyerek baktı. O gülümseyerek baktığında ben her şey bitecekmiş gibi hissettim. Sağ elini üzerindeki yeleğinden içeriye soktu ve bir orkide çıkardı. Bir tarafı yanmamıştı, ölmemişti ama elindeki kan beyaz orkideye bulaşmıştı. "Sana özgür kaldığım gibi kendi ellerimle çiçek vereceğime dair bir söz vermiştim."
Orkideyi arkada oturan hiç kimseden çekinmeden bana uzattığında şaşkınlıkla çiçeği elinden aldım ve gövdesine bağlanan mektup zarfını gördüm. "Bu..." dedim fakat başka bir şey söyleyemeden zarfı açtım. İçinden bir fotoğraf düştü; fotoğrafta bir uçak vardı, yolcu uçağı değildi, özel bir uçaktı. Pistte duruyordu. Krallık'a ait bir uçak olduğu her halinden belliydi ama önünde duran kişi pilot kıyafetleri içindeki Tugay'dı.
Fotoğrafın arkasını çevirdiğimde onun eliyle yazdığı cümleleri okudum.
Sevgili Avukat’ım,
Özgür kaldığım gibi sana çiçek verme sözünü tuttuğum gibi doğum günü hediyeni de vermek istedim. Bu uçak senin. Merak ediyorsan en doğru zamanda sadece senin için o koltuğa oturacak ve senin pilotluğunu yapacağım.
Sana layık olabilecek en güzel uçağı yapamadım; yaptığımı düşündüğüm bile beni tatmin etmedi fakat Victor Hugo'nun söylediği ve seneler önce benim de sana aslında gösterdiğim gibi bir zinciri saç teliyle koparabileceğimi sandım. Sanmakla kalmadım, başardım da.
Şimdi sen söyle, bizi birleştiren kaderimiz değil de ne?
Diğer bütün duygular bir yana elbette.
"Özgür olmasına rağmen senin mahkûmun,
Tugay Demir Çeviker"
Zihnimin içinde bambaşka bir anı canlandı. Çocuktum, ayaklarımda anneme başkaldırmak için giydiğim pembe rugan ayakkabılarım vardı. Hiçbir çocuk benimle oynamazken gözlüklü bir çocuğun yanına gidip oturmuştum. Kâğıttan uçaklar yapıyordu. Benimle arkadaş olmamıştı ama olması için çok çabalamıştım. Sırf onu bir kez daha görürsem diye hediye olarak vermek için kâğıttan uçak yapmayı öğrenmiştim lakin onu bir daha görmemiştim.
O çocuk istememe rağmen bana uçaklarından hiçbirini vermemişti çünkü en güzelini yapmadığını söylemişti. Şimdi ise avuçlarımın içinde gerçek bir uçağın fotoğrafı duruyordu ama bu kadarla da sınırlı değildi. Başka bir şeyler daha olmalıydı, hatırlamadığım daha neler vardı?
"Tugay," dedim o küçük çocuğu hatırlayarak. "Sendin." Hatırlamam, gözlerinin bana dönmesine neden oldu birkaç saniye. "O çocuk sendin, o bardaki adam da sendin."
Tugay'ın dudakları aralandı, ardından yutkundu. "Havai fişekler seven bir kadın vardı," diye fısıldadı. "En imkânsız anlarda bile o havai fişekleri patlattım. Benden uçak isteyen bir çocuk vardı, en güzelini ona hediye ettim."
Bu kadarı nasıl gerçekleşebilirdi? Bunun adı sahiden kader miydi yoksa seçmek zorunda kaldığımız yollar mıydı? "Bu kadarı kader olamaz," derken başımı iki yana salladım.
