1 Aralık 2028
Saat 12.30
Hücre
Kalbimin derinliklerinde hissediyordum, hayatımın son günlerini yaşıyordum.
Saçlarımda babamın şefkatli elleri geziyordu, gölün kenarındaydım ve çiçek kokuları burnuma doluyordu. Güneş en tepede bütün umutlarıyla tenimi yakarken kuş sesleri ve ormanın harika hışırtıları kulaklarımdaydı. Babamın dizlerine yatmıştım, henüz on bir yaşında bir kız çocuğuydum. Elimde bir roman tutuyordum, gözlerim kapanmak üzereydi ve uykuya esir olacaktım. Babamın saçlarımdaki elinin verdiği huzur, bugün ölmeden önceki son günüm bile olsa bana o huzuru hissettiriyordu.
Sonra babamın şefkatli elleri uzaklaştı, göl kanın rengine boyandı ve çiçekler tek tek soldu. Artık geceydi, gökyüzünde yıldızlar ve ay yoktu. Ormanın içinden korkutucu sesler geliyordu, kuşlar çoktan beni terk edip gitmişlerdi. Ellerimde bir bıçak tutuyordum, gözlerim kapanmak üzereydi ama uykuya değil, ölüme esir olacakmış gibi hissediyordum. Artık huzur yoktu, bir daha olmayacaktı.
Bugün ölmeden önceki son günüm gibiydi ve kalbimde büyük bir karanlık vardı.
Gözlerim yavaşça açıldığında beton zemindeydim, hemen birkaç adım ötemde bir fare koşarak küçük deliğin içine giriyordu. Yerde kan lekeleri vardı, bu kan lekeleri bana aitti biliyordum. Öksürmeye başladığımda ve yavaşça yan yattığımda kustum. Sanki ağzımdaki bütün zehri dışarıya çıkarırken ellerim, kollarım, bacaklarım hiçbir şekilde tutmuyordu.
Bir hücrenin içindeydim, kaç gündür burada tutuluyordum bilmiyordum fakat belirli aralıklarla beni bayılttıklarını, zihnimi açık tutmama asla fırsat vermediklerini ve çoğu zaman aklımla oynadıklarını anlayabiliyordum.
Bu kez diğer günlerden çok farklıydı. En son yaşanan her şey, her ne yaparlarsa yapsınlar aklımda dönüp duruyordu. Biz yenilmiştik ve teslim olmuştuk fakat ne zaman bu hücreye tıktıklarından emin olamıyordum, Tugay neredeydi bilmiyordum. Yapayalnızdım ve o kadar küçük bir hücrenin içindeydim ki çoğu zaman nefes almakta bile zorlanıyordum.
İlk önce çırpınmış, ellerimi kanatana kadar duvarları yumruklamıştım. Sonrasında sessizliğe gömülüp birilerinin gelmesini beklemiştim ama en sonunda ağır demir kapının küçük penceresinden içeriye duman verdikleri her an kendimi baygın buluyordum. Sonrasında birileri geliyordu, gözümü açmaya fırsatım bile olmadan ağzıma bir şeyler tıkıyorlar, zorla su içiriyorlar, çoğu zaman kendi aralarında anlayamadığım bir dilde bir şeyler konuşup gidiyorlardı.
Bilincimin açık olduğu o kısa zamanın içindeydim. Artık gerçekle hayali bile karıştırıyordum ama aklım bir tek Tugay’ı unutamıyordu, onu son gördüğüm anı silemiyordum.
Yavaşça doğrulmaya çalıştığımda kuvvetim yoktu. Sürünerek geriye doğru çekildim ve duvarın yanına sokulduğumda bakışlarımı ağır demir kapının o küçük penceresine doğru çevirdim. Gece miydi gündüz müydü, hiçbir fikrim yoktu. Belki de sırtımı yasladığım duvarın arkasında Tugay vardı, bilmiyordum.
Tek bildiğim bana aklımı kaçırtmaya çalıştırdıklarıydı, beni ölmeden diri diri mezara gömmeye çalışıyorlardı.
Bana kim olduğumu unutturmaya çalışıyorlardı.
Ağır demir kapının küçük penceresi sertçe açıldı ve bana her zaman sordukları o soruyu sordular: “En sevdiğin yemek ve en sevdiğin koku?”
Diğer günler olduğu gibi hiçbir cevap vermedim, onlar ise yeniden sormadan çekip gittiler.
2 Aralık 2028
Saat 23.25
Hemen karşımda çocukluğum oturuyordu. Üzerinde annesinin giydirdiği siyah elbisesi vardı ve ayaklarındaki rugan ayakkabıları hâlâ duruyordu. Ben duvara sokulmuş bir şekilde onu izlerken o da gözlerini ayırmadan bana bakıyordu. Göğsündeki leke genişlememişti, saçları hâlâ tek renkti, kirpikleri de öyle. Bakıldığında yüzünde bir gülümseme vardı ama bana acıdığını da anlayabiliyordum.
“Annemden nefret ediyorum,” dedi çekingen bir sesle. “O beni hiç sevmiyor.”
Bu gerçek değildi, hayal görüyordum, belki de bir rüyaydı bilmiyordum ama konuşurken sesi o kadar net geliyordu ki çocukluğumun her parçası şimdi benim yanımda gibiydi.
“Ben,” dedi çocukluğum çenesini havaya kaldırarak. “Kendi çocuklarıma annem gibi davranmayacağım, çok iyi bir anne olacağım.”
Gülümsediğimde ve dizlerimi karnıma çekip sıkıca sarıldığımda çocukluğumun yok olup gitmesine neden olan yine o ağır demir kapının küçük penceresinin açılmasıydı. Tekrardan aynı soruyu sordular: “En sevdiğin yemek ve en sevdiğin koku?”
Cevapsız kaldım.
Beni yine o hücrenin içinde bırakıp gittiler.
3 Aralık 2028
Saat 06.12
“Neden kimse benimle arkadaş olmuyor?” Lisedeki o halimle yüzleşiyordum. Üzerinde okul eteği vardı, saçlarını sıkı bir şekilde toplamıştı. Hemen karşımda hücrenin içinde volta atıyor, âdeta bana hesap soruyordu ama çok üzgün olduğunu da biliyordum. “Neden bu kadar yalnızız? Neden kimsemiz yok?”
Ağzımı açıp ona tek kelime edemedim. Yerde uzanıyordum, gözlerim yarı açıktı. Ayaklarını izlemekten başka yapabileceğim hiçbir şeyim yoktu. “Baba,” dedi lisedeki halim. Babam yoktu ama o babamla konuşuyordu, ben şu an sanki geçmişin içindeydim. “Ben hiç sevilmeyecek miyim? Hiç kabullenilmeyecek miyim?”
