Üç ay önce...
Saat 07.45
Asla unutulmayacak o gün ve geceydi; tam on altı saat yirmi dokuz dakika sürmüştü.
Tugay Demir Çeviker'in odasının içinde ölüm sessizliği vardı. Öyle bir sessizlikti ki Tugay'ın kulaklarına dolan tek ses mektuptaki Eftalya'nın sesiydi. İmkânsızdı ama sesini duyabiliyordu, duymalıydı, duymak istiyordu.
Birinin ölümünü kabullenmek en zorudur diye düşünürdü her zaman fakat şimdi bir terk edişi kabullenmesi gerekecekti fakat bu terk ediş, ölümden çok daha beterdi, bunu anlamak zor değildi.
Çünkü ölen bir insan zorunlu olduğu için terk ederdi; Avukat yaşıyordu ve kendi isteğiyle Tugay Demir Çeviker'i terk etmişti.
O mektubu okuduğunun ilk saniyeleri ve ilk dakikaları piyanonun yanındaki sandalyeye sadece oturdu ve mektuptaki her satırı tekrar tekrar okudu; öyle çok okudu ki kaçıncı satırda hangi cümlenin yazdığını bilecek kadar okudu. En çok ezberlediği cümle ise Eftalya'nın korkusuydu.
Ben çok korkuyorum demişti. Hem kendimden.
Hem senden.
Zaaflarından vurmam demişti Avukat’ı; şimdi hissettiği tek duygu, zaafından vurulmuş olmasıydı.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 08.38
Piyanonun yanındaki sandalyeden hâlâ kalkabilmiş değildi. Mektubu okurken artık zaafı için değil, bir kurtuluş için okumaya yeniden başladı. Belki de gizli bir mesaj vardı, anlatmak istediği bir şeyler. Bu kez ezberlediği her cümleyi daha detaylı inceledi. Her cümlenin altından başka anlamlar çıkardı.
Ama içindeki bir ses aynı cümleyi tekrar ediyordu: Ne olursa olsun, ne anlatmak isterse istesin senden korktuğunu söylemez çünkü bunun senin zaafın olduğunu bilir.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 10.12
Saatlerdir o sandalyeden kalkmamıştı; kalkmamış değil, kalkamamıştı. Artık mektup piyanonun üzerindeydi, gözleri yataktaydı, ardından kapıdaydı ve en sonunda da aralık olan kapıdan koridora bakıyordu.
Belki de bir şakadır, diye düşündü Tugay. Ve belki de birazdan o kapıdan içeriye girecek.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 13.22
Tugay'ı yatak odasından kaldıran dürtü aşağıdaki kapıdan gelen sesti. Öyle bir koşarak aşağıya indi ki belki de ilk kez dengesini sağlamakta bu kadar zorlandı. Basamakları inerken yüzündeki o umutlu ifadeyi bir başkası görseydi Tugay'a katil değil, küçük bir erkek çocuğu diyebilirdi.
Fakat aşağıya indiğinde kapının açılmamış olduğuyla karşılaştı, sadece yanlış duyduğu bir sesti.
O an bakışları salona döndü, geri gelmiş olabilirdi; çekindiği için yatak odasına çıkmamış olabilirdi.
İlk önce salona girdi, ardından diğer odaları dolaştı ve bunu defalarca tekrar etti. Her odaya girdiğinde bir kez daha Avukat’ını görebileceğini düşündü.
Tek girmediği yer mutfaktı çünkü biliyordu, o mutfağa girerse asıl vedayla karşılaşacaktı. Tugay da en çok bunu bildiği için gerçekle yüzleşmedi, her odada Eftalya'yı aramaya devam etti, mutfak dışında.
Çünkü o biliyordu, umut biterse veda gerçekleşirdi; umudu bitmesin diye evin her odasında tekrar tekrar aramaya devam etti.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 15.42
Koşarak Eftalya için hazırlattığı bahçeye gitti. Kendisinden korkuyor olabilirdi ama biliyordu, Eftalya çiçeklerini bırakmazdı. Sığınmak istemediği kendisi olmayabilirdi ama belki de sığındığı çiçekleriydi; onlar Eftalya'yı korkutmazdı.
Ama gittiğinde o bahçede de yoktu. Sanki gözle görülür değilmiş gibi bahçenin her tarafında dolaştı, inşaatın çevresinde döndü ama yoktu.
Sonrasında birazdan gelebileceğini düşünerek çiçekleri suladı.
Zaten Tugay Demir Çeviker'in, Eftalya'nın çiçek bahçesinden vazgeçmemesinin bir nedeni de bir gün gelirse çiçeklerinin öldüğünü görüp üzülmesin diyeydi.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 16.55
Bütün riskleri göze alarak Ölüm Timi'nin inine gitti, ailesinin mezarları için. Belki de Eftalya ondan korkup kendi gerçek ailesine sığınmak istemişti. Biliyordu, kolyeden nereden olduğunu öğrenebilirdi, biliyordu, aslında onu bulmak hiç de zor olmazdı ama bir umut kendi içinde onu aklayarak durmadan Eftalya'yı aradı çünkü umudunu bitirmek istemedi.
Tugay Demir Çeviker, biraz da Eftalya Atalar'ın onu terk ettiği düşüncesinden kaçarak kendini kandırıyordu.
Mezarlıkta yoktu. Hatta hiç uğramamıştı bile.
Tugay'ın bakışları Adnan Atalar'ın mezarıyla kesişti ve dudaklarından tek bir cümle döküldü: “Kızın benden gitmez, öyle değil mi? O benden korkmaz.” Derin bir nefes verdi. “Sen korkar demiştin.”
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 18.12
Dışarısı soğuktu, kar yağıyordu, Eftalya Atalar paltosunu almamıştı.
Ve Tugay Demir Çeviker dış kapıya sırtını yaslamış otururken tek düşündüğü buydu; her şeye rağmen.
Bir yandan da verdiği sözleri düşünüyordu, hiç tutmazsa nasıl geçerdi hayat?
Henüz en güzel uçağını bile yapmamıştı.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 19.48
Yeniden yatak odasındaydı ama bu kez durup izlediği ne bir mektuptu ne bir yataktı ne de piyanoydu.
Önünde bir halka vardı, o halka bir yüzüktü. Başparmağıyla işaretparmağının arasında tuttuğu yüzüğe dakikalardır bakıyordu. Normalde gülünmezdi ama Tugay yüzüğe bakarken öyle bir gülmeye başladı ki daha çok kendisiyle alay ediyordu.
O bir Suç Kralı’ydı, katildi, kötü adamdı fakat her şeyden önce Eftalya Atalar'ın korktuğu kişiydi. Mektupta da bahsettiği gibi özgürlüğü tam anlamıyla tadamazken evlenmek de ne demekti?
Belki bir gün bu gerçekleşir umuduna bürünmesi bile aslında kendisinden vazgeçtiğinin bir kanıtıydı. Gerçekleşmezdi, o daima bu adam olarak kalacaktı.
O an ya o yüzüğü dümdüz edecekti ya da umudunu öldürmeden o yüzüğü saklamaya devam edecekti.
Tugay o an yüzüğü dümdüz edemedi, umudunu yaşatmaya devam etmek istedi çünkü biliyordu, o yüzüğü mahvederse bir daha bu hayatta hiçbir şeye inanmazdı. Belki bir ihtimal kendisinin iyi bir insan olabileceğine bile.
Eğer o yüzüğü yok ederse bu artık Eftalya Atalar'ın onun için tamamen bittiği anlamına gelirdi.
Sırf bunun için kendini kandırmayı seçti ve odadan çıktığı gibi ilk gittiği yer içki dolabı oldu; eline geçirdiği viski şişesini kafasına dikti. Söz vermişti, bu şekilde belki de sözünü tutacaktı.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 21.29
Mutfak kapısının pervazına omzunu yaslamıştı, sol protez avcunun içinde yüzük vardı ve hâlâ sağlamdı, sağ elinde ise alkol şişesi.
Tam karşısındaki masanın üzerinde ise yaprak sarması. Bir saattir o tabağı izliyordu fakat düşündükleri artık Eftalya'nın çok ötesindeydi.
Küçüktü, henüz bir çocuktu, bir yemek masasındaydı; annesiyle babası yine kavga ediyordu, masanın üzerinde ise annesinin yaptığı yaprak sarmaları vardı. En sevdiği yemek yaprak sarmasıydı, bu yüzden Tugay için yaprak sarması hazırlamıştı.
Çünkü o gün günlerden 29 Kasım'dı, Tugay Demir Çeviker'in doğum günüydü.
Babası elini sertçe masaya vurdu, ardından masadaki bir bardak yuvarlanarak yere düştü; Tugay çocukluk güdüsüyle yaprak sarmasının olduğu tabağı sıkıca tuttu. Bu kez babası bir kez daha masaya vurduğunda ve sert bir tokadı annesinin yüzüne indirdiğinde elinde tuttuğu tabak titremeye başladı. Bir kez daha tokat attı, annesinin ağzından kan gelmeye başladı; Tugay babasının o bağıran sesini kulaklarından silemedi.
Sonrası her zaman şahit olduğu o görüntülere sahipti ama devamında hayatındaki en büyük acısıyla yüzleşeceğinden habersizdi.
Babası annesine her zamanki gibi bağırdı, annesi bu yüzden Tugay'la Giray'a kadınlara bağırmamaları gerektiğini öğretti. Ben korkuyorum, demişti bir keresinde. Görüyorsunuz korktuğumu. Siz de başkalarını korkutmayın. Babanıza benzemeyin.
Sonra babası annesine bir tokat daha attı, annesi Tugay'la Giray'a hiçbir insana, özellikle kadınlara el kaldırmayın diye öğütlemişti. Ben korkuyorum, demişti bir kez daha. Vücudum izlerle dolu, siz başkalarının izlerine sebep olmayın, güzel izler bırakın insanlarda, yaraları olanların yaralarını sarın.
Fakat bu kez babası durmadı, tokatlar ona yetmedi, eline masadaki ekmek bıçağını aldı. O sırada Tugay'ın elindeki tabak korkuyla yere düştü, yaprak sarmaları parçalara ayrılarak dağıldı.
İçgüdüyle annesinin önüne gitti, babasının elinde bir bıçak vardı, havaya kaldırmış, sıkıca tutuyordu. O an bir çocukluk güdüsü müydü yoksa babasının gözlerinde gördüğü ifadeden mi bilinmez, annesini öldüreceğini anlamıştı. O bıçak kendisine saplansın istedi çünkü kendisi çocuktu, yaşamayabilirdi fakat annesi hep acıyla yaşamıştı, mutlu bir hayata devam ederdi.
“Baba,” dedi Tugay korkuyla titrerken. “Yapma, anneme vurma. O çok ağlıyor.” Annesinin arkadan ağlayan sesi geliyordu, bir yandan da Tugay'ı çekmeye çalışıyordu fakat Tugay hâlâ küçük boyuyla annesinin önünde durmuş babasını engelliyordu. “Vurdun ya ona, yetmez mi? Geçmedi mi sinirin?” Aniden sırtını döndü kendisine vurması için. Babası hep sırtına vururdu. “Ben buradayım.”
Her kavga ufacık bir konuyla başlardı, her kavganın sonunda annesi şiddet görürdü ve her şiddetin sonunda annesi, Tugay'ın veya Giray'ın kucağında ağlardı.
Birbirini hiç sevmeyen ebeveynlerle büyüyen çocuklar, günü geldiğinde ya sevgiye aç olurlardı ya da olmaktan korktuğu ebeveynine dönüşürlerdi. Sevgiye aç olan çocuk, büyüdüğünde bir saç okşanmasını bile merhamet sanabilirlerdi, halbuki o eller bazen saçlara zarar vermek için dokunurdu ama bilemezdi çünkü sevgiyle saç nasıl sevilir görmemişti.
Zarar vermiyorsa seviyordur, düşüncesiyle büyüyen bir çocuğa merhameti öğretmek için saçlarını sevmekten önce gerçek sevginin aslında nasıl olduğunu göstermek gerekirdi.
Daha kötüsü sevgiye aç kalmayıp korktuğu ebeveynine dönüşmekten korkan ve en sonunda korktuğunu yaşayan çocuklardı. Zarar vermiyorsa seviyordur, demezler; sevgi zarar vererek gösterilir olarak kendilerini büyütürler. Bu yüzden nice insan dövülmenin şiddetinden ziyade, dövüldükten sonraki özre muhtaçlardı çünkü kendi çocukluklarından kimse özür dilememiştir.
Tugay, hem sevgiye aç büyüyecek hem de babasına dönüşmekten delicesine korkacaktı.
Ellerini kaldırıp babasını durdurmak istedi, annesini kurtarmak için bıçağın önüne atlamayı bile göze aldı ama babası bu kez de onun yüzüne tokat attığında diğer tarafa doğru savruldu. Ağzının içinde kan tadı vardı.
Sonra bir canın yok oluşu, sadece yedi saniye sürdü. Tam yedi saniye, yedi bıçak darbesi. Babası ilk önce karnından bıçakladı annesini, ardından kalbinden, sonra bir kez daha karnından ve art arda kalbinden. Oluk oluk kan akarken annesinin çığlığı sadece yedi saniye duyuldu, yedi saniyenin sonunda annesi yere yığıldı. Gözleri açıktı, yüzü Tugay'a dönüktü ama artık ölüydü.
Ve o masadaki tartışmalarının nedeni, babasının yaprak sarmasını tuzlu bulmasıydı.
Bir önceki kavgalarının nedeni annesinin gülüşüydü, ondan önceki kavgaları yemek sofrasının beş dakika geç kurulmasıydı.
Fakat o gün annesinin ölümü, Tugay için hazırlanan bir yaprak sarmasıydı; eğer doğum günü olmasaydı ve annesi Tugay için o yaprak sarmasını yapmasaydı belki de ölmeyecekti.
Babası elinde bıçakla Tugay'a baktı; sinir krizi geçiriyordu, Tugay ise o an bir çocuğun yapabileceği en kolay şeyi gerçekleştirdi: Kaçtı.
