21 sene öncesi...
Mevsim kıştı, gökyüzünden karlar dökülüyordu ve hava oldukça soğuktu. O zamanlar sokaklarda soğuktan ölen insanlar oldukça az sayıdaydı. Ayrımcılık yoktu, insanlar birlik içindeydi. Farklı siyasi düşüncelerdeki insanlar bile bazen bir masada oturup ortak paydada buluşabiliyordu.
Seneler öldürürdü bazen insanları, bazen umutları, bazen de vicdanı.
O gün o restoranda bütün siyasi üstler ve onların yardımcıları, adı duyulmuş savcılar, ödüllü avukatlar, hatırı sayılır doktorlar ve yazarlar vardı. Ülkenin seneler önceki kurtuluşunu kurtuluyorlardı, seneler sonra ülkenin göz göre göre yok olacağını bilemezken.
Yuvarlak masalar, kahkaha sesleri, güzel yemeklerin kokusu. Herkes o kadar mutluydu ki… Mutsuz çocukları kimsenin gözü görmüyordu, o gün o restoranda mutsuz sadece iki çocuk vardı.
Restoranın sol tarafında çocuklar için ayrılan bir alan vardı. Minik bir kaydırak, salıncak, atlıkarınca; şeker dağıtan bir adam ve yanında palyaço. Yirmiye yakın çocuk o alanda oynuyor, geleceklerinden habersiz bazen bir başkan gibi davranıyorlardı. Bir çocuk çıkıp, "Ben başkanım ve hepinize şeker hediye ediyorum,” diyordu. Başka biri çıkıp, “Ben de başkanım ve size sınırsız çikolata veriyorum,” diyordu.
Böyle bir ortamda, köşede, kendi halinde, siyah kemikli kalın gözlükleriyle bir erkek çocuğu oturuyordu. İsmi Tugay Demir, saçları kumral, gözleri açık ela, ince, uzun ama güçsüz. Üzerinde babasının giydirdiği yarım kollu mavi kareli bir gömlek vardı ve o gömlekten nefret ediyordu çünkü onu boğduğunu düşünüyordu. Babası ona papyon takmış. O papyondan nefret da ediyordu, boğuluyormuş gibi hissediyordu.
İkizi de kendisiyle aynı kıyafetleri giymişti, sadece onun gömleği yeşildi. Kardeşi Giray Pusat o çocuklarla parkta oynuyordu.
"Neden sen oynamıyorsun?"
Tugay yan tarafından gelen sesi duyduğunda çekingen bir şekilde gözlüğünü yukarıya itti fakat o yöne bakmadı.
Bir kız çocuğu birkaç adım ötesinde onun gibi tek başına oturuyordu. İsmi Eftalya, saçları açık kahverengi, gözleri de öyle. Yaşıtlarına göre fazlasıyla kilolu. Üzerinde yaşıtlarından daha farklı, daha renksiz kıyafetler vardı. Çocuk değil de bir kadın gibi giydirilmişti.
Tugay sesiyle onu fark etmedi, zaten tanıyordu. Bu zamandan bile öncesinden.
"Neden hep uçak yapıyorsun?"
Tugay elindeki on dördüncü kâğıttan uçağı bitirirken duraksadı, yutkundu. "Senin de mi arkadaşın yok hiç?" Tugay'ın arkadaşı yoktu ama bu dışlanmak değildi, Tugay görünmezdi. Elbette dışlandığı zamanlar olurdu ama pek farkına varmazdı. Belli bir yaştan sonra özel sınıfa alınmıştı, birkaç sene o özel sınıfta okuması gerektiği söylenmişti. En azından annesinin öğretmenle konuştuklarından anladığı buydu. Bir rahatsızlığı olmalıydı, kendisi de bilmiyordu. Babası acımasız olmasına rağmen yüzüne vurmamıştı.
"Benim de arkadaşım yok, beni istemiyorlar," dedi kız çocuğu. "Annem kilolu olduğum için olduğunu söylüyor." Tugay gözlüğünü bir kez daha yukarıya ittiğinde göz ucuyla kız çocuğunun ayakkabılarına baktı. Siyah elbisesine duran pembe rugan ayakkabıları vardı. Bir başkaldırı, bir direniş gibi; geleceği simgeliyormuş gibi.
"Seni de mi istemiyorlar?" diyen kız kıkırdadı. "Gözlüklüsün diye mi yoksa?" Kız Tugay'a yaklaştığında Tugay yana kaydı ve uçağı yapan elleri duraksadı. "Korkuyor musun? Tamam yaklaşmayacağım, sadece uçaklarına bakmak istiyorum." Kucağındaki bir uçağa uzandığında Tugay hızla kaçtı ve uçakları ondan gizledi. Bakışları kız çocuğuna birkaç saniye döndükten sonra başını iki yana salladı art arda. Kız çocuğunun gözleri açıldı. "Of," dedi. "Sen de mi benimle arkadaş olmak istemiyorsun?"
Tugay elindeki kâğıda döndü, bu kez hızla uçak yaptığında ve defterden başka bir kâğıt daha kopardığında tedirgin hissediyordu. Kız çocuğu vazgeçmedi. "Pilot mu olmak istiyorsun büyüyünce?" diye sordu. "Ben de küçükken kuş olmak isterdim." Kıkırdadı. "Ama sonra yüksekten korktuğumu fark ettim. Kuş olamazmışım."