Gözlerimi kapattığımda adım sesleri öyle korkutucu bir hal almaya başladı ki ellerimle kulaklarımı kapatıp çığlık attığımı çok sonradan fark edebildim. Karnımda şiddetli bir sancı vardı, ellerim acıyordu, başım ağrıyordu, bacaklarımdaki his yok olmuştu. Bütün zamanlarım sanki karşıma geçip bana hesap soruyordu, bu bir cehennem azabı mıydı? Ölmeyi dilememi mi istiyorlardı?
Kapının penceresi yeniden açıldı ve bir kez daha o soru soruldu: “En sevdiğin yemek ve en sevdiğin koku?”
Cevap vermedim, sadece çığlık atmaya devam ettim; öyle çok bağırdım ki sesim kısılıyordu ama artık bütün bu seslerden kurtulmak istiyordum.
6 Aralık 2028
Saat 14.32
“Ben bugün avukat oldum!” Bu en çok canımı acıtandı, biliyordum. Ellerimle kulaklarımı kapattım ve aynı cümleyi art arda duymaktan çok yoruldum. Tam karşımda avukat cübbesiyle duruyordum, yüzümdeki mutluluk gözle görülür bir şekildeydi ve belki de hayatımın en mutlu günüydü. Yarının ne getireceğini bilmeden hevesle avukatlığımı kutluyordum. Defalarca ve defalarca. Durmadan tekrar eden bir kâbus gibiydi, âdeta bir cehennemdi. “Ben bugün avukat oldum!” diyordu yeniden. “Avukat oldum!”
Ellerimle yüzümü kapatırken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım çünkü bütün bunların gerçek olmadığını çok iyi biliyordum. Artık kâbuslarımı gerçekte yaşamaya başlamıştım ve o kâbuslardan gözlerimi açıp da kurtulamıyordum. “Yeter,” dedim gözyaşlarımın arasından. “Durdurun artık bu işkenceyi, yeter!” Alnımı yere doğru yasladığımda ve ellerimle yüzümü kapatmaya devam ettiğimde iki büklüm olmuştum.
“Abla.” Meryem’in sesini duyuyordum, o konuşamazdı ama şimdi bana sesleniyordu.
“Eftalya!” Annemin öfkeli sesi benimle beraberdi.
“Eftal’im.” Babam da buradaydı, saçlarımı okşayamaz mıydı? Öleceksem de onun şefkatli ellerini hissederek ölmek isterdim.
“Ben seni daima koruyacağım,” diyordu Sinan’ın sesi.
Ve en sonunda günler sonra Tugay’ın sesini işittim. “Sevgili Avukat.” Sesi daha fazla ağlamama neden olduğunda son yaşananlar yeniden zihnimde döndü ve acıyla haykırarak, “Yeter!” diye bağırdım. Çöktüğüm yerden zorlukla kalktığımda ve ağır demir kapıya doğru yürüdüğümde yumruklarımı kapıya geçirmeye başladım. Ellerim yara içindeydi, bütün bunların ne zaman olduğunu bile bilmiyordum ama yaraların yerini yeni yaralar alıyordu.
Arkamda çocukluğum, lisedeki halim, avukat cübbesiyle mutluluğunu paylaşan Eftalya vardı. Sinan, annem, Meryem, babam ve Tugay. Hepsi orada, arkamdaydı ama hiçbirisi gerçek değildi, olamazdı.
“Açın kapıyı!” diye haykırdım gür bir sesle nefesim yettiği kadarıyla. “Bana kim olduğumu unutturamayacaksınız! Açın kapıyı!”
Birkaç saniye sonra adım sesleri duydum ve küçük pencere sertçe açıldı. “En sevdiğin yemek ve en sevdiğin koku?”
Bir kez daha kapıya yumruk attım. “Bana hiçbir şeyi unutturamayacaksınız! Kim olduğumu biliyorum, ne uğruna savaştığımı da öyle. Beni isterseniz öldürün ama kim olduğumu bana asla unutturamayacaksınız!”
Günler sonra başka cümleler de kurdular: “Bize en sevdiğin yemeği ve en sevdiğin kokuyu söyleyene kadar seni buradan çıkaramayız.”
“Neden bunları istediğinizi bilmediğimi mi sanıyorsunuz?” İdam edeceklerdi beni, Krallık yasalarına göre asılacaktım ve babam gibi beni de yok etmeye çalışacaklardı. “Hiçbir cevap alamayacaksınız.”
“O halde hayatının sonuna kadar bu hücrede kalmaya devam edeceksin.”
Pencere kapandı.
8 Aralık 2028
Saat 23.29
Gözlerim tam karşımdaki duvardaki siyah noktadaydı. Kaç dakikadır o noktayı izlediğimi bilmiyordum. Ben aslında kaç gündür bu hücrede de tutulduğumu da bilmiyordum ama hafızam artık yavaş yavaş silinmeye başlıyordu, bunu hissedebiliyordum. Kardeşimin adını unutmuştum, yüzünü de öyle. Bir korumam vardı, kardeşim gibiydi, onun da adını hatırlayamıyordum. Annem kimdi? Ona ne olmuştu? Hiçbir şey bilmiyordum.
Fakat parmaklarımın kanayacağını bile bile tırnaklarımla duvara tek bir isim kazımıştım: Tugay.
Onu unutmayacaktım. Yaşıyor muydu? Nefes alıyor muydu? Bir yerlerde beni arıyor muydu yoksa ölmüş müydü? Ölse onu hissederdim ama elimi kalbime götürdüğümde bir acı hissetmiyordum. O yaşıyordu, bunu çok iyi biliyordum ve benim gibi direnmeye de devam ediyordu. Dizlerimizin üzerine çökmüş olmamız onurumuzu kaybettiğimiz anlamına gelmiyordu.
Ben hâlâ direnmeye devam ediyordum.
“Eftal, güzel kızım.” Babamın sesini işittim, gözlerim acıyla doldu ve bakışlarım hemen yanıma döndüğünde babamı benimle beraber duvarın kenarında otururken buldum. Yüzünde güzel bir gülümseme vardı, o benim gibi ağlamıyordu ama boynundaki urganın izi yerli yerindeydi. O bir hayalden ibaretti, gerçek değildi ama varlığı bile yeterdi.
“Baba,” dedim ağlayarak. “Beni öldürüyorlar.”