Ve kaçtığı yer bir mutfak dolabından başka hiçbir yer değildi, o aralıktan babasını izledi. Bir umut annesine baktı ama ölmüştü, bunu çok iyi biliyordu. Çünkü annesi yaşasaydı, odasına gitmesini ve bütün bunları izlememesi gerektiğini söylerdi.
Saniyeler dakikalara dönüştü ve sonrasında babası ortadan yok oldu; dolabın içinden neredeyse geri çıkacağında elinde bir baltayla geri döndü ve annesini o koridordan sürükleyerek çıkardı. Birçok insan Tugay'ın annesinin baltayla öldürüldüğünü düşündü ama balta sadece babasının annesini tamamen yok etmesi için kullandığı bir silahtı.
Annesinin mezarının içi boştu, annesinin vücuduna ne olduğunu bile bilmiyordu.
Babası evden çıkıp gittikten sonra dolabın içinden çıktı ve dağınık yemek masasına baktı, yerdeki yaprak sarmalarına, kan lekelerine.
Sonra sakince başka bir tabağa yaprak sarmalarını aldı, hayır gözyaşı yoktu ama ellerinde kan vardı, vücudunda kan vardı, görebildiği sadece annesinin onun için hazırladığı yaprak sarmalarıydı.
Uzun bir süre o yaprak sarmasının olduğu tabağa baktı, yemesi gerekirdi ama yiyemedi, devam edemedi, sonra sanki annesinden kalan tek hatıraymış gibi gidip o tabağı odasına sakladı, yatağının altına.
Ta ki o sarmalar küflenip babası tarafından bulunarak çöpe atılana kadar.
Tugay'ın en büyük pişmanlığı ise o yaprak sarmalarını gömmemekti.
Adımları mutfağın içine ilerledi, kendisini sandalyeye bıraktı ve elindeki yüzüğü masaya bıraktı. Gözleri yaprak sarmasından ayrılmazken annesi onu terk ettiği gün, yaprak sarması yapmıştı.
Şimdi yeniden yüzleşti.
Eftalya Atalar onu terk etmeden önce yaprak sarması yapmıştı.
Annesi öldüğünde şaşkınlıktan akıtamadığı gözyaşlarını o masada oturup akıtmaya başladığında Tugay hıçkıra hıçkıra ağladı. İyileşir sandı, daha fazla yara açıldı, geçer sandı, daha da derinleşti; affeder sandı, kendinden biraz daha uzaklaştı. “Anne,” dedi ağlayışının arasından, ilk defa, seneler sonra bir çocuk gibi anne diye ağlıyordu. “Anne,” dedi bir kez daha. Annesi olsa anlatırdı, annesi olsa geçebilirdi.
Ne çocuk olan Tugay Demir Çeviker ne de yetişkin Tugay Demir Çeviker bir kez daha terk edilişi kaldıramadı.
Masanın başında öyle bir ağladı ki biliyordu, ağlayan çocuktu, çocukluğuydu, kendisi değildi. “Anne,” dedi bir kez daha. “Çok acıyor, sen zorunluydun, o kendi isteğiyle gitti.”
Eftalya Atalar bu kez bilmeden başka bir zaafına bıçağı saplamıştı, belki de gitmeden iyilik yapmak istemişti ama bu Tugay'ın en büyük acısı olmuştu.
Kollarını masaya yasladı, başını kollarına ve çocuk gibi ağlamaya devam etti.
Yine de o tabağı kaldırıp fırlatamadı, içinde bir ümitle Eftalya gelirse diye. Çünkü geri dönerse yaprak sarmalarıyla da barışırdı.
Hayır, terk edilmiş olamazdı; biliyordu, Avukat’ı geri gelecekti.
Saat 23.29
Tugay mutfak masasında oturmuş, öylece boşluğu izliyordu.
Ses yoktu, kimse yoktu, yalnızdı; kimse gelmemişti, giden gitmişti zaten.
Ve masanın üzerinde bir tabağın içinde sözü verilen yaprak sarmaları vardı.
Tabağın hemen yanında ise Tugay'ın günler önce aldığı, güneş simgeli evlilik teklifi yüzüğü.
Ne ağzına sarmadan sürebilmişti ne de yüzüğü yeniden eline alabilmişti. Gözyaşı yoktu, öfke yoktu, nefret yoktu; tek bir duygu vardı.
Acı. Sadece acı. Avukat’ına bütün bu savaşlara, acılara rağmen bir umutla evlilik teklifi edecek, belki bir gün kurtulurlarsa bu kez o yüzüğü huzurla parmağına takmasını sağlayacaktı.
Aşkla. Gerçek bir aşkla.
İnandığını sandığı ama inanmaması gereken aşkla.
Üçüncü paket sigarasını bitirirken ikinci şişe viskisini de içiyordu.
Biliyordu elbet, bir nedeni vardı gidişinin. Fakat bunların hiçbirisi Tugay'ın içini soğutmazdı çünkü ne olursa olsun Tugay Demir Çeviker, Eftalya Atalar'ı bırakmazdı. Hiçbir sebep onu terk etmesine itmezdi, yapayalnız bırakmazdı. Şu an onu bıraktığı gibi.
Sarmaya doğru uzandı, yüzünde silik bir tebessüm oluştu. Acaba tadı nasıldı? Güzel olmamalıydı, güzel miydi? Neden güzeldi? En son annesinin ellerinden yemişti, o gitmişti; şimdi Avukat’ı yapmıştı, o da terk etmişti.
Öyle sert bir şekilde tabağı fırlattı ki, tabak duvara çarpıp tuzla buz oldu.
Biliyordu elbet, bu cümleleri kurmasa Tugay'ın onu bırakmayacağını fakat böyle bir terk ediliş, annesinden sonraki en acı tecrübesi olmuştu.
Evin kapısının açıldığını duyduğunda baştan sonra ezberlediği mektubu itekledi ve koşar adımlarla, “Sevgili Avukat,” diyerek kapıya doğru ilerledi. Bu ona son Sevgili Avukat demesiydi, bilmiyordu.
Bugünden sonra artık ezberleyecekti; o Eftalya Atalar'dı, anlamı denizkızı olan.
Kapı açıldı, Giray'ı gördü ve Giray'ın elini tuttuğu küçük kardeşi Nida'yı.
Birisi gitti, bir başkası geldi; gözleri dolduğunda Tugay daha fazla ayakta kalamayarak dizlerinin üzerine çöktü. Bu yıkımla son dizlerinin üzerine çöküşüydü.
Avukat, Eftalya Atalar aklından geçeni yapmıştı; Tugay Demir Çeviker'i terk etmişti.
Saat 23.58
Terk ediliş, Nida'nın tek bir sorusuyla cümlelere döküldü.
“Eftalya,” dedi Nida. “Eftalya anne nerede?”
Tugay duyduğu kelimenin yıkımıyla derin bir nefes verdi, hemen sırtını döndüğü yerde yaprak sarmaları vardı.
Yüzük ise belki de ebediyen artık yok olacak, umut tamamen bitecekti.
“Eftalya,” dedi Tugay. “O denizkızıydı, okyanusuna döndü, bizi terk etti.”
Tam on altı saat yirmi dokuz dakika. Tugay'ın Eftalya'nın onu terk edişini kabullenme süresiydi ve hayatında birçok işkence görmüştü fakat en acı vericisi on altı saat yirmi dokuz dakikada gizliydi.
Öyle ki iki dakika on yedi saniye artık Tugay için hiçbir şeydi çünkü Eftalya onun sol kolu olduğunu söyledikten sonra gitmiş, bir kez daha o kolunu kaybetmesine neden olmuştu.
Evet, Tugay Demir Çeviker terk edilmişti; artık gerçeği biliyordu, Avukat’ı geri gelmeyecekti.
Eftalya Atalar
Tugay Demir Çeviker, ela gözleri, kumral saçları, uzun boyu, kuvvetli duruşu ve keskin bakışlarıyla üç ay sonra tam karşımdaydı, hayal değildi.
Zihnimin bir yerinde onun gibi bir adamın hayal ürünü olabileceğini düşündüğüm için belki de o yokken bir hayale dönüşmüştü ama şimdi her zerresiyle karşımdaydı. Canlıydı. Canlıydı değil mi?
Bakışlarından anlıyordum ki canlıydı çünkü hayallerimde bana bu kadar uzak bakmazdı.
Bugün ya en acı verici yüzleşme gerçekleşecekti ya da gerçek bir veda. Bunu hissediyordum.
Kalbimin atışları kulaklarımdaydı, sanki yerinden çıkıp dile gelecekti ve Tugay'a bütün sırları dökülecekti, öyle bir kalp atmasıydı bu. Tugay'a her şeyi tek tek anlatacak, anlattığı her sırrın ardından bir kez daha ve bir kez daha ona sarılacaktı.
O beni öptüğünde bile kalbim bu kadar hızlı atmamıştı ama aylar sonra onu görmüş olmak ve üzerine bu yüzleşmeyi yaşamak aslında nasıl da hazır olmadığımı gösteriyordu. Sanki içimde daha dün görmüşüm gibi bir his de var ama bir yandan da bunun durmadan onun hayalleriyle kendimi iyileştirdiğimden ötürü olduğuna emindim. Aslında dün görmüştüm, bir hayal de olsa benim yanımdaydı.
Delirdiğimin farkında mıydı acaba? Deli gibi görünüyor olabilir miydim? Beni öyle bir izliyordu ki sanki onun hayal ürünü de bendim, öyle bir bakıyordu ki sanki o da benim gerçekliğimi sorguluyordu.
Gözlerim gözlerinden ayrılıp sağ eline doğru kaydığında avcunun içindeki sigara yanık izlerini gördüm, çok fazlaydı. Aylar önceki sohbetimiz aklımda dönmeye başladı.
“Hey,” diye inledim ve uzanıp sağ elini tuttum. “Ne yapıyorsun sen?”
Bir anlık afalladı, bana baktı, ardından eline baktı ve yutkunduğunda, “Ben,” dedi duraksayarak. “Alışkanlık.” Avcunu açtığında sönmüş izmarit yere düştü, avuçiçinde hafif bir yanık izi kaldı. “Hapishanede gizli gizli içildiğinde bu şekilde söndürüp saklıyordum,” dediğinde kendisi de yaptığının şaşkınlığındaydı çünkü artık özgürdü. “Boş bulundum.”
Kötü hissetmemesi için, “Anladım,” dedim ve sağ eline uzanıp avcunun içine üfledim. “Yine de bence insanlar sigarayı avcunun içinde söndürmemeli.” Güldürmeye çalıştım ama gülümsemedi. “Bir daha bunu yapma lütfen.”
Avcunun içine bakarken büyük bir nefes verdim. “İşte,” dedi ağzının içinde. “Belki gittiğin yerde avcunun içinde sigara söndürmeyen normal bir insanla tanışırsın.”
Başımı iki yana salladığımda, “Ben sigaranın yanığından bile korkan insanları sevmem Tugay Demir Çeviker,” dedim. Gözlerimiz kesişti. “Fakat senin de kendi canını böyle yakmana izin vermem.”
Gülümsemesi hüzünlüydü. Protez eli havaya kalktı, yanağıma yerleştirdi. Yaklaşıp alnımdan öptüğünde bir kez daha derin bir nefes verdi. “O halde sen varken sigarayı avcumun içinde söndürmemem gerektiğini bileceğim,” dedi. “Teşekkür ederim.”
Ben gitmiştim ve o şimdi bütün o hapishane alışkanlıklarına geri dönmüştü.
Tugay Demir Çeviker, herkesin gördüğü Tugay Demir Çeviker'e dönüşmüştü, benim Tugay'ım ise fazlasıyla uzak görünüyordu çünkü biliyordum; benim Tugay'ım sağ elini uzatmaz, o elini benden gizlerdi.
Şimdi bana yerimi belli etmek istercesine sağ elini uzatıyordu, bu da bir çeşit savaştı.
Yutkunduğumda sağ eline bakmaya devam ettim. Benim tarafımı gösteriyordu ve olur da elini sıkarsam onun sağını kabullenmiş olacaktım. Fakat bir kez olsun ona dokunma hissiyle elini sıkmak istediğimi fark ettim, sağ eli olsa bile. Her ne olursa olsun bir kez ona dokunsam hissettiğim acı da geçecekmiş gibi geliyordu.
Eftalya Atalar'ın yine iki yolu vardı, ya sağ eline dokunmayacak solunda kalmaya devam edecektim ya da o eli sıkacak, kendimi sağına layık görecektim.
Gözlerim yeniden gözlerine tırmandığında sakin bir şekilde bana baktığını gördüm; ifadesine öyle bir perde çekmişti ki sadece bir anlık beni zerre umursamadığını bile düşündüm. Bunu düşünmek, Tugay tarafından umursanmadığımı düşünmek neden bu kadar kötü hissettiriyordu? Olması gereken bu değil miydi?
Sağ elini tutmamı mı istiyordu?
Hayır bunu asla yapmayacaktım, ben yine ve yine birinci yolu seçtim, Tugay'ın sağ elini sıkmadım.
Dudaklarımı ıslatıp kollarımı hızlıca önümde bağladım, eli havada kaldı. “Sağ elini sadece sigara yanıklarına merhem sürmek için tutarım,” dedim çenemi havaya kaldırarak. “Onun dışında indir elini, bunu asla yapmayacağımı biliyorsun. Sen beni sağına layık gör, ben seni sağıma almayacak, solumda tutacağım.”
Tugay kelimelerimin ardından kaşlarını havaya kaldırdı fakat elini de indirmedi. “O halde bu hiçbir zaman tutmayacağın anlamına geliyor,” dedi. “Çünkü merhemle geçmeyecek kadar derin izler oluştu.”
Derin bir nefes verdikten sonra, “Bu alışkanlığından vazgeçmiştin,” dedim elini göstererek. “Yeniden...”