Tugay'ın kaşları havalandı ve kısık bir sesle ilk defa konuşarak, "Gökyüzünden mi korkuyorsun?" diye sordu.
"Yüksekten.”
"Gökyüzü de yüksektedir." Tugay yutkundu. "En yüksek yer gökyüzüdür."
Kız çocuğu düşünüyormuş gibi elini yüzüne yerleştirdi. "Çok mantıklı," dedi. "Ama hayır, gökyüzünden değil, gökyüzünde olmaktan korkuyorum düşerim diye."
"Yürürken de düşebilirsin."
"Ama yüksekten düşersem bacaklarım kırılır."
"Yürürken de kırılabilir."
Kız çocuğu kaşlarını çattı. "Aynı şey değil." Tugay cevap vermeden kâğıda yeniden yöneldi. "Ayrıca sen pilot olmak istediğin için beni anlamıyorsun." Tugay pilot olmak istediğini söylememişti. "Ben ne olmak istediğimi söyleyeyim mi?" Tugay yine cevap vermedi. "Süper kahraman olmak istiyorum."
Tugay sakin bir sesle, "Süper kahraman diye bir şey yoktur," dedi.
"Vardır."
"Yoktur."
"Nereden biliyorsun?" Kız öfkelenmişti. "Bütün süper kahramanlar erkek, ben kadın süper kahraman olmak istiyorum. Babam bunun mümkün olabileceğini söyledi. O da birazcık süper kahraman ama yaşlı. Senin de baban süper kahraman mı? O da burada önemli biri mi? Benim babam çok önemli bir adam, senin baban da burada olduğuna göre o da çok önemli biridir."
Tugay omuzlarını silkti, babası hakkında söylediklerini duymamayı tercih etti. "Onlar yoktur çünkü süper kahramanlar olsaydı annem her gece ağlamazdı."
Kız çocuğu sessizleşti. "Ben süper kahraman olunca annen artık ağlamaz," dedi. Tugay göz ucuyla yine kız çocuğunun ayakkabılarına baktı. "Görürsün bak, bir gün süper kahraman olacağım, kötüleri cezalandıracağım, iyileri ödüllendireceğim, dünyayı kurtaracağım." Kız heyecanla ayağa kalktı. "Benimle arkadaş olursan senin de süper kahramanın olabilirim."
Tugay on beşinci uçağını bitirdikten sonra, "Yüksekten korkan süper kahraman olmaz," dedi. "Nasıl uçacaksın?"
Kız çocuğu ilk defa verecek bir cevabı yokmuş gibi duraksadı, ayaklarını yere çarptı ve kollarını önünde bağladı. "Haklısın." Çok kısa bir an düşündü. Tugay saydı: Tam kırk sekiz saniye sürmüştü. "Bana yüksekten nasıl korkulmayacağını öğretir misin?" diye sordu bir anda. "Ben de karşılığında sana süper kahraman olmayı öğretirim."
Tugay başını kaldırdı, sadece yarım saniye kızın gözlerine baktı, ardından bakışlarını yeniden pembe ayakkabılarına indirdi. Düşünmeden, "Nasıl öğretileceğini bilmiyorum ki," dedi.
"Pilot olmayacak mısın?" diye sordu kız çocuğu. "O zaman öğretirsin işte."
Uçakları seviyordu fakat bunun pilot olmayı istemesinden öte gökyüzüne âşık olmasıyla ilgisi vardı. Hiçbir cevap vermedi fakat o an aslında hiç inanmadığı süper kahramanların varlığına inandığını düşündü.
"Eftalya!" Adnan Atalar ileriden kızına seslendi. "Gidiyoruz kızım, gel!"
Eftalya bıkkın bir nefes verdi. "Arkadaş mıyız?" diye sordu.
Tugay cevap vermedi.
"Peki arkadaş olacak mıyız?"
Tugay yine cevap vermedi.
Eftalya kaşlarını çattı. "En azından bir tane de olsa yaptığın kâğıttan uçaklarından veremez misin? Hatıra olarak saklarım."
"Veremem," dedi Tugay on altıncı uçağa geçerken.
"Neden?" Adnan Atalar, birkaç adım gerideydi ve Eftalya'ya yaklaşıyordu onu götürmek için. "Neden?" diye sordu Eftalya bir kez daha.
Tugay, "Veremem," dedi bir kez daha ve bakışları onlar gitmeden hemen önce son kez Eftalya'nın yüzüne döndü. "Çünkü henüz en güzel uçağı yapamadım."
Eftalya Atalar
İdama kırk dört saat kala...
İnsanın en yüce düşmanı, kendisinin büyütüp beslediği korkularıydı. Bazen o korkuları besleyen ise sadece sevgi olurdu. Çok sevgi. Çünkü birini gereğinden fazla sevmek, onu kaybetmekten korkmayı da getirirdi.
Ve hataları.
Belki de savaşları.
Bir yandan da aşkı.