“Hayır,” dedi babam sakin bir sesle. “Seni sadece yenmeye çalışıyorlar ama sen direnmeye devam ediyorsun.” Yüzünde izler vardı, onu ölmeden önce gördüğüm son günden hiçbir farkı yoktu. “Fakat Eftal, bazen kaybettiğini de kabullenmen gerek, bunu biliyorsun değil mi?” Babamın yüzündeki gülümseme solduğunda başını tıpkı Tugay gibi omzuna yatırdı ve elini uzatıp saçlarıma dokundu. Şefkatini hissetmedim çünkü gerçek değildi. “Bu şekilde bir hücrede çürüyüp gitmektense asil bir şekilde ölmeyi yeğleyeceğini iyi biliyorum. Artık direnme, teslim ol onlara.”
Başımı iki yana salladığımda acıyla, “Teslim olursam,” dedim ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. “Beni öldürecekler baba, ben ölmek istemiyorum. Ben yaşamak istiyorum. Lütfen beni öldürmelerine izin verme. Hissediyorum, bu kez öleceğim ben.”
Babamın aksini savunmasını bekledim ama o, “Bu kez gerçekten bana kavuşacaksın Eftal,” dedi ve onun da gözleri doldu. “İşte tam bu yüzden aklı başında bir şekilde, güçlü bir kadın olarak bu hayata veda etmeni istiyorum. Yolun sonundasın, artık daha fazla acı çekme, sen elinden gelen her şeyi yaptın.”
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda korkuyla, “Peki ya Tugay?” diye sordum. “O nerede?”
Babam hiçbir cevap vermedi, hatta bir anda yok oldu, beni o hücrede yapayalnız bıraktı çünkü o aslında sadece aklımın bir oyunuydu, onun cümleleri bile benim cümlelerimdi. Tugay’ın nerede olduğunu bilemezdi çünkü ben de bilmiyordum. Babamın bıraktığı boşluğa bakıp ağlarken beni bu şekilde yok ettiklerini fark ettim. İlk önce hafızamı siliyorlardı, sonra gücümü ve aklımı elimden alıyorlardı veya bana idamı sunuyorlardı, ikisi de çok kötüydü ama hangisinin daha kötü olduğu ortadaydı.
“Adım Eftalya Atalar,” dedim kendi kendime ağlaya ağlaya. “Avukatım ve BL Örgüt Lideri’yim. Babam Adnan Atalar, eşim Tugay Demir Çeviker. Özgürlük için savaştım ve bir kez olsun Krallık’a boyun eğmedim. Adım Eftalya Atalar, bana bunu unutturamayacaksınız. Bana Adnan Atalar’ın kızı olduğumu unutturamayacaksınız.” Arkamı döndüm ve duvara tırnaklarımla kazıyarak Eftalya Atalar yazdım, parmaklarımdan kan aktı ama umursamadım. Ardından babamın adını yazdım, sonrasında ise BL harflerini kazıdım. Yetmedi bir kez daha adımı yazdım ve bir kez daha. “Adım Eftalya Atalar,” dedim. “Kendimi bilmeden değil, aklı başında bir şekilde göçüp gideceğim bu hayattan.”
Bulanık zihnimde bir yerlerden hâlâ sesler geliyordu ama artık kim olduğumu çok daha net bir şekilde biliyordum, ne uğruna savaştığımı da ve kaybetsem de onurumla nasıl öleceğimin de bilincindeydim.
Beni bu aptal hücrenin içinde çürütemeyeceklerdi.
Demir kapının penceresi bir kez daha sertçe açıldığında soruyu sormasını beklemeden ben cevap verdim. “En sevdiğim yemek peynirli makarna, en sevdiğim koku lavanta.”
7 Aralık 2028
Saat 00.31
Tugay Demir Çeviker’i ellerinden halatlarla tavana bağlamışlardı ve sırtına kırbaçlarla art arda vuruyorlardı. Her darbe Tugay’ın hem itibarına hem de bu zamana kadar ulaşmak istediği özgürlüğüne bir darbeydi. Eftalya’yı psikolojik olarak yok etmeye çalışırlarken Tugay’ı da hem psikolojik olarak hem de fiziksel olarak mahvetmeye çalışıyorlardı çünkü onun gücünü yok etmeleri çok daha zordu.
“En sevdiğin yemek ve en sevdiğin koku?” diye sordu adam kırbaçla sırtına vurmadan önce bir kez daha. Yine ses yoktu, günlerdir Tugay’a da aynı sorular soruluyordu fakat o da tıpkı Eftalya gibi sessiz kalıyordu çünkü bunlara cevap vermenin onu idama götüreceğini ve her şeyin son bulacağını çok iyi biliyordu.
Cevap alamadıklarında sırtına bir kez daha vurdular, ardından bir kez daha. Çıplak sırtında açık yaralar oluşurken Tugay’ın başı öne doğru düştü fakat inatla çenesini kaldırmaya çalışıyordu; hayır yıkılmayacaktı, zaten bir kez yıkılmıştı, bunu bir kez daha tekrar etmeyecekti.
Bu kez karnından elektrik verdiklerinde ve Tugay’ın dişlerinin arasından acıyla inlemesine neden olduklarında, “En sevdiğin yemek?” diye sordu adam öfkeyle. “Ve en sevdiğin koku?”
Cevap yoktu. Hayır, Tugay o cevabı vermeyecekti.
8 Aralık 2028
Saat 16.44
Aynı hapishanede, farklı hücrelerdeydiler ve ikisi de aynı psikolojik savaşı veriyordu. Eftalya ailesini, çocukluğunu ve avukatlığını görürken Tugay’ın gördükleri çok daha ağırdı çünkü o, pişmanlıklarıyla karşı karşıyaydı. Nida karşısına dikiliyor, ona hesap soruyor, ondan korktuğunu söylüyordu. Giray ona geleceğini çaldığını söylüyordu. Babası karşısına dikiliyor ve onun hiçbir şey olduğunu dile getiriyordu. Tugay duvarın dibinde otururken bütün bunların ağırlığıyla sağlam kalmaya çalışıyordu ama artık o da psikolojik olarak çökmeye başlamıştı.
Demir kapının penceresi açıldığında adam, “En sevdiğin yemek ve en sevdiğin koku?” diye sordu fakat Tugay cevap vermek yerine hemen karşısındaki bir çift göze odaklandı.
O çift göz annesinden başka kimseye ait değildi; günlerdir ilk kez annesini görüyordu ve annesi ona öfkeyle ve nefretle bakmayan tek kişiydi.
“Oğlum,” dedi annesi küçük pencere kapatıldığında. Tugay biliyordu, bu bir hayaldi ama annesini en son çocukken gördüğünden olsa gerek yüzünün her santimini ezberlemek istiyormuş gibi ona bakıyordu. “Sen kötü bir adam değilsin.”
Hayır, diyordu Tugay’ın iç sesi. O gerçek değil ama annesinin sesini biraz daha duyabilmek için yanıp tutuşuyordu.
Yaslandığı duvarın köşesine biraz daha sindiğinde o kocaman adam bütün ruhuyla küçücük bir çocuğa dönüşmüştü çünkü annesi tam karşısındaydı.