“Ve yeniden mahkûm oldum, hapishaneye döndüm, alışkanlıklarım da geri geldi. Özgürlüğüm sendin ya, gittin bak mahkûmiyeti gökyüzüne rağmen hissediyorum. Üstelik bu hücrede çok daha fazla işkence gördüm.” Lafı ağzıma tıktığında sesindeki o baskın ifade hem bir yandan rahatsız etmiş hem de bir yandan yutkunmama neden olmuştu. Kurduğu cümlenin altında birçok anlam vardı.
Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığımda gözleri sadece bir anlık beyaza boyanmış saçlarıma kaydı. Neden güçlü durmak için bir çaba içerisindeydim ki? Neden kendimi iyiymiş gibi gösteriyordum ki? Kötüydüm, berbattım, hatta nefes bile alamayan bir kadından ibarettim sanki.
“Son mailimi aldın,” dedim sadece sakin görünmeye çalışarak. “Önemseyip gelebileceğini düşünmemiştim.”
Tek kaşını havaya kaldırdı. “Ne maili?”
Yüzüme ağır bir tokat yemiş gibi hissettim. “Sen,” dedim, ardından bağladığım kollarımı açtığımda nasıl hareket edeceğimi bilemedim. “Sen,” dedim bir kez daha. “Neden geldin ki buraya?” Soruyu sorma nedenim farklıydı ama sanki onu burada istemiyormuş gibi algılandığına öylesine emindim ki ağzımdan çıktığı an çoktan pişman olmuştum.
Tugay'ın sanki bir anlık yüzündeki perde kalktı, gerçek ifadesi gün yüzüne çıktı ama öyle profesyonel bir şekilde bunu düzeltti ki tam olarak anlayamadım. Boğazını temizledi, kaşlarını kaldırdı, ardından, “Ne mailinden söz ettiğini anlamadım,” dedi, omzunu indirip kaldırdı ve sağ elini cebine attı. “Ben babana verdiğim bir sözü gerçekleştirmek için geldim.”
Babamın adını duyduğum an ürperdiğimi hissettim. “Ne sözü?”
Tugay cebinden bir mektup çıkarıp bana uzattı; o mektubu gördüğüm an bu kez kalbim acıyla kasılmaya başladı. “Bu mektubu sana vermemi istemişti. Geçen gün,” umursamaz bir ses tonu vardı, “odamda dolaşırken bu mektuba denk geldim. Halbuki aklımdan çıkmıştı, bir söz verdiğimi hatırladım, sana vermem gerekiyordu.” Mektubu bana biraz daha yaklaştırdı. “Ve sözümü tuttum, mektup senindir artık.”
Afallamış bir şekilde ona bakarken, “Yani sen,” dedim, ardından sol elimi uzatıp titreyen bir şekilde mektubu elinden aldım. “Mailleri almadın mı?”
“Ne mailinden söz ediyorsun?” diye sordu bir kez daha. Protez olan sol elini yavaşça saçlarına daldırdı, eldivenler yoktu; takmak bile istememişti.
“Hiç.” Bakışlarım mektup zarfında gezindi. “Ben sanmıştım ki...” Ben sanmıştım ki beni merak ettin, kötü olduğum için geldin, bir kez olsun sarılmak için. Bir kez olsun gülümsemek için. Bir kez olsun beni görebilmek için. Gözlerimi sıkıca yumdum ve geri açtığımda bakışlarımı ona çevirdim. “Teşekkür ederim, sözünü tuttuğun için.”
Başını salladı, derin bir nefes verip etrafa baktı, sonrasında ise gökyüzüne. “Havayı bu kadar soğuk beklemiyordum, Türkiye'de hava epey sıcak.” Gözlerini kıstı ve sırıttığında çekici görüntüsü daha da çekici bir hal aldı. “Eh, sıcak, çıkardığım yangınlardan da olabilir tabii.” Bakışları yeniden bana döndü. “Sen de değişmişsin,” saçlarıma baktı, “renkler filan.” Başını salladı. “Tanınmıyorsundur umarım. Nasıl gidiyor hayat?”
Dikkatli bir şekilde ona bakarken, “Sen,” dedim. Ardından, “Ne?” diye mırıldandım. “Sen bana...” boğazımı temizledim. “Bana söyleyeceğin bir şey yok mu?”
Başını omzuna doğru yatırdı, gözleri dikkatli bir şekilde beni süzdü. “Ne gibi Mermaid?”
Ya harika bir oyuncuydu ya da gerçekten umurunda değildim. Birinci seçeneğin daha kuvvetli bir ihtimal olduğuna emindim ama bir yanım da Tugay'ın bu ihaneti asla affetmeyeceğine neredeyse emindi. Birini unutmak isterse unuturdu, yine de bu kadar rahat davranmazdı, bilirdim.
“Bilmiyorum,” dedim kekeleyerek. Beni resmen bir geri zekâlıya dönüştürmüştü. “Hesaplaşma yok mu? Yaşanılanları konuşmak? Bütün bunları...”
“Neyin hesabını soracağım?” dedi rahat bir sesle ve çenesiyle beni işaret etti. “Bir zamanlar avukatımdın, sonra aramızda ufak tefek, gelip geçici bazı yakınlaşmalar oldu ve sonrasında da...”
“Ufak tefek, gelip geçici?” diyerek sözünü kestim.
Tugay bocaladı. “Yani hatırladığım kadarıyla...” gözlerini kıstı, “yanlış da hatırlıyor olabilirim, bu aralar hafızam çok kötü... Pek düşünmedim üzerinde.”
“Sen,” dedim bu kez. “Unutmazsın ki benimle ilgili hiçbir şeyi.”
Tugay başını iki yana salladı ve lafımı duymazdan geldi. “Hatırladığım kadarıyla öpüşmek ve benim senin üzerine şarap döküp sonrasında da yatağa yatırarak elimle seni...”
“Hey,” dedim ellerimi kaldırarak. “Tamam, evet, öyle.” Daha fazlasını dinlersem yüzümden her duygumu okuyacaktı, biliyordum. “Evet, öyle ama ufak tefek demek...” Dudaklarımı ıslattım. “Yani bilmiyorum...”
Tugay alayla dudaklarını büktü. “Ufak tefek olmasa ayrılmazdık öyle değil mi Mermaid?” dedi. “Beni bırakmamış olurdun. Demek ki ufak tefekmiş ki bitebilmiş, gidebilmişsin, unutabilmişiz.” Cümleleri öyle ağır bir bıçak gibi saplandı ki bir süre konuşamadım.
“Yine de,” dedim lafı değiştirerek. “Bütün o yakınlaşmalarımız bir yana, seni bu özgürlük yolunda yalnız bıraktım ve sen yarı yolda bırakılmaktan hoşlanmazsın.”
“Kim hoşlanır ki yarı yolda bırakılmaktan?” diye sordu. “Sen hoşlanır mısın?” Soruları bile diken etkisi yaratıyordu. “Elbette hoşlanmadım ama sana da ağır geldi bir şeyler. Lider olamadın, o dürtü yoktu sende.” Kaşlarım çatıldı. “Bir örgütü yönetmek sana göre değildi, ağır geldi, yaşadıkların da ağırdı. Kaçmayı tercih ettin. Kişisel değil, mantıklı tarafından baktığımda hak veriyorum, biz biraz duygusal baktık sanırım olaya ya. Şimdi karşımda örgütümün eski bir üyesin, lider bile değilsin.” Dişlerimi sıktığımda öfkelenmeye başlamıştım, amacı bu muydu? Beni daha fazla delirtmek miydi? “İlk günler öfkeliydim elbet ama sonra hak da verdim, kim olsa benden kaçardı.”
“Bu da ne demek?”
“Senin de söylediğin gibi,” dedi keskin bir sesle. “Korkunç bir adamım demek.”
Sessizlik.
“Bıraktığım mektupta yazanlar...”
“Pek hatırlamıyorum,” dedi bir kez daha. “Bir kez okudum, ardından sana daha fazla öfkelenmemek için yırtıp attım.”
“Tugay,” dedim kendimi tutamayarak. “Beni delirtmeye mi çalışıyorsun şu an?”
“Neden?”
“Bana,” dedim, geriye doğru bir adım atıp ellerimi iki yana açtım. “Aylar sonra bir mektubu vermek için buraya geliyorsun, öfke yok, acı yok, nefret yok, sevgi...” Sustum, dikkatli bir şekilde beni izlemeye devam etti. “Hiçbir şey yok. Öylesine biriymişim gibi benimle sohbet mi edeceksin sahiden?”
“Mermaid,” dedi üzerine bastıra bastıra. “Ben bağırıp çağıran bir adam değilim, bilirsin. Ama yeniden tanışmamızı mı istersin?”
“Bu da ne demek? Beni tanıyorsun zaten, biliyorum.”
“Elbette,” dedi, ardından dudakları alayla kavislendi, her zamanki gülümsemesi yoktu; o hep bana gülümserdi. “Adın Eftalya, anlamı denizkızı, zorla öğrettin bana, öğrendim artık. Aksini ikimiz de iddia edemeyeceğimiz kadar sert bir şekilde öğrettin hem de.”
Mailimi almamıştı, bunu görebiliyordum; bunu bana gösteriyordu.
Diğer söylediklerini duymazdan gelerek, “Bağırıp çağırmanı istemedim zaten,” dedim ama bunu söylerken sesim yüksek çıkıyordu. “Sadece...” Sustum. Haklıydı, neyin hesabını soracaktım ki? Demek ki beni atlatmıştı, demek ki söylendiği gibi adımı bile anmıyordu, demek ki beni gerçekten öldürmüştü.
Fakat tam o esnada gözlerim göğüs kafesine doğru indi; açık olan gömleğinin düğmelerinden bize hediye aldığı kolyesini gördüm.
Dayanamadım, üzerinde düşünsem belki yapmazdım ama o an açık olan gömleğinin ilk iki düğmesinden görünen kolyesine uzanıp sertçe tuttum, temasım karşısında kasıldı ama hareket dahi etmedi. Kokusu burnuma dolduğunda yüzüm yüzüne bir karışlık mesafedeydi, kolyeyi yavaşça çekiştirdim. “Bu kolyeyi neden takıyorsun o halde?” diye fısıldadım.
Gözlerimin içine bakarken, özellikle bu kadar yakın mesafedeyken kalbimdeki özlem öyle bir harlanıyordu ki tutup çekmek, öpmek, sarılmak, kollarının arasında saatlerce ağlamak istiyordum. Ama tek yapabildiğim onun yüzüne bakmak oldu.
O da sağ elini havaya kaldırdı, elimi itekleyecek sandım ama boynuma doğru yaklaştırdı ve ateş gibi teni, benim tenimi yakarken heyecandan neredeyse bayılacaktım. Elini yavaşça boynumdan aşağıya indirdi, parmakları gerdanımı okşadı ve zincirini tutup kolyemi açığa çıkardığında dudaklarını ıslattı, yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırıp, “Sen neden takıyorsun?” diye sordu. “Çünkü bu benim hediyemdi, kendi kolyemi takabilirim ama sen, benim sana aldığım o kolyeyi hâlâ takıyorsun. Terk etmek bu değildir, Mermaid, birini terk ediyorsan üzerinde ondan bir parça taşımamalısın.”
Dudaklarımı ıslattığımda daha fazla dayanamayıp geri çekildim ve birbirimizden uzaklaştık. Sorusuna cevap vermek yerine, “Yani bana karşı bir öfken yok mu?” diye sordum.
“Yok.”
“Kırgınlık?”
“Yok.”
“Nefret?”
“Yok.”
“Özlem?”
Ani sorumun karşısında duraksadı, bir kez daha beni süzdükten sonra, “Arada sırada arkamı toplayacak bir avukata ihtiyacım olmuyor değil,” dedi alaylı bir sesle. “Ama hallettim onu da.”
“Hallettin mi?”
“Hallettim.”
“Nasıl?” Tugay sessiz kaldı. “Bir avukat mı buldun?” Yine sessiz kaldı, gözlerim irileşti. “Örgüte birini mi aldın?”
“Avukat’ımı buldum mu?” dedi dilini damağına vurup. Avukatım.
“Avukat’ım mı?”
“Sen beni sorguluyorsun şu an, ben sorgulamıyorken üstelik.” Hafifçe omzuma dokunup sıvazladı, bir dostmuş gibi. Dost gibi. Dost! “Biz düşman değiliz, bana iyiliğin çok dokundu, sana düşman olamam, biliyorsun.”
“Sen,” gülmeye başladığımda artık öfkeden titriyordum, “beni delirtmek için...” yüzümü avuçlarımın arasına aldım, “o halde madem her şey bu kadar normal, neden geldiğini kâğıttan bir uçakla haber verdin?” Gözlerini kıstı. “Pekâlâ, yerimi biliyorsan kendin de gelebilir...”
“Ben senin gibi güzel olan saçlarımı boyayıp onları gizlemedim, senin mucize gibi olan lekelerini kapattığın gibi ben de izlerimi kapatmadım, senin bütün renklerine rağmen renksiz kıyafetlerin ardına gizlendiğin gibi olduğum kişiden farklı bir şekilde giyinmedim.” Tek tek beni sıraladı, ardından kendini işaret etti. “Ben Tugay Demir Çeviker'im, dünya üzerindeki birçok insan artık bu yüzü tanıyor, öyle elimi kolumu sallayarak bir kütüphaneye giremem.”
Başımı iki yana salladım. “Tek neden bu mu?”
O an beni şaşırttı. “Elbette tek neden bu değil.”
“Peki ya ne?”
“O uçağı bırakarak başka bir sözümü gerçekleştirdim diyelim.” Çenesiyle beni işaret etti. “Senin aksine, ben sözlerimi tutmak konusunda oldukça iyiyimdir çünkü.”
“Ne sözü?”
“En güzel kâğıttan uçağı yapmayı başarabildim çünkü onu doksan bir gündür beklettim.”
“Ne?”
