“Anne Liriope'nin doğurduğu kızı, Narcissus kâinatın en güzel kızlarından birisi olacakmış. Annesi onu bir kâhine götürmüş, kâhin ise Narcissus kendisini hiç görmezse uzun bir yaşam süreceğini söylemiş. Eğer kendisini görürse de ölebilir, hatta bir nergis çiçeğine dönüşebilirmiş.”
Elim Meryem'in saçlarında gezindi, gözleri uykuya direniyordu ama merakla da beni dinlemeye devam ediyordu, onun merakını gözlerinin içinden bile görebiliyordum.
“Narcissus,” dedim daha çok kendimden söz ediyormuş gibi. “Aptalmış biraz. Aslında sanıldığı da kadar güzel değilmiş ama körmüş de çünkü çocukluğundan beri çevresinde dönüp dolaşan Echo'yu hiç fark etmemiş.”
Meryem yutkunduğunda heyecanla gözlerini kırptı.
“Narcissus'un laneti, kendisini hiç görmemesi gerektiğiymiş, Echo'nun laneti ise sessizliğiymiş. Karşısındaki kişinin söylediği son cümleyi tekrar edebiliyormuş sadece ve doğru cümle kurulursa o lanet kalkarmış.”
Bakışlarım yatağın diğer yanındaki Sinan'a doğru kaydı, o da can kulağıyla beni dinliyordu, hatta gözlerinde de çok büyük bir merak vardı.
“Bir gün Narcissus, daha fazla kendini görememeye tahammül edememiş ve bir gölün yanına gitmiş.” Meryem yutkundu, korktuğu Narcissus'un başına kötü bir şey gelmesiydi. “Göle doğru eğilmiş ve...” Sinan'a baktığımda ellerini çenesine yerleştirip öne doğru eğildi, kaşları havadaydı.
Değiştir Eftalya, dedim kendi kendime. Kaderi değiştiremezsin ama Narcissus sen isen ilerlediği yolları değiştirerek onu da bu kötü kaderden döndürebilirsin.
“Ve göle baktığı an, yüzünün o kadar da güzel olmadığını fark etmiş hatta kendi annesinin, çevresindeki bütün kadınların bile ondan daha güzel olduğunu düşünmüş; annesi yalancıymış, çirkinliğini gizlemek için ona böyle bir yalan söylemiş. Sadece bu kadar da değil, Narcissus kendine baktıkça yüzünde, ellerinde, boynunda beyaz lekeler belirmeye başlamış, gitgide lekeleniyormuş.”
Meryem'in gözleri iri iriydi, öyle bir merakla bana bakıyordu ki uykuyu bile unutmuştu.
“Tam o esnada...” dedim Sinan'a bakıp gülümseyerek ve aynı karşılıkla Meryem'e yönelerek. “Bir el, kolunu tutmuş Narcissus'un ve onu gölün kenarından çekmiş.” Yutkunduğumda Meryem'in saçında olan ellerimi, üzeri kabuk bağlayan ellerine koydum, ardından ıslak pamukla oraları ıslatırken bir kez yutkundum. Ona iyi bakmamışlardı, elbet bakmayacaklardı ama fiziksel olarak daha fazla çökmüş, her yeri yara olmuştu. Daima masallarla uyutmaya çalıştığım kardeşimi kâbusların içinde yaşatmışlardı.
“Evet,” dedi Sinan, baskın bir sesle. “Sonra ne olmuş, söylesene? Merak ettim ben de.” O da çocuk gibiydi.
Kendime getirdiğinde başımı iki yana salladım ve gülümseyerek, “Kolunu tutan kişi Echo'ymuş,” dedim. “Onu gölün kenarından çektiğinde Narcissus'un bedeninin bir kısmı lekelerle kaplıymış ve utançla yüzünü kapatmış ama Echo buna izin vermemiş. Ellerini yüzünden çekmiş ilk önce, ardından gözlerinin içine bakmış. Narcissus o an görmüş ki sudaki yansımayla, onun gözlerinin içinde gördüğü yansıma aynı değilmiş, nasıl ki camdaki yansımayla aynadaki yansıma aynı değilse bu da öyleymiş.”
“Çok merak uyandırıcı,” dedi Sinan, Meryem'in uzanıp saçlarını okşarken. “Senden daha heyecanlıyım, ha?”
Meryem gözlerini kırptığında büyük bir merakla bana bakmaya devam etti.
“Echo'nun gözlerinin içinde gördüğü kadını beğenmeye, sevmeye, kabullenmeye başlamış; bu, Narcissus'un üzerindeki laneti yavaş yavaş kaldırmış. O an fark etmiş ki güzellik kendi gördüğümüz değil, başkalarının gözlerinin bizi nasıl gördüğüyle ilgiliymiş. Echo'nun onu güzel gören ela gözleri, Narcissus'un lanetini yok etmiş.”
Sustum. Echo'ya ne olduğunu merak ettiğini biliyordum.
Değiştir Eftalya, dedim bir kez daha kendi kendime. Kaderi değiştiremezsin belki ama Echo'ya doğru yolları gösterirsen onu kurtarabilirsin.
“Narcissus, Echo'nun yüzüne bakarken derin bir nefes almış, ardından,” gülümsedim, “ardından, seni seviyorum, diye fısıldamış, ela gözlerinden bir an bile olsun gözlerini ayırmazken.” Başımı omzuma doğru yatırdım. “Ve o an, Echo da Narcissus'un son söylediği cümleyi tekrar ettiğinde ve seni seviyorum dediğinde aslında onun da lanetini kıran, Narcissus'un onu sevmesiymiş çünkü Echo da kendisini olduğu gibi bir türlü sevemeyen bir adammış.” Büyük bir nefes verdiğimde elimi alnına yerleştirip ateşine baktım, düşmüştü. “O günden sonra ikisi beraber diyarın en güzel yerine gidip, her günü yılbaşıymış gibi kutlamışlar. Narcissus ne Nergis çiçeği olmuş ne de Echo toprağa karışmış. İkisi beraber sonsuza kadar mutlu bir hayat sürmüşler.”
Meryem'in gözlerinin içi bu mutlu son karşısında gülümsedi. Onun gözlerinde mutluluğu görmek bile benim hayata daha fazla bağlanmama neden olmuştu çünkü ailemdi, benimleydi ve yaşıyordu. Ne olursa olsun işte buradaydı, beraberdik. Onun için bütün mutsuzlukları mutluluklara dönüştürebilirdim, bu bizim hayatımız olsa bile. Gerçekçi olmaya hiç ama hiç gerek yoktu, Tugay'ın anlattığı benim nezdimde mutsuz bitiyordu.
Meryem gözlerini kapattığında ve birkaç dakika içinde uykuya daldığında ellerini, boynunu, kollarını, alnını bir kez daha pamukla temizledim ve Sinan'la göz göze geldiğimizde başıyla bana kalkalım işareti yaptı. Yatağın yanından kalkıp odadan dışarıya çıktığımızda geniş koridorda sadece ikimiz vardık.
Birkaç saniye birbirimize baktık, ardından derin bir nefes verip ona sarıldığımda ve başımı boynunun girintisine gömdüğümde o da bana sımsıkı sarıldı. Hiçbir şey söylemedik ve bu sarılma, senelerdir yan yana olduğumuzun bin katı kadar güçlü hislerle doluydu. “Teşekkür ederim,” diye mırıldandığımda kelimeleri telaffuz etmekte çok zorlanıyordum çünkü yorgundum fakat içimde buruk bir mutluluk da vardı. “Onu bana getirdiğiniz için.”
Tam altı kişinin idamına neden olmuştuk, birisi de ülkenin Başkan'ıydı. Halkın gözü önünde bu idamı gerçekleştirmiş, gözümüzü bile kırpmamış, herkese aslında Tugay'ın ölmediğini ve Eftalya Atalar'ın intikamını aldığını göstermiştik. Hem babası için hem annesi için hem belki de Başkan yüzünden ailesinden birilerini kaybedenler adına.
Bu idam hem kazanç hem de kaybedişle bize geri dönmüştü. Kazanmıştık çünkü Başkan artık yoktu, Meryem bizimleydi.
Kaybetmiştik çünkü Başkan'ın yerine gelen oğlu, Başkan'dan daha acımasızdı ve Nida ortalarda yoktu.
“Aslında TDÇ ile birlik olunca iyi bir ikili olduk,” dedi Sinan ağzının içinde geveleyerek. “Ne kadar birbirimizden hoşlanmasak da. Hatta ikizi her an beni öldürecekmiş gibi baksa da.” Yutkundu ve eli saçlarına doğru gitti. “Haklılığı yüzünden hiçbir şey yapamıyorum da. Defne'nin ölümünü...” Çenesi keskinleştiğinde gözlerini kapattı ve geri açtığında, “Her neyse,” dedi. “Şimdi benim iç hesaplaşmalarım hakkında konuşmamız yersiz.”
Defne'nin ölmediğini bilmiyordu. Giray ve Sinan'ı o yaşananlardan sonra aynı odanın içinde görmek bile imkânsızken aynı görevi sırtlanmışlardı. Sebebinin Tugay'ın kuralları olduğunu anlayabiliyordum ama gerçekten Defne ölseydi, Giray'ın Sinan'ı öldüreceğinden adım kadar emindim. Ve belki de hâlâ öldürmek istiyordu, henüz ikisinin yüzleşmesine denk gelememiştim.
“Tugay'ın senden hoşlanmadığını düşünmüyorum,” dedim yüzümü ekşiterek.
“Bilmiyorum,” dediğinde omzunu indirip kaldırdı. “Başkan'ı kıskıvrak yakaladık ve yakaladığımız yerde Meryem de vardı, Nida ise yoktu. Ben bile ondan daha fazla dağılmış olabilirim ama onun yüzünde rüzgâr bile esmedi.” Yutkunduğumda içinde kopan fırtınaları tahmin etmesi bile zordu, başkaları onun yüzünde rüzgâr bile esmediğini düşünüyordu. “Tek kelime etmedi, bir şeyler söylediğimde de dinliyormuş gibi değildi. Sonrasında plan nasılsa o şekilde ilerledik, bocalamadı. Hapishanenin insanı ruhsuzlaştırdığını askeriyede söylerlerdi fakat bu kadarı çok fazlaymış.”
Hem haklıydı, onun açısından hem de haksızdı, tanımamasıyla. “İçinde neler yaşadığını bilemeyiz elbet,” dedim açık uçlu konuşarak. “Ve Meryem'in hali hiç iyi değil, Sinan.” Yutkunduğumda başımı iki yana salladım. “Her yeri yara içinde, yemek bile yedirmemişler doğru düzgün. Onu iyi bir doktora götürmemiz gerekiyor ama bu şekilde doktorun yanına bile gidemeyiz, resmen köşeye sıkıştık. Nasıl yapacağız?”
Sinan derin bir nefes verdikten sonra, “Buluruz bir yolunu,” dedi. “Halledeceğim ben.” Eli omuzlarıma tutundu. “Uyumak ister misin? Çok yorgun görünüyorsun.” Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Eftal,” dedi, omzumu sıvazlayarak. “Konuşalım seninle uzun uzun, nasılsın, için nasıl, kalbin nasıl, merak ediyorum. Eskiden daha berraktın, şimdi seni göremiyorum. Acını bile içinde yaşıyor gibisin.”
“Belki de acıya alışmışımdır,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Durup da uzun uzun dertleşmeye çok ihtiyacım var ama hayatımız buna pek fırsat vermiyor gibi.” Başımı kapıya doğru çevirdiğimde uyuyan Meryem'e baktım. “Bundan birkaç sene öncesini düşünüyorum da bu halimiz çok tuhaf. O zamanlar ödüllü bir avukattım, şimdi katil bir vatan hainiyim.” Kendimi gizlemeye çalıştım ama imkânsızdı. “Gerçi o zaman da Adnan Atalar'ın kızı olmak dışlanmama neden oluyordu ama en azından,” ona bakıp hafifçe omzuna vurdum, gülümsedi, “oturup da seninle dertleşebilir, gülebilirdik.”
“Gelir mi bir daha o günler?” diye sordu, inançla.
“Bilmem,” dediğimde ben de inançlı olmaya çalıştım. “Gelirse de biz aynı insanlar olur muyuz, meçhul.”
“Hadi ama Eftal,” dedi ardından beni kolunun altına çekip saçlarımı karıştırdı. “Bırak bu lafları, sen hâlâ benimle futbol maçı yapan o kız çocuğusun. O zamanlardan belliydi senin bu hallerin, liderliğin. Koskoca takıma kaptan olmak isterdin, kadınsın diye dışlandığında erkeklere taş atardın. Döneriz biz yine eskiye.”
Gülmeye başladığımda, “Çünkü kızlar benimle oynamıyordu,” dedim. “Ve ben futbolda gayet iyiyimdir, dostum.”
Sinan elini saçlarımdan çekti.
“İyisin tabii,” dedi nefesini vererek. “Sen her konuda iyisin, Eftal.”
Kolumu onun beline doladığımda, “Başkan'ı nasıl yakaladığınızı anlatacak mısın?” diye sordum. “Yoksa gizemli takılmaya devam mı?”
Sinan, alayla güldü. “Canım, bunları sana sonra bir asker hikâyesi gibi saatlerce anlatmayacağımı düşündüren nedir?”
Gözlerimi devirdim. “Bittim ben, beş saat şöyle vurdum, böyle dövdüm, bir de bu tarafa yatırdım...” Gülmeye başladığımızda Sinan kafamı göğsüne doğru çekti ve gülmeye devam ettik. Geri çekildiğimde saçlarımı düzelttim ve yüzüne baktım. O da bana baktığında gözlerindeki o neşeyi özlemiştim. “Hiç pişman olmadım,” dedim. “Sana güvendiğim ve koruduğum için.” Yüzüne mutsuzluk çöktü. “Ve sen de hiç üzülme çünkü bir nedenin olmasa yapmayacağını biliyorum ben.” Başını salladı ama inançsızdı. “Yine olsa yine korurum seni çünkü…” Göz kırptım. “…sen de benim ailemsin, çocukluk arkadaşımsın, çoğu zaman abimdin, bazı zamanlar erkek kardeşimdin, tek dostumsun ve yoldaşımsın. Başkaları için korumasın, benim için birçok şeysin.”
Her kelimede Sinan'ın gözlerindeki ifade değişti ama ne düşündüğünü anlayamadım. “Sen de Eftal,” dedi sadece. “Sen de birçok şeysin benim için ve söz veriyorum, bir daha seni aynı duruma düşürmeyeceğim.”
Başımı salladım, asker selamı verdim ve en nefret ettiği hareketi yapıp yanağından makas aldığımda gülmeye başladım, o ise sinirle nefesini verip saçlarımı daha sert bir şekilde karıştırmaya başladı. Merdivenlerden sarılarak ve gülerek indiğimizde onu çok özlediğimi yürekten hissediyordum; yeri öyle bir ayrıydı ki bir gün onu da kaybedersem boşluğunun verdiği hisle nasıl ilerlerdim bilemezdim çünkü babam olmadan da nasıl ilerliyordum, anlamıyordum.
Salona girdiğimizde yüzümdeki gülümsemeyle etrafa baktım ve masada oturanları gördüm. Kolum Sinan'ın beline sarılıydı, o da bana kolunu atmıştı.
Giray ve Marco masanın iki yanında oturuyordu.
Tugay ise baştaki sandalyedeydi.
Üçünün bakışları da bize döndüğünde Giray, Sinan'ı gördüğü an öfkeyle nefesini verdi, birkaç kez boynunu çıtlattı ve yüzünü çevirdi. İçinde yaşattığı öfke öyle bir dışarıya taşıyordu ki tahammül etmesi bile zordu.
Marco yine rahat bir pozisyondaydı fakat onun da yüzünde öfkeli bir ifade vardı.
Tugay'ın ise gözlerinin içine baktığım an mutsuzluğunu hissettim; Sinan ve diğerleri bunu nasıl görmezdi anlamıyordum ama ben görüyordum işte. Öyle mutsuzdu ki dışarıya taşıyordu fakat yine ve yine, beni gördüğü an gülümsedi. Her zaman olduğu gibi yüzündeki gülümseme beni gördüğü an ortaya çıktı.
Üzerinde siyah atlet, altında ise siyah bir eşofman vardı, protez kolu tamamen ortadaydı. Saçları nemliydi, duştan çıkmıştı, eve geleli üç saatten fazla olmuştu ve ben Meryem'le vakit geçirdiğim için onun yanına uğrayamamıştım.
Gözleri Sinan'a kaydığında kısıldı, başım Sinan'ın omzuna yaslıydı. Tugay burnunu çektiğinde bakışları yeniden masaya yöneldi; Sinan'a güvenmese bütün bunların ortasına onu yerleştirmezdi, anlayabiliyordum ama yine de ona olan güveninin altında bile ben olabileceğimi düşünüyordum.
Masaya doğru ilerlediğimde artık herkes rol yaptığımızın farkındaydı. Giray ve Tugay hiç düşman olmamıştı, Sinan hiç kaçmamıştı, Tugay aslında beni öldürmeyecekti. Diğerleri bir yana Marco da bütün bunlara kanan kişiydi ve yüzündeki öfkeyi şimdi daha net anlayabiliyordum.
