logo

2. SUÇ KRALI

Views 1583 Comments 30

Ada Hapishanesi

O gün hava soğuk muydu, sıcak mıydı; kar mı yağıyordu yoksa yağmurlu muydu, hiçbir mahkûm bunu bilmiyordu. Hatta hangi gündü, hafta bitiyor muydu ya da saat kaçtı; hesaplamadıkları sürece bilgileri olmuyordu.

Tugay Demir Çeviker ise her günü hesaplıyor, her haftayı duvara not alıyor, hatta bazen saatleri takip edebilmek için uyumamaya çalışıyordu.

Şu an saat öğle vakitlerinde olmalıydı, yirmi kişilik hapishanede havalandırma üstü kapalı bir şekilde sağlanıyordu ve içerisi daima karanlık oluyordu, öyle ki bazı zamanlar ışıkları bile yakmıyorlardı. Bugün ise şanslı günündeydi, floresanın ışığı tepesindeydi.

Ada Hapishanesindekilerin gündüz hava almaları ve ortak alana çıkmaları yasaktı, güneşi göremezlerdi. Sadece geceleri ortak alana çıkıp ciğerleri mahvolmasın diye beş dakikalığına gökyüzünü paylaşıyorlardı, sonrasında hapishanelerine dönüyorlardı.

Tugay'ın güneşi görmeyişinin üzerinden iki sene, dört ay, altı gün, beş saat, kırk sekiz dakika geçmişti. Dakikadan emin değildi ama çentik atmak yerine duvara kazıdığı takvimi sayesinde bugünün tarihini anlayabiliyordu.

Diğer mahkûmlar için her saat geceydi, sadece uyuyorlar, yemek verildiğinde yiyorlar ve sonrasında sohbet bile etmeden geri uyuyorlardı çünkü ağızlık sistemi gelmişti.

Hiçbir mahkûm birbiriyle konuşamazdı, bu direniş anlamına gelirdi.

Bu direnişin ortasında Tugay, Eftalya'yı gördükten sonra duvara, "Hiçbir mahkûmiyet tek taraflı olmaz!" cümlesini kazımıştı, altında ise Eftalya ile ilk konuştuğu tarih yazıyordu: 8 Aralık 2027

Parmakları masanın üzerinde ritmini artırırken gözleri önündeki kâğıtlardaydı. Eldivenli sol elini kullanmamaya özen gösteriyordu, halbuki önceden sol elini kullanırdı ama zaman ona sağ elini de kullanmayı öğretmişti. Yazarken, yemek yerken, bir iş yaparken. Krallık bunu ona zorunlu tutmuştu.

Başını omzuna doğru yatırıp duvardaki cümleye daha dikkatli baktı.

Üç gün dolmak üzereydi ve Eftalya henüz ortalarda yoktu. Sandığından daha akıllı olduğunu düşündüğü bu kadının hiç tahmin etmediği kadar aptal çıkmasından çekiniyordu.

Bakışları yeniden masaya indi ve sol taraftaki fotoğraflara, fotoğrafların altındaki kalın dosyaya baktı. Tugay Demir için sol taraf her zaman doğruyu gösterirdi. Bir yemek masasında solda otururdu, uyurken sol tarafa doğru yatardı, affı olan insanlar solunda kalırdı.

Eftalya'nın dosyasını ve fotoğraflarını da sol tarafa koymuştu.

En üstte Eftalya'nın barodan çıkarken çekilmiş o fotoğrafı duruyordu, beş ay öncesine aitti. Üzerinde koyu kırmızı kabanı vardı, saçları dalgalıydı ve omuzlarından dökülüyordu, yorgun bakışları sola değil, sağa doğru bakıyordu. Arkasında hiçbir zaman yanından ayrılmayan koruması Sinan vardı. Sinan'ın dosyası da Eftalya'nınkinin altındaydı.

Tugay Demir sakince sağ eliyle fotoğrafı aldı ve Eftalya'nın yüzünden göğüskafesine doğru indi, oradaki beyaz lekeyi gördü. O an sigara içebilse yakardı ama ağızlıkla bu imkânsızdı.

Eftalya'yı ilk gördüğünde beyaz lekesi küçük bir halka şeklindeydi fakat artık göğüskafesinde, tam kalbinin üzerinde kocaman bir daire oluşturmuştu, gitgide büyüyordu. İnsanlar bu rahatsızlığa sedef hastalığı diyordu, Tugay içinse fazlasıyla derin bir anlamı vardı: Bu bir hastalık değildi, Eftalya'ya verilen bir ödüldü.

Tam kalbinin üzerindeki beyaz leke, onun üstün olan kişiliğini simgeliyor ve kalbini parlak bir elmas gibi gösteriyordu.

Fakat Tugay, bu rahatsızlığın gitgide artmasının Eftalya'nın canını da tehlikeye atacağını biliyordu.

Derin bir nefes verdi. Başkalarının vücutlarında görmek istemeyeceği bu leke Tugay Demir Çeviker'in hayranlık duyduğu bir şeydi.

Acaba Eftalya da bu lekeyi seviyor muydu? Sevmeliydi.

Altındaki fotoğrafı aldı. Eftalya yemek yiyordu, genelde hafif yemekler yemeyi tercih eder, renksiz kıyafetler giyerdi. Kahkahalarla güldüğü hiçbir fotoğrafına rastlamamıştı ama bu fotoğrafta gülüyordu, gerçek bir gülümsemeydi. Sırtı dönük kişi ise Sinan'dan başka kimse değildi.

Diğer fotoğrafı eline aldı. Engelli kardeşiyle beraberdi, yüzünde hüzün vardı, doktorun yanından çıkıyordu. Tedirginliği her halinden okunuyordu.

Tugay Demir derin bir nefes alıp fotoğrafı bıraktı ve dosyayı açtı, altını çizdiği ve onlarca not aldığı kâğıtlara baktı. Hayatı, çocukluğu, gittiği okullar, yaşadığı evler, hepsi hakkında bilgisi vardı ama geçen gün parmağında gördüğü yüzük hakkında herhangi bir bilgi yoktu.

Yeni gerçekleşmiş olmalıydı, gizli tutulmuştu belli ki ama neden?

Tugay'ın kaşları çatıldı. Eftalya ona göre aşkı ikinci plana atacak bir kadındı ve babası için savaş verirken nişanlanmış mıydı?

Yeniden dosyaya baktı, bütün arkadaşlarına, bütün çevresindekilere, özellikle erkeklere göz gezdirdi ama hiçbirine ihtimal vermedi.

Tugay'ın gözünde Eftalya öyle üst bir noktadaydı ki çevresindeki hiçbir erkek onun âşık olabileceği seviyede olamazdı çünkü hepsi acımasızdı. Eftalya acımasız bir kadın değildi, Tugay gibi hiç değildi. Bu yüzden çevresindeki Tugay gibi adamlara âşık olmazdı.

Bir kişi hariç. Tugay yanından hiç ayırmadığı koruması Sinan'dan şüpheleniyordu ama örgüt bunu reddediyordu.

Dosyayı elinden bıraktı ve boynunu çıtlattıktan sonra masanın sağ tarafına baktı. Az önce Eftalya'ya bakarken gözlerinde parlayan o ışık yok oldu, yerine nefret ve kin geldi.

Masanın sağ tarafındaki kâğıtta bir ölüm listesi vardı, listenin ilk on bir kişisinin üstü çizilmişti. Listede yirmi dokuz kişi vardı ve yirmi dokuzuncu da kendisiydi. Kendi ölüm listesine kendi adını da yazan tek kişi Tugay Demir Çeviker olabilirdi ancak.

Kâğıdı sağ elinde tutarken listedeki isimlere tek tek baktı, her ismi aklına kazımıştı fakat bir ismin üzerinde durdu. Kerem Karaman. Sıra ona geliyordu ve adını görmek bile boynundaki bir damarın atmasına neden olmuştu. Dün gece uğradığı işkencenin sonucu değildi, bu sızı daha derinden, kaburgalarını acıtacak cinsten bir sızıydı.

Sol eli titremeye başladığında sırtını sandalyeye yaslayıp karşısındaki duvara bir kez daha baktı.

Ne kalemle yazılmıştı ne boyayla. Tek tek kazınarak çizilmiş harfler kelimelere dökülürken onun kim olduğunu bağırıyordu.

Hapishanesinin demir kapısının açılma sesini işitti, yüzünde yine bir gülümseme oluştu.

Birkaç kişi yataklarında hareketlendi ve Tugay'la göz göze geldikleri anda bakışlarını kaçırdılar. Herkesin ondan çekinmesi ve korkması umurunda değildi; umurunda olan tek şey özgürlüktü.

Gardiyanın adım seslerini işitti, kâğıtları ve fotoğrafları saklama zahmetine girmedi çünkü kimseye izin verilmese bile bazı noktalarda ona izin verilirdi; kuralları hapishanede Tugay Demir belirlerdi. Sınırlı ölçüde.

"Tugay Demir Çeviker," dedi gardiyan. "Ziyaretçin var."

Tugay gülümsemeye devam etti. Elbette Eftalya Atalar sandığından daha da zekiydi.

Gardiyan ona yaklaşırken tetikteydi, diğer herkes gibi bir eli belindeki silahtaydı. Onun tarafında olanlar bile yakınındayken belindeki silahlarını kontrol ederdi. Arkasına geçtiğinde ağızlığının kilidini açtı, sonra yavaşça çıkardı.

Tugay'ın yüzündeki yaraları acıyordu ama diğer bütün acıların yanında bu onun için hiçbir şeydi. Sırtındaki kırbaçların izi henüz geçmemişti, bacaklarında ise demir yanıklarının izi vardı. Alışıktı işkenceye, dövülmeye ve ötekileştirilmeye. Yine de ağızlığı açıldığında gülümsemeden edemedi.

"Sevgili Avukat’a beklemesini söyle," dedi Tugay sol elindeki eldiveni düzeltirken. "Ve ona nazik davran çünkü bunu hak ediyor."

"Çay, kahve ikram etmemi de ister misin?" diye sordu gardiyan yarı alaylı, yarı ciddi. Sırtı dönük olsa bile tetikte kalmaya devam ediyordu.

"O çay ya da kahve sevmez," dedi Tugay kısık bir sesle. "Şarap sever. Onu da bir gün ona belki ben ikram ederim. Özgürlüğümüzde."

"Güneşi bile göremeyen bir adama göre fazla cesur konuşuyorsun," dedi gardiyan ama bunu söylediği anda pişman olmuştu çünkü Tugay Demir omzunun üzerinden dönüp ona baktığı anda geriye doğru adım atmak zorunda kalmıştı.

Tugay ise yüzündeki gülümseme silinmeden, "Göreceğim," dedi kısık bir sesle. "Ve bu, o kadın sayesinde olacak."

Eftalya Atalar

Hayatımda sadece üç kez zamanı durdurmak istemiştim.

Birincisi, kardeşim yerde kanlar içinde yatmadan birkaç saniye önceydi. O kurşun havadayken zaman dursaydı ve ben bir şekilde o kurşunun isabet etmesini engelleseydim diye düşünürdüm hep. Önüne atlayabilirdim, onu çekebilirdim, hatta karşılık bile verebilirdim ama zaman dursaydı bunun üstesinden gelebilirdim.

