İnsanın tek kaçamadığı kendi kaderidir.
İnsanın yeniden oluşturamayacağı tek yol ise kendisi farkında olmadan Tanrı'nın onun için çizdiği zoraki yollardır çünkü binlerce yoldan hangisinde devam edersek edelim kaderimizden kaçamayız.
Bir şeylere kader diyerek boyun eğmek bana hiçbir zaman doğru gelmezdi ama bütün bunların ortasında kaderimdeki benle, gerçekten neden var olduğumla yüzleşiyordum çünkü detaylar kaderin parçalarıydı.
Seram vardı, yandı ve kocaman bir bahçem oldu. Bunun acısı büyüktü ama hayatıma baktığımda bu inancımı yansıtıyordu ve kurtuluşu. Kendime az güveniyorken seram da ufaktı, aynaları kendime çevirdim, inancım yükseldi ve bahçem oldu.
Daha fazlasında bir ormanım olabilirdi, bu kaderin bana gerçekleri farklı bir şekilde gösterme şekliydi.
Çiçekli elbiseleri çok sever fakat giyemezdim hem başkaları yüzünden hem kendime hiçbir zaman güvenmediğimden ama hayatıma daha önce hiç görmediğim siyah kıyafetli insanlar girdi. O siyah kıyafetli insanların tam ortasında ve karanlıkta o çiçekli elbiseyi giydim. Neden üniversitede değil? Neden lisede değil? Neden olur olmadık bir zamanda, hatta en kötü zamanda bunu yapmıştım?
Çünkü artık umut edebiliyordum; hayatım için ve belki de hayatımız için. Tugay'ın karanlıkların ortasındaki ışığı görmesinin nedenini artık daha iyi anlıyordum.
Bunları şu an düşünmek belki deli saçmasıydı, belki de aklım artık daha farklı çalışıyordu ama Tugay'ın kastettiği nedenler bunlar değilse bile ben kendi nedenlerimi görebiliyordum ve belki de tam da benim gibi düşündüğü için o bahçeyi bana hediye etmiş, o çiçekli elbiselerle beni barıştırmıştı. Çünkü inançla kurtuluş vardı, çünkü umut vardı.
Bizim dünyamızda ben bile bilmezken Tugay'ın fark edip bana sonradan gösterdiği her detayın bir anlamı olurdu. Tugay için başka ne ifade ettiğimi bilmiyordum ama bana baktığında inancı, kurtuluşu ve umudu gördüğünü fark etmiştim.
Bana bir tercih hakkı sunulmuştu; aklımı kaçırmam ve belki de çırpınmam gerekiyordu ama bunun da bir nedeni olduğuna inanıyordum. Bu tercih bambaşka bir yolumu belirleyecekti. Belki iyi belki de kötü bir yol olacaktı, henüz bilemiyordum.
Tugay Demir Çeviker'e baktım. Ela gözlerinde baş başayken olan hiçbir duygu kalmamıştı. Gülüşü yoktu, heyecanı yoktu. Sadece nefret. Öfke de değil, kocaman bir nefret. Beni izlerken nefretinin bana olmadığını biliyordum ama bir gün bana bu nefretle bakarsa hissedebileceklerimin ya da hissettireceklerimin bir ölçüsü olmadığını anlayabiliyordum.
Tugay'ın omuzları hafifçe hareketlendi, boynunu sertçe çıtlattı, boğazını temizledi ve gözlerini benimkilerden ayırdı. Belki de bu tercihin doğuracağı yıkımları görmek istemiyordu ama ben ona bakmaya devam ettim.
"Yeterince açık olduğumu düşünüyorum," dedi Kerem sözcüymüş gibi. Başkanlık’ın onu hâlâ koruması şaşıracağım bir durum değildi çünkü tıpkı Tugay'ın gibi Kerem'in de elinde onlarla alakalı birçok sır olduğunu biliyordum. Yine de kendinde bu kadar söz hakkı görebilmesi çenemin kasılmasına neden oldu. "Seni yormuyorum bebeğim, istersen şimdi burada bir karar ver, direkt gerekli yerlere haberi gönderelim."
Bakışlarım Kerem'e döndüğünde dolan gözlerimden yaş akmaması için savaş veriyordum ve sonucunda ilk defa galip geldim. Ne söyleyeceğimi bilmeden cevap vermek için ağzımı açtığımda Tugay benden önce davranıp, "Bebeğim mi?" diye sordu kısık bir sesle. Sesi. Sesi barut gibiydi. Korkutucuydu.
Kerem sadece yarım saniye arkasındaki korumalara baktı güvenliği için. Tugay'ın elleri arkada olduğu için kelepçeli olduğunu sanıyordu ama buna rağmen ondan korktuğunu hissedebiliyordum. "Senin bu odada konuşma hakkın yok," dedi Kerem çenesini kaldırarak. "Hatta senin hiçbir şeye hakkın yok piç kurusu, hâlâ nefes alabilmen bile bir mucize." Gözleri Tugay'ın protez eline kaydı ve aşağılayarak dilini damağına vurdu. "Eldivenlerin olmadan acınası göründüğünü biliyor muydun? Eldivenlerin olmadan kolsuz bir mahkûmdan başka hiçbir şey değilsin."
Korumalar hareketlendi ve birbirlerine baktılar, aynı şekilde Başkan Yardımcısı da. Sekreter ise alayla gülen tek kişiydi; Kerem'in aşağılaması hoşuna gitmişti.
Kapının dışında kalan Marco ve adamları ise sessizce izliyorlardı, öyle dışta duruyorlardı ki öylesine bir seyirci gibilerdi. Başkanlık’la alakalı her birimin Tugay'dan korktuğunu biliyordum ve Kerem'in cesareti karşısında şaşırdıklarını da ama Marco ve ekibinin bu kadar dışarıda kalması çok tuhaftı.
Tugay'ın gülüşü odayı doldurdu, Kerem'in yüzündeki o tebessümle alakası yoktu. "Değil mi?" dedi gülmeye devam ederken. "Kolsuzken, kelepçeliyken, hatta sandalyeye bağlıyken hiçbir şeyim, öyle değil mi?" Bakışlarım ona döndüğünde sırıttı. "Bazen ölüm ayağına gelmez, sen onun ayağına gidersin. Bunu hiç benden önce yaşadın mı? Seni köşe bucak ararken karşıma çıkman benim bu hayattaki ikinci şansım."
Kahkaha attı bu kez. Gerçekten keyifli gibiydi. "İnanılmaz, kim hazırladı bana bu hediyeyi?" Sadece bir anlığına gözleri kapıya kaydı, sonra gülmeye devam etti. "Anladım."
Kerem gözlerini devirdi. Ortamda öyle gergin bir hava vardı ki ellerimin buz kestiğini hissettim. "Ne anlatıyorsun?" dedi umursamaz bir sesle. "Parmağımı şaklatmamla alnına bir kurşun sıkarlar, ne anlatıyorsun göt herif?" Yüzündeki gülümseme silindi, onu öfkelendirmek bu kadar basitti. Korumalar bir kez daha birbirine baktı.
Tugay'ın da yüzündeki gülümseme silindi, ardından çenesini kaldırdı. "Yaptıklarının cezasını ödeyeceksin," dedi kısaca.
Kerem güldü. "Kırbaçlar canını çok mu yaktı küçük çocuk?"
Tugay, "Yaptıklarının cezasını ödeyeceksin," dedi bir kez daha ve yarım adım attığında Kerem'in korumaları direkt hareketlendi, Kerem ise yarım adım geriledi. Tugay güldü. "Ve bu bana yaptıklarının cezası olmayacak."
Kerem'in gözleri kısıldı, bakışlarım Tugay'a yeniden döndü ama benimle hiçbir şekilde göz teması kurmadı. "Babamı öldürdün," dedi Kerem tükürür gibi. "Evlerimi yaktın." Elleri yumruk halini aldı. "Nişanımı mahvettin." Elini kaldırdı, yüzük parmağının hâlâ sargılı olduğunu gördüm. "Parmağımı benden aldın."
Tugay keyifle kaşlarını kaldırdı. Kerem bakışlarını bana çevirdi. "Nişanlımı avukatın yaptın," dedi kinle. "Ve bunu tehditle yaptığına eminim." Yumruk halindeki elleri titremeye başladı. "Genç bir avukatın hayatını kaydırmak umurunda bile değil, öyle kansız bir adamsın ama buna izin vermeyeceğim." Gözleri bana döndüğünde samimiyetsiz bir şefkatle bana baktı. Yanımdaymış gibi mi davranacaktı? Kime gövde gösterisi yapıyordu? "Eftalya'yı senin elinden kurtaracağım."
Hayır, emindim; böyle düşünmüyordu, burada bizzat kendi isteğimle durduğumu bilecek kadar beni tanımış olmalıydı ama beni her zaman aşağıladığı için bir aptal gibi ona inanabileceğimi düşünüyordu. Onun karşısında kendime olan saygımı öyle çok kaybetmiştim ki bu hareketleri artık beni şaşırtmıyordu.
Sessizlik oluştu. Tugay başını önüne eğdi, gözlerini kapattı. "Onun çiçeklerini yaktın," dedi en önemli konumuz buymuş gibi. Başını kaldırdı, artık gülümsemesi tamamen yok olmuştu. "Avukatımın çiçeklerini yaktın."
Kerem yüzünü buruşturdu ve bana baktığında artık ben de öfkemi gizleyemediğimi fark ettim. "Bunu..."
"Avukatımın çiçeklerini yaktın," dedi bir kez daha Tugay.
"Sen ne saçmalıyor…"
"Avukatımın çiçeklerini yaktın sen," dedi Tugay kulaklarına inanamıyormuş gibi. "Çekinmedin, düşünmedin, korkmadın. O bezelye kadar beyninle benim avukatımın çiçeklerini yaktın. Tugay Demir Çeviker'in avukatının çiçeklerini yaktın. " Tugay gözlerini açtı, Kerem'in arkasındaki korumalara baktı. "İnanılmaz değil mi? Ama yaptı ve benim karşıma çıkıp bu şekilde konuşabiliyor." Başını iki yana salladı. "Nasıl bir beyinsizlik bu?"
Aklını kaçırmış gibi görünüyordu. Hatta onu ilk gördüğümde düşündüklerimi anımsadığımda bu hareketleri tuhafıma gidebilirdi ama onu tanıdıkça kişiliğini ezberlemiştim. Sakin konuşmalarının altında yatan kocaman bir ateş vardı.
"Bu benimle Eftalya arasında sikik herif," dedi Kerem göz ucuyla korumalarına bakarak. "Seni hiç ilgilendirmez, bu ikimizin..."
"İkimizin diyen ağzını sikerim senin," dedi Tugay dişlerinin arasından öfkeyle. "İkiniz diye bir şey yok. Değil ikiniz, bir adım yakınında bile yoksun. Olamazsın, olmayacaksın."
Kerem duyduklarına inanamıyormuş gibi bana baktı. "Ne bu?" diye sordu. "Artık müvekkillerin özel hayatına da mı müdahale ediyor?"
