Defne hakkında artık ne düşünmem gerektiğini pek bilmiyordum, keza ne yapmaya çalıştığını da anlayamıyordum. İlk önce haksızlığa uğradığını düşünerek beni X’in ellerine teslim etmişti, ardından Giray’ın zehirlenmesine neden olmuştu fakat daha sonradan panzehri getirip Giray’ı yaşatmış ve Ufuk’un karşısında bize yardımcı olmuştu.
Kendi içinde nasıl bir savaş verdiğiyle pek ilgilenmiyordum ama içimden bir ses onun ne masum ne de tamamen kötülükle haşır neşir olduğunu söylüyordu. Gözü karaydı, fevriydi ama söylediği birçok şeyin altının da dolu olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Kapının önünde Tugay’la dururken ikimiz de o kapıyı açmak yerine öylece kapalı olan kapıya bakıyorduk. Tugay’ın ne düşündüğünden emin olmadığım için, “Giray, Defne hakkında herhangi bir şey söyledi mi?” diye sordum, aslında kastettiğim ona ne olacağıydı.
Tugay derin bir nefes verip, “Hayır,” dedi ve kaşları çatıldı. “Ama ölmesini isteseydi onu öldürürdü.”
“Kendisinin bunu yapamayacağını ikimiz de biliyoruz, Tugay.” O kadar kesin bir dille bu cümleyi kurmuştum ki Tugay’ın bakışları bana döndüğünde eminliğimi sorguladı. “Çünkü,” dedim açıklama ihtiyacı hissederek. “Ne olursa olsun onu sevdi, insan hayatının bir döneminde kalpten sevdiği birine zarar veremez, bu aşksa üstelik.”
“Ama bu büyük bir ihanetti.”
“Sen olsan ne yapardın?” diye sordum dayanamayarak. “Defne ben ve Giray sen olsaydın, beni öldürebilir miydin?”
Tugay bu sorunun ardından ne demeye çalıştığımı anlamış olacak ki kafasını ağır ağır aşağı yukarı salladı ve yeniden kapıya doğru döndü. “Hazır mısın?” dedi. Onu onayladım ve cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Ağır meşe kapı yüksek bir ses çıkararak açıldığında Defne’yi bir koltuğun üzerinde dizlerini karnına çekmiş şekilde otururken gördüm. Bağlı değildi, hatta odası bodrum katında olmasına rağmen küçük pencereden ışık alacak kadar ferahtı. Tekli bir koltuk, eski bir televizyon ve gece lambası vardı. Geriye kalan eşyalar tozlanmış şekilde köşelere dağılmıştı. Televizyonun çalışmadığına emindim.
Kapı açıldığında Defne bakışlarını bize çevirmek yerine küçük pencereden dışarıya bakmaya devam etti. Hava neredeyse aydınlanmak üzereydi ve biz çatı katında sırılsıklam olmamıza rağmen o kadar uzun vakit geçirmiştik ki sabahın ilk ışıklarının geldiğini bile fark etmemiştik. Hatta öyle ki bir ara uykuya daldığımı ama sonra gök gürültüsü sesiyle gözlerimi açtığımı hatırlıyordum. Uzun zamandır hissetmediğim kadar güzel bir uyku çekmiştim, Tugay uyumuş muydu bilmiyordum ama gözlerimi açtığımda beni izlediğini fark etmiştim.
Sonrasında içeriye girmiş, üzerimizdeki ıslak kıyafetlerden kurtulmuştuk. Belki o çatıda daha uzun saatler geçirebilirdik, başka şarkılar dinleyebilirdik, birbirimizi öpebileceğimiz bolca anlarımız olabilirdi ama ne olursa olsun bizim dünyamızda her şey anlık olsa da zaman da bir o kadar kıymetliydi.
Tugay köşedeki eskimiş tahta sandalyeyi çekip benim oturmam için işaret etti. İkiletmeden sandalyeye oturduğumda kendisi için de bir sandalye çekmişti. Defne ise bakışlarını pencereden ayırmıyordu, kimin geldiğinin farkında olduğunu biliyordum ama dönüp bakmak yerine bizi görmezden geliyordu.
Tugay’la çok kısa bir an birbirimize baktık. Defne’nin koltuğunun ucunda yemek vardı ama hiçbir şekilde dokunmamıştı. Yüzüne bakıldığında da halsiz olduğu belli oluyordu.
Birinin konuşması gerekiyordu, bu kişinin ben olmamın sebebi ise aklımdaki o soruyu merak etmemdi. “Defne,” dedim sakin ama bir o kadar da temkinli bir ses tonuyla. Bakışlarını çevirmedi ama derin bir nefes aldıktan sonra başını yasladığı yerden doğruldu. “Meryem’in öldürüleceğini biliyor muydun?”
Tugay bu soruyu soracağımdan öylesine emindi ki dudakları tek bir çizgi halini aldı.
Defne hiç düşünmeden, “Hayır,” dedi. “Çocuklara dokunmam.”
“Ama Nida’nın benimle beraber kaçırılmasına göz yumdun.”
Defne en sonunda bakışlarını pencereden ayırdı fakat gözlerinde herhangi bir mahcubiyet yoktu. Aksine dik bakışlarını gözlerime dikerken, “Ben sadece senin için anlaşma yaptım,” diye soludu. Dürüst mü değil mi diye onu anlamaya çalıştım fakat gözlerini öyle dikkatle gözlerimin üzerine dikmişti ki dürüstlüğünü anlayabilmek imkânsızdı. “Gamze ve Nida’nın da alınacağını bana söylemediler.”
Kısa bir sessizlik oldu. Bu sessizlikte Defne gözlerini benim üzerimden çekmediği gibi ben de ondan bakışlarımı ayırmadım. “Krallık yanlısı olmadığını biliyorum,” dedi Tugay. “Hatta Krallık’ın umurunda bile olmadığını.” Defne en sonunda bakışlarını benden ayırıp Tugay’a dönmüştü ama artık gözlerinde daha büyük bir öfke vardı, Tugay ise oldukça ifadesizdi. “Bunu neden yaptın?”
“Nedenimi Londra’da açıkladım,” dedi Defne rahat bir sesle. “Hangi kısmı tatmin etmedi?”
Tugay burnundan nefes verip dalga geçermiş gibi gülümsedi. “Senin yaptığın açıklamanın hiçbir kısmı tatmin edici değildi,” diye mırıldandı. “Hatta hiçbir söylediğin tatmin edici değildi.”
“Öyle mi?” Defne dik bir oturuşa geçti, ardından öne doğru eğilerek tamamen Tugay’a yöneldi. “Senelerdir senin için çalıştım, bu örgüt için elimden gelen her şeyi yaptım, ta ki vurulana kadar.” Başını iki yana salladı ve kaşları çatıldı. “O gün herkesin ama herkesin, buna Giray da dahil sırtını döndüğü kişi ben oldum. Bir kişi bile canımdan endişe etmedi, bir kişi bile sadakatime inanmadı, bir kişi bile yaşamam için çaba vermedi. Giray mı diyeceksin? Onun bana inanmadığı saatime koyduğu patlayıcıdan belliydi.” Gözleri bana döndü. “Sinan’ın elinde tek bir kanıt olmamasına rağmen herkes ona inanmayı tercih etti, gözlerimi açtığımda kurtulduğum için sevinen insanlardan daha çok ölmemi yeniden gözleyen insanları gördüm. O gün, senin vurulmana neden olan da Ufuk’un adamlarıydı…”
“Ne?” dedim duraksayarak.