“Anne,” dedi Tugay fısıldayarak, ardından ellerini havaya kaldırdı ve başını iki yana salladı. “Ben katil oldum, ben insanları öldürdüm, ben masum insanlara zarar verdim. Anne ben kardeşlerimin hayatını mahvettim, sevdiğim kadının hayatını cehenneme çevirdim. Anne, beni affet.” Elleri titremeye başladığında kollarını birleştirdi ve kendisine sokuldu. “Anne, beni affet ne olursun. Ne yapacağımı bilmiyorum, aklımı kaybediyorum. Bana yardım et.”
Annesinin üzerinde öldüğü gün giydiği çiçekli elbisesi vardı, ne büyük rastlantıydı annesinin de çiçekleri elbiseleri sevmesi.
“Anne,” dedi Tugay nefesini verirken. “Ben kimseyi kurtaramıyorum, herkesi kaybediyorum. Lütfen beni affet, seni de kurtaramadım.”
Annesinin yüzünde gülümseme oluştu. Hesap sormuyordu, suçlamıyordu, bir anne kadar şefkatli bir gülümsemeyle ona bakıyordu. “Tugay,” dedi annesi ve uzanıp onun yüzünü okşamak istedi ama bir temas yoktu çünkü her şey Tugay’ın da zihninin bir oyunuydu. “Ben seninle gurur duyuyorum ve bütün kalbimle seni çok seviyorum ama lütfen artık bunu kendine yapma.” Sanki Tugay’ın duymak istediği cümleler, bu yaşına kadar işitmesi gerekenler annesinin dudaklarından dökülüyordu. “İlk önce kendini affet ve sonra ölüme teslim ol çünkü acı çekiyorsun, bu acı seni tüketiyor.”
Tugay yalvarır bir sesle, “Anne,” dedi ve sonrasında başını yalvarır gibi eğdi. “Senden ölmeden önce bir şey isteyebilir miyim?” Annesi gözlerinin içine baktı. “Bana…” dedi Tugay solgun bir sesle. “Yaprak sarması yapar mısın? Bu kez babam olmayacak, söz veriyorum.”
Annesi gülümsedi, gülümseyişinde o son gördüğü tebessümü vardı. Ölmeden önce, her şey son bulmadan önce de böyle gülümsemişti. “Yaparım oğlum,” dedi annesi. “Senin için her şeyi yaparım, yaptım da.”
Tugay gözlerini kapattığında ve başını arkasındaki duvara yasladığında aklını kaybettiğini hissediyordu. Gözlerinin önündeki insanların yüzleri siliniyordu, isimleri de öyle ama tek bir kişinin yüzü hiçbir şekilde aklından gitmiyordu. Sevgili Avukat’ı. Onun gözleri, dudakları, yüzü, saçları, o güzel lekeleri zihninde dönüp duruyordu. “Anne,” dedi gözleri kapalıyken. “O yaşıyor mu?”
Bir cevap yoktu, elbette olmazdı çünkü Tugay da biliyordu ki bu sadece aklının oyunuydu, onu delirtmeye çalışıyorlardı ve bu şekilde bir hücrenin köşesinde çürümesini sağlayacaklardı ya da idam ipine götüreceklerdi.
Gözlerini yeniden açtığında ve karşısına baktığında annesi artık yoktu ama kararlar kesindi. Günlerdir fiziksel ve psikolojik olarak türlü işkencelere maruz kalmıştı ve kalmaya devam edeceğini de çok iyi biliyordu.
Bakışları kapıya doğru kaydı ve duruşunu dikleştirip çenesini havaya kaldırdı, ardından duvardan destek alarak zorlukla ayağa kalktı. Demir kapıya bir kez vurduğunda birkaç saniye sonra kapının penceresi açıldı.
Tugay duraksamadan sakin bir sesle, “Yaprak sarması,” dedi. “Ve orkide.”
9 Aralık 2028
Saat 15.00
Uzun zaman sonra ilk kez önüme bir tepsi bırakılmıştı ve tepsinin üzerinde bir tabak peynirli makarna, bir de lavanta vardı. Bomboş gözlerle tepsiye bakarken benden istedikleri cevapları aldıktan sonra aklımı tamamen özgür bıraktıklarını fark ediyordum.
Hâlâ kimse benimle konuşmuyordu ama konuşmaları da gereksizdi. Bu yemek ve bu koku, idamın benim için bir nefes kadar yakın olduğunun sinyaliydi.
Gözlerimi sıkıca kapattığımda ve elim boynumdaki kolyeme doğru gittiğinde bunu benden almayı unutmuşlar mıydı yoksa artık gerek bile görmüyorlar mıydı, bilmiyordum. Eldivenlerim yoktu, kıyafetlerim savaştaki kıyafetlerimle aynıydı, parmağımda ise Tugay’ın bana evlenme teklifi ederken taktığı yüzük duruyordu.
Hücrenin duvarlarında isimler kazılıydı, sayılar vardı, elimden gelse yüzleri bile kazırdım ama bunu yapamamıştım.
Ben tepsiyi izlemeye devam ederken bu kez demir kapının penceresi yerine direkt kapısı açıldı. Başımı bile kaldırıp bakmadım, öylece durmaya devam ettim fakat saniyeler sonra Krallık’ın adamı olduğuna emin olduğum o adamın baskın sesini işittim. “Bu kıyafetleri giyin ve on dakika sonra hazır ol,” dedi sert bir sesle. “İdamın gerçekleşecek.”
İdamın gerçekleşecek.
Gözlerim yavaşça yukarıya doğru tırmandığında iriyarı adamla bakışlarımız kesişti. Sadece, “Peki ya Tugay?” diye sorabildim çatallı bir sesle.
Bir cevap vermesini beklemiyordum ama adam ürpertici bir şekilde gülümseyip, “O da hemen senin yanında idam edilecek,” diye mırıldandı. Tepsiye baktı ve makarnaya dokunmadığımı gördü. “Sevgilinle aynı zamanda sevdiğiniz yemekleri söylediniz.”
Kendi kendime, “Yaprak sarması,” diye fısıldadım.
“Evet,” dedi. “Ve en sevdiği koku da orkide.”
Kıyafetleri yanıma fırlattı ve kapıyı sertçe kapatıp gittiğinde beni yalnızlığımla baş başa bırakmıştı. En sevdiğin yemek, en sevdiğin koku… Ağzıma tek lokma süremiyordum, istesem de bunu yapamazdım biliyordum. Tugay da en sevdiği yemeğin yaprak sarması olduğunu söylemişti ama yiyememişti. Sadece bir cevap vermek için vermiştik, istesek de o yemekleri yiyemezdik bunu çok iyi biliyordum.