"İnsan bazen kendi kaderini kendi yaratır Sevgili Avukat," dedi içten bir sesle. "Fakat hepsi değil, tamamen değil. Benim sana anlatacağım uzun bir hikâyem var her şeyiyle. İçinde sen varsın. Ben varım. Biz varız. Çocuğuz, genciz, mahkûmuz, suçluyuz ama birlikteyiz. Sana anlatacağım güzel bir hikâyem var canımın içi, en kötü anları bile güzelleştirdiğim."
Bu kez ellerim heyecandan titremeye başladığında onunla aslında aynı çevrede büyüdüğümüzü görebiliyordum. Belki de birçok kez birbirimizin yanından geçip gitmiştik. Çünkü babasıyla benim babam eski arkadaşlardı.
"Kaç kez daha yollarımız kesişti?" diye sordum. Aslında kendime soruyordum ama sesli dile getirmiştim.
"Kaç kez yollarımız kesişti, diye değil de," dedi Tugay. "Kaç kez birbirimizi fark etmeden öylece yürüyüp geçtik, diye sorman daha doğru olurdu." Sonra ikinci sigarasını paketten çıkardı. "Seni ilk gördüğüm gün kar yağıyordu," dedi. "Hikâyemiz de böyle başlayacak ve nasıl bir tesadüf ki özgür kaldığım ilk gün de karlar var." Gözleri kısıldı. "Seviyorum, karları." Bakışlarını bana çevirdi. "Seviyorum, tesadüfleri." Başını salladı. "Seviyorum," dedi gözlerimin içine bakarak. "Her şeye rağmen hikâyemizi."
Sustuğumda Tugay benden gördüğü tuşa basıp pencereleri kapattı, ardından ısıtıcıları açtı. Arkadakilerin konuşmaların ne kadarlık kısmını duyduğunu bilmiyordum ama ben, hikâyemiz için, her şeyin birazcık da olsa durulması için ve ondan bizi dinlemek için yanıp tutuşuyordum.
***
Araç, Nida ve Meryem'in içinde bulunduğun evin neredeyse iki yüz metre ötesinde durdu. Marco bizi çevirmelerin olmadığı yoldan getirmeyi başarabilmişti. İki minibüs yan yana dururken herkes araçlardan indi. Sayıca çok azdık, Marco Ölüm Timi’den kalanların geleceğini söylemişti lakin ne gelen vardı ne de giden. Tam on kişiydik. Ben, Tugay, Giray, Marco, Javier, Defne, Ufuk, Sinan, Gamze, Blue. Bu kadardık ve içeridekileri bu şekilde alt edebilmemiz neredeyse imkânsızdı. Evin dışına koyulan dinamitler işimize yarayabilirdi ama bu Meryem’le Nida'nın zarar görmesine de neden olabilirdi.
Hava aydınlanmış, sabahın ilk ışıkları yüzümüze vurmaya başlamıştı. Hepimizin yüzünde kar maskeleri vardı, Tugay'ın ayaklarında hâlâ postalları yoktu. Dışarıdan biri bunu tuhaf bulabilirdi ama o hapishanede o kadar çok vakit geçirmişti ki sanki üşümüyordu, sanki ayaklarının dokunduğu karlar onun buz kesmesine neden bile olmuyordu.
Bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde her şeye rağmen kalbimi kaplayan o kasvetten kurtulamıyordum. Sanki durmadan yağan kar sadece güzelliklerin değil, yaşanacak o kötülüklerin de sinyallerini veriyordu.
Gözlerimi gökyüzünden yavaşça ayırdığımda ilk göz göze geldiğim kişi yine Sinan oldu. Gözlerini benden ayırmıyordu, bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi fakat artık beynim durmuştu, düşünecek takatim de yoktu.
Giray ve Defne minibüsün köşesine dayanmıştı. Marco ve Javier karların ortasına oturuyorlardı. Gamze ve Blue minibüse geri girmişti. Ufuk, Sinan ve ben ayakta öylece duruyorduk. Tugay ise elinde dürbünle evin olduğu tarafa bakıyordu. Neredeyse yarım saattir buradaydık.
