Silah sesi, kâbuslarımın nedeniydi.
Siah sesi, ölümün adımlarıydı.
Silah sesi, çocukluğumun suçlarıydı.
Silah sesi, kendimi suçladığım o günlerin mutsuz şarkısıydı.
Bir parkta kurşunlandığımızda ve ben bir bankın altına saklanıp bütün kurşunların Meryem'e isabet etmesine neden olduğumda günlerce o silah seslerini aklımdan silememiştim. Bir filmde, bir dizide veya bir kitap sahnesinde silah kelimesi geçtiğinde dahi sanki sesi kulaklarıma doluyordu.
Meryem felç kalmıştı, annem günlerce beni suçlamıştı, hatta sadece annem değil, oradaki komşular bile içten içe beni suçlamıştı, bunu biliyordum. Kendini suçlamaya meyilli biri değildim lakin ben de hiçbir şey yapamamanın verdiği acıyla hâlâ kendimi arada sırada suçlamaya devam edebiliyordum.
Meryem beni içten içe suçluyor muydu acaba? Bunu ona sormaya hiç cesaret edememiştim çünkü alacağım her türlü cevap beni biraz daha yıkardı. Hayır anlamında başını iki yana sallasa yalan söylediğini düşünebilirdim; evet anlamında hareket ederse bunun ağırlığıyla yaşayamazdım.
İnsan hayatta defalarca olmasa da birkaç kez sevdiği birinin canının ellerinde olduğu gerçeğiyle yüzleşirdi. Meryem aracılığıyla bu gerçekle yüzleştiğimde henüz küçüktüm. Yanınızda sevdiğiniz biri kalp krizi geçirirken ambulansı aramaya bile gücünüz olmadığında da yüzleşirdiniz bu gerçekle. Ara ara kendimi sorguladığım tek konu Meryem olayı değildi.
Kurşunların önüne atlamak bir ambulansı aramakla elbette bir tutulamazdı ama Meryem olayından seneler sonra bir gece vakti Krallık üzerine çok fazla gittiği bir gün babam gözlerimin önünde kalp krizi geçirmişti. Eli kalbinde, nefesi kesik, bakışları dalgındı. Yere yığılmış, titremeye başlamıştı. Annem evde değildi, kimbilir neredeydi; Meryem uyuyordu, o zaten bana yardım edemezdi.
Babam yerde titrerken öylece ayakta ona bakıp seneler önce Meryem'in kanlar içindeki görüntüsüyle yüzleşmeye başlamıştım. Bir şeyler yapmam gerekiyordu, ambulansı aramalıydım, onu yerden kaldırmalıydım belki de. Nefesinin kesilmesini önlemeliydim ama öylece durup onu izlemiştim çünkü birçok konuda iyi olan Eftalya Atalar, konu sevdiklerinin canı olduğu zaman kılını kıpırdatamıyordu.
Uzaktan biri izlese Eftalya Atalar’ın babasının ölmesini istediğini bile düşünebilirdi.
Kapı açılmıştı, Sinan içeriye girmişti ve beni çekip babama ilkyardım yapmıştı. Ambulansı arayan da o olmuştu. Babamın gözleri üzerimdeydi, henüz bayılmamıştı. O da o anlarıma şahit olmuştu, Sinan'la birlikte.
Babamı hastaneye götürdüler, o sırada ben sanki dünyada değildim ve birkaç saat sonra yoğun bakım ünitesinin önünde ağlama krizlerine girmiştim, hem babam hem de başka bir gerçekle yüzleştiğim için.
Sinan gelmeseydi babam benim yüzümden ölecekti. Belki de birileri tam da benim yaptığım gibi bir aptallık yüzünden babasını kaybetmişti. Bu katil olmak demekti ama ben şanslıydım çünkü Sinan vardı, babam ölmemişti.
O gün binlerce kez Sinan bana bu düşüncenin aksini savunmuştu ama üzerinden seneler geçmesine rağmen ikimiz de farkındaydık ki o olmasaydı babam şu an toprağın altında olacaktı.
Bu hayatımda yaşadığım iki kötü anı beni günlerce ilkyardım dersleri almaya, tehlike anlarındaki ataklarım için ilaç kullanmaya itmişti. Anlar, zamanlar, kişiler dönmüyordu ama kendimi değiştirmek için verdiğim bu çaba kendimi iyi hissetmeme neden olmuştu.
Şimdi ise üçüncü kötü anının içindeydim, bütün o aldığım ilkyardım derslerinin ardından uğruna savaş verdiğim bir adam karşımda vurulmuştu. İç sesim alayla bana gülüyor, kendimi değiştirdiğime inanıyorsam bunun gerçek olmadığını dile getiriyordu.
Tam iki kurşun Tugay'a isabet etmişti. Üçüncü kurşun onu bulmamıştı ya da başka birine isabet etmişti, tam olarak bilmiyordum ama kulaklarım çınlıyordu, gözlerim bulanık görüyordu ve kan akışım bile durmuş gibiydi.
Tugay Demir Çeviker tam karşımda bir suikasta kurban edilmişti.
Önümüzde ve onun arkasında onlarca kolluk kuvveti varken bir keskin nişancı tarafından vurulmuştu. Bu, planlanmış bir suikasttı; bu, Tugay'ı öldürmek için atılan bir adımdı.
Çınlayan kulaklarımın gerisinde bütün sokağı dolduran cinsten bir çığlık vardı, acılı bir çığlık. Bu çığlığın bana ait olduğunu fark ettirense geçmişte de sık sık bu çığlığa şahit olmamdı. Kendi çığlığımı biliyordum, bu acıyla haykıran kadın benden başkası değildi.
Tugay gözlerimin içine donuk bir şekilde baktı; bulanık gören gözlerimin ardından göğsünün sağ tarafında akan ve üzerindeki siyah üniformayı ıslatan kanı görüyordum. Solundan vurulmamıştı, solundan vuramamışlardı. Tugay'ın daima yanındaki insanları soluna alması işe yaramıştı çünkü solunda ben vardım.
Nefes almakta zorlandığında kolluk kuvvetlerinin itişmelerini gördüm. Önümüze geçtiler ve silahlarını kaldırdılar, ardından başka silah sesleri geldi. Yeniden çığlık attığımda Tugay bir kez daha nefes almaya çalıştı, ardından elleri havalandı. Sadece bir anlığına omzuma tutunduğunda ne yapmak istediğini anlamıştım.
Yenilmiş gibi dizlerinin üzerine çökmek istemiyordu ama kurşuna hiçbir güç karşı gelemezdi, Tugay Demir bile.
Omzuma tutundu, belki de onu tutmamı istedi ama hareket bile edemezken onu tutabilmem imkânsızdı. Yeniden nefes almaya çalıştı, başı omzuna doğru düştü ve bana âdeta yalvarır gibi baktı. Canının acıdığını ela gözlerinde gördüm ama hiç bağırmadı. Sonra eli omzumdan kaydı, dizlerinin üzerine çöktü.
Tam karşımda dizlerinin üzerine çökmüş olan Tugay'a bakarken silah sesleri artmaya devam etti. Sadece birkaç saniye etrafıma baktım ve ön tarafta bulunan o kalabalığın arkaya geldiğini gördüm. Basın, kameralar, gazeteciler, BL destekçileri ve Krallık yanlısı olanlar.
Taşlar havada uçuşuyordu. Bağırışlar ve silah sesleri Krallık yanlısı insanlardan geliyordu. Planlanan BL’yi destekleyenleri vurmaktı, bunu görebiliyordum ama bu kez BL’yi destekleyenler de geri adım atmıyordu. Gazetecilerin çekmek istediği tek kişiyse dizlerinin üzerinde duran Tugay Demir Çeviker'di. Krallık yanlısı insanlar BL örgütünü destekleyenleri aşıp bize ulaşmak, Tugay'ı orada öldürmek istiyordu.
Adliye Sarayının arkası öyle büyük bir kargaşa içindeydi ki önümüzde duran kolluk kuvvetleri bizi korumakta güçlük çekiyordu. Zaten aralarında bizi korumak istemeyenlerin olduğunu biliyordum.
Bakışlarım yeniden Tugay'a döndüğünde titremeye başladığını gördüm; gözleri üzerimdeydi ve üniformasının önü sırılsıklamdı. Ambulans aranmalıydı, biri ona yardım etmeliydi, buradan kurtulmalıydı. Ölecekti, zamanı azalıyordu, bana ihtiyaçla bakıyordu.
Adliye Sarayının camları patlatıldı; henüz kararı bile bilmeden bu kadar öfke çok fazlaydı.
Tugay daha fazla dizlerinin üzerinde duramadığında geriye doğru düştü ve yattığı yerde titremeye başladı. Zemine kanı bulaştı, gözleri benden uzaklaştı ve sağa doğru baktığında eli de baktığı yöne düştü. Yeniden etrafıma baktım, ona yardım edecek birilerini aradım ve yine bir gerçekle yüzleştim: Tugay'a yardım edecek tek kişi bendim.
Her yerde silah sesi vardı; çığlıklar, bağırışlar… O çocuk parkında olduğu gibi yine kurşunlar hemen yanımızdaydı. Bir kişi dahi kolluk kuvvetlerini aşsa Tugay'a ulaşacaktı ve o kendini koruyamayacaktı.
Meryem'i koruyamadım, önüne geçemedim, o defalarca vuruldu. Benim yüzümden vuruldu, suçlusu bendim.
Ellerimi hissetmiyordum, vücudumu hissetmiyordum. Meryem kanlar içinde yerdeydi. Benim yüzümden felç kalmıştı, o vurulduktan sonra koşup yanına bile gidememiştim, korku beni yönetmişti.
Aklımı hissetmiyordum. Tugay'ın uzandığı yer kan gölüne dönüştü, her şey yine benim yüzümden son bulacaktı. Uzaktan bir ambulans sesi geliyordu ama bu kargaşa yüzünden yaklaşamıyordu, belki de yaklaşmak istemiyordu, belki de engelleniyordu.
Kendimi hissetmiyordum. Yine birinin canı benim ellerimdeydi ama bana güvenilir miydi? Silah seslerine rağmen Tugay'ın sesi ulaştı kulağıma. Hiçbir zaman yanlış tercih olmadığımı söylüyordu, hatta bütün korkaklığıma rağmen bana güvendiğini dile getiriyordu. Bilse bütün yaptıklarımı yine de güvenir miydi?
Kalbim... Kalbimi hissediyordum, bütün bu hissetmediklerimin yanında kalbimi hissediyordum ve kalbimi hissetmek Tugay'a yaklaşmama neden oldu. Hiçbir zaman yanlış tercih değildim. Bana güveniyordu, bana güvenilirdi. Tugay şu an bile belki de bana güveniyordu.