İkincisi ise gecenin saat üçünde simsiyah giyinen adamlar babamı yatağından çekip çıkardıkları zamandı. Tam o anda babamı gizleyebilir, o adamlara karşı çıkabilirdim. Rahat yatağımda uyumak ve sabah uyandığımda güne onsuz başlamak yerine, o bir yerlerde mutlu bir hayat sürmeye devam ederken daha rahat nefes alabilirdim.

Üçüncüsü ise birkaç sene önce o hâkimi öldürdüğüm andı çünkü hiçbir işe yaramamıştı, babam yine hapse girmişti, sadece biraz zaman kazanmasına neden olmuştum. Bunu kendime itiraf edemesem de birinin canını boşuna almıştım ve o aldığım can bir tehdit olarak karşıma çıkmıştı.

Aslında düşündüğümde bütün bunlardan başka da zamanı durdurmam gereken anlar vardı.

Annem bizi çocukken terk edip gittiğinde, aç kalıp yemek yapmayı öğrendiğimde, okula giderken babam yüzünden adamlar beni köşeye sıkıştırdığında, dövüldüğümde, küfür yediğimde, alnıma bir silah dayayıp babamın yerini sorduklarında veya işkence ettiklerinde.

Fakat bütün bunları benimsemiştim çünkü Eftalya Atalar'ı bu kadına dönüştüren o yaşadıklarıydı ama ilk ikisi çok acıydı.

Seranın ortasındaki masada oturmuş çiçeklere bakarken bunları düşünüyordum.

Bu hayatta bağlı olduğum nadir şeylerden biri de çiçeklerimdi. Kocaman bir seram vardı. Papatyalar, orkideler, kaktüsler… O kadar büyük bir seraydı ki benden başka kimse buraya girmek istemezdi.

Babam ve Sinan dışında.

Annem için burası benim asosyal kişiliğimi gizleyemediğim yerdi. Ona göre asosyal olma nedenim durmadan kitaplar okumam, kulaklık takıp insanlardan kaçmam, sürekli ders çalışmamdı. Yaşıtlarım geceleri dışarı çıkarken ben geceleri oturup ders çalışırdım.

Arkadaşım yok değildi ama anneme göre kimse benimle arkadaş da olmak istemezdi. Dar görüşlüydü, öyle ki beni kimsenin sevemeyeceğini söylerdi.

Kadın gibi otur Eftalya, derdi. Kadın gibi konuş Eftalya, kadın gibi davran. Cilveli olmalısın, başını kaldır o kitaplardan. Bak çevrene, arkadaşların ne durumda, sen ne durumdasın?

Kolay ağlayan biri değildim ama bir gün annem iki orkidemi alıp öfkelenerek çöpe attığında saatlerce ağlamıştım ve şimdi o orkidelerin boşluğunu mahkûmun bana hediye ettiği orkide almıştı.

Bir çiçeği solmuş, diğer çiçekleri canlı.

Ellerimi saçlarımdan geçirdim ve önümdeki bilgisayara bakmaya devam ettim, tam karşımdaki Sinan benimle sessizliği paylaşıyordu.

"Konuş," dedim en sonunda dayanamayarak. "Böyle susacak mıyız?"

"Eftalya Hanım..."

"Of," dedim gözlerimi ona çevirip. "Üç, iki, bir, stop. Kaldırdım duvarları, konuş benimle. Ne yapacağım?"

İki gündür ikimizin de gözüne uyku girmemişti. Sinan kendini suçluyor, o görüntülerin nasıl alındığını sorguluyordu, ben ise her şeyi bir kenara bırakmış, paçayı nasıl kurtaracağımı düşünüyordum. Uykularım kâbuslara dönüştükten ve her gece o mahkûmu zihnimde görmeye başladıktan sonra uykuya da küsmüştüm. İlaçlarla uyumaya alışıktım ama şu an zamanı öldürmeme hiç ama hiç gerek yoktu.

"Duvarlarla alakalı değil," dedi Sinan yanımdaki sandalyeyi çekip otururken. "İki gündür adamı araştırıp duruyorum ve ulaştıklarım o kadar sınırlı ki..."

"Tugay Demir Çeviker," dedim karşımdaki bilgisayar ekranına bakarken. "Bulduklarımız sadece internetle sınırlı. Krallık’ın dosyalarına erişemiyorum çünkü anlarlar." Ellerimi bir kez daha saçlarımdan geçirip dişlerimi sıktım ve ekrandaki yazılara hızla göz gezdirdim. "Krallık’ta eskiden pilotmuş," dedim stabil bir sakinlikle.

"Ve bir uçak kazasıyla işinden kovulmuş, ardından engelli damgası yapıştırmışlar. Bir askeri kovmakla eşdeğer ama asker değilmiş. Krallık’a ait birçok haber sitesinde aşağılanıyor fakat taşaklı bir adam olduğu adına sansür koymalarından belli."

"Çünkü BL örgütünün kurucusu." Cümleyi kurarken bile titrediğimi fark ettim.

"Bir kez daha dile getirme," dedi Sinan mavi gözleriyle beni incelerken.

"Getireceğim," dedim bilgisayar ekranını sertçe kapatıp. "Adamın altı avukatı olmuş ve altı avukatı da ölmüş." Alayla güldüm ama kalbimde büyük bir korku yeşerdi. "Öldürülmüş," dedim üstüne basarak. "Ama hepsi eceliyle ölmüş gibi görünüyor. Bir tanesi yediği tavuktan zehirlenmiş, bir tanesi kalp krizi, bir tanesi trafik kazası. Bir tanesi uykusunda, bir tanesi alerjiden." Gözlerimi sıkıca yumdum. "Sonuncusu ise intihar etmiş. Adama dokunan ve kurtarmaya çalışan yanıyor."

O insanların ecelleriyle öldüklerine ikimiz de inanmak isterdik ama bunun böyle olmadığını biliyorduk.

"Sence Krallık mı bunu yapıyor yoksa adamın kendisi mi bir şekilde öldürüyor?" Gözlerim büyüdü. "Bilemiyorum Eftalya," dedi tedirgin bir nefesin ardından. "Bu adamın işlemediği suç yok, hakkında ortada doğru düzgün bilgi yok. Belki de avukatlar onun hakkında bilgilere erişiyor ve en sonunda bam!" Parmaklarını silah haline getirdi. "Ecel. Öldürüyor."

Sessizlik oluştu, yutkundum. Sinan ise başını iki yana salladı. "Çok rahatlattın," dedim gözlerimi kısarak. "Beni de hayvan yesin ve öyle öleyim, ne dersin?"

Şaka yapılmaması gerekiyordu, ikimiz de gülmemiştik ama kalbimdeki korkunun da geçeceği yoktu. "Adı bile doğru olmayabilir," dedi Sinan birkaç dakika sonra. "Tek kesin bilgi pilot olduğu. Bir dönem Krallık için çalışmış, başkanın uçağının kaptanıymış." Bakışlarım keskinleşti. "Şu gece yarısı alnından vurulan başkan. Arkasından BL damgası bırakılan."

Her şey birbirine girmiş, düğüm olmuştu. Canım tehlikedeydi, işim tehlikedeydi ama bu adamın avukatı olursam Krallık ipimi keserdi. Her şey o kadar karmaşıktı ki hangi tarafından tutsam elimde kalacaktı.

Ellerimi yüzüme yerleştirdim ve kalbimin hızlandığını hissettim. "Ne yapacağım?" diye fısıldadım. "O adamın avukatı olursam babamı da tehlikeye atarım. Kerem öğrenirse..." Sinan'ın hırıltılı bir nefes verdiğini işittim. "Yardım etmeyecek biliyorum. Krallık karşımda duracak. Ama avukatı olmazsam da zaten boynuma bir urgan bağlanacak ve idam sehpasına kendim çıkacağım." Ellerimi yüzümden çekip Sinan'a baktım. "Ne yapacağım?" Sesim titriyordu, hayır ağlamayacaktım, bunun adı korkuydu. "Bana bir çare bul."

Sinan büyük bir acı ve kederle bana bakarken elini havaya kaldırdı ve yüzüme dokunacak gibi olduğunda bundan vazgeçti. Bana sarılmazdı, sarıldığımda pek karşılık vermezdi ama ağladığımda karşımda gözleri dolar, gözümdeki yaşları yok etmek için dünyayı bile silmek isterdi.

Sinan’ın inandığı iki şey vardı: Biri bendim, diğeri de bana olan sonsuz sadakatiydi.

"Eftalya," dedi acıyla eli havadayken. "Öyle bakma." Başımı iki yana sallayıp gözlerimi kaçırdım. "Beni siper olarak kullan," dedi en çaresiz öneriyle. "Sana o hâkimi öldürten kişi olduğumu söyle, Krallık’la aramın iyi olmadığını biliyorlar. Dersin ki bu adam beni zorladı. Bırak benim boynuma urganı bağlasınlar, idam sehpasına çıkarsınlar. Göze alırım bunu. Suçlu benim çünkü."

Gözlerimi devirdiğimde, "Bunu hiçbir zaman yapmayacağımı çok iyi biliyorsun," dedim ve yüzüne baktım. Benden daha çaresiz, hatta daha korkmuş görünüyordu, öyle ki onu hedef göstersem yüzüne neşe gelecekti çünkü iki gündür beni buna ikna etmeye çalışıyordu. "Asıl sen bana şöyle bakmaktan vazgeç," diye inledim. "Senden başka kimsem yok, sen de gidersen ben ne yapacağım? Tek dostum, tek arkadaşım, tek sırdaşım sensin. Vazgeç bu düşünceden."

Sinan yutkundu, gözlerini kaçırdı ve her ne düşünüyorsa bunu bana yansıtmamaya çalıştı. Hayatının çok büyük bir döneminde sadece acı çekmişti, o acıları bana anlatırken bile gözlerine böyle bir keder uğramamıştı ama şimdi öyle kötü bir haldeydi ki kendimden önce onu kurtarmam gerektiğini hissediyordum.

"Mektuplarda çok nazik konuşuyor," dedi Sinan. "Belki de sandığımız kadar acımasız değildir." İkimiz de birbirimize inanmayarak baktık. "Tamam, bu saçmaydı ama şu an aklıma başka bir çare gelmiyor."

"Kerem'den yardım mı istesem?" diye sorduğum an Sinan yüzünü buruşturdu.

"O solucan suratlının Krallık götü yalamaktan dili aşınmış," diyerek çıkıştı. "Bu cinayetten bahsettiğin an hayatını asıl o karartır."

Haklıydı, iki akşam önce yemek yerden tam olarak düşüncelerinden emin olmuştum. Öylesine bir bağlılığı yoktu Krallık’a, gönülden bağlıydı. BL'nin konusunu açtığım anda kapatmış ve öyle büyük bir kinle çıkışmıştı ki oturduğum yerde sinmek zorunda kalmıştım.

Sinan'ın telefonu çalmaya başladığında hızla hareket etti. "Mert arıyor," dedi gözlerini açarak. "Belki bize şu adam hakkında bir şeyler verir."

"Lütfen," dedim ellerimi birbirine geçirerek.

Telefonu masaya yerleştirdi ve hoparlöre alıp, "Alo?" diye mırıldandı. "Herhangi bir bilgiye eriştin mi?"