"Ne yapacağız?" diye sordu en sonunda Giray. "Artık bu şekilde duramayız, çocukları oradan çıkarmamız gerekiyor."
"Sayıca azız," dedi Marco cebinden çıkardığı mandalinayı soyarken. "Şu an girersek her şey mahvolur."
"Fakat girmezsek de çocuklar zarar görebilir." Defne'nin sesi öfkeli çıkıyordu. "Bence dinamitleri patlatıp bir an önce girelim."
Javier, "Ve sonra da ölelim mi?" diye çıkıştı Defne'ye. "Ölmek için henüz çok gencim, seni önden alalım şöyle." Giray bacağına tekme attığında Javier inleyerek eğildi.
"Bir şeyler…" dedi Tugay sonunda, "…ters gidiyor."
"Ne?" deyip ona doğru yürüdüm, vücudum soğuktan buz kesmişti ve hareket etmeye ihtiyacım vardı. "Ne gördün?"
"Ne görmedim demek daha doğru," dedi ve elindeki dürbünü bana uzattı. "Nida'nın odası üst katta ve pencerenin önünde bir adam bekliyor." Dürbünü alıp baktığıma takım elbiseli adamın gölgesini gördüm ama ne demeye çalıştığını anlamadım. "Ve o adam dakikalardır ufacık bile hareket etmedi."
Marco doğruldu, elindeki mandalinayı yere attı ve ellerini pantolonuna silip dürbünü aldı. Birkaç saniye sonunda ise küfretti. Tugay'ın bakışları bize döndü, herkesle tek tek göz teması kurdu. "Tuzağa düştük, o ev bomboş, çocuklar burada değil."
Vücudum buz kesti ama bu kez soğuktan değildi. "Bu da ne demek oluyor?" diye sordum.
Tugay'ın yüzündeki o sert ifade konu Nida olduğunda cam gibi dağıldı. "Krallık çocukları gerçekten de aldı demek," dedi ve yutkunurken sağ elinin yumruk halini aldığını gördüm. Giray yaslandığı yerden doğrulduğunda birbirlerine baktılar. "Onunla en son idamımdan saatler önce konuştum ve iyiydi." Bakışları diğerlerine döndü. "Ve bu yeri bilen üç kişi vardı: ben, Giray ve Avukat. Giray o aralıkta tutuklanmıştı, Avukat sorgudaydı, ben de zaten kardeşimi Krallık'a satacak değilim."
Öne doğru bir adım attı, herkese baktı. "Biri…" dedi. "Biri o çocukların yerini biliyordu ve Krallık'a haber verdi."
O an yüzleşme olmamalıydı fakat tam zamanı gibi görünüyordu. "Sadece bu kadar da değil," derken ben de öne doğru bir adım atıp Tugay'ın yanına geçtim. "Hâkim Ali'yi öldürdüğüm görüntüleri Krallık'a veren, hatta BL kurucusu olarak damgalanmamı sağlayan kişiyle bu kişi aynı." Tugay omzunun üzerinden bana baktı.
"Herkes bilir ki…" dedi Tugay. Karşısındaki herkes donuk gözlerle ona bakıyordu. "BL örgütünde ihanetin bedeli candır. Ben BL örgütüne iki çocuğun canını tehlikeye atacak kadar kanı bozuk birini almadım," dedi ve bakışlarını Giray'a çevirdi. "Sen böyle birini biliyor musun?"
Giray yutkundu. "Hayır," dedi hızla.
"Şimdi," dedi Tugay. "Çıkıp biri itiraf ederse o kişiyi en acısız şekilde öldürürüm ama kardeşimin, Nida'nın…" Dişlerini sıkarak öne çıktı. "Onun kılına ufacık bir zarar gelirse çektireceğim işkencelerin haddi hesabı yok."