“Sinan’ın beni hiç ettiği gün,” dedi Defne. “O gün seni vuranlar da Ufuk’un adamlarıydı, hatta şu an fark ediyorum ki,” kendi kendine güldü, “o plan da aslında Ufuk’un planıydı. Ne aptalmışım, ne kadar aptalmışım şu an fark ediyorum.”
“Ortada bir ihanet sorgulanırken sana nasıl davranılmasını bekliyordun, Defne?” diye sordum.
“Ben sorgulanmaktan gocunmadım, sorgulandığım halde güvenilmemesine gocundum. Ben bu örgüt için,” bakışları yeniden Tugay’a döndü, “kaç kez canımı hiçe saymışken örgüte yeni dahil olan ve avukatının koruması Sinan’ın benim üzerimde tutulmasına gocundum. Aynı masaya oturuldu, hatta takdir edildiği bile oldu. Tam tersi olsaydı, Avukat’ın bütün bunları yaşasaydı, Sinan’a neler olurdu? Benim canımın hiç mi kıymeti yoktu?”
Derin bir sessizliğin ardından, “İntikam için yaptığını mı söylüyorsun?” diye sordu Tugay.
“Tek nedenim bu değildi elbette,” dedi omzunu kaldırıp indirerek. “Ama diğer nedenlerimi size söylemek zorunda bile değilim, beni öldürecek misiniz?” Kollarını iki yana açtı. “Öldürün.” Ardından yeniden güldü. “Hatta ellerimi bağlamama nedenin belki ben kendime bir şey yaparım diye, değil mi?”
Tugay’ın kaşları çatıldığında Defne’nin neredeyse aklını kaçırdığını görebiliyordum. “Ufuk’la ne zamandır beraber yol izliyorsun?”
“Her şey ben vurulduktan sonra oldu.”
“Aranızda ne var?”
Defne’nin bakışlarından derin bir hüzün geçti ve bakışlarını ilk defa kaçırdığında arkamızdaki duvara doğru baktı. “Cevap vermek zorunda değilim.”
“Peki neden onlarla ortak olmayı bıraktın?” diye sordu Tugay. “Neden bize yardım ettin?”
Defne duvara bakarken bakışlarına acının oturduğunu gördüm. Pişmanlık mıydı, emin değildim ama her şeyden vazgeçmiş olduğu aşikârdı. “Giray’ın zehirleneceğini de bilmiyordum,” dedi çok kısık bir sesle. “Aslında bir piyon gibi oynatıldığımı fark ettiğimde onlara sırtımı döndüm. Ama dönmek çok zordu.” Sesi titrediğinde gözlerini kapattı ve başını önüne eğdi. “Gerçekten çok zordu.”
Tugay uzun bir süre Defne’yi izledikten sonra sandalyesini ona biraz daha yaklaştırdı ve aralarında bir adımlık mesafe bıraktı. Defne çekingen bir şekilde gözlerini açtığında Tugay’a artık nefretle değil, büyük bir acıyla bakıyordu ama canını acıtan neydi, bunu bilmiyorduk. “Ufuk’un hain olduğunu biliyor muydun?” diye sordu Tugay net bir sesle.
“Vurulduktan sonra öğrendim,” dedi Defne hiç düşünmeden. “Öncesinde…” Sustu ve yeniden başını önüne eğdi. “Her şey o günden sonra oldu.”
Tugay biraz daha öne eğildi ve Defne’yi öyle bir göz hapsine aldı ki arkasında olmama rağmen ürperdiğimi hissettim. “Defne,” dedi Tugay keskin bir sesle. “X ile hiçbir zaman gönül ilişkin yoktu değil mi?”
Defne boğuk bir nefes verdi ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında başını art arda iki yana sallıyordu. “Beni öldürmeni istiyorum,” dedi Tugay’a tek nefeste. “Lütfen beni öldür.”
“Bir cevap vermen gerekiyor.” Tugay’ın sesinde öfkeden daha çok kararsızlık vardı. “Giray’ı…” dedi Tugay. “Kardeşimi sevmediğini söylerken ciddi miydin?”
Defne eğdiği başını kaldırdı ve Tugay’a baktığında iç çeke çeke ağlıyordu. “Bir tercih yapmam gerekiyordu.”
“Ve tercih ettiğin Giray olmadı?”
“Çünkü onun da tercihi ben olmazdım.”
“Bu da ne demek?”
Defne soruyu duymazdan gelerek bir anda doğruldu ve Tugay’ın omuzlarını sıkıca tuttu. “Beni öldürmek için ne bekliyorsun? İşine yarayacağımı düşünüyorsan elimden geleni yaptım, daha fazlasını yapamam, zaten bildiğim her şeyi de değiştirmişlerdir.” Omuzlarını daha sıkı tuttu. “Lütfen,” dedi ağlayarak. “Lütfen beni öldür artık.”
Kendimi tutamayarak, “Pişman mısın?” diye sordum. “Yaptığın her şey için.”
Defne, Tugay’ın üzerinde olan bakışlarını bana çevirdiğinde ellerinin tersiyle yanaklarını sildi ve çenesini kaldırıp, “Pişman olduğum tek bir şey var,” dedi boğuk bir sesle. “O da Giray’ı kaybetmek.” Yeniden ağlamaya başladığında bu kez yalvarır gibi bana baktı. “Çıkmaz yollarım vardı, yapayalnızdım, sevdiğim adam bile bana inanmıyordu. Tutunacağım tek dala tutundum.” Elleriyle yüzünü kapattı. “Ve o dal, benim tanıdığım dal değilmiş, çok sonradan anladım. Yere düştüm, kaldıran bile olmadı.” Ellerini yüzünden çektiğinde çaresizce, “Beni öldüreceğinizden çok emindim ve yaşamak istiyordum,” dedi. “Şimdi ise ölmek için yalvarıyorum çünkü bu şekilde yaşanmıyor.” Bir kez daha Tugay’a döndü. “Beni öldür, ne duruyorsun?”
Odanın içini âdeta ölüm sessizliği aldığında Tugay’ın normalde hiç düşünmeden Defne’yi öldürebileceğini biliyordum ama onu durduran iki seçenek olmalıydı: Birincisi, Giray ve ikincisi, Defne’ye üzülmek. İkincinin ihtimali daha düşüktü ama sakinliğinden dolayı bana sanki bu gerçekleşebilirmiş gibi geliyordu.
“Sinan’ı affettim,” dedi Tugay başını sallayarak. “Çünkü onun bir çocuğu kurtarmak gibi geçerli bir nedeni vardı Defne.” Başını omzuna doğru yatırdı ve ciddiyetle, “Senin nedenin bu kadar geçerli mi peki?” diye sordu.
Defne’nin yüzünü acılı bir gülümseme aldığında, “Ben de bir çocuk için bu yola girdim,” dedi. “Ama o çocuğun büyüdüğünü unutmuştum.” İkimiz de anlamayarak birbirimize baktığımızda Defne gülümsemeye devam etti. “Eğer merak ediyorsan örgüt için bu zamana kadar yaptığım hiçbir şey adına da pişman değilim çünkü bana savaşmak için bir neden vermiştin.”
“Herkesten sakladığın çok büyük bir sırrın var değil mi?” Bu soruyu sorarken Defne’den gözlerimi ayıramıyordum çünkü onu haklı çıkarmak değil ama bu kadar dibe batmasına neden olacak o sırrın ne olduğunu merak ediyordum.
“Herkesin vardır, Eftalya Atalar,” dedi Defne bana dönüp. “Sen söyle, her şeyi bırakıp Londra’ya gittiğinde X’le yaptığın anlaşma ne üzerineydi? Sadece Nida mı?”