"Yardım…" dediğini işittim Tugay'ın. "Yardım et."
Ellerimi hissetmeye başladım, aklımı hissetmeye başladım, kalbim çok daha hızlı attı ve dizlerimin üzerine çöküp ellerimi kaldırarak Tugay'ı korumak için siper aldım. O sırada yüzüme vuran fotoğraf makinelerinin flaşları, bize atılan taşlar ve silah sesleri umurumda bile değildi.
Bu duruşum, dizlerimin üzerinde Tugay'ı korumak için siper alışım, Krallık yanlısı Avukat Eftalya Atalar'ın, Krallık karşıtı BL örgütü lideri Tugay Demir Çeviker'in yanında, önünde, hatta arkasında durduğunun resmi belgesiydi.
Bir kurşun sıkılacaksa bana sıkılmalıydı, bir zarar gelecekse bana gelmeliydi, bir direniş gösterilecekse de şu an Tugay yerine ben göstermeliydim. Tugay'ı tanıyordum, şu an endişelendiği şey zarar görmekten ziyade yıkıldığının resmedilmesiydi. Önüne siper olarak onun yıkılışını gizlemekti benim de amacım.
Kolluk kuvvetlerinden birkaç kişi şaşkınlıkla bana baktı. Çıkış kapısından her kim çıktıysa gürültüler arttı, sonra tanıdık o sesi duydum. Red'in sesiydi. "Kerem Karaman!" diye haykırdı. Gamze'yle kendilerini gizlemeden BL’yi destekleyenlerin arasında duruyorlardı. "Tugay Demir Çeviker'i o vurdurdu!"
Omzumun üzerinden arkama doğru baktığımda Kerem'in arka çıkış kapısında dikildiğini gördüm. Yüzünde keyifli bir gülümseme vardı, ta ki adı haykırılana kadar. Tugay'ın suikasta uğraması şaşırılacak bir durum değildi ama ilk defa biri hedef gösteriliyordu ve hedef gösterilen kişi Kerem'di.
BL’yi destekleyenler onun adını duydu, beni çeken gazeteler ona yöneldi ve Tugay'ın yıkılışı çekilmek istenirken bütün halk, bütün ülke Kerem'in Tugay'ın vurduğunu duydu. Bu bir suçlama olsa bile bu kadar destekleyeni olan bir adama karşı olan duruşu, bütün halk tarafından artık bilinecekti.
Ve bu durum Kerem'in de artık elini kolunu sallayarak insan içine çıkmayacağını gösteriyordu. Korkuyla geriye doğru adım attığında taşlar ona yöneldi. BL’yi destekleyenler öyle bir öfkeyle bağırmaya başladı ki kolluk kuvvetlerinin bazıları Kerem'i korumak için onun tarafına geçti.
Tam o sırada hemen önümdeki polisin belindeki silahı çekip aldım. Polis haykırdı fakat umursamadan silahın namlusunu Kerem'e doğrulttuğumda bütün o kalabalığın ortasında Kerem’in bakışları direkt olarak benimkiyle kesişti. Önüme polisler geçti ama durmadım, beklemedim. Silahı ateşledim, kurşun cam kapıya isabet edip paramparça etti. Kerem'in biraz daha geri kaçtığını gördüm. Bir kez daha çektim tetiği, bu kez isabet ettiği yer daha yukarısıydı. Kaçmasaydı Kerem’i vuracağımı biliyordum.
Yeniden önüme döndüm, elimdeki silahı ileriye doğrultmaya devam ettim. Bizi hedef alan insanlar şaşkınlıkla çekildi, kolluk kuvvetleri önümüze iyice siper oldu. Fotoğraflandığıma emindim ama umurumda değildi. Bu kez korku yoktu, kaçış yoktu; bu kez direnmek vardı, savaş vardı.
BL’yi destekleyenler, "Özgürlük!" diye haykırmaya başladı. Sayıları gitgide artıyordu ve Krallık yanlısı insanlar azınlığa dönüşüyordu. Sanki olanları canlı izleyen ve yakınlarda oturan insanlar çekinmeden Tugay'ı korumak için buraya koşuyordu.
O anda BL örgütü üyelerinin de köşelerden ellerinde silahlarla ortaya çıktıklarını gördüm. Hepsi buradaydı; yüzlerinde kar maskeleri vardı, eldivenlerini takmışlardı, simsiyah kıyafetlerinin içindelerdi. Giray Pusat Çeviker hepsinin ortasında duruyordu. Elindeki silahla havaya ateş etti, bu hareket Krallık yanlısı insanların geriye çekilmesine neden oldu. O sırada üyelerin arasındaki Sinan'ı gördüm, tek kar maskesiz, eldivensiz ama onların tarafında olduğunu gizlemeyen kişi oydu. Bu da açık bir ilandı: Eftalya Atalar'ın koruması, BL örgütüyle çalışıyordu.
Ellerim havada, dizlerimin üzerinde, "Ambulans!" diye haykırdım Sinan'ın gözlerinin içine bakarak. "Ambulansa izin verin, derhal!"
Örgüttekiler bir kez daha havaya ateş etti. Bulunduğumuz yere panzerler gelmeye başladı, insanları ezmeyi bile göze alacak kadar hızlıydılar. TOMAlar da hemen arkalarındaydı. Ambulanstan bile önce bunların gelmesi öfkeyle haykırmama neden oldu.
Ellerimi indirdim, tamamen Tugay'a döndüm ve gözleri açık bir şekilde titreyerek bana baktığını gördüm. Sesleri duyuyor muydu? İnsanlar onun adını haykırıyordu. Özgürlük naralarını işitebiliyor muydu? Bakışları elimdeki silahtaydı, onu korumak için katil olabileceğimin farkında mıydı? Geçmişimle hesaplaşmamın bu şekilde ortaya çıktığını anlayabilir miydi?
Babamın kalp krizi geçirdiği güne döndüm yine. Babam karşımda titriyordu, ölmek üzereydi ve öylece durup onu izliyordum. Başımı iki yana salladım, bir kez daha kendimi affetmeme yoluna girmeyecektim, hayır. Tugay bana güveniyordu. Küçükken veya sonrasında güven kırmış, güvenilmemiş, ötekileştirilmiş o kişi olabilirdim ama Tugay bana güveniyordu, bunu bakışlarından anlayabiliyordum.
Hızla silahın şarjörünü çıkarıp yere fırlattım, sonra ellerimi Tugay'ın yüzüne yerleştirdim. "Ambulans geliyor," dedim titreyen bir sesle. Benimkilerden ayırmadığı ela gözleri bir kez hareket etti. "Bir şey olmayacak, halledeceğim. Halledeceğim Tugay." Titreyen ellerimi göğsüne indirdim, ardından üzerindeki üniformayı yırttım. Bütün bu korkuların arasında bu gücün bana nasıl ulaştığını anlayamamıştım.
Kanayan göğsü ortaya çıktığında sakin kalmaya çalıştım ve üzerimdeki elbisenin etek tarafına uzanıp yırtmaya çalıştım. Bu kez gücüm yetmediğinde elim ayaklarımdaki kısa botların boğazına gitti. Oraya gizlediğim çakıyı çıkardım ve elbisemden bir parça yırttım. Nasıl göründüğüm umurumda bile değildi.
Kestiğim parçayı Tugay'ın göğsüne bastırdım, gözleri hâlâ gözlerimden ayrılmıyordu. Silahlar, taşlar, çığlıklar, direnişler, bağırışlar, anonslar; bütün bunların arasında Tugay'ın zorlukla gülümsediğini gördüm. Onun her ortamda gülümsemesine, karşı durmasına, rahatlığına alışıktım ama o an canı yanıyorken bile gülümsemeye çalışması gözümden bir damla yaş akmasına ve gülümsememe neden oldu.
"Sen gerçekten delirmişsin," dedim gülmeye devam etmek isteyerek ama birkaç damla yaş daha düştü. "Ve beni de delirteceksin."
Ambulansın sesi yaklaştı. Elbisemin kesip göğsüne dayadığım kısmı sırılsıklam olmuştu. Elbisemden daha büyük bir parça kestiğimde Tugay'ın dudakları aralandı ama hiçbir şey söyleyemedi. Yeni parçayı da göğsüne bastırdım, ardından kafasını kucağıma çektim. Bakışları kaymaya başlamıştı ve nefesi düzensizleşiyordu. Gülümsemesi silindi ve çenesi kasıldı. Acıdan haykırmamak için kendini durdurduğunu anladım.
"Tugay Demir Çeviker özgür olacak!" diye haykırdı kalabalıktan biri.
"BL bize umut olacak!" dedi başka biri. Hepsi ama hepsi şu an yanımızdaydı, Tugay bu sesleri işitebiliyordu ama artık gülümseyemeyecek kadar canı yanıyordu.
"Sakın gözlerini kapatma," dedim elimle baskı yaparken sonra diğer elimle yanaklarımı sildim ve yüzüme onun kanı bulaştı. "Hayır, sakin kalacağım, çok sakinim." Yeniden ağlamaya başladım ve gözlerimi sildim. "Soğukkanlı duracağım, seni kurtaracağım çünkü bana güveniyorsun." Gözlerini kırpıştırdı. "Çok kan akıyor," dedim ve elim yeniden titremeye başladı. "Kan kaybedeceksin." Yine elimdeki o elbise parçası kandan sırılsıklam oldu. "Ambulans!" diye haykırdım. Sesi çok yakındı ama Krallık yanlısı insanlar geçmesine izin vermiyordu.
Tugay’ın gözleri bir kez daha kapanıyor gibi olduğunda ellerimle bu kez yüzünü tuttum. Gözleri aralık bana baktı. Artık onu tamamen bulanık görüyordum ve ilk kez onun ölme ihtimalini gerçekten aklıma getirdim. O an Tugay'ın ölmeyeceğine inandığımı fark ettim çünkü bunun için bile bir çıkış yolu bulabilirdi ama yüzüme öyle bakıyordu ki sanki birkaç dakika sonra ölecekti.
"Ölürsen kendimi affetmemek için bir neden daha bulurum," dedim gözlerinin içine bakarak. "Çünkü ilk kez çabalıyorum Tugay, beni duyuyor musun?" Ambulansın durduğunu işittim. "Ölürsen inancım biter, ölürsen..."