Tugay'ın nefes alışları hızlandığında bakışlarım en arkada duran Marco'ya kaydı, bir şeyler yapması gerekiyordu. Değil korumalar, kimse Tugay'ı engelleyemeyecekti, bunu biliyordum çünkü kelepçeleri yoktu ama Marco öyle rahat görünüyordu ki omzunu kapıya yaslamış, kollarını önünde bağlamıştı.
"Böyle heriflere o güveni veren de senin eski nişanlın gibiler," dedi sekreter söze karışarak. "Sana söylemiştim Kerem, Krallık'a ihanet eden bir kadının da yolu pek doğru değildir."
Kalp atışlarımın hızlandığını hissettim, sanki kalbim Tugay'ın kalbiyle bir atıyordu. Kötü olacaktı, her şey çok kötü olacaktı, bunu görebiliyordum. "Dışarıda," dedim yutkunarak. Boğazım kurumuştu. "Dışarıda konuşalım." Olacaklar daha büyük cehennemlere kucak açacaktı ve bunu istemiyordum. Daha kötüsünü istemiyordum. Tugay için çok daha kötüsüne hazır değildim.
Kerem yüzümü inceledikten sonra üstüme başıma baktı. Elbiseme, saçlarıma, en son göğsümdeki o beyaz lekeye. Başını iki yana salladı. "Kendine şu yaptığına bak," dedi aşağılayıcı bir şekilde. "Seni tehdit etmediğine inansam şu herifin fahişesi olduğuna inanacağım," dedi herkesin ortasında. Polisler, korumalar, sekreter, yardımcı, Marco, onun ekibi.
"Ne?" Ses Tugay'dan yükseldi, bu sesin ardından ona bakarak direkt başımı iki yana salladım art arda fakat beni görmedi.
"Sana söylemiyorum," dedi Kerem. "Sen benim yatağımı ısıtan kadını arzulayacak ve onu kendi yatağına almak isteyecek kadar kansız bir adamsın, şaşırmam bu yüzden. Beni şaşırtan eski nişanlım."
Tugay'ın omuzları sarsıldı ve öfkeden titreyen bir sesle, “Kerem Karaman,” dedi. Dişlerini sıkıyordu.
Kerem ona baktı. "Hayır," diye fısıldadım Tugay'a doğru ve bir adım atıp karşısına geçtim ama beni görmedi. Sanki saydamdım, beni görebilmesi imkânsızdı. Ela gözlerinden ateş çıkıyordu. "Hayır Tugay, şu an değil." Ellerimi kaldırdım. "İnan şu an değil." Bakışlarım Kerem'e döndü. "Çık dışarı, onu buradan çıkarın."
"Ne oluyor?" dedi Kerem.
"Kerem Karaman," dedi bir kez daha Tugay ardından arkasında birleştirdiği ellerini serbest bıraktığında kollarını iki yana açtı, başını salladı. Bileklerindeki kelepçeler sallanırken odadaki tek ses demirden çıkan şıngırtı sesiydi. "Seni tek elimle öldüreceğim, söz veriyorum."
Dudaklarım aralandığında her şey bir anda oldu. Tugay yan tarafındaki yatağına tekme attığında soldaki iki korumaya denk geldi ve onlar yere düştüğünde Başkan Yardımcısı geriye doğru kaçtı ve dört polis memuru direkt olarak onu koruma altına aldı. Sekreter ise Tugay'ı durdurmak için kemerinden bir silah çıkaracakken Tugay hızla kolunu kavradı, çevirip sırtını kendine yasladı. Önüne sekreteri siper ettiğinde bakışları birkaç saniye odadakilerin üzerinde gezindi.
En son Kerem'e baktığında bir an bile düşünmeden sekreterin çenesini sıkıca tuttu. "Tugay," diye inledim fakat her şey için çok geçti. Sekreterin çırpınmasına fırsat bile vermeden tek hamleyle boynunu kırdığında adamın attığı çığlık bile yarım kaldı. Sekreter aralık dudakları donuk bakışlarıyla ölüme kucak açtığında Tugay bir çöp poşetiymiş gibi bedenini yere fırlattı ve dişlerini sıkarak Kerem'in üzerine yürüdü.
O sırada Marco'nun ekibinden bir adamın hareketlendiğini ama Marco'nun onu durdurduğunu gördüm. Eliyle adamlarına işaret verdiğinde iki kişi dışarıya çıktı.
Marco ve Ölüm Timi Tugay'a saldırmayacaktı.
Kerem hızlı bir şekilde kapıya ilerlediğinde Marco kapının önüne geçti. Yanında da iki adamı durunca Kerem’in önüne etten duvar oluşturdular; çıkışını engellemek istiyor gibiydiler. Marco ellerini önünde birleştirdi, sırıttı. Kerem'i izlerken gözlerinden geçen ifade daha çok dalga geçiyormuş gibiydi.
Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde Tugay'ı engellemek için önüne geçmek istedim ama öyle gözü dönmüştü ki beni tanıyabileceğine bile neredeyse inancım yoktu.
"Nasıl olur?" diye bağırdı Kerem kapının oradan ve Başkan Yardımcısı'nın olduğu tarafa baktı ama onu göremiyordu. "Burada beni..."
"Bana şu adamı verin!" diye bağırdı Tugay gür bir sesle. Sesi odanın duvarlarında çınladı. "Bana Kerem Karaman'ı verin, hepiniz uzak durun!" İki koruma Kerem'in önünde dururken Başkan Yardımcısı'nın telefonla konuştuğunu ve bir şeyler anlattığını duyabiliyordum. Dışarıdan güvenlik görevlileriyle başka polis memurları girmek istediğinde Marco bu kez de onları engelledi.
Tugay iki korumanın orada durmasını bile umursamadan ikisinin arasına daldığında bir tanesi Tugay'a arkadan sarıldı, diğeri önden onu tuttu. O sırada Tugay'ın dikişli yerinin kanamaya başladığını gördüm.
"Tugay!" diye bağırdım. Sanki sesimi duyması onu daha fazla öfkelendirdi. Ona arkadan sarılan adamın karnına sert bir dirsek geçirdiğinde önündeki adamın dikkati dağıldı ama onlar umurunda bile değildi. Kerem'in adamlarından bir tanesi sanki ondan korkuyormuş gibi önünden çekildiğinde gözlerim kocaman açıldı.
Kerem sindiği yerden çıktığında sadece bir saniye bakıştılar, o bakışma Tugay'ın yüzünde bir gülümseme oluşmasına neden oldu. Ardından Kerem'i beyaz gömleğinin yakasından kavradı ve Kerem tam savunma için yumruk atacağında protez eliyle Kerem'in yüzüne öyle bir yumruk geçirdi ki çığlık atarak geriye doğru adım atmak zorunda kaldım. Kerem'in dengesi sarsılırken bu kez tekme atmak istedi ama Tugay çok rahat bir şekilde onu bacağından tutup yere fırlattığında Kerem'in başı odanın duvarına çarptı, vücudu yerle bütünleşti.
"Yardım gönderin!" diye bağırdı Başkan Yardımcısı telefona. "Marco! Sikik herif! Bir şeyler yap! Bu bir eğlence programı değil!"
Marco sakin adımlarla içeriye girdiğinde, "Ben canım ne isterse onu yaparım," dedi rahat bir sesle. "Bunu bile bile beni seçtiniz." Başıyla Kerem’le Tugay'ı gösterdi. "Şu an canım bunu istiyor." Şaşkınlıkla ona bakarken Başkan Yardımcısı bir kez daha telefona döndü ve titreyen ellerle tuşlara basmaya başladı.
O an fark ettim, Marco bütün bunların olacağını bilerek kelepçelerin açılmasına izin vermişti. Neden her seferinde ona Başkan Maşası dediğimde güldüğünü anladım. Ölüm Timi, Krallık'ın bile üstünde görünüyordu.
Tugay, Kerem'in üzerine oturup yakasından tuttu ve Kerem çırpınırken, "Karşılık ver," dedi ürkütücü bir sesle. Ardından protez eliyle bir yumruk daha geçirdi Kerem'in yüzüne, sonra bir yumruk daha ve bir yumruk daha. "Bana karşılık ver!" diye haykırdığında saçından tuttu, başını zemine çarptı.
O sırada adamlardan bir tanesi Tugay'ın sırtına sertçe tekmeler vuruyor, onu Kerem'den uzaklaştırmaya çalışıyordu ama Tugay sanki hissetmiyordu. En sonunda copla vurmaya başladığında Tugay acıyla inledi fakat durmadı, bu kez daha sert bir yumruk geçirdi Kerem'in yüzüne. "Seni bu elimle öldüreceğim," dedi Tugay. "Benden aldığınla öleceksin."
"Hayır!" diye bağırırken Marco'ya baktım. Hâlâ pervazdaydı ve olanları izliyordu. "Bir şeyler yap!" diye bağırdım. "Onu öldürecek!"
Marco omzunu silkti. Tugay, Kerem'i yakalarından kavradı ve yüzüne yaklaştırdı. Ardından, "Ona vurdun değil mi?" diye sordu kısık bir sesle. "Avukatıma vurdun değil mi?" Kerem'in bir gözü tamamen kapanmıştı, yüzü kan içindeydi, dişleri kırılmış görünüyordu ve nefes almakta zorlanıyordu. İstese de cevap verecek durumda değildi. Tugay bir kez daha vurduğunda Kerem'in yüzü sola döndü.
“Avukatı alın,” dediğini duydum Başkan Yardımcısı’nın ve yanındaki iki adam bana yaklaştığında geriye doğru adımladım, sırtım yana doğru kayan yatağa çarptı. Bir adam kolumdan tutmak için hamle yaptığında kendimi ondan kurtardım ve diğeri de arkamdan belime sarıldığında bir an bile düşünmeden yüzüne bu kez ben sert bir yumruk geçirdim. Yardımcı bu kez, “Avukatı alın!” diye haykırdığında üçüncü adam da bana doğru atıldı ve Tugay’ın dikkati tamamen dağıldı.
Bakışları sadece birkaç saniye bana döndüğünde dişlerini sıktı, ağzının içinde küfür yuvarladı, ardından birkaç santim ötesindeki yere düşen beyaz çarşafa bakış attı ve bir anda onu eline aldı. Hızla bir şekilde ayağa kalktığında ve çarşafı Kerem’in boynuna doladığında onun dizlerinin üzerinde durmasına neden oldu, Tugay ise ayaktaydı. Bu şekilde Kerem’in boynuna urganı geçiren kişi Tugay’dı, tek hamlesiyle bayılmak üzere olan Kerem’in nefesini kesecekti.
Başkan Yardımcısı dehşetle ona bakarken beni tutmaya çalışan adamlara daha fazla direnemedim ve iki kişi kollarımdan tuttuğunda arkamdaki adam sırtımdan itekledi, dizlerimin üzerine çökmeme neden oldu. Şu an bu odada iki kişi dizlerinin üzerindeydi, birisi Kerem Karaman’dı, öteki de bendim ve ikimiz de aynı nedenden o şekilde duruyorduk. Tehdit olarak kullanılacaktık, bunu görebiliyordum.