Saat 15.45
Üzerime siyah mahkûm üniformasını giymiş bir şekilde ayakta kapının açılacağı anı bekliyordum. Bir adım ötemde yerde hiç dokunulmamış peynirli makarna duruyordu. Babamın ölmesine neden olan o peynirli makarna. Ölmeden önce yediği son yemek olan peynirli makarna.
Çenemi inatla havaya kaldırdım, omuzlarımı da öyle. Ayakta durmakta bile zorlanıyordum ama yine de onurlu bir şekilde idam ipine gitmekten asla vazgeçmeyecektim. Artık hiç ses yoktu çünkü bilincim yerindeydi, kim olduğumu ezberlemiştim ve ne uğruna yaşadığımı da çok iyi biliyordum.
Demir kapı sertçe açıldığında ve içeriye iki adam girdiğinde gözlerim ikisiyle de kesişti. Bir adam yere çöktü ve ayak bileklerime demir prangaları geçirdi, diğer adam ise el bileklerime elektrikli telleri. Tek bir hamle yaptığım an elektriği verirlerdi ve canımı hiç olmadığı kadar çok yakarlardı.
Yüzümde bir gülümseme belirdiğinde üçüncü kişi de kapının önünde belirdi ve o kişinin yüzünü görmek, bütün öfkenin ve nefretin bünyeme yeniden uğramasına neden oldu.
Ufuk oradaydı, bakışları benim üzerimdeydi ve zafer kazanmış bir ifadeyle gülümsüyordu.
Beni baştan aşağı süzdü, oldukça sağlıklı görünüyordu. Bakışları yerdeki makarnaya odaklandığında şaşırmış bir ifadeyle, “Yemeğine hiç dokunmamışsın Avukat,” diye mırıldandı. “Fakat sevgilin en sevdiği yemeği yedi.”
Yüzümdeki ifade değiştiğinde, “Yedi mi?” diye sordum sadece.
Ufuk başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. “Bir süre o sarmalara hiç dokunmadı, senin gibi onun da hücresini daima izliyorum.” İzlendiğimi elbette ki biliyordum. “Fakat sonra, çok sonra o da senin gibi hayaller görüyor olmalı ki annesinden söz etti.” Hayır, güçlü durmalıydım, hiçbir şey belli etmemeliydim. “Hatta annesiyle konuştu, o sarmaları annesinin yaptığını sanıyor olmalı.”
Benim aklım şu an yerindeydi ama bana uğrattıkları işkencelerin bin mislini Tugay’a gerçekleştirdiklerine çok emindim. Sarmaları annesinin yaptığını düşünecek kadar aklını kaybetmişti, o iyi miydi? Ne durumdaydı? Tek istediğim son kez de olsa onu görebilmekti.
“Her neyse,” dedi Ufuk kapının önünden çekilip geçmemiz için beklerken. “Zamanı geldi. Bana söylemek istediğin bir şey var mı?”
Yutkunduğumda ve zorlukla da olsa gülümsediğimde, “Bizim idamımız bile senin hayatından çok daha kıymetli bir noktada olacaktır,” diye fısıldadım. “Çünkü onurlu yaşamak ve senin gibi satılık bir şerefsiz olmak arasında çok büyük bir fark var.”
Ufuk gülmeye başladığında başını iki yana salladı. “Ben de bana canın için yalvarırsın sanıyordum,” diyerek dalgaya aldı. “Neyse ki hâlâ dikbaşlı o avukatsın, hayranlık uyandırıcı.”
Hiçbir cevap vermeden yanından rüzgâr gibi geçip gittiğimde bulunduğumuz yerin aslında yanan Ada Hapishanesi olduğunu yeni fark ediyordum. Bu hücreleri tanıyordum, her şeyin başladığı yerdeydik ve her şeyin başladığı yerde son bulacaktık.
Uzun koridordan yürüdük, ardından merdivenlerden aşağıya inmeye başladığımızda ileriden başka adım sesleri de duymaya başladım. Son basamaktan indiğimizde ve büyük bir kapının önüne geldiğimizde sol tarafımda bir hareketlenme oldu ve bakışlarımı çevirdiğimde kalbimin sıkışmasına neden olacak o görüntüyle karşılaştım.
Tugay’la. Tugay’ın son haliyle.
Üzerinde mahkûm üniforması vardı, benim gibi ayaklarına prangalar takmışlardı, el bileklerinde elektrikli teller vardı. Tıpkı benim gibi dik durmaya çalışıyordu ama omuzları öyle değildi, düşmüştü ve bu duruşunu anlayamamak zor değildi, yine işkencelere uğramıştı. Sırtında yeni yaralar oluşmuştu, yüzünde bıçak darbeleri. Onu aylar önce gördüğüm o adama dönüşmüştü.
Fakat Tugay gözlerini bana çevirdiği saniyede şu an olmaması gereken o sevdiğim gülümsemesini bana gönderdi; umutla, hayatla. Ölmek üzere olmasına rağmen umutla bana gülümsedi ve zorlukla da olsa omuzlarını dikleştirdi çünkü o da birlikte ölüme gideceğimizi anlamıştı.
Ben de ona gülümsediğimde onu yavaş adımlarla yanıma getirdiler ve hemen solumda kaldığında gözlerimiz bir an bile olsun birbirimizden ayrılmadı. Gülümsedim, öleceğimi bile bile bütün kalbimle hissederek ona gülümsemeye devam ettim. Çenemi havaya kaldırdım, korkular yoktu, kendimi babam gibi hissediyordum ve öleceksem onunla beraber ölmenin verdiği hisle son nefesimi verecektim, bu da bana yeterdi.
“Acaba,” dedim onunla ilk tanıştığımız zamanları hatırlayarak. “Dışarıda hava nasıldır? Kar yağmış mıdır? Belki de güneş açmıştır, kimbilir?” Sesim titriyordu, gözlerim dolmuştu ama yüzüne bakarken bütün yaşanmışlıklar, acılar, savaşlar, hırslar hepsi kalbimin üzerinde atmaya devam ediyordu.
Dudakları aralandı ve büyük bir nefes vererek, “Sevgili Avukat,” dedi sevgiyle. “Seni görene kadar aklımı kaybettiğimi düşünüyordum, gerçeksin öyle değil mi?”
“Evet,” diye fısıldadım. “Buradayım, birlikteyiz ve birlikte öleceğiz.”
Tugay hem büyük bir kayıpla hem de büyük bir acıyla bana bakmaya başladığında, “Bundan daha huzurlu bir ölüm olamazdı,” diye fısıldadı. “Bize resmen hediye veriyorlar.”