Mert bir şeyler çiğnerken, "Bu adam hayalet gibi," dedi heyecanla. "Ve fazlasıyla korkutucu. Cinayetleri, pilotluğu..."

Mert, Sinan'ın askeriyeden arkadaşıydı ve şu an Krallık’ın yanında siber suçlardaydı. Elinden geldiğince yardım ederdi ama bunun dışında etliye sütlüye pek de karışmazdı.

"Aptal herif," dedi Sinan sert bir sesle. "Bize bilmediğimiz bir şey ver, Google'a adamın adını yazınca ne çıktığını biliyoruz."

"Boyu 1.93," dedi Mert gülerek. "Yakışıklı da adammış."

"Mert!" dedi Sinan dişlerini sıkarak.

"Bağırma lan bana," dedi Mert. "Sosislimi yerken seni aradığıma şükret. Teşekkürler bebeğim." Öpücük, öpüşme, şaplak sesi. İkimiz de gözlerimizi devirdik. "Neden hapishaneye girdiğini öğrendiniz mi?"

"Evet," diye atıldım. "Diğer bütün suçlarının yanında örgütün kurucusu olduğu ifşa edilmiş."

"Peki onu kimin hapse tıktığını biliyor musunuz?" Öpüşme sesleri.

"Mert!" diye bağırdı Sinan. "Öpüşmeyi bırak, ne biliyorsun?"

Birkaç saniye sonunda Mert gülerek, "Sizin savcı tıkmış bu taşaklı herifi hapse," dedi ve başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. "Kerem Karaman ifşalamış, hatta bu adamı hapse tıktığı için ödül bile almış. Nasıl bilmezsiniz?"

Aniden beynimde sirenler çalmaya başladı ve Kerem'in evindeki ödül sehpasını hatırladım. Aldığı bütün ödüller aynı yerdeydi ama bir tanesi baş köşedeydi. O ödülü ayrı bir şekilde gururla sergiliyordu. Sorduğumda ise, “İtibarım,” demişti. "Bir pislikten kurtulmamızı sağladım, Krallık’ın en büyük ödülüdür.”

Bahsettiği pislik, Tugay Demir Çeviker'di.

Mert'in telefonundan yine öpüşme sesleri geldi ve Sinan öfkeyle telefonu kapatıp, "Sikeyim," diye hırladı. "Her şey boka batıyor."

Bakışlarım Sinan'dan masaya kaydı, ardından orkideye baktım ve budadığım tarafına odaklandım. Solgun taraf bizim dünyamız demişti, onu kurtarırsam bizi de kurtaracaktım. O çiçeği kurtarırdım ama dünyamız için değil, çiçeklere çok değer verdiğim için yapardım bunu.

Orkideye o kadar uzun süre baktım ki kendimi ilk defa ölü bir çiçek gibi hissettim. Evet, bazı zamanlarda kendimi onlara benzetirdim. Bir çiçek kadar güzel olduğum için değil, sessizliklerimiz benziyordu. Fakat bu kez daha acı doluydu bu sessizlik.

Ölü çiçekler de kokar, derdi babam çoğu zaman. Benim bu labirentin ortasında ölümün kokmasına bile izin vermeyeceklerdi. Eftalya denizkızı demekti ve denizkızları boğulmazdı ama beni boğacaklardı.

Eftalya çiçek demekti ve o çiçek ölecekti. Budadığım orkide belki iyileşecekti ama aynısı benim için geçerli olmayacaktı.

"Eftalya?" dedi Sinan ve omzuma dokundu. Gözlerim ona döndüğünde korkudan titrediğimi fark ettim. "Eftalya…" dedi bu kez daha acılı bir ses tonuyla. Başka hiçbir şey diyemedi çünkü çaresizlik akıyordu sesinden, bunun başka bir adı yoktu.

"Sinan," dedim yutkunmakta zorlanırken. "Bana cinayet hakkında söylediklerini hatırlıyorsun değil mi?" Sinan başını salladı ve sandalyeyi itip önüme çöktü. "Ben sana bir yalan söyledim o günden sonra."

"Ne yalanı?" dedi Sinan.

"Korktuğumu söylemiştim ya." Başını bir kez daha salladı. "O korku değilmiş Sinan. O hiçbir şeymiş." Midem bulanıyordu, sanki az önce bir cinayet işlenmişti ve o cinayet benim cinayetimdi. "Asıl korku şu an yaşadığımmış çünkü ölümü hissediyorum."

"Eftalya," diye fısıldadı.

"Hissediyorum," dedim bir kez daha. "Bu yolun sonunda öleceğim ve ölmek istemiyorum, ölmekten korkuyorum."

Sinan çöktüğü yerden ayağa kalkıp elini saçlarından geçirdi, sonra yumruklarından bir tanesini masaya sertçe indirdi. Ardından bir kez daha ve bir kez daha.

Sinan her zaman bana, Ölmeyeceksin, derdi. Ölemezsin, ölmene izin vermem. Fakat bu kez dudaklarından bu kelimeler dökülmedi.

"Ölürüz o zaman Eftalya," dedi bu kez. "Ben de seninle ölürüm."

Sinan bile bana hayatım konusunda söz veremedi.

Bakışlarım yeniden orkideye döndüğünde gözümden bir damla yaş aktı fakat bunu silmek bile istemedim. Yaşamaya hiçbir zaman hevesli değildim ama çiçeklere âşık olacak kadar da bu dünyayı seviyordum ve ölüm hiç bu kadar yakınımda olmamıştı.

"Bir karar verdim," dedim orkideye bakarken. Sinan hiçbir cevap vermedi fakat ona da dönüp bakamadım çünkü omuzlarındaki o suçluluk duygusuyla bir kez daha yüzleşemezdim. "Tugay Demir Çeviker'in avukatı olacağım."

***

Kimse babamı neden bu kadar sevdiğimi ya da onun hayatı için neden bu kadar çabaladığımı anlamıyordu, bazen Sinan bile.

Çünkü çocukken tek arkadaşımdı, çünkü tek oyun oynadığım kişiydi, tek sırdaşımdı, beni tek anlayan kişiydi. Beni olduğum gibi kabul eden sadece o olmuştu. Sinan bile bazen küçükken benimle oyunlar oynamak istemezdi çünkü erkek oyunlarının bana göre olmadığını düşünürdü. Halbuki ben o oyunlardan keyif alırdım.

Hayır, yalnız bir çocuk değildim ama diğer çocuklardan farklıydım. Bundan olmalı ki birkaç sene özel sınıfta ders görmüştüm. O zaman bana bunun nedenini söylememişlerdi, aslında hâlâ bilmiyordum ama artık merak da etmiyordum.

Belli bir yaşıma kadar altıma kaçırıyordum, çişimi tutmayı bir türlü öğrenememiştim. Belli bir yaşıma kadar yemek yiyemiyordum, annem bu yüzden benden nefret eder, akrabalarının ya da komşularının yanına götürmeye utanırdı. Ellerime vura vura bana çatal tutmayı öğretir, onca çabasına rağmen parmaklarımla yediğimdeyse bağırıp çağırırdı. Bense bu şekilde yemenin daha keyifli olduğunu düşünürdüm sadece.

Fakat tüm o normal şeyleri yapamazken çok erken yaşta okumayı yazmayı çözmüştüm, kimsenin okumadığı kitapları bitirmiştim. Kavanoz dipli gözlüklü, başkalarını çirkin dediği o kız çocuğu bendim. Çocukluk fotoğraflarıma baktığımda çirkin gelmiyordum gözüme ama diğer çocuklar çok çirkin olduğum ve çoğu zaman onlara zarar verdiğim için yanımda durmak istemezlerdi.

Çok uzun süren bir tedavi sürecim olmuştu. Annem beni kabullenmek istememişti ama o süreçte babam hep elimi tutmuştu.

İyileşmek tedaviden önce kalpten gelirdi, başka birinin kalbinden.

Babam beni kalbiyle iyileştirmişti.

Gözlerim Ada Hapishanesinin tabelasında gezinirken kapıdaki nöbetçilerin beni izlediğinin farkındaydım. Kaç dakikadır orada dikildiğimi bilmiyordum fakat hayatımın dönüm noktasında olduğumu hissedebiliyordum.

Avukatlığın dönüm noktam olduğunu sanıyordum. Sonra babamın hapishaneye girmesinin dönüm noktam olduğunu düşündüm. Ardından Kerem Karaman'la nişanlanmamın, defalarca kurşunlara hedef olmamın, özel sınıflarda yetiştirilmemin, ötekileştirilmemin, öğretmenlerin bile benden nefret etmesinin...

Fakat asıl dönüm noktam burasıydı.

Bir mahkûmun iki dudağının arasındaki emirdi. Ölümüm, bir örgüt kurucusunun iki dudağının arasındaydı.

Küçük adımlarla hapishanenin önüne gittiğimde kapıdaki nöbetçiler birbirine baktı. Yeniden bana döndüklerinde bugünün görüş günü olmadığını bilen bir çaresizlikle baktım onlara. Bundandır ki hiçbir şey söylemeden kapıları açtılar.

Kaşlarımı çatıp tek kelime etmeden yürümeye devam ettim. Geçen gün bana hadsizlik yapan nöbetçi ortalarda yoktu, halbuki bu saatler onun görev saatleriydi.

Gözlerim yine yazılı duvarlara kaydığında yeni cümlelerle karşılaşmadım ama artık BL, o iki harf her baktığımda daha fazla ürkütüyordu beni.

Ama ürkütmenin dışında kalbimdeki solgun bir çiçeğin üzerine su döküyordu sanki. Bunun anlamı neydi? Hayır, hayranlık değildi, olamazdı ama belki umut? Senelerdir Krallık’ı devirmek isteyen o kadar örgütün arasından BL'nin başarılı olabileceğini düşündüren neydi?

Tugay Demir Çeviker olmamalıydı.

Hiçbir zaman BL örgütünün tarafında yer almayacaktım çünkü bu dünya için savaş verecek biri değildim, ben bu dünyayı sadece çiçekler için severdim.

Peki Tugay Demir Çeviker'i bu dünyayı kurtarmaya iten neydi?

Hapishaneye girdiğimde geçen gün görevli olan kadının yine aynı yerde durduğunu fark ettim. Kapıdaki nöbetçilerin aksine o beni gördüğünde kaşlarını kaldırıp şaşkınlıkla baktı. "Eftalya Hanım?" dedi şaşkınlıkla. "Bugün görüşmeniz yok ve babanız..."

"Babam için gelmedim," dedim ve fısıldadığımı fark edip boğazımı temizledim. Cama yaklaşıp delikten, "Babam için gelmedim," dedim donuk bir şekilde. "Başka bir görüşmem var."

Kadın daha fazla şaşırdı. "Bu hapishanede avukatı olduğunuz biri mi var?" Şaşırması çok normaldi çünkü burada sadece Krallık karşıtları yer alırdı ve benim babamdan başka kimseyle alakam olamazdı.

Kadını ne onayladım ne reddettim. Ardından, "Görüş olmadan da görüşebileceğim biri olduğunu düşünüyorum," dedim ki öyleydi. "Üç gün önce ayarlamıştık."