Tugay örtünün ucunu elinde tutarken gözleri benden ayrılmıyordu. Yüzüne, çıplak vücuduna Kerem'in kanı sıçramıştı ama bunun dışında göğsündeki dikişlerin patladığını ve kanadığını da görebiliyordum.
"Beni tanıyan herkes…" dedi Tugay dişlerini sıkarak, "…artık bu şerefsizi sağ bırakmayacağımı bilir." Cümleleri Başkan Yardımcısı’naydı ama bakışları benim üzerimdeydi. "Her ne planlıyorsanız hepsi boşa." Yine gözleri gözlerimden ayrılmadı. Başımı iki yana salladım, hiçbir şey söyleyemedim çünkü senelerin acısını çıkardığını, konunun benim de ötemde olduğunu, kolunun, işkencelerin, hakaretlerin intikamını almak istediğini biliyordum. Kerem'i öldürecekti, hiçbir insan evladı artık onu durduramazdı.
Kerem'in başı öne doğru düştü, düştüğü an nefesi kesildi. Dik tutmaya çalıştı çünkü örtü boynuna baskı yapıyordu eğdiği an. Bayılırsa ölürdü, gözü açık kalırsa canı yanardı. Tugay onu öyle dövmüştü ki yüzü tanınmaz bir haldeydi.
Başkan Yardımcısı yanındaki adamıyla bir adım atıp tam ortada durdu. Gözleri Tugay'ın üzerindeydi ama onun bakışları benden ayrılmıyordu. "Kerem Karaman'ı öldüremezsin," dedi tedirgin ama sakin bir ses tonuyla. "Ve bunu onun canını önemsediğim için söylemiyorum." Suyuna gitmeye mi çalışıyordu? "Onu öldüremezsin," dedi bir kez daha. "Bunu yaparsan karşılığı daha ağır olur."
"Ne yapabilirsiniz?" diye sordu Tugay gözlerime bakmaya devam ederken. "Ailem yok, babam öldü, annem öldü, kardeşim öldü. Kimsem yok, yapayalnızım, kimsem yok. Bana karşı kullanabileceğiniz tek insan bile yok." Dişlerini sıktı, ailem yok, babam yok, annem yok. Hayır, şu an bu kelimeler canımı bu kadar yakamazdı. "Hiçbir şeyim yok, tamamen delirmiş o adamım ben. Sadece canım var, onu da alamazsınız çünkü sonuçlarını asıl siz ödeyemezsiniz." Başımı acıyla eğdiğimde arkamdaki adam sertçe çenemden kavradı ve yüzümü kaldırdı. Tugay yutkundu. "Beni neyle tehdit edeceğinizi anladım," dedi başını sallayarak. "Ve bu sizin aptal olduğunuzu gösteriyor."
Korkuyor muydum? Hayır, korkmuyorum. O halde neden titriyordum? Neden çenem titriyordu? Neden ona bakarken bir şeyler söylemek istiyordum? Gözü öyle kara görünüyordu ki gerçekten de kimse umurunda değil gibiydi. Bana daima gülümseyen, sakin o adamın yerine gerçekten Suç Kralı gelmişti. Kiminle yan yana olduğumu, kime sırtımı dayadığımı ve insanların ne gördüğünü bir kez daha anlamış oldum. Çikolatalar, çiçekler, kokular, şarkılar, danslar... Bizim dünyamız için bunların ne kadar da eğreti olduğuyla o an yeniden yüzleştim.
Bana elleriyle kâğıttan lale yapan o adam aynı ellerle bir adamın boynunu kırabiliyordu. Benim gördüğümle diğerlerinin gördüğü çok farklıydı.
Başkan Yardımcısı omuzlarını silkti. "Senin elinde belgeler var, Kerem'in elinde belgeler var," dedi. "Peki ya avukatının?" Omuzlarım düşmeye başladı, dik durmak istiyordum ama canım yanıyor, kalbim acıyordu. Ölümden korktuğumdan değildi, Tugay'ın düştüğü durum canımı yakıyordu. "O ölürse kimsenin kaybı olmaz."
Tugay bana bakmaya devam ederken, "Öncelikle…" dedi, "…avukatımı ilk önce dizlerinin üzerinden kaldırın." Başkan Yardımcısı’nın tehdidini anlamamış gibi davranıyordu.
"Ne dediğimi anlamıyor musun?"
"Avukatımı," dedi Tugay dişlerini sıkarak. "Ayağa kaldırın. O kimsenin karşısında bu şekilde çökemez, buna izin vermem."
Başkan Yardımcısı şaşkınlıkla Tugay'a baktı. "Şu an konu onun değil, senin itibarın. Güvenlik için onun dizlerinin üzerinde durması…"
"Avukat," dedi Tugay direkt bana. Başkan Yardımcısı’na, diğerlerine, Kerem'e kullandığı ses tonundan çok daha farklıydı sesi. Kimse odada değilken kullandığı ses tonuydu, bakışları da eski haline gelmişti. "Ayağa kalk, sen kimsenin karşısında bu şekilde yere çökemezsin, bize göre değil. İkimiz bunu yapamayız. Kalk ayağa, karşı gelenin hayatını sikerim, kalk ayağa."
Başkan Yardımcısı şaşkınlıkla Tugay'a baktı, büyük ihtimalle onun gerçekten de bir deli olduğunu düşünüyordu ama ben onu anlıyordum, en başından beri anlamıştım. Bakışlarım arkamdaki adamlara kaydığında ikisinin de Başkan Yardımcısı'na baktığını gördüm. Ellerimi yere koyup yavaşça ayağa kalktığımda Başkan Yardımcısı aksi şekilde emir verebilirdi ama bunun yerine adamlarına durun işareti yaptı.
Tugay’la karşı karşıya geldiğimizde başını salladı, çenesini kaldırdı, ardından Başkan Yardımcısı'na döndü. "Şimdi tehditlerine devam et ama kısa kes, sıkıcı bir hal alıyor."
Başkan Yardımcısı bir adım daha attı. "O öylesine bir avukat," dedi benim için. "Ve öldürülebilir, hem de en temiz şekilde. Bir gece vakti dışarı çıkar ve destekçilerimizden biri onu bıçakla karşılar." Bu kez adamına başıyla işaret verdiğinde bir bıçağın açılma sesi geldi, ardından o bıçağın keskin tarafı boynuma yaklaştı. "Boynunu tek seferde keser bu avukatın ve ardından da not bırakır ihanetin karşılığının bu olduğuna dair."
Öyle rahat konuşuyordu ki vücudum titremeye başladı. "Belki yakılır, vücudunun yarısından tanırlar." Bıçak boynuma dayandığında soğuk his daha fazla titrememe neden oldu ama hayır, aslında soğuktan değil, korkudan titriyordum. Hayır Eftalya, dik dur, bunu yapma. Aştık bütün bunları, öğrendin direnmeyi ve savaşmayı. Bak karşındaki adam o kadar işkenceye rağmen nasıl da dimdik duruyor. Sen neden böylesin? "Sonuç olarak kayıp olmaz, öyle değil mi? Ne Krallık için ne de senin için."
Tugay'ın bakışları bıçakta gezindi ve yutkundu. Sonra hırsla çarşafı çektiğinde Kerem acıyla inledi. "Beni aptal mı sanıyorsunuz?" diye sordu yüzüme bakmaya devam ederek. "Bütün bunları düşünmeyeceğimi mi sanıyorsunuz?"
Zorlukla gülümsediğimde gözlerim yeniden dolmaya başlamıştı. "Neyi düşündün?" diye sordu Başkan Yardımcısı.
“Beni avukatımla tehdit etme ihtimalinizi,” dedi Tugay ve o da gülümsesin istedim ama gülümsemiyordu, o gülümsemeyince kendimi eksik hissediyordum. “Bu zaaf değil, bu bağlılık. ” Bir kez daha çarşafı çekti, bu kez daha sertti. “Bu yolda onun canı, benim canım demek.” Çenesini kaldırdı. “Ona bir şey olursa,” dedi dişlerini sıkarak. “Onun canına zarar gelirse ben öldüğümde ne ifşa edilecekse onda da ifşa edilecek, bu ayarlandı.” Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında gülümseme silindi, bunu ne zaman düşünmüştü? “Durmayın, öldürün onu, hepinizin hayatı kayar.”
“Yani gizli belgeler avukatında da mı var?” diye sordu Başkan Yardımcısı.
Tugay başını salladı galibiyetle. "Şimdi kapa çeneni ve kes masal anlatmayı. Bırak da avukatımdan özür dilettikten sonra şu şerefsizin nefesini keseyim."
Şaşkın bir şekilde ona bakmaya devam ederken Başkan Yardımcısı, "Peki ya sence biz bunu düşünmedik mi?" diye sordu ve telefonunu çıkarıp birkaç tuşa bastı. Birini aradığını anladığımda boğazımda öyle büyük bir yumru vardı ki yutkunsam geçmezdi, kussam atamazdım, çığlık atsam canımı acıtırdı. Az önce dans ettiğim, kahkaha attığım bu oda cehenneme dönmüştü.
"Gösterin," dedi Başkan Yardımcısı ve yaklaşık bir dakika sonra elindeki telefon bana doğru döndü. Göreceğim yüzün babama ait olduğunu biliyordum ama onu şakağına dayalı bir silahla görmeye hazır değildim. İçimdeki korku yüzünden bu anı daha önce sık sık hayal etmiş, o günün geleceğiyle yüzleşmiştim ama böyle bir anda yaşayacağımı hiç düşünmemiştim. Babamın gözleri kadrajdaydı, korku dolu bakmıyordu, aksine çenesi havadaydı ama yüzünde darbe izleri vardı.
Onu özlediğimi hissederken, "Baba," diye fısıldadım ve gözümden bir damla yaş düştü. Bu dik durmak için verdiğim çabaya ilk darbe olmuştu. "Baba beni duyuyor musun?" Duysa da cevap veremezdi çünkü ağızlığı vardı. Ölse çığlık atamadan ölecekti, bağıramayacaktı bile. Sesi duyulmayacaktı.
"Aptal değiliz Tugay Demir Çeviker," dedi Başkan Yardımcısı. "Bu kadar senedir kimseyi korumazken o hapishanede bir anda Adnan Atalar'ı korumaya başladın. Ne için, kim uğruna?" Gözlerim ekrandan ayrılmıyordu. Zayıflamıştı, çökmüştü, mahvolmuştu ama dimdik durabiliyordu. "Bunu avukatın için yaptın."
Gözümden bir yaş daha aktı, onu öldüreceklerdi. Onu tercih etmesem de öldüreceklerdi, etsem de. Babamı her türlü öldüreceklerdi. Uzun zamandır görmediğimden olsa gerek acısını hissetmiyordum ama o an kalbim parçalanmış gibiydi. "Kerem Karaman'ı öldürürsen avukatının babası da ölecek. Bunu göze alabilir misin yoksa umurunda değil mi?" Güldü. "Adnan Atalar belki umurunda değildir ama o adamı koruma nedenin belki de umurundadır."