Tugay bakışlarını hızlıca bana çevirdiğinde duraksadım ve yutkunarak kollarımı önümde bağladım. “Ben sadece yaşatmak istedim.”
“Gittin,” dedi Defne üzerine basa basa, “çünkü Nida yaşasın istedin. Bir anlaşma yaptın, sen gidecektin ve Nida yaşayacaktı ama sadece bununla sınırlı da değildi. Sen gidecektin,” Defne gözlerini kıstı, “ve babanın kurduğu Ölüm Timi yaşayacaktı.” Tugay’ın bakışları yüzümden ayrılmıyordu. “Ölüm Timi’ni parçalayacak her şey X’in elindeydi ve Eftalya, o belgeleri yok etmek uğruna çekip gitti. Marco da en çok bu yüzden sana yardım etti. Peki sen neden giderken BL Örgütünü yalnız bırakacağını hiç düşünmedin Avukat?” Defne’nin sorusuna cevap vermek yerine Tugay’ın yüzüne bakmaya devam ediyordum, o ise sorgulayıcı bir ifadeyle beni izliyordu. “Peki sen Tugay,” dedi Defne ona dönüp. “Kerem sana kardeşin ve âşık olduğun kadın arasında tercih yaptırdığında kimi seçtin?” Bu kez sorgulayıcı bir ifadeyle bakma sırası bendeydi. “Hepimizin hayatı tercihlerden ibaret, ben en zararlı çıkan kişi oldum sadece ve acımasızdım. Ama siz acımasızlığınızı da gizlediniz.”
“Aynı şey değil,” dedim kendimi tutamayarak.
“Belki değil,” dedi Defne. “Ama şu an Tugay beni öldürmüyorsa tek bir nedeni var. O da koyduğu bütün kuralları zaten çiğnemiş olmak. Beni öldürürse bu örgütteki birçok kişiyi daha öldürmesi gerekir, buna sen, Sinan, hatta kendisi bile dahil. Öyle değil mi Tugay?”
Tugay gözlerini benden ayırıp Defne’ye baktığında yüzünde acıyan bir ifade vardı. “Bize silah doğrultmaya çalışıyorsun Defne, asıl sen bunu neden yapıyorsun biliyor musun?” Defne gözlerini bile kırpmıyordu. “İhanetin acısını geçirmek için. Hepimiz tercihler yaptık ama ihanet etmedik. Sen ise ihanet edensin. Ve benim bu hayatta öğrendiğim en büyük şey nedir biliyor musun? İhanete uğrayandansa ihanet edenin yükü daha ağırdır, özellikle kalbinde hâlâ sevgi taşıyorsa.” Tugay oturduğu sandalyeden kalktı ve üstten üstten Defne’ye baktı. “Seni öldürmüyorum çünkü kendinle yaşamaya devam etmeni istiyorum, bu yük zaten sana bir gün ağır gelecek.”
Tugay’ın cümlelerinin verdiği his boğazımı sıkarken Defne, hırsla nefesini verip, “Avukat’a neden babanı onun öldürdüğünü anlattın mı?” diye sordu. Tugay’ın omuzları sarsıldığında Defne, dik dik Tugay’a bakıyordu. “Tugay Demir Çeviker olabilmek için kaç kişinin hayatını yok ettin peki?” Bu cümleleri ölümü bile göze almış Defne’den başka kimse söyleyemezdi. “Her gece uykularını kaçıran vicdanın mı yoksa korkuların mı?” Tugay’ın çenesi kasıldı, öne doğru bir adım attığımda Defne’nin yüzünde öfkeli bir ifade belirdi. “Kaç kişiyi kendinle beraber bu karanlığa sürükledin, kaç kişinin canını taşıyorsun omuzlarında?” Alayla güldü. “Kardeşin Giray hayat doluydu, senin tam zıttındı ama onu sürüklediğin cehennem her şeyini alıp ondan götürdü. Avukat…” dedi beni göstererek. “Onu bile isteye cehennemine sürükledin. Nida’nın bir çocuk olduğunu bile bile bu savaşa soyundun, şimdi de onun gördüklerinden korkuyorsun. Marco, Gamze, Javier, hatta kendisinden nefret etsem bile Sinan… Hepsi senin yüzünden bu savaşa dahil oldu. Söylesene Tugay, beni uyutmayan ihanetti ama kendimce nedenlerim vardı, senin bu kadar insanı cehenneme sürüklemek için nedeni neydi? Birisi olmak mı?”
“Bir gün herkes zaten Krallık’a başkaldıracaktı, Defne,” dedim arkadan sakin bir sesle. “Hiçbirimiz boyun eğecek kişiler değildik.”
“Belki öyle, belki de değil,” dedi Defne omzunu kaldırıp indirerek. “Sen bir örgüt lideri olmayacaktın ama değil mi? Meryem belki de yaşayacaktı, değil mi? Annen de öyle. Giray’ın umurunda bile olmazdı, kaçar giderdi. Ölüm Timi her zamanki gibi devam ederdi. Belki ölürdünüz ama bu kadar ölümle kucak kucağa olmazdınız.”
Defne o kadar acımasızdı ki Tugay’ı nereden vuracağını çok iyi biliyordu ve kimsenin sesli dile getirmediklerini şimdi o dile getiriyordu. Tugay, Defne’nin yüzüne bakarken tek bir cümle kurdu: “Seni öldürmeyeceğim, Defne.”
Defne’nin yüzündeki ifade değiştiğinde omuzları düştü ve gözlerini kapatarak, “Söyleyeceğim başka bir şey yok,” dedi. “Eğer öldürmeyeceksen beni yalnız bırakın.”
Tugay yalnız bırakmak yerine durmaya devam etti, âdeta cansız bir manken gibiydi, bakışları bir an olsun ayrılmıyordu. Sonra bir anda, elleri koltuğun kenarlarına tutunduğunda Defne’nin yüzüne doğru yaklaştı. “Kendi çektiğin vicdan azabını benim üzerimden gidermeye çalışıyorsun,” diye fısıldadı. “Ama bil diye söylüyorum, her şey son bulduğunda bütün bu cehenneme sürüklediğim canlar uğruna ne kaçacağım ne ihanet edeceğim ve ben ödemem gereken bedeli en başından zaten belirledim ama sen ölürken bile kalbinde ihaneti taşıyarak öleceksin.”
Tugay hızlıca geriye çekildiğinde Defne’nin gözleri yeniden doldu. Neredeyse bir dakika öylece baktığında Tugay odadan çıkmak için geriye doğru bir adım attı ama Defne, “Giray’ın gittiğini biliyorum,” diye fısıldadı. “Çünkü benimle vedalaştı.” Tugay’ın adımları duraksadığında ben de şaşkınlıkla ona baktım. “Ve ona her şeyi anlattım.”
Tugay derin bir nefes verip, “Sen hâlâ burada olduğuna göre affetmemiş seni,” dedi.
“Affetmedi,” dedi Defne elini kalbine götürerek. “Ve bir gün beni affedecek mi, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim çünkü o geri döndüğünde ben ölmüş olacağım.” Eli kalbinden boynuna doğru gittiğinde başını iki yana salladı. “Fakat seni kendi hayatından bile çok seviyor, eğer ona yönelik vicdanını susturmak istiyorsan ölmemeye çalış çünkü o çok yarım kalacak.”
“Sen Giray’ı çoktan yaraladın, Defne.”
“Tam da bu yüzden sen de yaralama istiyorum, Tugay. Çünkü kabul etmen gerek, biz ikimiz onu mahvettik.”