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda sağlık görevlilerin çevremizi sardığını fark ettim. "Ölme," dedim ellerimle yüzünü sıkıca kavrarken. "Yalvarıyorum ölme, kendimi bildim bileli ilk kez senin sayende aynada yüzleştiğim kişiyi seviyorum ben." Başımı iki yana salladım. "Duyuyor musun? Ölme ve özür dilerim." Art arda yaşlar yanaklarımdan süzülüyordu. "Hayır, soğukkanlıyım, ağlamıyorum ama ölme. Özür dilerim."
Birisi beni itti, bir sağlık çalışanıydı. Ardından bir sedye getirdiklerini gördüm. Tam dört sağlık çalışanı Tugay'ı dikkatlice sedyeye yerleştirirken iki sağlık çalışanının elinde yarım ay dövmesi olduğunu gördüm. Bir kolluk kuvveti beni geriye çekerken, “Ambulansa bineceğim,” diye mırıldandım ve uyuşan bacaklarımla ayakta durmakta zorlandığımı fark ettim.
Tugay ambulansa doğru götürürlerken TOMAların, panzerlerin önümüzde durduğunu gördüm. Örgüttekiler Krallık yanlısı insanların önüne etten duvar örmüştü. "Ambulansa bineceğim!" diye haykırdım arkamdaki polisi iterek. "Onunla gideceğim, kimseye güvenmiyorum!" Dirseğimle polisi ittim, ardından sedyenin peşinden koşup ambulansa bindim.
Ambulansın olduğu tarafa doğru birkaç el silah sıkıldı ama kurşun geçirmez camlardan içeriye giremedi. İnsanlar "Özgürlük!" diye haykırıyorlardı, öyle yüksek sesleri vardı ki, Krallık yanlısı insanların seslerini bile bastırıyorlardı.
Ambulans hareket ettiğinde bir elinde yarım ay dövmesi olan adam kaşları çatık bir şekilde solunum cihazını Tugay'a taktı ve diğer sağlık çalışanı vurulduğu yerden benim elbisemin parçasını çekti ardından gazlı bezlerle tampon yapmaya başladı. "İki kurşun isabet etti," dedim zorlukla. Arkamızda hâlâ çığlıklar vardı. "Üçüncüsü isabet etmedi diye biliyorum ama çok kan kaybetti ve konuşamıyor."
Yarım ay dövmeli sağlık çalışanı bir iğne hazırladı. "O ne?" dedim uzanıp bileğini tutarak. "Ona ne vereceksin?"
Ambulansın ardından panzerlerin sesi geldi, polis sirenleri ve daha fazlası. Tugay'ın canı, onun kaçma ihtimalinden daha önemsizdi ne yazık ki ve bu canımı çok yakıyordu.
"İşime mi karışacaksın?" diye sordu sağlık çalışanı bileğini elimden kurtararak. "Çok biliyorsan sen yap."
"Size güvenmiyorum," dedim ama direnecek gücüm yoktu çünkü onlar sayıca fazlaydı ve çaresizdim. O şırınganın içinde Tugay'ı öldürecek bir zehir bile olabilirdi, bu planlanmış da olabilirdi ama karşı gelsem de yapabileceklerim sınırlıydı. "Ona zarar gelirse, o ölürse Krallık'ın bütün gizli belgelerinin ortaya döküleceğini biliyor musunuz?" diye sordum ve bakışlarım Tugay'a döndü. Gözleri bir açılıp bir kapanıyordu ama direnmeye devam ediyordu.
Sağlık çalışanı ağzının içinde bir şeyler geveledi, ardından bir serum hazırladı. Diğer sağlık çalışanı, "Kimseyi öldürmek için burada değiliz," diyerek bana yanıt verdi. Yarım ay dövmesi yoktu. "Fakat sen işimize karışırsan hiçbir şey yapamayız."
Hiçbir şey söylemedim ve gözlerimi Tugay'dan ayırmadım. İğne vurdular, serum taktılar, ardından defalarca kurşun yerine tampon yaptılar. Her tampon yaptıklarında gazlı bez birkaç saniye içinde sırılsıklam oluyordu. Nabzının çok hızlı olduğunu söylüyorlardı fakat gerçekten bir çabalıyor gibiydiler.
Tugay ise gözlerini kapatmamak için direnmeye devam ediyordu. İçimi en çok acıtan şeylerden biri bileklerinde hâlâ kelepçeler olmasıydı. Protez elini yavaşça kaldırdığında bunun bana bir çağrı olduğunu anladım. Bir an bile düşünmeden sol elini tuttuğumda sağlık çalışanları birbirine baktı ama umursamadım.
"Burada bir şey var," dedi yarım ay dövmesi olmayan sağlık çalışanı. "Vurulduğu yerde bir şey var."
"Kurşundur belki geri zekâlı," dedi diğer yarım ay dövmesi olan rahat bir sesle. "Hiç bunu düşündün mü?"
"Hayır aptal," dedi, ardından gazlı bezle silip kan dolmadan gösterdi. "Metal bir plak var vurulduğu yerde. Kurşunla beraber saplanmış ama kurşunun da hızını azaltmış." Tugay’ın göğsü yeniden kanla dolarken birbirlerine baktılar. "Bu nasıl olabilir?"
Dudaklarım aralandı, bakışlarım direkt olarak Tugay'ın gözlerine kaydı ve parmaklarım eline daha sıkı tutundu.
Bu planlanmış bir suikast mıydı?
***
Tugay altı saat, kırk sekiz dakikadır yoğun bakımdaydı.
Hastanenin kapısının önünde çok büyük bir kalabalık duruyordu, sesleri yoğun bakıma kadar ulaşıyordu ama bir o kadar da güvenlik önlemi vardı. Dört TOMA, üç panzer, altmış kolluk kuvveti hastanenin önünü kapatmıştı fakat bu kadar önleme rağmen BL örgütünü destekleyen insanlar geri adım atmamıştı. Bu çok tuhaftı çünkü normal şartlarda Krallık direkt onlar alt eder ya da korkmalarını sağlardı ama bu kez halk geride durmuyordu.
Çünkü Tugay Demir yavaş yavaş her şeyi işlemişti.
İlk önce bir damar gibi içten içe kan akışı sağlamış, insanlara BL cümleleriyle bağlılığını vermişti. Kendisi geri planda durmuş, insanların bir oluşuma inanmasını sağlamıştı. Çünkü biliyordu, bu devirde insana güvenmek çok zordu. Her cümlesiyle bir insandan çok bir direnişi simgeliyordu ve o direniş inancı yükseltmişti.
Ardından hapishanede ayaklanma başlatmış, kendi intikamını almıştı ve bu aralıkta da halka kendisini göstererek büyük bir mağduriyet yaratmıştı. Biliyordu, halk mağduriyeti severdi. Tugay kolunun olmamasını mağduriyet olarak görmese de bir insanın en derinde yatan o duygusuna ulaşmış, vicdanlarına kulak vermelerini istemişti.
Böylece o hapishane ayaklanmasının ardından artık insanlar sessiz direnişlerden vazgeçmiş, tarafsız olanlar bile BL örgütüne sempati beslemeye başlamıştı. Bütün bunların yanında hapishanedeki işkenceler de halk arasında yayılınca insanlar koruma ihtiyacı hissetmişti. Bu şekilde Krallık, Tugay'a zarar veremeyecek, işkenceleri bile azaltacaktı.
Bu kadarla da sınırlı kalmadı, nişanımda büyük bir yangın başlattı ve hedefi Krallık'ın yanında Kerem'e de yönlendirdi. Bütün basının olduğu o nişan töreninde Tugay'ın kolunu kestiren kişilerin Başkan, Kerem ve danışmanları olduğu ortaya çıktı. Krallık'ın iyi niyetli cümleleri samimiyetini kaybetti.
Tugay Demir Çeviker'in kolunun canlı canlı kesilmesi halk için bardağı taşıran son damla gibiydi. Bu planı gerçekleştiren bendim ve fitili ateşlemek hiç bu kadar basit olmamıştı.
Ayaklanmalar ilk önce sosyal medyada başladı, ardından sokaklara döküldü. Artık sadece örgüttekiler değil, halk da duvarlara BL cümlelerini yazmaya başladı. Krallık engelleyemedi çünkü sessiz kalan taraf kendi halkına zarar verildiğini görürse bu kez onları da kimse durduramazdı. Önceden gizli gizli insanları öldürebiliyorlardı fakat bütün bunlardan sonra halkın öfkesini harlamamak için sessiz kaldılar.
Ve bugün, yani gece yarısından önce Tugay'ın mahkemesinin olacağını herkes biliyordu, bütün ülkenin çıkacak kararı merak ediyordu. İdam kararı çıkmamış, mahkeme ertelenmişti ama Tugay iki kurşunla bir suikasta uğramıştı.
Bu suikast savaş çanlarının ülkede duyulmasına neden olmuştu çünkü artık kimse tarafsız değildi. Çok az insanın kalbinde korku vardı, kimse Krallık'tan çekinmiyordu. Halk sokaklara dökülmüştü, Tugay'ın hakkını savunuyorlardı.
Vurulması, masumiyetinin en büyük simgesi haline dönüşmüştü.
Bu kadarla da sınırlı değildi. Kerem Karaman'ın adının duyulması, halk tarafından nefret kazanmasına neden olmuştu. Artık herkes Tugay'ı Kerem'in vurduğunu düşünüyordu. Halkın gözünde bir savcı yargıyı çiğneyerek bir mahkûmu kurşunlamıştı. Krallık için yasaların önemi yoktu ama halk için hâlâ önemliydi.
Koridordaki televizyona baktım, akşamki haberlerin tekrarıydı. "BL örgütü lideri Tugay Demir Çeviker…" Artık terörist demiyorlardı çünkü halk buna da tepki veriyordu. "…bugün mahkemesinin ardından iki kurşunla vuruldu ve Adliye Sarayının önünde büyük bir ayaklanma başladı."
Görüntüler ekranda dönmeye başladı, insanlar birbirine savaş açmıştı. Tugay görünmüyordu ama ben vardım. Görüntülerim yeniden ekrana verildi. Dizlerimin üzerine çökmüştüm, ellerim havada siper oluyordum.
"Uzun süre Krallık için çalışan ve Adnan Atalar'ın kızı olan Eftalya Atalar örgüt liderini mahkemede savunduğu gibi vurulduktan sonra da savundu ve ona siper oldu."
Oturduğum yerde kollarımı kendime sardım ve bomboş koridora baktım, kimse yoktu. Kimsenin girişine izin verilmiyordu, telefonumu bana vermiyorlardı, kimseden haber alamıyordum. Kolluk kuvvetleri vardı, ben vardım, bir de arada sırada yoğun bakıma girip çıkan hemşireler.