Babamı çok seviyordum. Bu öylesine bir cümle değildi, babamı gerçekten çok seviyordum; onun için ölmeyi göze alacak kadar. O benim sırdaşımdı, arkadaşımdı, dostumdu, kurtarıcımdı. Bana bir tercih hakkı sunsalardı o idam ipini benim boynuma geçirebileceklerini söylerdim.
Çünkü sevgi biraz da o insan uğruna ölmekti. En azından benim için böyleydi.
Bir keresinde babama ağlaya ağlaya bu yoldan dönmesi gerektiğini söylerken, Ölmekten de mi korkmuyorsun? diye sormuştum. Korktuğum ölmek değil, demişti. Gururumu kaybederek ölmekten korkuyorum. Gururun sevgiden daha mı büyük, diye sorduğumdaysa, Zamanı geldiğinde beni anlayacaksın, demişti.
Anlamıyordum, hâlâ tam olarak anlayamıyordum ama artık kızamıyordum da. Eskiden olsa onu vazgeçirmek için çabalamaya devam ederdim ama şimdi karşıma gelse sadece sarılırdım. Birinin öleceğinden habersiz olduğunuzda son kez sarılamadığınız için üzülmeye fırsatınız kalmazdı ama ben babamın öleceği günü saatine kadar bilirken ona son kez sarılamayacak olmanın ağırlığını yaşıyordum.
Yutkunduğumda pencereden dışarıya baktım. Bir eve getirmişlerdi beni. Eski, dağın başında, iki katlı bir evdi. Her yerde kar vardı, dış kapıda tam on iki adam donmak pahasına nöbet tutuyordu, bulunduğum odanın dışında ise dört adam. Üst katta da altı adam. Her yerde kamera vardı, belki de konuşursam kaydedecek kayıt cihazları. Beni o güne kadar burada kilitli tutacaklardı ve karşımdaki televizyon bir işkence gibi yirmi dört saat açıktı.
Haber kanalları bangır bangır pazartesi günü babamın idam edileceğini söylüyordu. Sebebi olarak da yolsuzluk, hatta soysuzluk veriliyordu. Spikerlerin ağzından tükürükler saçılıyordu, öfkelilerdi. Yalandan yaydıkları bu idam haberi engellemelerin önüne geçmek içindi ve bir yandan da halkın benden nefret etmesini sağlamaya çalışıyorlardı.
Avukat cübbesiyle olan bir fotoğrafım soldaydı. Spiker nefretle, "Soysuz bir babası varken onun soylu olmasını bekleyemezdik," diyordu. Kanal değiştiriyordum. Başka bir spiker diplomamı yırtmam gerektiğini söylüyordu. Kanal değiştiriyordum, Başkan'ın o yalandan cümleleriyle karşılaşıyordum. Hiçbir zaman idamı desteklemediği, kimsenin canını asla yakmayı düşünmediği ama buna zorlandığını söylüyordu. İdamın birebir görüntülerinin televizyon kanallarında verilmesini ibrete değil, halkının içinin rahatlamasına bağlıyordu.
Yalan söylüyordu. Hep yalan söylüyordu. O idam görüntülerinin çocukların izlemesinden bile rahatsızlık duymuyorlardı çünkü o çocukların da korkuyla büyümesini istiyorlardı. Kendilerine karşı gelmeyerek, boyun eğerek, savaşmayı bilmeyerek.
Kanalı bir kez daha değiştirdim ve o an gördüğüm kişi buz gibi bir suyun içine düşmüşüm gibi hissettirdi. Tugay Demir Çeviker'in fotoğrafı sol tarafta duruyordu. Hapishanede isyan çıkardığı günden kalma bir fotoğraftı, elleri iki yana açılmıştı, önünde bir çarşaf açılmıştı. Gözleri gökyüzündeydi. Ben görünmüyordum ama aslında hemen arkasındaydım. O gün dün gibi aklımdaydı.
Elbette o haber kanalında ne Tugay'ın çektiği işkenceler ne sol kolu dile getirildi. "Başkan'ın merhametli olduğunu bu adamın hâlâ nefes alabilmesinden anlayabiliriz aslında," diyordu bir gazeteci. "Hiçbir suçu kanıtlanmadı ama herkes onun bir vatan haini olduğunun farkında. Suç geçmişine hiç baktınız mı? İki kadına tecavüz ettiği yazıyor." Dişlerimi öfkeyle sıktım. "Kendi annesini bile öldürdüğü söylentiler arasında. Hayır efendim, bunları gizleyemem ben. O adam bir gün rol yapmayı bırakacak, işte o gün herkes yüzünü görecek."
Hücre
Tugay Demir Çeviker'i bir hücreye kapatmışlardı. Ada Hapishanesinde olmadığına emindi, belki de Ada Hapishanesinin en dibinde bir yerdeydi çünkü farelerin sesi hiç de uzaktan gelmiyordu.
Hücreye hava girmiyordu, birkaç kez demir kapının penceresini açıyor, içeriye su tutuyorlar, o suyu içebilecekmiş gibi dalga geçip kapatıyorlardı.
Aklında, fikrinde, ellerinde, hatta dilinde sadece o vardı: Eftalya Atalar. Son gördüğünde yıkılmıştı ve yıkıntılar zor toparlanırdı; onu nasıl toparlayacağını bilmiyordu.