Elleri ceplerinde arkasında kalan dönme dolaba baktı, gecenin yıldızları ve sokaktaki ışıklar onun yüzünü aydınlatıyordu; dönme dolaba bakarken aklından ne geçtiğini çok iyi biliyordum. “Yükseklik korkun var biliyorum ama biraz cesur bir kadınsın ve benimle...”
“Biraz cesur mu?”
Başını bana çevirdi. “Yanlış bir şey mi söyledim?”
“Sen,” dedim üzerine bastıra bastıra. “Beni öfkeden deliye döndürmek istiyorsun çünkü beni çok iyi tanıyorsun. Üstünlük kuracaksın, o çeneni kaldırıp bana bakacaksın, umursamayacaksın hatta ve ben delireceğim öyle mi? İntikamın bu mu?” Başımı iki yana salladım. “İstediğini vermeyeceğim, ayrıca bir daha omzuma dostummuşsun gibi dokunursan o elini kırarım senin.” Üstün bir şekilde bana bakmaya devam etti ve alayla güldü. “Beraber yatağa girdiğim, çıplaklığımı paylaştığım, öpüştüğüm, âşık olduğumu söylediğim adam benim dostum olamaz, duydun mu beni? Beni unuttuysan hatırlamış oldun böylelikle.”
Yüzüme uzun bir süre baktı, ne düşündüğünü anlayamadım ama en sonunda, “Ne?” dedi başını yana eğerek. “Tam dinleyemedim, aklımdan başka bir şey geçiyordu, ne söyledin, bir daha söyler misin?”
“Benimle savaşıyorsun öyle değil mi?” Dişlerimin arasından konuştuğumu o an fark etmiştim. “Pes edene kadar da bana bu adamı oynamaya devam edeceksin. Umursamaz, kötü, beni görmezden gelen, hatta herkes gibi davranan...” Alayla gülümsedi. “Herkese nasılsan şimdi bana da öyle mi davranacaksın?”
Bütün cümlelerimin ardından, “Buralarda güzel bir bar var mı?” diye sordu. “Soğuk bir bira güzel gidebilirdi.”
Dudaklarım aralandı, ardından kahkaha atmaya başladığımda işte şimdi gerçekten delirmiştim. “Tamam,” dedim gülüşümün ardından. “Biz seninle bir dönem takıldık, örgütünün lideriydim, avukatındım, sonra kaçtım ve bana öfken bile yok.” Hiçbir şey söylemeden bana baktı. “Buraya mailimi gördüğün için değil, mektubu vermek için geldin, gelmişken de şöyle bir benimle sohbet edesin geldi, eski arkadaşmış gibi.” Bakmaya devam etti. “Doğru mu anlamışım?” Tek kaşını havaya kaldırdı. “O halde şimdi veda vakti değil mi?” Ellerimi ona salladım. “Mektup için teşekkürler, sen sözlerini tutan harika bir adamsın fakat ben o dönme dolaba binmeyeceğim, sen istersen tek başına binebilirsin.” Arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Bir şeyler söylemesini bekledim ama hiçbir şey söylemedi, omzumun üzerinden ona baktığımda elleri ceplerinde beni izlediğini gördüm. Yeniden önüme dönüp yürüdüm fakat durdurmadı.
Sanırım Tugay gerçekten ciddiydi. O beni unutmuştu, hiçbir şey eskisi gibi değildi. Öfke bekliyordum, nefret bekliyordum, acı bekliyordum ama görmeyi beklediğim kesinlikle bu değildi. Bir kez daha beni şaşırtmayı başarmıştı.
Aniden durdum ve derin bir nefes alıp geri ona doğru yürüdüm. “Bak ne diyeceğim,” dedim ve ben ona doğru yürümeye başladığımda zaten gidemeyeceğimi biliyormuşçasına kendinden emin bir şekilde kafasını salladı. “Madem aramızda bir problem yok, soruların yok, her şey bu kadar basit, neden gidip bir şeyler içip sohbet etmiyoruz?” Hazırlıksız yakalanmıştı, bir anlık afalladı. “Eğer senin için bir problem yok ise benim için de yok. Eski takıldığın kadına ayıracağın birkaç saatin vardır öyle değil mi?”
“Bu,” dedi bocalayarak, ardından başını salladı. “Olabilir ama bilirsin, ben Tugay Demir Çeviker'im, nereye gitsem tanırlar ve...”
“Bana bırak,” dedim başımı sallayarak. “Bildiğim harika bir mekân var, kimse kimseyi tanımaz, umursamaz ve eğlenceli bir yer. Sadece...” Gözlerimi kıstım. “Metroya bineceğiz ve giderken seni tanımamaları için yüzünü gizlememiz gerekiyor.” Hızlı bir şekilde elimi çantama attım ve pembe şalımı ortaya çıkardım. “Bunu boynuna dolayıp yüzünün bir kısmını eğer örtersek...”
“Sen,” dedi lafımı bölerek. “O pembe şalı gerçekten takacağımı düşünüyor musun?”
“Hadi ama,” dedim gözlerimi devirerek. “Seni burada kimse tanımasın diye çabalıyoruz, hem emin ol bu şalla seni TDÇ'ye benzetseler bile böyle bir şal takmayacağından emin oldukları için vazgeçerler. Harika bir plan.” Şalı bir anda boynuna attığımda nefesini tuttu, kaskatı kesildi. Sakince ağzının olduğu kısmı kapattığımda simsiyah kıyafetlerinin arasında o pembe şal öylesine komik ve tatlı görünüyordu ki kendimi tutamayıp gülmeye başladım, Tugay ise kaşlarını çattı. “Giderken de bir şapka aldık mı tamamdır, oldu bu iş.”
“Şaşırtmıyorsun beni,” dedi ağzının içinde. “Ve ben de her defasında boyun eğdiğime şaşırmıyorum artık.”
“Bu da ne demek?”
“Sen,” dedi şala dokunarak. “Renklerinden vazgeçmemişsin aslında.”
Yutkundum. “Sadece artık o renkleri göstermek istediğim kimse yok, Tugay.”
***
İki gün önce bana Tugay'la bir metroya bineceğimi, onun benim pembe şalımı takacağını söyleseler gülüp geçerdim ama şimdi gülüp geçemeyeceğim kadar gerçekti her şey. Bir kez daha hayal mi diye düşündüm ama kokusu burnumun ucundaydı, vücudu da öyle. Arada sırada bana temas eden kolu da. Öyle ki birkaç kez kendimi tırnaklamıştım acıyı hissediyor muyum diye, hayır hayal değildi, o buradaydı.
Tugay metroda pembe şalıyla ve kafasındaki beyzbol şapkasıyla hemen yanımda oturuyordu. Ben de kafama şapka takmıştım, zaten metro da kalabalık değildi. Tugay'ın ağzını bıçak açmıyordu, ne düşündüğünü ise anlayamıyordum. En sonunda dayanamayıp, “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Yoksa bu açtığın savaş sana göre değil miymiş?”
“Kokun değişmiş,” dedi hızlı bir şekilde, ardından burnunun ucundaki şalımı kokladı.
Kaşlarım havalandı, ona baktım ama onun bakışları metronun camındaydı, yansımadaki bize bakıyordu. “Çiçeklerden artık hoşlanmıyorum,” diye mırıldandım. “Çiçek kokularından da öyle.”
Yansımadaki bakışlarını bana doğru çevirdi. “Çiçeklerin ne suçu vardı?” diye sordu.
Çok kısa bir nefes alıp, “Çiçeklerin suçu yoktu,” dedim. “Suçlu olan bendim, o suçlulukla onlara dokunmak istemedim.”
Düşündüğümden daha uzun bir süre yüzüme baktı, hayatımda ilk defa birisinin aklından geçenleri bu kadar çok duymak istediğimi hissediyordum. Ne düşünüyordu? Gerçekten umurunda değil miydim? Eğer umurundaysam en çok hissettiği duygu şu anda neydi?
“O halde bahçendeki bütün çiçeklerin solmuş olmasını da umursamazsın?” dedi soru soruyormuş gibi. Birkaç gün önce bu cümlenin bu kadar canımı yakacağını söyleseler de inanmazdım ama ondan duymak kalbimi öyle bir acıtmıştı ki bir süre sessizliğimi korudum. Bana hediye ettiği bahçedeki bütün çiçekler solmuştu, öyle değil mi? Zaten buna hazırlıklıydım ama hiç çekinmeden söylemesi canımı acıtmıştı.
“Solmuştur,” dedim başımı sallayarak. “Çünkü onları yalnız bıraktım.”
“Evet,” dedi. “Yalnız bıraktın.”
“Ve onlara bakacak kimse yoktu.”
“Yoktu. Kim bakacaktı ki zaten?”
Başımı önüme eğdim ve ellerimle oynamaya başladım. “Bir sera yangınında kaybettim çiçeklerimi ve mahvoldum. Sonra bir bahçe hediye edildi, o bahçeyi de ben mahvettim. Üzülmeye pek de hakkım yok aslında.” Fakat canım öyle bir acıyordu ki bunu ona yansıtmamak için verdiğim çaba kemiklerime kadar acıyı hissetmeme neden oluyordu, kendimi sıkıyordum.
“Boş ver,” dedi Tugay omzunu hafifçe omzuma dokundurduğunda. Eskiden olsa üzüldüğümü anlayıp bir şekilde beni normale döndürmeye çalışıyor diye düşünürdüm ama şimdi işler daha farklıydı. “Solmuş çiçekler bazen yeniden canlanabiliyor.”
“Toprak ölmüşse canlanmaz,” dedim.
“Toprak ölür mü?” Başımı yeniden ona çevirdiğimde gözlerimin içine bakıyordu. “Ben senin çiçeklerinin hiçbirini kurak topraklarıma ekmedim, ölmezler bu yüzden. Hatta ben senin çiçeklerin için en kurak topraklarımı bile iyileştirmeye çalıştım.”
Ses tonu, bakışları, duruşu... O an cümlesinin yarısında neden gözlerim dolmuştu çok iyi biliyordum. Konu çiçekler değildi, konu bahçe değildi, konu bizdik. Konu ona olan özlemimdi. Konu onun cümleleriydi. Konu ona olan bu ihtiyacımdı. Bir kez sarılsak olmaz mıydı? Sadece bir kez. Dostça değil ama rolden de değil, eskisi gibi. Gözümden bir damla yaş aktığında hızlı bir şekilde elimin tersiyle silip ayağa kalktım. “Geldik.”
Benim ardımdan o da ayağa kalktığında uzun boyundan dolayı başı metronun demirlerine denk geliyordu. Sanki beni güldürmek istermiş gibi, “İngiltere başkanına yazacağım TDÇ olarak,” dedi. “Şu metroları benim boyuma göre yapsınlar.” Kendimi tutamayıp güldüğümde ikimiz de metrodan indik. Hayır sadece bir şakaydı, beni güldürmek için çabalamıyordu elbette.
Yoldan karşıya geçtiğimizde cadde fazlasıyla kalabalıktı, her yer rengârenkti ve insanların kahkahaları kulaklarımıza doluyordu. “Türkiye'den sonra tuhaf gelmiş olmalı,” dedim adımlarımı ona uydurmaya çalışarak. “Işıklar, renkler, müzik sesleri, hatta insan kahkahaları... Orada durumlar çok kötü ha?”
“Örgütümle alakalı hiçbir şeyi örgütüm dışındakilerle konuşmam.” Yüzümü buruşturup ona baktım. “Eski lider olabilirsin ama artık bizden değilsin.”
“Bana güvenmiyor musun?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Mermaid,” dedi Tugay, gözlerini açarak. “Bilirsin, ben kimseye güvenmem, mahkûmiyet alışkanlığı.”
“Ama bana...” Sustum, eskiden güvenirdi Eftal, artık değil.
O da sustu.
Bir anda benim sağ tarafıma geçtiğinde kaldırımın yol tarafından o yürümeye başladı. “Gerçekten,” dedim gözlerimi devirerek. “Yürürken bile beni sağına...”
“Sol ve sağ ile alakası yok,” dedi hızlı bir şekilde. “Bir kadın ve erkek birlikte yürüyorsa kadın her zaman duvar tarafından yürütülür, caddedeki araçların yönüne göre değişir bu.” Şaşkınlıkla ona baktım, başını salladı. “Seninle şöyle bir yolda yürümediğimiz için bilmemen çok normal ama artık biliyorsun.”
“Vay,” dedim etkilenerek. “Bu çok nazik bir davranıştı.”
Tugay kendini tutamayıp, “Bilirsin,” dedi. “Ben oldukça nazik bir Suç Kralı’yımdır ve her eve gerçekten de lazımım. Senden sonra Türkiye'de hayranlarımla yemeğe bile çıkmaya başladım.”
“Ne?” dedim büyük bir şaşkınlıkla.
“Sadece şaka,” dediğinde başını iki yana salladı. “Birkaç kişiyle flörtleştim o kadar.”
Dik dik ona baktım. “Bu açtığın savaşta doğruları mı söylüyorsun yoksa oyun mu oynuyorsun bilmiyorum ama sen birisi sana hayran diye flörtleşmezsin,” diye mırıldandım.
“Neden?” dedi ciddiyetle. “En azından benden korkmuyorlar. Nazik bir adam olduğuma da inananlar var.”
Başımı salladığımda, “Aynı anda iki kişiyi öldürüp yüzüme gelen kanı silmek isteyecek kadar,” dedim anılara dalarak.
“Şimdi hiç kan akmıyor.”
“Neden?” dedim barın önünde durduğumda. “Artık öldürmüyor musun?”
En acımasız bakışıyla gözlerime baktı. “Hayır, artık direkt yakıyorum.”
“Ah.” Başımı ağır ağır sallayıp, “Anladım,” dedim kekeleyerek. “Ve böylelikle kan bulaşmıyor. Harikaymış. Mükemmelmiş.” Korkunç. Barın kapısına doğru baktım. “Hadi içeriye girelim.”