Başkan Yardımcısı gözlerimin önünden babamı çektiğinde yeniden Tugay'la göz göze geldik. Başladığımız yolun bizi getirdiği noktayı düşündüm. Bir tehditle başlamıştı, benim direnişimle devam etmişti ve sonucunda ait olduğum yeri bulmuştum. Onun yaşadığı dünya, savaşı, hırsı, gücü ait olduğum yerdi fakat şimdi bütün bunların da pek önemi kalmamış gibiydi.
"Söylediğin gibi hiçbir kuvvetin seni durduramayacağını biliyoruz," dedi Başkan Yardımcısı. "Ama yine de bir denemeyelim mi bu ihtimali de, ha?"
Tugay yutkundu ve yüzüme bakmaya devam etti. Gözümden başka bir yaş daha düştü. "Onu zaten," dedi kısık bir sesle. "Onu zaten öldüreceksiniz."
“Bunu bilemezsin,” dedi sözcü. “Karar verecek kişi avukatın olacak.”
Başımı art arda iki yana sallarken gözlerimi ela gözlerinden ayıramadım. Kerem'i bırakırsa kendi itibarını zedeleyecekti, biliyordum. Onun zayıf noktasını bulacaklardı, geri adım atmış olacaktı. Tugay için özgürlüğünden sonraki en önemli şeyin itibarı olduğunu anlayabiliyordum. O Tugay Demir Çeviker'di; onu hiç tanımayan ya da en yakından tanıyan herkes Kerem'in nefesini keseceğini söylerdi. Ona kimse geri adım attıramazdı.
Kendimi tutamayarak, "Tugay," diye fısıldadım. Sesim yalvarır gibi çıktı, bu daha fazla ağlamama neden oldu. Dakikalar sonra ilk kez ona konuşmuştum ve konuşurken her şeyi boş verdim. Kendi canım için değildi bu, hiçbir zaman olmazdı. “Lütfen,” diye devam ettim. “Lütfen. Onu öldürmesinler. Bunu şu an kaldıramam.”
Ona yalvarır gibi baktığımı fark ettim, bunu düzeltmem gerekiyordu ama yapamıyordum. "Beni öldürsünler bırak, babamı değil. Buna dayanamam." Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Lütfen," diye mırıldandım. "Babamın canı, Kerem'in canından daha kıymetli. Öyle değil mi? Öyle olsun. Bir gün ölecek biliyorum ama bu şekilde değil. Lütfen. Ne olursun, hayır."
Gözleri yüzümde gezinirken kasıldığını hissettim. Dudaklarını sertçe birbirine bastırdı ve yutkundu. Bakışları ilk kez benden ayrıldı dakikalar sonra ve kapıya baktı, ardından korumalara ve Başkan Yardımcısı’na. Herkesle tek tek göz teması kurdu ve yeniden bana baktığında gözlerine oturan o yenilgiyi gördüm. Gerçek bir yenilgi. Gerçek bir kayıp. Tugay için oldukça büyük bir yenilgiydi bu.
"Yok mu başka planın?" diye sordu Başkan Yardımcısı. Bu kez galibiyet onda gibiydi.
"Lütfen," diye mırıldandım. "Biliyorsun, lütfen." Neyi biliyordu? Neyi anlamasını istiyordum?
Tugay sadece, "Ağlama," dedi.
"Tugay," dedim ağlamaya devam ederken.
"Ağlama," dedi yeniden. "Ağlama, bu benim itibarım, anlamıyor musun? Bunun adı teslimiyet."
Başımı iki yana salladım, boynumdaki bıçak uzaklaştı ama sanki artık o bıçak boynumu kesmeye başlamıştı. Benim tercihimle başlayan bu yol Tugay'ın tercihleriyle son buldu. İki seçeneği vardı: Ya kendi itibarını düşünecekti ve babamın ölümünü göze alarak Kerem'i öldürecekti ya da bütün bunlardan vazgeçecek, babamın canını en azından benim için ön planda tutarak Kerem'i bırakacaktı.
Babamı önemsemese ona kızabilir miydim? Kalbim kırılırdı ama ona kızamazdım çünkü bu benimle ilgiliydi, onunla değil. Çıktığı bu yolda açtığı savaşlarla kazandığı bu güçten benim için vazgeçmemesi gerekirdi aslında. Birinci önceliği özgürlüktü, ikinci önceliği itibardı. O itibarın üzerini çizebilir miydi?
Dudaklarımı oynatarak son kez, "Lütfen," derken elim kalbime gitti. Bakışları göğüskafesime kaydığında lekelere baktı, ardından Krallık'ın damgasına. Her ne düşündüyse bu yeniden yutkunmasına neden oldu. Çenesi kasıldı, dişlerini sıktı ve bakışları gözlerime tırmandığında bu kez karşılaştığım bambaşka bir yenilgiydi. Örtüyü tutan eli gevşedi ve gözlerimin içine bakarak bıraktığında Kerem yüzüstü yere yığıldı.
Tugay benim için itibarının üzerini çizdi, tercih ettiği kişi ben oldum.
Odanın içinde hareketlenme olduğunda Tugay kadere boyun eğmiş gibi ellerini öne uzattı ve bileklerini açığa çıkardı kelepçelesinler diye. Ela gözleri benim gözlerimden başka hiçbir noktaya ulaşmazken, "Mahkûmiyet," dedi kısık bir sesle. "Bu savaşın ortasında bir kelepçeden çok daha fazlası olmamalıydı benim için ama oldu. Öyle değil mi Sevgili Avukat? İnandığın yasalarda kurtuluş var mıdır? Benim yasalarımda kurtuluşu olmayan tek mahkûmiyet bu."
Adamlardan biri hemen Tugay'ın kelepçelerini kilitlemek için harekete geçti ve diğer adam da onu korumaya geçti. Başkan Yardımcısı geriye çekildi. Yerde bir ölü adam vardı, zeminde Kerem'in kan lekeleri. Ortalık savaş alanı gibiydi ama asıl savaş Tugay'ın içindeydi, bunu biliyordum.
Tugay yüzüme bakmaya devam ederken artık hiçbir şeye karşı gelmiyordu. Adam kelepçelerini yeniden taktığında iki eli de önündeydi ve birbirine bağlıydı. "Avukatı da kelepçeleyelim mi efendim?" diye sordu Başkan Yardımcısı'na.
"Buna gerek yok," dedi Tugay lafı bölerek. "Çünkü avukat tercihini yaptı."
Başkan Yardımcısı her ikimize de bakarken bütün bu olanlara seyirci kalan Marco'nun içeriye girdiğini gördüm. "Beş dakika sonra geliyorum," dedi Başkan Yardımcısı kapıdan çıkarken. "İkisinin başında bekleyin." Marco'ya bir bakış attı, dişlerini sıktı. "Güvenilir adamları çağıracağım avukatı götürmek için. O zamana kadar odayı koruyun."
Marco'nun kaşları havalandı, onun ardından içeriye Ölüm Timi’nden iki adamı, güvenlikler, beş polis memuru daha girdi. Ortalığın halini görenler, hatta özellikle Kerem Karaman'ın geldiği hali görenler şaşkınlıkla bize bakıyordu.
Tugay yarım adım attı, bu adımının ardından herkes hareketlenip siper aldı ancak Tugay'ın tek yaptığı yatağına oturmaktı. Bakışları sabit bir şekilde yerle buluştuğunda gözleri Kerem'in kanlarındaydı, göğsünden akan kan ise gitgide çoğalıyordu.
Marco yatağın kenarına geçtiğinde ve ben de küçük adımlarla yatağa, onun yanına oturduğumda hâlâ sessizce ağlamaya devam ediyordum. Tugay'ın gözleri yerden kelepçelerine döndü, kelepçelerinden duvara baktı, duvardan Marco'nun yüzüne ve en son bana. Ardından gülmeye başladığında kahkahası odayı doldurdu. Keyifli değil, delirmiş gibiydi. Art arda başını iki yana salladı, daha fazla güldü. Öyle bir gülüyordu ki zafer kazandığı düşünülebilirdi ama zafer yoktu.
"Olana bak," dedi Tugay kendi kendine. "Gerçekten inanılmaz."
İki polis memuru Kerem'i kollarından tutup dışarıya çıkarırken orada bizi izleyen hemşireleri, doktorları gördüm. O sırada Marco cebinden sigara paketini çıkardı ve bir tanesini Tugay'ın dudaklarının arasına yerleştirip ucunu alevlendirdi, bu hiç beklemediğim bir başka hareketti. Tugay büyük bir nefes çekip gözlerini kıstığında sigaranın dumanı yüzünü gizledi. Bir duman daha çekti, ardından bir duman daha. Dudaklarının arasında sigara dururken bakışları bir kez daha bana döndü. Herkesin gözleri bizim üzerimizdeydi ama bu umurunda değil gibiydi.
"Söyle," dedi sigaranın ucundaki kül yere düşerken. "Bu kez bir mektupla olmasın, gözlerimin içine bakarak söyle."
Vücudumu ona çevirdiğimde, “Sen olsan ne yapardın?” diye sordum.
Tugay soruma cevap vermedi ve onun yerine, "Babanı zaten öldürecekler," dedi acımasız ama gerçekçi bir ses tonuyla. "Bugün değilse yarın, yarın değilse başka bir gün. Sadece baban değil, birçok insan ölecek." Sigara dudaklarından yere düştü. "Zaafların için dizlerinin üzerine çökersen sırtına vurmaktan hiç çekinmezler Avukat."
"Bunu sen mi söylüyorsun?" diye sordu Marco bir anda. "Şu an bunu söyleyebilecek en son insan sensin."
Tugay gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. "Söyle," dedi bir kez daha. "Söyle Avukat. Benim ağzımdan laf bir kez çıkar, ben bir kez vazgeçerim. Bir fedakârlık daha yapıp senin artık avukatım olmanı istemediğimi söyleyeceğimi düşünüyorsan yanılıyorsun çünkü bunu yapmayacağım. Sen benim avukatımsın, ben bundan vazgeçmedim ama sen şimdi söyle, son ver buna."
Ellerimin tersiyle gözlerimi sildim. "Tehditlerle yanında durduğumu söylüyorlar, o tehditler..."
Bir anda bana yaklaştı. "Ne tehdidi?" diye fısıldadı. "Tehdit mi kaldı Avukat? Kör müsün?" Bakışlarındaki hiddetle gözlerim kocaman oldu. "Git her şeyi itiraf et," dedi hiddetini yok ederek. "Beni karala. Tehdit etti de, zorladı de, beni dünyanın en kötü adamı olarak anlat, umurumda değil çünkü karşı gelmeyeceğim. Benim derdim sensin. Ve senin istediklerin." Başını salladı iki yana. "Vazgeçiyor musun benden? Vazgeçiyor musun avukatım olmaktan?"
Ona vazgeçiyorum demeden, "Avukatlıktan vazgeçmek, senden vazgeçmek anlamına gelmez," diye fısıldadım. "Başka bir avukatın olabilir, onunla yola devam ederken..."
"Benim sadece bir avukatım var, o da sensin," dedi Tugay lafımı keserek. "Tek kelime. Vazgeçiyorum diyeceksin. Gözlerimin içine bakarak söyleyeceksin bunu."