“Dinliyorum,” dedi Marco, Tugay'a dönerek. “Bana geçerli bir sebep ver.”
Sinan'dan uzaklaşıp Tugay'ın olduğu tarafa doğru yürüdüğümde sandalyeyi çekip onun soluna oturdum, Sinan ise arkamda, Giray'ın onu göremeyeceği bir yerde ayakta kaldı.
Tugay bacağını histerik bir şekilde sallıyor, sağ elini açıp açıp kapatıyordu. Stres altında olduğunun farkındaydım fakat nedeni kesinlikle Marco değildi.
“Geçerli bir sebebim yok,” dedi Tugay net bir sesle ve önündeki viski bardağını kafasına dikti, yanındaki sigarasından da bir duman aldı. “Bu hayatta güvendiğim iki insan var, onların ikisiyle bu yolda ilerledim.”
Marco burnundan keskin bir nefes verdi, elini masaya sertçe koyduğunda öne doğru eğilip Tugay'a yaklaştı. “Sen bir baksana benim yüzüme,” dedi sert bir sesle. “Ben kimim?” Tugay gözlerini kapatıp nefesini verdi. “Ölüm Timi'nin lideriyim ve artık kurucusuyum,” dediğinde sesindeki öfke buz gibiydi. “Bunun anlamını ikimiz de çok net biliyoruz bence. Siktiğimin savaşında beni yanında tutup güvenmiyorum diyerek oyunlarına dahil etmemezlik yapamazsın, senin hayatını karartırım ve kimseden korkmayacağımı biliyorsun. Senden bile.” Masanın üzerindeki eli yumruk oldu. “Kim olduğumu unuttuysan yüzümdeki bıçak izine bak, güven için açıldı bu yara.”
Elimi Tugay'ın histerik bir şekilde sallanan bacağına yerleştirdiğimde titremesi durdu, gözlerini açıp elime baktı ve başını çevirdiğinde Marco'yla göz göze geldi. “Benim artık kimseye güvenim yok,” dedi tek bir cümleyle. “Ve sen değil miydin bu savaştan uzak kalmak isteyen?”
“Ama görüyorsun ki buradayım,” dedi Marco. “Ve senin götünü son günlerde toplayan da bendim.”
“Öncesinde neredeydin, Ölüm Timi Kurucusu? Geç kalmadın mı?” diye sordu Tugay tek kaşını kaldırarak. Marco sessiz kaldı. “Her neyse, bunları konuşmak anlamsız. Zaten öğrenecektin ve öğrendin de herkesle beraber.”
“Herkes dediğin siktiğimin örgüt üyeleri mi?” diye sorduğunda dişlerini sıkıyordu. “Hapishane gerçekten seni duygusuz bir şerefsize dönüştürmüş, sadece kazanmak için çabalayan öylesine bir adamsın. Bu yüzden de tek başına kalmak için çaba veriyorsun. Adam öldürme makinesi.”
“Hey,” diye çıkıştığımda daha fazla dayanamamıştım. “Abartıyorsun.”
Marco beni duymazdan gelip Tugay'a bakmaya devam etti. “Sürekli tetiktesin,” dedi. “Yanında ben varken bile elin silahın üzerinde, sırtını yürürken bana dönmüyorsun...”
“Bana da dönmüyor,” dedi Giray dakikalar sonra, hayır o da bunu yapamazdı.
Marco güldü. “İkizine bile sırtını dönmüyorsun. Önüne koyulan hiçbir yemeği, hiçbir suyu içmiyorsun, bizim sürdüğümüz arabaya bile binmeye çekiniyorsun. Senin ruhun nerede ulan?” Marco sanki günlerdir içinde tuttuklarının patlamasını yaşatıyordu. “Ne yaptılar sana? Her ne yaptılarsa duygusuz bir adama...”
“Yeter,” diye yüksek bir sesle onu engellediğimde ben de onun gibi elimi sertçe masaya koydum. “Neyse ne, öyleymiş böyleymiş, sırtını dönmüyormuş, silahını tutuyormuş, su içmiyormuş. Böyle rahat demek ki, oturup bunu mu tartışacağız?”
“Avukat,” dedi Marco bana sert bir sesle. “Sen karışma.”
“Marco!” Tugay'ın uyarıcı ses tonu.
Bu kez sözü Giray aldı. “Henüz yeni hapishaneden çıktı,” dedi Marco'ya bakarak. “Bunlar çok normal, ayrıca...”
“Hapishane beni siktiğimin duygusuz bir katiline dönüştürdü.” Tugay, Giray'ın lafını bıçak gibi kesti ve ikisine baktı, hapishanedeyken en korktuğu cümleler, kâbusları şimdi ona yönlendiriliyordu. Bana bahsettiği zaaflarından onu vuruyorlardı ve o zaaflarını bir tek ben biliyordum. “Bir piç oldum, hiçbir şey hissetmiyorum çoğu zaman, daima tetikteyim, herkes bir tehdit gibi, ayrıca bir şeylere ayak uydurmakta da zorlanıyorum. Zamanın gerisinde cahil bir adamım ben şu an. Bir hayvan gibiyim, eğitildiğimi de unuttum. Bu şekilde duracaksanız durun, durmayacaksanız gidebilirsiniz, ben buyum.”
Marco ve Giray birbirine baktığında Giray, “En azından bana,” dedi ona doğru yaklaşarak. “Bana karşı böyle olma. Kardeşinim senin, sarıldığımda bile sırtın geriliyor bir şey saplayacağım diye.”
Tugay başını önüne eğdiğinde art arda nefesler verdi, çenesi kasıldı ve o an, utandığını hissettim. Daha fazla konuşulmaması gerekiyordu, bunu onun yüzüne vurmamaları gerekiyordu. Onu anlamıyorlardı çünkü o hapishanede üç gün bile geçirmemişlerdi.
Tugay başını kaldırdığında gülümsemeye çalıştı, bacağı yeniden titremeye başladığında ise destek olmak istermiş gibi sıkıca tuttum. “Seninle bir alakası yok,” dedi Giray'a. “Sadece alışkanlık. Tuhaf alışkanlıklarım oluştu.” Avcunun içinde sigara söndürmek gibi. Masum bir şekilde, “Dikkat,” dedi, ardından boğazını temizledi. “Dikkat ederim bundan sonra söz, sen sarıl yine de kaçma.”
Ne kadar anladığımı düşünsem de o kadar anlayamazdım çünkü yaşayan kendisiydi. Ben gördüğüm kadarını bilirdim, gördüğüm kadarına inanırdım. Belki de onunla o hapishanede tanışmasaydık bana karşı da bu şekilde olacaktı; orada tanışmamız, o iğrenç yerde yollarımızın gerçekten kesişmesi, onu sırtından vurmayacağıma inandırmıştı. Çünkü biliyordu, istesem orada vururdum.
Bakışları Marco'ya döndü. “Ve sen de kendi kardeşine bile sırtını dönmekte zorlanan bir adama akıl vermekten vazgeç.”
Marco'nun bakışları bana döndü, ardından Giray'a baktı ve en sonunda Tugay'la göz göze geldiğinde, “Bir kez daha bunu yaparsan,” dedi. “Ben yokum.”
Tugay hiçbir şey söylemedi ama Marco'yu onaylamış anlamına geliyordu. Yüzünde hâlâ bir değişiklik yoktu, işte Sinan'ın gördükleri de bunlardı ama ben içinde nasıl savaşlar verdiğini şu an biliyordum; bilmek de beni mahvediyordu.
“Televizyona bakın,” dedi Sinan, ardından kumandayla sesi açtı.
Alt başlık öyle trajikomikti ki kendimi tutamayıp gülmeye başladım.
SUÇ KRALI VE SUÇ KRALİÇESİ VATANA İHANET ETTİ!
Daha sesli bir şekilde gülmeye başladığımda sinirlerim bozulmuştu, herkes bana baktığında Tugay neye güldüğümü biliyordu. “Sanırım,” dedim Tugay'a doğru. “Ben de her eve lazım bir Suç Kraliçesi’yim artık.”
Tugay da kendini tutamayıp güldüğünde diğerleri delirmişiz gibi bizi izledi. “Yok,” dedi Tugay. “Sen sadece bana lazımsın.”
O sırada spikerin sesi aramıza girdi, o görüntüler ekrana geldi. Tugay başındaki kar maskesini çıkarıyordu ve ben o an sadece ne kadar nefes kesici olduğunu düşünüyordum. Gözlerimi ekrandaki gözlerinden ayırmazken o birisine bakıp gülümsüyordu, gülümserken gözlerinin içi de gülüyordu, hatta daha fazlası. Bana bakarken o bakışları biliyordum ama şimdi televizyon ekranından izlemek çok daha fazlasını görmeme neden olmuştu.
O sanki bana...
O sanki bana âşık gibi bakıyordu.
Görüntüye ben geldim ve aynı gülümseme bende de vardı. Sonrası ikimizin acımasızlıklarıyla devam etti, altı idamın ardından ise gülüşlerimiz birbirine karışmıştı. Yukarıdaydık, bizi destekleyenler alkışlıyordu ve biz o an belki onlara göre en kötü planlarımızı gerçekleştirip gülüyorduk fakat aslında tek yaptığımız havai fişekler hakkında konuşmaktı.
Biz zaten en acımasız anlarda en tuhaf davranışlarımızla meşhurduk.
Görüntüde elimin tersini öptü ve o anda durdurdular, spikerin gözleri kocaman açıktı. “Bu iki kişi,” dedi sesi titrerken. “Bu iki vatan haini, Başkan'ı öldürdüler. Bir ülkenin Başkan'ı halkının gözü önünde idam edildi! Acımasızca!” Gözlerinden yaşlar akmaya başladığında yüzümü buruşturdum. “Ülkemizin itibarı ayaklar altına alındı.” Ülke zaten başka ülkeler tarafından satın alınmıştı ve bunu bilmiyormuş gibi davranıyorlardı. “Halk, Başkan'ın ölümü için sokaklara döküldü, yollara karanfiller bırakmaya başladılar.” Görüntüler sokaklara döndüğünde her yerdeki alevleri, terk edilmiş evleri, parçalanmış arabaları gördüm. Bütün o keşmekeşin ortasında elbet karanfiller olurdu, biz o karanfillerdik aslında.
“Ne boş yaptın be,” dedi Marco kusar gibi bir ses çıkararak. “Altı üstü astık öldü, alışıksınız siz.”
“Drama yapıp halkın sempatisini kazanmaya çalışacaklar,” dedi Sinan. Giray, o konuştuğu an başını çevirip baktı, ardından benimle göz göze geldiğinde yeniden televizyona döndü. Sanki senin için susuyorum dermiş gibi.
“Başkan'ın ölümünün ardından yeni kurallar tamamen yürürlüğe girdi ve karşı çıkan herkesin de yargılanacağı tasdiklendi.” Tugay'ın ağzının içinde bir küfür yuvarlandı. “Özellikle erkek çocuklarının Krallık'a emanet edilmesi konusunda bir kez daha uyarıyor, ardından hamile olan kadınlarımızı Krallık'ın hastanelerine davet ediyoruz. Üç gün içerisinde bunlar gerçekleşmezse maalesef ki kolluk kuvvetleri emirlerle kuralları yerine getirecek.” Spiker elindeki peçeteyle gözlerini sildi. “Bütün bunlar gururlu Krallık'ımızın soyunun devam etmesi ve diğer ülkelerin karşısında güçlü bir şekilde durmamız için. Yeterince kan kaybetmiş bir ülkeyiz, kendi içimizde toparlanıp birbirimize destek sağlamadan ayağa kalkamayız. Herkes bilmeli ki Krallık hiçbir zaman bitmeyecek ve her zaman kazandığı gibi bu kez ülkedeki kangren kollardan da kurtulup yoluna devam edecek.”
“Orospu çocukları,” dedi Giray son cümlede yapılan imayla. “Bildiğiniz küçücük çocukları BL için silah gibi kullanacaklar, onları bizimle savaştıracaklar çünkü Tugay'ın onlara zarar vermeyeceğinden eminler.” Giray ellerini saçlarına geçirdi. “Bu soktuğumun kararlarını da o X denilen şerefsizin bulduğuna eminim, Başkan'da bu zekâ yoktu.”
Spiker yeniden konuşmaya başladı. “Ekonomik açıdan hiçbir sıkıntı yaşamamakla birlikte kemerleri sıkmamız gerekiyor çünkü olası bir başka ülkenin bize savaş açmasıyla mühimmatlarımız da bitebilir. Bu yüzden süt, peynir, ekmek gibi ürünler sadece haftada bir kez verilecek ve idareli olarak kullanılacak.”
“Ne?” dedim acıyla. “O evlerde çocuklar var, bu acımasızlık.”
“Artık yok,” dedi Marco. “Çünkü erkekleri kendileri alacak; eğitmek ve adamları yapmak için, kadınları ise ya hizmetçileri yapacaklar ya da eşleri. Değiştiremediklerini artık zorlukla kendi emirleri altına alacaklar. Kısacası,” kaşlarını kaldırdı. “Avukat olduğun için anlayacağın dilden konuşuyorum: artık hukuk yok, siktiler; şu an eğer hâlâ bir avukat olsaydın çoktan asılmıştın çünkü Adnan Atalar'ın kızısın.”
Tugay yutkunduğunda haklılığından dolayı herkes sessizleşti. Arada sırada düşündüğüm eğer BL Örgütüne dahil olmasaydım ne olacağı senaryosu şimdi açığa çıkmıştı: Çoktan ölmüş bir kadın olacaktım.
“Ne yapacağız?” diye sordum sadece. Marco'nun da Giray'ın da bakışları Tugay'a döndü ama Tugay'ın gözleri televizyondaydı. “Yani biz Krallık'la savaşıyorduk fakat şimdi yaptıkları...”
“Şimdi yaptıkları Krallık'la beraber masum halkla da savaştırmak.” Tugay cümlemi tamamladı. “Kadınların sadece bebeklerini almayacaklar, 'kendilerinden olmayan' bütün kadınların doğurganlığını yok edecekler çünkü bir tek kendilerinden olanlar üresinler istiyorlar. İşte bunu da yanlarına aldıkları kız çocuklarını belirli bir yaşa getirdikten sonra gerçekleştirecekler.” Kan akışımın bile durduğunu hissediyordum. “Erkek çocukları ise yaşı fark etmeksizin silahlanacak. Bir anda bir çatışma ortasında karşınıza on iki on üç yaşında bir erkek çocuğu çıkabilir.” Marco'ya ve Giray'a baktı. “O çocuğa silah sıkamazsınız çünkü çocuk ama sonucunda ne olur? Siz ölürsünüz.” Dişlerini sıktı. “Bütün bunların dışında bizi destekleyenlerle desteklemeyenler de zaten birbiriyle savaş içerisinde olacak. Hukukla beraber her şey bitti. Birisi birini öldürdüğünde artık polise gidemeyecek çünkü açıkça söylemeseler de artık cinayet de serbest. Yani güzelim, senin söylediğin gibi bizim artık düşmanımız halk. En kötüsü.”
Sessizlik oldu. Hepimiz buz kesmiştik çünkü asıl köşeye sıkışmak bu demekti. Bir gün karşımda silah doğrulttuğum kişi on bir on iki yaşında bir erkek çocuğu olursa onu asla vuramazdım, bunu çok iyi biliyordum. Ama o beni emir aldığı için direkt öldürürdü.
“Bu kadarını nereden biliyorsun?” diye sordu Giray, kaşlarını kaldırarak.
Tugay çenesini havaya kaldırdı. “Duygusuz bir piç olma aşamasında onlarla çok zaman geçirdim, dillerini bilmiyordum, öğrenmek zorunda kaldım.”
Yine sessizlik oldu, bu kez acıtan cinstendi.
“Hapishane dedikleri ne o halde?” dedi Sinan.
“Büyük ihtimal cesetleri oraya atarlar,” dedi Tugay rahat bir sesle. “Dolup taştıktan sonra da yakarlar. Ya da kendilerinin gizli ini de olabilir, ihtimal dahilinde. Tek bildiğim artık bir hâkim karşısına bile çıkılmayacağı.” Alayla güldü. “Şanslıymışım, aptal Krallık yasalarıyla yargılanmışım.”
Elim enseme doğru gitti ve ovuşturduğumda başıma şiddetli bir ağrı girmişti. “Bu çok acımasızca.”
“Savaşta merhamete ve vicdana yer yoktur,” diyen Tugay sesindeki merhameti silememişti. “Çünkü ne kadar merhamet gösterirsen o kadar kaybedersin, ne kadar vicdanını dinlersen o kadar sustururlar seni.” Duruşunu dikleştirdi, ellerini masanın üzerine koydu. “Bunu deneyimleyecek kadar hapishanede kaldım ama aksini savunarak savaşmaya çalıştım.”
“Sana bir silah doğrultuluyorsa ve o silah doluysa doğrultan kişiye değil, namlunun ucuna odaklan, der Ölüm Timi.” Marco, parmaklarıyla masada ritim yaptı. “Kısacası onların acımasız olduğu kadar biz de acımasız olacağız.”