İçeriye girdiğimizde bardaki alternatif rock şarkısı kulağımıza doldu, masmavi ışıklar ise her yerdeydi. “Bu barın en büyük özelliği ne biliyor musun? Teknolojiye karşı olması.” Çenemle etrafı gösterdim. “Asla telefonlar çekmez, televizyon yoktur, müziği sadece müzisyenler çalar, fotoğraf çekimi yasaktır.” Gülümsedim. “Bu yüzden buraya takılanlar da genelde dünyadan bihaber, sadece eğlenmeye gelen insanlar oluyor. Yani yüzde yetmiş oranında seni tanıyacaklarını düşünmüyorum, yüzde otuz oranında da tanırlarsa fotoğraf bile çekemezler çünkü yasak.” Sırıttım ve ilerideki boş masaya doğru ilerlettim. “Buraları pek bilmiyorum ama bu barı keşfettiğimde sürekli geliyordum. İnsanlar çok iyi, her geldiğimde biriyle sohbet ediyorum ve sonra iki yabancı gibi ayrılıyoruz. Bir yandan da iğrenç tipler de olabiliyor elbette. Her çeşit insan var.”
Masaya geldiğimizde Tugay boş bulunarak sandalyemi çekti ve sonra bu yaptığına öfkeleniyormuş gibi ses çıkarıp karşımdaki sandalyeye doğru yürüdü. Bazı huylar ne yaparsan yap değişmezdi, onun da değişmeyen huyları vardı.
Oturduğumuz gibi pembe şaldan ve şapkasından kurtuldu, ben de aynı şekilde şapkayı çıkardığımda saçlarımı dağıttım. Tam o esnada yanımıza garson geldi. “Hoş geldiniz, ne alırdınız?”
Tugay yüzünü gizlemek istiyormuş gibi başını önüne eğdi ama garsonun onu tanımadığı her halinden belliydi. Her şey bir yana, bu karanlıkta birini tanımak da oldukça zordu. “Ben şarap...” diye lafa gireceğim sırada Tugay lafımı ağzıma tıktı.
“Bir şişe tekila getirebilir misin?” dedi akıcı İngilizcesiyle. “Limona ve tuza gerek yok çünkü karşımdaki kadının teninden o tuzu emmek istediğim zamanlar geride kaldı.” Garson onaylayarak yanımızdan ayrıldığında bakışlarını bana çevirdi. “Şaraptan hoşlanmıyorum, görmekten de öyle. Ayrıca çok yumuşak bir alkol seçimi, bence tekila iyidir.”
Söylediği cümleler kanımda öyle bir yangın başlatmıştı ki bir süre afallamış bir ifadeyle ona bakakaldım. “Sen önceden benim tenimde tekilayı içmeyi...”
“Var bazı hayallerim,” dedi yayvan bir şekilde oturup bacaklarını iki yana açarak. Yüzüne vuran ışıklarla öylesine yakışıklı görünüyordu ki aklımın bulanmasına izin vermemeye çalıştım. “Aynaları da seviyorum örneğin, eğer cebimde taşıdığım...” Duraksadı, bakışları bana döndü. “Vardı bazı hayallerim mi demeliydim?”
“Ama sen sert alkoller içip sarhoş olmayı istemezsin ki,” dedim konuyu değiştirerek çünkü gerçekleşmeyeceğini konuşmak canımı acıtıyordu.
“Aslında,” dedi masanın üzerindeki peçetelikle oynayarak. “Benim de isteklerim değişebiliyor.”
Sadece başımı olumlu anlamda salladım, ardından garson bir tekila şişesiyle ve iki küçük shot bardağıyla gelip masaya bıraktı. Geri giderken Tugay teşekkür etti. Yayvan oturuşunu düzeltti, şişenin kapağını açtı ve bardaklara doldurdu, beni beklemeden birinciyi kafasına dikti, ardından ikinciyi doldurdu, onu da içti ve üçüncüyü doldurduğunda benim bardağıma vurdu ve onu da içti. Bardağı masaya bıraktığında boğazını temizledi. Bir şey söylemek yerine ben de iki tane art arda içtim ve sonrasında tekilanın yakıcı tadıyla yüzümü buruşturdum.
“Evet,” dedim sırtımı sandalyeye yaslayıp kollarımı önümde bağlayıp. “Türkiye'de durumlar nasıl?”
“Güzel.”
“Örgütte?”
“Harika.”
Nida'yı sormayı düşündüm çünkü döndüğünü elbette ki biliyordum ama bunu yapmaya cesaretim yoktu. Onun yerine, “Gamze nasıl?” diye sordum. “Onu özledim.”
Tugay masanın üzerindeki bakışlarını bana çevirdi. “O da seni özlüyor olmalı çünkü benim olmadığımı düşündüğü yerlerde durmadan senden ve Sinan'dan söz ediyor.” O da benim gibi kollarını önünde bağladı. “Aranızdaki bağ o hücrede epey kuvvetlenmiş görünüyor.”
Gamze tam da istediğim gibi anlatmıştı her şeyi. “Evet,” dedim bocalayarak. “Kendisini tanımak harikaydı, Marco onu kaybettiği için başını dağlara taşlara vurabilir.”
Tugay kaşlarını kaldırdı. “O kadar derin sohbetlere girdiniz yani,” dedi şaşırarak. “Gamze için Marco kırmızı çizgidir aslında.”
“Pek öyle görünmüyor,” dedim. “Çünkü Sinan'dan hoşlanıyor gibi. Sürekli konuşuyorlar.”
Tugay uzun bir süre düşündü, ardından sadece, “Gamze, Marco'ya âşıktı,” dedi net bir sesle.
“Biliyorum.” Devamını bekliyormuş gibi yüzüme baktı. “Evet, âşıktı ama unuttu, hem başka birisi de olabilir, neden olmasın ki?”
Tugay yaslandığı yerden doğruldu, tekiladan bardağa doldurdu ve onu da fondip yaptı. “Aşk biter mi?” diye sordu umursamaz bir şekilde.
“Gerçek bir aşk değilse elbette,” dedim. “Belki de Gamze, Marco'ya gerçekten âşık değildi. Hem karşılıksız aşk uzun sürmez.”
Tugay yüzünü buruşturdu. “Karşılıksız mı?”
“Evet, Marco Gamze'yi istememiş ki.”
Tugay başını iki yana salladı ama bu konu hakkında konuşmak yerine, “Sinan nasıl?” diye sordu. “Burada mutlu mu?”
Dürüst davranarak, “Değil,” dedim ve elimde bir peçeteyi parçalamaya başladım. “Hem de hiç değil, Türkiye'yi özlüyor. Onunla ilgilenemiyorum hiç, bazen onu buraya hapsettiğimi düşünüyorum.” Neler anlatıyordum? Bunları ona anlatmamalıydım. Bakışlarımı ona çevirdim. “Her neyse, sen söyle, gerçekten bir avukatla mı anlaştın?”
Tugay çaprazımda bir noktaya neredeyse iki saniye boyunca baktı. Yeniden bana döndüğünde, “Evet,” dedi sakince. “Örgüte yeni katıldı, iyi bir avukat ve harika bir kadın. Çok iyi anlaşıyoruz, bana arada sırada meydan okuyor ama boyun eğmekten başka çarem yok çünkü kendisi benim avukatım.”
Avukat değil, benim avukatım. Onun avukatı. Sahiplik eki. Hayır, bu şu an hayal olmalıydı çünkü çıldırıp ağzıma geleni saymakla bunu hak ettiğimi düşünmek arasında gidip geliyordum. Yapmazdı, biliyordum, roldü. Rol olmalıydı.
Yutkunduğumda kalbimin üzerinden bir ateş geçti. “Sen,” dedim, “o yani, yeni bir kadın avukat.” Aptal bir kıskançlığa mı girecektim? “Yani senin avukata ihtiyacın yoktu ki.”
“Krallık için çalışıyor,” dedi ve gözleri bir kez daha çaprazıma kaydı, çenesinin kasıldığını hissettim. Dayanamayıp baktığımda iki masa arkadaki kız grubuyla karşılaştım, bir kız bize doğru oturuyordu, onunla mı bakışıyordu? Yeniden ona döndüğümde gözlerini gözlerime dikti. “Her sırrı getiriyor ve fazlasıyla zeki bir avukat, bizimle kalıyor.”
“Bizimle derken?” dedim.
“Bizimle işte,” dedi. “Çoğu zaman geceleri o kadar çok çalışıyoruz ki benim evimde uyumak zorunda kalıyor. Yatağımı ona verdim.” Hayır, bu ateş beni birazdan cayır cayır yakacaktı. “Seni de tanıyor, hatta seni anlamam konusunda epey yardımcı oldu, o olmasaydı sana belki de bu kadar anlayışlı yaklaşamazdım. Bir teşekkürü hak ediyor olmalı.”
Çenemi sıktığımı acıdığında anladım, tut kendini Eftalya, tepki verme, olması gereken belki de budur. “Harikaymış,” dedim gülümsemeye çalışarak. Tugay'ın bakışları yine çaprazıma kaydı, burnunu çekti ve boynunu çıtlattı; yeniden baktığımda kız grubundaki sarışın olanın bize doğru döndüğünü fark ettim. “Harikaymış,” dedim bir kez daha ve şişeden bardağa doldurup içtim, bunu birkaç kez daha tekrar ettim. “Haberlere pek bakamadığım için senin avukatını göremedim hiç, basın onun da peşindedir şimdi.”
Tugay dilini damağına vurdu ve bardağın ağız kısmına daireler çizerken gözleriyle gözlerime hükmetti. “Hayır, onu bir sır gibi saklıyorum, kimsenin bilmemesi gerekiyor.”
“Neden?”
“Bir zarar gelmesin diye.”
“Vay,” dedim gülerek. “Beni bütün basının önünde öpen adama bakın, avukatını korumak için sır gibi saklıyor.”
“Mermaid,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Biz seninle ortaktık, o sadece avukat. Canını düşünmem gerekiyor avukatımın.”
“Bir kere daha sahiplik eki getirirsen şişeyi kafanda kıracağım, Tugay.” Cümleler dudaklarımdan çıktığı an çoktan pişman olmuştum çünkü kendi başlattığı savaşta bana kaybettirmeye çalışıyordu.
Eskiden olsa üzerine gitmezdi fakat sakin bir şekilde, “Benim avukatımın,” dedi üzerine bastıra bastıra. “Sana nasıl bir zararı...”
Bir an bile düşünmedim ve masanın üzerindeki tekila şişesini aldığım gibi sertçe yere fırlattım. İçindeki alkol oluk oluk yere dökülürken ağız kısmı tuzla buz oldu. Şüpheye düşmedim, yerden bir cam parçasını aldım ve elimde sıkıca tutarak ona yaklaştırdım. “Devam et.”
Gözleri açıldı, sadece bir anlık hayranlığı hissettim ama sonrasında, “Demek bu kadar çabuk yenildin,” dedi fakat bir kez daha avukatım demedi çünkü kendimi tanıyordum, derse bu camı bir yerine saplardım.
“Sana kaybettirmem beş dakikamı bile almaz, Tugay Demir Çeviker,” dedim üstün bir sesle. “Ama ben savaşmıyorum bile.”
Elimde hâlâ sıkıca tuttuğum cam parçasına bakıp parmağıyla garsona işaret verdi, garson bir şişe daha getirdiğinde yerdeki camları temizlediler, ben ise elimde tuttuğum parçayı masanın üzerine koydum ama atmadım.
Tugay sadece gülümsedi. Hayır Eftalya, titreme, olması gereken oluyor, bu bir savaş ise sen yenilmeyeceksin.
Büyük bir nefes verdim ve gülümseyerek başımı salladım. “Giray nasıl?”
“İyi.”
Sor dedi bir tarafım, diğer tarafım ise aksini iddia etti ama yine de dayanamayıp, “Defne?” dedim yüzümü ifadesiz tutmaya çalışarak. “O nasıl?”
Bir şeyler bilip bilmediğini anlamaya çalıştım, Tugay ise çok kısa bir an yüzümü inceledi fakat umduğunu bulamamış olacak ki, “İyiler,” dedi. “Giray neredeyse Defne'yle evlilik planı yapıyor.” Alayla güldü. “Aptallığa bak, dünyamıza rağmen evliliği düşünüyor.”
Giray için canım acıdığında Gamze'nin yine verilen sözü tuttuğunu fark ettim; olması gerekeni gerçekleştiriyordu, Defne'nin yaptıklarını kimse bilmiyordu.
“Aşk işte,” dedim gelişigüzel bir şekilde konuyu kapatıp. “Delirtir insanı.”
Tugay tekiladan bardağa doldurdu ve iki tane daha fondip attıktan sonra sanki kendisini soracağı soruya hazırladı. “Sen,” dedi elinin tersiyle ağzını silip. “Sen ne yaptın? Bulabildin mi avcunda sigara söndürmeyen normal bir adam?”
Savaş mı istiyordu? O halde şansımı deneyecektim.
Avaz avaz iç sesimle hayır diye bağırırken dilimden, “Görüştüğüm birileri oldu elbette,” döküldü. Tugay'ın bakışlarındaki ifade değişti, bu kez perdeler de o keskin gözlerini örtemedi. “Dört ya da beş kişi.”
“Dört mü beş mi?” dedi ciddiyetle.
“Ne önemi var?” dedim gülerek. “Öldüreceğin kişileri mi sayıyorsun?” Gülmeye devam ettim ama o asla gülmedi. “Tamam, şakaydı.”
“Kaç?” diye sordu yine.
“Beş olması gerek,” dedim ve yeniden peçeteyi ufalamaya başladım. “Harika bir arkadaş ortamım var.” Yapayalnızdım. “Bazen bana ayak uydurmakta zorlanıyorlar, bilirsin, çok konuşurum ben ama alıştılar da.” Sen yokken konuşmuyorum eskisi kadar çünkü kimse senin kadar güzel dinlemiyor beni. Peçeteden gözlerimi çevirdim ve ona baktığımda çaprazıma odaklandığını fark ettim. Boğazımı temizlediğimde sertçe bardağı masaya koydum. “Bu beş kişiden bir tanesiyle delicesine dans ettim ve onunla öpüştüm.”