İçeriye bir adam girdi, bu adamı tanıyordu. Başkan Yardımcısı’ydı, babasının en yakın arkadaşlarından biriydi. Arkasındaki beş adama Tugay'ı bağlattı, ardından belirli aralıklarla elektrik vererek işkence çektirdi. Onu orada baygın bir halde bıraktıklarında Tugay'ın o hücrede tek arkadaşı gezen fareler ve aklından çıkmayan Eftalya Atalar'dı.
O iskemleyi nasıl itecekti?
İdama otuz altı saat kala...
Geceydi ya da sabah olmak üzereydi, bilmiyordum. Sırtüstü koltukta uzanırken gözlerim tavandaydı, tavanda bir örümcek ağı vardı, ayışığı o örümcek ağını parlatıyordu. Küçükken süper kahramanlara inandığım için örümcekler bana hiçbir zaman korkutucu gelmiyordu.
Akşam gelip bana babamın yemeği için hangi malzemeleri alacaklarını sordular. Babamın son yemeğini yapacağımdan emindiler. Bana en sevdiği kokuyu da bir kez daha sordular. Kendimi kokladım. Bu ev küf kokuyordu, ben artık küf kokuyordum. İkisine de yanıt vermedim. Yutkundum. Hayır, ağlamayacaktım.
Bir kez daha yutkundum, acı yumru geçmedi, belki de hiç geçmeyecekti. Babam bir gün idam edilirse diye internette saatlerce asılanların nasıl öldüğünü, ne hissettiklerini araştırdığım o günü hatırladım. Genellikle boyunları kırılıyordu ama en acısı nefessiz kalarak ölenlerdi, çırpınıyorlardı fakat kurtulamıyorlardı. Babam sudan korkardı, boğulmaktan da. Onu boğacaklardı.
Hayır, ağlamayacaktım. Ağlamamalıydım. Ağlayamazdım.
Gözlerimi kapattım, hayatım boyunca yanımda kalmasını istediğim insanları düşündüm. Onların ölümsüz olduklarını hayal ettim.
Tugay Demir Çeviker'in yüzü o an gözkapaklarımdaydı.
Hücre
Kafasını buz gibi suyun içine sokup çıkardı Başkan Yardımcısı, ardından küfürler savurdu. Ondan tek istedikleri Başkan'ın gizli belgelerinin nerede olduğunu söylemesiydi, hücrede geçirdiği süreyi fırsata çeviriyorlardı.
Tugay Demir'in ağzını ise bıçak açmıyordu. Defalarca su yutmuştu, açlıktan ve yorgunluktan başı dönüyordu ama her sudan çıktığında gülümsemeyi ihmal etmiyordu ya da gülümsediğini sanıyordu.
Acaba, diyordu iç sesi, Sevgili Avukat yüzmeyi seviyor mu? Bunu ona bir gün sormalıydı, zaman kıymetliydi, onların dünyalarında ise altın değerindeydi.
Yine de düşünmeden edemiyordu: Avukatının yüzüne bakarak o iskemleyi nasıl itecekti?
İdama yirmi yedi saat kala...
Duvardaki saatten tik tak sesleri geliyordu. Sabah mıydı, öğleden sonra mıydı, yine bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum.
Keşke beni kırbaçlasalardı, keşke beni yeniden damgalasalardı, keşke beni demir parmaklıkların arkasına kilitleselerdi de burada tutmasalardı. Dışarıdan adamların kahkaha sesleri geliyordu.
Bana yeniden yemek için gerekli malzemeleri ve babamın en sevdiği kokuyu sordular. Hiçbir cevap veremedim ama hayır, ağlamadım. Ağlamak yoktu. Yoktu ama cama yağmur taneleri vuruyordu. Bu babamın yağmuru son görüşü mü olacaktı? Peki ya görüyor muydu?
Hücre
Küflenmiş duvardan yağmur taneleri hücrenin içine doluyordu. Dışarıda yağmur vardı, avuçlarını açtığında tanelerini hissedebiliyordu ama küfün kokusu da gitgide artıyordu. Başkan Yardımcısı bir kez daha içeriye girdi, bu kez elinde bir tıraş makinesi vardı fakat Tugay'ın canını sıkamazdı çünkü o an yağmuru hissediyordu. Yağmur ona gökyüzünün bir emanetiydi.
Dizlerinin üzerine çöktürdüler onu, ardından uzamaya başlayan saçlarını bir kez daha kestiler. Bu kez daha yamuktu.
Ses çıkarmadı, sadece alaylı güldü. Onlar çıktığında yerdeki su birikintisinde kendi yüzünü görmeye çalıştı fakat bu imkânsızdı çünkü çok karanlıktı. Öyle karanlıktı ki ne kadar kötü göründüğünü bile bilmiyordu.
İskemleyi iterken de kötü mü görünecekti? Sevgili Avukat’ının gözünde bir hiçe mi dönüşecekti?
İdama yirmi saat kala...
"Müvekkilinle yattığın doğru mu?"