“Yani sen,” dedim Marco'ya. “Karşında on iki yaşında bir erkek çocuğu dursa onu öldürebileceğini mi söylüyorsun?”
“Ben de on iki yaşındaydım, karşımdaki kocaman adamlarla savaştım, ben vurmasam onlar beni vuracaktı.”
“Bu sorumu cevaplamıyor,” diyerek tepki verdim. “Bana bir cevap ver.”
“Yüzünde maske olan herkesi vururum ben,” dedi bu kez.
“Marco,” dedim sesimi yükselterek. “On iki yaşında bir çocuğu öldürebilir misin, öldüremez misin? Buna cevap ver!”
Marco yine sorumu cevapsız bırakıp, “İşte tam olarak istedikleri de bu,” dedi başını sallayarak. “Zaten bu şekilde en başından kaybettik biz.”
“Biz de askeriyeye gittiğimizde küçük çocuklardık,” dedi Sinan, Giray'a bakarak. “Krallık tarafından eğitildik ve bize öğretilen ne olursa olsun kendinden olmayanı öldürmektir. O çocukların da beyni bu şekilde yıkanacak. Bir süreden sonra zaten sadece makineye dönüyorlar ve...”
“Siz kafayı mı yediniz?” dedim Sinan'a. “Ne anlatıyorsunuz? O çocukları öldürmek...”
“Öldürmek mi yoksa,” dedi Tugay lafımı yarıda keserek. “Onları yanımıza çekmek mi?” Dudaklarım aralıklı ona baktım, gözleri gözlerimle buluştu. “Beyinleri yıkananlar elbet olur ama yıkanmayanlar da olacak, Sinan gibi.” Çenesiyle onu işaret etti. “Kendilerinden sanacaklar ama biz çoktan o çocukları yanımıza çekeceğiz, en azından bir kısmını kurtarabiliriz bu şekilde. Madem çıkar yol olmaksızın savaşacaklar, günü geldiğinde hepsi bizimle olsun.” Giray'a döndü. “Askeriyedeki adamlarımızla konuş, her eğitim koğuşuna bir tane bizden adam koysunlar, onlar yönlendirsin. Zaten çoğu çocuk Krallık'ı sevmiyor.”
“Peki ya kız çocukları?” dedim. “Peki ya aç kalacak insanlar? Hamile kadınlar? Terk edilmiş aileler, yaşlılar...”
“Eftal,” dedi Sinan elini omzuma koyarak. “Bu bir savaş...”
Bakışlarımı Tugay'a çevirdim. “Onlar için hiçbir şey yapamaz mıyız?”
Dudakları aralandı, bir şey söyleyecekti fakat sonrasında vazgeçtiğinde dudaklarını birbirine bastırıp Sinan gibi, “Bu bir savaş, güzelim,” dedi net bir sesle. “Ve savaşta kurtarmak yerine ilk önce kurtulmaya çalışırsın, ardından başkalarını da kurtarırsın. Hepsine yetişemeyiz.”
Maalesef ki haklıydı. Gerçekten haklıydı ama empati kurduğum zaman kalbim sızlıyordu. “Kız çocuklarını biz yanımıza alıp eğitsek?” diye mırıldandım.
“Hangi birini alacağız?” dedi Marco. “Ülkenin nüfusunun farkında mısın? Kaç tane şehir olduğunun? Uyan artık Avukat, sen bir Suç Kraliçesi’sin, en vicdansız sen olmalısın.”
Kaşlarım çatıldığında televizyon ekranına X'in görüntüsü verildi, ardından yanına bir bildirisi.
“Sevgili babamın ölümünü yürekten hissediyor, acımı paylaşan herkese minnetlerimi iletiyorum. Bilinmelidir ki Krallık artık sadece yüreğimde değil; sözlerimde, yeminlerimde ve yollarımdadır. Bu ülkeyi yeniden ayağa kaldırmak için çabalayacak, kangren olan kolları kesmekten bir an bile çekinmeyeceğim. Yardım nidalarına bile kulak vermeyecek, bu iç savaşı çıkaranların yolun sonunda yargılanmaları için elimden geleni yapacağım.”
YENİ BAŞKAN
ÜNAL ULUSOYLU
Adı Ünal'dı öğrenmiş olduk ve aslında babasının ölümüne yataklık hazırlayan da oydu. Bunu son dakika öğrenmiştik, aslında Tugay'ı ve Sinan'ı engelleyecek gücü vardı ama o engellemek yerine babasının ölmesini istemişti çünkü ülkenin başına geçip aslında ülkede katliamı hazırlamak planları arasındaydı. Bütün bu çıkan kurallardan ne kadar acımasız olduğunu anlamak zor değildi.
Ama bu bildiride dikkatimi, dikkatimizi çeken tek bir kelime vardı.
Nida.
Tugay'ın sağ eli yumruk olduğunda Giray hiddetle ayağa kalkıp ellerini saçına geçirdi. “Sikeyim,” dedi acıyla. “Sikeyim, Nida'ya bir şey yaptı.” Bakışları Tugay'a döndüğünde Tugay'ın yumruk yaptığı elinin titrediğini gördüm. “Ya öldürecek ya da öldürdü, bize mesaj veriyor.” Giray'ın sesi titrediğinde öyle fevriydi ki direkt silahların olduğu dolaba doğru ilerledi ama önüne geçip engelleyen kişi Marco'ydu.
“Sakin ol,” dedi omuzlarından hafifçe itekleyerek. “Ne yaparsan yap şu an Nida'ya daha fazla zarar verirsin.”
Tugay gözlerini kapattığında, “Tugay,” diye fısıldadım ona doğru.
“Nida'ya ulaşmam gerek,” diye fısıldadı, onun da sesi titriyordu, Tugay'ın sesi öyle kolay titremezdi. “Ona ulaşmam, sesini duymam gerek.”
“Tugay,” dedi Giray öfkeyle ve acıyla. “Ne yapacağız, bir şey söyle.”
“Onun sesini duymam gerek,” diyen Tugay'ın sesinde öyle bir çaresizlik vardı ki başka bir çaresizlik buna benzemezdi. “Sesini duymam, yüzünü görmem gerek. Ölmediğini bilmem gerek. Ölmediğini bilmem gerek. Ölmediğini bilmem gerek...”
“Ona nasıl...” Gözlerim açıldığında oturduğum sandalyeden öyle bir kalktım ve masanın diğer ucundaki bilgisayarı aldım ki hiç bu kadar hızlı olmamıştım. Maillerime girdiğimde bütün o nefret ve övgü mesajlarının arasında X'in bana attığı maili buldum. Ekranı Tugay'a çevirdiğimde hemen arkamıza gelen kişi Giray'dan başka kimse değildi.
Tugay maili okurken titreyen eliyle ekranı kaydırdı ve mailin sonuna geldiğinde, tereddüt etmeden çok kısa bir yanıt verdi.
“Nida'yı bana göster.
Hemen.
Ne istiyorsan bunun üzerinde konuşacağız.”
TDÇ
“Maili atma nedeni bu günler için.” Marco'nun sesinde kocaman bir nefret vardı. “Bu orospu çocuğu düşündüğünüzden daha zeki, daha acımasız, daha psikopat. Onun en yakınıydım ve bildiğim kadarıyla...”
“Nasıl en yakınıydın?” Şaşkınlıkla ona baktım.
Marco hızlı bir şekilde cevap verdi. “O, babasına karşı gelmek için Ölüm Timi'ndeydi ve sonra hain olduğunu öğrendik. Büyük ihtimal BL Örgütündeki hainle işbirliği yapan da X.”
Tugay gözlerini bilgisayar ekranından ayırmazken ben büyük bir şaşkınlıkla Marco'nun yüzüne bakıyordum. Cevap vermek için dudaklarım aralandığında bilgisayardan ses yükseldi ve maile cevap geldi, düşündüğümden daha hızlı. Tugay direkt maili açtı.
Bir numara vermişti, altında ise kısa bir mesaj vardı.
“Beni bu numaradan yarım saat sonra ara.
Öpüyorum gözlerinden.
Aman ayrılık getirmesin. :)”
X
“Şerefini siktiğim.” Giray öyle sert şekilde bilgisayarın ekranını kapattı ki, neredeyse fırlatıp atacaktı.
Birkaç dakika sonra Tugay ayağa kalktı ve “Ben,” dedi etrafına bakarak, hiçbirimizle göz teması kurmadı. “Ben hazırlanayım, Nida beni görecek. Ben…” Korkuyla yutkundu. “Ben geliyorum.”
Salondan öyle hızlı çıktı ki merdivendeki adımları oldukça sertti. Arkasından bakarken bir an bile şüphe etmeden ben de peşinden ilerledim. Odasının kapanma sesiyle bir süre kendi kendime savaş vererek kapalı kapıya baktım. Yalnız mı kalmak istiyordu? Kendini mi hazırlayacaktı? Belki de Nida'yla yüzleşmeye hazır değildi. İki yolum vardı; ya onun yanında olacaktım ya da yalnız bırakacaktım.
Elbette ilk yolu seçtim ve kapıyı açtım.
İçeriye girdiğimde karanlık odayla karşılaştım, sonrasında ise bir dirseği dizinde, eli saçında öne doğru eğilmiş Tugay'ı gördüm. Başını kaldırmadan, “Avukat,” dedi. “Biraz yalnız kalmaya...”
“Hayır,” dedim baskın bir sesle. “Asla bunu yapmayacağım, kovsan bile.”
Bir cevap vermedi ya da duymadı bilmiyordum çünkü başını eğdiği yerden kaldırmadı bile. Yavaş adımlarla yanına doğru yürürken ne söylemem gerektiğini bilmiyordum ya da yanında nasıl olabileceğimi. Tek istediğim onun hissettiklerini paylaşmaktı.
Yatağa yanına oturduğumda elim sırtına dokundu ama ben dokunduğum an ayağa öyle sertçe kalktı ki irkilerek geriye çekildim. Sağ elini saçına geçirdi, ardından sol eline baktı, protez olana. Bir süre baktı ve hiç beklemediğim anda duvara sol koluyla öyle bir yumruk attı ki duvarın sıvası aşındı, durmadı bir kez daha yumruk attı, ardından bir kez daha ve bir kez daha…
Onu ilk defa bu kadar öfkeli, bu kadar kendini kaybetmiş gördüğüm için yataktan kalkıp geriye doğru çekildim. “Bak,” dedi sol eliyle yumruk atmaya devam ederken. “Acı bile hissetmiyorum.” Bir kez daha vurdu, halbuki dirseğinin üzerinden kan aktığını gördüm, protez kolunu zorluyordu. “Siktiğimin kolunda,” diye bağırdığında ve bir kez daha vurduğunda, “acı bile hissetmiyorum.” Duvarda kocaman bir yarık oluştuğunda bu kez sağ eliyle yumruk attı, art arda vururken duvarda kan izi vardı. “Ama,” dedi dişlerinin arasından. “Bu tarafta acı var. Keşke diğeri de acısa.” Gözlerim dolduğunda başımı iki yana salladım. “Siktiğimin hayatında ruhsuz bir pisliğim, hiçbir şeyim, bir katilim, ikizine bile sırtına dönemeyen korkak bir adamım ve o bir çocuk, benim ise kolum bile yok, nasıl sarılayım? Ona abinin artık bir kolu yok, abin bir katil nasıl diyeyim? Katil olmadan nasıl konuşayım?”
O Tugay değil gibiydi, o şu an gerçekten herkese zarar verebilecek kadar acımasız bir adamdı, bir katilden halliceydi. Kötü olan her şeydi.
Ve bu benim umurumda bile değildi, zarar görebilecek olsam bile.
Hızlıca ona koşup arkadan sarıldığımda yüzümü sırtına yasladım. “Tugay,” dedim acıyla. “Lütfen.” Sesim titriyordu ama aldırış etmedim. “Lütfen dur.” O ise art arda duvara vurmaya devam etti. “Lütfen,” dediğimde gözümden yaşlar aktı. “Yalvarıyorum, dur.” Durmadı, kendi canını öyle bir yakıyordu ki, durdurmak imkânsızdı. Sadece Nida değildi, ikizi ve Marco'nun dedikleri de ağır gelmişti, biliyordum.
Bir an bile şüphe etmeden önüne doğru geçtiğimde ellerimle onu itmeye çalıştım ama gücüm yetmedi. “Tugay!” dediğimde yanağımdan yaşlar süzülüyordu. “Ne olursun!” dedim ona zarar gelme korkusuyla. “Lütfen! Korkuyorum!”
Eli havada kaldığında gözleri boşluktan bana doğru döndü, ağlamıyordu, yaş yoktu ama gözleri öfkeden öyle bir kızarmıştı ve çenesi öyle keskindi ki kırılmasından bile korktum. Bana bakarken bakışlarından ne düşündüğünü anladım.
Ondan korktuğumu düşünüyordu.
Geriye doğru çekildiğinde ellerini havaya kaldırdı, zarar vermeyecekmiş ve başını iki yana sallamaya başladı. Geriye doğru bir adım daha attı. “Bir şey yapmam,” dedi. “Sana bir şey yapmam, asla yapmam. Yemin ederim yapmam.”
“Hayır,” diyerek ona koştum ve ellerimi yüzüne yerleştirdim. “Senden korkmuyorum, canının yanmasından korkuyorum, senden nasıl korkabilirim?” Elimin tersiyle yanaklarımı sildiğimde, “Yemin ederim canının yanmasından korkuyorum,” dedim ve uzanıp sağ elini tuttum. Şişmişti, kanıyordu fakat yüzüme acı hissetmiyormuş gibi bakıyordu. “Lütfen dur,” dedim. “Senin canın acıdığında benim de canım acıyor çünkü. İstemezsin bunu.”
Başını histerik bir şekilde aşağı yukarı salladı ve sonrasında beni tutup öyle bir çekti ve sarıldı ki neredeyse kemiklerimin kırılacağını düşündüm. Saçlarımın tepesinden, alnımdan, yanaklarımdan ve çenemden öptü, yüzünü boynuma gömdü ve boynumdan öpüp geriye çekildi, elleriyle yüzümü tuttu, başını aşağı yukarı salladı ve bir kez daha öptü, sarıldı. “Lütfen benden hiç korkma, bir de senin korkmana dayanamam,” dedi, kısık bir sesle. “Özür dilerim.”
“Kendinden özür dile,” dedim yüzüm göğüs kafesindeyken. “Sen harika bir abisin ve Nida için de harika bir babasın, o senin kolunu umursamadan demir adam diyecek kadar tatlı bir çocuk. Korkmayacak senden, biliyorum.”
Eli saçlarımın arasına karıştı, derin bir nefes verdi ve geriye çekildiğinde bir kez daha başını aşağı yukarı salladı. “Ne giyeceğim?” dedi yutkunarak. “Çocuk o, siyah karanlık gelir, beyaz giyineyim.” Geriye çekilip banyoya doğru ilerledi ve aynadan yüzüne baktı. “İzleri fark eder mi?” Boynunda ve yüzünde işkencelerin izleri vardı. “Eldiven takarım, elimi görmez. Bakışlarım korkutucu mu?” Aynaya bakıp gözlerini kıstı. “Aynı değilim, anlar mı?”
“Halledeceğiz,” dedim yutkunarak. “Kontrol edeceğiz her şeyi. İlk önce şu eline bakalım.” Çeşmeyi açtım ve sağ elini suya tuttum, lavabo kanın rengine büründü ve şişlik daha fazla genişledi, morluklar ve yarıklar ise daha fazla ortaya çıktı. “Kırılmış olabilir,” dedim ve ona baktım. “Acıyor mu?”
Acıdığını elbette biliyordum ama, “Acımıyor,” dedi. “Hiç acımıyor.”
Cevap vermedim, ne desem anlamsız olacaktı çünkü. Dolabı açıp tentürdiyot aldım ve elinin tersine pamukla sürdüm, yaktığını biliyordum ama sesini bile çıkarmadı. Sonrasında gelişigüzel bir şekilde sargı beziyle sardığımda bakışlarımı ona çevirdim, o ise banyodan çıkıp giysi dolabına ilerledi. Kıyafetleri yatağın üzerine atarken beyaz bir kazak çıkardı ve üzerindeki atleti çıkarıp kazağı üzerine geçirdi. Odadaki aynaya doğru ilerlediğinde kendisine baktı ve başını iki yana salladı. “Hiçbir şey gizlemiyor sanki,” dedi ağzının içinde.
“Tugay,” dedim. “Gizlenecek hiçbir şeyin yok.”
Bakışları dolaba asılı pilot üniformasın kaydı, ne düşündüğünü anladım. “O beni en son gördüğünde üzerimde bu üniforma vardı,” dedi ve o tarafa doğru ilerledi. “Üniformayı giyersem belki beni eskisi gibi sanabilir. Hem görevden geldiğimi söylerim, öyle biliyor çünkü.”
Karşı bile gelemedim, üzerindeki kazağı çıkarıp üniformanın üstünü giydiğinde altındaki eşofmandan da hızlıca kurtuldu ve pantolonunu giydi. Düğmeleri iliklerken üniformanın üzerindeki madalyaları, ödülleri gördüm. Üniformanın içindeki Tugay Demir Çeviker'in nasıl da güzel göründüğünü düşündüm, nasıl da nefes kesiciydi ve nasıl da asildi. Öyle güzeldi ki nefes bile alamadım.