“Hım,” dedi bakışlarını çaprazımdan ayırarak. “Adı ne?” Ona bir adamı öptüğümü söylüyordum ve o, çok rahat bir şekilde sadece adını mı soruyordu? Bu savaşı kazanamayacak gibi görünüyordum.
Nefesimi verdim ve geri alırken, “Arthur,” dedim kafadan uydurarak.
Tugay başını omzuna doğru yatırdı. “O halde tanıştırsana beni.”
“Kendisi,” dedim afallayarak. “İspanya'ya gitti, bir süre gelmeyecek. Ailesi orada ve...”
“Bana biraz müsaade eder misin?” dedi Tugay ayağa kalkıp benim lafımı yarıda keserek. “Barmene bir kokteyl tarifi vereceğim de canım çok istedi.” Cevap vermemi bile beklemeden ayrıldığında barın köşesine gitti ve barmene bir şeyler söylemeye başladı. Şaşkınlıkla ona bakarken daha ne kadar rol yapabileceğimi bilmiyordum.
Tam o esnada yan tarafımdan, “Pardon,” diye bir ses yükseldi, İngiliz aksanıyla. Bakışlarımı çevirdiğimde hemen çaprazımda oturan masadaki adamla karşılaştım. Alt kat komşumuzdu, esasen bana burayı öneren de oydu ama bir yandan da bana karşı olan ilgisi rahatsız ediciydi. Orta yaşlarda, alkolik ve çoğu zaman kapımın önüne işeyen asalağın tekiydi. “Nasıl gidiyor?”
“İyi,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Senin nasıl gidiyor?”
Gözleri baygın bakarken bakışları vücudumda dolaştı ve bacaklarımda oyalandığında neden daha önce onun yüzüne bir tane vurmadığımı bir kez daha sorguladım. Soruma cevap bile vermeden, “Eve giderken haber ver,” dedi yayvan bir şekilde. “Beraber geçelim.”
“Ben,” dedim tiksiniyormuş gibi. Tam o esnada karşımdaki sandalye çekildi, Tugay oturdu. Kurtulmuşçasına ona bakıp, “Ben,” dedim adama. “Eve bugün geçmeyebilirim.”
Adam, Tugay'ı umursamadan, “Neden ya?” dedi rahat bir şekilde. “Geçen gün de reddettin.”
Tugay gülümseyerek adama baktı. “Arkadaşın mı?” Tugay. Gülümseyerek. Adama. Baktı.
“Hayır,” dedim. “Yani evet. Hayır. Her neyse.” Sandalyemin sırt kısmını adama döndürdüm ve konuşmayı sonlandırdım. “Önemli bir şey değil, aldırış etme.”
“Yoksa şu beş kişiden biri mi?” dedi Tugay gülümsemesi silinmezken. Öyle bir gülümsüyordu ki ne düşündüğünü anlayamıyordum. “Eğer rahatsız ediyorsam sizi...”
“Hayır,” dedim. “Öyle bir şey değil.” Parmaklarımı şakaklarıma bastırdım. “Her neyse, ne diyorduk?”
Tugay masanın üzerindeki bir peçeteyi aldı ve onunla oynamaya başladı. “Harika hayatından söz ediyordun, mutluluğundan, dansından, avcunun içinde sigara söndürmeyen normal adamlardan, Arthur'la öpüştüğünden.”
“Bu seni rahatsız etmişe benzemiyor,” dedim alayla.
“Medeni insanlarız,” dedi ama gülüşü öyle bir hal alıyordu ki medeniyet yoktu. “Mesela şu adam,” alt kat komşumu işaret etti, “eskiden olsa ona yapacaklarımı tahmin edebiliyor musun?” Gülmeye başladı. “Şimdi her şey çok değişti.” Fakat cümlelerine zıt bir şekilde tekila şişesini kafasına dikti, kulaklarına kadar öfkeyle kızardı ve dişlerinin arasından nefesini verdi. “Yani,” dedi boğazını temizleyerek. “Eskiden olsa o piçin kafasını duvara sürtüp nefesi kesilene kadar döver, bayıldıktan sonra da üzerine işerdim.”
Tugay savaşı kaybetmek üzere gibiydi; artık tanıdığım o adam sanki buradaydı.
Sanki olması gereken gerçekleşiyormuş gibi çaprazımdaki adam ayağa kalkarken omzumdan destek aldı ve parmakları omzumu sıktığında irkilerek geriye çekildim. Adam ise, “Pardon,” dedi sarhoş bir şekilde. “Başım dönüyor da bebeğim. Hadi gel ve bana yardım et.” Gevrek bir şekilde gülümsedi, ardından yanımızdan geçip gitti. Arkasından bakarken Tugay da sadece yarım saniye baktı ve kahkaha attı.
Tam o esnada garson yanımıza gelip, “Kokteyliniz hazır,” dedi. “Tadına bakmak isterseniz eğer…”
“Pardon,” dedi Tugay yeniden ayağa kalkıp. Ardından gömleğinin kollarını yavaşça yukarıya doğru katlayarak sıyırdı. “Şu kokteylin icabına bakmazsam içim rahat etmeyecek, canım çok çekti.” Yine hiçbir cevap vermemi beklemeden ortadan yok oldu.
Bu kez hemen gelmek yerine neredeyse on dakika ortalıktan yok olduğunda kendimi tutamayıp çaprazıma baktım, kızlar hâlâ orada mı oturuyor diye. Evet, orada oturuyorlardı ve keyifleri oldukça yerinde görünüyordu. Peki ya ben ne yapıyordum? Bu nasıl bir oyundu? Kalbimin bir tarafı acıyla kasılıyordu, diğer tarafı ise özlemden deliye dönmüştü. Öyle ki aklım bile çalışmıyormuş gibiydi, zaten alkolden de iyice beynimin bulandığını hissediyordum.
Hem çok tanıdık bir adamdı hem de bir o kadar yabancıydı; biz sanki iki yabancı burada oturmuş normal sohbet ediyor gibi görünüyor olabilirdik ama benim kalbimdeki acı yükseldikçe ne yalandan gülümsemeye tahammül edebiliyordum ne de söylediğim yalanların aptal yüzleriyle yüzleşebiliyordum.
Belli ki o ne olursa olsun, ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşsin normal hayatına devam etmeye başlamıştı. Bu saatten sonra yapabilecek en büyük şey onu kalbimde de terk edebilmekti.
Peki ben Tugay'ı kalbimde nasıl terk edecektim?
Sandalye çekildi ve Tugay karşıma oturduğunda gömleğinin yukarıya kıvrılan kollarını aşağıya indirdi, saçları dağılmıştı, yüzü ise az önceye göre çok sertti. Boynunu çıtlattığında burnunu çekti ve direkt Tekila şişesini kafasına diktiğinde kocaman gözlerle ona baktım.
Sonrasında bir anda ve hiç beklemezken sandalyemin altından tutup sertçe kendisine doğru çekti. “Sikerim savaşını, öpüşmesini, dansını,” dedi baskın bir sesle. Bacaklarım bacaklarına çarptığında dudaklarımın arasından tiz bir çığlık döküldü. Yüzüyle yüzüm arasında birkaç santim kalmışken, “Dört mü?” dedi sakince ama sesinde korkutucu bir hava vardı. “Beş mi?”
Kokusu, bakışları, teni... Yutkunmakta zorlandığımda gülümseme yoktu, perdeler yoktu, hangisi roldü bilmiyordum ama şu an oldukça ciddi görünüyordu. Başka birisi olsa şu an ondan korkardı, başka birisi olsa meydan okuyamazdı, başka birisi olsa tıpkı benim gibi çenesini de kaldıramazdı ama ben hepsini gerçekleştirip, “Sen söyle,” dedim, neredeyse burnum burnuna dokunacaktı. “Ona da Sevgili Avukat dedin mi? Bunun cevabı beşi, on beş bile yapabilir çünkü.”
Çenesi kasıldı, dudaklarını ıslattığında başını omzuna doğru yatırdı. “Bana hâlâ nasıl meydan okuyabilirsin?” diye sordu gerçekten büyük bir şaşkınlıkla.
“Neden okumayayım? Bitti mi oyunun?”
“Çünkü,” dedi gözlerini gözlerimden ayırmazken. “Benden korkuyorsun, ben korkulacak bir adamım. Benim sağım solum belli olmaz. Özellikle sağım hiç belli olmaz.”
Tam o esnada barın orada hareketlenme oldu, ardından konuşmalar üst üste bindi. Birkaç saniye sonra iki garsonun koluna girdiği yüzü kanlar içindeki alt kat komşumu gördüm. Ayakları yere sürünüyordu, yüzü yediği yumruklardan kan ve şişlik içindeydi, baygındı. Hemen Tugay'ın arka tarafından onu dışarı çıkarırlarken büyük bir şaşkınlıkla adama baktım, Tugay ise gözlerini benden ayırmadı. “Sen,” dedim. “Ben sandım ki, o kızlara baktığını...”
“Ne kızları?” diye sordu hızlı bir şekilde. “Gözlerini bana çevir, ilk defa benim tarafımdan dövülmüş bir adam görmüyorsun, kapat o güzel ağzını.”
Zorlukla da olsa bakışlarımı ona çevirdiğimde çatık kaşlarını gördüm, gözünü bile kırpmadan bana bakıyordu. “İntikam için geldin,” diye fısıldadım.
“Hayır,” dedi Tugay başını iki yana sallayarak. “Bir hesabı kapatmak için geldim.”
İşte şimdi gerçekleri konuşacaktık ve bunu bilmek korkunun beni çepeçevre sarmasına neden oldu. Ne diyecektim? Ne yapacaktım? Yüzleşmeye hazır değildim, yüzleşeceğim her detaydan kaçıyordum.
“Mailleri okudun,” diye fısıldadım.
Cevap vermedi.
“Mailleri okudun, öyle değil mi?”
Yine cevap vermedi.
“Tugay,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Burada konuşmak ve bu şekilde yüzleşmek...”
Tugay lafımı yarıda bölerek sağ elini havaya kaldırdı ve gözlerini gözlerimden ayırmadan parmağıyla üç kez şıklattı. Bunun ardından müzik sesi sustu ve mekândaki herkes tek tek çıkarılmaya başlandı. Yine büyük bir şaşkınlıkla etrafıma bakarken neredeyse beş dakika içerisinde bütün müşteriler dışarıya çıkarıldı, son kalan garson Tugay'ın önüne bir kutu bıraktı ve sonrasında başıyla selam verip o da mekândan çıktı. Sadece beş dakika. Beş dakika içerisinde barın içinde ikimiz kaldığımızda yine büyük bir şaşkınlıkla, “Biliyordun,” dedim kekeleyerek. “Seni buraya getireceğimi biliyordun.”
Tugay başını omzuna doğru yatırdı. “Kırk beşinci mailinde buradan bahsettin ve altmış üç, yetmiş bir. Sık sık geldiğini anlamak zor değildi.” Elbette mailleri okumuştu. “Seni tanımanın kumarını oynadım, Mermaid ve kazandım, seni çok iyi tanıyormuşum.”
Başımı iki yana salladım. “Ne istiyorsun?”
“Ne istediğimi sonradan söyleyeceğim,” dedi, ne o geri çekiliyordu ne de ben. Öylesine yakınımdaydı ki mantıklı düşünmekte zorlanıyordum. “Şimdi bana mektubun sekizinci paragrafındaki cümleyi yüzüme bakarak söyle.”
Boğuk bir nefes verdim. “Mektubu sadece bir kez okuduğunu söylemiştin.”
“Altıncı paragraf, ben artık çok korkuyorum, Tugay,” dedi cümlelerimi tekrar ederek. “Yedinci paragraf, hem kendimden.” Yutkundu. “Ve sekizinci paragraf. Hem senden.” Başını iki yana salladı, sağ eli sandalyenin altından çıktı ve hemen sandalyemin sırt tarafına doğru gittiğinde yavaşça ayağa kalkıp üzerime doğru eğildi. “Yüzüme söyle, benden korktuğunu.”
“Tugay...”
“On üçüncü paragraf,” dedi bu kez. “Seni sevmek ve sana âşık olmak intihardı. Şimdi bu cümleyi de yüzüme söyle.”
“Ben bunları...”
“On beşinci paragraf,” dediğinde dişlerini sıktı ve iki eli de sandalyemin sırt kısmına sıkıca tutundu. “Şayet birimizden birimiz ölürsek, anlaşma asla gerçekleşmeyecek. Ben ölürsem sen; sen ölürsen ben yaşamaya devam edeceğim; o anlaşmayı yırtıp attım. İkimiz de başka yerlerde ölüp gideceğiz.” Her cümleyi ezbere biliyordu. “Söyle bunların hepsini yüzüme.”
Çenemi kaldırmaya çalıştım ama bu kez meydan okuyamıyordum. “O mektupta yazan her cümleyi tek tek yüzüne söylememi mi istiyorsun?” diye sordum. “Peki ya neden?”
“Çünkü,” dedi nefesini verirken ve o gözlerindeki perde kalktı, ifadesizlik silindi; gördüğüm adam, acılar içinde bir adamdı. Oyun gerçekten sona ermişti, ikimiz de yenilmiştik. “Siktiğimin kalbinden ve siktiğimin aklından seni atabilmem için bunları senin sesinden duymam, o güzel gözlerinden bana olan korkunu görmem gerekiyor. Seni unutabilmem için beni biraz daha mahvetmen gerekiyor.” Sandalyeyi öyle sıkı tutuyordu ki neredeyse titriyordu. “Beni tamamen öldürebilmen için bunu yap, bizi yok et çünkü ben bu hayatta bizi yok edemiyorum.”
Sessizlik oldu. Öyle uzun bir sessizlikti ki ona bakarken aklımdan geçenleri duyacak diye ödüm kopuyordu. Ve öyle güzel gözleri vardı ki ben bu cümleleri onun yüzüne bakarak nasıl söylerdim bilmiyordum. “Bunları söylediğim zaman biz yok olabilecek miyiz Tugay?” diye sordum.