***
Mutfakta tek başıma oturmuş önümdeki çorbayı kaşıkla karıştırırken köşedeki televizyonun sesi kulaklarımı tırmalıyordu ama hiçbir ses, zihnimin içindeki sesleri susturamıyordu. Akşam olmuştu ve Defne’nin yanından ayrıldıktan sonra Tugay, Marco’yla konuşması gerektiğini söyleyerek yanımdan ayrılmıştı; derinlerde Defne’nin cümlelerinin yarasını taşıdığını biliyordum ama bu kez bana yansıtmamak için çaba veriyordu.
Kimin hazırladığını bilmediğim çorbayı karıştırırken ağzıma henüz tek bir lokma bile koyamamıştım, midem bulanıyordu. İçeriden Marco’nun sesi geliyordu, Sinan neredeydi, tam olarak bilmiyordum ama hepimiz kapana kısıldığımız için buralarda bir yerlerde olduğuna emindim.
“Eski Avukat Eftalya Atalar’ın hukukçuların yüzkarası olduğunu düşünüyorum.” Televizyonda adımı duyduğum anda bakışlarım o tarafa döndü. İki spiker karşılıklı oturmuş, Krallık’ı pohpohlayacak cümlelerini söylüyorlar, başta Tugay ve ben olmak üzere BL destekleyen herkesi yerin dibine gömüyorlardı. Zaten artık bütün kanallar tamamen yandaştı, hepsi olanı değil, Krallık’ın istediğini gösteriyordu. Yollarda insanlar açlıktan intihar ederken onlar Krallık’ın ekonomiyi düzelteceğinden ve refah seviyesinin yüksekliğinden söz ediyorlardı. Hamile kadınları âdeta kılıçtan geçirirlerken televizyondaki spikerler o kadınların kendi istekleriyle hastaneye gittiklerini dile getiriyorlardı. Ülkenin zengin muhitlerinden görüntüler ve röportajlar yayınlıyorlar, Krallık propagandası yapmaya devam ediyorlardı.
Hatta öyle bir yalana batmışlardı ki kendileri bile halkın şu an ne durumda olduğundan bihaberlerdi, bu çok açıktı. Halkın sefalet içinde olduğunu bilmiyorlardı çünkü Krallık’ın yanında olanlar ve olmayı tercih edenler olarak ikiye ayrılıyorlardı. Olmayı tercih edenlerin kazandıkları paraların haddi hesabı yoktu.
“Babası Adnan Atalar’ın Ölüm Timi’nin kurucusu olması, onu nasıl zehirleyerek büyüttüğünü gösteriyor aslında.” Spikerin kibirli sesi, kaşığı sertçe kâsenin içine atmama neden oldu. “Her şey bir yana bütün bunlar son bulduğunda hiçbir zaman mesleğini icra edemeyecek, belki bir kaçak olarak hayatına devam edecek ve daima soysuzlar olarak anılacaklar. Kendisi ve eşi, bu ülkeyi cehenneme çeviren asıl kişilerdir. Şu duvar yazısına bakar mısınız?”
Ekrana bir duvar yazısı getirildi, bu yeniydi ve kimin, ne zaman yazdırdığını bilmiyordum ama Tugay’ın cümlesi olduğu aşikârdı, artık onun cümlelerini tanıyabiliyordum.
“Boyun eğmeyi öğrettiğiniz her çocuk bir gün büyüyecek; o büyüyen çocuklar ise size başkaldırının ne demek olduğunu öğretecek.”
BL
Başka bir duvar yazısı gözlerimin önüne geldi.
“Halkın çığlıklarına sağır olan bir hükümet, bir gün sessizliğe gömülmeye de mahkûmdur.”
BL
Her cümlesi oldukça haklıydı ve televizyondaki spikerler bu cümleleri sanki kötü bir şeymiş gibi lanse ediyorlardı; kendilerini kaybettikleri belliydi. O cümlelerde halk kendini bulacaktı.
“Avukat,” dedi Gamze ve içeriye hızlı adımlarla girdi. “Ne yapıyorsun burada?” Masaya oturduğunda ve bacak bacak üstüne attığında önümdeki ekmekten bir parça koparıp ağzına attı. “Çorbayı ben yaptım, beğendin mi?”
“Henüz tadına bakamadım,” dedim bir çorbaya bir Gamze’ye bir de televizyona bakarken.
“Nasılsın peki?” Karnımı işaret etti. “Ağrın var mı?”
“Pek yok,” dediğimde midemin hiçbir şey alamayacağını fark edip sırtımı sandalyeye yasladım ve kollarımı önümde birleştirdim. “Sen nasılsın peki?”
“İdare eder.” Ağzındaki lokmayı bitirdi ve suyumdan da birkaç yudum içti. “Sadece içimde tarifi olmayan bir korku var, önceden bunu hiç hissetmezdim. Galiba en sona yaklaştığımız için olsa gerek. Gece göreve gidiyoruz, biliyor muydun?”
Afallayarak, “Hayır,” dedim. “Bana söylenmedi.”
Gamze duraksadı. “Büyük ihtimal yaran hâlâ iyileşmediği için söylenmemiş olabilir, kalabalık değiliz. Sinan, Marco, ben ve Tugay gidiyoruz. Son adımlar olarak Ada Hapishanesinin oradan görüntüleri toplayacağız.”
“Ada Hapishanesi yandı diye biliyordum,” dedim sorgulayarak.
“Ama görüntüler ve belgeler hâlâ duruyor.” Gamze ekmekten bir ısırık daha aldı ve bacaklarını sallamaya başladı. “Defne’yle ne konuştunuz?”
Yeniden öne eğildiğimde oyalanmak için kâsenin içindeki kaşıkla oynamaya başladım. “Kendince nedenleri olduğuna inanıyor ama pişman olduğu her halinden belli. Bilmiyorum,” dedim bıkkın bir nefes vererek. “Kafam karmakarışık.”
“Konuşmak ister misin?” Gamze masanın üzerinden indi ve karşımdaki sandalyeye oturup elini çenesine yerleştirdi. “Ben böyle hissediyorsam senin sırtındaki yükü tahmin bile edemiyorum, böyle giderse…”
“Avukat.” Marco içeriye girdiğinde Gamze’nin cümlesi yarıda kaldı. “Evin içinde seni arıyordum.”
Gamze gözlerini devirdi ve dik dik Marco’ya bakmaya başladı. “Bir şey konuşuyorduk, sizin oralarda kapı çalma âdeti yok mu?”
Marco güldü. “Mutfağın kapısı yok.”
Gamze, Amerikan mutfağa şöyle bir baktı ve boğazını temizleyip, “Yine de,” dedi inadını kırmayarak. “Bir izin isteyebilirdin.”
“Ne zamandan beri bu kadar kibarsın Gamze?” Marco buzdolabının içinden bir bira çıkarıp kapağını açtı. “Ya da ne zamandan beri bu kadar saygılısın demeliydim, değil mi?”
Gamze yüzünü buruşturdu. “Ben hep saygılı biriydim sadece artık sana saygım yok.”
Marco gözlerini devirip, “Bana hiçbir zaman saygın olmadı ki,” dedi.
“Vardı.” Gamze’nin baskın sesiyle Marco’nun bira tutan eli havada kaldı. “Ta ki sen beni Ölüm Timi’nden postalamak isteyene kadar.”
Sessizlik olduğunda ikisine baktım ve çorbamı göstererek, “İştahımı açıyorsunuz,” dedim yumuşatmaya çalışıp. “Lütfen devam edin.”