Başını kaldırıp bana baktığında yüzümdeki gülümsemeyi gizleyemedim. “Oldu mu?” dedi merakla. “Tuhaf olmaz değil mi?” Yakalarını düzelttiğinde dimdik bir duruşa geçti, çenesini havaya kaldırdı, kalbim tekledi, hatta neredeyse durdu. Başını omzuna doğru düşürdüğünde, “Oldu mu güzelim, söylesene?”
“Oldu,” dedim gülümseyerek. “Harika oldu.” Ona doğru ilerledim ve yakasını bir de ben düzelttim. “O kadar harika oldu ki, bir kez daha sana...” Sustum. Susmalıydım.
Tugay ise öyle karmakarışıktı ki ilk kez beni duymadı. “Saçlarım çok dağınık,” dedi. “Pilotum ben.” Ellerine baktı, bir elinde eminim ki kırıklar vardı ve diğer eli protezdi. Hareket ettirebilirdi yine de ama fırsat bile vermedim.
Bir an bile düşünmeden parmaklarımın ucunda yükselip elimi saçlarına daldırıp düzelttim, taradım. Yumuşacık saçları vardı, karakterine zıttı. “İşte şimdi tam oldu,” dedim başımı sallayarak. “Eskisi gibisin eminim fakat diğer türlü de hiçbir farkın yoktu Tugay.”
Yüzüme bakarken başını iki yana salladı ama karşı gelen cümleler söylemekle savaş vermedi. Komodinin üzerindeki eldivenlerini aldım, ardından elimden çekip aldı ve zorlukla da olsa ellerine geçirdi.
O sırada kapı çaldı.
Tugay başını çevirip kapıya baktı, sonrasında çenesini havaya kaldırdı, bakışlarındaki ifade değişti, kaşları çatıldı, yutkundu ve acısı gözlerinden okunan adam gitti, yerine herkesin korktuğu adam geldi. Kendi kardeşi de dahil kimsenin onu bu şekilde görmesini istemiyordu.
Ben dışında.
Bütün zaaflarını, bütün acılarını benim yanımda yaşıyordu çünkü onu bütün bunlardan vurmayacağımı biliyordu.
“Gel,” dedi Tugay sert bir sesle. Kapı açıldığında Giray içeriye elinde telefonla girdi ve o an Tugay'ı üniformayla gördüğünde şaşkınlıkla gözleri açıldı. “Nida görevden geldiğimi düşünsün,” dedi. “Daha inandırıcı olur.”
Giray'ın bakışları bana döndü, ardından duvardaki o oyuğa baktı, ne olduğunu belki anladı ama Tugay için konuyu açmadı. “Sinyal kesici devrede,” dedi. “Çalışma odasında konuşalım.” Sesi öyle gergin geliyordu ki onun da Tugay'dan hiçbir farkı yoktu.
Tugay cevap vermek yerine Giray'la beraber odadan çıkmak üzereydi ki bakışları bana döndü. Ben ise arkalarından bakıyordum. “Sen de gel,” dedi tereddütsüz. “Nida seni seviyor.”
“Ben,” dedim ve çekingen bir şekilde Giray'a baktım, o rahatsız olmuş gibi görünmüyordu. “Bu yanlış olur, siz konuşun, benim olmam yanlış olur.”
Tugay başını iki yana salladı. Cevapsız kaldı, uzanıp protez olan eliyle elimi tuttu ve beraber odadan çıktık.
Çalışma odasına girdiğimizde Giray masaüstü lambasını yaktı, odanın içini sarı ışık kapladığında gözlerim iri bir şekilde açıldı ve çalışma odasına baktım. Üç duvarda da yerden tavana kadar raflarca dolu kitaplar vardı. Yazarlara göre ve türlerine göre ayrılmıştı. Romantizm en az, distopya ise en fazla olandı. Sadece bu kadar da değildi, birçok yazarın, tanınmış iş insanlarının, ressamların, siyasi insanların biyografileri vardı. Hukuk kitapları bile raflardaydı, benim okulda, derslerde gördüğüm kitaplardan.
Şaşırmamam gerekirdi ama bu kadarını beklemiyordum.
Onlar masadaki sandalyelere yerleştiğinde ben de yavaş adımlarla ilerleyip arkalarındaki siyah deri koltuğa oturdum.
Masanın üzerinde dört kitap vardı. Babamın yargılanmasına neden olan 1984, bana içinden cümle bahşettiği Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, Otomatik Portakal ve Şeker Portakalı.
Şeker Portakalı'nı görmek neden şaşırtmıştı bilmiyordum.
Giray telefonu masanın üzerindeki büyük adalet terazisine yasladığında bu bile hayatımız için bir mesajdı. Telefonun ucunda bu aptal düzenle esir olmuş bir çocuk vardı, yaslandığı yer ise trajik bir şekilde adalet terazisiydi.
Giray verilen telefonu tuşladığında Tugay, “Dur,” dedi ve derin bir nefes verip gülümsedi. “Nasıl görünüyorum Giray? Senin gördüğün kadar korkutucu muyum?”
Giray, “Hayır,” dedi. “Korkutucu değilsin Tugay, hatta eskisi gibisin.”
Yutkundu ve sonrasında gülümsemeye devam ederek, “Tamam,” dedi büyük bir cesaretle. “O bir çocuk, bizim kardeşimiz ve ben eski Tugay'ım. Arayabilirsin.”
Giray omzunun üzerinden bana baktığında dudaklarımı birbirine yasladım. Yeniden döndüğünde arama tuşuna bastı ve telefon çalmaya başladı.
Üçüncü çalışta telefon açıldığında görüntüye direkt Nida'nın girmesini beklemiyordum ama yüzü direkt ekrandaydı, yüzüne ise bembeyaz bir ışık vuruyordu, o ışık ise beyaz lekelerini daha fazla parlatıyordu. Gözlerini ovuşturduğunda uykudan mı kalkmıştı yoksa görmekte mi güçlük çekiyordu anlayamadım, yorgundu, saçları dağınıktı, hatta gözleri kızarmıştı. Beni arkada göremezdi ama ben onu net bir şekilde görüyordum.
“Nida!” dedi Giray, Tugay'ın sol tarafından, Tugay ise yutkunarak nefesini verdi.
“Giray abi!” diye bağırdı Nida ardından görüntüye doğru yaklaştı ve eliyle ağzını kapattı. “Baba!” dediğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Gelmişsin! Buradasın! Beni kandırıyorlar sandım! Öldün sandım!”
Yanaklarından yaşlar süzülürken daha fazla ağlamaya devam etti. “Nida,” dedi Tugay dikkatli bir sesle fakat onun da sesi titriyordu. “Ağlama abiciğim, döndüm.” Nida daha fazla ağladı, Tugay'ın ses tonu daha fazla düştü. “Lütfen Nida,” dedi yalvarır gibi. “Ağlama kızım, buradayım ben.”
“Gelmişsin ve burada yoksun,” dedi Nida hıçkıra hıçkıra. “Tatile diye getirdiler ama siz yoksunuz, burada çocuk da yok, kocaman kocaman adamlar var. Meryem de vardı ama gitti.” Nerede olduğu anlaşılmıyordu, bembeyaz bir duvarın önündeydi. “Oyun oynamak istiyorum izin vermiyorlar, istediğim hiçbir şeyi de vermiyorlar zaten. Yıldız teyzem ve Sadık amcam da vardı ama artık yoklar. Onları alıp götürdüler, sonra bir şeyin çarpma sesi geldi, pat diye iki ses. Havai fişekler gibi. Bir daha onları göremedim. Sorduğumda bana havai fişekleri izlemeye gittiler diyerek güldüler. Havai fişekleri izlemek bu kadar uzun sürmez ki.” Burnunu çekti ve Giray'a baktı. “Abi, seni çok özledim.” Bir kez daha ağlamaya başladı. “Girito ve Tugito nerede? Onların mamalarını veriyor musun? Çok özledim. Sizi de çok özledim. Ne zaman beni almaya geleceksiniz?”
Nefes almadan konuşurken sanki boğuluyormuş gibi hissediyordum, Tugay da öyle hissediyor olmalı ki eli boynuna doğru gitti ve parmaklarıyla sıktığında yüzündeki gülümseme artık silikleşiyordu. “Nida,” dedi Giray boğazını temizleyerek ama onun da sesi titriyordu. “Bir süre orada kalman gerekiyor çünkü biz yine bir görev için başka bir ülkedeyiz. Yani, çalışmamız gerekiyor, insanları kurtarmamız gerekiyor ve...”
“Ben de insanım,” dedi Nida. “Beni neden buradan kurtarmıyorsunuz?”
“Nida,” dedi Tugay boğazını temizleyerek ve ellerini masaya yerleştirdi. “Orası kurtulabileceğin bir yer değil, sadece tuhaf bir tatil yeri. Ayrıca...”
“Baba,” dedi Nida lafını bölerek. “Neden evin içinde eldivenler takıyorsun?”
Beynimden vurulmuşa döndüm ve o an Giray dudaklarının arasından bir şeyler mırıldandığında ona neden eldiven takmayı akıl edemediğimizi düşündüm. İkisi sessizliğe gömülürken diyecek hiçbir şeyleri yoktu. Hatta öyle ki Tugay ellerini aşağıya indirdiğinde omuzları da düştü.
Daha fazla dayanamayarak arkadan çıktım ve kendimi gösterdim. “Nida!” dedim bağırarak. “Nasılsın?” Elimi salladığımda gözleri kocaman açıldı ve o da el salladı. “Abin eldiven takıyor çünkü ona ben takması gerektiğini söyledim, elleri buz gibiydi. Sen de ellerin buz gibi olduğunda eldiven takıyorsun, öyle değil mi?”
Nida heyecanla başını salladı. “Evet ama burası bazen soğuk oluyor ve kimse bana eldiven vermiyor.” Hayran hayran bana baktı. “Eftalya abla, karlar daha fazla yağmış, baksana yanaklarında bile var, çok güzel görünüyorsun.” Ellerini birbirine çarptı. “Biliyor musunuz, ben bu kez de sizin yüzlerinizi televizyonda gördüm. İkiniz de gülümsüyordunuz, babam senin elini öpüyordu, insanlar alkışlıyordu. Baba, bir kez daha mı ödül aldın?”
Tugay yine sessiz kaldığında dudaklarından çıkacak her kelimeden korkuyordu ya da artık nasıl konuşması gerektiğini unutmuştu. “Evet Nida,” dedi Giray sol taraftan. “İnsanlar ikisini de çok seviyor.”
“Onlar evlendi mi?” diye sordu bir anda. “Yani Eftalya ablaya artık anne mi diyeceğim?”
Güldüğümde Tugay, “Bu da nereden çıktı şimdi?” diye sordu.
“Çocuk değilim ben,” dedi Nida, kaşlarını çatıp kızaran burnunu çekerek. “Her şeyi anlıyorum. Siz ikiniz birbirinize âşıksınız. Giray abim niye Eftalya ablamın elini öpmüyor o zaman?” Yutkunduğumda Tugay gözlerini açtı. “Ayrıca televizyonda sizden kral ve kraliçe olarak bahsediyorlardı, demek ki masallara bile konu olacak kadar büyük bir aşk bu.”
Gerçeklerle çocukların gördükleri nasıl da farklıydı birbirinden.
“Nida,” dedi, Tugay boğazını temizleyip gülümseyerek. “Bebeğim, bunları yüz yüze konuşuruz, olur mu? Hem belki Eftalya ablana sen sormak istersin bana âşık mı, değil mi?” Göz kırptığında Nida da güldü ve eliyle ağzını kapattı.
Tam o esnada elinin tersindeki kocaman yanık izini gördük. Tugay telefonu eline aldığı gibi ayaklandı ardından, “Nida,” dedi. “Eline noldu abiciğim?”
“Şey,” dedi Nida, ardından telefonun arkasındaki birine baktı ve yeniden kameraya döndü. “Düştüm, elim kesildi.”
“Nida,” dedi Tugay dişlerinin arasından ardından gözlerini kapattığında kendine sakinleşme payı bıraktı. “Nida,” dedi bir kez daha. “Ne oldu, güzelim? Söyle bana.”
“Düştüm baba,” dedi bir kez daha. “Sormasana, düştüm işte.” Gözleri bir kez daha dolduğunda korkusunu gördüm, Giray kameranın açısından çıktığında eliyle sertçe masaya vurdu ve kısa bir küfür etti.
Nida'nın gözlerinden yeniden yaşlar düşmeye başladığında, “Sizi çok özledim,” dedi ve elini kameraya doğru yaklaştırdı, dokunmak istiyor gibi. “Ve burada kimse beni sevmiyor, biliyorum. Burası tatil yeri değil, baba. Beni sevmiyorlar, hiçbir şey yok. Biliyorum, beni sevmiyorlar. Geceleri kâbuslar görüyorum, ağlamamam gerekiyor ama artık ağlamadan da duramıyorum. Siz olsaydınız ağlamazdım, keşke olsaydınız.” Nida durdu ve ürkek bir şekilde “Baba,” dedi. “Neden kızdın? Neden öyle bakıyorsun bana? Yanlış bir şey mi söyledim?” Yaşanmışlıklar insanın bakışlarına bile yansırdı, Tugay'ın bakışlarına da yansımıştı. Üzüldüğünü biliyordum ama Nida konuşurken öyle stabil bakıyor ve hatta kaşları çatıktı ki, bu Nida'nın durmasına neden olmuştu. “Tamam kızma, biraz daha durabilirim burada.”
Nida korkmuştu.
“Hayır,” dedi Tugay. “Hayır hayır hayır, yanlış anladın. Sadece düşünüyordum.” Kurtarıcı gibi ben ve Giray'a baktı, ardından Giray'ı gösterdi, Giray gülümseyip elini salladığında kendisi kameranın açısından çıktı. Sağ eliyle ağzını kapattığında derin bir nefes verdi, gözlerini kapattı, nefesini geri aldığında çenesini havaya kaldırdı, belki de kaldırmaması gerektiğini anlayıp geri omuzlarını düşürdü.
“Nida,” dedi Giray. “Tugay abin tüm gün çalıştığı için uykusu var ve bilirsin, o senin gibi uykusu olduğunda hep huysuz olur.” Sırıttığında Nida'nın gülme sesi geldi.
“Biliyorum ki,” dedi. “Buradaki herkese babamdan söz ediyorum, onlar sadece gülüyorlar. Çok güçlü bir pilot diyorum, yine gülüyorlar. Bir de yarım adam ne demek?”
Tugay başını iki yana salladığında elim enseme doğru gitti. Sonrasında Tugay kameranın açısına girdiğinde, “Nida,” dedi nefesini vererek.
“Efendim, babacığım,” diye mırıldandı.
“Yakında seni almaya geleceğim, bebeğim. O zamana kadar benim sana anlattığım masalı defalarca içinden tekrar et, hatta kendi kendine yeni bir masal yarat, buluştuğumuzda sana soracağım. Orası bir tatil yeri değil, doğru...”
“Bana yalan söylediniz,” diyen Nida'nın sesinde kırgınlık vardı. Halbuki kahraman sandığı abisinin bir katil olduğunu öğrense neler olurdu tahmin edemiyordum.
“Çünkü korkmanı istemedik,” diyen Tugay yutkundu. “Orası bir askeriye gibi düşün, hani Giray abinin gittiği yer. Seni oraya bırakmak zorunda kaldık, almaya da geleceğiz.”
“Peki Sadık amca ve Yıldız teyze de gelecek mi?”
Sessizlik.
Sanki Nida anlamış gibi başını salladı. “Peki ya beni uçağına bindirecek misin babacığım? Piyano çalacak mısın yeniden? Yapacağız değil mi bütün bunları?” Tugay sessiz kaldığında Nida, “Yine kızdın,” dedi. “Tamam demedim bir şey.”
Tugay bir şey söylemek için dudaklarını araladığında telefon Nida'nın ellerinden kayıp gitti ve başka birisi telefonu eline aldı. Arkadan Nida'nın baba diye ağlayışının sesleri yükseldi. Görüntüye X girdiğinde yüzünde geniş bir gülümseme vardı, sol elini sanki dalga geçermiş gibi salladığında Tugay öyle bir baktı ki bakışlarıyla bile onu öldürebilirdi. “Selamlar,” dedi keyifle. “Nida gördüğün gibi çok iyi, Yarım Adam. Nasılsın?”
Tugay telefonu eline aldığında tutmakta zorlanıyordu. “Eğer,” dedi dişlerinin arasından. “Onun canına bir zarar gelirse, seni meydanda herkesin gözünün önünde acı çektire çektire yakarım.”
X gözlerini açıp arkasına baktı. “Sessiz ol, duyacak çocuk, sizin yalanlarınızı anlayacak sonra.” Kahkaha attığında uzaklardan hâlâ Nida'nın ağlayış sesleri geliyordu. “Hem ne dersin, senin gerçekte nasıl bir adam olduğunu izletmemi ister misin?”
“Orospu çocuğu,” dedi arkadan Giray.
“Ah,” dedi X elini kalbine götürerek. “Deli âşık da buradaymış, çok çabuk atlatmışsın sevgilinin ölümünü.”