Kapıdaki adamlardan bir tanesi karşımdaki koltukta oturuyordu. Nefesi alkol kokuyordu, bakışları korkutucu, sesi iğneleyiciydi. "Hadi ama sıkılmadın mı? Biraz oynayalım seninle." Boynunda yarım ay dövmesi vardı, orta yaşlardaydı. "Saatlerdir ağzını bıçak açmıyor, yemek yemiyorsun, su içmiyorsun. Ölmek istiyorsan sana ölmeden önce bir güzellik yaşatabilirim."
Gözlerimi sıkıca kapattım, ellerim titriyordu, boğazımda bir yumru vardı ama hayır, ağlamayacaktım. Ayaklandığını hissettiğimde gözlerimi açtım ve bana doğru yürüdüğünü gördüm. Hızla kalktığımda pencereye doğru ilerledim fakat tam o esnada kolumu kavradı ve beni kendisine çevirdi.
"Dokunma," dedim dişlerimin arasından fakat daha sıkı tuttu. Kahkaha attığında yüzüme yaklaştı öpmek için.
Yüksek bir sesle haykırıp dizimle erkekliğine vurduğumda yüzündeki gülümseme soldu ve acıyla inledi. “Bir daha bana dokunursan seni öldürürüm!” Öyle gür bir sesle bağırdım ki sesim duvarlarda yankılandı.
Adam eğilmiş dururken odanın kapısı açıldı ve içeriye iki adam girdi. İlk önce bana baktılar, ardından o adama ve ne olduğunu anladıklarında bize doğru koştular. O sırada bir tanesi beni tuttu, diğeriyse öne doğru eğilen adamı ama her şey için çok geçti. Kollarım arkada birleştirilirken o adam yüzüme öyle sert bir tokat geçirdi ki gözümün karardığını hissettim.
Ardından bir tokat daha atıp, "Orospu!" diye bağırdı.
"Ne yapıyorsun?" diye itti onu içeri girenlerden biri. "Başkan duyarsa canımıza okur. Kadın bize sağ lazım!"
"Orospu!" diye haykırdı bir kez daha bana saldıran hadsiz. Ağzımın içinde kan tadı vardı, dizlerim tutmuyordu, başım dönüyordu fakat ağlamadım, yine ağlamadım ve başımı çevirip adama bakarken gülümsedim. "Seni öldüreceğim," dedim dinlendiğimi bilmeme rağmen. "İlk fırsatta."
Beni ciddiye bile almadılar ve apar topar dışarı çıktılar. Onlar çıkar çıkmaz dizlerimin üzerine çöktüğümde yüzümdeki gülümseme yok oldu. Elimin tersiyle dudağımı sildim ve kanı gördüm. Çoğu insan muhtaçken anne diye ağlardı. Ben, "Baba…" diye fısıldadım. "Ne olur gel…"
Hücre
Başkan Yardımcısı'nın ayağı Tugay Demir Çeviker'in sırtındaydı. Gözleri yarı açık yarı kapalı bir şekilde hücrenin kapısından vuran ışığa bakıyordu. Yağmur durmuştu ama hava daha fazla soğumuştu. Kar yağıyor olmalıydı.
"Senin şu avukatla bizim çocuklar iyi eğlenmişler." Tugay dişlerini sıkarak doğrulmaya çalıştığında diğer adamlar da sırtından bastırdı. "Sanırım tadını senden sonra aldık."
Dış kapıdan kahkaha sesleri yükseldi, belki de üst kattan. Neredeydi? Burası neresiydi? Eftalya neredeydi? Bir çığlık sesi koptuğunda sorusuna yanıt buldu, ikisini aynı eve getirmişlerdi, sadece birbirlerinden haberleri yoktu. Tugay Demir Çeviker bodrum katındaydı, evin hücresindeydi, üst katta ise Eftalya Atalar vardı ve çığlık atıyordu.
Tugay doğrulmaya çalıştığında bu kez omuzlarından bastırdılar. "Merak etme," dedi Başkan Yardımcısı. "Benden önce kimse bir şey yapamaz. Tabii her şeyi itiraf edersen orası ayrı."
Tugay öksürdü, neredeyse ciğeri ağzından gelecekti. Fakat dudaklarından dökülen son cümle, "Seni öldüreceğim," oldu. "İlk fırsatta."
O iskemleyi itersem kendimi de öldürmeliyim, diye de düşündü ardından. İlk fırsatta.
İdama on iki saat kala...
"Ziyaretçin var."
Kapıda bizi ayıran adam duruyordu, elleri arkadaydı, kaşları çatık, yakasında yarım ay arması. Uykusuzluktan rüya gördüğümü düşündüm ya da halüsinasyon, bilemiyordum.
"Kim?" diye mırıldandım. Duvarlar artık üzerime gelmeye başlamıştı. Ağzımdan çıkacaklara dikkat etmeyerek, "Yoksa son kez babamla mı görüşeceğim?" diye sordum.
Adam yüzüme baktı, hiçbir cevap vermedi. O sırada arkasından annemin yanında iki adamla geldiğini gördüm. Bu bir hayal olsaydı babamı göreceğimi biliyordum ama o an kendimi tutamayarak gülümsedim. "Anne," diye mırıldandım. "Hayal mi görüyorum?"
Annem dikkatli bir şekilde bana baktı. Ardından adamlara, "Bizi yalnız bırakın," dedi. Adamlardan biri kaşını kaldırdı. Annem de yakasını kaldırdığında bir mikrofon olduğunu gördüm. "Lütfen," dedi. "İznim var."