"Ben," dedim, ardından ellerimi saçlarımdan geçirdim. "Bu kadarı çok fazla, gerçekten çok fazla. Anlamıyor musun? Daha kötüsü olmaz derken çok daha kötüsü oluyor, her gün başka bir felaket geliyor. Ne tarafa gitsem yanlış gibi. Her şeyden vazgeçsem içim rahat etmeyecek. Kendimi bulduğumu düşünürken aslında bulmadığımı fark ediyorum. Kim olduğumu bazen bilmiyorum." Gözlerinin içine baktım. "Beni anlamıyorsun değil mi? O benim babam. O benim her şeyim. Anlaman imkânsız çünkü..."
"Çünkü ne?" dedi dikkatli bir şekilde. "Devam et."
"Çünkü aynı konumda değiliz."
"Çünkü seni baban konusunda anlayamaz mıyım?" diye sordu. "Çünkü bir babaya sahip değil miyim?"
"Kastettiğim bu değildi," dedim hemen.
"Ama bu yola çıkıyor," diyerek karşı geldi. "Hayır, kızmıyorum, hatta kırılmıyorum Avukat. Bu kadar savaşın içinde bir de kalp kırıklığıyla uğraşacak değilim, buna izin vermem, bana istediğin her şeyi söyleyebilirsin." Yüzündeki kan lekeleri kurumaya başlamıştı. "Korkutucu göründüğümü mü düşünüyorsun?" diye sordu bu kez. "Seni hiçbir zaman korkutmak istemedim."
"Tugay…" dedim başımı iki yana sallayarak.
"Gerçeklerle geleyim mi sana? Avukatlığımdan vazgeçersen ve onlara istediklerini verirsen hayatın eskiye dönecek, bir topluluk senden nefret edecek fakat bu o kadar uzun sürmeyecek, dikkatlerini dağıtabilirim. Bu kadarla da sınırlı kalmayacak, tehlikenin içinde olmaya devam etmeyeceksin. Düşüncelerini içinde tutmaya, boyun eğmeye ve sessiz kalmaya zorlayacaklar seni, bunu da göze alacaksın ama yaşayabileceksin." Çenesini kaldırdı. "Hayatının bir kara lekesi olarak anılacağım ve bu bir süre sonra senin başarına dönüşecek."
Yanlış geliyordu, her cümlesi kalbimi acıtıyordu. "Peki bütün bunlara rağmen sen neden vazgeçmiyorsun?" diye sordum.
Gülümsedi, içten ama tedirgin bir gülümsemeydi. "Çünkü mahkûmiyetin hiçbir zaman tek taraflı olmadığına inanıyorum ben," dedi. "Çünkü senin burada olmanın nedenleri var, izleri var, lekesi var, hayalleri var, korkuları var senelere dayanan." Başını iki yana salladı. "Vazgeçemem ama sen vazgeçersen bu yine sadece benim mahkûmiyetim olur."
Kapının dışında hareketlenme oluştuğunda bakışlarım o yöne döndü ve Tugay içerideki insanları umursamadan eliyle çenemi tutup kendine doğru çevirdi. "Söylesene Avukat," dedi dişlerini sıkarak ama öfkeden değildi, daha ziyade hırslanmıştı. "Söyle ve kurtul. Bak zamanımız az, bizim dünyamızda vedalar bile zor. Söyle, veda edelim en azından. İkilemde bırakma beni."
"Veda mı?" dedim acıyla.
İçeriye dört tane iriyarı adam girdi, takım elbiselilerdi. Yakalarında Başkanlık simgesi vardı ve öyle heybetli görünüyorlardı ki korkmamak elde değildi. "Avukat Eftalya Atalar," dedi en öndeki adam. "Bizimle geliyorsun."
Ayağa kalktığımda Tugay'ın yüzümdeki eli düştü. Dışarıda da aynı şekilde üç adam durduğunu fark ettim. Bir adım attım ardından bir adım daha. Tugay arkamda kaldığında bakışlarım yeniden ona döndü fakat hızla yeniden önüme döndüm.
"Sevgili Avukat," dedi Tugay arkamdan. "Anladım tercihini." Kapının önüne geldiğimde herkesin gözleri üzerimdeydi. "Yine de bir veda bile etmeyecek misin bana?"
Yutkunurken savaş verdim ve bacaklarımdaki his sanki uzaklaşsa bile kapıdan çıktım. Bütün gözler üzerimdeyken az önce dans ettiğim, kahkahalar attığım, bütün bu savaşın ortasında müzik dinlediğim o odaya arkamı döndüm. Altı adım ve belki de yedim adım sonra yanımdaki adama dönüp, "Başkanlık’a haber verin," diye mırıldandım. "Artık Tugay Demir Çeviker'in avukatı olmayacağım."
***
Rutubetin kokusunu en son aldığımda beni lisede bir erkekler tuvaletine kilitlemişlerdi. Nedenini tam olarak hatırlamıyordum ama genelde lisede insanların birbirine zorbalık etmesi için geçerli bir nedenleri olmazdı. Bir döneme kadar zorbalık gören o kız da hep ben olurdum. Korktuğumdan değildi bu, annemden ötürü susmaya alışkın olduğumdandı. Bu yüzden üniversitede seçtiğim bölüm hukuk olmuştu. Haksızlık karşısında susmamak, geçmişimin intikamını almak demekti.
O erkekler tuvaletinde iki saat kilitli kaldığımda uzun bir süre insanların bana yardım etmesi için bağırmıştım ama kimse imdadıma yetişmemişti, iki saat sonunda ise panik atak geçirip bayıldığımda kendimi bir hastane odasında bulmuştum. Kapımı kimin açtığını bilmiyordum ama bir kucakta taşındığıma emindim.
Yine rutubet kokusu vardı, eski bir odadaydım, tavan kavlanmıştı, eski bir avize sarı ışık yayıyordu, pencere yoktu. Bir sandalyede oturuyordum, ellerimi ya da bacaklarımı bağlamamışlardı ama buna pek gerek yoktu. Krallık'ın hapishane dışında işkence odası olarak kullandığı bir odada olduğuma emindim. Hemen karşımda bir cam vardı, izleyiçilerim arkasındaydı. Başkan Yardımcısı iki adamıyla başımda bekliyordu. Ağzımı bıçak açmıyordu, sessizce olacakları bekliyordum. Az önce yaşananlardan sonra tuhaf bir sakinlik içindeydim, nedenini de çok iyi biliyordum.
En sonunda hoparlörden bir ses yükseldi. "Eftalya Atalar." Bu sesi tanıyordum, elbette Başkan'a aitti. "Bu ne hoş bir tesadüf." Sessiz kaldım ve cama bakmaya devam ettim. Köşedeki kamera beni çekiyordu, her anımı. Kayıt altındaydım, itiraflarım için ya da belki işkencelerim yüzünden. "Bu şekilde karşımıza çıkman çok kırıcı."
Bütün söylediklerini görmezden gelerek, "Babamla konuşmak istiyorum," dedim. "Onunla konuşacağım, yaşadığından emin olacağım."
"Elbette," dedi Başkan. "Ama ondan önce seninle bir anlaşma yapalım, olmaz mı?"
“Ne anlaşması?” diye sordum, ellerim sandalyenin kollarına sıkıca tutunurken. Aklımda durmadan dönen Tugay’ın iki dakika on yedi saniye olan videosuydu, aynısını yaşatmazlardı, öyle değil mi? Hayır, buna cesaret edemezlerdi, şu an değildi.
"Tugay Demir Çeviker'in avukatlığını bırakıyormuşsun," dedi Başkan. Acelesi varmış gibi hızlı konuşuyordu. "Ama elbette bu sessiz bir şekilde gerçekleşemeyecek."
"Ne?"
Başkan'ın keyifle gülümsediğini hissettim. "İtibarımızı zedeledin, güvenlerin sarsılmasına neden oldun, arkana bir topluluk aldın. Bir Suç Kralı’ndan önce insanların senin, Hukuk Kadını’nın sözlerini dinlemeye başladı. Bu ne demek biliyor musun?" Kaşlarım havalandığında tırnaklarım sandalyenin kollarına saplandı. "Bu ihanet demek. Bu boku temizlemeden öylece geri çekilebileceğini mi sanıyorsun?" Tahmin ettiğim gibi davranıyorlardı. Başkan öfkeyle nefesini verdi. "Bizi temize çıkaracaksın."
Bakışlarım ilk önce Başkan Yardımcısı'na döndü, ardından köşedeki kameraya baktım. Kaç izleyicim vardı? Bütün Krallık binası beni izliyor olmalıydı. "Bunu nasıl yapacağım?"
"İki gün sonra bir canlı yayına katılacaksın," dedi Başkan. "Orada Tugay Demir Çeviker'in seni zorla tuttuğunu söyleyeceksin. Her şeyi zorla yaptırdığını, hatta bu yüzden birçok kötülük yaptığını da söyleyeceksin." Yutkunurken oturduğum yerde hareketlendim. "Bu kötülükleri senin hayal gücüne bırakıyorum ama öyle bir konuşacaksın ki herkes sana inanacak." Alayla güldü. "Konuşma konusunda iyi olduğunu biliyorum. O ağzın biraz da bizim için çalışsın."
Ağzıma birçok cümle doldu küfür, nefret ve hırs içeren fakat bütün bunları görmezden geldim. "Babamla konuşmak istiyorum," dedim bir kez daha. "Babamla konuştuktan sonra bunları kabul edeceğim."
Sessizlik oluştu, camın arkasında bir hareketlenme sesi işittim, ardından bulunduğumuz odanın kapısı açıldı. Bir adam elinde telefonla içeriye girdiğinde hastaneye gelen adamlardan biri olduğunu fark ettim. Direkt telefonu hoparlöre alıp bana yaklaştırdı. Bir nefes sesi işittim.
"Baba?" derken dakikalar titremeyen sesim titredi.
"Eftal," dedi babam, ardından nefes verdi. "Eftal, Eftal, Eftal," dedi art arda. "Nasılsın? Eftal neler oluyor? Bana bir şeyler söyle."
"Baba," dedim tepemde dikilen adama bakarak. "Fazla zamanım yok, iyi misin diye merak ettim."
Babam sessiz kaldı. Ardından, "İyiyim," dedi ama iyi değildi, inanmıyordum. "Fakat sen iyi değilsin, öyle değil mi?" Hiçbir cevap vermedim, telefonun ekranına bakarken bu kez tırnaklarımı avuçlarımın içine batırdım. "Seni benimle tehdit ediyorlar değil mi?" diye sordu bu kez. Yine cevap vermedim.
"Eftal," dedi babam. "Eftalya, kızım." Babamın solgun bir nefes verdiğini işittim. "Bu hayatta insan üç duygu için yaşar güzeller güzeli kızım. Onuru, gururu ve inancı için. Onur kaldırdığın omuzlarındır, gurur daima dik tuttuğun vücudundur, inanç ise kendinden vazgeçmemektir. Sadece benim için değil, kimse için bu üç duygudan vazgeçme. Onurunu, gururunu ve inancını elinden almalarına izin verme." Babamın korkusuz sesi, Tugay'ın korkusuz sesine nasıl da benziyordu. Gözlerim dolduğunda bu özlemin yanında o gururu da hissediyordum çünkü ilk kez babamı anladığımı fark ediyordum. "Tehditler insanı yıldırsaydı bu kadar insan direnmezdi. Sen ne istiyorsun? Ne istiyorsan onu yap. Ölüm mutlak sondur ama direnmediğin her acı pişmanlığı getirir. Bunu unutma, olur mu?"