Neyse ki Defne'nin yaşadığını bilmiyordu.
Tugay, X'in yüzüne bakarken dudaklarından hangi kelimeler çıksa Nida'nın canına zarar geleceğinin bilincindeydi. “Ne istiyorsun?” diye sordu net bir sesle. “Bir isteğin var.”
“Canım babamın ölümünden başka mı?” Bir kez daha kahkaha attı, ardından bana doğru seslendi. “Avukat!” dedi son heceyi uzatarak. “Nasılsın? Hadi ama TDÇ kamerayı döndür de güzel avukatını göreyim.”
Tugay'ın çenesi kasıldığında elindeki telefon titremeye başladı. “Ne istiyorsun?” dedi bir kez daha. İlk defa karşısında bu kadar pislik, bu kadar akıllı ve bir yandan da bu kadar acımasız birisi vardı. Belki de Tugay'la baş etme evresine gelebilecek tek kişiydi.
X gülümsedi, dilini dudaklarında gezdirdi ve “Çok basit aslında,” dedi sakin bir sesle. “Kardeşini istiyorsan,” çenesiyle beni işaret etti. “Avukatı bana ver.”
“Ne?” dediğimde korkudan önce hissettiğim kocaman bir çaresizlikti. Giray koruyormuş gibi bir adım öne geldiğinde ben omzunun arkasında kalmıştım, Tugay ise nefes almadan telefon ekranına bakıyordu.
“Duydunuz,” dedi ve bir kez daha kahkaha attı. “Ver güzel avukatı, al minik kardeşini. Çok basit aslında. Boş zamanlarında beni savunur, harika vakit geçiririz.” Tugay'ın dudakları aralandı ama X ondan önce lafa atlayıp, “Hemen cevap verme lütfen,” dedi. “Biraz üzerinde düşün, küçücük bir kız çocuğu, senin kardeşin, birkaç aylık avukatından daha kıymetli olamaz değil mi?” Başını salladı. “Tabii zaman sınırlı,” dedi. “Nida için.”
Sonrasında kamera kapandı.
Tugay bir süre daha ekrana bakarken, “Siktiğimin şerefsizi,” dedi Giray öfkeyle. “Siktiğimin şerefsiz piçi, onun sülalesini yok edeceğim.” Önündeki sandalyeye tekme attığında sandalye kitaplığa çarptı. “Onu asıl ben cayır cayır yakacağım.”
“Tugay,” dedim ona doğru ve yutkundum. “Ne düşünüyorsun?”
Telefonu aşağıya doğru indirdiğinde bakışları bomboş duvardaydı. “Ne yapacağız?” diye sordu Giray bu kez.
“Tugay,” dedim yeniden. “O küçücük bir çocuk daha. Eğer benim feda edilmem gerekiyorsa bunu yapabiliriz ve...” Tugay bana öyle bir dönüp baktı ki kelimeler dudaklarıma dizildi, hatta bakışlarındaki ifade yeniden cümle kuramayacağım kadar ağırdı.
“Marco!” diye bağırdığında gür bir sesle sesi çalışma odasının duvarlarına çarptı. “Marco!”
Birkaç dakika sonra çalışma odasının kapısı açıldığında Marco hepimizin yüzüne baktı ve sonrasında da, “Ne oldu?” diye sordu.
“Planı devreye sokuyoruz,” dedi Tugay ortaya doğru. “Herkes gece en şık kıyafetlerini giysin, maskeli baloya davetliyiz.”
Giray'la birbirimize baktığımızda Tugay elindeki telefonu masanın üzerine fırlattı, ardından çalışma odasından sert adımlarla çıktı. Üçümüz birbirimize baktığımızda başımı iki yana salladım. “Ne balosu?” dedi Giray, Marco'ya.
“Krallık'ın gece daveti var,” dedi Marco. “Bütün Krallık'a yakın insanlar katılıyor, düzenleyen de X. Babası öldü ama orospu çocuğu bunu bir anma töreni gibi kutlayacak.”
“Ve biz de orayı yok mu edeceğiz?” diye sordu.
“Hayır,” dedi Marco. “Yok edemeyiz çünkü içeride çocuklar da olacak.”
“O halde?”
“Krallık'ın gizli belgelerine ulaşmamız gerek,” diyen Marco'nun sesinde ilk defa tereddüt vardı. Sanırım en zor yola giriyorduk. “Nida'yı tuttukları yeri ancak öyle öğrenebiliriz ama meşakkatli bir yol.”
Giray nefesini verdiğinde başını iki yana salladı. Bir süre orada öylece durdum, ardından çalışma odasından çıkıp Tugay'ın odasına doğru ilerlediğimde kapının aralık olduğunu fark ettim. Çalmadan içeriye adım attığımda onu odanın içinde aradım fakat yoktu, başımı çevirdiğimde ise kapının arkasında duvara yaslı bir şekilde oturduğunu gördüm. Dirseklerini dizlerine yaslamış, bomboş bir şekilde önüne bakıyordu.
“Tugay,” dedim eğilip karşısına çökerek.
“Sorun yok,” dedi sakin bir sesle. “Sadece kafamı toplamam gerekiyor, halledeceğim. Bazen ağır geliyor ama bilirsin, gizlemek konusunda da acıları güce dönüştürmek konusunda da çok iyiyimdir.”
Başımı aşağı yukarı salladığımda elimi yavaşça sağ elinin üzerine koydum ve okşadım. Orada o yere çökmüş bir şekildeyken kaç dakika onu izledim, o kaç dakika sustu bilmiyordum ama konuşmadıklarımız öyle büyüktü ki konuşacaklarımız yanında ufacık kalırdı.
“Sence,” dedi en sonunda. “Benden çok korkmuş mudur?”
“Hayır.”
“Sence,” dedi yeniden. “Ben eskisi gibi olur muyum? Yeniden.”
“Evet,” dedim bu kez.
“Peki sence,” dedi bakışlarını bana çevirerek. “O zamana kadar yapayalnız kalır mıyım? Kaçar mı herkes benden?”
“Tugay,” dedim ve dayanamayıp ona sarıldım. Başı omzuma düştüğünde elimi ensesindeki saçlarına geçirdim. “Ben hiç kaçmayacağım senden, hiç gitmeyeceğim, tam burada duracağım, hep sarılacağım sana. Söz veriyorum, her şey üzerine. Ben ölmedim ya,” dedim tıpkı onun gibi. “Ailen de olurum senin.” Bu kez karşımda duvar kenarında duran oydu. “Tek başıma da olsam kalırım yanında.”
Başını salladı, alnını yasladığı yerden çekmedi ve titrediğini hissettim. Çenemi saçının tepesine yasladığımda gözlerim doldu. Ağlıyor muydu, sinirden mi titriyordu bilmiyordum ama içimden bir ses birinci olduğunu söylüyordu. Saçlarını okşadım, saçlarından öptüm, ardından dakikalarca o benim omzuma yaslı kaldı, defalarca kez kendi içimde ondan hiç korkmayacağım ve kaçmayacağım adına söz verdim.
Aslında başka bir miladımız da bugündü çünkü Tugay hiç olmadığı kadar savunmasızken bana sığınmıştı ve sığındığı yerde ben de onun ailesi olmuştum, her anlamda.
***
Özgür Tugay Demir Çeviker hem ateş kadar sıcaktı hem de buz kadar soğuktu ama değişmez bir gerçek vardı ki ikisi de en çok beni yakıyordu.
O mahkûm olduğu zaman onu görmeden günlerin geçtiğine nasıl tahammül ettiğimi bilmiyordum çünkü şimdi iki saattir onu görmüyorken kalbimin bir tarafında eksiklik vardı.
Birbirine yakın iki kalp birbirinden uzun bir süre uzak kalırsa ve iki kalp de birbiri için atıyorsa en sonunda kavuşmanın bir yolunu bulurlardı.
Belki de senelerdir onu bana, beni de ona getirmeyen, kalbimin onun varlığını bildiği halde en uygun zamanı beklemeseydi.
Yalnızlığımın nedeni belki de Tugay Demir Çeviker'in Sevgili Avukat’ı olmaktı ben bilmeden.
Yalnızlığımın belki de en büyük sebebi Tugay için kalbimin zaten atıyor oluşuydu ben bilmeden.
Hayır, belki de bu hayata gelmemin en büyük nedeni onu sevmekti çünkü onu sevmek, benim ölümümdü ve onu sevmek, benim yaşamımdı.
Tugay Demir Çeviker hem intihardı hem kurtuluştu ve ben ikisine de razıydım.
Ayağıma topuklu ayakkabıları giydikten sonra çenemi havaya kaldırdım ve aynaya son bir kez daha baktım.
Üzerimde simsiyah, derin yırtmaçlı, saten bir elbise vardı, göğüs dekoltesi derin değildi fakat sırtında bel boşluğuma kadar dekoltesi vardı; oradaki lekelerimi kapatmakta zorlanmıştım fakat yapabileceğim pek bir şey yoktu. Göğsümdeki lekeleri kapatmak ise daha kolaydı. Ayağımda yüksek siyah topuklu ayakkabılar vardı. Saçlarımı uzun süre sonra ilk kez dalgalı şekillendirmiş, yüzümdeki lekeleri fondötenle kapatmış, dudaklarıma kırmızı bir ruj sürmüştüm. Bütün bunlar Tugay'ın kıyafetleri yatağın üzerine bırakmasıyla gerçekleşmişti, elimde ise siyah, tüylü bir maske vardı.
Biz ilk kez sanki özgürmüş gibiydik; aslında en büyük tutsaklıktı fakat kalbim neden delicesine atıyordu, bunu tarif etmesi zordu. Biz ilk kez beraber hazırlanıp dışarı çıkacaktık.
Yutkunduğumda saçlarımı geriye doğru attım, omuzlarımı dikleştirdim ve Tugay'ın odasından çıktım. Topuk sesleri koridoru doldurduğunda merdivenlere doğru ilerledim ve basamakları inerken kapıda bekleyen Giray'ı, Sinan'ı, Tugay'ı ve Marco'yu gördüm; onların da bakışları bana döndüğünde hepsi aynı anda bakıp başını çevirdi, ardından bir kez daha baktılar.
Dördü de simsiyah takımlarını giymişti.
Tugay'ın altında siyah pantolonu, ayağında siyah ayakkabıları, üzerinde siyah gömlek, onun üzerinde de siyah blazer ceketiyle omuzlarına attığı paltosu vardı. Gömleğinin açık olan düğmesinden ay ve güneş olan kolyesi görünüyordu. Ellerinde timsah amblemsiz siyah eldivenleri vardı. Saçları derli topluydu, tıraşını olmuştu ve o kadar çekici görünüyordu ki yutkunmakta zorlandım.
O da bana bakarken gülümsediğinde baştan aşağı beni süzdü ve gözlerini ayırmadan, “Marco o ağzını kapat,” dedi. “Yoksa çeneni kırmam beş saniyemi almaz.”
Gerçekten de Marco ağzı açık bir şekilde bana bakıyordu ve Tugay'ın cümlesiyle ağzını kapatmıştı.
“Bizim avukata bak,” dedi Giray ıslık çalarak. “Aslında nasıl da...” Tugay dönüp ona baktığında Giray sırıttı ve göz kırptı. “Nasıl da avukatmış, öyle değil mi?”
Sinan büyük bir ciddiyetle bana bakarken bir kez daha yutkundum, ardından merdivenleri inerken, “Abartıyorsunuz,” dedim sakince. “Sadece bir elbise işte.” Tugay'ın yanına geçtiğimde normalde alnım göğüs kafesine denk gelirken topukluyla çenesine denk gelmeye başlamıştı. Gözlerini gözlerimden ayırmazken, “Kısaldın ha, TDÇ?” diye mırıldandım ve omzundan hafifçe itekledim. “Bir doksan üç boyunda bir adama göre ufak kaldın.”
Tugay haylaz bir şekilde gülümsediğinde diğerlerine baş hareketi yaptı ve onlar kapıdan çıkarken benle Tugay kapının önünde kaldık. “Sen,” dedi Tugay, gözlerime, dudaklarıma ve ardından boynuma bakarak. Sağ elini kaldırdı, yanağıma dokundu ve gülümsedi. “Fazla nefes kesicisin şu an.”
Gülümsediğimde, “Ve sen de öylesin,” dedim. “Fazla siyahız ve sanırım yakıştı ha.”
“Kırmızı da güzel olmuş ama,” dedi dudaklarıma bakarak. “İstersen üzerime şarap döktüğün geçmişteki günden sonra şimdi de beni bir kez daha kırmızı renkle taçlandırabilirsin.” Gözlerim açıldığında başını omzuna doğru düşürdü, nefes kesici görüntüsünün yanında bakışları tutku doluydu.
“Sanırım bu çok hadsizceydi,” dediğimde yutkundum. “Ve...”
“Hadsiz olan her şeye tamamım,” dediğinde elini yanağımdan boynuma doğru indirdi ve parmakları nefes boşluğumdan yukarıya doğru çıktı, çenemi kaldırdığında dudakları yüzüme doğru yaklaştı. Güzel kokusu burnuma dolduğunda dudaklarıyla dudaklarım arasında o kadar kısa bir mesafe vardı ki nefesi yüzümde dans ediyordu. “Ve ben gerçekten de terbiyesiz, hadsiz, yol bilmez, kibarlık ne anlamaz, durdurulamaz bir adamım.”
Başımı iki yana salladığımda kalbim hızlı atmaya başladı.
Tugay Demir Çeviker'in yıkılışı zordu fakat ayağa kalkışı da bir o kadar kolay oluyordu. Saatler önce kollarımın arasında yere çökmüş adam gitmişti, yerine her zaman bildiğim o Tugay gelmişti; içinde neler yaşadığını bilemezdim ama şu an emin olduğum tek bir şey vardı, onu delicesine öpmek istiyordum. Çünkü yeniden ayağa kalktığında bana kurduğu tek bir cümle vardı: “Sen olmasan bu kez çok zorlanırdım, sen varsın daha az zorlandım.”
“Bence,” dedim ben de ona doğru yaklaşarak. Dudaklarım çenesine sürtündü. “Çıkalım da diğerlerini bekletmeyelim.”
Diğer tarafa yürümek için hamle yaptığımda eli bileğimi tuttu ve beni kendine çektiğinde ona sertçe çarptım. “Bence bugün benimle bu kadar oynama.” Güldüğümde elini bir anda yırtmacımdan içeriye soktu ve bacağımı okşayarak yukarı çıktığında gözlerim irice açıldı. Baldırlarıma geldiğinde jartiyerin ipini tutup çekti ve sonrasında minik bir çakı sıkıştırdı. Elini işkence çektirirmiş gibi bacağımdan uzaklaştırırken, “Lazım olur,” dedi. “Yanında taşımalısın.”
Başımı salladığımda kalbim neredeyse yerinden çıkacaktı. Fakat sonrasında durmadı, elini ceketinin iç cebine attı ve sapı kesilmiş kırmızı bir gül çıkardı. Açılmamış gülü bana uzatmak yerine gerdanıma doğru yaklaştırdı, gül tenimi okşarken ve eldiveni tenimde gezinirken gülü iki göğsümün arasına oldukça yavaş bir şekilde sıkıştırdı. “Ve koyu renklerle olmak sana yakışmıyor,” diye mırıldandı. “Sadece ikimiz üzerinde bir çiçek, bir renk taşıdığını bilsek yeter, döndükten sonra ilk kez sana verdiğim çiçeği geri alacağım.”
“Sen manyaksın,” diyebildim sadece.
“Bunu hapishaneye iki göğsünün arasında çikolata taşıyarak gelen kadın mı söylüyor?” Gülmeye başladığında kolunu açtı ve girmem için bekledi, siyah eldivenli elimi onun koluna doladım. “Buyurun, efendim,” dedi itaatkâr bir şekilde. “Size eşlik edeyim bu gece.”
“Teşekkür ederim,” dedim alayla. “Bir katile göre fazla kibarsın yine.”
“Ve sen de bir katile göre fazla seksisin.”
Kapıdan çıkmadan önce üzerime siyah palto ve siyah bir çanta aldım. Kapıdan çıktığımızda buz gibi hava yüzüme çarptı, karlar erimişti ama dondurucu hava gökyüzündeydi. Hemen önümüzde lüks bir araç duruyordu. Marco anahtarı Tugay'a doğru attığında Tugay anahtarı havada kaptı, sürücü koltuğuna doğru ilerler gibi oldu, ardından adımları durdu, Marco'yla Giray'a baktı. Anahtarı yeniden onlara attığında Marco tuttu. “İkinizden biriniz kullanın,” dedi saatler önce konuşulanlara atıf yaparak. “Ben avukatımla arkada oturup keyif yapacağım.”
Gülümsediğimde kendisi için attığı bu büyük adım çok hoşuma gitmişti. Arkaya ben, Tugay ve Giray oturduk. Sürücü koltuğuna Marco geçti, yanındaki koltuğa ise Sinan.
Karşılıklı koltuklardan yolu gören tarafa biz oturduk, Giray ise karşımızdaydı. Kapılar kapandıktan sonra Giray, “Önce,” dedi gülümseyerek Tugay'a baktı. “Başka bir yere uğrayacağız, Marco. Ben sana tarif edeceğim.”