Marco ise beni duymazdan geldi ve sabrının son raddesine gelmiş gibi, “Başka çarem mi vardı?” diye sordu. “Mutsuzdun, sadece ağlıyordun ve insanlarla düşman olmuştun, en çok da bana. Ne yapmamı bekliyordun?”
Gamze dişlerini sıktığında bu yüzleşmenin ben çorbamı kaşıklarken ve televizyonda adım soysuz diye anılırken olmasını hiç beklemiyordum. İkisine bakıyordum ama onlar sanki ben yokmuşum gibi kozlarını paylaşmak için hazırlanmışlardı. “Sen de gidecek hiçbir yeri yok diye düşünerek beni BL Örgütüne mi postaladın?”
“Tam olarak böyle oldu.”
“Marco,” dedim uyarıcı bir ses tonuyla ama beni duymadığı çok açıktı.
“Sana bir şey diyeyim mi?” dedi Gamze oturduğu yerden işaretparmağını ona sallayarak. “Hayatımda gördüğüm en bencil adamlardan birisisin. Keyfini kaçırdığım için beni resmen bağlı olduğum Ölüm Timi’nden gönderdin.”
“Keyfimi kaçırdığın için mi?” Marco gülmeye başladı ve başını iki yana salladı. “Ben artık Ölüm Timi’nde mutlu olmadığını fark ettim ve sana yeni bir yol açtım.” İmayla Gamze’ye baktı. “Ve görüyorum ki bu yeni yolunda çok mutlusun, o halde problem ne?” Elindeki birayı tezgâha bıraktı ve dik bir duruşa geçti. “Sahiden Gamze, benimle derdin ne senin?”
“Arkadaşlar,” dedim ikisine de bakarak. “Sizce bunun için uygun zaman mı?”
Beni yine duymadılar. Gamze, öfkeyle Marco’ya bakarken aldığı her nefesi işitebiliyordum ve masanın üzerindeki bir eli yumruk halini almıştı. “Ben,” dedi kelimenin üzerine basa basa. “Ölüm Timi’nde mutluydum, Marco. Beni mutsuz eden başka şeyler vardı ve sen bunu çok iyi biliyorsun. Örgüte geldiğimde herkes bana tuhaf tuhaf bakıyordu, deli olduğumu bile düşündüler. Ölüm Timi’nin kurallarının hiçbirisi burada geçerli değildi, arkadaşım desen yoktu. Yalnız kaldım ve bunun suçlusu sendin.”
Marco yutkunduğunda, “İkimiz beraber kalmaya nasıl devam edecektik?” diye sordu kısık bir sesle. “Yani sen…” Sustu ve sessizce Gamze’yi izlemeye devam etti.
“Neden açıkça söylemiyorsun?” Gamze de ayağa kalktığında Marco’nun tam karşısına geçti. “Madem yüzleşiyoruz, tam yüzleşelim.”
“Size ne oluyor?” diye sordum yüksek bir sesle.
“Ne olduğunu söyleyeyim,” dedi Marco bana doğru. “Gamze üç günden beri her zamankinden daha büyük bir nefretle benimle savaşıyor, nedenini ben de anlamıyorum. Elinden gelse beni öldürecek.”
“Öldürmek istesem çoktan öldürürdüm zaten ama gerek bile görmüyorum.” Marco büyük bir nefes verdi. “Cümleni tamamla.”
“Gamze,” dedim fakat bana dönüp bakmadı.
“Cümleni tamamlasana, Marco,” diye çıkıştı Gamze. “Asıl sen söyle, en büyük sırlarını nasıl oluyor da Ufuk biliyor? Seneler boyunca seni bir kitap gibi okumak adına çaba sarf ettim, daima yanında olmaya çalıştım fakat bir kez olsun bana hiçbir şey anlatmadın. Ufuk bunu nasıl bilebilir, söylesene.”
Gamze’nin üç gündür içinde öfke birikmesinin nedeni buydu, kendisi çaba verdiği noktada hiçbir sonuç elde edememişti ama birileri sonuç elde etmişti ki Ufuk biliyordu.
Marco afallayarak, “Bilmiyorum,” dedi ellerini iki yana açıp. “Ne bildiğini bile bilmiyorum.”
“Bilmezsin tabii.” Gamze hırçın bir nefes verdi. “Nereden bileceksin ki?”
Marco düşündüğümden daha uzun bir süre Gamze’ye baktı. Sakin bir sesle, “Beni hiç affetmeyeceksin, değil mi?” diye sordu. Soruyu sorarken sanki içinde binlerce soru daha barındırıyordu. “Ne olursa olsun benden nefret etmeye devam edeceksin.” Marco bir adım attığında Gamze elektrik çarpmış gibi geriye çekildi ve ellerini kaldırıp onu durdurdu. Marco şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdığında o da ellerini kaldırdı. “Sana bir şey yapacak değilim, Gamze.”
“Bir şey yapacağın için değil,” diye mırıldandı Gamze. “Bana yaklaşmanı istemiyorum, hatta yüzünü bile görmek istemiyorum.”
Marco alayla güldü. “Bakarsın ölürüm Gamze, sen de rahatlamış olursun.”
Gamze böyle bir yanıt beklemediği için bir anlık duraksadı ve sonrasında dudakları aralandı. Yutkunduğunda bakışlarını Marco’dan ayırdı ve büyük bir nefes verip, “Kastettiğim bu değildi,” dedi kısık bir sesle. “Ne senin ne de başka birinin bu süreçte ölmesini istemiyorum.”
“O halde ölmemi istiyormuşsun gibi bakmaktan vazgeç,” dedi Marco başını eğip Gamze’nin gözlerinin içine bakarak. “Biz düşman değiliz, Gamze. Hiç olmadık.”
Gamze ağız ucuyla gülümsediğinde, “Ölmeni istiyor gibi mi bakıyorum?” diye sordu. Omzunu kaldırıp indirdi ve sonrasında dik bir duruşa geçti. “Hayatında hiçbir kıymetin yokmuş gibi bakmaktan daha iyidir, Marco. Sen daima bana öyle baktın.”
Bu özel konuşmanın ortasında kalmaktan rahatsızdım ve bir şey söylemek için doğrulduğumda kapının önünde bütün her şeyi dinleyen Sinan’la karşılaştım. İkisi fark etmemişti ama ben onu görmüştüm; ne kadarına şahit olmuştu bilmiyordum ama yüzündeki ifadeden üzüldüğünü anlayabiliyordum. Elbet bir gün bu yüzleşmenin gerçekleşeceğini bilmesi gerekiyordu, şimdi veya sonra, bunu bilmek belki de Sinan’ı yıpratıyordu.
“Ben sana hiçbir zaman öyle bakmadım,” dedi Marco sakin bir sesle. “Sadece sen kendince sebepler uydurdun ve en makul sebebin benim seni sevmediğimdi. O sebep senin benden nefret etmene neden oldu.”