Kadın başını eğip önündeki kâğıtlara baktı. "Belirli kişiler hariç görüşler açılmaz," dedi. "Siz kim için geldiniz? Babanızla bir şekilde görüşmek için izin koparıyorsanız..."

Daha fazla uzatmadan, "Tugay Demir," dedim ve kadının gözleri öyle bir döndü ki bana birkaç saniye duraksamak zorunda kaldım. "Tugay Demir Çeviker ile görüşmem var."

Dudakları aralanan kadın şaşkınlığını gizleme zahmetine bile girmeden, "Emin misiniz?" diye sordu.

Kaşlarım çatılırken, "Tugay Demir Çeviker," diyerek bastırdım. "Lütfen geldiğimi haber verin."

Birkaç saniye şaşkınlığının geçmesi için kendine izin verdi, ardından telefona uzanıp birkaç tuşa bastı. Bir süre sonra, "Tugay Demir Çeviker için. Avukat Eftalya Atalar geldi," dedi. Onun ismini söylerken bile tedirgin olduğunu hissettim. "Evet, kendisi son derece emin görünüyor."

Kısa bir sessizliğin ardından kadın birkaç kez başını salladı, sonra telefonu kapatıp önündeki kâğıda bir şeyler yazdı ve o an ikimizin adı yan yana kâğıtlara işlendi.

Krallık karşıtı, BL örgütü kurucusu mahkûm Tugay Demir Çeviker ile görüşmeye gelen Krallık yanlısı Avukat Eftalya Atalar.

Ürperdiğimi hissettim.

"Eşyalarınızı alayım," dedi kadın. Ardından bilindik prosedürlerle devam etti.

İlk önce kendimi tanıttım, bütün eşyalarımı bıraktım, bu kez takımımın ceketine kadar aldılar. Lacivert gömlek ve siyah dar bir etekle kaldığımda bir gardiyan gelip üzerimi aradı, sonra başka notlar da aldılar. Ayakkabımın içine, ağzıma, kulağıma, saçlarıma baktılar. Erkek gardiyan olması fark etmiyordu, eli mahrem yerlerimde bile dolaşmıştı.

Krallık’ın tarafında olmamak bu demekti işte ama ben ötekileştirilmeye çocukken alışmıştım.

İş yemin kısmına geldiğinde kadın imalı bir şekilde bana baktı. "Onurlu Krallık’ımı karanlığa sürüklemeyeceğime ve mahkûmlara ışığı göstereceğime ant içerim," dediğimde alayla güldü.

"Kesin öyledir," diye ağzının içinde gevelediğinde dudaklarım bu saygısızlık karşısında şaşkınlıkla aralandı ve o anda kendilerinden olmayanlara nasıl davrandıklarını gördüm, bununla yüzleştim. Kadın bir böcekmişim gibi beni izlerken arkamdaki gardiyan düşündüğümden daha sert bir şekilde omzumdan itti ve beni görüş alanına doğru götürdü.

Başımı çevirip baktığımda nefes boşluğundaki yarım ay dövmesini gördüm. Sadece göz göze gelmemiz bile gardiyanın beni daha sert bir şekilde itmesine neden oldu. "Önüne bak," dedi baskın bir sesle.

"Ben bir avukatım," dedim dişlerimin arasından. "Ve bana saygı duymak zorundasın."

Bu kez sırtımda soğuk jopun ucunu hissettiğimde kulağıma, "Sen hiçbir bok olamazsın sürtük," dedi hırlayarak. "Ve Krallık bir gün sizi de temizleyecek."

Dudaklarım aralandı. "Bütün bunlar onunla görüşeceğim için mi?" diye sordum.

"Onunla dediğin adamın kim olduğunu bilmiyor musun?" dedi gardiyan ve beni sola döndürdü, diğer görüş yerlerinden farklı bir yere götürdüğünü anladım. İşkence odalarına daha yakın bir yerdi.

Tugay Demir Çeviker de işkenceye uğruyor olmalıydı ama hiç de öyle görünmüyordu, bunu nasıl gizleyebiliyordu?

Tekrardan sola döndüğümüzde dar bir odaya girdik. Yine camlı bir odadaydım. Ortada geniş bir cam vardı, camın iki tarafında da sandalyeler ama etrafta kimse yoktu.

Ortadaki sandalyeye doğru ittirildiğimde bir anda dönüp gardiyanın kolunu kavradım ve kendime çektim. Göz göze geldiğimizde bana büyük bir nefretle baktı. "Bir daha bana dokunursan o kolunu kırarım, beni duydun mu gardiyan?"

Gardiyan anlık olarak afallasa da ardından, "Bu cesaretin nedeni görüşeceğin adam mı?" diye sordu ve kolunu kurtarmaya çalıştı ama bırakmadım. Avuçiçlerim öfkeyle karıncalanmaya başlamıştı. Babama ya da Krallık’ın yanında olmayan herkese yaşattıklarıyla onları aslında nasıl da değersiz gördüklerini anladım.

İnsan değildim bu Krallık yanlısı gardiyanın gözünde, bir böcektim; bir erkeğin arkasına gizlenen ve korunmaya muhtaç bir kadındım. Meydan okuyamaz, tepki veremezdim.

Camın arkasından ses geldiğinde içeriye başka bir gardiyan girdi, sonra yavaş adımlarla yürüyen Tugay Demir Çeviker'le karşılaştım. Üzerinde siyah mahkûm kıyafeti vardı, bileklerinde de kelepçeler fakat ağızlığı yoktu. Gözleri benden önce yanımdaki gardiyana kaydı sonra kolunu kavrayan elime.

Anlık afallamamla gardiyan beni ittiğinde sandalyeye doğru tökezledim ve ellerim sandalyenin sırtına tutundu. O sırada Tugay tam karşımda ayakta durdu ve ilk defa karşılıklı ayakta birbirimizi gördük.

Boyu benden çok daha uzundu, çenesi daima havadaydı ve omuzları dikti. Daha önce gördüğümde sakalları az da olsa uzamıştı ama şimdi hiç yoktu ve ağzının kenarındaki yara izleri ortadaydı. Ela gözleri bir an bile olsun bana kaymadan yanımdaki gardiyana bakıyordu, her adımını izliyordu. O gardiyan ise benim yanımdan uzaklaşıp yan taraftaki kapıdan girdi ve Tugay'ın tarafına geçti. Gözleri gardiyanı izlemeye devam ederken cansız bir manken gibiydi, nefes almadığını bile düşünebilirdiniz ama çevresindeki herkesin hareketlerine dikkat ettiğini anlıyordum. Babam da böyleydi, birbirlerine bu noktada benziyorlardı.

Tugay'ı getiren gardiyan geldiği kapıdan çıktı. Geride sadece beni getiren gardiyan kalmıştı, o da Tugay’ın arkasına geçti.

Derin bir nefes verdim ve ben de duruşumu dikleştirip omuzlarımı havaya kaldırdım. Önüme gelen saçlarımı arkaya attığımda sandalyeyi sakince çekip oturdum. Tugay Demir'in gözleri en sonunda bana kaydığında yüzündeki donuk ifade değişti ve ilk tanıştığımdaki o tebessümü yüzüne uğradı. Başımla oturması için işaret verdiğimde tek kaşını havaya kaldırdı, bu hareketim hoşuna mı gitmişti yoksa ona bunu yapmak çok üstten bir davranış mıydı, anlayamadım.

Tugay gözlerimin içine bakarken, "Kelepçemi aç," dedi arkasındaki gardiyana. Gardiyan dişlerini sıktı ama söyleneni yapmak üzere bir adım attı, bana yaptığı zorbalık ona işlemiyordu belli ki. Nasıl oluyordu da Krallık karşıtı bir mahkûmun bu kadar söz hakkı olabiliyordu?

"Hayır," diyerek karşı çıktığımda gardiyan duraksadı. "Kelepçeler kalacak."

Tugay bir kez daha kaşını kaldırdı ve önümüzdeki cama imalı bir bakış attı. Kurşun geçirmez cam varken bana zarar veremezdi ama ben her zaman kendimi güvende hissetmek isterdim ve bu adamın bileklerinde kelepçe varken daha güvende hissedecektim.

İkiletmedi ve karşımdaki sandalyeye oturduğunda ellerini önündeki mermere yerleştirdi. İki elinde de eldivenler vardı ve bu kez onu incelemekten hiçbir şekilde çekinmedim. İlk önce ela gözlerine baktım, sonra yüzündeki izlere, ardından boynundaki izlere. Görünen kadarıyla işkenceye uğruyordu, eh, en azından diğer mahkûmlarla eşit olduğu noktalar vardı.

Yan taraftaki hücrelerden bu düşüncemi destekleyen bir bağırtı yükseldi, ardından yalvarışı işittim. Korkuyla olduğum yerde irkildiğimde Tugay hareket bile etmedi, aşinaydı işkence görmeye ve duymaya.

Gözlerim eldivenlerine kaydığında üzerlerindeki damgaları gördüm ve gözlerim kısıldı. Timsah deseni vardı, BL'nin simgesi olmalıydı.

Bu eldivenlerin sırrı neydi? Öğrenmek için çıldırıyordum fakat gururumu çiğneyip de merak ediyormuş gibi görünmemek için soramıyordum.

Onu ne kadar süre incelediğimi bilmiyordum ama yeniden yüzüne döndüğümde başını omzuna yatırmış, gülümseyerek beni izlemeye devam ediyordu. Bir başkası bunun harika bir görüş saati olduğunu düşünebilirdi ama karşımdaki öyle bir adamdı ki bu gülüşünün altında bile bir anlam olmalıydı.

"Sevgili Avukat," dedi ve böylece ilk konuşan o oldu. "Heyecanlı olması için mi üç gün bekledin?" Ve bu kez inceleme sırası ondaydı. İlk önce saçlarıma baktı, sonra yüzüme ve üstümdekilere. "Yine koyu kıyafetler tercih etmişsin, hep koyu renkler mi giyersin? Uyumamışsın, gözlerinin içi kıpkırmızı. Üşümüşsün, burnun kızarmış. Hasta mısın?"

Gözlerimi devirirken ben de ellerimi mermerin üzerine yerleştirdim, direkt olarak ellerime baktı, bakışları bir süre yüzüğümün üzerinde gezindi. Bu kez gizleme zahmetine girmedim.

"Bu seni ne kadar ilgilendiriyor?" diye sordum. "Ve bana Sevgili Avukat demekten vazgeç."

"Vazgeçmeyeceğim." Net bir yanıttı, sonra sandalyeyi biraz daha çekip cama iyice yaklaştı. "Ve bir karara vardıysan sana Sevgili Avukat’ım diyeceğim."

Bir kez daha gözlerimi devirdiğimde gülümsemeye devam etti. Cümleleri, tavırları ve davranışları bütün o duvarlardaki cümlelerin sahibinin kendisi olduğunu gösteriyordu, asla da gizlemiyordu ve BL örgütü gibi kendisinin de çok tuhaf bir etkisi vardı. Öyle ki kimsenin olmadığı bir meydana çıkıp konuşmaya başlasa bir süreden sonra herkesi etkisi altına alabilirdi.