“Mandalina mı alacağız?” dedi Marco.
Giray sanki bunu bekliyormuş gibi ceketinin cebinden mandalina çıkarıp ona doğru attı, Marco tuttuğunda gülmeye başladı.
“Nereye gideceğiz?” diye sordum Tugay'a, bacak bacak üstüne atarak.
Tugay sırtını rahat bir şekilde yaslayıp kolunu kucağıma attı, eli yırtmacımdan görünen bacağıma tutundu. Ben de elimi omzuna attığımda gözlerimi ondan alamadım. “Gidince görürsün.”
“Sürpriz,” dedi Giray bana doğru.
Kaşlarım havalandığında Tugay bir anda, “Giray,” dedi ve cebinden çıkardığı telefonu Giray'a doğru attı. “Bizim fotoğrafımızı çeksene.”
“Ha?” dedi Giray.
“Çeksene.”
“Nereden çıktı şimdi?” dedi Giray şaşkınlıkla. “Hem sen fotoğraf çekilmeyi sevmezsin ki.”
“O, Avukat yanımda böyle güzel değilken olan zamanı kapsıyor,” dedi ve bana göz kırptı. “Şimdi çekecek misin yoksa Krallık'ın karşısına çıkıp basının bizi çekmesini mi isteyeyim?”
Giray telefonu havaya kaldırdığında, “Sen gün geçtikçe daha fazla deliriyorsun,” dedi. Bunu dediği an gülüp Tugay'a baktım, onun da bakışları bana döndüğünde Giray'ın telefonundan fotoğrafı çekme sesi geldi. Sonrasında Tugay sırtını yasladı, çenesini havaya kaldırıp bana baktı, ben ise kadraja baktığımda bir fotoğraf daha çekti.
Yeniden telefonu Tugay'a uzattığında Tugay ekranı kaydırıp fotoğraflara baktı. Normalde kendimi fotoğraflarda asla beğenmezdim ama o fotoğraflarda kendimi o kadar çok beğendim ki gözlerim irice açıldı. Bana bakışı, gülüşü, duruşu... İlk kez dönüp diyebildim, Eftalya Atalar ve Tugay Demir Çeviker gerçekten de birbirine çok yakışıyordu.
Tugay gülümseyerek ekranda birkaç tuşa bastı, ardından güldüğümüz fotoğrafı duvar kâğıdı yaptığında bana dönüp göz kırptı. “Gerçekten,” dedi ekranı çevirip bana göstererek ve fısıldayarak. “Şöyle bir bakıyorum da Sevgili Avukat’ım, sen benim için yaratılmış olmalısın.”
“Ne yapacaksın şimdi o fotoğrafı?” diye sordu Giray, Marco'ya yolu tarif etmenin arasından. “Çerçeveletip yatağının yanına koymak gibi bir planın var mı?”
“Planlarım içerisinde,” dedi Tugay ciddiyetle ve başparmağı bacağımda daireler çizdi. “Ama ondan önce telefonumda duvar kâğıdı yaptım, daha güzel bir görüntü olamazdı çünkü.”
Giray dudakları aralanmış bir şekilde bana bakarken Marco sürücü koltuğundan, “Şaka mı yapıyor? Eğer ciddiyse arabayı uçuruma doğru süreceğim de,” dedi. Güldüğümde ondan bunu asla beklemedikleri açıktı. “Millet adamı gazetelere azılı katil, merhametsiz, Suç Kralı diye yazıyor, dünya basını yaptıklarını konuşuyor, kendisi duvarkâğıdına sevgilisiyle...” Güldü, boğazını temizledi, “…avukatıyla fotoğrafını koyup bundan keyif alıyor. İstediğiniz bütün ülkelere gidin, bundan daha manyak bir adam bulamazsınız.”
“Bence,” dedi Giray, Tugay'a bakıp kaşlarını kaldırarak. “Senin çok konuşmaman gerekiyor.” Öne doğru atıldı ve sürücü koltuğunun yan tarafındaki telefonu alıp Marco'nun küfürlerine aldırış etmeden ekranı bize döndürdüğünde mandalina bahçesi görseliyle karşılaştım. Yüksek bir kahkaha attığımda Tugay da bana katıldı. Hatta Sinan da gülmeye başladığında Marco geriye doğru eğilerek telefonu almaya çalıştı.
İkisi birbiriyle atışmaya başladığında bakışlarım ön koltukta oturan Sinan'a kaydı. “Ona artık güveniyorsun,” diye mırıldandım Tugay'a.
“Çünkü sen güveniyorsun,” diye yanıtladı.
“Tek sebep bu olmamalı.”
Düşünceli bir şekilde kaşlarını çattı. Ardından, “Çünkü seni gerçekten seviyor,” dedi. “Ve benimle beraber seni en iyi koruyabilecek kişi Sinan. Gözünü kırpmadan senin için ölebilir.”
Yutkunduğumda ölüm konusunu hızlıca kapatarak, “Peki Giray'la ne olacak?” diye sordum. “Eminim şu an sakin kalmasının en büyük nedeni sensin.”
Tugay bıkkın bir nefes verdi ve sonrasında, “Durdurması zor elbet,” dedi. “Ama ne kolay ki? En azından şimdilik hesaplaşmasını sonraya saklıyor ama Sinan ona dokunduğu an patlar. Öyle ki birazdan yaşanacaklar zaten yeni patlamaları yaratacak.”
“Ne gibi?” Tugay bir cevap vermediğinde biraz daha ona sokuldum ve kulağına doğru, “Peki ya sen nasılsın?” diye sordum. “Umarım şu an bu yüzüne taktığın bir maske değildir Tugay.”
“Senin karşında hiçbir zaman maske takmam.” Bakışları bana döndüğünde yüzü yüzüme çok yakındı. “Sadece Tugay Demir Çeviker işte, yaşadı, acı çekti ve yeniden doğruldu. Benim dünyamda acılar dakikaları saate dönüştürmez canımın içi ama güç çoğu saat benimle olmalıdır.”
“Eğer Nida'yı kurtarmak için beni ona...”
“Kapat konuyu.” Dudaklarım bıçak gibi kesildi.
Tam o esnada araç karanlık caddede durdu, bir apartmanın önündeydik ama burada kimse yok gibiydi. Gözlerimi kıstığımda siyah camlardan dışarıya doğru baktım fakat ben göremiyorken Marco'nun, “Siktir,” diye inleyen sesini işittim. “Nasıl olabilir?”
Bizim bulunduğumuz yerin kapısı kayarak açıldığında onu gördüm.
Defne'yi.
Üzerinde kan kırmızısı, dapdar, kolları bileklerine kadar, sırtı ise derin dekolteli bir elbise ve ayaklarında topuklu ayakkabıları vardı. Kısa saçları hafifçe omzuna doğru uzamıştı, gözlerinde simsiyah makyajı vardı. Giray elini öne doğru uzattığında Defne onun elini tutup arabaya bindi ve kapılar yavaşça kapanırken, “Herkese merhaba,” dedi baskın bir sesle. “Ben geldim, Defne Tufan.”
Giray gülmeye başladığında Sinan büyük bir dehşetle dönmüş Defne'ye bakıyordu, tam o esnada benimle göz göze geldi ve yaşadığını bildiğimle yüzleşti; yutkunduğunda bakışlarına kocaman bir kırgınlık oturdu.
Marco'nun elleri sıkı bir şekilde direksiyonu tutarken, “Artık sizin belanızı sikeceğim ben,” dedi sert bir sesle. “Arabaya ölünün binmesi, onun canlı olmasından daha az öfkelendirir şu an.” Kimseden ses çıkmadığında Marco kaşlarını çattı. “Ölü değil, değil mi?”
Giray uzanıp Defne'nin elinin tersini öptüğünde, “O hiç ölmemişti,” dedi imayla, ardından omzunun üzerinden Sinan'a doğru baktı. “Yoksa birileri zaten bu arabada nefes alamazdı, anlaman lazımdı Marco.”
Defne'nin bakışları benimle kesiştiğinde bildiğimin farkındaydı. Sonrasında Tugay'a baktı, ardından sırtını yasladığında bacak bacak üstüne attı. “Merak etme,” dedi benim gözlerimin içine bakarak. “Onu bir gün sen değil, ben vuracağım.”
Kaşlarım havalandığında Sinan başını iki yana salladı. “Defne,” dedim başımı omzuma doğru yatırarak. “Yeniden hoş geldin.” Gülümsedi sadece. Bana kırgın mıydı, öfkeli miydi yoksa bambaşka bir duygu muydu bilmiyordum ama aramızda buz gibi bir rüzgâr estiğine emindim.
“Tugay,” dedi Marco arabayı yeniden çalıştırdığında. “Seninle baş başa kaldığımız an bana hatırlat, teke tek bir savaşımız olacak fakat şu an zamanı değil.” Geriye doğru dönmeden omzuna doğru, “Defne,” dedi başıyla selam verdi. “Seni kaybetmek üzücüydü.”
“Pek sanmıyorum,” dedi Defne kısık bir sesle. “Kimsenin acımı bile yaşamadığına eminim.”
Marco sözü devralırken, “Çünkü bizim dünyamızda kimsenin yası tutulmaz,” dedi rahat bir sesle. “Vaktimiz yok oturup üzülmeye, en yakınlarımız hariç. Biz bir aile değiliz, örgütüz.”
Defne yutkunduğunda, “Harika bir hoş geldin,” dedi Marco'ya. “Neyse ki sana alıştım.”
“O halde,” dedi Tugay öne doğru eğilerek ve cebinden sigara paketini çıkararak. Dudaklarının arasına yasladığında ateşi yaktı ve ucunu alevlendirdi. Derin bir nefes çektikten sonra, “Ne yapacağımızı konuşalım,” dedi.
Defne boğazını temizledikten sonra, “Bana söyleyeceğin bir şey yok mu?” diye sordu yarı kırgın yarı alayla.
Tugay'ın bakışları birkaç saniye Giray'ın üzerinde odaklandı. “Ne gibi?”
“Bana güvenmedin.”
Tugay kaşlarını kaldırdı. “Ben çoğu insana güvenmem.”
“Fakat sen yokken bu örgütün başında ben ve Giray vardık.” Tugay bir kez daha Giray'a baktığında Giray elini Defne'nin sırtına yerleştirdi ama o geri çekilmedi. “Bana kocaman bir teşekkürün olması gerekirken güvenmemeyi tercih ettin. Sence bunu sorgulamak garip mi?”
“Kimse seni zorlamadı, Defne,” dedi Tugay. “Sen geldin, sen istedin, sen yaptın. Gitmek isteseydin giderdin ama kaldın. Merak ediyorsan örgütün başında siz varken bu örgüte bir hain girdi ve hepimizin hayatını sikiyor. Eğer bir şeyleri sorgulayacaksan ilk önce o hainin kim olduğunu sorgulamaya ne dersin? Çünkü benden önce onları en iyi tanıyan sensin.”
Defne yutkunduğunda gardını indirmiş gibiydi. “Ben sadece,” dedi ve başını iki yana salladı. “Bu kadar kolay gözden çıkarılacak birisi olduğumu düşünmemiştim ya da bu kadar kolay unutulacağımı. Haddim olmayarak kırıldım galiba bir şeylere.”
“Gözden çıkarılmadın,” dedi Tugay sigarasından bir duman çekerken. “Buradasın, bizimlesin ve sevdiğin adamın yanındasın.” Tugay duraksadı, ardından cebinden sigara paketini çıkarıp ona doğru uzattı, bu aslında biraz da barış çiçeği gibiydi. Defne sigaradan aldıktan sonra Tugay ucunu yaktı. “Buradasın,” dedi bir kez daha. “Çünkü sana ihtiyacımız var. Şimdi istersen kal, istersen git, kimse seni ikisinde de engellemeyecek.”
Defne sigaradan birkaç duman çekti sonra Giray'a baktı. Gülümsediğinde, “Kalıyorum elbette,” dedi bacak bacak üzerine atarak. “Fakat bu kez eskisinden daha nefret doluyum.”
Tugay gülümsedi. “İşte bu hoşuma gitti.”
***
Planlar yapıldı, kararlar verildi herkesin yüzüne o mistik gülümseme oturdu.
Bu arabanın içindeki altı kişinin de istediği tek bir şey vardı: Kazanmak.
Araç, balo salonunun uzak tarafında durduğunda Tugay ceketinin cebinden siyah maskesini çıkardı, bakışları bana döndüğünde ben de başımı salladım. Ben, Defne, Tugay ve Giray maskeleri yüzlerimize geçirdikten sonra Tugay başını omzuna doğru yatırdı. “Başlıyoruz,” dedi ortaya doğru. Benim siyah tüylü bir maskem vardı, dudaklarım açıktaydı. Tugay'ın maskesi ise dümdüz siyahtı ve burnunun hizasına kadardı. Giray'ın maskesi siyah, Defne'nin ise kırmızıydı.
Sinan ve Marco ise sonradan aramıza katılacaktı.
Aracın kapıları yavaşça kayarak açıldığında buz gibi hava bize doğru çarptı. İlk inen kişi Giray oldu, eliyle Defne'ye yardım etti. Onun ardından Tugay indi ve elini uzatıp o da bana yardım etti. Yolun karşısındaki büyük balo salonuna baktığımda gökyüzünde havai fişekler patlıyordu, diğer sokakların karanlığına, ölümlerine, açlığına rağmen bu cadde ışıl ışıldı ve balo salonundan müzik yasak olmasına rağmen yüksek ses müzik geliyordu. İnsanların kahkahaları, şık kıyafetleri, benimki gibi tüylü maskeleri...
Krallık’ın kuralları ve yasaları sadece kendilerine işlemezdi. Bu değişmez bir gerçekti. Diktatörleri destekleyenler için ise bütün kurallar ve yasalar kanlı bir hançer gibiydi, o hançer masumlara saplanırdı.
Tugay kolunu yeniden açtığında sol koluna girdim. O da ceketini tutarken ikimiz de dik bir duruşa geçtik. Önden Defne ve Giray yürürken biz de arkalarından ilerledik. Yoldan en lüks araçlar geçerken resmen burası bambaşka bir evren gibiydi.
“Şerefsizler,” dedim ağzımın içinde gülümseyerek. “İnsanlar ölüyor ama onların umurunda bile değil.”
“Piç kuruları,” dedi o da gülümseyerek. Tugay'ın yanından Krallık mensubu birisi geçip saygın bir şekilde selam verdiğinde Tugay da başıyla selam verdi, sonrasında da, “Amına koyduğum,” dedi.
Birbirimize baktık ve aynı anda, “Tüh,” dediğimizde gülmeye başladık.
Girişte iki koruma duruyordu, ellerindeki defterden gelen insanları yokluyorlardı. Bizim üç adım önümüzdeki Giray ve Defne korumaların yanına gidip bir şeyler söylediler, ardından Defne kahkaha atarak Giray'ın koluna girdi ve omzunun üzerinden bize bakarken Giray'ın arkasından tamam işareti yaptı.
“Sıra bizde,” dedi Tugay. “Sen konuş, beni sesimden tanıyabilirler çünkü kulaklarından silindiğini düşünmüyorum.”
Sakince başımı salladığımda kolunu daha sıkı tuttum ve aynı hizada yürüdük. Çevremizdeki birçok gözün bizim üzerimizde olduğunu hissedebiliyordum ama bunun nedeni bizi tanıdıkları için değildi, hem yaşlarımızdan dolayıydı hem de ne olursa olsun biz hep dikkat çekebiliyorduk.
“Hanımefendi,” dedi koruma başıyla selam verip, ardından Tugay'a döndü. “Beyefendi. İsimlerinizi alabilir miyim?”
“Nadir ve Ferda çifti,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Listenin başlarında olmalıyız.”
“Ah,” dedi koruma kâğıda bile bakmadan. “Elbette, Başkan adına çok üzgünüm.” Tugay'a baktı. “Nadir Bey, iyisiniz değil mi?” Tugay sadece başını salladı. “Sizi içeri alalım lütfen.”
Tugay bir kez daha başını salladığında içeriye girmemiz için beni önüne alıp elini sırtıma yasladığında büyük kapıdan girdik, girdiğimiz gibi rengârenk ışıklar, ışıklarla birlikte yüksek ses müzik kulaklarıma doldu. İnsanların kahkahaları, alkol bardaklarının tokuşturulması, şenlik... Başkan ölmüştü ve aslında buradaki herkes Başkan'dan ölesiye nefret ediyordu, anlamıştım. Onu öldürmemiz halk için artı kazançtı ama Krallık için kayıp olmamıştı.
“Nadir ve Ferda kim?” diye sordum Tugay'a dönüp.
“Başkan'ın kuzenleri,” dedi Tugay.
“Ve?” dedim dehşetle. “Onlar şu an nerede?”
Tugay sırıttı ve büyük alana beni çıkarırken, “Güzelim, Krallık tarafında gibi görünüp örgütün içinde olan tek kişi Defne değildi,” dedi. “İkisi de örgütümüzün bir üyesi.” Şaşkınlıkla ona baktım, o ise belimden sarıldı ve büyük salona girerken şakağıma öpücük kondurdu.