"Baba," dedim titreyen bir sesle. Herkes bizi dinliyordu. "Neden her şeyden vazgeçmiş gibi konuşuyorsun?"
"Aksine," dedi babam ve onun da sesinin titrediğini fark ettim. "İlk kez tek başıma değil, seninle beraber savaştığımı hissederken vazgeçmediğimi fark ediyorum." Ona günlerce bu yoldan vazgeçmesi gerektiğini söylemiştim, pişman olduğunu söyleseydi ya da Krallık'a boyun eğseydi hayatına normal bir şekilde devam edebilirdi ama babam bunların hiçbirini yapmamıştı. "Eftal," dedi babam yalvarır gibi. "Beni artık anlıyorsun, değil mi?"
"Anlıyorum baba," dedim ve kavlanmış tavana baktım. "Maalesef seni anlıyorum ve seni anlamak beni mahvetti."
"O halde benim nefesim için çabalarken kendi gerçekliğinden vazgeçme," dedi baskın bir sesle. "Ben senin için bir tehdit unsuru değil, güç olayım. Beni anlıyor musun Eftal?"
"Maalesef anlıyorum," dedim bir kez daha, ardından ağlamaya başladım. "Ama baba," dedim kendimi tutamayarak. "Ölümden daha kötü bir şey yoktur ki. Sen gidersen benim ailem de gidecek. Ailesiz kalacağım." Gözlerimi kapattım ve başımı önüme eğdim. "Sen benim kalbimsin."
"Eftalya," dedi babam ve onun da ağladığını fark ettim. Bu iyi olduğunu duymaktan öte bir veda konuşması gibiydi. "Ölümden daha kötü olan bir duygu vardır, o da aynaya baktığında kendinden utanmaktır." Gözlerimi açtım, bakışlarım cama döndü. "Ve onurlu bir ölüm, onursuz bir hayattan çok daha doğrudur. Onurlu, gururlu ve inançlı bir kadın olarak yaşadığını bilerek ölmen gerektiğini hiç unutma."
"Baba," dedim titreyen bir sesle. "Baba, maalesef yine seni anlıyorum."
"O halde dinle," dedi babam. "Yazlığımızdaki o kuş bahçesini hatırlıyor musun, sana kitaplar okuduğum? Bir gün orada seninle buluşabiliriz, öyle değil mi?" Sessizlik oluştu. "Beni anlıyor musun Eftal?" diye sordu. "Buluşuruz ve bir güvercin uçururuz Eftal. Öyle değil mi?"
Bakışlarım camdan tepemde dikilen adama kaydı. "Baba," diye mırıldandım. "Anladım. Çok iyi anladım. Peki sana bir şey sorabilir miyim?"
Sessizlik oluştu. Ardından Başkan'ın, "Yeter," demesiyle tepemdeki adam telefonu kapatıp cebine attı fakat odadan çıkmadı. "Baban şu an iyi," dedi Başkan. "Fakat bundan sonrası yine sana bağlı olacak."
Çenemi kaldırdım, omuzlarımı da ve bir an bile düşünmeden, "Yayına çıkacağım," dedim net bir sesle. "İstediğiniz her şeyi yapacağım." Cama baktım, gözlerim kısıldı. "Fakat hiçbir zaman sizin köpeğiniz olmayacağım. Her ne yaparsanız yapın, nefesiniz bile bana yaklaşamayacak." Burnumu çektim, öne doğru eğildim. "Çünkü hepiniz korkak adamlarsınız. Koltuklarınız sarsıldığında geriye kalan sadece düşen maskeleriniz olacak."
Başkan'ın keskin nefesini duydum. Yanımdaki adam yüzüme sert bir tokat indirdiğinde sandalyeyle yere düştüm ve alnım yere çarptı. Ağzımın içindeki kanın tadını alırken elim alnıma gitti ve oranın da kanadığını fark ettim. Bakışlarım düştüğüm yerden kalktığında gözlerim cama döndü, ardından gülümsedim. Kulağımda hâlâ bir çınlama vardı, başım dönüyordu ve yanağım acıyordu ama gülümsemeye devam ettim.
"İki gün boyunca özel odaya alın," dedi Başkan. "Kimseyle görüştürmeyin. Suyu sınırlı, yemek yok." Ayaklandığını hissettiğimde elimin tersiyle dudağımın kenarını sildim. "İki gün sonra Eftalya Atalar, iki gün sonra senin için asıl cehennem başlayacak çünkü örgüt hakkında ne biliyorsan her şeyi ötmek zorunda kalacaksın."
***
Tam iki gündür minicik bir penceresi olan odada kalıyordum. Bir koltuk, eski bir masa, küflenmiş duvarlar ve ufacık, kirli bir tuvaletten ibaretti. Duvarların içinden fare sesleri geliyordu. Zemin katında da altında bir yerdi, öyle ki kar yağdıkça tavandan su damlamaya başlıyordu.
Buraya ilk getirdiklerinde nasıl nefes alacağımı bile bilmiyordum. Birinci saatte aklımı kaçırarak çıkacak yer aradım ve bulunduğum yeri dağıttım, üçüncü saatte kapıyı yumruklamaya başladım ve yardım çığlıkları attım, sekizinci saatte küfürler savurdum, herkesi öldürebileceğimi söyledim. Onuncu saatte Krallık için her şeyi yapabileceğimi, ölmekten korktuğumu söyledim. On birinci saatte bayıldığımı biri yüzüme su çarptığında fark ettim. On sekizinci saatte dünyanın en tuhaf seslerini işitmeye başladım: annemin sesi, Meryem'in rahatsızlanmadan önceki sesi, babamın sesi.
Yirmi ikinci saatte kendi kendime konuşmaya başladım. Yirmi üçüncü saatte ağladım, yirmi dördüncü saatte ise Tugay Demir Çeviker'den özür diledim çünkü o güçlü duruşunun arkasındaki kalbinin de kırılabileceği gerçeğiyle yüzleştim.
Benim için itibarından vazgeçmişti, yenilgiyi en kötü şekilde tatmıştı ama yine benden vazgeçmemeyi seçmişti. Bütün bunların sonunda çok daha kötü sonuçlar doğacağının farkındaydım.
Geriye kalan zamanda ise babamın bahsettiği o utanmama duygusunun altında yatanları gördüm. Başkalarının gözlerinin içine baktığında değil, kendi gözlerinin içine baktığında bir yabancıyı görüyorsa ya da bakışlarını kaçırıyorsa insan bu onurlu bir hayat yaşamadığı anlamına gelirdi.
Beni kapattıkları bu izbe oda, yüzümdeki yara izleri, açlıktan dönen başım, yırtılan mavi çiçekli elbisem... Artık Tugay Demir Çeviker'in omuzlarını nasıl düşürmediğini, acıya bağışıklık kazandığını ya da dört duvarın onu korkutmadığını çok daha iyi anlıyordum, üstelik bu iki günde olmuştu.
Odadaki eski, yarısı kırık aynaya bakarken bir kadın gelip yüzüme ağır bir makyaj yaptı, solgunluğumu ve yara izlerimi kapatmaya çalıştı. Saçlarımı sıkıca toplamışlardı. Siyah bir gömlek koymuşlardı koltuğun üzerine, siyah bir kalem etek, siyah ceket, siyah topuklu ayakkabılar. Ceketin yakasında yarım ay simgesi vardı. Hepsine göz yumdum.
Kapı açıldı ve o iki iri adam beni bu odadan çıkarıp bir araca bindirdi. Kocaman araç, siyah filmler ve arabanın içindeki radyodan yükselen ses.
"Avukat Eftalya Atalar birazdan canlı yayında olacak. Tugay Demir Çeviker tarafından zorla tutulduğu ve Krallık'a sığındığı konuşuluyor. Örgüt tarafı sessizliğini korurken Krallık yanlıları avukatı kucaklamak için hazır. Kadın dernekleri ayağa kalktı."
O rol olsun diye kadınları savunan dernekler, kadınlar işlerinden edilirken seslerini bile çıkaramıyordu. Ne komikti.
"Başkan, Eftalya Atalar konusunda oldukça ılımlı bir duruş sergiliyor. Adnan Atalar'ın kızı olmasıyla ilgilenmiyor, onu koruyup kolluyor. Hatta gelen haberlere göre bizzat kendi evlerinden birinde ağırladığı konuşuluyor."
Güldüm. Adamlar bana baktı ama umursamadım.
"Bana kalırsa Eftalya Atalar en başından beri Krallık tarafındaydı ve esir tutulmaktan öte örgütün içine sızmıştı. Onların sırlarını bize söyleyecek. Bütün ülke eli kalbinde bu canlı yayını bekliyor."
"Bu haberi vermemiz yanlış, hatta magazin gibi görünebilir ama Kerem Karaman'ın Tugay Demir Çeviker'e haddini bildirdiği de konuşuluyor."
Bu kez daha yüksek sesle güldüm.
İnsanlar hâlâ yollarda duvarlara yazılar yazıyordu BL'ye ait. Sokaklarda üzerinde timsah simgesi olan eldivenli insanlar dolaşıyordu. Gözlerimi kapattığımda başımın daha şiddetli bir şekilde döndüğünü hissettim; açlıktan dolayı nefes alamayacak durumdaydım. Hayır Eftalya, bunu bir daha yapmayacaksın. Gözlerimi açtığımda kanalın binasına geldiğimizi fark ettim.
Ön kapıdan değil, arka kapıdan beni geçirdiklerinde ve altı polis aracıyla bütün gazetecilerin geçişini engellediklerinde kimseyle yüz yüze gelmeden binaya girdik. Kapıdan girdiğimiz an orada çalışan herkesin bakışları bize döndü. Artık fısıltılara alışmıştım.
Beni direkt asansöre bindirdiler, en üst kata çıkardıklarında gülümsedim. Asansörün kapısı kayarak açıldığında en köşedeki odaya ilerlettiler ve o an kapıda da birçok insan beklediğini gördüm.
"Sonunda doğruyu buldun," dedi orta yaşlı bir adam. Stüdyo şefiydi. "Gözlerin açıldı neyse ki."
Ona bakıp sakince, "Evet," dedim. "Hiç bu kadar gözlerim açılmamıştı." Adam gülümsedi, aynı şekilde karşılık verdim.
Odaya girdiğimizde büyük bir stüdyoyla karşılaştım. Kocaman bir masa, karşılıklı sandalyeler, ortada bir su ve kuru pastalar vardı. Tam ortada yarım ay simgesi. Tarafsız yayıncılık. Tabii ya. Aynen.
İçeriye girdiğimde bizi karşılayan korumalardan biri adamlara, "Siz dışarıda kalacaksınız," dedi. "Eftalya Atalar dışında kimseyi alamayız."
"Başkan’ın emri," dedi beni getiren korumalardan biri.