Adamlar bakıştı, ardından karşı gelmeyerek odadan çıktıklarında ellerimi havaya kaldırıp gülmeye başladım. "Anne," dedim içten bir sesle. "Anne." Gücümün kalmadığını hissediyordum ta ki hızlı adımlarla ilerleyip annemin boynuna atılana kadar. Sevgi gücümü yerine getirmişti. "Anne, gerçekten geldin mi yoksa uykusuzluktan hayal mi görüyorum?" Annem çiçek kokmuyordu, şeker kokuyordu. Kolları belime dolandığında sevinçle zıpladım. "Gerçekten beni görmeye mi geldin?"
Annem geriye çekildi, yüzüme dokundu ve yanağımı okşarken bana acıyarak baktı her zaman olduğu gibi ama bunu gizlemek istermiş gibi gülümsedi. "Eftalya," dedi nefes vererek. "Kendini getirdiğin şu duruma bak kızım."
"Anne," dedim başımı iki yana sallayarak. "Beni görmeye geldin, öyle değil mi?"
"Seninle konuşmaya geldim," dedi annem elinin tersiyle yanağımı okşayıp. "Ve bütün bunlardan kurtarmaya."
İrkildim. Gülümsüyordu ama o acıma duygusu hâlâ gözlerindeydi. "Beni nasıl kurtaracaksın?"
Annem nefesini verdi, geri alırken bakışlarını kaçırdı. "Babanın başına gelenlerin aynısını senin de yaşamanı istemiyorum," dedi. Bunu söylerken ruhsuz muydu yoksa babamı mı önemsemiyordu, anlayamıyordum. "Sana bir şans vermek istiyorlar. Krallık yani."
Yüzümdeki gülümseme dondu kaldı, vücudumdaki o güç bir kez daha uzaklaştı ve geriye doğru adım atarken sarsıldığımı hissettim. "Ne?"
"Biliyorum, baban gibi inatçısın," dedi annem ezberden konuşuyormuş gibi. "Ama bak, henüz çok gençsin. Sana kapılarını açmak için bekliyorlar, onlarla..."
"Anne," dedim titreyen bir sesle. "Babamı öldürecekler, bunu biliyorsun değil mi?"
Annem duymazdan geldi. "Şimdi o adamın avukatlığından vazgeçersen ve bir sırrını onlara verirsen hem senin hayatını kurtaracaklar hem de bu çektiğin azap son bulacak."
Parçalandığımı hissettim ama aslında donup kalmıştım. Gözlerinin içine baktım, kaç saniye bilmiyordum ama tik takların sesi kulaklarımda çınlamaya başlamıştı. "Buraya…" dedim yutkunarak, "…beni görmeye gelmedin. Umurunda bile değilim. Sen anlaşma yapmak için gönderildin."
"Eftalya," dedi annem başını iki yana sallayarak. "Tek istediğim seni kurtarmak. Buna sen anlaşma dersin, ben fedakârlık. Bak…" Bir anda bana atıldı, ellerimi tuttu, "…şimdi bütün bunlardan kurtulabilirsin, her şey son bulabilir. Tek yapman gereken inadı bırakıp o adam hakkında bildiğin bir sırrı vermen." Ellerimi öyle sıkı tutuyordu ki şefkatten öte şiddet uyguluyor gibiydi. "Anlamıyor musun?" dedi dişlerini sıkarak. "Böyle giderse senin de boynuna bir urgan geçirecekler. Krallık sana fırsat tanıyor."
Gözlerinin içine baktığımda acımanın yanında o korkuyu gördüm. Beni kaybetmekten mi korkuyordu yoksa kendi yaşayacaklarından mı? "Babam saatler sonra idam edilecek," dedim fısıldayarak. "O senin eşindi ve seni sevdi, her şeye rağmen. Hiç mi kalbin sızlamıyor?"
Annem yutkundu ve bir anlık, sadece bir anlık gözlerinin dolduğunu gördüm ama o kadar kısa sürdü ki belki de bunu hayal etmiştim. "Bu babanın tercihiydi," dedi annem. "Seni de o tercihe kurban vermek istemiyorum. Neden böyle yapıyorsun?" Üzüntüsünü öfkeyle örterek sesini yükseltti. "O herif, avukatı olduğun o herif bir pislik. Seni mahvediyor, görmüyor musun? Sen değil miydin, babanın bu yoldan dönmesini isteyen? Şimdi baban gibi bir adamı mı koruyacaksın? Kendine gel, canından kıymetli değil hiçbir şey."
Söylediklerini zerre umursamayarak, "Anne," dedim. "Babamın en sevdiği yemeği benim yapmamı istiyorlar, biliyor musun? Bu çok can yakıcı. Çok canım yanıyor, beni bu konuda teselli etmek istemez misin?"
"Eftalya..."
"Babamın en sevdiği koku ne? Bilmiyorum, emin değilim."
"Eftal... Aklını kaçırıyor gibi davranıyorsun..."