Ortada masalar vardı, yuvarlak masaların üzerinde kumar oynanıyordu. Hemen arkasındaki bistro masalarda insanlar alkollerini içiyordu. Onun arkasındaki bar tabureleri ve büyük bar tezgâhı gözlerimin önündeydi. Duvarların bazı yerleri camlarla kapalıydı, camların içinde ise bikinileriyle dans eden kadınlar vardı. Herkes maskeliydi, çok şıktı, kimin kim olduğunu tanıyamazdınız ama etrafıma bakarken hiç böyle bir yer beklemediğimin şaşkınlığı içindeydim.
Hemen önümde dans eden insanların çoğu sarhoştu, bazılarına dikkatli bir şekilde baksam kim olduğunu bile tanıyabilecekmiş gibi hissettim.
“Gerçek Krallık dünyasına hoş geldin,” dedi Tugay kulağıma doğru. “Onların nasıl bir pislik olduğuyla bir kez daha yüzleşiyorsun.”
Bar tezgâhının arkasından yukarıya doğru uzanan şatolardaki gibi büyük merdivenler vardı, asma tavanda kristalden avizeler, duvarlardaki altın varaklar... İnsanlar açtı fakat buradaki çoğu masada yemeklere dokunulmamıştı bile ve çöplere gidecekti, biliyordum.
Krallık, toplumunun açlığından önce kendi tokluğunu düşünürdü. Bir ülkede aç yatanların sayısı, tok yatanların sayısından fazlaysa o ülkede adalet yok demekti.
Bir garson önümüzde durduğunda gözlerim duvarlardan ona doğru kaydı ve yaşı belki de on altısında bir kızla karşılaştım. “Almaz mısınız efendim?” dediğinde çekingendi.
Yutkunduğumda şimdiden o kız çocuklarını topladıklarını anladım. Yavaşça tepsideki şaraplardan bir tanesini aldığımda Tugay da viski aldı. Kız çekingen bir şekilde selam verip kaçar gibi gittiğinde, “Hayır,” diye fısıldadım. “Bu çok kötü.”
Kumar masalarının çevresinde de kızlar vardı ve on sekizini yeni doldurmuş gibi görünüyorlardı. Şık kıyafetleriyle kâğıtları dağıtıyorlar, zoraki gülümsüyorlardı. Başımı iki yana salladığımda Tugay'a daha fazla sokuldum ve onun bu ülke için neden savaştığıyla bir kez daha yüzleştim.
“Oda üçüncü katta,” dedi Tugay kısık bir sesle. “Burası Başkan'ın oğlunun evi ve kendisi bir an bile gizlemeden sergiliyor çünkü o katlara çıkabilecek birisi daha anasının karnından doğmadı.” Gülümsediğinde dudağının kenarında bir gamze oluştu. “Ben dışında.”
“Nasıl yapacaksın?” diye sordum.
Tugay hiç çekinmeden, “İkinci kat, günah odaları diye geçiyor,” dedi. “O katta seks, uyuşturucu, kadın ticareti, her türlü olay dönüyor. O kata çıktıktan sonra üçüncü kata ulaşmak daha kolay ama oraya da sadece X'in seçtiği kişiler çıkabiliyor çünkü Krallık'ın demir parmaklıklar arkasında saklanan sırları orada. Yakasında krallık ambleminin olduğu rozeti taşıyanlar ikinci kata istedikleri gibi çıkabilirler.”
“Kendimizi nasıl seçtireceğiz?” Aklına yine yetişemiyordum.
“Zorunda bırakacağız.”
“Ne?” Tugay viskisinden büyük bir yudum içti ve cebinden telefonu çıkardığında ekranda Giray'ın adı vardı.
Giray:
Burada bizi yukarı çıkaracak iki kişi var.
Giray başını kaldırıp etrafına baktı ve uzakta duvara yaslı bir şekilde yavaşça yan tarafındaki masayı gösterdi. Üç kadın vardı, orta yaşlarında. Yakalarında da Tugay'ın tam da söylediği gibi yarımay amblemleri olan rozetler vardı.
“Ne?” dedim kafamın içinde şalterler atarken. “Unut bunu, o kadınlarla ikinci kata mı çıkacaksınız seks için? Onlarla flört mü edeceksin? Unut bunu!” Sesim düşündüğümden daha yüksek çıktığında kaşlarımı çattım. “Duydun mu beni? Unut bunu!”
“Avukat,” dedi Tugay şaşkınlıkla. “Kadınlarla aramda nereden baksan otuz yaş vardır.”
“Hayır,” dedim baskın bir sesle ve dişlerimi sıktığımı fark ettim. “İsterse elli yaş olsun, isterse ölmüş birisi olsun, bomboş bir duvar bile olabilir, benden başka kimseyle flörtleşemezsin, izin vermiyorum.”
İzin vermiyorum... Vay canına Eftalya Atalar, bu nasıl bir cesaret yine...
Tugay dudaklarını birbirine bastırdı, ardından gülmeye başladığında başını iki yana salladı. “Sakin ol, güzelim,” dedi hoşuna gitmiş bir ses tonuyla. “Ayağıma basıyorsun şu an ve yakamı tutuyorsun.”
O an ayağına bastığımı ve yakasını sıkıca kavradığımı fark ettim. Geriye çekildiğimde Tugay telefonu çıkarıp Giray'a mesaj attı.
Avukatım izin vermiyor, ben gelemem. Son söz hep onda.
Giray mesajı okuduğu anda yüzünü buruşturdu ve çok kısa bir yanıt verdi.
O iddiayı kaybetmemeliydin.
“Ne iddiasından söz ediyor?” diye sordum.
“Hiç,” dedi. “Geçmişte çok büyük konuştum, sonra o büyük konuştuğumdan çok daha fazlasıyla karşılaştım, diyelim.” Kaşlarım havalandı ve ona baktım, Tugay ise omzuma dökülen saçımı arkaya doğru attığında, “Lekelerini kapatman hiç hoşuma gitmedi,” dedi. “Bunu bir kez daha tekrar etme lütfen.”
“Zorundaydım.”
“Ve bir daha zorunda kalmayacaksın çünkü bu kez ikimiz de özgür iki insan olarak dışarı çıkacağız.” O an ikimizin de aklından geçen maskeli başka bir baloda, yılbaşında, bir şarap kadehini onun üzerine dökmemle karşılaştığımız andı. “Yılbaşı gecesi olacak,” dedi sağ eliyle omzumdan dirseğime kadar okşarken. “Şarap içeceksin sen yine fakat bu kez sarhoş olmaya benim yanımda başlayacaksın. Ben de sana bilerek çarpacağım, çarpacağım ki bir kez daha güzelliğini göreceğim. İstersen şarabı üzerime dökebilirsin ama dudaklarınla vücudumda lekeler bırakmanı daha çok isterim.” Yutkunduğumda eli, dirseğimden bileğime doğru indi. “Sonra beraber yeni yılın gelişini kutlayacağız güzelim ve hemen ardından benimle dans edeceksin, bu kez tamamen özgür.” Sağ eli, elime tutunduğunda acıdığını biliyordum ama bunu gizliyordu. “İşte o gün canımın içi, sen ve ben, hayatımızın en mutlu gününü yaşıyor olacağız çünkü hem özgür olacağız hem de ölümler bize uzak kalacak.”
“Tugay,” dedim nefesimi vererek. “Bu çok güzel ama bir o kadar da uzak geliyor kulağa.”
Salonda piyano çalmaya başladı ve insanlar dansa kalktı; piyanonun sesi öyle güzeldi ki Tugay'ın anlattıklarının hayalini kurmak o müzik sesiyle daha fazla etkilemişti beni.
“Değil,” dedi Tugay, başını sallayarak. “Bizim için imkânsızlıklar bile imkân dahilinde unuttun mu?” Çevremizde insanlar dans ediyordu, biz ise öylece durmuş konuşuyorduk. Bir adam piyanonun başına oturmuş, öyle etkileyici bir şekilde çalıyordu ki Krallık da olsa müziğin tutkusuna kapılmadan edemedim. Ne düşündüğümü anlamış olacak ki, “Hatta,” dedi sol eli belime sarılıp sertçe kendine yasladığında. “Şu an benimle dans edebilirsin, sikerim her şeyi, an, şu an. Belki de başka bir zamanımız olmayacak. Dans et benimle.”
Zaman tekrar ediyordu.
“Tugay,” dedim fakat beni daha çok kendine yasladı, boştaki elini tuttuğumda diğer elim de ensesindeydi. Yavaşça hareket ettiğinde belimdeki sol eli yavaşça aşağı yukarı kayarak sırtımda dolaştı ve bu tenimdeki karıncalanmanın artmasına neden oldu. Adımlarım onun adımlarını takip ederken bacaklarım bacaklarına dolanıyor, her kaydığımızda vücudunu bana sürtüyordu.
Belimdeki eli aşağıya doğru kaydığında kalçamın hizasında durdu, ardından düşünmeden kalçamın üzerine yerleştirdi, gözleri ise gözlerimden ayrılmadı. Silik bir tebessümle ona baktığımda o da aynı şekilde karşılık verdi. Parmakları tenime gömülürken daha çok aşağıya indi, eli baldırıma tutundu, bacağımı yavaşça havaya kaldırdığında onun bacağına dolandı. Vücudunu vücudumun üzerine doğru eğdiğinde belim kavislendi, saçlarım aşağıya doğru sarktı.
Islak dudaklarını boynumda hissettiğimde ve yavaşça öpücükler dokundurarak dudakları çenemin çizgisine doğru ilerlediğinde omzundaki elim sıkılaştı, düşmekten korktuğum için değil, ona karşılık vermenin arzusuyla yanıp tutuştuğum için. Bacağımı tutan soğuk sol eline rağmen alev alev yanıyor gibiydim. Öyle ki sanki o da protez eline rağmen baskısını arttırdı, vücudu daha fazla baskı yaptı.
Nefesi boynumdan kulağımın arkasına doğru ilerlediğinde dudakları bu kez ürpereceğim bir noktaya dokundu ve kulağıma doğru, “Sana piyano çalmak için söz vermiştim, hatırlıyor musun?” diye sordu. Dudakları artık yanağımı okşuyordu. Nefesi tenimin her zerresindeydi. “Buradan çıktığımızda ve evimize gittiğimizde beraber piyano çalacağız, tek elimle sana buradaki şarkılardan çok daha güzelini vadediyorum, söz veriyorum. Ama tek bir şartım var, güzelim.” Beni kaldırdığında göğsüm göğsüne çarptı, saçlarım dağınık bir şekilde nefes nefese ona baktım. Delirecek gibiydim. “Dudakların en az bu kadar yakınımda olacak, diğer türlüsü çok güç çünkü.”
Başımı hiç düşünmeden onaylayarak salladığımda, “Bana,” dedim. “Piyano çalacaksın sahiden.” Oysaki korkuyordu, istemiyordu, olmaz diyordu. Kendiyle barışmaya mı başlamıştı? Değişiyor muydu bir şeyler?
“Evet,” dedi. “Senin için tek elimle bile piyano çalabilirim, Sevgili Güzel Avukat’ım ve sen de istersen o güzel ellerinle bana eşlik edebilirsin.” Sol elimi kaldırıp avcumun içinden öptü. “Benim sol kolum biraz da sensin çünkü.”
“Peki,” dedim heyecanla. “Bir kadeh şarap da içer miyiz?”
Gülümsedi. “Sarhoş olacaksan seve seve, şarap, piyano ve biz. Güzel bir randevuydu.”
Gülümsediğimde bakışları benden ayrılıp arkamda bir yere odaklandığında elimi yavaşça aşağıya indirdi, ardından yüzündeki gülümseme bütün içtenliğini kaybetti. Yüzümü çevirmek istediğimde, “Hayır,” dedi. “X orada.” Gözleri kısıldı. O an aklına bir şey gelmiş gibi olduğunda, “Siktir,” dedi. “Tabii ya. Bu nasıl aklıma gelmedi?” Telefonu çıkarıp Giray'a tek bir mesaj attı ve yeniden bana döndü. “Bara geç, bir kadeh şarap iç ve olabildiğince Krallık'tan birisi gibi davran, onları az da olsa tanıyorsun.” Alnıma bir öpücük kondurdu, yanımdan uzaklaştığında birkaç saniye arkasından baktım ve sonrasında kaşlarım çatıldığında bara doğru ilerledim. Tam o esnada Defne'nin de yavaş adımlarla benim olduğum tarafa doğru yürüdüğünü gördüm.
Bar taburelerinden bir tanesine bacak bacak üzerine atarak oturduğumda ve bir kadeh şarap istediğimde Defne de hemen yan tarafımdaki tabureye yerleşti, o benim aksime bir viski istedi, tek buzlu. Tugay ise sek içiyordu, artık ezberlemiştim.
Şarap bardağı önüme geldiğinde bir yudum aldığımda, “Yaşadığımı biliyordun,” dedi Defne kısık bir sesle.
“Evet,” dedim direkt.
“Peki ya ölseydim?”
“Ne?”
“Ya ölseydim,” dedi ve bakışlarını bana çevirdi, gözleri kırmızı maskesine rağmen kırgınlıkla bana bakıyordu. “Ya senin koruman yüzünden ölseydim? O zaman da onu savunacak mıydın?”
Yutkunduğumda “Onun bir suçu yoktu,” dedim. “Meryem'le tehdit ettiler ve o da buna zorunlu kaldı, başka hiçbir çaresi...”
“Yani,” dedi viski bardağını şarap bardağıma vurarak. “Ölüp gitmemin hiçbir anlamı olmayacaktı.” Defne başını aşağı yukarı salladığında güldü. “Biliyor musun, senin neden seçildiğini anlıyorum.” Kaşlarımı kaldırdım. “Çünkü farkında olmasan da çok acımasız bir kadınsın ve bilmelisin ki ben de öyleyim.” Bir kez daha vurdu. “Ya çok iyi anlaşacağız Eftalya Atalar ya da düşman olacağız.”
Güldüğümde saçlarımı arkaya doğru attım, bu kez bardağına ben vurdum. “Sinan'a dokunmadığın sürece seninle dost olmaya hazırım.”
“Belki de dost olup Sinan'ı öldürürüm, ne dersin?” Gülmeye başladığında başını iki yana salladı. “Kimseye öfkeli değilim bu arada, sadece anlamaya çalışıyorum ve...”
“Anlaman gereken tek bir şey var, Defne,” dedim ona doğru yaklaşarak. “Giray sana gerçekten deliler gibi âşık çünkü kaybetme ihtimalinde bile dönüştüğü kişiyi gördüm. Kendi ikizi de dahil hepimizi öldürebilirdi, gözünü kırpmadan üstelik.” Defne yutkunduğunda gözlerini kırpamadı bile. “Dünyamızda aşka yer yokken siz bunu buldunuz, en azından sonunu bilmeden yaşamaya bak.”
Defne derin bir nefes verdikten sonra, “Kendinden mi biliyorsun bütün bunları?” diye sordu.
Bakışlarımı kaçırdım ve şarap bardağının etrafında parmağımı gezdirdim. “Eh,” dedim yarı şakayla yarı ciddi. “Siz bizden daha az ip üstünde yürüyorsunuz diyelim.”
Defne kahkaha attığında omzuyla omzumu hafifçe itekledi. “Fena ikizlere denk geldik, Avukat Eftalya Atalar, kaçıp gitmek için neyi bekliyoruz?”
Ben de gülmeye başladığımda, “Sahiden,” dedim. “Bizimki de delilik.”
“Hadi ben neyse,” dedi Defne. “Bütün bunlar hiç yaşanmamışken tanıdım onu, savaş yoktu, âşık oldum, direttim, çabaladım ve onu kazandım. Ya sen? Bu etrafında bombalar patlarken bir adamın gözlerinin içine bakıp kurşunları bile umursamamakla eşdeğer. Ben öyle bir durumda senin kadar cesur olabilir miydim bilmiyordum.”
Omzumu indirip kaldırdım. “Belki de onunla beni birleştiren, bütün her şeyi yok edecek kuvveti olan savaştır,” dediğimde dudaklarımı ıslattım. “Ve belki de bizim özgürlüğümüz bir savaşla başlamıştır, kimbilir? Çünkü ben onu tanıdığımda mahkûmdu, esirdi ama ben özgürlüğü en çok onun yanında hissettim.”
Defne başını ağır ağır salladığında yanımdan bir erkek sesi yükseldi. “Hey,” dediğinde irkilerek yanıma döndüm ve koyu kahverengi takımlı bir adamın yanımdaki tabureyi çekip oturduğunu gördüm, yakasında Krallık rozeti vardı. “Dakikalardır seni izliyorum,” Defne'ye başıyla selam verdiğinde Defne keyifle elini çenesine koydu çünkü sonrasında olacaklardan neredeyse emindi. “Hem çok mutsuz hem de çok mutlu görünüyorsun.” Bunlar ne saçma cümlelerdi böyle? “Ben Mete bu arada,” dedi elini öne uzatarak.
Eline baktım, ardından yüzüne döndüğümde, “Teşekkür ederim,” dedim ve başımı iki yana salladım. “Fakat yeni biriyle tanışmak istemiyorum.”