"O halde Başkan'a Ölüm Timi’nin burada olduğunu söyle, bize karşı gelebiliyorsa gelsin," dedi yüzünün yarısında dövmeler olan adam, ardından bana baktı. "Marco'dan sevgiler." Ben içeri geçtiğimde kapıyı o adamların yüzüne kapattı ve gülümseyerek selam verdi. "Javier G," dedi kendini tanıtarak. "Ama bana kısaca G de diyebilirsin, Marco'nun yardımcısıyım."
Başımı sallayarak, "Kendimi tanıtmama gerek yok galiba," dedim.
"Bu dünya üzerinde kendini tanıtmaması gereken iki insandan birisin."
"Birincisi kim?"
"Ben," dedi sırıtarak. "Çünkü çok havalıyım." Eliyle ileriyi gösterdi. "Gidelim."
Birlikte stüdyonun ortasına ilerlediğimizde son hazırlıkları gerçekleştirilen spiker kadını gördüm. Saçları taranıyor, makyajının son rötuşları yapılıyordu. Beni gördüğünde şöyle bir göz ucuyla baktı, ardından hiç umursamadan işine geri döndü. Beş kamera beni çekiyordu, beş adamın da gözleri benim üzerimdeydi. Işıkları tutan adamlar kendi aralarında benim hakkımda konuşuyordu, köşedeki iki adam bilgisayarların başında yayın öncesi son lokmalarını yiyordu.
"Yayına son iki dakika!" diye bağırdı stüdyo şefi. Spikere doğru yürüdü. "Hayatının en önemli röportajına çıkıyorsun Ceylin. Hazır mısın?"
"Hiç olmadığım kadar," dedi rujunu sürdükten sonra koyu mavi takımının yakalarını düzelterek. "Sakin kalmaya çalışacağım ve bu kadının üzerine atlamayacağım."
Gözlerim açıldığında şef de benimle aynı tepkiyi verdi ve işaretparmağını dudaklarına götürerek ona susmasını söyledi. Ellerimi masanın üzerine yerleştirdiğimde gözlerimi spikerden ayırmadım, o da bana bakmaya devam etti ve son on saniye alarmının ardından yüzüne yapay bir gülümseme yerleştirdi. Ve sonunda yayın başladı.
"İyi akşamlar sayın seyirciler," dedi kadın o yapay gülümsemesiyle ve dik duruşuyla. Yakasında da kocaman bir yarım ay simgesi vardı. "Herkesin saatlerdir beklediği o yayını başlatmadan önce çok heyecanlı olduğumu dile getirmek istiyorum çünkü bu hayatımın yayını olacak, bunu hissedebiliyorum."
Evet, hayatının yayını olacak.
Yaklaşık on dakika ülkenin durumundan, Krallık'ın yaptığı iyiliklerden söz etti; en sonunda Başkan'a kocaman bir teşekkür etti ve yaşananları hatırlattı. Başkan'ın merhameti, fakirlere yardımlarından söz ederken nasıl da aynı şekilde gülümsemeye devam edebiliyordu ama… Ülkede birçok insan açlıktan ölüyordu, çocuklar çikolata bile yiyemiyordu, insanların mont alacak parası yoktu, ailelerini geçindiremeyen insanlar intihar ediyordu fakat televizyonlar ısrarla bunun aksini dile getiriyordu. Herkes kendi yan komşusunun açlıktan öldüğünü bilerek bu yayınları izliyor, ses çıkarmadan korkudan siniyordu. Ses çıkaranlar ise düşman ilan ediliyordu.
"Bütün bu olayların ortasında ülkemizin başındaki en büyük dertten söz etmek istiyorum. Kendilerinin BL örgütünden olduğu söylenilen bir topluluk ülkemizi karanlığa sürüklemek istiyor ve Krallık'ı alt etmeye çalışıyor. Senelerdir süren bu dava, en sonunda çok kötü bir noktaya erişti çünkü bu örgütün lideri, Suç Kralı Tugay Demir Çeviker artık kendini gizlemiyor. Yalanlarıyla, ayaklanmalarıyla ve direnişiyle ülkemizi karanlığa sürüklemeye başladı."
Ağız ucuyla gülümsedim ve önümdeki bardağa baktım, elbette burada hiçbir şey içmeyecektim. "Senelerdir hapishanede olan bu örgüt liderinin daha kötüsünü yapamayacağını düşünürken en kötüsünü yaptığıyla da yüzleştik iki gün önce." Kameraların bana döndüğünü hissettim. "Krallık'a ait bir avukatı tehditle yanında tuttuğu, onu kullandığı, hatta tacizleriyle rahatsız ettiği gelen ihbarlar arasındaydı fakat avukatının müvekkilinin arkasında durmasından ötürü bu haberleri size veremiyorduk." Kadın bana bakıp üzüntüyle gülümsedi az önce beni öldürmek istemiyormuş gibi. "Hoş geldin Eftalya Atalar, nihayet buradasın, bizimlesin. Hepimiz rahat bir nefes alıyoruz. Bir kadın olarak söylemek gerekirse hiçbir zaman o teröristle yan yana olabileceğine inanmamıştım Özellikle kadınlar olarak hepimiz rahat bir nefes alıyoruz."
Kadın dayanışması... Yumuşak karın.
Başımı sallayarak gülümsedim ve kameralara baktım. Spiker nefes verdi. "Bütün halk yaşadıklarını merak ediyor. Seni hangi konuda tehdit etti?" Soruyu sorarken başını iki yana salladı. "Sana şiddet uyguladığı doğru mu?" Bulunduğumuz stüdyoda hareketlenme oldu, spikerin yüzündeki gülümsemenin durağanlaştığını hissettim ama yüzünü benden ayıramadı. "Yani," dedi boğazını temizleyerek. Stüdyoda bir şeyler devrildi, spikerin yüzündeki gülümseme silindi. "Biz senin yanınızdayız," dedi ama konuşurken bir şeyler olduğunun farkındaydı. "Krallık olarak. Lütfen rahat ol."
Başka bir şeyler daha devrildiğinde ikimizin de bakışları stüdyonun arka tarafına kaydı. Kanal ekibinin yarısı ceplerinden siyah eldivenlerini çıkarıp ellerine geçirirken bakışlarını benden ayırmadı. Ardından beni şaşırtarak ellerini üç kez göğüskafesine vurdular. Geçen gün gazetecilere yaptığım hareketti bu. Ardından başlarını eldivenlerine doğru indirdiler. Gözlerim kocaman açıldı, bu hareketim BL selamına dönüşmüştü.
Marco'nun iki adamı karşı gelmek isteyen diğer adımları çekerken çatıdan sarkan iplerle örgütün birkaç üyesinin içeriye girdiğini gördüm. Maskelerinden tanımak imkânsızdı ama iki kişiden emindim. Biri yakalanma ihtimaline rağmen beni yalnız bırakmayan Giray'dı, diğeri ise Ufuk'tu.
Ellerinde susturuculu silahlarla karşı gelmek isteyecek olanları engellediklerinde pencereden son giren kişi, maskesiz olan tek kişiydi. Sinan. Bakışları direkt beni buldu, gülümsedi. Ardından elindeki CD'yi havaya kaldırıp göz kırptı.
Stüdyo şefinin başına arkadan namluyu dayayan Giray onun kulağına bir şeyler söyledi fakat adam o an kendi ekibindeki insanların BL örgütünden çıkmasının şaşkınlığını yaşıyordu. Giray başını itip dediğini tekrar etti. Bunun ardından şef, spikere devam et hareketi yaptı.
Spiker bana döndü, artık gülümsemekte zorlanıyordu. Omuzlarımı dikleştirdim, ellerimi masanın üzerine koydum. Ardından nazikçe, "Öncelikle," dedim spikere. "Bir ıslak mendil alabilir miyim?"
"Anlamadım?"
"Islak mendil," dedim bir kez daha. "Alabilir miyim? Gerçekleri göstermem gerekiyor da."
Spikerin eli ayağı birbirine girdi, ardından önünde duran ıslak mendil kutusunu bana uzattı. Yavaş hareketlerle kutudan bir mendil çıkardım ve bakışlarımı kameralara çevirerek yüzümdeki makyajı silmeye başladım. Makyaj silindikçe gözümün altındaki morluk ve dudağımdaki yara ortaya çıkmaya başladı ama hepsini silene kadar bir an bile durmadım. Spiker tedirginlikle nefes alıp verirken çenemi de sildim ve oradaki yara izimi de açığa çıkardım.
Mendili masanın üzerine attıktan sonra üzerimdeki siyah gömleğin kapalı olan ilk üç düğmesini açtım ve ortaya Krallık simgesi çıktı. Ve bıçakla üzerine çizilen çarpı işareti. Marco'nun verdiği bıçakla, o damganın üzerine bir çarpı işareti atmıştım. Üzerini kapatmaktan çok daha iyiydi.
"Herkese yeniden iyi akşamlar," dedim kameraya bakarak. "Yüzümün bu halinin sorumlusu göğüskafesimden beni zorla damgalayan Krallık'tır."
On iki saat önce...
Bulunduğum odanın kapısı sertçe açıldığında oturduğum koltuktan kalkmam ve kendimi savunmak için ellerimi kaldırmam bir oldu ama gördüğüm yüz o iri adamlardan birine ait değildi. Gelen Marco'ydu.
Geçirdiğim saatlerden, hissettiklerimden olsa gerek aceleyle içeriye girdiğinde kendimi savunmaya devam ederek masanın arkasına geçtim. "Neden buradasın?" diye sordum tedirginlikle.
"Fazla zamanım yok," dedi Marco kapının olduğu tarafa bakarak. Kendimi savunmaya devam ettiğimi görünce, "Avukat," dedi başını iki yana sallayarak. "Sana zarar vermeye geldim."
"O halde neden geldin?" diye sorduğumda masanın arkasına daha fazla sindim.
"İnanmayacaksın ama sana yardım etmeye."
"Ne?"
Marco bir kez daha kapıya baktı, ardından ellerini masaya yerleştirerek fısıldadı. "Babanın idamı zaten onaylandı," dedi üzerinde bir an bile düşünmeden. "Dört gün sonra mahkemede de kayıtlara geçecek. Seninle oynuyorlar Avukat. Seni köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar."
Yutkundum. "Sana neden inanayım ki?" diye sordum. "Bana neden yardım edesin ki?"
Yeşil gözleri kısıldı, onu ilk defa bu kadar ciddi görüyordum. "Çünkü ailenle tehdit edilmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum," dedi ve küfretti. "Vaktim yok diyorum, beni anlıyorsun değil mi? Seninle oynuyorlar Avukat."
"Sana neden inanayım?" diye sordum bir kez daha. "Sen Krallık tarafındasın, o hastane odasında sessiz kalman bizim tarafımızda olduğunu göstermez. Onlar için çalışıyorsun ve..."
"Bütün bu dünya barışı, özgürlük, savaş, hiçbiri zerre sikimde değil," dedi Marco ciddiyetle. "Fakat çaresizliği önemserim çünkü ne yaşadıysan aynısını yaşadım." Dişlerini sıktı, biraz daha öne eğildiğinde artık kaçmıyordum. "Annemle tehdit edildim ve ben senin kadar şanslı değildim. Beni uyaran kimse de yoktu. Birisinin senin yüzünden ölmesinin ne demek olduğunu bildiğim kadar inandıklarından vazgeçmenin ne demek olduğunu da biliyorum." Bir bıçak çıkardı, masanın üzerine attı. "Kendini koru. Yayına kadar sessiz kal. Seni oradan çıkaracağız."