Gözlerim hepsinin üzerinde gezindi. Herkes diken üstünde gibiydi; en umursamaz görünen kişi ise Marco'ydu ama o zaten Tugay'ı kurtarmak için kendi askerliğinden bile vazgeçmişti, ayrıca Marco'nun ufacık çocuklara zarar verebileceğini sanmıyordum. Javier'in de.
Gamze dikkatle Tugay'a bakıyor, abisini hayranlıkla izleyen bir çocuk gibi görünüyordu. Yanındaki Blue neredeyse korkudan titriyordu, Ufuk ise öfkeli görünüyordu çünkü onun da ihanetten hiçbir şekilde hoşlanmadığına emindim.
Defne kaskatı kesilmiş Tugay'ı izliyordu, Giray'ın bir adım arkasındaydı. O olamazdı, olmamalıydı fakat öyle çekimser duruyordu ki bu dikkatimden kaçmamıştı. Sanki bildiği bir şeyler vardı, sanki bir şeyler gizliyordu. Giray ise onu korumak istiyormuş gibi önünde siper olmuştu.
Sinan... Ona baktığım anda, "Kim olduğunu biliyorum," dedi dişlerinin arasından. Ardından bir anda belinden silahını çıkarıp Defne'nin sırtına dayadı. Giray hiddetle atılıp Defne'yi korumak istedi ama Sinan bu kez silahı Giray'ın yüzüne tuttu. "Neden tutuklanmadan önce Defne'ye Nida'nın yerini söylediğini anlatmıyorsun ikizine?" diye sordu. "Sizi duydum, salonda konuşuyordunuz. Sana bir şey olursa, size bir şey olursa Nida'ya onun bakmasını söylüyordun. Ona yerini söyleyen sendin!"
Şaşkınlıkla nefes verdim, onu gördüğümden beri içinde verdiği savaş bu muydu? Dönüp Tugay'a baktım, gözleri Defne'de değil, Giray'daydı. Sadece Giray'a bakıyordu. O an Giray önüne geçtiği Defne'yi korumak ister gibi kolunu havaya kaldırdı ve bakışlarını Tugay'a çevirdi. Sinan ise onların arkasına geçip silahı Defne'ye doğrultmaya devam etti.
"Doğru mu?" diye sordu Tugay. Kalbim korkudan atmaya başladığında Defne'nin endişeyle nefes aldığını ve başını iki yana salladığını gördüm. Korkuyordu. Giray sessizce ikizine bakarken geriye doğru bir adım attı. "Doğru mu Giray?" dedi Tugay soğuk bir sesle.
O an Giray'ın dudaklarından, "Hayır," kelimesi döküldü. "Defne yapmaz." Doğruydu, Defne'ye çocukların yerini söylemişti. "O yapmaz, bunu yapmaz." Gözleri Defne'ye döndüğünde Defne çaresizlikle art arda başını sallamaya başladı. "Asla yapmaz, bunu yapmaz. Yapmazsın, değil mi Defne? Bana ihanet etmezsin değil mi?" Onu koruyan kolları düştüğünde önünden çekildi, ellerini saçlarına geçirdi. "Defne, bunu yapmazsın değil mi?" Giray'ın sesi kırgınlıkla titrediğinde Defne'nin dudakları aralandı ama konuşamadı. O esnada Giray, "Bir şey söyle!" diye haykırdı. "Yapmadığını söyle!"
Fakat tam o anda, Defne bir cevap dahi veremeden susturuculu bir silah sesi duyuldu. Ellerimle ağzımı kapattım, bakışlarım Tugay'a döndüğünde Defne’yi onun vurduğunu düşünüyordum ama hayır, Defne'yi vuran kişi hemen arkasındaki Sinan'dı.