Derin bir nefes verdim ve ben de cama yaklaştım. "Sana açık konuşacağım," dedim net bir sesle. "Eve gönderdiğin hediyeyi aldım." Göz ucuyla gardiyana baktım sonra biraz daha eğildim. "Ve amacının ne olduğunu anladım. Bu son derece nazik kişiliğinin altında nasıl bir adam yattığını biliyorum. Beni resmen tehditle avukatın yapmaya çalışıyorsun."

Kaşlarını kaldırdı. "Sana bir terbiyesizlik yapmadım, yaptım mı?" Alayla güldü. "Sana çiçek bile gönderdim."

"Beni," dedim dişlerimi sıkarak, "tehdit ettin."

"Hayır," dedi, ardından o da cama doğru yaklaştığında aramızda bir karışlık mesafe ve neyse ki cam vardı. "Aynı tarafta olduğumuzu gösterdim sana."

"Ben senin tarafında değilim," diyerek çıkıştım. "Benim tarafım belli." Ciddiye almadı ama geriye de çekilmedi. Gözleri gözlerimi arşınlarken bakışları göğüskafesime kaydı ve tekrar yukarı tırmandığında dudakları kavislendi. "Seni araştırdım."

Yapay bir şaşkınlıkla, "Öyle mi?" dedi. "Ve ne buldun?"

"Senin yansıttıklarından başka ne mi buldum?" diye sordum imalı imalı.

Başını iki yana sallayıp dilini damağına vurdu. "Uzun zamandır adımı araştırıp bakmıyorum, hakkımda neler döndüğünü bir de senden dinlemek isterim."

Korkunun gözlerime uğrayıp uğramadığını bilmiyordum ama, "Tugay," dediğimde sesime uğramıştı. "Demir Çeviker." Adını benden duyduğunda gözlerini kıstı. "İlk cinayetini on dört yaşında işlemişsin, bir çocukken. O yaşta bir çocuk neden cinayet işler?" Yüzüne gölge düştü ama hiçbir cevap vermedi. "Bu şekilde anlaşamayız, bana cevaplar vermen gerekiyor."

"Devam etmeni bekliyorum," dedi ciddiyetle ama gülümsüyordu. "Senden kendimi dinlemek keyifli olacak Sevgili Avukat."

"Bana Sevgili Avukat..." Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. "Dokuz cinayet, beş gasp, yedi hırsızlık, üç azmettirme, iki örgüt liderliği, silah ticareti ve en sonunda başkan cinayeti. On cinayet oldu." Duydukları kendi hakkında değilmiş gibi kaşlarını kaldırdı. "BL örgütünün kurucusu olduğun ortaya çıktı. Bütün bunlardan yargılanıyorken seni hangi noktada savunmamı bekliyorsun söyler misin?"

"On bir," dedi gözlerini kısarak.

"Ne?"

"On bir cinayet," diye düzeltti. "Eksik bilgi. İşte şimdi kalbimi kırdın."

Dudaklarım aralandı ve şaşkınlıkla ona baktım, o ise gülümseyerek bana bakmaya devam etti. "Sen kafayı yemişsin," diye mırıldandım. "Bence seni kurtarmak için akli dengesi yerinde değil raporu almamız gerekiyor."

"Denedim fakat inanmıyorlar," dedi dudaklarını bükerek. "Ayrıca abartıyorsun."

"Abartıyorsun mu?" Gözlerim açıldı. "Katilsin."

"E sen de katilsin," dedi bir anda ve duvara çarpmış gibi oldum. "On bir kalp durdurdum, sen bir kalp durdurdun," diye fısıldadı. "Fakat bu ikimizin de katil olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca sen gökyüzünün tadını çıkarıyorken ben nefeslerimi bile yarım alıyorum. Adil değil."

Hiçbir cevap vermeden yüzüne bakmaya devam ettim, o ise benden daha rahat görünüyordu. "Seni," dedim dişlerimi sıkarak, "hangi noktada savunmamı bekliyorsun?"

"Seç beğen," dedi alayla. "Hangisi hoşuna giderse."

Parmaklarım içeriye doğru büküldü. "Sen çok rahat olabilirsin ama ben değilim," dedim itiraf ederek. "Benden önceki altı avukatın başına neler geldiğini biliyorum." Yüzündeki gülümseme silindi ama dikkatli bir şekilde beni incelemeye devam etti. "Hepsi öldü." Dişlerimi sıktım. "Öldürüldü." Bir cevap vermedi. "Bunu sen mi yaptırdın?"

İlk defa kaşları çatıldı. "Hayır," diyerek net bir sesle cevap verdi. "Ben zararsız insanlara zarar vermem."

"Ama onları tehditle yanında tutarsın," dedim bu kez.

"Onlar tehditle yanımda değildi," dedi.

"Kim seni isteyerek savunsun ki?" diye sorduğumda çatık kaşları düz bir çizgi halini aldı fakat bu kez gülümsemedi. Bir başkası olsa kalbini kırdığımı düşünebilirdim ama bu Tugay için geçerli değildi.

"Çok büyük konuşuyorsun Sevgili Avukat," dedi Tugay Demir. "Gün gelir sen de beni isteyerek savunursun. İfşalar umurunda bile olmaz, sadece benim için savaşırsın."

"Bu imkânsız," diye çıkıştım. "Hiçbir avukat gazetelerin Suç Kralı diye bahsettiği bir adamı savunmak istemez çünkü bu bile bile başarısızlıktır. Ben seninle kaybedeceğim davalara gireceğim, bunu sen de iyi biliyorsun."

Yüzüne tekrardan gülümseme kondu, başını omzuna doğru yatırdı ve tok bir sesle, "Demek avukatım olmayı kabul ettin," dedi sakince. "Tek odaklanabildiğim nokta bu şu anda."

"Ölmeyi kabul ettim," diye karşılık verdim. "Çünkü iki türlü de öleceğimi fark ettim."

"Ama yine de Suç Kralı diye anılan bir adamı savunarak mı ölmek istedin?" diye sordu ve yine duvara çarpmış gibi oldum. "Kabul et Sevgili Avukat, bu tarafta ölüm daha onurlu ve bunun farkındasın." Hiçbir cevap vermedim. "Ve ölmeyeceksin, senin ölmene izin vermeyeceğim."

Sırtımı sandalyeye yaslayıp ondan uzaklaştım. Sonra alayla ona baktım, bileğindeki kelepçelere, bulunduğu noktaya ve arkasındaki gardiyana. "Büyü yaparak mı beni ölümden kurtaracaksın?" diye sordum. "Uyan Tugay Demir Çeviker, sen bir mahkûmsun, bileklerinde kelepçe var ve beni koruyamazsın."

O da arkasına yaslandı ve gözleri üzerimde gezinirken, "Sen de uyumaya devam et Sevgili Avukat," dedi karşılık olarak. "Çünkü uyandığında ben özgür bir şekilde tam yanında olacağım, sen de yaşıyor olacaksın. Söz veriyorum, canım uğruna."

Normalde alaya alırdım ama bir şey beni ona güvenmeye itiyordu, ne olduğunu anlayamıyordum. Söz vermişti ve ben o söze inanmıştım.

Konuyu tamamen değiştirerek, "Benden ne istiyorsun?" diye sordum. "Açık konuş."

"Avukatım olmanı." Bir kez daha öne doğru eğildi. "Benim avukatım olmanı."

"Sadece bu kadar değil, değil mi?" Hiçbir cevap vermedi. "Bana senin hakkında başka bilgiler vermen gerekiyor, seni tanımam gerekiyor. Avukatın olacaksam birbirimizden nefret etsek bile bunu kurallara göre ilerletmemiz gerekecek."

Kaşlarını çatıp, "Nefret mi?" diye sordu. "Senden nefret etmiyorum." Ona duyduğum nefret dilimin ucuna kadar geldi ama söylemekten vazgeçtim. "Ve elbette sana kendim hakkında bilgiler vereceğim ama ondan önce senin de imzalaman gereken bir anlaşma olacak."

"Ne?" derken bir kez daha öne eğildim. "Neden söz ediyorsun?"

"Gözlerimin içine bak Sevgili Avukat," dedi gözlerimin tam içine bakarken. "Sence sana öylece kendim hakkında bilgiler verecek biri miyim?" O an aklımdaki taşlar yerine oturdu. Diğer bütün avukatlar, Tugay Demir hakkında bilgilere ulaştığı için öldürülüyordu. Peki ya bu kadar avukat nasıl oluyordu da bu bilgileri gün yüzüne çıkarmıyordu?

"Nasıl bir anlaşma bu?" diye sordum yutkunarak. "Ağzımı açarsam öleceğimi mi kabul ettireceksin bana?"

"Ölüm yok," diye çıkıştı. "Sadece güven anlaşması."

"Yalan söylüyorsun." Biraz daha yaklaştım, aramızda cam olmasa nefesini yüzümde hissederdim ve o da bunun farkındaydı. Resmi bir şekilde avukatı olduktan sonra aramızdaki bu cam kalkacaktı. Bu kalbim teklemesine neden oldu. "Bütün o avukatlar nasıl oldu da seni ifşa etmeden öldü?"

Çok basit bir şekilde, "Bana bağlılardı," diye yanıt verdi.

"Ama ben sana hiçbir zaman bağlı olmayacağım."

Gözleri anlık olarak yüzüğüme kaydı, sonra yeniden yüzüme. "Büyük konuşmaktan vazgeç Sevgili Avukat," dedi net bir sesle. "Bazen işkencelerin en büyüğünü çeksen bile ağzından laf alamazlar. Bak bana, hayatının en büyük sırrını biliyorum ama kimseye söylemedim. İşkence etsinler, yine söylemem. Sen de bağlanacaksın bana, adımı bile kimseye fısıldamak istemeyeceksin."

"Uyan," dedim bir kez daha. "Ve sırrımı söylemezsin ama tehdit edersin, öyle değil mi?"

"Doğru yolu göstermek diyelim." Boynunu çıtlattı. "Her neyse, bu akşam örgütümle tanışacaksın, onlar seni yasaklı bölgeden almaya gelecekler." Yasaklı bölge dediği yer, liderlerin bile girmesinin yasak olduğu bir yerdi. "Sen sadece oraya git ve bekle, geleceklerdir." Şaşkınlıkla onu dinlemeye devam ettim. "Bir anlaşmayla karşı karşıya kalacaksın, kabul ettikten sonra sana kapılarımı açacağım ve resmi olarak avukatım olacaksın."

Sessizlik oluştu. Birbirimizin gözünün içine bakarken bakışlarım ağzının kenarındaki yara izlerine kaydı ve bir anlık içimin acıdığını hissettim. Boynunda ip izleri vardı, onu boğmaya çalışmışlardı. Çekinmeden kendisini incelememe fırsat verdi. "Seni bu yola iten nedir?" diye sordum dayanamayarak.

Bu soruyu beklemediği çok açıktı çünkü yüzündeki gülümseme silindi ve kaşları havalandı. "Senin yoluna mı?" diye sordu ve buna ben de hazırlıksız yakalandım. "Vardır bir nedeni, vardır bir izi, vardır bir lekesi. "

Benim yolum. Bizi bu şekilde mi nitelendiriyordu?

"Gazetelerin Suç Kralı diye bahsettiği bir adamsın, mahkûmsun, idam yasası geliyor ve ilk asılacak adamlardan birisin. Af dilemek yerine hâlâ çaba veriyor, karşı çıkıyorsun. Gerçekten tek savaşın bu dünya için mi yoksa daha başka şeyler de mi var?”