Boğazımdaki o yumru büyüdü. Elini sertçe itip geriye doğru bir adım attım ama hayır, ağlamayacaktım. Annem şaşkın gözlerle bana bakarken kapıya doğru sertçe, "Buraya bakın!" diye haykırdım. Birkaç saniye sonra az önceki adam yine içeriye girdiğinde başını salladı. Gözlerimi annemin üzerinden ayırmadan önce, "Bir kâğıt kalem getirin," dedim. "Babamın son yemeği için malzemeleri yazacağım."
Adam kaşlarını havaya kaldırdığında annem yenilgiyle omuzlarını düşürdü. Ardından hayal kırıklığıyla, “Babana benziyorsun,” dedi çaresiz bir sesle. “Hem de en başından beri fakat öyle korkaksın ki…"
Bir adım attım, ardından bir adım daha. Anneme doğru eğildiğimde şaşkınlıkla gözleri açıldı fakat mikrofona uzanıp yakasını çektiğimde korkuyla nefesini tuttu. "Tugay Demir Çeviker'i ne olursa olsun satmayacağım," diye mırıldandım. "Onu yok etmenize izin vermeyeceğim."
Annem kendini kurtarmaya çalışırken bakışlarımız öyle bir kesişti ki belki de ilk kez anneme bu şekilde bakıyordum. Korkusuz hissediyordum, cesur ve belki de gerçekten gururlu. Çok kısa bir an bakıştık, ben yakasını bıraktığımda ise kapıya doğru geriledi. Konuşmanın son bulduğunu bakışlarından, hareketlerinden, tavırlarından anlayabiliyordum.
Annem kapıya ilerlerken bakışlarını üzerimden bir an bile olsun ayırmadı. Ardından kısık bir sesle, "Yasemin," dedi. "Babanın en sevdiği koku yasemin çiçeğinin kokusu çünkü çocukken yasemin gibi kokardınız."
Hücre
Belki de sadece birkaç kat üzerinde, belki de birkaç basamak sonra avukatı oradaydı. Kapıyı zorlasa açılmazdı, duvarları kazısa sertti, yere vursa tepki çekerdi. Bekledi, beklerken artık mahkûmiyetin önünde engel olduğunu gördü. Sadece özgürlüğü için değil, avukatı için de öyleydi. Aklını kaçıracakmış gibi hissediyordu.
Saniyeler dakikalara dönüştü, dakikalar saate. Hücrenin üst penceresi açıldı ve bir adam şişeyle içeriye su fışkırtmaya başladı. O sırada Tugay hızla kapının altından ortaya çıkıp adamın bileğini sertçe yakaladı ve parmaklarını çevirirken adam acıyla haykırdı. "Avukatıma zarar verdiniz mi?" diye sordu Tugay Demir Çeviker.
Adam acıyla, "İmdat!" diye haykırdı. "Buraya bakın!"
"Avukatıma zarar verdiniz mi?" Parmağını daha fazla büktüğünde bir tanesinin kırılma sesi geldi. "Ona ne yaptınız?"
"Hiçbir şey," dedi adam acıyla. "Hiçbir şey!" Arkasında hareketlenme oldu, ardından diğer adam demir parmaklıklardan bir namlu uzattı. Tugay silahtan dolayı değil, aldığı cevapla geriye doğru adımladığında nefretle o adamlara baktı.
Hayır, katlanamıyordu. Artık bu sondu, mahkûmiyetinin son günlerini yaşadığını hissediyordu, bu şekilde dayanamıyordu.
İskemleyi iterken hayatını kurtaran Adnan Atalar'ın gözlerinin içine nasıl bakacaktı?
İdama dört saat kala...
Bir kadına, bir kız çocuğuna babasının idam edilmeden önce yiyeceği son yemeğini yaptırdılar.
O peynirli makarnayı yaptım. Tam da babamın istediği gibi. Dilediği gibi.
Son yemeği yapmak sadece acıdan ibaret değildi, hayatlarımızdan silinmeyecek bir iz olarak kalacaktı çünkü benim için çaresizliğin simgesiydi. Her anlamda.
Tadına bakmadım, ağzıma süremedim, zaten hayatım boyunca bir daha peynirli makarnayı ağzıma sürebileceğimi sanmıyordum. Ve hayır, ağlamadım. Ruhum vücudumdan uzaklaştı, bıçak defalarca parmaklarımı kesti, dizlerim titredi, başım döndü, midem bulandı ama bir damla gözyaşı bile dökmedim.
Fakat babamın son yemeğini yaparken bin kez işkence çektim, bin kez öldüm. İnsan yaşarken de ölürmüş, bunu fark ettim.
"Affet beni baba," diye fısıldadım ellerime bakarken. Ellerimde sanki kan vardı. "Ben seni affediyorum, sonsuza kadar."
Sanki sesime kanıt niteliğinde bir adamın çığlığını duydum, imdat diye haykırıyordu, belki de benim yine hayal gücümden kaynaklanıyordu fakat kulağımı kilitli olduğum mutfağın kapısına yasladığımda daha gür bir çığlık sesi duydum.
Ve o an anladım.
Gerçekten aklımı kaçırıyordum.
İdama iki saat kala...
Koltuğun üzerinde siyah bir elbise vardı, siyah çoraplar, siyah botlar. Yanında bir tarak, makyaj eşyaları.
Beni o mateme hazırladılar.