Sırtından vurulan Defne’nin dudakları acıyla aralandı ve vücudu sarsılmaya başladı. Giray'ın gözleri kocaman açıldı, onu tutmak istedi ama Defne kanlar içinde karların üzerine düştü. Bakışlarımı Sinan'a çevirdim. Herkes ona bakıyordu. Giray dışında. Ayaklarının ucundaki Defne'nin hareketsiz vücuduna bakarken, "Defne," dedi. Sesi titriyordu. Bakışları Sinan'a kaydığında bir anda ellerini Sinan'ın boynuna dolayıp onu boğmaya başladı.
İkisi yere düştüğünde Giray öfkeyle sert bir yumruğu Sinan'ın yüzüne geçirdi, ardından bir tane daha ve bir tane daha. "Yapmadı!" diye haykırdı. "O yapmadı! O bunu yapmaz!" Marco onu çekmek istediğinde Giray çevik bir hareketle Defne'yi vurduğu silahı alıp Sinan'ın alnına dayadı. Tam o esnada dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu, öne doğru atılmak üzereyken Tugay beni tuttu.
Sinan'ın burnundan ve ağzından kan geliyordu. "Yaptı," dedi Giray'a. "Yaptı ve ben bunu gördüm. Kabullen, o kadın sana ihanet etti, bize ihanet etti."
Giray'ın silahı tutan eli titrerken vücudu da sarsılmaya başladı. Yerdeki Defne'nin hareketsiz bedenine bir kez daha baktıktan sonra bakışlarını Tugay'a çevirdi. "Yapmadı," dedi ve gözleri acıdan doldu. "Bunu yapmadı, bana ihanet etmez o."
Sinan'la gözlerimiz kesiştiğinde korkuyla bana baktı ama korkunun yanında bambaşka bir duygu daha gördüm. Bakışlarından birçok şeyi anlıyordum çocukluk arkadaşımın. Yalan söylüyordu. Defne'yi hain olmakla suçlamıştı ama bu doğru değildi, onları kandırıyordu.
Gözlerim korkudan doldu ve bakışlarım Defne'nin bedenine kaydı. Onu vurmuştu, o halde asıl hain Sinan mıydı? Hayır, bu imkânsızdı, Sinan'ı tanıyordum. Kalbini, hislerini, yaşadıklarını biliyordum. O hain olamazdı, Meryem'in canını tehlikeye atamazdı. Bakışlarım Tugay'a kaydı, anladığım şeyi fark edecek diye ödüm kopuyordu ama onun da zaten beni izlediğini gördüm.
Giray art arda, “Defne yapmadı, yapmadı…” demeye devam ediyordu mırıldanır gibi. Elinde silahla yere çöküp Defne'yi kucağına aldığında Defne'nin başı ve kolu yana düştü. "Yardım edin," dedi Giray. "Ölecek." Bakışları Tugay'a döndü. "O yapmadı, ben aptal bir adam değilim Tugay. O yapmadı, biliyorum." Tugay'ın gözleri benden ayrılıp Giray'ı buldu. "Yemin ederim o yapmadı," diyen Giray ağlamaya başladı ve Defne'yi kaldırıp göğsüne bastırdı. "Neyi anlamıyorsunuz? Ben anlamaz mıyım öptüğüm, sevdiğim, âşık olduğum kadının yapıp yapmadığını?" Marco'yla Javier'e baktı. "Yardım edin, onu hastaneye götürelim." Eliyle nabzına baktı, gözleri irileşti ve kulağını kalbine yasladı.
"Yapmadı," dedi ama artık daha çok kendine söylüyor gibiydi. "Yapmadı. O yapmadı." Bir anda öfkeyle ayaklandığında Defne'nin bedenini karlara bıraktı ve Tugay'ı omzundan itti. "Yapmadı!" diye haykırdı. "Onu senin yüzünden kaybetmeyeceğim! O hiçbir şey yapmadı!" Tugay kardeşinin yüzüne bakıyordu sadece. Giray onu yakalarından tuttu ve başını iki yana salladı. "O benim…" dedi, "…bu hayatta tek âşık olduğum kadın Tugay. Yapmaz, öptüğüm o kadın yalan olamaz, bilirim ben."