Buraya geldiğimizden beri ellerimi bile yıkamamıştım ve avuçlarımda Tugay'ın kuruyan kanlar vardı. Üzerimdeki elbise baldırlarıma kadar yırtıktı. Yüzümdeki kanın kokusunu da alıyordum ama hiçbir şekilde buradan ayrılmak istememiştim çünkü ben ne kadar yalnızsam Tugay da o kadar yalnızdı.
Elimi saçlarıma geçirdim, sonra yeniden televizyona döndüğümde belki bininci kez kendimle yüzleştim. Sadece benim görüntülerim vardı, herkes artık beni tanıyordu, yarın gazetelerin ilk sayfasında benim bu görüntümden başka hiçbir şey olmayacaktı.
İnsanlar artık sadece Tugay'ın adını değil, benim de adımı haykırmaya başlamıştı. Ülkenin yarısı için bir kahramandım, diğer yarısı için ise öldürülmesi gereken o kadındım. Her şeyin çok kötü bir hal alacağından emindim zaten ama bu kadarını tahmin bile etmemiştim.
Televizyondan bir ses yükseldi ve SON DAKİKA yazısı çıktı. Başkan'ın bildiri yayınladığını gördüm. Cümleleri okurken oturduğum yerden yavaşça kalktım, gözlerim kocaman açıldı. Genelde bildirileri gece yayınlarlardı çünkü geceleri insanlar sessiz kalırdı ama farkında değillerdi, güneş doğduğunda çığlıklar daha gür bir şekilde sokakları doldururdu.
"Bütün mahkûmların can güvenliğinden sorumlu olduğumuz gibi Tugay Demir Çeviker'in de can güvenliğinden sorumluyuz ve bu hain saldırıyı kınıyoruz. Karşıt düşüncelere saygının artması gerektiğini savunduğumuz gibi bu saldırıyı gerçekleştirenlerin de cezasız kalmaması için elimizden geleni yapacağız çünkü bu ülkede hâlâ yasalar geçerli. Elimize ulaşan istihbarata göre Tugay Demir Çeviker'in vurulmasından Ölüm Timi sorumludur fakat ufacık bir şüphe tohumu olsa dahi bahsi geçen Savcı Kerem Karaman'ın görevden alındığını ve kendisinin yargı sürecine girdiğini bildirmek bizim görevimizdir. Halkımızı sağduyuya çağırıyor, kimsenin canının yanmaması için OHAL ilan ediyoruz."
Elimle ağzımı kapatıp sandalyeye oturdum. Krallık'ın geri adım atması bir yana, Kerem Karaman'ın savcılığına son verilmiş olması şaşkınlıktan nefesimi kesti. İntikamın rengi tam olarak neydi bilmiyordum ama Tugay’a göre kanının renginde olmalıydı çünkü bu zekice planlar ve sonrasında olanlar sadece direniş değil, onun aklının kazanmaya başladığı savaşın sinyalleriydi.
Yoğun bakımın kapısı açıldı, hemşire çıktığında bakışlarım direkt olarak ona yöneldi. Bu kez yanımdan geçmek yerine durup, "Çok kan kaybetti," dedi. Görebildiğim herhangi bir yerinde yarım ay damgası yoktu ama öfkeli bakıyordu. "Ve kan stokumuz bitmek üzere. A pozitif kan verebilecek herkesi bekliyoruz."
Kolluk kuvvetlerinden birkaçı umursamaz bir şekilde omuzlarını silkti. Zaten hastaneye geldiğimizde de Tugay'la ilgilenmek istemeyen doktorlarla hemşireler de olmuştu.
"Ben veririm," dedim hiç düşünmeden. "Aynı kan grubuna sahibiz."
Hemşire bana dikkatlice baktı. "Emin misiniz?" diye sordu. "Şu an bunun için sağlıksız görünüyorsunuz."
"Hayır, iyiyim," dedim saçlarımı arkaya atarak. "Gayet iyiyim, kan vermek istiyorum."
"Bir rahatsızlığınız..."
"Yok," diye yanıt verdim hızla. "Ne yapmam gerekiyor onu söyleyin."
Hemşire beni inceledi, ardından umursamaz bir şekilde omzunu silkip cebinden çıkardığı telsizin birkaç tuşuna bastı. İki dakika sonra üç hemşire yanıma gelip beni yönlendirdi.
Testlere girdim, tüp tüp kan verdim, birkaç kez bayılıp daha fazla kan almaları için ayak direttim. Başım dönüyor, midem bulanıyordu ama tıpkı Tugay gibi gözlerimi açık tutuyor, iyi görünmeye çalışıyordum.
Ve bütün bunlar olurken yine yapayalnızdım.
***
Rüya olduğuna emin olduğum bir anın içindeydim. Üzerimde beyaz, dizlerime kadar uzanan, Tugay'ın bu zamana kadar bana gönderdiği bütün çiçeklerin simgeler gibi çiçeklerle bezeli bir elbise vardı.
Hemen yanımda Tugay oturuyordu, nerede olduğumuzu bilmiyordum ama ikimiz de gülümsüyorduk. Özgür müydük yoksa özgürlüğe giden o yolda mıydık, emin değildim ama Tugay'ın bakışlarındaki ifade o tanıdık sıcaklığı direkt bana hissettirmişti. Ela gözleri capcanlıydı, kalın dudaklarına renk gelmişti, saçları onunla ilk tanıştığımdaki gibiydi, kesmemişlerdi. Yüzünde iz yoktu, işkenceler artık çok uzaktaydı.
Rüyamdaki sesi gerçektekinden daha netti. "Öp beni," diyordu bana. "Öp beni Sevgili Avukat. Sen öpersen ben yaşayacağım."
Kalbim heyecanla attı, gülümsedim. "Hayır," dedim ama bu gülümseyiş onunla daha önce öpüşmüşüm gibi hissettirmişti. "Burada olmaz."
"Olur," dedi Tugay, ardından bana yaklaştı. "Her yerde olur Sevgili Avukat çünkü artık özgürüm, yargılanma yok. Öp beni, tamamen özgür hissedeyim."
Kızardım, ellerim hareketlendi ve o sırada ellerini gördüm. Bileğinde kelepçeler vardı, gülümsemem soldu. Yeniden ona baktığımda artık o da gülümsemiyordu. "Tugay," diye mırıldandım.
"Öp," dedi bu kez. Sesi yalvarır gibi çıkmıştı. "Bu son şansın çünkü idam edileceğim."
Başımı iki yana salladım, acıyla nefes verdim ve öpmek için ona yaklaşırken rüya değişti. Bir taburenin üzerindeydim, tepemde urgan sallanıyordu. Beni asacaklardı, hemen yanımda ise Tugay vardı. Onu çoktan asmış, öldürmüşlerdi.
"Eftalya Hanım!" Omzumda bir el hissettiğimde titreyerek gözlerimi açtım ve hemen siper aldım. Hemşire kaşlarını havaya kaldırırken, "Sakin olun," dedi. "Kâbus görmüş olmalısınız."
Etrafıma baktım, hâlâ bir hastane odasındaydım. Saate baktığımda öğleden sonra dördü gösterdiğini gördüm. "Lanet olsun," dedim hemen doğrularak fakat başım öyle döndü ki hemşireye tutunmak durumunda kaldı. Saatlerdir uyuyordum.
"Çok kan verdiniz," dedi, sonra yanımdaki komodinin üzerindeki pet bardağı bana uzattı. "Lütfen için."
"Tugay," dedim pet bardağı görmezden gelerek. "O nerede?" Ayaklarımı yataktan sarkıttığımda hâlâ aynı elbiseyle durduğumu fark ettim, ayaklarım ise çıplaktı. "İyi mi?" Yeniden başım döndüğünde bu kez hemşire beni belimden tuttu ama ondan kurtulmaya çalıştım.
"Dinlenmeniz gerekiyor," dedi hemşire. "Çok kan verdiniz ve..."
"Tugay nasıl?" dedim üstüne basa basa. "Ve ben iyiyim, lütfen bırakın." Hemşire geriye çekildiğinde içini rahatlatmak isteyerek pet bardaktaki vişne suyundan büyük yudumlar içtim. İnsanları kırma konusunda bazen çok çekingen olabiliyordum.
Hemşire derin bir nefes alıp, "Sabaha karşı yoğun bakımdan çıktı," dedi. "Odaya alındı, kontrol altında tutulacak ama şu an için durumu stabil görünüyor." Gülümserken hemşirenin ısrarlarını görmezden gelerek çoraplarımı ayağıma geçirdim, ardından botlarımı da giyerek kapıya doğru yürüdüm. "Odaya girişiniz yasak," dedi hemşire. "Krallık, Ölüm Timi'ni kapısının önüne yerleştirdi. Biz hemşireler bile girmeden önce belli aramalardan geçiyoruz."
"Ben Eftalya Atalar'ım," dedim kapıyı açmadan önce. "Ve o odaya istersem çok rahat girerim."
"Eftalya Hanım," dedi hemşire arkamdan gelerek. Odadan çıkmamla bütün bakışların bana dönmesi bir oldu. Halktan bazı insanlar buradaydı ve herkesin gözü benim üzerimdeydi. Kapımın önünde ise iki polis memuru vardı.
"Tugay'ın odasına götürün beni," dedim onlara. "Ve lanet olsun, birileri benim telefonumu getirsin. Sevdiklerime ulaşmak istiyorum. Kıyafet istiyorum. Anlıyor musunuz beni?"
"Yasak," dedi polis memuru direkt.
"Bana değil," diye karşı çıktım. "Odayı söyle."
"Avukat," dedi polis saygısız bir dille. Boynunda yarım ay dövmesi vardı. "Yasak diyorsak yasak, burada bizim sözümüz geçer. Şimdi odanıza geçip..."
"Sikerim yasakları," dedim dişlerimi sıkarak. Polis memuru da hemşire de öyle şaşırdı ki benden böyle bir hamle beklemedikleri açıktı. "Tüh, görüyor musunuz, küfrettim."
Cevap vermelerini bile beklemeden yürümeye başladım, odasının nerede olduğunu az çok tahmin edebiliyordum. İnsanların giremediği ama bütün polislerin beklediği bir yer vardı. Yürümeye devam ederken insanların fısıldaştığını işitebiliyordum. Duymazdan gelmek büyük bir tercihti ve ben bu tercihi yapıyordum.
Merdivenlerden çıkmaya başladığımda hemşire bıkkın bir sesle, "Aşağıda," dedi ve yanındaki polis de başını iki yana salladı. Teşekkür eder gibi elimdeki pet bardağı havaya kaldırıp birkaç yudum daha içtim, ardından merdivenlerden inmeye başladım. Hemşire bana yolu gösterirken iki kat indik ve bir kapıda tam altı polis memurunun durduğunu gördüm.