Gamze yüzünü ekşitti. “Reddedildiğim için birinden nefret edecek kadar çocuk değilim, hiç olmadım, Marco.” Elleriyle onu gösterdi. “Senden nefret ediyorum çünkü benden kaçan sendin. Beni yok eden sendin. Beni uzaklaştıran sendin. Ölüm Timi’nde mutlu olduğumu bile bile beni oradan uzaklaştırdın. Neden? Sana âşık olduğumu itiraf ettiğim için. Suçum sadece seni sevmekti! Beni sevmemeni anlarım ama ben kaçılacak birisi değildim ve en azından bir açıklamayı hak ediyordum.” Gamze’nin sesinde öfke ve kırgınlık vardı. “Her şey bir yana biz seninle senelerimizi geçirmiştik, beni kabuk bağlamış yara gibi koparıp attın, bunu yapamazdın. Benim hayatım için sen karar veremezdin.” Bu kez bir adım atan Gamze’ydi, Marco’nun tam karşısına geçtiğinde aralarında iki karışlık bir mesafe vardı. “Hiçbir zaman beni sevmek zorunda değildin ama kendimden nefret etmeme de neden olmamalıydın. Sen senelerce kendimden nefret etmeme neden oldun, üstelik kendimle barışık olmadığımı da hep biliyordun. Yola devam ederken reddedilmiş bir kadın olarak değil, sevgiyi hiç hak etmeyecek bir kadın gibi hissederek ilerledim çünkü hiçbir yanıtım yoktu. Bunu yapan da sendin. Silebilir misin bütün bunları?” Gamze başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Silemezsin, hem silmek için de hiç çaba sarf etmedin ki.”
Cümleleri o kadar ağırdı ki Marco o cümlelerin altında eziliyordu, görebiliyordum. Gamze belki de senelerdir içinde tuttuğu her şeyi dile getiriyordu ve onu dinlerken hak vermemek imkânsızdı. “Çaba sarf etseydim bir şeyler değişir miydi?” diye sordu Marco sadece.
“Bunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceksin,” dedi Gamze üstten bir sesle. “Çünkü bu hiçbir zaman gerçekleşmedi.”
“Hiçbir zaman kendinden nefret etmeni istemedim.” Marco o kadar kısık sesle söylemişti ki bu cümleyi duymakta zorlanmıştım. Bakışlarım yeniden kapının o tarafa yöneldiğinde Sinan’ın ifadesiz bir şekilde onları dinlemeye devam ettiğini gördüm. Buna artık bir dur demem gerekiyordu.
“Öyle mi?” dedi Gamze ciddiyetsiz bir sesle. “O halde sen neden benden nefret ediyormuş gibi davranıyorsun? Neden hâlâ bunu yapıyorsun?” Marco kaskatı kesildi. “Ben cevabını vereyim mi senin yerine?” Gamze geriye doğru çekildi. “Çünkü sevilmekten daha çok nefret edilmeyi tercih eden bir adamsın. Sebebi ne bilmiyorum, artık bunu düşünmüyorum ama başarılı oldun. Senden uzun bir süre nefret ettim fakat şu an o bile yok.”
Arkasını döndü, kapıya doğru ilerlemek istediğinde Sinan’la göz göze geldi. Tam o esnada Marco’nun da bakışları Sinan’la kesişti. Bulunduğum yerden hareket etmezken bir yanım Sinan’ın buna şahit olmasını istiyordu çünkü ben anlatamazdım ve anlatmazsam kendimi suçlu hissederdim. En sonunda bu yine gerçekleşecekti ama Sinan’ın gözlerinin önünde olması, hepimizin hazırlıksız olduğu bir durumdu.
“Sinan,” dedi Gamze boğuk bir nefes vererek. “Seni,” öksürdü, “duymadım. Ne zamandır buradasın?”
Sinan hareket bile etmezken sabit bir şekilde, “Yeni geldim,” diyerek yalan söyledi. “Seni Javier çağırıyor.”
“Javier mi?” Gamze kaşlarını çattı. “Neden?”
“Bilmiyorum, akşamla alakalı ondan yardım istemişsin sanırım.” Gamze, aklına gelmiş gibi şakağına vurdu ve sonrasında bir kez daha arkasına dönüp bakmadan mutfaktan hızlı adımlarla çıktı. O çıktığı anda Marco da daha fazla durmak istemeyerek kapıya doğru yürüdü ama Sinan önüne geçip onu durdurduğunda Marco diğer tarafa kaydı fakat Sinan da kaydı. Bu kez Marco çıkmak için hamle yaptığında Sinan, onu kolundan tutup geriye çekti. Sinan’ın bakışlarındaki ifadeye zıt bir şekilde Marco yenik görünüyordu. “Ona hâlâ âşıksın değil mi?” diye sordu Sinan, Marco’ya. Tek soru ama cevabı birçok şeyi değiştirebilirdi.
“Bunun bir önemi yok,” dedi Marco kolunu Sinan’ın elinden kurtararak. “Kendi kulaklarınla duydun, bana karşı ufacık bir hissi bile yok.”
“Ben sana soruyorum Marco.” Sinan’ın sesi öylesine baskındı ki oturduğum yerden kalkmak zorunda kalmıştım. “Hâlâ âşıksın, değil mi? Hep âşıktın.”
Marco birkaç saniye duraksadı, ardından ellerini ceplerine yerleştirip çenesini havaya kaldırdı ve kendinden emin bir sesle, “Evet,” dedi. “Kendimi bildim bileli ona âşığım.”
Sinan’ın yüzünden anlamsız bir ifade geçtiğinde, “Bunu ona söyle,” dedi net bir sesle ve daha ağır bir şekilde devam etti. “Hayatında bir kez olsun ona cesur ol ve bunu söyle çünkü korkaklığın onun senelerine mal olmuş, bunu artık ona yapma.”
“Sinan,” dedi Marco uyarıcı bir ses tonuyla. “Seninle bu konuda karşı karşıya gelmek istemediğimi yeterince belli ettim.”
“Hangi konuda?” diye sordu Sinan. “Bu ikinizin arasında ve ben sana Gamze’nin Sinan’ı olarak değil, cesur bir erkek olarak bunu söylüyorum. Yerinde bir başkası da olsa yine bunu söylerdim.”
“Sen de benden nefret ediyorsun değil mi?” diye sordu Marco konuyu bambaşka bir noktadan bakarak. “Onu üzdüğüm için…”
Sinan, Marco’nun lafını yarıda keserek, “Ona söyle,” dedi bir kez daha. “Söyle ki beni de bu karmaşanın içerisinden çıkar.”
Marco, Sinan’ın ne demek istediğini anladığında, “Ya söylemek istemiyorsam?” diye sordu. “Ya ben o adam değilsem? Ya ben tam da söylediğin gibi korkak adamın tekiysem? O zaman ne yapacaksın? Karşımda böyle durmaya devam mı edeceksin?” Marco kısık bir sesle devam ederken sesine acı bulaştı. “Cevabını merak ediyorsan ben söyleyeyim, o seni seviyor çünkü bana âşık olan Gamze’nin bakışlarının nasıl olduğunu biliyorum. Senelerce gördüm, şimdiki kadının o kadınla alakası yok.”
Bir cevap beklemeden Marco, Sinan’ın omzuna hafifçe çarpıp yanından geçtiğinde Sinan, Marco’nun bıraktığı boşluğa bakmaya devam etti. Bir şeyler söylemem gerekiyordu ama nereden başlayacağımı tam olarak bilmiyordum. Bugün duyduğum bütün yüzleşmelerin ağırlığı sırtımdaydı fakat en ağırı, Sinan’ın yüzünde oluşan o ifadeydi. “Sadece hesaplaşmaları gerekiyordu,” dedim kendimi tutamayarak. “Bir gün zaten yüzleşeceklerdi.”
“Ya sadece bu kadarla sınırlı değilse Eftal?” diye sordu Sinan boşluğa bakarken. “Ben bunun cevabını nasıl öğreneceğim?”