Tugay bakışlarını Giray'dan ayırdı ve yerde uzanan Sinan'ın yanına gitti. "Ne konuşuyorlardı?" diye sordu Sinan'a. "Kardeşim ve Defne. Ne duydun?"
"Evin yerini söyledi ona..."
"Tamam," dedi Tugay soğuk bir ifadeyle. "Ama ne duyduysan anlat. Defne zaten Nida'yı tanıyordu. Nida onu annesi gibi görüyordu. Neden zaten bakacağını bilirken Defne'ye Nida'yı emanet etsin ki?" Hayır, Defne’yle Nida tanışmamıştı, Tugay blöf yapıyordu. Sinan'ın doğru söyleyip söylemediğini anlamaya çalışıyordu. Ve o anda aslında Sinan’ın da Defne'yle Giray'ı duymadığını fark ettim. Ya o da blöf yapmıştı ya da başka biri ona bunu söylemişti. "Söylesene Sinan," dedi Tugay sakince. "Anlattığın hikâyede ucu açık detaylar var. Defne zaten Giray'a bir şey olursa Nida'ya bakardı ki."
Sinan'la göz göze gelmeyi bekledim. Bana bakarsa bir şekilde ona belli edecektim bunları. Bunun ihanet olacağını bilerek yapacaktım bunu. O Sinan'dı, onu tanıyordum, biliyordum kötü biri olmadığını. Büyük bir oyun dönüyordu, maşa olarak da Sinan kullanılıyordu.
"Bilmiyorum," dedi Sinan başını iki yana sallayarak. Gözlerini kaçırmak istedi ama Tugay gözlerini onunkilerden ayırmıyordu. "Bilmiyorum," dedi Sinan yeniden. "Ben duyduğumu söylüyorum."
"Duyduğunu söylüyorsun," dedi Tugay. "Ama sana kimse Defne'yi vurmanı söylemedi Sinan." Tugay'ın sesine ürkütücü bir hava bulaşmıştı. "Sen bildiğini anlattın, tamam ama ona ne olacağına sadece ben karar verebilirdim. Onu neden vurdun?"
"Çünkü…" dedi Sinan yutkunup. "Çünkü ihanet etti. İhanetin cezası BL için ölüm demektir."
"Ve o ölümleri sadece ben gerçekleştiririm Sinan," dedi Tugay bu kez. "Sen de bu kez başka bir kuralı çiğnemiş olmadın mı?" Sinan ayağa kalkmak istediğinde Tugay çöktüğü yerden kalkıp eliyle Sinan'ı durdurdu. "Onu neden vurdun?"
"Çünkü…" dedi Sinan. Ardından bakışları onu izleyen herkese döndü, en sonunda benimle göz göze geldiğinde, "Çünkü öyle emir aldım!" diye bağırdı.
Bu kez ben hariç herkes Sinan’a silah çekti. Giray, "Siktiğimin şerefsizi!" diye öne atılacakken Sinan başını iki yana salladı.
"Bize sen mi ihanet ettin?" diye sordu Tugay buz gibi bir sesle.
Sinan geri adım atmadı. " Meryem Atalar'ı kurtarmak için ne emredildiyse onu yaptım."
Tugay burnundan nefes verdi, başındaki kar maskesini çıkardı ve bir anda belindeki silahı Sinan'ın alnına dayadı. Koşup Sinan'ın hemen arkasına geçtim. "Bana…" dedi Tugay korkutucu bir sesle, "…üç saniye içinde kimden emir aldığını söyle."
Hayır, Sinan ihanet etmezdi, onu tanıyordum. Biliyordum, başka bir şeyler vardı. O benim çocukluğumdan beri yanımda olan dostumdu, arkadaşımdı, kardeşimdi; bakışlarındaki masumiyet her şeyi gösteriyordu aslında. Tugay onu burada vurursa hem onu kaybedecektim hem de ne halt döndüğü açığa çıktığında Tugay masum bir adamı öldürmenin acısını çekecekti.