Yeniden sessizlik oldu. Ardından bütün söylediklerimi duymazdan gelerek, "Hâlâ yaşıyorken gazetelerin benden Suç Kralı diye bahsetmesi umurumda bile değil," dedi başını sallayıp. "Öldüğümde günlerce manşetlerde kalacağım ve kimse beni unutamayacak."

"Bütün çaban bunun için mi yani?" diye sordum.

"Sen söyle," dedi durumu bana çevirerek. "Bütün bu verdiğin çaba gerçekten baban için mi yoksa kalbinde bir yerlerde özgürlük için çabalayan o kadını işitebiliyor musun?" Yutkundum. "Ben duyuyorum Sevgili Avukat ve buradasın. Şu an benden nefret ediyor olabilirsin ama bu nefret solup gidecek. Gün gelecek yanımda duracaksın ve ben öldükten sonra alkışlayan insanlardan bir tanesi de sen olacaksın."

Yutkunduğumda kalbimin atış sesi kulaklarıma doldu, bahsettiği kadının sesi bu muydu? Başımı iki yana sallarken, "Yine kelepçeli bir adama göre fazla cesur cümleler kurdun," diyerek lafı değiştirdim.

Gözleri parmağımdaki yüzüğüme kaydı. "Benim bileklerimde kelepçe var Sevgili Avukat ve elbet bir gün çıkar," dedi. Gözleriyle yüzüğümü işaret etti. "Ama görüyorum ki senin de ruhun kelepçeli. Hangimiz daha berbat bir durumdayız, iyi düşün."

Kaşlarım çatıldı. Ardından elimi kucağıma indirerek, "Küstah, saygısız, terbiyesiz herif," dedim hiddetle.

Sırıtıp, "Sayılır," dedi. Ardından çenesiyle elimi işaret etti. "Yüzüğün ağır geliyorsa bana ver, onu eritip anahtar yapar, kelepçelerimi öyle çıkarırım." Göz kırptı. "En azından daha önemli bir işe yarar."

"Sen bana..." Elimi saçlarımdan geçirdiğimde daha fazla sırıttı. "…hangi hakla…" Ellerim yumruk şeklini aldı. "Ne demekti o?" Kaşlarım çatıldı. "Sen benim nişanlım hakkında..." Gülmeye başladı. "Ben onu…" Yutkundum. "İğrençsin."

"Sakinleş Sevgili Avukat," dedi gülmeye devam ederken. O an gülerken ne kadar güzel göründüğünü ve genel olarak bakıldığında yakışıklı bir adam olduğunu fark ettim. "Uysal nişanlına hiçbir şey söylemedim ama bizim dünyalarımızda aşka yer olmadığının farkındayım." Duraksadım. "Sence var mı yoksa Sevgili Avukat?" diye sordu bu kez. "Peki mahkûmların bir kalbi var mıdır sence?" Çenesiyle beni işaret etti. "Peki ya yalan makinesi olan avukatların?"

Uysal nişanlın diye bahsettiği kişinin Kerem Karaman olduğunu biliyor muydu? Bilseydi neler olurdu?

"Sen aşktan ne anlarsın ki?" dedim kaşlarımı çatarak. "Ağzına yakışmıyor, bu dünyada kalan tek güzel duyguyu da bu şekilde kirletme."

Dudakları aralandı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu. Hiçbir şey söylemeden kapattığında ise yüzündeki gülümsemenin anlamı derinleşti. Kendini savunmayacaktı ama bana silah doğrultacaktı, bunu biliyordum.

Gözlerim eldivenlere kaydı yeniden ve lafı değiştirmek istedim. "Senin neden eldiven takmana izin veriyorlar?" diye çıkıştım. "Bu haksızlık."

"Avukatım olduktan sonra öğrenirsin. Meraktan delirdiğini biliyorum," diyerek başını salladı. "Ve istersen sen de takabilirsin, örgütümdeki herkes takar."

"Süre bitti," dedi gardiyan arkadan ama Tugay'ın yüzündeki ifade zerre değişiklik göstermedi.

Gardiyana ters bir bakış attım. Sonra sandalyeyi sertçe itip, "Benimle nazik konuşmayı da bırak," dedim sert bir sesle. "Gerçekte kim olduğun ortada."

"Sana asla saygısızlık yapmam," dedi ve o da ayağa kalktığında üstten bana baktı. "Ben daima nazik bir adamımdır."

Gözlerimi kıstım ve yeniden gardiyana baktım, gardiyan ise gözleriyle küfürler savurarak beni izlemeye devam ediyordu. Dudaklarından sürtük kelimesi döküldü yine. O iğrenç dudaklarının hareketinden anlamıştım bunu. O sırada Tugay bakışlarını sola çevirdi ve büyük ihtimal yansımadan gardiyanla göz göze geldi. Yüzündeki ifade değişti ama gülümsemesi aynı yerinde duruyordu.

"Bu arada," dedim sandalyeyi yerine yerleştirirken. "Yeniden karşılaşana kadar hiçbir olaya karışma, taze bir suçla yüzleşmek istemiyorum."

"Elbette." Tugay geriye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha ve bir adım daha. Gözleri benden ayrıldı, yüzündeki gülümseme silindi ve bir anda başını çevirip gardiyana öyle sert bir kafa attı ki irkilip geriye kaçtım, dudaklarımdan ise tiz bir çığlık döküldü. Gardiyan tökezlerken arkasındaki duvara çarptı, eli burnuna gittiğinde kanı gördüm. Gardiyanın burnunu kırmıştı. Böylece suç işlemeyeceğini söylemesinden birkaç saniye sonra yine bir suç daha işlemiş oldu.

Yeniden bana baktığında aynı gülümsemeyle başını sallayıp, "Ben her zaman nazik bir adamımdır ama sol tarafımda kalanlara karşı yapılan saygısızlıklara tahammülüm yoktur," diye mırıldandı. "Görüşmek üzere Sevgili Avukat, bir dahaki sefere avukatım diyebilmem ümidiyle. Özgürlüğümüze. "

Gardiyan eli burnunda ona bakarken Tugay sırtını döndü ve kapıya doğru yürüdü; arkasından bakarken kendimi güvende hissetmeme neden olan ne korumasıydı ne de önemsedikleri.

Büyük bir şaşkınlıkla arkasından bakarken yeniden bana döndü. Bu kez yüzünde görmeyi hiç ummadığım masum bir ifade vardı. On bir kişiyi öldürmemiş gibi bir ifade. "Bu arada," dedi içten bir sesle. "Senden bir şey isteyebilir miyim bir dahaki görüşmemiz için?"

Şaşkınlıktan açılmış dudaklarım kapandığında gardiyan acıyla inliyordu ama bu umurunda bile değildi. Başımı olumlu anlamda salladım.

"Bana gelirken yaprak sarması getirir misin?" diye sordu. Dünyanın belki de en masum sorusuydu bu o an. "Uzun zamandır yemedim, burada bize Krallık’tan arta kalan bozuk yemekleri getiriyorlar ve ben yaprak sarmasını çok severim." Kaşlarım havalandı, acıyla inleyen gardiyan bile şaşkınlıkla Tugay'a baktı. Ne onayladım ne reddettim ama o getireceğimden emindi ki, "Nasıl yapıldığı çok önemli değil," dedi. "Sen en çok hangisini seviyorsan o olsun."

Yeniden sırtını döndü ve kapıya sert bir yumruk indirdi, o yumruğun ardından diğer gardiyan kapıyı açtı.

Dondum kaldım, ne yaşadığımı sorguladım, sonra suç listesine eklediği yeni suçuyla göz göze geldim. Bir gardiyana zarar vermek bile beş seneden başlardı ama o an bana yapılan saygısızlık suç listesinden daha önemliydi çünkü her ne kadar aksi yönde bir duruş sergilemeye çalışsam da benim de öteki olduğumu görmüştü.

O an fark ettim ki arkasından bakarken bana kendimi güvende hissettiren, seneler sonra ilk defa olmam gereken noktada hissetmem ve Tugay Demir'in bahsettiği o kadının sesini ilk defa idrak edebilmemdi.

Gardiyanın bunu hak ettiğini söylemişti. Diğerlerinin hak ettiği ve edecekleri gibi. O an zihnimin içinde ise başka siren sesleri ötmeye başladı. Geçen gün kapıda bana saygısızlık yapan nöbetçi gardiyanın ortalarda görünmemesinde de Tugay'ın parmağı olabilir miydi?

***

Ağaçlar kurumuştu, yollarda kan izleri vardı, duvarlar kavlanmıştı ve neredeyse her köşe başında ölü insanlar görmek oldukça normal bir hal almıştı. Bu dünyayı kurtarmak için çabalanır mıydı, bilemiyordum ama arabanın içinde etrafı izlerken bu dünyanın aslında artık eskisi gibi olmadığını çok daha net hissediyordum.

Neredeyse her duvarda BL'nin bir cümlesini görmek mümkündü ve ben artık bu cümlelerin sahibini tanıyordum.

Bir ev işaret edilmişti solda. Şu yazıyordu:

Bu evde bir aile katledildi ve o aileyi kimse savunmadı, biz savunacağız!

BL

Başka bir evin duvarında şu yazıyordu:

Bu evde çocuklar öldü! Açlıktan. Ama o çocukların açlığını kimse önemsemedi, biz önemseyeceğiz!

BL

Fakat bunların dışında en çok dikkatimi çeken cümle ortadaki evin duvarında yazıyordu:

Yangını başlatmak için ateşe gerek yok, en büyük yangın inançtan gelir.

BL

Tugay davasına inanıyordu, bunu ela gözlerinden görmüştüm.

Telefonum çalmaya başladığında irkildim ve sürücü koltuğundaki Sinan'la göz göze geldik. Ekranda Kerem'in adı yazıyordu, Tugay'ın yanından geldiğimden beri Sinan'la konuşamamıştım. Tek diyebildiğim BL örgütüyle tanışacağımızdı, onu ise yanımda böyle bir örgütün yanına giderken koruma olarak değil, dostum olarak götüreceğimdi. Çünkü biliyordum, bizi öldürürlerdi, ikimiz de birbirimizi koruyamazdık.

"Efendim?" dedim telefonu açarak.

"Bebeğim," dedi Kerem ve Sinan öyle bir gözlerini devirdi ki gülmemek için dişlerimi sıktım.

"Efendim?" dedim bir kez daha.

"Sana geldim ama yoksun," dedi, adım seslerini işittim. Benden izinsiz yine evime girmişti ve her zaman olduğu gibi eşyalarımı karıştırdığını biliyordum. "Neredesin?"

"Sinan'layım," dediğimde, “Merhaba Solucan,” diye fısıldadı Sinan. "Yemek yiyeceğiz, biraz kafa dağıtmak istedim."

"Beraber yerdik," dedi Kerem.

"Bok ye," diye fısıldadı Sinan yeniden. Gözüm parmağımdaki yüzüğüme kaydı ve Tugay'ın söylediği cümleler kulağımda çınladı.