Babamın telefondaki sesi kulaklarımdaydı. Aslında idamının onaylandığını biliyordu ama bunu söyleyememişti. Benimle oynuyorlardı, oynamaya devam edeceklerdi, hatta aşağılamaya da devam edeceklerdi.
"Marco," dedim çenemi havaya kaldırarak. Bu kez ağlamıyordum. "Senden iki şey isteyebilir miyim?"
Marco gözlerini kıstı. “Benden bir şey istemediğin bir gün olacak mı?" diye sordu.
Söylediğini umursamadan, "Bana bir kâğıt ve kalem getir. Tugay'a yazacağım," dedim sakince. "Ve ona ulaştırmanı isteyeceğim."
"Neyim ben?" dedi Marco kaşlarını kaldırarak. "Güvercinin mi?"
"İkinci olarak," dedim yine söylediğini duymazdan gelerek. "Korumam, arkadaşım, dostum, Sinan. Ona bir şekilde haber uçur, yazlıktaki kuş bahçesine gitmesini ve soldaki kafesin altındaki kasadan babamın belgelerini almasını söyle. Şifresini biliyor."
Başını omzuna doğru yatırdı ve burnundan bir nefes verdi. Ardından cebinden bir kalemle kâğıt çıkardı. Bir kesekâğıdıydı, muhtemelen eskiden içinde mandalina vardı. Kaleminse kurşunkalemdi. Umursamadan hızla kısa bir not düştüm.
"Sevgili vazgeçmediğim müvekkilim,
Ölümler ve kayıplar olacak, haklısın ama sen özgürlüğüne kavuşacaksın Tugay Demir Çeviker. O özgürlüğe kavuştuğun anda seninle dans ettiğimiz şarkıyı dinleyeceğiz.
Ve unutmadan, mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz demiştin. Haklısın, insan özgürken de mahkûm hissedebiliyormuş, bunu sen bana öğrettin. İyi anlamda.
Daima Sevgili Avukat’ın olarak kalacak olan Eftalya Atalar"
Özgürlüğüne...
Kesekâğıdını katlamak yerine uçak yaptım ve Marco'ya verdim. Marco elimden uçak şeklindeki kâğıdı alırken, "Dünyanızda dinamitler patlıyor Avukat Eftalya Atalar," dedi. "Oyunun sırası mı?"
"Söylediklerimi yapacaksın değil mi?" diye sordum gülümseyerek. Normalde içimin rahat olmaması gerekiyordu fakat kendimi öylesine özgür hissediyordum ki… Çabalayacaktım, her şey için, Tugay için, babam için, inançlarım için ve bunu yaparken kendimden vazgeçmeyecektim.
Marco kâğıdı cebine koydu, ardından kargo pantolonundan iki tane mandalina çıkardı ve masanın üzerinden bana doğru yuvarladı. "İsteklerinin borcu," dedi mandalinaları işaret ederek. "Afiyet olsun Deli Avukat. Yemezsen asla isteklerini yerine getirmem."
Dediğini ikiletmedim. Zaten açtım.
Günümüz...
Çenemi havaya kaldırdım, kimbilir kaç milyon insan benim morluklarla dolu yüzümü izliyordu. Önemi var mıydı?
"Hukuka aykırı hiçbir şey yapmadım," dedim kendimden emin bir sesle. "Sadece bir müvekkili savunduğum için görmediğim zulüm kalmadı ve en sonunda babam üzerinden tehdit edildim. Bunları yanımda olun diye değil, gerçekleri görün diye anlatıyorum. Hatırlamanızı istiyorum, seneler önce insanlar düşüncelerini hiç çekinmeden dile getirebiliyordu. Şaşırmanıza gerek yok, fikir özgürlüğümü kullanıyorum ve kendimi savunmayı seçiyorum. Dövüldüm, aç bırakıldım, ötekileştirildim, küfürler yedim ama bütün bunların ortasında hâlâ korkmadan bu şekilde konuşabiliyorsam bence sizin de korkmanız için hiçbir neden yok."
Beni korkuyla izleyen spikere baktım. "Bir kadının gerçekten yanında olmak istiyorsanız onun yüzündeki izleri makyajla kapatmak yerine o izlerin oluşmasını engellemeniz gerekiyor. Bir kadının gerçekten arkasında durmak istiyorsanız tehditleri alkışlamak ya da bunlara boyun eğmek yerine yılmadan fikirlerinizi, haklarınızı savunmanız gerekiyor. Bir kadını gerçekten desteklemek istiyorsanız cinsiyetlere değil, şahsiyetlere bakmanız gerekiyor."
Spikerin dudakları aralandı. "Avukat," diye fısıldadı, bakışları stüdyoda dolaştı.
"Tugay Demir Çeviker'in avukatıyım," dedim başımı sallayarak. "Tehditle, zorbalıkla, tacizle değil, kendi isteğim ve rızamla avukatlığını yapıyorum. Özgürlüğüne kavuşana dek de durmayacağım. Ve bundan hiçbir şekilde utanmıyorum." Başımı salladım. "Bu cümlelerimin ardından başıma gelen herhangi bir kötü olayın tek sorumlusu Krallık'tır. Ve bu bir yardım çağrısıdır."
Sinan babamın kasasından aldığı CD'yi bilgisayara takmış olmalıydı, ekranlar kararmıştı. Karşımıza ne çıkacağını ben de bilmiyordum. Bir anda telefon konuşmaları kulaklarıma dolduğunda dudaklarım aralandı.
Eski başkan ile şu anki konuşuyordu. Babam yapacağını yapmıştı. Adnan Atalar resmen Tugay Demir Çeviker'in yaşlılığıydı.
"Pilotu ortadan kaldırmamız gerekiyor," dedi eski başkan rahat bir sesle. "Hakkımızda birçok şey biliyor, bu rahatsız edici."
"Tugay Demir…" Başkan nefesini verdi. "Neydi soyadı?"
"Tugay Demir Çeviker." O zaman hatırlamadıkları ismi sonradan hafızalarına kazınmıştı. "Bütün sırlara hâkim, en yakınımda ve tuhaf biri. Kimsesi yok, yalnız, ortadan kaldırdığımızda da sorgulayacak kimse olmayacaktır."
Spiker titremeye başladığında Giray öfkeyle şefi itti, ardından kendine çekip bir kez daha itti hırsla.
"Nasıl ortadan kaldırmayı düşünüyorsun?" diye sordu Başkan gülerek. Öyle soğuktu ki sesindeki o merhametsizlik taktığı bütün maskeleri yerle bir edecekti. "Aptal birine benziyor, ağzı var dili yok. Sırları dökmeye cesaret edemez zaten."
"Yine de beni artık rahatsız ediyor," dedi eski başkan. "Yardımınız gerekecek."
Sessizlik oldu, ardından Başkan'ın sesini duyduk. "Tamam, yardım edeceğim."
Siyah ekran normale döndüğünde ve kameralar yeniden beni çektiğinde şaşkınlıkla, "Ben hukuk kadınıyım," dedim başımı sallayarak. "Ve bu dinlediğiniz yasal olmayan ses kayıtlarıyla hiçbir alakam yok. Umarım bunu yayınlayan kişi en yakın zamanda ortaya çıkar."
Yayınlayan kişi Adnan Atalar'dı, bendim. Ve yalanlar en güzel rolleri getirirdi.
Krallık peşimdeydi, beni yakalamak için, suçlu çıkarmak için, karanlığa sürüklemek için ve belki de hapse tıkmak için ama her seferinde kurtulmanın bir çaresini bulabiliyordum. Ya bir gün bulamazsam ne olacaktı?
Binanın altından, uzaklardan çatışma sesleri geldiğinde bu kez gerçekten beni öldürmek için geldiklerini biliyordum ama örgütün de hazırlıksız olmadığına emindim. Ekran kapandığında ve yayın kesildiğinde oturduğum sandalyeden yavaşça kalkıp üzerimdeki ceketi çıkardım ve masanın üzerine attım. Spiker kadın öylece durmuş bana bakarken gülümsedim. "Sadece bir insanım," dedim. "Bana öyle bakma."
"Korkunç birisin," diye karşılık verdi kadın. "Umarım cezanı en yakın zamanda ödersin."
"Herkes gibi," derken başımı salladım. Ardından kameraların olduğu tarafa ilerledim, Javier’in de bana doğru yürüdüğünü gördüm. Pantolonunun cebinden bir kâğıt çıkardığında bu kâğıdın da hastane kâğıtlarından biri olduğunu fark ettim.
Giray sol tarafıma geldi, Sinan sağ tarafıma. Arkamıza ise bizi destekleyenler. Kâğıdı yavaşça açtığımda içinden pembe lotus çiçeği düştü, kurumak üzereydi. Farkındalık anlamına geliyordu. Tugay yine beni, hatta bizi tanımlayan bir çiçek göndermişti.
Kâğıdı açtığımda yüzümde gülümseme oluştu. Gözlerim kâğıdın altına kaydığında müzik notalarıyla karşılaştım.
"Benim Sevgili Avukat’ım,
Bu çiçeği günler önce hemşirelerden istemiştim senin için ve beni kırmayıp getirmişlerdi ama geçen gün seni gördüğümde vermeyi unuttum. Hayır, bunun hafızamla pek bir ilgisi yok, unutmamın yani. Tamamen seninle ilgisi var yoksa hafızam kötü olsa her kelimenin yaptığı vurgu aklımda böyle kalamazdı.
Sana herkesin önünde ceketlerini ilikleyeceğini, benim de hemen arkanda duracağımı söylemiştim. Değiştirelim onu. Bugünden sonra ben de senin önünde ceketimi ilikleyeceğim çünkü sana, gücüne, duruşuna ve her şeyine sonsuz saygı duyuyorum.
Özgür kaldığım ilk gün elbette dans ettiğimiz şarkıyı da dinleriz ama hemen yazının altında bir beste var on sekiz yaşında kendi kendime oluşturduğum, kimseye söylemediğim ve paylaşmam gereken kişiyi beklediğim.
O kişi sensin Sevgili Avukat.
Özgürlüğümün ilk gecesi, bir piyanonun başında, tek elimle sana bunu çalacağım. Çalmaya çalışacağım. Uğraşacağım. Bu bizim şarkımız olacak. Bana bu savaşın ortasında müzik verdin, bundan daha büyük bir hediye olamazdı. Ben de sana bir beste veriyorum sadece ikimizin bileceği.
Durma, devam et, yak, yık, yok et, beni kendine daha fazla hayran bırak. Kaçma, birlikte direnmeye devam edelim, yönetelim her şeyi. Benimle kal, sensiz bu savaşın tadı olmaz.
"Özgür kaldıktan sonra bile daima mahkûmun,
Tugay Demir Çeviker."
Özgürlüğüne değil, özgürlüğümüze!
Paragraf Yorumları