"Tugay," dediğimde gözlerim dolmuştu. Önüne geçip onu durdurmak istedim ama Tugay gözlerini kırpmadan Sinan'a bakıyordu. Giray'ın acısı omuzlarındaydı, Defne'nin cansız bedeni de.
Sinan bunu nasıl yapardı? Kim bunu yaptırıyordu? Aklımı kaçıracaktım, cehennemin başka bir yüzüyle karşılaşmıştım sanki.
"Üç," dedi Tugay beni duymazdan gelerek. "İki." Silahın kilidini açtı, namluyu sertçe ittiğinde onu öldüreceğinden emindim. Emindim ve babamı kurtaramadığım gibi sevdiğim başka birini de kurtaramadan öylece susmak istemedim çünkü kendimi tıpkı babam idam edilirken ağlayamayan Eftalya gibi hissediyordum.
Tam üç diyeceği sırada olaya dahil olup, "Benden emir aldı!" diye haykırdım. "Ona bütün emirleri ben verdim. Birini öldüreceksen o kişi benim!"
Tugay'ın bakışları yavaşça bana döndüğünde silik bir şekilde gülümsedi. "Sevgili Avukat," dedi. "Şu an onu kurtarmak için böyle aptalca bir yalan söyleme çünkü buna asla inanmam."
"Bendim," dedim daha net bir sesle. Gülümsemesi silinmedi fakat elinde duran silahın hafifçe indiğini gördüm. "Krallık özgürlüğün adına yaptıklarını söyledi ve bugüne dek yaşananlar bunun doğru olduğunu gösteriyordu. O mendil ilk bana verildi, BL adını ilk ben öğrendim. Babanı öldürdüm, bu seni bana mecbur bırakmak için başka bir sebepti onların gözünde. Sonra beni örgütün lideri yaptın, yetmedi, cümlelerimi duvarlara yazdın. Ben senin babanı öldürdüm!" dedim üstüne basa basa. "Ve bunu bile önceden planladığına eminim! Her şey ama her şey senin bütün suçunu üzerime yıkabileceğini ve özgürlüğün için benden vazgeçebileceğini gösteriyordu. Bütün bunlar bir yana, senin öldüğünü söylediler bana."
Başımdaki kar maskesini çıkardım ve yere fırlattım. "Ölmüştün, hiç kimse yoktu, kardeşim vardı sadece ve ben de kardeşimi korumak adına bunu yapmak zorunda kaldım! Ne sanıyorsun? Bütün bunları bugün öğrendiğimi mi? Hayır, hepsini sorgu odasında anlattılar!" Başımı iki yana sallayarak kendimi işaret ettim. "Ama ölümün son damlaydı. Artık yapacak hiçbir şeyim yoktu. Birini öldüreceksen o kişi benim. Sinan sadece beni korumaya çalışıyordu."
Tugay'ın yüzündeki gülümseme silindi. "Yalan söylüyorsun," dedi kısık bir sesle. "Sen bana ihanet etmezsin." Gözleri kısıldı, anlamaya çalışıyordu. "Yalan söylüyorsun şu an bana, iki cihan bir araya gelse, herkes bana ihanet eder ama sen etmezsin."
Yutkunup, "Ölmüştün," dedim.
"Ölüme bile ihanet etmezsin sen," dedi bu kez büyük bir inançla. "Çünkü bu hayatta affetmeyeceğim tek duygunun ihanet olduğunu bilirsin."
"Beni özgürlüğün için sattığına inandım," dedim bu kez.
"Ama biliyordun," dedi. "Özgürlüğüm sendin. Artık sendin. Sadece sendin."