“Neden?” Bardaki çocuğa parmak hareketiyle bir viski istediğini söyledi. “Bence,” dedi dirseğini bar tezgâhına yaslayıp gülümseyerek. “Bir şansı hak ediyorum.”
“Yüzümü bile görmedin.”
“Önemli olan yüz değildir.”
“Karakterimi bile bilmiyorsun.”
“Karakter de önemli değildir.”
“O zaman ne önemlidir amına koyayım?” dedi Defne diğer taraftan ve viskiyi kafasında dikti.
Adam onu duymazdan gelip bana doğru yaklaştı, geriye çekildiğimde ise biraz daha eğildi. “Hisler önemlidir, hanımefendi,” dedi gevşek bir şekilde gülümseyerek. “Ve ben sizinle tanışmam gerektiğini hissediyorum.”
“Uzaklaş,” dedim net bir sesle. “Yoksa kendi topuğuna sıkmış olursun, insani bir uyarı olarak gör bunu.”
“Lütfen,” dediğinde, elimle onu itekledim fakat alkol kokan nefesi yüzüme çarparken eli kolumu kavradı, beni zorladı. “Bir tanışsak ve sonrasında...”
Bir anda sert bir el adamın kolunu alıp öyle bir çevirdi ve yüzünü bar tezgâhına yapıştırdı ki Defne kahkaha atarken ben oturduğum yerden kalktım. Saçından tutup geriye çekti ve bir kez daha yapıştırdı. Tugay adamın sol elini çevirip sırtına yaslarken diğer eliyle kafasına baskı yapmaya devam etti ve adam acıyla inlerken yüzüne yaklaşıp, “Senin ona dokunan elini kırar, ardından tek elinin üzerinde yürütürüm, pezevenk,” dedi dişlerinin arasından. “Kim oluyorsun da benim sevgilime dokunabiliyorsun, onunla tanışmak istiyorsun?”
“Özür dilerim,” dedi adam zorlukla fakat Tugay başını biraz daha bastırdı. “Özür dilerim, tek olduğunu düşünüyordum, çok özür dilerim.” Bardaki çocuk dehşetle olanları izlerken çevremizdeki birkaç kişi de bizi fark etmişti.
“Tamam,” diye fısıldadım. “Dikkat çekiyoruz.”
Tugay, “Tek olsa bile sana dur diyene duracaksın!” dedi ve omzundan sertçe iteklediğinde adam öyle hızlı bir şekilde koşup yanımızdan uzaklaştı ki arkasından bakarken geriye tozu bile kalmamıştı.
“Benim sevgilim...” Giray, Tugay'ı taklit ettiğinde Defne gülmeye başladı. “Benim,” dedi, “sevgilim. Benim sevgilim... Hmm...”
Tugay kaşlarını çattığında, “Çiftiz biz burada sahte isimlerimizle,” dedi Giray'a doğru. “Ne diyecektim?”
“Bir şey söylemek zorunda değildin,” dedi Giray sırıtarak, ardından Defne'yi kolunun altına çekip saçlarından öptü. “Öyle değil mi hayatım?”
Sanki bir gece vakti canımız istemiş de dört kişi eğlenmeye çıkmış gibiydik. Dans etmiştik, az da olsa şarap içmiştim, hatta şu an gülebiliyorduk. Bu ne olursa olsun neşelenmeme neden olduğunda heyecanla onlara baktım. “Bak bak,” dedi Defne beni göstererek. “Nasıl da neşelendi.”
Halbuki neşelendiğim ufacık bir özgürlük kırıntısıydı.
Tugay'a döndüğümde yakasındaki Krallık amblemini gördüm, aynısı Giray'da da vardı. Baktığım yeri gördüğünde cebinden bir amblem daha çıkardı, üzerinde kan vardı, bu yüzden söylenerek kanı ceketine silip yakama taktı.
“Ne yaptınız?” diye sordum.
“Birkaç adamı patakladık sadece,” dedi Giray keyifle.
“Öldürdünüz mü?” diye sordum dehşetle.
“Sevgili Avukat,” dedi Tugay yüzünü buruşturarak. “Sence de bu aşamaları çoktan geçmedik mi? Böyle basit sorular sorma lütfen.”
Giray eliyle Tugay'ın omzuna vurduğunda Tugay da onu itekledi ve gülmeye başladılar. Hâlâ neyin dehşeti içine giriyordum ya da ne arıyordum bilmiyordum. Elbette artık bu dünyada ya ölürdün ya da öldürürdün, tek yasa aslında artık sadece buydu.
“Gidelim,” dedi Tugay ve elini belime attı. “İlk önce ikinci kata çıkacağız, şuradaki dedektöre amblemleri okutacağız güzelim.” Bizzat benimle konuşuyordu. “İkinci kata çıktıktan sonra hiçbir şeye odaklanmadan beni takip et, gizli merdivenlerden yukarı çıkacağız, oraya çıktığımız an Marco sadece beş dakikalığına elektrikleri kesecek, Sinan ise pencerenin aşağısında bekleyecek. Elektrikleri kesmesi gerekiyor çünkü gizli odanın kapısı otomatik şifreyle açılıyor ama elektrik olmadan kilitli kapıyı tek bir kurşunla açabiliriz.”
Yutkunduğumda, “Peki biz sonra nasıl çıkacağız?” diye sordum.
Tugay hiç düşünmeden, “İki seçeneğimiz var,” dedi. “Pencereden kaçacağız, Sinan bizi bekliyor olacak.” Başını iki yana salladı. “Eğer oradan da kaçamazsak Giray ve Defne,” ikisini gösterdi, “bizi oradan çıkaracak.” O sırada Giray'ın da yakasındaki Krallık amblemini gördüm.
“Ya her ikisi de olmazsa?” diye sordum.
Tugay bu kez bir süre düşündü ardından, “Bıçağın var,” dedi. “Ve çantanda da silahın. Ek olarak da yanında benim gibi birisi. Yapman gereken tek şey ne biliyor musun?” Yüzüme doğru eğildi. “Sırtını bana yaslamak ve sadece vurmak, ardından kaçmak çünkü durursak ölürüz ve biz ölürsek ülke de ölür.”
Korkmam gerekirdi ama korkudan çok heyecanı hissetmiştim. Tugay gözlerimdeki ifadeyi görür görmez elimi tuttu ve beni merdivenlerin olduğu yere doğru yürüttü. Sanki ikinci kata çıkıp benimle öylesine bir seks yapacakmış gibi. Uzaktan gören tam da bunu düşünürdü.
Merdivenin başındaki kapıyla karşılaştığımda Tugay yakasındaki amblemi oraya okuttu, kapı açıldığında içeri girdi ve ben adımımı attığımda elektrik çarpıyormuş gibi oldu. Dudaklarımın arasından tiz bir çığlık koptuğunda, “Kendi amblemini okut,” dedi Tugay. “Bir kez daha bunu tekrar edersen alarmlar öter.” Lanet olsun, bu nasıl bir sistemdi?
Cihazdaki kırmızı ışığa amblemi tuttum, tanımadığım bir isimle karşılaştım, ardından kırmızı, yeşil rengine çevrildi. Bu kez korkuyla merdiven basamağına adım attığımda hiçbir şey olmadı, ben basamakları çıkarken ise sürgülü kapı sertçe kapandı. “Burayı hangi manyak dizayn etmiş?” Duraksadım ve hızlıca kendimi yanıtladım. “X. O tam bir pislik.”
Merdivenin son basamağına geldiğimizde buradaki ışıklar masmaviydi, şarkı erotikti ve kapıların ardından cinsel sesler, çığlıklar, inlemeler, tokat sesleri geliyordu. Küfürleri de işitebiliyordum. Öyle ki Tugay önüme geçip elimi tutarken aralıklı kapılardan insanların bazılarıyla bile karşılaşmıştım. Çoğu odada üç kişi, bazılarında dört kişi. Bir odada sadece uyuşturucu içiyorlardı. Hatta bir odada kadınlar istemeye istemeye dans ettiriliyordu. İğrenç bir koku hâkimdi. Ter, seks, uyuşturucu.
Midem bulandığında gözlerimi kapatıp yürümek istedim ama bu imkânsızdı. “Bir insan neden bunu yaşamak ister?” diye sordum tiksinerek. “Nasıl bundan zevk alır?”
“Bazı insanlar için seks sadece sekstir,” dedi düz bir sesle. “Bazıları için ihtiyaçtır, bazıları için eğlencedir, bazıları için zaman öldürmektir, bazıları için kendini yüceltmektir, bazıları için yaşadığını hissetmektir.” Omzunun üzerinden bana baktığında siyah maskesi mavi ışıkların altında parlıyordu. “Bazen de hislerden, tutkudan ve şehvetten ibarettir.”
“Her zaman sonuncu olanı savunacağım,” diye fısıldadığımda koridorun sonuna gelmiştik.
“Onun için aşk lazım,” dedi. “Ve buradaki insanlar pek âşık olmaz.”
Yutkunduğumda karnımda bir ateş kaynamaya başladı, hayır, dedim kendi kendime, Derya'nın ismini verme ama belki de tek bildiğim isim bu olduğu için durmadan ona dönüp duruyordum. Ateş daha fazla kaynadı, elimi yumruk yapıp karnıma vurmak istedim ya da susmalıydım ama içimde tutamıyordum.
Tugay koridorun sonundan sola döndüğünde, “Peki ya sen?” dedim çekingen bir şekilde. “Sen hiç âşık oldun mu?”
Tugay neyi sorguladığımı anladığında, “Daha önce hiç âşık olmadım,” dedi.
Rahatlamış bir şekilde nefesimi verdiğimde, “O halde,” diye mırıldandım. “Sonuncusu hariç hepsini yaşadın.” Tugay başını çevirip bana baktığında gözlerimi kaçırdım. Bir cevap vermedi ve vermemiş olması doğrular cinstendi. “Anladım,” dedim. “Yani çok normal, genç adamsın sonuçta, e yakışıklısın da, kaparlar hemen seni. Yine de böyle yerlerde...”
“Avukat,” dedi başını iki yana sallayarak. “Böyle yerlerde seks yapmadım tabii ki, o kadar da değil.”
Kaşlarımı çattım. “Takıldığın nokta bu mu?”
Tugay'ın adımları durdu ve kollarını dolayarak bana baktı, arkamızda inleme sesleri vardı. “Hiç olmadık zamanlarda, olmadık yerlerde en tuhaf şeyleri konuşmanı çok seviyorum,” dedi dürüstçe. “Ama bu konuştuğumuz neden benim seks hayatım?”
“Ha yani var şu an?”
“Ne var şu an?”
“Hayatın.”
“Ne hayatı?”
Kaşlarımı çattım, gülmeye başladığında, “Avukat,” dedi gülüşünün arasından. “Ben genç bir adamdım, gerçekten farkındasın değil mi?”
“Bu hâlâ hayatın olacağı anlamına gelmez.”
“Öleyim mi yani?”
“Anladın,” dedim ciddiyetle. “Yani şu an sen...”
“Hapishaneden kendime birini mi bulacaktım Avukat? Hangi ara?” dedi kaşlarını çatarak, ardından yeniden gülmeye başladı. “Yani sözüm meclisten dışarı.”
Omzuna vurduğumda, “Benim duymak istediğim şeyi bildiğin halde inadına üzerime geliyorsun,” dedim utançla ve öfkeyle. “Söylesene işte, kimse yok hayatımda şu an desene.”
“Nasıl yok? Var.”
“Kim var?”
“Sen varsın.”
Beklemediğim için bir anda gülümsedim ve gözlerim açıldı. Bir şey söyleyecek gibi oldum ardından sustum. “Ve,” dedi elimi tutup yeniden yürütürken. “Bu saatten sonra âşık olduğum kişiden başka kimseye dokunmam çünkü hislermiş asıl yaşadığını hissettiren, diğerleri anlık.”
Tugay bana âşık olsun, dedim içimden. Tugay bana âşık olmalı. Âşık olacağım demedi, âşık olduğum dedi, kelimelerin anlamlarına bakıldığında şu an âşık gibi konuştu ama geniş zamana da yayıldığında...
“Şu taraftan,” dedi Tugay bir duvarın önünde durup gizli merdiveni gösterirken.
“Burayı nereden biliyorsun?”
“Bilmeyen yok ama kullanmazlar çünkü kullanıldığı an alarmlar öter, alarmlar öttüğünde de birisinin üçüncü kata çıkmaya çalıştığını anlarlar. Tuzak kısacası.” Tugay telefonunu çıkardı ve birkaç tuşa basıp bana göz kırptı. “Ve biz bu tuzağı fırsata çevireceğiz.” Beni önüne aldı, yukarı tırmanan merdivene tutunmamı sağladı. “Işıklar kapanır kapanmaz tırman ve koş, sadece beş dakikamız olacak.”
Kendi içimden üçe kadar saydım fakat ikinci saniyede ışıklar kapandığında sanki suya giriyormuş gibi nefesimi tutarak demir merdiveni tırmanmaya başladım, arkamızdaki mavi ışık ise tamamen sönmüştü; o sönmenin ardından insanların söylenmelerini işitiyordum.
Üst kata çıktığımızda Tugay yolu kendi evi gibi biliyormuşçasına bileğimden tutarak koşmaya başladı. Sadece yirmi sekiz adımın ardından bir kapının önünde durduğumuzda aşağıdaki söylenmeler gitgide artıyordu.
Belindeki silahı çıkardığını hissettim, her yer zifiri karanlıktı, hiçbir şey göremiyordum. Susturucuyu taktığını işittim, ardından minik bir patlama sesi geldi, sonrasında bir klik sesi.
Önümüzdeki kapı açıldığında pencereden vuran ayışığıyla gözlerimi ovuşturdum, Tugay içeriye adım attığı gibi ben de onun peşinden ilerledim. Odanın her tarafı belgelerle ve kasalarla doluydu, resmen Krallık'ın gizli ini gibiydi ya da X'in, tam bilmiyordum.
“Sekizinci ve dördüncü dosya,” dedi. “Bulduğun an bana ver.” Heyecanla çantamın içinden telefonumu çıkardım ve flaşını açarak raflara tuttum, alfabenin harfleriyle karşılaştığımda diğer raflara yöneldim, ardından diğerlerine ve diğerlerine...
Sonrasında Adnan Atalar ismiyle karşılaştım, mavi bir dosyaydı. Hiç düşünmeden onu alıp çantama sıkıştırdığımda diğer dosyalara bakmak için dolaştım. “Sekiz burada,” dedi Tugay. Pencerenin camını dirseğiyle kırdı ve aşağıya bile bakmadan dosyayı fırlattığında onu bekleyen kişinin Sinan olduğunu biliyordum.
“Dört,” dedim heyecanla ve dosyayı ona doğru uzattım, yüzümde kocaman bir gülümseme vardı. “Burada.” Tugay dosyayı elimden alıp pencereden dışarıya attığında cam daha fazla çatladı ve birkaç parçası yere düştü.
Sonrasında ise Tugay'ın sırtı dönükken ve karanlığa doğru bakarken arkamda bir gölge hissettim, ardından bir klik sesi daha, bu kez silahın kilidinin açılma sesiydi. Sonrasında ise ensemde soğuk bir namlu.
Işıklar açıldığında Tugay'ın sırtı bana dönüktü, arkamda kim olduğunu tahmin edebiliyordum fakat Tugay da tahmin ediyor olmalıydı ki bir süre dönüp bakmadı.
Ta ki o sese kadar.
“Bu kez,” dedi keyifli bir sesle X. “Bakalım nasıl kurtaracaksın avukatı? Çünkü sevgilinin beynini dağıtmama sadece on saniye var, tabii kendini onun için feda etmeyeceksen.” Kahkaha attı. “Hadi ama sizi fark etmeyeceğimi düşündüren neydi? O aptal dansı Krallık'tan başka kimse yapamazdı zaten.”
Tugay'ın omuzları dikleşti, ardından bize doğru dönüp baktığında gözlerimdeki korkuyla karşılaştı. Ensemdeki soğuk namlu üşütmeye başlamış olmalıydı ki titriyordum.
Tugay yutkundu, başını önüne eğdi, ellerine baktı. “Ona zarar vermeyeceksin,” dedi tek bir cümleyle.
X kahkaha atmaya başladı. “Beni nasıl engelleyeceksin? Yalvararak mı?”
Tugay başı öndeyken sadece birkaç nefes aldı, ardından başka bir kilit sesi daha duyuldu. Ne olduğunu anlamadığımda Tugay eğdiği başını kaldırdı, ardından kirpiklerinin arasından X'e bakarken korkutucu bir şekilde gülümsedi.
Kilit sesi kapıdan gelmişti.
“Şimdi,” dedi Tugay o korkutucu gülümsemeyi yüzünden silmezken. “Söyle bakalım, kendi ininde, kilitli kaldığın yerden asıl sen şimdi nasıl kurtulacaksın?” Yüzündeki maskeyi çıkardı, diğer tarafa attı, ardından parmaklarını çıtlattı. “Ne diyorduk? Ben Tugay Demir Çeviker, asıl şimdi tanışıyoruz.”
Tugay Demir Çeviker yere düştüğünde onu yeniden ayağa kaldıran gücünden önce zekâsı ve sarsılması zor itibarıydı.
Paragraf Yorumları