Bu cümlelerin ardından önümüzdeki büyük demir kapı yüksek bir sesle açıldı ve pencereleri bile olmayan kocaman bir alanla karşılaştım. Bu alan, benim Tugay’a güneşi gösterdiğim yerdi ve şimdi o yer, bizim cehennemimize dönüşecekti.
İçeride Krallık amblemleri taşıyan onlarca insan duruyordu, askerler tek sıra haline dizilmişti ve Krallık’ın önde gelen isimleri bu idamı izlemek için özel olarak davet edilmişlerdi. X yoktu, o kalabalıkta onu göremedim, onun yerine Ufuk işlerini yürütüyor olmaydı ki herkes Ufuk’a büyük bir saygıyla bakıyordu çünkü iki haini yakalamıştı, onların gözünde iki pisliği.
Burada yapayalnızdık, bizi kurtarabilecek halk yoktu, arkadaşlarımız da bize ulaşamazdı çünkü Ada Hapishanesine girebilseler bile burasının yerini bulabilmeleri imkânsızdı. Daha önce burada kalan birisi bilebilirdi ve aralarında daha önce hapishaneye girmiş kimse yoktu. Aslında burada ne büyük bir boşluk bırakmıştık. Onlara öğretmemiz gereken bir şeyler vardı ve bunu yapmamıştık.
Ölümümüzü bile sessizce gerçekleştirmek isteyecek kadar bizden, gücümüzden korkuyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki halk buna izin vermezdi. Peki ya diğerleri neredeydi? Giray kurtulabilmiş miydi? Marco? Gamze? Sinan neredeydi? O benden haber bile alamadan duramazdı.
Adamlar bizi yürütmeye başladıklarında çıplak ayaklarıma yerdeki ziftlerden bulaşıyordu. “Ada Hapishanesinde infazınızı gerçekleştirmek en büyük hayalimdi,” dedi Ufuk sanki açıklamak zorundaymış gibi. “Çünkü olması gereken en başından beri buydu.”
Ağır adımlarla yürümeye devam ederken ayaklarımın altındaki zeminin sanki sarsıldığını hissediyordum ama soluma baktığımda Tugay’ı görmek ve yine onunla beraber bu yolda yürümek içimi rahatlatıyordu. Gözlerimi ondan ayırmadan yürümeye devam ettim, korku yoktu ama ona son kez bakmanın verdiği hissi aşabilmek fazlasıyla zor olacaktı.
İkimizi de idam sehpalarının arka tarafına getirdiklerinde bakışlarımız birbirimizden bir an olsun ayrılmıyordu. Adamlardan bir tanesi telefonunu çıkardı ve kamerayı açtı. Bakışlarımı Tugay’dan ayırdığımda ve tepemde sallanan urgana baktığımda babamın idam edilirkenki görüntüsü gözlerimin önüne geldi. Hiç korkusu yoktu, bir an bile ama öleceğinden neredeyse emindi.
Ben de emindim, bunu her zerremle hissediyordum.
“Taburelere çıkın,” dedi Ufuk baskın bir sesle. “Ve son sözlerinizi söyleyin.”
Çırpınabilirdim, haykırabilirdim, küfürler savurabilirdim fakat bunların hepsinin faydasız olduğunu da çok iyi biliyordum çünkü güç artık onlardaydı, bizi kurtarabilecek tek bir şey bile yoktu. Yavaşça tabureye çıktığımda ve benim ardımdan Tugay da çıktığında bakışlarımız yeniden birbirine döndü.
İnsan hayatının son gününü yaşadığını bildiğinde ne yapardı, hiç düşünmemiştim. Ölüme çoğu kez yaklaşmıştım, çoğu zaman öleceğimi de düşünmüştüm ama şimdi, ölüm bu kadar yakınımdayken ne yapmalıydım bilmiyordum. Onu sevdiğimi mi söylemeliydim? Bunu zaten biliyordu. Hayır, bana bakarken ne duymak istediğini çok iyi biliyordum çünkü gözlerindeki acı kendini suçlayan bir adamdan başka hiçbir şeyi barındırmıyordu.
“Tugay,” dedim bizi dinleyen onlarca insanı umursamadan. “Seçtiğim bu yol, benim yolumdu ve sen benim bu yoldaki en büyük şansımdın, hiçbir anından pişman değilim hiçbir şeyin. Yine olsa yine savaşırım.” Bakışlarım bir anda topluluğa döndü. “Yine olsa yine bu aptal düzene başkaldırırım ve yine olsa yine sizlerin karşısında dikilirim. Şimdi kelepçelerimi açsanız yeniden savaşırım sizinle. Hiçbir şeyden ama hiçbir şeyden pişman değilim.”
Tepemde sallanan urgandan lavanta kokusu geliyordu, ne acıydı ölmeden önce insanlara yaşattıkları. Babam, annemin kokusunu alarak ölmüştü.
Ufuk’un arkasında bir hâkim kürsüsü vardı, sanki yasal bir şekilde idamımızı gerçekleştiriyorlarmış gibi bir tiyatro sergiliyorlardı. “Tugay Demir Çeviker,” dedi hâkim başını kaldırarak. “Sen pişman mısın?”
Tugay gözlerini benden bir an bile ayırmazken, “Sevgili Avukat,” dedi hâkimi duymazdan gelip. “Bana beş dakika güneşi gösterdiğin yer burası.” Başını omzuna doğru yatırdı ve soluğunu verirken, “Şimdi o güneşe bile ihtiyacım yok çünkü sen varsın. Benim gökyüzüm hep sendin, özgürlüğüm de öyle,” diye fısıldadı.
“Tugay Demir Çeviker!” dedi hâkimin baskın sesi. “Son sözlerini söyle, sen pişman mısın?”
Tugay yine onları umursamadı. “Sevgili Avukat’ım,” dedi bu kez bütün kalbiyle. “Biz seninle şu kısıtlı zamanımızda ne çok şey yaşadık öyle değil mi?” Güldüğünde gözlerindeki acıyı sadece ben görebiliyordum. “İki mahkûm insandık aslında ama birçok özgür insandan daha özgürdük çünkü tek bir pencereden bile olsa aynı gökyüzüne baktığımızda bütün dünya sanki ayaklarımızın altındaydı. Şimdi bizi burada mahkûm sanıyorlar, bizi yenebildiklerini sanıyorlar.” Bileklerini kaldırdı ve elektrikli telleri gösterdi. “Bizi durdurabileceklerini sanıyorlar ama ben sana bakarken yine bütün dünyayı ayaklarımın altında hissediyorum.”
Son kez hâkim gür bir sesle, “Pişman mısın?” diye haykırdı.
“Canımın içi,” dedi Tugay ve o birkaç saniyelik anda gözlerinin dolduğunu gördüm. “Bana pişman olup olmadığımı soruyorlar. Seni bana veren bu hayat için ne kadar pişman olabilirim, söylesene.”