Gözlerim acıyla doldu. "Sana ihanet ettim," dedim çenemi kaldırarak. "Ve hiçbir sebep bunun üzerini örtemez Tugay." Elindeki silahı aldım ve sertçe göğüskafesime yasladım, parmaklarım parmaklarının üzerine kapandı. "Şimdi öldüreceksen birini bu benim. Düşünme, bas tetiğe."
Tugay gözlerimin içine bakarken artık gülümsemiyordu.
Tamamen dağılmış bir adamdan ibaretti fakat tam gözlerimin içine bakarken, "Bana söylediler," dedi. "İhanet edebileceğini. İmkân dahilinde bile tutmadım ama sen vurdun mu beni? Yapmazsın. Yapmazsın bunu." Yüzüme yaklaştığında gözlerinden ateşler çıkıyordu. "Bana yalan söylediğini söyle, bu yalan olsa bile sana inanayım." Silahı tutan elim titredi, hiçbir şey söylemeden başımı iki yana salladım. "Şimdi söyle Avukat, sonradan söylersen doğruysa bile inanmam," derken namlu göğüskafesime baskı yaptı.
Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakarken ikimizin de bakışlarından aynı duygular geçti. O ihaneti asla affetmezdi, ben ise yalanları. Bu olay yüzünden ben hem kendimi affetmeyecektim hem de ona beni affetmemesi nedenler vermiştim. Fakat gözlerimizde bu yoktu, gözlerimizde hayaller vardı, yaşayacaklarımız vardı, özgürlüğümüz vardı.
"Yaptım," dedim sadece. "Yaptım Tugay."
"Kardeşin için bile olsa ihanet etmezsin bana," dedi çaresizlikle. "Neden gözlerimin içine bakarak böyle yalan söylüyorsun? Neden gerçekten ihanet etmişsin gibi bakıyorsun? Sen avukatsın," dedi bu kez. "İyi yalan söylersin ve şu an yalan söylüyorsun." Bakışlarımdaki değişimi bekledi ama fakat aynı baktım. "Yapmazsın be güzelim," dedi çaresizlikle. "İhanetin yoktur bir nedeni."
Son kez, "Yaptım," dedim. Acı içindeydim. "Yaptım Tugay. İhanet ettim sana."
"Giray haklıydı," dedi Tugay. "Şimdi hem seni hem kardeşimi kaybettim." Fakat silahı indirmedi, bin parçaya bölündüm ama Sinan'ın o bakışlarındaki masum ifadeyi asla zihnimden atamadım. "Arkana bile bakmadan git ve bir daha karşıma asla çıkma çünkü çıkarsan bu kez namlunun ucundaki kurşun birimizin kalbini deler."
Silahı indirdiğinde geriye doğru bir adım attı ve çenesini kaldırdı. İhanetime inanıp inanmadığını bilmiyordum. Yalan söylediğimi anlayıp anlamadığını bilmiyordum. Sinan'ı korumak için onun karşısında durduğumu fark edip etmediğini bilmiyordum. Tek bildiğim bana bambaşka bir adam gibi bakmasıydı.
Gözlerim diğerlerine kaydı, ardından uzanıp Sinan'ı kaldırdım. Sinan hemen yanıma geçtiğinde beni dengede tutan bir omurgam bile yok gibiydi artık.
Birbirimize baktık Tugay'la. Silahı tutan eli titrerken bakışlarını benden ayırmadı. Sırtımı ona döndüğümde ise son kurduğu cümle, "Bütün dünya uğraştı, seni solumdan sağıma geçiremedi. Sen nasıl kendini sağ tarafıma layık gördün Eftalya?" oldu.
Dudaklarım aralandığında ona dönüp bakmama dahi fırsat tanımayan bir silah sesi duydum. O kurşun uğruna savaştığım her şeyi alaşağı etti.
İhanet artık üzerime giydiğim kanlı bir gömlekti.
Paragraf Yorumları