Birbirlerine baktıklarında arkamdaki polis, "Durmadı," dedi. "Bu kadın gerçekten delirmiş."
Hepsini görmezden gelip üçüncü kapıya doğru yürümeye başladığımda kapının önünde polis memurlarının değil de Ölüm Timi diye adlandırılan gruptan iki kişinin durduğunu gördüm. Bu zamana kadar onlar hakkında fazlasıyla şey işitsem de ilk defa karşı karşıya geliyordum.
Hepsi tek tip askerlerdi, saçları üçe vurulmuştu, iriyarıydılar ve kendilerine ait kum saati simgelerinden rozetler vardı yakalarında. Krallık için çalışıyorlardı ama aslında sadece Krallık için değil, hizmet için varlardı. Paralı asker olarak da anılabilirlerdi. Birini öldürmeden önce evlerine kum saati gönderirlerdi ve kum tamamen aktığında ecel gelip sizi buluyordu. Krallık dışında kimse için çalıştıklarını veya halkın arasına karıştıklarını görmemiştim ve fazlasıyla korkutuculardı. Öyle ki Krallık bile kendi arasında onlardan korkardı.
Kapının önünde durduğumda üçe vurulmuş saçlarına, yakalarındaki kum saati simgesine, üzerlerindeki gri üniformalara baktım. Elbette Krallık, Tugay'ın kaçma ihtimaline karşı Ölüm Timi'ne emir vermişti.
"Müvekkilimi görmek istiyorum," dedim soldaki askere. "Hemen."
"Yasak," dedi sadece. Bakışları yerdeydi, başını kaldırmıyordu.
"Umurumda değil," dedim sert bir sesle. "O benim müvekkilim ve görmek istiyorum. Şimdi bu kapıyı ya açacaksınız ya da..."
"Yasak," dedi asker başını yerden kaldırıp sertçe bana bakarak. "İçeriye girmek için Marco'dan izin almanız gerekiyor."
Marco. Bu ismi nereden tanıyordum? "Marco kim?" dedim kaşlarımı çatarak. "İzin almak da ne demek?" Soruyu sorar sormaz Marco'nun kim olduğunu hatırladım. Ölüm Timi’nin kurucusu ve en korkutucu adamıydı, muhalefet liderini öldürdüğü konuşuluyordu. Onu görenler kendi arasında konuşmaktan bile çekinirdi. Savcılar arasında ona hayran olanlar vardı.
Adım sesleri işittim, bakışlarım kapıya döndü ve kolluk kuvvetlerinin ikiye ayrılarak yer açtığını gördüm. Kollarımı önümde bağladım, elimde tuttuğum pet bardağı sıkıca kavradım. Birkaç saniye sonra üç kişi koridora girdiğinde Ölüm Timi’nin askerleri olduğunu anladım. Solda ve sağda birer adam vardı, tam ortalarındaki adam ise başı önde yürüyordu. Polis memurları birbirine baktı, ortadaki adam başını kaldırdı ve bana bakıp gülümsedi.
Ardından gözlerini kısıp, "İyi günler Avukat Eftalya Atalar," dedi bana doğru yürürken. "Ben Marco T." Karşımda durdu, gülümsemeye devam etti ve elinde duran mandalinayı bana uzattı. "Yer misin? Tam mevsimi, iyi gider bu direnişin, bu çatışmaların arasında." Kaşlarımı kaldırarak ona ve uzattığı mandalinaya baktım. Şaşkınlığımı ret olarak gördü. "Peki," dedi mandalinayı ağzına atıp. "Vitaminsiz kalmaya devam et o halde."
Bir seksen altı ya da seksen yedi boylarındaydı, oldukça iriydi ve yemyeşil gözleri vardı. O kadar yeşildi ki uzaktan parlayabilirdi. Sadece bu kadar da değildi, yüzünde şakağından çenesine kadar keskin bir bıçak izi vardı. Kemikli yüzündeki o bıçak izi, bulunduğu konumdan olsa gerek daha korkutucu görünmesine neden oluyordu. Siyah saçları üç numaraydı, yakasında elbette kum saati rozeti vardı fakat diğerlerinin aksine gri üniforma değil, siyah üniforma giymişti. Bu kıdemli olduğu anlamına mı geliyordu?
"Yüzümü mü merak ettin?" dedi rahat bir sesle bir mandalina parçasını ağzına atarak. "İddiaya girdim, kaybettim, kendi yüzümü çizdim." Sırıttı. "Dramatik bir hikâye bekliyorsan genelde dramatik hikâyelerimi böyle kafadan uydurma güç masallarına çeviririm." Bir kez daha mandalina uzattı. "Emin misin ya? Yesene."
"Sen deli misin?" diye sordum kaşlarımı çatarak.
"Evet." Başıyla kapalı olan kapıyı işaret etti. "En az içerideki kadar."
Yutkundum ve çenemi havaya kaldırdım. "Öncelikle telefonumun bana geri verilmesini emrediyorum, ardından kıyafetlerimi ve sevdiklerimden birkaç kişinin burada bulunmasını. Onlarla konuşmam gerekiyor. Hiçbir şeyden haberim yok." Ayakta durmakta zorlanıyordum. "Müvekkilimin doktoruyla konuşmam gerek. Bütün bunların dışında ona iyi bakıldığından emin olmam ve..."
"Patron," dedi Marco'nun yanındaki adam cümlemi yarıda keserek. "Bir mandalina daha ister misin?"
"Evet," dedi Marco. "Daha uzun süre dinleyeceğiz gibi görünüyor çünkü."
"Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?" diye sordum ikisine bakarak. "Beni dinliyor musunuz?"
"Evet." Marco başını salladı ama dinlemiyor gibiydi. Yanındaki adam bir mandalina daha verdi.
"Her şeye evet demek yerine söylediklerime yanıt vermeye ne dersin peki?" diye sordum Marco'ya. İkinci mandalinasını soyarken kaşları çatıldı, sanki dünyanın en ciddi işini yapıyordu. "Şu an siz buradayken müvekkilimin güvende olduğuna nasıl emin olabilirim? Hepiniz Krallık maşasısınız."
Marco güldü, yanındaki adam baktı. "Duydun mu, maşaymışız."
Derin bir nefes verdim, gözlerimi kapattım ve tekrar açtığımda ellerimi kaldırdım. Marco elimdeki pet bardağa baktı. "Tek tek gidelim, telefonumu istiyorum."
"Kan verdin diye vişne suyu mu verdiler?" Dilini damağına vurdu ve yeniden mandalina uzattı. "Vitamin, iyi gelir."
Dişlerimi öfkeyle sıktım. "Telefonumu istiyorum," dedim üstüne basarak.
Marco omzunu kaldırıp indirdi. "Örgüt liderinin çevresindeyken telefonla ilgilenmen yasak," dedi rahat bir sesle. "Vişne suyundan nefret ederim, fazla boğaz yakıyor. Keşke nar suyu olsaydı."
"Tamam, müvekkilimin yanından uzaklaştığımda telefonumu verecek misiniz?"
"Evet." Ağzına bir parça daha mandalina attı.
"Kıyafet istiyorum." Marco üzerime, baldırıma kadar yırttığım elbiseme ve kan izlerine baktı, ardından güldü.
"Dedikleri kadar varmışsın. Krallık da senin için deli diyor." Dudaklarını büktü. "Ve şöyle bir bakıyorum da örgüt liderine siper olan, mahkemede onu savunan, halkın yarısının nefretini kazanan bir avukat olarak bana deli deme hakkını nereden bulduğunu düşünüyorum." Çenesiyle beni işaret etti, ardından yanındaki adama elini uzattı. Adam hızla bir gazete parçası uzattığında Marco o kupürü kaldırıp bana gösterdi. "İlk sayfadasın, tasdiklenmiş deliliğinle."
Haber başlığı kaşlarımı kaldırmama neden oldu. "BU DELİLİK! AVUKAT EFTALYA ATALAR, MÜVEKKİLİ TUGAY DEMİR ÇEVİKER İÇİN ÖLÜMÜ BİLE GÖZE ALDI!" Altındaki fotoğrafta ellerim havadaydı, dizlerimin üzerindeydim ve siper alıyordum.
Gazeteyi hemen elinden çekip aldım ve altında yazanlara göz attım. Aklımı kaçırmış olabileceğimden, korkusuzluğumdan, hatta en başından beri BL örgütü liderleriyle çalıştığımdan söz ediliyordu. Bu kadarla da sınırlı değildi, magazin haberiymiş gibi Kerem'e attığım kazıktan da bahsediliyordu.
"Şimdi ben soruyorum," dedi Marco. "Sen deli misin?"
Gazete sayfasını elimde top yaptım, Marco'nun mandalina tutan eline bıraktım. "Ben sadece bir avukatım, siz yasaları dinlemeyen insanlar pek anlamazsınız bundan," dedim. "Ve şimdi yasal hakkımı kullanarak müvekkilimi görmek istiyorum."
"Avukatlar ne zamandan beri canlarını tehlikeye atıp müvekkillerini koruyor?" diye sordu. "Ne zamandan beri örgüttesin?" Kaşlarımı çatıp ona baktığımda cevap vermeyeceğimi anladı. Tam o esnada Tugay'ın odasının kapısı açıldı. Bir doktorla hemşire çıkarken hemen içeri baktım ama kapı direkt kapandı.
"Ben Eftalya Atalar," dedim başımı sallayarak. "Tugay Demir Çeviker'in avukatıyım." Marco ardımdan güldü.
"Biliyorum," dedi doktor, kaşlarını kaldırdı ve beni umursamayarak Marco'ya döndü. "Durumu stabil, herhangi bir tehlike görünmüyor, bir süre hastanede yatması gerekecek ama başka önemli bir durum var." Doktor kaşlarını çattı, bana baktı, kararsız kaldı, ardından söylemeye karar verdi. "Mahkûmun vurulduğu yerde demir bir plak vardı. Bu, kurşunun hızını yavaşlattığı gibi organların zarar görmesini de belirli bir ölçüde engellemiş. Birisi mahkûma bu suikastı haber vermiş olmalı, vurulacağı yere kadar ya da..." Doktor kaşlarını çattı. "İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyorum, demir plak saplandığı yerden çıkarıldı ve saklandı. Bir doktor olarak göze alınan bu zararı aklım almıyor ama mahkûm açısından bakıldığında bir planı var gibi görünüyor. Bunu Krallık'a iletmem gerekecek."