Birkaç saniye sonra Tugay’ın yüzündeki ifade değiştiğinde ve dişlerini acıyla sıktığında gözleri bileklerine kaydı, elektrik veriyorlardı. “Tugay,” dedim altımdaki iskemleye daha sağlam basarken. Gözlerim yüzünün her zerresini inceledi; ela gözleri, uzun kirpikleri, yüzüne orantılı burnu, kalın dudakları, ne olursa olsun bana bakarken parlayan o bakışları ve yüzündeki mahkûmiyetten kalma izleri, yeni oluşanlarla üstelik… Onu son kez gördüğümün bilincinde olarak izledim, ilk gördüğüm gün gibi baktım yüzüne. Gözümden bir damla yaş aktığında, “Başka bir dünyada biz seninle o deftere yazdığımız gibi yaşlanana kadar huzurlu bir şekilde hayatımıza devam edeceğiz, bunu biliyorsun değil mi? Çünkü benim ruhum bir tek sana ait, bir tek senin ve kalbim bir tek senin ellerinde. Başka bir dünyada sen harika bir baba olacaksın, ben ise anneme asla benzemeyeceğim. Başka bir dünyada sen yine pilot olacaksın, ben ise avukat. Başka bir dünyada bizim ellerimize kan bulaşmayacak, bizi yok edemeyecekler.” Bileklerimde şiddetli bir acı hissettiğimde elektrik verdiklerinin farkındaydım ama durmadım, devam ettim. “Tugay,” dedim dişlerimi acıyla sıkarak, hayır beni susturamayacaklardı. “Kalplerin taşlaştığı bu dünyada sen benim kalbimi yumuşattın, şimdi bu kalbimi senin için feda da edebilirim, hiç önemli değil.”
O an sadece ölmek istemediğimi hissettim. Ölümden korkmuyordum hayır, sadece ölmek istemiyordum çünkü biz onunla hiç sinemaya gitmemiştik, konsere de öyle. Biz Tugay’la deniz kenarında şaraplarımızı da içmemiştik, sokak ortasında bağıra çağıra şarkılar da söylememiştik, kahkahalarımız bile yarım kalmıştı, gözyaşlarımıza çoğu zaman engel olmuştuk. Bütün zamanlarımda o vardı ama çok geç tanışmıştık. Belki onunla o barda tanışabilseydim çok daha güzel zamanlarımız olabilirdi, çocukken birlikte büyüseydik süper kahraman oyunları oynardık.
Ona yaprak sarma bile yapamamıştım. Benim ellerimden yaprak sarma bile yiyememişti.
Tugay bana aylar önce gardiyanla konuşmasına şahit olduğum o cümleleri söyledi. “Kalbimiz taşlaştı artık. Yumuşatabilene aşk olsun, sitemle değil üstelik.”
Biz ölmek için çok gençtik, biz henüz hiçbir şeyin tadını alamamıştık. Aşkı kalbimin derinliklerinde hissetmiştim ama o aşkı doyasıya yaşayamamıştım çünkü bir savaş meydanının ortasında âşık olmuştum ona ve en başından biliyordum, aşk boynuma geçirdiğim bir urgandı.
“Tugay,” dedim fısıldayarak kimsenin duymayacağı bir şekilde. “Ben ölmek istemiyorum, henüz yaşamak ne demek onu bile bilmeyen bir kadının hayatına son veriyorlar.” Bileklerime yeniden elektrik verdiler, acıyla inledim. “Bu savaşı kazanmadan ölmek istemiyorum,” dedim bu kez acıyla. “Ben babam gibi ölmek istemiyorum.”
Ufuk adamlara bir baş hareketi yaptı ve iki adam tabureleri itmek için arkamıza geçti, tam o esnada birisi koşar adımlarla Ufuk’un yanına geldi ve kulağına bir şeyler söylediğinde bakışlarındaki ifade öyle bir değişti ki hızlı adımlarla bizim olduğumuz yere doğru geldi.
Gözümden yaşlar akıyordu ama duruşum hâlâ dikti. Bana babam gibi ölme şansı bile verilmemişti, bir urganda can verecektim, can verecektik.
“Tugay Demir Çeviker,” dedi Ufuk hemen benim karşımda dururken. “Söylemek istediğin bir şey var mı?”
“Bu bir konser, bu bir kaçış, bu bir sanat,” dedi üstün bir sesle bir an bile boyun eğmeden. Gözlerini bana çevirdi ve sanki son kez yüzüme baktı. “Duy, bu bizim şarkımız.” Hangi şarkıyı söylediğini biliyordum, kulaklarımda en son o şarkı çalsın istiyordu. “Ölmeden önce son kez dans et benimle, o güzel ellerini ellerime ver, kendini bana bırak.” Bana hastanedeki o dansımızı hatırlatıyordu, ölmeden önce güzel anıların içinde yok olmamızı istiyordu. “Ben…” dedi sesi titrerken ama hâlâ baskın bir şekilde. “Aynadaki değil, camdaki yansımada olan o adamım.” Şarkı çalmıyordu. Elektrikli teller bileklerindeydi. Dans edemezdik, sarılamazdım, birbirimize son kez bile dokunamazdık ama bana ölmeden önce hâlâ çocukluğundaki o masumiyetinde olduğunu söylemek istiyordu, aynadaki o adamdan nefret ediyordu. Bana ölmeden önce güzelliklerin içindeymişim gibi hissettirmeye çalışıyordu.
“Aynısınız,” dedim sadece. Çünkü aynadaki adama da âşıktım camdaki adama da. Birisi daha acımasızdı ama ikisi de uğruna öleceğim kişilerdi.
“Hiç olmadık,” dedi ve sonra bana yalvarır gibi baktı. “Affet beni her şey için ve bana son kez baktığında gördüğün sadece o camdaki adam olsun, her şey başlamadan önceki adam gibi hatırla beni.”
Ve o an hatırladım. Hatırlamak ise kalbime büyük bir hançerin saplanmasına neden oldu. Arabanın içindeydik, o ön koltukta oturuyordu ve her yeri kan içindeydi. Babam onu kurtarmıştı ve ben ona bir mendil uzatmıştım. Arabadan indiğinde onu son gördüğüm an bir arabanın camından baktığım andı. Gözleri daha masumdu, daha korku doluydu ve daha az karanlığa batmıştı.
O an bana baktığında gözlerindeki ifade tek bir şeyi haykırmıştı: O, kurtulmak istemişti.
Ve şimdi de bana kurtulmak istiyormuş gibi bakıyordu.
“Tugay,” dedim solgun bir sesle. “Senden son kez bir şey isteyebilir miyim?”