"Ah," dedim duraksayarak. "Hiç aklıma gelmedi, yoğunsun diye düşünmüştüm." Sessizlik oldu, Kerem'e elbette bu açıklama yetmedi. "Hem sen bizim yemek yediğimiz yeri sevmiyorsun."

"Yine o aptal dönerciye mi gidiyorsunuz?" Kibirli bir nefes verdi. "Dikkatli ol, yemeğine dikkat et. Seni evde bekliyor olacağım, önemli bir konu var."

Tedirginlikle Sinan'a baktım. "Ne hakkında?"

"Baban hakkında."

"Ne?" diyerek doğruldum. "Kötü bir şey mi oldu?"

"Hayır," dedikten sonra derin bir nefes verdi. "Aslında evet. Gelince konuşuruz, olur mu?" Arkadan Nigâr’a verdiği emri duydum. "Dönerinden ilk önce Sinan'a tattır, bir şey olmazsa sen de ye. Kimseye güven olmaz bu devirde. Karşıt insanlar her yerde."

Karşıt insan seninle telefonda konuşuyor Kerem, demek istedim ama onun yerine Sinan'ın sessiz küfürlerini duymazdan gelerek, "Kerem…" diye inledim. "Görüşürüz." Bir şeyler söylemeye devam edeceği sırada da telefonu yüzüne kapattım.

Sinan ağzının içinde küfürler yuvarladı. "Üç, iki, bir..." Devam edemeden hiddetlendi. "İzin ver kafasını koparıp döner makinesine geçireyim, çok keyifli olur."

Gülerek, "İlk önce sen tadacaksın ama," dedim ve en sonunda Sinan'ı da güldürdüm.

"Bugün ne olduğunu anlatmayacak mısın?" Derin bir nefes verdim. "Sır mı? Neler oluyor? Giderken çok tedirgindin ama geldiğinde rahattın. Diğer avukatlardan bahsettin mi?" Korkuyla bana baktı. "Bir şekilde beni de bilgilendirmen gerekiyor."

"Korkacak bir şey yok," dediğimde gülümsemeye çalıştım. "Gerçekten kibar bir adam." Aklıma gardiyana attığı kafa geldi. "Yani belirli ölçüde. On bir kişiyi öldürmüş olması kibar olmadığı anlamına gelmez, değil mi?" Sinan dans eden karıncalar görmüş gibi beni izlemeye devam etti. "Bir plan yapacağım ama ondan önce suyuna gitmemiz gerekiyor."

"Nasıl yani?"

"Örgütüyle tanışacağım, o anlaşmayı imzalayacağım ve avukatı olacağım. Tugay'a göre…" derken kaşları havalandı.

"Resmiyeti kaldırdın mı?"

"Ne diyeyim?" diyerek kaşlarımı çattım. "O mahkûma göre bir yerden sonra onun tarafında kendi isteğimle kalacağım ama böyle bir şey sözkonusu değil. Kendine göre inançları var, beni tanımıyor, tanıdığını sanıyor." Rahatlatmak için elimi direksiyondaki eline koyup sıktım, Sinan'ın kasıldığını hissettim. "Rahat ol, bunu da halledeceğim."

Hayır Eftalya, bu adamın resmi bir şekilde avukatı olduğunda barodakiler senden nefret edecek, dosyalar elinden alınacak, didik didik taranacaksın, türlü zorbalıklara maruz kalacaksın.

"Eldiven olayını öğrendin mi?" dedi yasaklı bölgeye dönerken. Normalde yasaklı bölge demir parmaklıklarla kapalı olurdu ama bugün, tam da Tugay'ın söylediği gibi bizim için hazırlanmıştı.

"Hayır," diyerek başımı iki yana salladım ve elimi çektim. "Sanırım örgütün logosu gibi bir şey, bilemiyorum."

"Daha farklı bir şeyler olduğuna eminim," dedi Sinan, sonra arabayı yavaşça durdurdu. Ortalıkta kimse yoktu. "Bu adamın o kadar cinayeti boşuna işlediğini düşünmüyorum Eftalya. Yaşattıklarının yanında yaşadıkları da var, kimse bu hale öyle kolay gelmez."

Kaşlarımı kaldırıp, "BL'yi desteklediğini de söyleyecek misin?" diye sordum alayla.

"Tek desteklediğim kişi sensin," diyerek gülümsedi. "Örgüt kursan uğruna ölürdüm." Kahkaha attığımda o da bana katıldı.

Birkaç dakika sonra arabadan indiğimizde gökyüzünden karlar yine süzülerek iniyordu ve bu kez tutacak gibiydi. Öyle ki üzerimdeki kalın paltoya sarılsam da beni yeterli ölçüde ısıtmıyordu.

Sokak oldukça ıssızdı, ileride terk edilmiş arazi, onun yanında kapatılan askeriye vardı. Biraz ilerisinde uçak pisti ve terk edilmiş köşkler. Buraya girildiği anda vurulmadan çıkmak imkânsızdı. Örgütler tarafından ele geçirildiğinden artık Krallık da giremiyordu.

Yeni fark ediyordum. Burası BL'nin evreniydi, kendi dünyalarını kurdukları yerdi.

Olduğum yerde zıplarken, "Dondum," dedim. "Nerede bunlar?"

"Kaç kişi geliyor?" diye sordu. Bilmiyorum anlamında kafamı salladım. "Niye geliyorlar?" Yine salladım. "Nasıl tanışacağız?" Yine salladım. "Ölecek miyiz lan?" dedi bu kez. Gülerek başımı iki yana sallarken uzaktan bir arabanın farları gözlerimi kamaştırdı.

"Geliyor," diye mırıldandım, ardından başka bir arabanın farları da gözüme çarptı. "Geliyorlar," diye düzelttim.

Nabzım hızlanmıştı. İlk önce siyah kocaman lüks bir minibüs sokağa giriş yaptı, ardından siyah başka lüks bir araba daha ve bir araba daha. Köşeden dönen dördüncü arabayı beşincisi de takip ettiğinde artık soğuktan değil, kalbimin hızından dolayı olduğum yerde titriyordum.

Simsiyah araçlar art arda önümüzden geçtiğinde ve bir tanesi minibüs, yedi tanesi lüks olan araçlar tam karşımızda daire şeklinde durduğunda ağzım kocaman açıldı.

Hepsi Krallık’a ait kayıp araçlardı, BL örgütü hepsini çalmış, kendi zimmetine geçirmişti. Bütün araçların üzerinde BL yazıyordu, harflerin yanında siyah timsah simgesi vardı. Peşi sıra durduklarında Sinan'la öyle bir haldeydik ki uzaktan biri bizi izlese gülme krizine girebilirdi ama ben şu an bunu yapabilecek durumda değildim.

İlk önce minibüsten altı tane adam indi, hepsi siyah tulumlar giymişti, başlarında bir şapka vardı, şapkalarında ise BL harfleri. Eldivenleri simsiyahtı, üzerlerinde timsah simgesi vardı.

Minibüsün arkasındaki araçtan bir kadınla bir adam indi, onun arkasındakinden iki kadın ve onların arkasındaki araçlardan da başka adamlarla kadınlar.

Hepsinde siyah tulumlar, şapkalar ve eldivenler vardı. Kadınların saçları kısacıktı, bellerine silahlar takmışlar, üzerlerine kurşun geçirmez yelekler geçirmişlerdi.

"Sikeyim," dedi Sinan donuk bir sesle. "Benim için de bir koruma gerekiyor şu an." Başka zaman olsa bu yoruma kahkahalarla gülebilirdim ama şu an bu mümkün değildi.

Herkes araçlardan inip ellerini önlerinde bağladığında içlerinden bir tanesinin, "Daha havalı inebilirdim, canım çok sıkkın şu an…" diye mırıldandığını duydum. Adamlardan biri ise onu dirseğiyle dürtüp susturdu.

Çevremizde daire oluşturduklarında nasıl bir örgütün içine girdiğimi değil, nasıl bir dünyaya kucak açtığımı yeni görüyordum.

Bir kadın ve bir adam bize yaklaşmaya başladığında yüzleri arabaların ışıkları sayesinde ortaya çıktı. Kadından önce adamı görmüştüm ve o an öyle bir kilitlendim ki başımın döndüğünü hissettim, hatta şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Bu adamı tanıyordum. Asıl tanıdığım adam buydu, bana o gece mendili veren bu adamdı.

Tugay'la çok benziyorlardı, öyle çok benziyorlardı ki şaşkınlığımı gizleyemedim. Gülümsedi, gülümsemeleri birbirinden farklıydı, bu adam daha saf görünüyordu ama ufak tefek farkları olsa da yüzleri birbirine çok benziyordu.

Kadın bir adım geride kaldı, adam ise karşımda durup başıyla selam verdi. "Giray Pusat Çeviker," dedi gülümsemeye devam ederken. "Daha önce tanışmıştık, ben Tugay'ın ikiziyim."

"Çift yumurta ikizi," dedi arkadan bir ses ve yine o kişiyi susturdular, bu kez konuşan başka biri gibiydi.

"Sen…" dediğimde şaşkınlıktan neredeyse ağzım yırtılacaktı. Aslında bana o salonda mendili veren kişi Tugay değildi, hiç olmamıştı. Sadece ona benzetmiştim.

Giray başını salladı. "Tam üstüne bastın," dedi ve Sinan'a baktı. "Abimle benziyor muyuz?"

Ne diyeceğimi bilemediğimden yutkundum ve diğer örgüt üyelerine baktım. Hepsi oldukça ciddiydi ve yaşları hemen hemen benimle aynıydı, bazıları daha küçük bile olabilirdi ama o kadar donanımlılardı ki kendimi çırılçıplak hissettim.

"Hava soğuk," dedi arkasındaki kadın öne çıkarak. Boyu benimle aynıydı, üzerinde dar siyah bir tulum vardı, saçları sarı ve kısaydı. Kadın da tanıdık geliyordu, bu yüzden daha dikkatli bir şekilde baktığımda onu da tanıdığımı fark ettim. Başkan Yardımcısı’nın kızıydı.

"Sen…" dedim bu kez de ona.

"Ah," dedi gülümseyerek ama o kadar soğuk bir gülümsemeydi ki baştan aşağı beni süzdüğünü bile görmezden gelmeye çalıştım. "Havalı bir ismim yok diğerleri gibi ama sen zaten beni tanıyorsun. Defne ben, Defne Tufan."

"Götüm düştü," dedi arkadan biri ve gözlerim o tarafa kaydığında örgütün tek uzun saçlı kızıyla karşılaştım. Kızıl saçları omuzlarından dökülüyordu. "Ve biraz daha burada durursak kara götümü gömeceğiz. Gidelim."

Defne gözlerini devirdi. "Gidelim, köşkte konuşuruz."

Sinan'la birbirimize baktık. Ardından tek derdimiz buymuş gibi, "Hangisine bineceğiz?" diye sordum.

Giray tıpkı abisinin suçları için söylediği gibi, "Seç beğen," dedi. "Hangisini istersen."

"Moda galiba bu cümle sizin aranızda," diye mırıldandığımda anlamayarak kaşlarını kaldırdı. En yakın araca doğru yürüdüğümde Sinan da peşimden geldi.

"Bu kim?" diye sordu kızıl saçlı Sinan'a ters ters bakarak. "Biz sadece kadın için gelmedik mi?"