Başımdan aşağıya buz gibi bir suyun döküldüğünü hissettiğimde elim boynuma doğru gitti. Marco elindeki mandalinadan bu kez doktora uzattı. "Yer misin?" diye sordu, doktor şaşkınlıkla ona baktı. "Vitamin, iyi gelir."
"Söylediklerimi duydunuz mu?" diye sordu doktor.
"Evet." Bana baktı, ardından başını salladı. "Ben Krallık'a gereken her şeyi söyleyeceğim, sen o demir plağı bana vereceksin ve kimseye hiçbir şey söylemeyeceksin." Çenesini kaldırdı. "Anlaştık mı?"
"Ama benim söylemem daha doğru..."
"Anlaştık tek kelime, sen beş kelime söyledin. Daha kısası ve yormayanı var, öyle değil mi? Anlaştık mı?" Doktor bakışlarını bana çevirdi, yeniden Marco'ya baktığında kaşlarını çattı. "Of yapma ama şunu, ağzımın tadını bozma."
Doktor pes ederek, "Pekâlâ," dedi. "O demir plak üzerindeki simge..."
"Mert," dedi Marco doktorun sözünü keserek yanındaki adama. "Sana plağı vermeleri için onlarla git."
Doktor yeniden kaşlarını çattı ama Marco onu görmezden gelerek bana yöneldi. Birkaç saniye sonra doktorla Mert denen adam uzaklaştı. Yutkundum. "Müvekkilimi…" dedim solgun bir sesle, "…görmek istiyorum."
Marco kapıdaki adamlara baktı, ardından yeniden bana dönüp gözlerini kıstı. "Girişin normalde Krallık tarafından yasak," dedi kendinden emin bir sesle. "Ama ben esnek bir adamımdır ve sana izin verebilirim."
"Ne karşılığında?" dedim o söylemeden. "Krallık yanlısı kimse karşılıksız iyilik yapmaz."
Marco gülümsedi, imalı bir gülümsemeydi. "Borcun olsun Eftalya Atalar, zamanı gelince hatırlatırım." Kapıdaki adamlara baktı ve başıyla işaret verdi. Kapıdakiler çekilip geçmem için bana izin verdi.
"Borcuma sadık biriyim," dedim elimi kapının koluna yerleştirerek. "Hatırlatman yeterli zamanı geldiğinde."
"Evet," dedi yeniden, sonra arkasını dönüp diğer tarafa doğru yürüdü. Kaşlarımı çattığımda içimden bir ses Marco'nun sürekli karşıma çıkacağını söylüyordu çünkü Krallık artık en güçlü adamlarını devreye sokmaya başlamıştı. Savaş çanlarının çalmasıyla geri adım atmaları, gerçekte de bunu yapacakları anlamına gelmiyordu. Ve Marco gerçekten ama gerçekten fazlasıyla tehlikeli bir adamdı.
Derin bir nefes aldım, ardından kapıyı açtım ve karanlık bir odayla karşılaştım. Perdeler kapalıydı, Krallık tıpkı hapishanede olduğu gibi burada da Tugay'ı karanlığa mahkûm etmek istiyordu, bunu anlamak zor değildi.
Kapıyı arkamdan kapattığımda Tugay'ın yüzü pencereye dönük, üzeri çıplak, göğsünde bir sargıyla uyuduğunu gördüm. Göğüskafesi kalkıp iniyordu, güçlü omuzları diğer günlerin aksine daha serbest duruyordu. Belinden aşağısını bir beyaz çarşaf örtüyordu. Burnunda solunum cihazı vardı, kalp cihazına bağlıydı ve serum takılmıştı. Ama bütün bunların dışında canımı yakan ellerinde eldiven olmaması ve protez elinin göz önünde olmasıydı. Bileklerinden ise yatağa kelepçelenmişti.
"Sevgili Avukat," dediğini işittim ve irkildim. Uyanık olduğunu düşünmemiştim. "Adımlarından seni tanıyorum artık." Başını zorlukla pencerenin olduğu yerden benim tarafıma çevirdiğinde yüzünü karanlıktan tam olarak göremiyordum. "Perdeyi açar mısın?" diye sordu. Kendisi için istediğini düşündüm ama devam etti. "Seni göremiyorum, bu rahatsız edici."
Hiç düşünmeden pencereye doğru yürüdüm ve perdeleri açtığımda demir parmaklıkla karşılaştım, ardından hastanenin en karanlık odasını Tugay'a verdiklerini fark ettim. Oda binanın boşluğuna bakıyordu, karşıda duvar vardı. Perdeleri açınca oda az da olsa aydınlanmıştı ama güneşi ve bulutları görmek neredeyse imkânsızdı. Tugay'ın Krallık'a yaptıkları az bile kalıyordu, daha fazlasını hak ediyorlardı.
Öfkeyle nefes verdiğimde kendime birkaç saniye süre tanıdım. Ona döndüm, benim aksime öfkeli görünmüyordu. Bakışları baygındı, yüzündeki renk gitmişti ama göz göze geldiğimizde yine gülümsedi. Tugay Demir Çeviker bir gün bana gülümsemezse ne hissedebileceğimi tahmin bile etmek istemiyordum.
Yatağın yanındaki sandalyeyi çekip onun yanına geçtiğimde, "Sol," diye mırıldandı. Karşı gelmedim, sandalyeyi soluna çektim ve protez olan eline bakmamak için ekstra çaba sarf ettim. Kalbim hızlanmaya başladı, bu hiç akıl kârı değildi ama Tugay'la aramızdaki hiçbir şey akıl kârı değildi zaten. Ellerimi koyacak yer bulamıyordum. Onu iyi görmenin heyecanı da içimi kıpır kıpır etmişti ama yüzünü görür görmez gerçeklerden vazgeçmek istemiyordum.
"Dinlenmen gerekiyor, neden uyanıksın?" diye sordum. Ellerimin terlemeye başladığını hissettim. Olayların ne kadarını hatırlıyordu? Yalvardığımı, ağladığımı hatırlıyor muydu?
"Şu ağzımdakini çeksene," dedi boğuk bir sesle. Karşı gelmek yerine solunum cihazını boynuna indirdim. Doğrulmak istediğinde acıyla nefes verdi ve bileklerindeki kelepçeler onu engelledi.
"Ağrın var, değil mi?" diye sordum. "En son ne zaman ağrıkesici verdiler?" Seruma baktım, ardından köşedeki hasta dosyasına bakış attım. "Üzerinden zaman geçtiyse..."
"Vermediler hiç ağrıkesici," dedi zorlukla konuşarak.
"Ne?" Gözlerim dehşetle büyüdü.
"Belki de verdiler, bilmiyorum. Canım acımıyor ama." Boğuk bir nefes verdi, öksürdü ve yüzünü ekşiterek göğsünün sağına baktı. "Doktor ne diyor?"
"Bir süre hastanedesin," dedim bakışlarımı göğsüne indirerek. "Hapishaneye gitmeyeceksin." Tugay bakışlarını bana çevirdi, ben de yeniden ona baktım. "Sen zaten bunu biliyordun, değil mi?"
Canı yanıyordu, göğsüne bandaj sarılıydı ama ben artık sorulardan kaçamıyordum. Aniden öne eğilip sıkıca yatağın kenarını tuttum. "Göğsünde demir bir plak varmış vurulduğunda," derken sesim titredi. "Kurşunun hızını azaltmış, organlarının zarar görmesini de engellemiş. Ne hikmetse o plak tam kurşunun isabet ettiği noktadaymış." Gözlerim doldu, Tugay bakışlarını benden ayırmadı. "Ölecektin," dedim dişlerimi sıkarak. "Sen canınla kumar mı oynuyorsun?"
"Avukat," diye söze başlayacağı sırada sertçe yatağın kenarına vurdum.
“O vurulmanın ardından Kerem’in savcılığına son verildi, halk seni daha fazla destekledi ve iç savaş resmi bir şekilde artık dile getiriliyor. İnsanlar sokaklarda, her yerde adın var. Amacına ulaştın, istediğin buysa ama bana bu yaşattığın yüzünden sağ tarafına değil, sol tarafına delik açmamı istemiyorsan derhal bana açıklama yap.”
Tugay kaşlarını kaldırdı, muhtemelen öfkeden dolduğunu düşündüğü gözlerime bakarken yutkundu. İçimde yaşattığım korkuyla ona bakarken, "Bu şekilde konuşma," dedi kaşları havadayken.
"Neden? Öfkeleniyor musun sana saygısızlık yaptığım için? Bir örgüt lideriyle bu şekilde konuşmam seni sinirlendiriyor mu?"
"Hayır, ne öfkelenmesi," dedi boğazını temizleyerek. "Çok hoşuma gidiyor, sol tarafımı sana feda edesim geliyor."
Dişlerimi sıkarak nefes verdim. Gözümden bir damla yaş aktığında hemen sildim ama çoktan görmüştü. Yüzündeki ifade silindi. "Senin BL örgütü lideri olman, sayısına artık erişemediğim o kadar kişiyi öldürmen ya da bütün bu oyunların beni korkutmuyor Tugay Demir Çeviker. Beni korkutan yine kendimim çünkü o mahkeme salonunda herkese başkaldırdım, ülkenin yarısını karşıma aldım, babamın belki de idamına kapı araladım, yetmedi geçip sana siper oldum, gazetelerin manşetlerini süsledim, terörist ilan edildim. En başından beri hain olduğum konuşuluyor. Krallık tarafından çoğu kişi fahişe olduğumdan bahsediyor ve ben yine de seninle savaşmaya devam ediyorsam bana hesap vermek zorundasın."
Gözümden bir yaş daha aktı, bu kez silmedim. “Canını bir kumarla satacaksan ben ne için savaş veriyorum? O kurşun sola kaysa ölüydün, geride kalan bendim, geride kalanlar hiç mi umurunda değil senin?”
Tugay gözümden akan yaşa bakarken elini çekiştirdi ama kelepçeler yüzünden kaldıramayınca ağzının içinde küfretti. Daha dik oturmaya çalıştı ama bu konuda da başarısız oldu. “Ağlama,” dedi protez elini çekiştirerek. “Ağlama, ellerim kelepçeli. Ağlama, gözyaşlarını silemiyorum.” Gözyaşımı sildim ama yaşlar akmaya devam etti. “Avukat,” dedi dişlerini sıkarak ve sertçe bir kez daha kelepçeyi çekiştirdi. “Açamıyorum bu kez, çok çaresiz bir durum bu. Ağlama.”
"Konu bu değil," dedim sert bir sesle. "Bana artık benimlesin dedikten sonra keyfine göre planlar yapamazsın, sen beni ne sanıyorsun? Canımı dişime takarak senin için savaşıyorken bana bunu nasıl yaşatabilirsin?"