Son kez demiştim, bu kalbini acıtmıştı biliyordum.
“Bana bir kez daha adımı söyler misin?” diye sordum zorlukla. “Bir kez daha Eftalya der misin bana ama bu kez anlamı denizkızı değil, çiçek olsun. Bir kez, sadece bir kez adımı senden sevgiyle duyayım, başka hiçbir isteğim yok.”
Gözlerimin içine baktığında silmek istediğim o kötü anıyı anlamıştı, adımı da sevmek istiyordum ölmeden önce ve o söylerse yeniden severdim, bunu biliyordum.
“Seni seviyorum, Sevgili Avukat,” dedi derinden gelen bir sesle. “Ve sana çok âşığım Eftalya Atalar, adının anlamının çiçek olduğu kadar eminim bundan.” Adım güzelleşmişti, adımı yeniden sevmiştim ve son kez ölmeden önce adımı ondan duymak kalbimin ferahlamasına neden olmuştu.
Bir kez daha, “Eftalya,” dedi derin bir nefes vererek. “Benim Eftalya’m.”
“Seni seviyorum,” döküldü dudaklarımdan. “Sana âşığım Tugay Demir Çeviker, son nefesim kadar eminim ben de bundan.”
Ufuk benim durduğum yere biraz daha yanaştığında yüzünde acımasız bir gülümseme belirdi. “Ve şimdi Tugay Demir Çeviker,” dedi acımasız bir sesle. “Sırada benim hediyem var.” Arkamdaki adam yanımdaki tabureye çıkıp başımı urgana geçirdiğinde neler olduğunu anlayamamıştım ama Tugay’a hiçbir şey yapmıyorlardı. Tugay neler olduğunu anlamıyormuş gibi dönüp bana baktığında, “İkinizin el ele ölmesine izin vereceğimi mi sandın?” diye sordu Ufuk korkutucu bir ses tonuyla. “Bu size ödül olurdu.” Bana biraz daha yaklaştı ve kalbim korkuyla atmaya başladı. “Sevgili Avukat’ın ölecek ama sen, onun ölümünü izledikten sonra bir hücrede çürüyerek öleceksin.”
O an, işte o an her şeyin son bulduğu an gibiydi. Ben neler olduğunu bile anlamadan Tugay’ı çıkardıkları tabureden indirdiler ve hemen karşıma geçirip dizlerinin üzerine çöktürdüler. O bana aşağıdan bakarken ben bir taburenin üzerindeydim ve boynumda bir urgan vardı.
“Hayır!” diye bağırdı Tugay gözleri açılırken. Artık o huzur yoktu, birlikte ölemeyecektik, yollarımızı ayırıyorlardı. Bir anlık duraksadı, neler olduğunu bile anlamakta güçlük çekti ve donup kaldı. “Hayır,” diye fısıldadı ve sonra bütün gücüyle ayağa kalkmaya çalıştı. “Hayır! Bunu yapamazsınız! Onu benden bu şekilde alamazsınız!”
“Tugay!” diye haykırdım ben de bütün gücümle. Çırpınmaya başladığımda altımdaki tabure sallanıyordu ve iki adam beni sıkıca tutuyordu.
“Hayır!” diye haykırdı Tugay bir kez daha ve üç adam onu sıkıca tutmaya çalıştı. Bir tanesi elektrik veriyordu, bir tanesi boynundan tutmaya çalışıyordu. Bizi kandırmışlardı, yollarımız ayrılıyordu, onu büyük bir azapla yaşatmaya devam edeceklerdi ve boynumda bir urgan varken bile tek düşünebildiğim ben öldükten sonra onun çekeceği acıydı. O bu acıyla nasıl devam edebilirdi? Hayır, tam şu an kurtulmam gerekiyordu, onun için hayata devam etmem gerekiyordu. Yüzü kıpkırmızı olduğunda ve adamlardan bir tanesini itekleyip bana doğru atıldığında bir kez daha sırtına tekme vurdular. Yere düştüğünde bile karşı gelmeye devam etti. “Bu şekilde olmaz!” dedi delirmiş gibi. “Gerekirse yalvarırım, her şeyi yaparım!” Bakışları Ufuk’un olduğu yere döndü. “Her şeyimi veririm, bu şekilde olmaz! Bunu yapamazsınız!”
“Bırakın!” diye haykırdığımda sesim duvarlarda yankı yapıyordu ve lavanta kokulu o urgan boynumu kesiyordu ama onun gözlerinin içine bakıp haykırmaya devam ettim ve tam o esnada bulunduğumuz yerin kapısı sert bir şekilde açıldı. İçeriye adamlar girmeye başladığında ve tanıdık yüzleri gördüğümde, “Kurtarın beni!” diye bağırdım. “Bu şekilde ölmek istemiyorum!”
Hayat, zamanın o birkaç saniyelik kısmında gizliydi. Belki birkaç dakika önce bizi kurtarmaya gelseler her şey daha farklı olacaktı ama şimdi her şey için çok geçti.
“Beni alın!” diye haykırdı Tugay bu kez gür bir sesle. “Her şeyin suçlusu benim, beni öldürün!” Dizlerinin üzerinde acıyla adamlara baktı, Ufuk’a baktı, herkesin yüzüne baktı. “Onu değil, beni alın, ben değil miyim her şeyin suçlusu? İstediğiniz işkenceleri yapın bana, her şeyi yapın ama bunu yapmayın! Almayın onu bu şekilde ellerimden ya da beni öldürün!”
Ufuk başını çevirip arkasına baktı, gelenleri gördü ve bana biraz daha yaklaştı. Tam o an gördüğüm son yüz Tugay’ın yüzü olurken çırpınmayı bıraktım ve yanaklarımdan yaşlar süzülürken bu anın, hayatımın son anı olduğunu anladım. Artık her şey faydasızdı.
Herkesin ölmeden önce kurduğu bir cümle olurdu, benim cümlem sadece âşık olduğum adam için olmalıydı, Tugay için çıkmalıydı dudaklarımdan o kelimeler.
Çırpınışlarının arasından bana öyle bir acıyla baktı ki birbirimizin gözlerine son kez baktığımız an olduğunu artık o da biliyordu. Zaman durdu sanki, sesler kesildi, o ve ben vardık sadece, başka kimse yoktu. Eftalya Bahçesi’ndeydik, kulaklarımda o şarkı çalıyordu. Sadece ikimiz, başka kimse yok.
Hayır, son cümlelerim yardım çığlıklarım olmayacaktı. Bunu istemiyordum.
“Benim için yaşamaya devam et, canımın içi,” dedim kısık bir sesle altımdaki tabure kaymadan önce. “Kazan bu savaşı ve sonra benimle gökyüzünde buluş.”
Paragraf Yorumları