“En azından,” dedi dişlerinin arasından. “Bu hayatta senin benim için, benim de senin için var olduğum düşüncesinden kurtulacağım.”
“Bu da ne demek?”
“Sana dokunmak, seni öpmek, hatta şu nefesini bile hissetmek benim için bu hayata geldiğini hissettiriyor. Doğdun, o kaderinde ben vardım, doğdum, benim kaderimde sen vardın. Bu düşünceden kurtulmam gerekiyor. Senin bana, benim de sana ölene dek ait olduğumuz düşüncesinden kurtulmam gerekiyor.” Ayağa kalktığı yerden yavaşça yere, önüme çöktü, yüzüyle yüzüm aynı hizaya denk geldi. Hayır, o dizlerinin üzerine çökmemişti, o aslında biraz da bana ona hissettirdiklerimi gösteriyordu. “Seninle eskiden tanıdığım birisiymiş gibi oturmak bile beni yok etmeye yetiyor.”
“Peki ya söylemezsem?” diye fısıldadım. “Peki ya söyleyemezsem?”
“Söyle,” dedi Tugay kısık bir sesle. “Söyle, sana her şey adına söz veriyorum, bir kez daha karşına çıkmam; bu kez son olur ama söyle.”
“O mektuptaki her paragrafı ezberleyecek kadar okumuşsun, Tugay,” dedim ve o anda gözlerimin dolduğunu hissettim. “Ve benden nefret etmedin öyle mi?”
Soruma cevap vermek yerine, “Sen,” dedi çenesiyle işaret ederek. “Benim kim uğruna, ne için, ne şekilde öleceğime karar veremezsin, asla.” Sesi baskındı ama cümleleri acılıydı. “Ben istersem senin için ölürüm. Gördüğün gibi öldüm de.”
“Tugay...”
“Sen,” dedi yeniden. “Bana olan aşkını intihar olarak göremezsin çünkü o urgan boynuna dolanmasın diye ben bin kez daha o urganı boynuma dolardım, bunu biliyorsun.”
Başımı iki yana salladığımda gözlerim doldu.
“Sen,” dedi kısık bir sesle. “Sen, Eftalya Atalar, ister adının anlamı denizkızı olsun ister çiçek, hiç fark etmez, benden korkamazsın çünkü sen Tugay Demir Çeviker'in Eftalya'sısın, Sevgili Avukat’ısın, benden korkmak da ne demek? Ben sana kıyabilir miyim?” Başını iki yana salladı, yüzüme dokunmak isteyerek elini kaldırdı fakat hemen vazgeçti. “Benden nasıl korkabilirsin? Hesabını ver, söyle bana.”
Gözlerimi kapattığımda gözümden yaşlar art arda dökülmeye başladı. “Bunları,” dedim bocalayarak. “Konuşmak istemiyorum, lütfen bunu sonradan...”
“Sen,” dedi bir kez daha. “Yaprak sarması yapıp beni terk edemezsin, bunu bana bir kez daha hissettiremezsin, ölmedin de üstelik.” Derin bir nefes verip o cümleyi söyledi. “Sen beni annem gibi terk edemezsin, bir kez daha küçük bir çocuk gibi hissettiremezsin bana. Bir kez daha ben kendimi suçlayamam.” Çaresizce başını iki yana salladı. “Ama suçladım işte ve sen terk ettin beni.”
Gözlerimi açtığımda onun da gözlerinin dolduğunu gördüm. Tugay'ın ela gözleri dolu dolu bana bakıyordu; en büyük acısı bu cümlelerin ardından ortaya çıkmıştı. “Ben de sözümü tutmak istedim,” dedim acıyla, nefes alamayacak kadar kötü durumdaydım. “Yani bunu yaparsam en azından sana vermiş olduğum bir sözü tutacaktım.”
“Sen bana ne yaptığını bilmiyorsun,” dedi sadece. “Sen öylece gittin sanıyorsun ama ben hayatımın en uzun işkencesini yaşadım, tam on altı saat yirmi dokuz dakika sürdü. Şimdi bana o mektupta yazanları gözlerimin içine bakarak söyleme borcun var. Söyle ki senden kurtulayım ben. Söyle ki daha fazla ölmeyeyim.”
Bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda, “Tugay,” dedim iç çekerek. “Bunu benden isteme, yalvarıyorum.”
“O halde,” dedi, ardından sağ eli çenemi tuttu ve başımı kaldırdı. “Bana seni affetmem için yollar göster. Söylesene, ben seni nasıl affedeceğim? Görüyor musun, gelip senden yardım istiyorum, seni affedebilmek için.”
Yeniden başımı iki yana salladım ve kalbimin şiddetli sızısı bir an bile kesilmedi. Her yüzleşmeye hazırdım ama bu en hazırlıksız olduğumdu.
“Herkesi kaybettin diye mi?” dedi bu kez ve çöktüğü yerden ayağa kalktı, gözlerim yerdeydi. “Ailen de oldum ya senin, olamadım mı? Beceremedim mi? Aile nasıl olur bilmiyorum, çabaladım en azından. Neyi başaramadım?”
İç çektim ve daha fazla ağladım.
“Bu kadar acımasız bir adam olmam mı terk etmene neden oldu? Kötü birisi olduğum için mi? İyi bir adamdım hani? En azından sana iyi birisi olmaya çalıştım.”
“Tugay, sus,” dedim ağlayarak.
“Kendini feda ettin yine değil mi?” diye sordu bu kez. “Nida için kendini feda ettin öyle değil mi?” Hıçkırıklarımdan onu zor duyuyordum. “Ama benden korktuğunu söyledin, en kötü durumda bile söylemezdin, bu feda değil.”
Geriye doğru adımlar attı, ardından kendi oturduğu sandalyesine sert bir tekme attığında sandalye bar duvarına çarptı ve tahta sandalye ikiye ayrıldı. “Mahkûmiyetimden dolayı normale ayak uyduramıyorum diye mi? Sizden geri kaldığım için mi? Tuhaf alışkanlıklarım olduğu için mi?” Sağ elini önüme getirdi, sigara yanıklarıyla doluydu. “Sen varken yoktu, sen gittin oldu, sen olsaydın olmazdı. Mahkûmdum, çok uzun bir süre güneşi bile görmeden hayvan gibi eğittiler beni, sadece yırtıcı bir hayvandım, canavardım ben ama o canavarlığıma rağmen yine de bütün bunların ortasında sana kâğıttan lale yaptım.” Yutkundu, sesinin ayarını düşürdü. “Ve sen o laleyi bile bırakıp gittin, bu nasıl bir feda, bu nasıl bir terk edişti, bu nasıl bir ölümdü, Eftalya?”
Kendimi tutamayıp ayağa kalktığımda, “Bütün ailem öldü benim,” diye inledim. “İlk önce babam öldü, sonra annem ve en sonunda Meryem'i kaybettim ben. Yaşadıklarımın çeyreğini başka birisi yaşasa normal hayatına devam edemezdi, bak ben hâlâ nefes alıyorum, delirmedim.” Gülmeye başladım. “Aslında delirdim de. Görmüyor musun?” dedim kendimi göstererek. “Bu savaşın en büyük kaybedeni bendim, ellerimden kayıp gitti her şey, fedaysa kendimi de feda ettim, her şeyimle.”
Yüzüme bakarken sanki söylediğim cümlelerin altında neler yattığını anlamaya çalışıyordu ama detayların hepsinde boğulursa neler olacağını ikimiz de biliyorduk. “Güzel miydi?” diye sordu.
“Ne?”
“Yaprak sarması. Baktın mı tadına?”
Elimin tersiyle gözlerimi sildim. “Yemedin değil mi?”
“Nasıldı?” dedi bir kez daha.
“Bilmiyorum,” dedim. “Ağlaya ağlaya yaptım, kötüydü, pişmemişti, diriydi.” Büyük bir nefes verdim. “Tuzluydu. Yeseydin, bilirdin.”
Tugay gülmeye başladığında mutluluktan tamamen uzaktı; şimdi artık o da delirmiş gibi görünüyordu. Gülüşünün arasından, “Tuzluymuş,” dedi fakat sesinde acı vardı, sonrasında öyle sert bir şekilde masayı tutup diğer tarafa fırlattı ki tahta masa da kırıldı ve üzerindeki kutu yere düştü. “Siktiğimin geçmişi yakamı bırak artık!” İrkilerek geriye çekildiğimde gözleri bana döndü, o sırada ne düşündüyse, “Korktun,” dedi ve elleri yüzünü buldu. “Babama benzedim. Sikeyim ben babama benzedim şu an. Korktun benden.”
“Hayır,” dedim ve ona doğru bir adım atmak istedim ama elini kaldırıp beni öyle bir durdurdu ki adımlarım bıçak gibi kesildi. “Tugay, bir gün konuşacağım ama bugün...”
“Bana bol bol zamanım varmış gibi konuşma artık,” dedi net bir sesle. “Bana biz sanki özgürmüşüz gibi konuşma, görmüyor musun, eskisinden daha mahkûmum ben.”
Çekinerek yarım adım daha attım ve o anda ayaklarımın altında ezilme sesi işittim, bakışlarımı yere çevirdiğimde siyah kutuyla karşılaştım. Kutunun içinde çiçekler vardı, hepsi solmuştu. Güller, laleler, orkideler... Neredeyse her çeşit çiçek kutunun içindeydi.
Yavaşça yere eğildiğimde ve sakince elimi çiçeklerin üzerinde gezdirdiğimde, “Yine de ne olursa olsun bana çiçekler mi getirdin Tugay? Vazgeçmedin mi bundan?” diye sordum.
“Yine de ne olursa olsun sözümü tuttum,” dediğinde hemen önümdeydi, ben ise yere çökmüştüm. “Her gün bir tane çiçek koydum köşeye, sana verebilmek için.”
Yutkundum. “Ve onları sakladın mı?”
Tugay'ın bakışları benimle beraber kutunun içindeki solmuş çiçeklere yöneldi, ne düşündüğünü çözemiyordum ama benimle aynı hisleri paylaştığını biliyordum.
“Sana ilk gönderdiğim çiçek bir dalı solmuş orkideydi,” dedi kısık bir sesle. “Sonrasında ise sen vardın ve bütün çiçekler artık canlıydı.” Bakışları bana döndü, ela gözleri bir an bile olsun bakışlarımdan ayrılmadan devam etti. “Sen gittin, doksan bir gün oldu, sana vermek için ayırdığım bütün çiçekler soldu. Bu kutunun içinde doksan bir adet çiçek var, söylesene tek bir orkide dalını canlandırdığın gibi bunları da canlandırabilir misin?”
Gözlerinin içine bakarken kelimeler dudaklarımdan firar edemiyordu.
“O halde,” dedi devam ederek. “Her gözyaşı bir yangın, her saç teli bir urgan,” nefesini verdi, “her veda ise bir solmuş çiçek.”
Cümlelerinin etkisi kurşundan daha sertti, bıçaktan daha keskindi; bunların farkında mıydı, bilmiyordum. Her cümlesi, bende bıraktığı yarayla kanıyordu.
Kutunun içine sakince çiçekleri koyarken, “Babam çiçekler solunca değil, yanınca ölür, derdi,” dedim ve her çiçeği öyle narin bir şekilde yerleştirdim ki solan çiçekler döküldükçe sanki benden bir parça eksildi.
Kutuya tamamen yerleştirdikten sonra kucağıma aldım ve yavaşça ayağa kalktım. “Onların ölmediğini mi iddia ediyorsun?” diye mırıldandı.
“Hayır,” dedim. “Babam eksik biliyormuş, bir çiçeği toprağından ayırdığın zaman da ölür, onları hayata döndüremem, tamamen solmuşlar.” Çiçeklere baktım, içimi çektim. “Ama onları yeniden doğurabilirim, tohumlarından.” Aslında bu konuşma nasıl da ikimize aitti.
Tugay, başını ağır ağır aşağı yukarı salladı ve sonrasında “Doksan bir tane çiçek yeniden doğsa o doksan bir günü siler mi peki, Eftalya?” diye sordu. “Bu imkânsız öyle değil mi?”
“İmkânsızlıklar imkân dahilinde,” dedim onun söylediği cümleyi tekrar ederek.
Mutluluktan uzak bir şekilde tebessüm etti. “Haklısın,” dedi başını sallayarak. “Bu sen terk edip gittiğinde tamamen kanıtlandı çünkü gidişin benim için imkânsızdı.”
Bir anda elimden kutuyu çekip aldı, yere attı, ardından cebinden zippo çakmağını çıkardı; tepki bile vermeme izin vermeden zippoyu kutunun içine attığında çiçekler cayır cayır yanmaya başladı. Babamın söylediği gibi çiçekler yandı, onlar yandığında tamamen öldü, yeniden doğmaları ise artık imkânsızdı.
Tugay bana doğru bir adım attı, ardından bir adım daha ve sonrasında karşımda durduğunda hemen alt tarafımızda kutu cayır cayır yanıyordu, alevler ela gözlerini parlatıyordu. “Yanımda olmadığın ve karanlıkta sensiz asla uyuyamadığım doksan bir geceyi yeniden yaşatamazsın, geri getiremezsin,” dedi fısıldayarak titreyen bir sesle. “Çünkü ben o gecelerde tıpkı böyle cayır cayır yandım, ülkeyi cehenneme çevirmişim çok mu?”
Bakışlarım kutuya döndüğünde gözümden bir damla yaş kutuya düştü sanki söndürebilirmiş gibi ama bütün çiçekler yanıyordu; babam haklıydı, çiçekler yanınca da güzel kokmuyorlardı, sadece ateşin o kötü kokusu vardı.
Tugay geriye doğru birkaç adım attığında, “Sanırım,” dedim kutuya bakarak. “Buraya kadardı, öyle değil mi?”