Başını iki yana salladı, ardından bir kez daha kelepçeden protez elini çekiştirdi ve canı yandığında dişlerinin arasından nefes verdi. “Plan yapmadım,” dedi en sonunda. “Plan ayağıma geldi, ben de ayak uydurdum.”
"Bana söylemeliydin," dedim ve çekiştirmeye çalıştığı elinin üzerine elimi koydum durması için. "Adım atmadan önce bile bana söyleyeceksin. Bir olay daha istemiyorum dedikten sonra suikasta uğruyorsun, sen benimle dalga mı geçiyorsun? Ölebilirdin." Son kelimeyi tekrarlarken protez elini sıktım. "Ölebilirdin."
"Ama ölmedim," dedi, ardından başını iki yana salladı. "Seninle yöntemlerimiz farklı Sevgili Avukat. Senin bildiğin yolun sonu idam, senin bildiğin yolun sonunda ölürüm asıl çünkü sen yargıya inanıyorsun ama yargı yok, ben zaman kazanmaya çalışıyorum." Başını omzuna doğru yatırdı. "Yapmam gerekenlerin planlarını seneler önce yaptım, hepsini de gerçekleştirirken kumar oynadım. Şimdi beni kendi yollarından yürütmeye mi çalışacaksın? Senin yolundan yürüseydim hiçbir zaman avukatım olmazdın. Düşünsene, tanışmayacaktık ve belki de bir televizyon kanalından beni izleyecektin ama biz tanışmayacaktık."
"Seneler önceden planladın avukatın olmamı, öyle değil mi?"
"Evet," dedi sadece.
"Ve beni tanımıyorken bile bana güvendin, öyle mi?" Hiçbir cevap vermeden yüzüme baktı. "Bu hikâyedeki yerim ne? Sadece avukatın mıyım Tugay Demir? Planlarında sana boyun eğen kişi miyim?"
Tugay başını iki yana salladı. "Boyun eğeceğini bilsem yanımda olmazdın," diye yanıt verdi. "Ben senin boyun eğmeyen, çenen havada tavırlarına, dik bakışlarına inandım. Ellerini masaya vur, binlerce kişi önünde ceketini iliklesin. Hiçbir zaman aklımdaki kadından farklı değildin, beni hiç yanıltmadın."
Elimi masaya değil ama yatağın demirine bir kez daha vurdum. "Neden beni seçtin?" diye sordum. "Bu yüzden mi?"
Gülümsedi, keyiften uzak, solgun bir gülümsemeydi ama oldukça etkileyiciydi. "Vardır bir nedeni," dedi ezberlediğim gibi. "Vardır bir izi, vardır bir lekesi, vardır bir hayali." Derin bir nefes verdi, yüzüme inceledi. "Vardır bir korkusu."
Hayır, omuzlarımı düşürmeyecektim. Hayır, bu kez onun cümleleriyle yine sarhoş olmayacaktım. "Bütün bunların arasında var mıdır bir çaresi?" diye sordum. "Çünkü kendimi çaresiz hissediyorum."
"O ne demek Avukat?"
"Ben de bir kumardım, öyle değil mi?" diye sordum direkt.
"Evet," dedi net bir sesle. "Sen de benim kumarımdın ve en güzel kazancıma dönüştün Sevgili Avukat. Zamanı geri alsalar ve bana yeniden sol kolumu vaat etseler ben yine de seni tercih ederim, öyle bir kazanç bu."
Başımı iki yana salladım. "Özgürlük için çıktığın yolda geride kalanları hiç düşünmüyorsun Tugay Demir."
"Düşünmesem savaşmam," dedi net bir sesle.
"Kastettiğim kurtuluş değildi," diye çıkıştım. "Kastettiğim canındı çünkü ölürsen kurtuluş imkânsız." Yutkundum, yeniden gözümden yaş aktı, başka bir şeyler söylemek istedim ama vazgeçtim. "Beni bütün bunlara mecbur bıraktın, bir savaşın içine sürükledin. Sessiz kalıp örgüttekiler gibi emirlerine ayak uyduracağımı sanıyorsan yanılıyorsun Tugay. Artık beni tehdit edeceğin tek bir konu bile kalmadı. İşlediğim cinayeti ifşa ederek sadece hapishaneye girmeme neden olursun." Gözlerimi kıstım. "Artık tehditle yanında tuttuğun o avukat değilim ve bunun ikimiz de farkındayız."
Tugay'ın bakışları donuklaştı, kaskatı kesildi. "Bu da ne demek?" diye sordu.
"Tam da aklından geçen düşünceler," dedim anladığını bilerek. "Bir kez daha canını önemsemeden böyle bir kumar oynarsan ben yokum." Elimin tersiyle yaşları sildim. "Ve bunu gözlerinin içine bakarak söylüyorum Tugay Demir Çeviker, bir mektupla değil."
Kesik bir nefes verdi, bir süre gözlerimin içine baktı. "Sana seni bırakacağımı düşündüren nedir?"
"Başka bir tehditle mi yanında tutacaksın beni?"
"Sikerim tehditleri," dedi otoriter bir sesle. "Ve hayır, küfrettiğim için özür dilemeyeceğim." Doğruldu, canı acıdı ama bana yaklaştı. "Biz bir yola çıktık ve ben kimseyi yarı yolda bırakmam. Seni ise hiç bırakmam, çıkar onu aklından." Bakışlarına inanç oturdu. "Benimlesin Sevgili Avukat, yanımdasın, solumdasın ve yerin hiç değişmeyecek. Sen bile kendini solumdan sağıma geçiremezsin, orada dur."
"Başına buyruk bir şekilde olmaz," dedim sert bir sesle. "Benim sözlerimi dinleyeceksin."
"Ben bir örgüt lideriyim, farkındasın değil mi?"
"Ve ben de Eftalya Atalar'ım, o örgüt liderinin avukatıyım," dedim çenemi kaldırarak. "Başkaları senin emirlerine, sen benim emirlerime itaat edeceksin. O kadar."
Gözlerindeki inancın yerine bambaşka bir duygu geldiğinde dudakları kıvrıldı, gözleri kısıldı. "Sen," dedi kısık bir sesle, ardından güldü. Başını iki yana salladı ve inanamıyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. "İnanılmaz, şu hareketlerine bak." Gülmeye devam etti. "Kaldırsana bir daha çeneni az önceki gibi." Bir kez daha kelepçeyi zorladı. "Dokunamamak çok can sıkıcı, yaklaştırsana yüzünü avcumun içine."
"Lafı değiştiriyorsun," dedim ama çoktan aklım allak bullak olmuştu.
"Değiştirmiyorum, laf lafı açıyor ve konu benim için hep sana geliyor."
"Şimdi de aklımı karıştırmaya çalışıyorsun," diye tepki verdim. "Manipüle ediyorsun."
"Hayır," dedi başını iki yana sallayarak. "Mahkemede saatlerce beni savundun, vuruldum, bana siper oldun." Kaşları çatıldı. "O botundan çakı çıkarma olayı ne kadar da etkileyiciydi öyle, nereden öğrendin?"
Gözlerimi kaçırdım. "Sinan öğretti, silahsız gezmemem gerektiğini biliyorum..." Yeniden ona döndüm. "Çok daha iyi numaraların olduğuna eminim."
Gülümsedi, gözleri yüzümde gezindi, ardından pencereye baktı ve yeniden bana döndüğünde gülümsemesi genişledi. "Bu sana hayran olmamam için bir neden değil ama Sevgili Avukat."
Yanaklarıma ateş bastığını hissettiğimde önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Ortalığı savaş alanına çevirdin, göğsünde bandaj var, iyileşmen zaman alacak ve sen bana bunlardan mı söz edeceksin?" Başımı iki yana salladım. "Dışarıda savaş var Tugay Demir ve sorumlusu sensin."
"Savaş mı çıkmış? Çıksın," dedi yüzüme bakmaya devam ederek. "Ne yapayım?"
"Delirmişsin sen."
"Solgun görünüyorsun," dedi konuyu değiştirip. "Yemek yemedin mi?"
Ona kan verdiğimi bilmiyordu. "Henüz değil." Gözlerimi bir kez daha kaçırdım. "Ve sen de yemedin, değil mi?"
Dilini damağına vurdu. "Yemedim," dedi.
"Pekâlâ," dedim soğuk bir sesle. "Buradaki yemekleri yemeni istemiyorum çünkü güvenmiyorum. Sana yemeklerini ben getireceğim."
Tugay neşeyle gülümsedi, hareketlendiğinde canı yandığı için inledi. "Bana…" dedi zorlukla konuşarak, "…yemek mi yapacaksın? Ne yapacaksın? Yaprak sarması mı?" Durdu, söylediğine pişman olmuş gibi bakışlarını duvara çevirdi. "Gerek yok," dedi. "Öylesine söyledim."
Canım acıdı. "İnsanlar bana gösterdiğin bu yüzünü bilse ne düşünürdü acaba?" diye sesli düşündüm. Bakışları yeniden bana döndüğünde sorgulayan bir ifadeyle kaşlarını kaldırdı. "Büyük ihtimalle mahkemene kadar hastanede kalacaksın ya da mahkemeye yakın bir tarihe kadar. Çabuk iyileşmemeye bak, dünyanın en aptal planı da olsa içinde güzel şeyler de var. Burada sana işkence etmezler." Tugay hiçbir şey söylemedi ama sen öyle san der gibi baktı. "Ayrıca örgüttekilere söyle, biraz geride dursunlar. Krallık öylece izlemeyecektir, en sonunda sizi köşeye sıkıştıracaklar."
Tugay derin bir nefes aldı. "Hedef artık ben değil, sen olacaksın," dedi kendinden emin bir sesle. "Gölgenle bile arkadaşlık kurarken dikkat etmen gerekiyor Sevgili Avukat."
"Halledeceğim."
"Halledeceğiz," dedi sakince, ardından dudaklarını ıslatıp başını iki yana salladı. "Çünkü sana bir teklifim var."
Nefesimi tutarken gözlerim büyüdü. "Teklif mi?" diye sordum kekeleyerek.
"Evet," dedi, yeniden gülümsedi. "Heyecanlandın," diye mırıldandı. "Kalp atışlarını duyuyor gibiyim."
"Tugay," dedim kaşlarımı çatarak.
"Sevgili Avukat’ım," diye karşılık verdi içten bir sesle, ağzını doldura doldura.
"Ne teklifinden söz ediyorsun?" dedim kapıya bakarak. "Sürem azalıyor, gitmem gerek."