“Sevgili Avukat.” Tugay’ın sesini işittiğimde bakışlarımı kapıya doğru çevirdim, adımları mutfağın içerisinde ilerlerken gözleri ikimize kilitlendi. “Özel mi konuşuyordunuz?” Sinan hiçbir cevap vermeden mutfaktan çıkıp gittiğinde ben de onun arkasından baktım. “Ne oldu?” dedi Tugay ellerini kollarıma yerleştirerek. “Yüzün bembeyaz, çorbanı da içmemişsin.”
Az önce Defne’nin söylediklerinden sonra ikimizin de oturup konuşması gerekiyordu ama şu an ne kalbim ne de aklım bir yüzleşme daha kaldırabilecek durumda değildi. Sonraya ertelemek benim için çok daha iyi olacaktı yoksa sorularımın cevapları beni başka bir kumkumanın içine düşürecekti.
Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda gözlerimi ona çevirdim. “Çorba mı? Bugün dünyanın en aç insanı bile şu mutfakta olsa iştahı kaçardı.” Tugay anlamayarak bana baktığında elimle her neyse hareketi yaptım çünkü ona uzun uzun anlatabilecek kadar aklımı yerinde hissetmiyordum. “Akşam göreve gidiyormuşsunuz,” dedim derin bir imayla.
Tugay imayı duyduğu anda kendini tutamayarak gülümsedi ve başını omzuna doğru yatırdı. “Üç numaralı ses tonun bu.”
“O ne demek?”
“Hesap soran ses tonun üç numara oluyor. İki numara, kızgın olan. Bir numara sevgi dolu olan. Dört numara, kırgın. Beş numaraya henüz karar vermedim.”
“Ve bu da senin üçüncü numaran,” diyerek göz kırptım. “Lafı değiştirme taktiğin üçüncü numaralı kuralın değil mi?”
Güldüğünde çenemden makas aldı ve buzdolabına doğru ilerleyip yiyecek bir şeyler çıkardı. “Evet ama önemli bir görev değil, halledip döneceğiz.”
Kollarımı önümde bağladım. “Ben de geleceğim.
Tugay çıkardığı ekmeğin arasına kaşar peyniri ve salam koyarken, “Seni silahların arasına sokamam Avukat,” dedi. “Unut bunu.”
Ona doğru ilerleyip hemen yanına geçtim ve ekmeğin arasına yerleştirdiği salamı izledim. “Geleceğim,” dedim direterek. “Çünkü burada kalırsam aklım sizde olacak biliyorum.” Tugay hiçbir cevap vermeden ekmeğe zeytin ezmesi sürmeye başladı. “Sana diyorum, beni duyuyorsun değil mi?”
“Sence yeşil zeytin mi siyah zeytin mi?” Cevap vermemi beklemeden devam etti. “Ben yeşili daha çok seviyorum ama siyah zeytin saygıyı daha çok hak ediyor gibi.”
“Saygıyı neden hak etsin ki bir zeytin?” diye sordum merakla.
Tugay marulu sandviçin arasına sıkıştırırken, “Çünkü,” dedi düşünceli bir sesle. “Siyah zeytin ilk üretildiğinde onu üreten ağaç beş yüz sene yaşamış.” Gözlerim şaşkınlıkla kocaman açıldığında Tugay sandviçi kapattı ve eline alıp bana döndü. “Beş yüz sene boyunca zeytin üretmiş ama siyahmış. Sonra düşmanlar daha iyisini üretebileceklerini söylemişler ve…” Ekmeği ağzıma doğru uzattığında onu dinlerken kocaman bir ısırık aldım. “Yeşil zeytin üretilmiş. Ama o ağaçlar en fazla beş sene yaşayabiliyorlarmış.” Sandviçten bir ısırık daha aldırdığında heyecanla onu dinliyordum. “Siyah zeytin ağacı beş yüz sene sonunda öldüğünde ne olmuş biliyor musun?”
“Ne olmuş?” dedim merakla.
“Yerine yeşil zeytin ağacı çıkmış, yani doğa bu kez şansını yeşil zeytinden yana kullanmış. Bu yüzden siyah zeytin, zeytinlerin atasıdır ve saygıyı hak eder.” Sandviçten bir ısırık daha aldığımda elime tutuşturduğunu çok sonradan fark etmiştim. “Hikâye beni çok etkiledi, kararımı değiştiriyorum. En sevdiğim zeytin, siyah zeytin.”
“Ben de artık en çok onu seviyorum,” dedim art arda ısırıklar alırken. “Peki sen bunu nereden duydun? Ben hayatımda ilk kez böyle bir şey duyuyorum.”
Tugay kalçasını tezgâha yaslayıp kollarını önünde bağladığında gülümseyerek beni izledi. “Sevgili Avukat,” dedi içten bir sesle. “Bazen bir çocuk kadar masum olabiliyorsun.”
“Nasıl yani?” Sandviçteki son lokmayı mideme indirirken ağzım dolu dolu ona bakıyordum. “Bilmiyorum diye neden masum oldum ben?”
Gülmeye başladığında sağ eliyle ağzımın kenarındaki ekmek kırıntılarını temizledi. “Afiyet olsun canımın içi,” dedi gülümseyerek. “Hikâyeye gelince…” Geriye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha. Kaçıyormuş gibi geri geri giderken bozguna uğramıştım çünkü o an ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. “Tamamen benim uydurmam, siyah zeytin neden asil kabul edilsin ki?”
“Tugay,” dedim gözlerimi kocaman açıp ona doğru yürürken fakat o çoktan mutfaktan çıkmıştı. “Tugay!” dedim gür bir sesle merdivenlere doğru onunla yürüdüm. “Eğer bu akşam sizinle gelmezsem…”
“Beş numaralı ses tonu,” dedi dalga geçermiş gibi. “Çekici ve tehditvari.”
Merdivenleri tırmanırken peşinden onu takip ediyordum. “Tugay,” dedim ciddiyetle ve kolundan tutup çektim. Bakışları bana döndüğünde kaşlarım çatık, duruşum dikti. “Ben çok ciddiyim, bu gece ben de geliyorum ve eğer istemesen de gelebileceğimi çok iyi biliyorsun.”
Tugay büyük bir nefes verdi ve omzunu kaldırıp indirirken başını iki yana sallayarak, “Sevgili Avukat,” dedi. “Vazgeçmeyeceksin değil mi?”
“Hayır.”
Duraksadı ve sonrasında teslim oluyormuş gibi gülümsedi. “Ve sen. En başından beri her şeyinle sen, bana daima boyun eğdiren o kişisin. Söylesene, nasıl baş edeceğim ben seninle? Ya da baş etmek isteyecek miyim, bilmiyorum çünkü senin karşında boynumun kıldan bile ince olmasını da seviyorum.”
***
Ay, gökyüzünde yerini almıştı ve yanan Ada Hapishanesinin hemen arka tarafındaydık. Buraya gelmek için tuttuğumuz tekne dönüşte aynı yerde olsun diye içten içe dualar ediyordum çünkü etraf o kadar sessizdi ki kimsenin olmamasına anlam veremiyordum. Ada Hapishanesinin hemen arka tarafında denizin kıyısında küçük bir kulübe vardı. Krallık bütün bilgileri o kulübenin içinde saklıyordu ve içeriye girmek epey zordu. Kapıdaki şifreyi Tugay, Krallık belgelerinin arasından bulmuştu ama Ada Hapishanesini koruyan iki tane Krallık askeri olduğunu biliyorduk, nerede olduklarından ise emin değildik.
Tugay ve Gamze kulübenin önünde içeriye giren Marco ve Sinan’ı koruyordu. Sinan ise yol boyunca deniz tuttuğu için neredeyse kusacak duruma gelmişti, deniz korkusu olduğu için onu sakinleştirmekle uğraşmıştım. Gamze’nin çıtı çıkmıyordu, Marco da aynı şekilde hiçbir sohbete dahil olmuyordu. Sessiz bir yolculuk geçirmiştik, bulunduğumuz yer tamamen sessizdi ve bu bana kuzuların sessizliğini anımsatıyordu.