Sinan öfkeyle kıza baktı. "Bilgimiz dahilinde," dedi Giray ve başıyla Sinan'a işaret verdi. Halbuki Tugay'a Sinan'ın haberini vermemiştim, bunu nasıl öğrenebilmişti?

Üçüncü araca bindik, karşımıza Giray’la Defne geçti. Kızıl saçlı kız ise ön koltuğa geçti. Şoför de bindiğinde arabayı çalıştırdı ve saçma sapan bir arabesk şarkı arabanın içini doldurdu.

"Kapat şunu," dedi kızıl saçlı kız. "Bütün havamızı söndürüyorsun."

Arabayı kullanan kişi şarkıyı kapattı fakat güldüğünü işittim. Sonrasında büyük bir sessizlik, bakışmalar ve imalı gülümsemelerle yola devam ettik.

Birkaç dakika sonra yasaklanan köşke geldiğimizde yine en havalı şekilde arabalardan indiler ve biz de onlara katıldık. Köşkün kapısında bekleyen örgütten iki kişi Giray ve Defne'ye selam verip kapıyı açtı, arkalarından girerken diğerleri de bize dahil oldu.

Ast üst ilişkisi yoktu belli ki, hepsi eşitti fakat söz hakkının kimde olduğu da ortadaydı; Giray ve Defne bu görevi üstlenmişti.

Bu köşkler hakkında ortalıkta dönen birçok efsane vardı. İçeride ölülerin olduğu, mahkûmların buraya kapatıldığı, büyüler yapıldığı, bazen ayinler düzenlendiği...

"Hayır, büyüleri burada yapmıyoruz," dedi kızıl saçlı bana göz kırpıp sola dönerken. Sanki iç sesimi duymuş, ne sormak istediğimi anlamıştı. Büyük bir salon, on iki kişilik masayla karşılaştım. "Büyü odamız solda kalıyor, cinleri orada çağırıyoruz." Dudaklarını büküp Sinan'a baktı. "Korktun mu bebek?"

"Sen hep böyle çok mu konuşursun?" diye çıkıştı Sinan kıza.

"Gamze," dedi Defne kızıl saçlıya. "Sırası değil."

Baş köşedeki sandalyeye Giray oturdu, onun yan tarafına Defne. Biz de çaprazlarındaki sandalyeye yerleştik. Diğerleri odanın içine dolduğunda bazıları sandalyelere yerleşti, bazıları da etrafa dağıldı.

Duvarlarda tıpkı yollarda olduğu gibi cümleler vardı ama kâğıtlara yazılıydı. Bir tarafta BL yazısıyla siyah timsah simgesi vardı. Onun dışında sıradan bir salondu, eski bir salon takımı köşedeydi. Şömine yanıyordu.

Masanın üzerinde ise su ve şarap vardı. "Şarap?" dedi Giray çenesiyle şişeyi göstererek. Başımı iki yana salladığımda bir adam, "Onları zehirlememizden korkuyor," diyerek güldü, diğerleri de ona katıldı.

Haklıydı, zehirlenmekten korkuyordum.

Giray beni rahatlatmak istermiş gibi şaraptan kendine doldurdu ve tek dikişte içtikten sonra yeniden çenesiyle işaret etti. Bir kez daha reddettiğimde başıyla karşısındaki adama işaret verdi, birkaç saniye sonra ise önüme bir kâğıt koyuldu.

"Vay canına," dedi adının Gamze olduğunu öğrendiğim kız. "Çok hızlıyız, heyecanlandım." Yeniden Sinan'a baktı. "Şu bebeğe de imzalatacak mıyız? Sevgili misiniz, nesiniz siz?"

"Koruması," dedi Giray yanıt olarak.

"Ama bu çok bebeksi bir koruma," diyerek takıldı Gamze.

Sinan öfkeyle nefesini verdi. Kâğıdı önüme çektiğimde tıpkı avukatlık sözleşmesi gibi bir sözleşmeyle karşılaştım, sadece cümleler daha öz ve daha kısaydı.

Madde maddeydi, hiçbir yasal yürürlüğü yoktu, kanıt niteliği bile taşımazdı ama atacağım bir imza maddelere bakıldığında bütün hayatımı kapsayacaktı. Tugay Demir Çeviker kendi çapında yine bir kibarlık örneği sergilemişti.

Madde 1: BL örgütünün sırları yayıldığında bedeli canla ödenir.

Madde 2: BL örgütündeki kişiler ifşa edildiğinde bedeli canla ödenir.

Madde 3: BL örgütü hakkındaki hiçbir bilgi Krallık’a taşınamaz, taşınırsa bedeli canla ödenir.

...

Madde 24: BL örgütünün sözünden çıkılırsa bedeli canla...

"Siktirin gidin," diyerek başımı kaldırıp onlara baktım. "Bu resmen bir ölüm sözleşmesi ve hiçbir yasal yürürlüğü yok. Amacınız ne?"

Giray ellerini önünde bağladığında eldivenlerine baktım. "Biz kimseyi aramıza zorla almayız ama bir şekilde beraber iş yürüteceksek de bunu imzalatırız. Yasaları biz belirleriz, bunlar da bizim yasalarımız. Senin dünyanda yasal yürürlüğü olmayabilir ama bizim dünyamızda var."

Öfkeyle ona bakıp, "Krallık’ın zorbalığını eleştirip insanları canlarıyla tehdit mi ediyorsunuz?" diye sordum ve Giray kaşlarını kaldırıp Defne'yle bakıştı.

Sözü Defne aldı. "Biz seni korumaya çalışıyoruz," dedi başını sallayarak. "Bunu imzaladıktan sonra sana koruma vereceğiz." Sinan kasıldı. "Başına bir şey gelirse, özellikle bizim örgütümüz tarafından, seni onlardan bile koruyacağız. Tek isteğimiz aramızdaki güveni artırmak."

"Saçmalık," diyerek nefesimi verdim. "Bu haltlardan birini yememin ya da buradakilerden birinin bana zarar vermesinin önüne geçmeye çalışıyorsunuz, öyle değil mi?"

"Vay," dedi Gamze. "Gerçekten akıllı kızmış."

"Ben akıllı mıyım tartışılır ama siz zorbasınız," diyerek karşılık verdim. "Canım üzerine bir sözleşme imzalamayacağım, göz korkutmaya çalışıyorsunuz."

Giray derin bir nefes verdi, Tugay gibi sakin ve sabırlı değildi. "Avukat," dedi baskın bir sesle. "Bu kuralları çiğnesen de seni yine hiçbirimiz öldüremeyiz, bu güç de abimin elinde. Bu örgüttekileri öldürme hakkı sadece onun elindedir."

Avukatlar bu sözleşmeden mi korkmuştu?

"Daha önce bu sözleşmeye uymayan kaç kişiyi öldürdü? Avukatların canına nasıl kıydı?" diye sorduğumda sessizlik oluştu. "Hepiniz kafayı yemişsiniz ve ben bu sözleşmeyi..."

Giray başıyla bir hareket yaptığında bir adamın adım seslerini duydum, ardından köşedeki televizyon açıldı ve benim cinayet görüntüm dönmeye başladı. Bütün bakışlar ekrana döndüğünde artık bu sırrı sadece dört kişi değil, bütün BL örgütü biliyordu.

O lanet silahı kaldırdım, o lanet silahla adamı alnından vurdum ve o lanet beyni dağıldığında...

Üç gündür Sinan’la bu videoyu o kadar çok izlemiştik ki bağışıklık kazanmıştık. O yüzden herhangi bir duygu belirtisi göstermedim; tek hissettiğim hayatımı mahvettiğimdi.

Bakışlarımı çevirdiğimde Defne, "Elin bile titrememiş," dedi gözlerini kısarak. "Konu can olduğu zaman sen de pek hassas görünmüyorsun Eftalya Atalar."

"Harika bir ortam," dedi solda kalan adam. "Herkes birbirine laf sokuyor, Krallık götü vurmaktan sıkılmıştım."

Gözlerim yeniden önümdeki kâğıda döndüğünde ve birkaç derin nefes aldığımda aslında hiçbir tercihim olmadığını fark ettim. Neyin savaşını veriyordum? Bu sözleşmeyi imzalamasam da ölmeyi göze almıştım. Okumaya devam ederken son madde dikkatimi çekti ve ürperdiğimi hissettim.

Madde 29: Bu maddelerin hiçbiri gerçekleşmeden BL örgütünden birinin canına zarar gelirse BL örgütünün kurucusu bunu canıyla öder.

Giray hangi maddeyi okuduğumu anladı. "Senin dışında hiçbir avukata bu sözleşmeyi imzalatmadık ve bu sözleşmeyle en çok senin canını güvenceye alıyoruz. Kendimize rağmen." Kaşlarını kaldırdı. "Hatta bu sözleşmeyi imzalayan kişi sayısı bile sınırlı, bu odada imzalamayan çok kişi var."

Bana bir şey olursa Tugay bunu canıyla ödeyecekti. Peki ya başka kimlerin canının bedelini canıyla öderdi? Giray? Kesinlikle. Defne? Kesinlikle. Kızıl saçlı kız? Sanmıyordum.

Sinan'la birbirimize baktık ve o an asıl olanı anladım: Tugay'ın verdiği sözün altında bu yatıyordu. Üstte yazan maddelere karşı çıkarsam bedelini canımla öder miydim, bundan emin değildim ama bana bir şey olursa Tugay bunun bedelini canıyla ödeyecekti.

"Eftalya," diye fısıldadı Sinan.

"Kalem," dedim elimi öne uzatarak.

"Eftalya," dedi bir kez daha Sinan ama umursamadım.

BL örgütüyle tanışmıştım, onların yasalarını görmüştüm ve kendi yasalarımın burada hiçbir önemi yoktu. O halde ben de kendi yasalarımı oluşturabilirdim.

Defne elime kalem verdiğinde herkes dikkatli bir şekilde beni bekliyordu. Bir an bile düşünmeden kâğıdın sol altında bana ayrılan köşeye imzamı attım ve kalemi masaya fırlattığımda bakışlarımı onlara çevirdim. "Kurucunuzun canı umurumda bile değil," dedim gülümseyerek. "Bu sözleşme sizin canınızı yakacak."

Hiçbiri bir cevap vermedi. Birkaç dakika süren sessizliğin sonunda ise arkadan bir adam önüme saksıda bir çiçek bıraktı. Beyaz kasımpatıydı. Sadakati temsil ederdi. Üzerinde ise not vardı. Duraksamadan notu elime aldım ve bir çırpıda açtım.

Sevgili Avukat’ım,

Avukatım kelimesinin altı öyle bir çizilmişti ki ait olduğum tarafı gösteriyordu.

Her gün serana yeni bir çiçek göndereceğim konusunda mutlak sadakatim ve canım üzerine söz veriyorum.

Dünyama hoş geldin, mahkûmiyetimiz artık iki taraflı. Merak etme, ben mahkûm olduğum dünyadaki acımasızlıkları sana yapmayacağım. Katil olmam, nazik olmayacağım anlamına gelmez.

Bana yalnız hissettirmediğin için minnettarım. En yakın zamanda görüşmek üzere, büyük bir heyecanla seni bekliyorum.

Özgürlüğümüze,

BL