Kapıya baktığım yöne dönmek istediğinde doğrulmakta zorlandı, onun savaş vermesini istemeyerek yeniden ela gözlerine yöneldim. Tugay bakışlarını yüzümde gezdirdi, bakışları dudaklarıma kaydı ve o anda mahkemede bana söyledikleri aklıma geldi. Yutkunduğumda istemsizce dudaklarımı içeriye doğru kıvırdım.
"Hayır," dedi Tugay göz kırparak. "Aklından geçeni teklif etmeden bir anda yaparım. Kuralları, yasaları, doğruları dinlemeyen bir adamın seni öpmek için teklif sunmasını ummak saçmalık olur, öyle değil mi?" Tırnaklarımı elbisemin kumaşına geçirdim. "Bir anda kendini kollarımda bulursun, yer ya da mekân fark etmez, beni de kimse durduramaz."
Boğazımı temizledim. "Vurulmak senin aklını bulandırdı galiba," diye gelişigüzel bir cümle kurdum. Saçmalıyordum heyecandan.
"Vurulmak beni mahvetti Sevgili Avukat," dedi, vurulmanın üzerine bastırarak. "Aklımı, kalbimi bulandırdı. Yerde miyim, gökte miyim, anlamıyorum. İnsan bir de bu savaşın içinde vurulabilir mi ya? Vurulabiliyormuş, hiç ummazdım."
Saçlarımı geriye attım, ardından ayağa kalktım. "Teklifin ne?" diye sordum fakat başım dönüyordu ve bu baş dönmesi, sadece kan verdiğimden değildi.
Tugay güldü, bana takılmak hoşuna gidiyordu. Bir tarafım bana takılmadığını, son derece ciddi olduğunu söylüyordu ama sanmıyordum. Tugay aklı başında bir adamdı, düşündüklerim, aklı başında bir adama yakışmazdı.
Başını omzuna doğru yatırdı, gözlerini kıstı. "Benimlesin," dedi net bir sesle. "Solumdasın, yanımdasın ama bu kadarla sınırlı değil. Artık bu savaşta sen bensin. Ben BL örgütü lideri Tugay Demir Çeviker'im doğru ama sen de tam söylediğin gibi onun avukatısın."
Tek kaşımı kaldırdım. "Örgütümün başına geç," dedi alçak bir sesle yüzümle yaklaşıp. "Ben hapishanedeyken her anlamda yanımda ol, beraber yönetelim her şeyi." Yutkundu, şaşkınlıkla ona baktım. "Tamamla beni, kurtuluş da birlikte gerçekleşsin, savaş da, ölüm de." Dudaklarım aralandı. "Sevgili Avukat, benimle yönet dünyayı. Beni de sen yönet. Demir kelepçeler beni engelleyemedi, sen engelle." Az önce söylediklerini bir kez daha tekrar etti. "Vur ellerini masaya, insanlar önünü iliklesin, ben seni izleyeyim."
***
Evime dışarıdan bakarken artık buraya yabancı olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi fakat iki gündür yaşananların ardından kendi evimde kalmak imkânsız bir boyuta erişmişti çünkü Krallık adresimi biliyordu, yanlı halka yaymaları ve onların da evimi basması an meselesi olabilirdi.
Kollarımı kendime sardım. Köşede örgüte ait büyük bir minibüs duruyordu, içinde on bir adam vardı; evin içinde ise Sinan ile Ufuk dolaşıyordu. Güvenliğinden emin olduktan sonra ben içeriye girecek, eşyalarımı alacak, çiçeklerimi sulayacak ve çıkacaktım.
"İyi misin?"
Bakışlarım hemen yanımda duran Defne'ye kaydığında baştan aşağıya beni incelediğini gördüm. Üzerimde hâlâ o elbise vardı ama neyse ki Sinan kendi montunu bana vermişti, dizlerime kadar uzanıyordu. Bütün bunların dışında Tugay'ın teklifi başımı ağrıtacak ve durmadan dalmama neden olacak kadar büyüktü. Cevap verememiştim çünkü hastane odasının kapısı açılmıştı ve o kapının açılışı en büyük şansımdı; çıkmak durumunda kalmak ise en güzel kaçıştı.
Çünkü bu teklife verebileceğim her yanıt geleceğimi belirleyecekti ve bunu istemediğimi hissediyordum ama neden istemediğime düzgün bir yanıtım yoktu. Korkuyor muydum? Cevap evet değildi. Belki de kendimi Tugay'la aynı konumda görmüyordum. Senelerini verdiği bir oluşumun, o örgütün başına beni geçirmek istemesi onun açısından çok büyüktü, biliyordum. Giray bile örgüt lideri olarak anılmazken neden beni istiyordu?
"İyiyim," dedim kendime biraz daha sarılarak. "Sadece rahatsız hissediyorum, sizinle kalma düşüncesi pek iyi gelmiyor. Birkaç gün köşkte kaldıktan sonra gizli ve kimsenin bilmediği bir ev bulmaya çalışacağım."
"Orada da bulurlar seni Eftalya," dedi Defne. Giray minibüsün içindeydi, bu konu hakkında hiçbir yorum yapmamıştı, tek söylediği, Bizimle kalacaksın, olmuştu. Tugay'ın emri miydi, kendi isteği miydi, tam bilmiyordum.
Cevap vereceğim sırada kapıda Ufuk'la Sinan göründü. "Geçebilirsin," dedi Ufuk başını sallayarak. "Temiz, kimse yok."
Sinan yanıma geldi, elini omzuma yerleştirip saçlarımı karıştırdı. "Gelmemi ister misin seninle?"
"Hayır," dedim başımı sallayarak. "Birkaç önemli bir şey alıp çıkacağım." Sinan başını salladı, telefonumu elime aldığımda onlarca aramasını gördüğüm an aklıma geldi. Annem sadece bir kez aramıştı fakat Sinan'ın aramaları yaşımdan daha fazlaydı. Kerem ise hâlâ yüzü varmış gibi iki kez aramıştı.
Sinan'ı gördüğümde ona sarılmak bana iyi gelmişti fakat sonra omzunda ağlamak durumunda kalmıştım. Tekliften haberi yoktu, vurulma anının detaylarından da. O artık hiçbir şeye yetişemiyordu ama en azından bir yerlerde durup hayatımı düzene sokan birileri vardı. Meryem'le ilgilenmiş, bu gecelik onu Nigâr'ın evine göndermişti. Kapılarında örgütten iki kişi korumalık yapıyordu.
Bütün bu düşüncelerin arasında çoktan eve girmiş, direkt olarak yatak odasına ulaşmıştım. Aldığım küçük valizin içine rasgele elbiselerimi attım. Nedenini bilmesem de birkaç çiçekli elbiseyi de o valizin içine fırlattım.
İç çamaşırları, birkaç bakım ürünü, diş fırçası derken gerekli bütün eşyaları aldıktan sonra çekmeceden Tugay'ın bana yazdığı bütün notları da yanlarında duran beyaz kâğıttan laleyi de aldım. Yüzümde gülümseme oluştu. Kâğıt eskimeye başlamıştı ama ömrüm boyunca saklayacağımı bilmek beni heyecanlandırıyordu.
Üzerime hızla siyah eşofman takımı geçirdim. Yakam açıktı ama damganın ve lekenin görünmesini umursamadım. Sonra yatak odasından çıkıp mutfaktan kış bahçesine, kış bahçesinden de seraya geçtim.
Canım çiçeklerim, ruhum, neşem.
İlk girdiğimde burnuma lavantaların kokusu doldu, ardından papatyaların ve diğerlerinin... Yüzümdeki gülümseme genişledi. Sığdırabilsem hepsini valizime koyardım ama biliyordum, ölürlerdi ve çiçeklerimin ölmesi, benim de biraz ölmem demekti.
Köşedeki çeşmeden cam sürahiye su doldurdum, ardından ne kadar zaman geçtiğini umursamadan tek tek hepsine su verdim. Tugay'ın gönderdiği çiçekleri ise sona sakladım.
Bana orkide göndermişti; bir tarafı solgundu, bir tarafı ise canlı. Bunun anlamı her yöne çekilebilirdi ama ona o kadar güzel bakmıştım ki solgun olanın dalından yeni bir orkide çıkıyordu. O anda bana ne ima ettiğini direkt anladım.
Bu orkideler Tugay'ın kollarını simgeliyordu. "Cansız olanı canlandıramayacağını mı sanıyorsun?" diye mırıldandım Tugay'ın cümlesini tekrar edip şaşkınlıkla orkidelere bakarak. Günler önce gönderdiği orkidenin açıklamasını, günler sonra bana mahkeme salonunda yapmıştı aslında.
Cansız olanı canlandırmıştım, o orkide canlanmıştı. Tugay'ın kolu canlanmazdı elbette ama ona öyle canlı hissettirirdim ki elime dokunduğunda benim canlı elimden daha fazla sıcaklığa sahip olurdu.
Kalbime umut doldu. Hayır, umut hiç beni terk etmemişti ama bu kez hissettiğim gerçeklikti. İnanç insanı yaşatırdı, yaşarken umudu hissettirirdi.
Son çiçeğe su dökerken, "Birkaç gün sonra hepinizi almaya geleceğim," diye mırıldandım. Senelerdir benimle olan bitkilerime döndüm. "Ve sizi de yeni yerinize götüreceğim, sakın bana küsmeyin."
Gülümsedim, ardından diğer tarafa yöneldim ve ayağım bir şeye çarptığında kırmızı bir kutuyla karşılaştım. Kaşlarım çatıldı ve eğilip kutuyu elime aldığımda bunun bir yüzük kutusu olduğunu fark ettim. Sakince kutuyu açtığımda bir nişan yüzüğüyle karşılaştım. Kalbim neden heyecanla tekledi de gülümsedim bilmiyordum ama kutunun içine bırakılan not gülümsemenin solmasına neden oldu.
"Yangın yeni başlıyor Eftalya Atalar."
Kerem Karaman
Bakışlarım yavaşça kutudan ayrılırken bir patlama sesi duyuldu. Birkaç bomba saksıların içine yerleştirilmiş olmalıydı, patlama serada gerçekleşmişti. Geriye doğru düştüğümde karşımdaki cam patladı, ardından seranın içinde büyük bir yangın başladı.
Ateş benden önce Tugay'ın bana aldığı çiçekleri sardığında çiçekler yerine yanmayı diledim. Keşke ben yansaydım da o çiçeklere hiçbir şey olmasaydı. Fakat dileklerim gerçek olmuyordu, bunu birkaç dakika içinde anlamıştım. Acıyla haykırırken ateş çevremi sarıyor, alevler seranın her yerine yayılıyordu.
Paragraf Yorumları