Beni Ada Hapishanesini gözetlemem için köşeye yerleştirmişlerdi, yanan hapishanenin içinde iki tane asker devriye geziyordu ve arada sırada onları görebiliyordum. Krallık, yeniden Ada Hapishanesine dönmemiz için bir neden bulamadığından olsa gerek güvenlik tedbirini az tutmuştu.
Fakat neredeyse yarım saattir buradaydık ve ne Marco’dan ne de Sinan’dan bir ses gelmiyordu. Uzaktan izlediğim Tugay ve Gamze de işkillenmiş olacak ki birbirlerine bakıp arada sırada içeriye başlarını eğiyorlardı ama birisi içeri girerse diğeri tek başına kulübeyi koruyamazdı, bunun da farkındalardı.
Tugay en sonunda kulaklıktan bir kez daha seslendi. “Hâlâ bulamadınız mı?”
Marco’nun öfkeli sesini işittim. “O kadar karanlık ve o kadar dosya var ki hiçbir şey bulamıyoruz.”
Tugay sesli bir şekilde nefesini verdi. Dakikalar birbirini kovalarken artık üşümeye başlamıştım ve buraya gelmemenin aslında çok daha iyi bir fikir olduğunu yeni fark ediyordum çünkü ayakta durdukça yara yerim ağrı yapmaya başlamıştı. Elimde bir silah vardı ama bir şey olursa onu kullanamayacak durumda olduğumu da biliyordum.
Gözlerim yeniden yanan Ada Hapishanesine yöneldiğinde burada geçen zamanlarımı düşündüm ve bunu düşünmek biraz da olsa ağrıyı unutmama neden oldu. Babam kanlı canlı en son burada görmüştüm, Tugay’la resmiyette ilk kez burada tanışmıştık, güneşi ilk gösterdiğim ve kâğıttan çiçeğimi ilk aldığım yer burasıydı. Mektuplar zihnimde dönüp duruyordu. Bir hapishane bana iyi hissettirmemeliydi ama Tugay bunu da başarmıştı.
Gözlerimi yeniden onlara doğru çevirdiğimde Tugay’ın beni izlediğini gördüm; sanki ne düşündüğümü anlamış gibi yüzünde bir gülümseme oluştu, o gülümseme bana binlerce umudu aşılayan cinstendi.
“Sevgili Avukat,” dedi Tugay kulaklıktan, diğerlerinin bizi dinlemesini umursamadan.
“Efendim?”
“Bana güneşi gösterdiğin günü hatırlıyor musun?”
“Evet.”
“Ben her sana baktığımda o gün gibi hissediyorum, söylemek istedim.”
Gülümsediğimde ve elim kalbime doğru gittiğinde Marco’nun homurdandığını işittim fakat Tugay böyleydi, onun için fark etmiyordu; en büyük savaşların ortasında bile daima yüzümü gülümsetecek bir şey yapabiliyordu.
“Buldum!” Marco’nun hevesli sesi kulaklarımıza doldu. “Sonunda buldum!” Birkaç adım sesinin ardından kulübenin kapısında göründü ve elindeki dosyayı kaldırıp Tugay’a gösterdi. Hemen arkasından Sinan çıktığında ikisi de kulübenin köşesine doğru ilerledi ve sayfalarını açarak aydınlıkta doğru belgeyi alıp almadıklarını anlamaya çalıştılar.
Fakat o anda bir kurşun sesi duyuldu, etrafıma baktığımda kimseyi göremedim ama başka bir kurşun sesi daha işittiğimizde Marco’nun acı dolu haykırışıyla sanki gök ikiye ayrıldı. Bakışlarım hızlıca o yöne döndüğünde Marco’nun vurulduğunu gördüm fakat sadece bu kadarla da sınırlı değildi, başka bir kurşun daha sıkıldığında Marco kendisini kurtarmak için diğer tarafa koştu ama dengesini sağlayamadığında hemen iskelenin yanından denize düştü.
Dudaklarımdan tiz bir çığlık sesi koptuğunda kulübenin alarmları ötmeye başladı ve Ada Hapishanesindeki iki askerin ışıkları bizim olduğumuz tarafa doğru döndü. Tugay ve Gamze ne yapacağını bilemezken iki asker onları isabet alarak kurşunlar sıkmaya başladı; onlar ise kulübenin sağ tarafına geçip kendilerini korumaya çalıştılar. Alarm o kadar gür bir şekilde ötüyordu ki kulaklarımı kapatma ihtiyacı hissediyordum.
Tam o esnada Sinan’ın, “Marco boğuluyor,” dediğini duydum. Kendimi tutamayıp öne doğru çıktığımda bu kez kurşun benim yanımdaki duvara isabet etti. Bir keskin nişancı olduğu kesindi ve iki asker durmaksızın Tugay ve Gamze’ye ateş ediyordu. “Marco boğuluyor!” diye bağırdı bir kez daha Sinan. Tek yapabildiği bağırmaktı çünkü su korkusu her şeyin üstündeydi ve bunu senelerdir aşamadığını çok iyi biliyordum.
“Ne yapacağız?” dedi Gamze, Tugay’a korkuyla. “Adım bile atamıyorum.”
“Avukat,” Tugay’ın sesi sakin ama bir o kadar da dikkatliydi. “Keskin nişancıyı görüyor musun?” Bir kurşun daha yanımdaki duvara isabet ettiğinde etrafıma dikkatli bir şekilde baktım ve Ada Hapishanesinin yanmayan kulesinde duran gölgeyi gördüm.
“Kulede!” dedim gür bir sesle, pantolonumun kemerinden çıkardığım silahıma şarjörümü koyarken. “Onu görebiliyorum.” Fakat bu silahla onu alt edebilmem imkânsızdı. Denizden çırpınma sesleri geliyor, Sinan sindiği duvarda Marco’ya bakıyordu. Tugay ve Gamze ise iki askeri indirmeye çalışıyorlardı.
Sindiğim duvarın köşesinden küçük adımlarla ilerledim ve Sinan’la Marco’yu görebileceğim bir noktaya geçtim. Tam o anda Marco’nun suyun içinde çırpındığını, bir kolunun havada kaldığını ve zorlukla nefes aldığını gördüm. Oraya gitsem keskin nişancı tarafından öldürüldüm, biliyordum ama o şekilde ölmesine de göz yumamazdım. “Marco,” diye mırıldandım sadece. “O boğuluyor.”
Sinan’ın bakışları omzunun üzerinden bana doğru döndü, gözlerimdeki korkuyu gördü ve ben de onun korkusuna şahit oldum. Derin bir nefes aldığında bakışlarını üzerimden çekti. Derin bir nefes daha aldı ve sanki kendisine düşünme fırsatı bile vermeden hızlı adımlar atıp kendisini denizin içine öyle bir attı ki dudaklarımdan kopan çığlık Tugay ve Gamze’nin de o tarafa dönmesine neden oldu.
Hayatımız boyunca bir kez olsun buna cesaret etmemişti, suyun yakınından bile geçmemişti çünkü ailesini boğularak kaybetmişti ama Sinan, bütün korkularına ve kayıplarına rağmen Marco’yu kurtarmak için denize atlamıştı. Eğer kurtaramazsa da beraber öleceklerdi, bunu çok iyi biliyordu.
Paragraf Yorumları