“Hayır,” diye karşı çıktı. “Sen benim örgütümün eski liderisin ve ben o örgütün kurucusuyum.” Gözlerim yeniden ona döndü. “Ya isteyerek ya da emrimle benimle geliyorsun.” Yutkunduğumda kaşlarım havalandı. “Kendi ağzından dökülmeyecek her sırrı ben senden almanın yolunu bulacağım.” Bu kez çenesini kaldırdığında gerçekten üstünlük vardı. “Yeterince bana meydan okumana izin verdim ama biliyor musun, aylardır bir demir halka da bana meydan okuyor dalga geçermiş gibi.”
“Bana,” dedim yine de son direncimle. “Emir veremezsin.”
Gülümsedi, bu kez içten bir gülümseme gibiydi ya da ben öyle istiyordum. “Sana öyle bir emir veririm ki,” dedi derinden gelen bir sesle. “Sözümden çıkamazsın çünkü bu zamana kadar ben istediğim için o güzel çeneni kaldırıp duruyordun bana.”
Aynı şekilde gülümsediğimde kahkaha atmaya başladım. “Sen benim ne kadar delirdiğimin farkında bile değilsin,” dedim. “Ben seni kaybettim, başka neyden korkabilirim?”
“O halde eşitiz,” dedi ve sonrasında cebinden bir ıslak mendil çıkarıp bana doğru attı. “Meydan okumaya yüzündeki boyayı silmekle başla çünkü lekelerin yokken benim tanıdığım korkusuz kadından fazlasıyla uzaksın ve ben sadece yüzündeki seni sen yapan lekelerini görmek istiyorum.”
***
Tercih ettiğimiz her yol bizi bambaşka cehenneme ya da cennete sürüklerdi. Ben bugün tercih ettiğim yolla nasıl bir yola gireceğimden tamamen habersizdim. Araf en kötüsüydü ve ben kendimi arafın ortasında kalmış gibi hissediyordum.
Elimdeki ıslak mendille yüzümdeki fondöteni temizlerken bakışları benim üzerimden ayrılmamıştı, bileğinde ise benim pembe şalım bağlıydı. Yüzümde çoğalan lekelerimle tam karşısında kalakaldığımda gözlerini bir an bile olsun benden ayırmamış, her lekemi sanki biraz daha ezberlemek istermiş gibi incelemişti. Biliyordum, yüzümdeki lekeler öyle bir çoğalmıştı ki kendi tenimi bile unutacak duruma gelmiştim ama Tugay da öyle bir bakıyordu ki sanki benim yüzümde elmaslar vardı. O elmaslar parlıyor, Tugay'ın gözlerini alıyordu.
“Nereye gidiyoruz?” diye sormuştum.
“London Eye,” dedi.
“Yeniden mi?”
“Evet,” dedi Tugay. “Henüz orada işimiz bitmedi.”
Güldüm. “Yükseklik korkumla beni alt edebileceğini mi düşünüyorsun?”
Tugay da güldü ve sessizliğe gömüldü.
Şimdi London Eye'daydık, vakit gece yarısıydı ve karşımda gördüğüm görüntüyle beni nasıl bir yolun beklediğinden ziyade nasıl bir arafın içine düşeceğimden tamamen bihaberdim.
“Hadi,” dedi Tugay sakin bir ses tonuyla. “Şu güzel İngiltere manzarasının keyfini çıkaralım artık.” Başıyla bana dönme dolapların olduğu yeri gösterdi ve nazik bir şekilde davet etti. “Tek istediğim benimle yükseklere çıkman, yenmek istemiyor muydun bu korkunu?”
Korktuğum artık sadece yükseklik değildi, içimden bir ses gecenin bu kör ışığında gerçekleri göremiyor olduğumdu. İçimden bir ses, beni kocaman bir sürprizin beklediğini söylüyordu. Gerçek bir korkuydu, Tugay'dan korkmuyordum, yaşanacaklardan korkuyordum çünkü onun bakışlarında net bir şekilde bir başkaldırı vardı.
Yutkunduğumda karşı gelmeyi düşündüm, savaş açmayı da öyle fakat ne yaparsam yapayım ondan korkacağımı düşündüğü için sakin bir şekilde onayladım. Bir adım attı, onun adımına ayak uydurdum, ardından onunla beraber dönme dolaba kadar yürüdüm. Gecenin bir vakti görevli dışında kimse yoktu. O adama ne kadar para saymıştı bilmiyordum ama ikimize başıyla selam verdiğinde adamın bakışlarındaki korkudan anlamıştım: Tugay Demir Çeviker'i tanıyordu.
Basamakları tırmandık ve bize en yakın olan dönme dolabın vagonunun önünde durduk. Tugay bir an bile düşünmeden vagona bindiğinde arkasında öylece duruyordum, kalbim ise bu kez neler olacağını bilmemenin korkusuyla atıyordu.
Bakışları bana döndü ve sonrasında sağ elini binmem için bana doğru uzattı.
İlk önce yüzüne baktım, ardından sağ eline ve sonra asla sağ eline tutunmadan kendimi vagondan içeriye attım. Ben bindiğimde vagon yavaşça sallanmaya başladı, sola oturdum, derin bir nefes verdim ve gözlerimi sıkıca yumdum.
İçimden ona kadar saydım, bu korkunun ona kadar geçmesini bekledim fakat yanımda bir ağırlık hissettiğimde Tugay'ın oturduğunu hissetmemle gözlerimi açmam ve ona bakmam bir oldu. O ise bana bakmak yerine az önce tırmandığımız merdivenlere bakıyordu. Yavaşça gözlerimi o tarafa çevirdiğimde işte şimdi her şeyin başladığına emindim çünkü London Eye'da kesinlikle yalnız değildik.
Hemen karşımda birkaç adım ötemde Marco duruyordu, Marco'nun hemen yanında Gamze, Gamze'nin yanında ise Sinan. Sinan'ın bakışlarından hiçbir şey bilmediğini anlayabiliyordum, gözlerinde büyük bir şaşkınlık ve bir yandan da koruma içgüdüsü vardı. Elbette sorgulayabilirdim, daha derinlere dalabilirdim, tepki verebilirdim ama beni engelleyen bu üç kişiyi karşımda görmek değildi, beni engelleyen dördüncü kişiydi.
Defne hemen önlerindeydi, ağzı ve elleri bağlanmıştı, gözleri de öyle. Kendi kendine inleyerek bir şeyler söylemeye çalışıyordu fakat ne söylediği anlaşılmıyordu. Hemen arka tarafında duran Gamze'yle birkaç saniyelik bakışlarımız kesişti, bana ihanet etmediğini âdeta bakışlarıyla söylüyordu ama hemen sağında duran Marco her hareketimizi incelediği için onunla daha fazla göz teması kuramadım. Solundaki Sinan ise başını silik bir şekilde iki yana salladı.
Her şey o kadar hızlı değişti ki boğulduğumu hissettim; aslında Tugay'ın buraya gelişinden şu ana kadar birçok şey planlıydı, görebiliyordum.
Tugay anlamıştı, elbette anlardı Defne'nin bir işler karıştırdığını fakat planı neydi bilemiyordum. Yutkunduğumda dudaklarımdan sadece, “Giray,” döküldü. “O nerede?”
“Haberi yok,” diyen Marco'nun sesi sertti ama bir yandan da onunla da aramızdaki sır ikimizin bakışlarından geçiyordu. Sır da değildi belki de. Benim İngiltere'ye gelmemi sağlayan ve babamla ilgili bütün sırları anlatan kişi Marco'ydu, o gece hücreden döndükten sonra gece yarısında Marco'yla yaptığımız konuşma, her şeyin başladığı ve bir o kadar da bittiği gündü.
Bakışlarımı yavaşça Tugay'a çevirdim. “Giray, burada mı?” Sadece başını olumlu anlamda salladı, Defne bir kez daha inleyerek ses çıkardı. “Bunu,” dedim Defne'ye dönerek. “Neden?”
Tugay gülümsedi; gülümsemesinde herkesin korktuğu o adamı gördüm. “Meydan okuyordun,” dedi. “Başkaldırıyordun, şimdi yaşanacaklardan mı korkuyorsun?” Kaşlarını kaldırıp bana döndü. “Gözlerimin içine bak, benden kaçarak daha fazla köşeye sıkışıyorsun, şimdi gerçeklerin zamanı. Hani korkmuyordun?”
“Ben…” dedim. Boğazımda yanma vardı, vücudumu tamamen Tugay'a çevirdiğimde aramızdaki o sözsüz bakışmadan birçok anlam çıkabilirdi. “Aklından her ne geçiyorsa...”
“Aklımdan geçenleri tahmin bile edemezsin,” yüzündeki o ifadesizlik silindi, bana doğru yaklaştı, bakışlarında tatmini olmayan bir acı geçti. “Bu şekilde,” dedi kendini göstererek. “Yaşanmıyor. Ya öğreneceğim her şeyi ya da,” nefesini verdi, “öğreneceğim. Diğer türlüsü çok güç. Karşımdasın, kıvranıyorsun, susuyorsun. Sen söyleyemiyor musun? Alacağım senden söyleyemediklerini.”
“Tugay,” dedim boğuk bir sesle.
Tugay beni duymazdan geldi, ardından Marco'ya bir baş hareketi yaptığında Marco, Defne'yi sırtından yavaşça itekleyerek vagona doğru getirdi. Defne bir şeyler söyledi, acılı bir inleme gibi fakat asla anlaşılmadığı gibi ne uğruna savaştığı da belirsizdi.
Hemen karşımıza oturduğunda Marco geriye bir adım attı, şimdi hepsi buradaydı ve hesaplaşma herkesin gözü önünde olacaktı.
Tugay hiçbir şey söylemeden başını görevliye çevirdi ve salladı. Birkaç dakika sonra motorun sesiyle beraber dönme dolap yüksek bir ses çıkararak hareket etmeye başladı, Defne daha fazla acıyla inledi ben ise kendimi tutamayarak demire tutundum.
Vagon çok yavaş bir şekilde yukarıya tırmandı, ardından İngiltere'nin o büyüleyici görüntüsü gözlerime dolduğunda bir yandan da yüksekte olmanın verdiği hisle midem bulanmaya başladı. Aşağı bakmak istiyordum, Gamze'yle göz göze gelmek istiyordum ama bakarsam başım dönecekti, biliyordum; Tugay'a bakmak istiyordum ama bakarsam her şeyi anlardı, farkındaydım.
Sıkıca demire tutunurken vagon, dönme dolabın en tepesine geldiğinde durdu, en yüksek noktada hafifçe rüzgârın etkisiyle sallanmaya başladığında gökyüzü neredeyse uzanıp tutabileceğim kadar yakınımdaydı. Gözlerimi sıkıca yumduğumda derin bir nefes almaya çalıştım, kulaklarımda uğultular vardı, Defne'nin inlemelerini bile artık neredeyse duyamıyordum.
Yanımda bir hareketlenme oldu, sonrasında derin bir nefes sesi işittim; Defne konuştuğunda Tugay'ın onun ağzını açtığını anladım. “Eftalya,” dedi bana, gözlerimi daha sıkı yumdum. “Tugay'a bütün gerçekleri anlattım.”
Gözlerimi Tugay konuşana kadar açmadım, ta ki o cümleleri işitene kadar. “Kaçabilecek tek bir nokta yok,” dedi, sesi bir fısıldayış gibiydi. “Şimdi burada her şey çözülecek.”
“Eftalya,” dedi Defne bir kez daha. “Ona bütün gerçekleri anlattım ve senin de bilmen gerekiyor. Gamze'nin gerçek yüzünü ona anlatman gerekiyor.” Defne oyun oynuyordu, Tugay ise benim tek bir cümlemle gerçeği öğrenme taraftarıydı.
Tugay'da olan bakışlarımı yavaşça Defne'ye çevirdim, yüzünde öyle korku dolu ve bir yandan da öyle baskın bir ifade vardı ki o sözsüz bakışmamızda bana sağlamaya çalıştığı üstünlüğü görebiliyordum.
Soru bile soramadım, sözü Tugay devraldı. “O gün,” dedi, hangi günü kastettiğini biliyordum, hücreye düştüğümüz gündü. “O aracın içinde birisi ihanet etti.” Tugay büyük bir nefes verdi. “Defne, ihanet edenin Gamze olduğunu söylüyor.” Dudaklarım aralandığında Defne'den bakışlarımı bir an bile olsun ayıramıyordum. “Gamze aşağıda,” dedi, bakamadım ama varlığını biliyordum. “Ve eğer Defne'nin söylediği gibiyse Marco'nun elinde tuttuğu silah onu tam kalbinden vuracak.” Gözlerim açıldığında kendimi tutamayarak aşağıya baktım, çok uzakta görünüyorlardı, bir nokta gibiydi fakat farkındaydım, Marco Gamze'nin hemen arkasındaydı, belki de elinde bir silah tutuyordu. “Ama eğer ihanet eden Gamze değil, Defne ise,” Tugay'ın sesindeki ifade değişti, “itirafınla her şey açığa çıkacak.” Defne'nin elleri kolları bağlıydı, şüphelendiği oydu, farkındaydım fakat emin olmak için bana soruyordu. “Şimdi bana bir cevap ver, bu sorunun cevabı, geriye kalan bütün soru işaretlerini kaldıracak. Defne miydi, Gamze miydi?”
Her şey bir pamuk ipliğine bağlıydı çünkü Defne'yi itiraf edersem Nida ölürdü ve Nida'nın ölümü demek, bir çocuğun ölümüydü. Gamze'ye ihanet edersem eskiden âşık olduğu adam tarafından öldürüldü ve ben çok geç tanıştığım bir dostumu kaybederdim. Peki ya Giray? Peki ya onun hissedecekleri?
“Söylesene,” dedi Tugay. “O gün araçta sana ihanet eden kimdi? Gamze mi, Defne mi? Bu sorunun cevabı bana birçok sırrın da cevabını verecek ve belki de doksan bir gündür cebimde taşıdığım bir yüzük ya ebediyen yok olacak ya da umudu bana yeniden gösterecek.”
Paragraf Yorumları