Ben de o mateme hazırlandım. Kurtuluş yoktu.
Hücre
Siyah mahkûm üniformasını giydirdiler, Tugay'ın ellerini önünde kelepçelediler, ayak bileklerini de. Kelepçelere özellikle dikkat ettiler, proteziyle açamayacağı şekilde tasarladılar, ardından gözlerini kapattılar. Dışarıdan arabaların sesi geldi. Avukatı da götürüyorlardı.
Başkan Yardımcısı, Tugay'ı çekiştirdi. "Bugün aldığın son güzel nefes bu piç kurusu," diye mırıldandı. "Kalan günlerinde nefes almakta bile zorlanacaksın çünkü babanın intikamını ben alacağım."
İskemleyi iterse kendisini bir daha asla affetmeyecekti.
İdam saati
Beş zırhlı araç, otuz iki koruma, tepemizde bir helikopterle idamın yapılacağı yere ilerliyorduk. Yanımda dört adam vardı, ellerimi önümde kelepçelemişlerdi bir iple, hem de urgana benzeyen bir iple ve şimdiden bileklerim yara olmaya başlamıştı.
Şu an şehirdeki bu hareketlenmenin herkesin aklını karıştırdığına emindim ama öyle tedbir almışlardı ki kuş bile uçmaktan çekinecek durumdaydı. Krallık'ın sadece bir adamdan ve onun örgütünden böylesine korkması elbette çok fazlaydı fakat Tugay Demir'i tanıyan biri olarak için az bile olduğu söyleyebilirdim.
Ada Hapishanesine yaklaşmıştık, hapishanenin çevresini yüzlerce adamla donatmışlardı, bütün ulaşım yolları kapatılmıştı. Minik bir feribotla Ada'ya doğru giderken bu kez yanımda sekiz adam vardı. Saat kaçtı bilmiyordum, gökyüzünde güneş yoktu ama kar da yağmıyordu, yağmur da yoktu. Hava sisliydi, denizin ortasından Ada'yı görmek zordu. Gökyüzünde helikopterlerle uçaklar vardı, şehirdeki bütün yollar da ulaşıma kapatılmıştı ve ufacık bir hamle yapan vurulacaktı, emir verilmişti.
Bugün o idam gerçekleşsin diye her şeyi yapacaklardı, aksi mümkün bile değildi.
Ada'ya geldiğimizde yeniden araçlara binildi. Kalbimin ortasında öyle bir taş oturmuştu ki aldığım her nefes yarımdı, üzerimdeki siyah elbise vücuduma birkaç beden büyüktü ama sanki ruhum da artık fazla geliyordu.
"Yaklaşıyoruz," dedi yanımdaki adam. Başkan'ın en güvenilir adamlarından biriydi, yüzündeki ciddiyet ve nefret mide bulandırıcıydı. "Sana yeniden kuralları söylemem gerekiyor mu?"
"Hayır." Ellerim uyuşmaya başladı. "Bana sadece o iskemleyi kimin iteceğini açıkça söyle."
Adam güldü. "Sence bu çok açık değil mi?"
"Duymak istiyorum," diye mırıldandım. Daha acı ne duyabilirdim ki?
Adam karşı gelmeyerek, "Tugay Demir Çeviker'e ittirecekler iskemleyi," dedi. "Ve karşı gelirse on çocuk mahkûm idam edilecek." Bakışlarım bir anda ona döndüğünde adam kaşlarını kaldırdı. "Müvekkilin insanları harcıyor ama çocuklar için aynısı geçerli mi, göreceğiz."
Gözlerim adamdaydı ama baktığım o değildi. Bileklerimdeki urgan, Tugay'ın boynuna dolanan sorumluluk duygusu kadar acıtamazdı. Gözlerimin önünde ona iskemleyi ittireceklerdi, itmezse yaptırımları olacaktı ama iterse de bununla nasıl yaşamaya devam edeceğimizi bilemiyordum. Mecburiyetler, acının önüne geçemezdi.
"İdam anında tepki vermek, bağırmak, ağlamak, karşı çıkmak, saygısızlık yapmak yasak," dedi adam. "Bunlardan birini bile yaparsan sen de vatan haini ilan edilirsin."
Öylece, bir yabancı gibi idamı izleteceklerdi bana. Değil haykırmak, gözyaşı dökmek bile yasaktı. Tek damla yaş benim boynuma da urgan dolanması demekti.
"Yemeği," dedim boğuk bir sesle. "Yemeği ne zaman yiyecek?"
"İdamdan beş dakika önce."
"Peki ya koku?"
Adam güldü. "Boynuna dolanacak urgan yasemin çiçeği kokuyor, merak etme."
Bakışlarım adama döndüğünde dudaklarım aralandı ama ne desem anlamayacaktı, ne söylesem boşunaydı. Sadece baktım, o ise gülerek bakışlarını kaçırdı. Vicdan yoktu, merhamet yoktu. Kötülüğün bile iki çeşit yüzü olurdu, bu kötülüğün en can yakıcı tarafıydı.
Araçlar Ada Hapishanesinin önünde durduğunda keskin nişancılardan örülen bir duvarla karşılaştım. Yanımdaki adam araçtan indi, ardından benim inmemi bekledi. Hiçbir suçum yoktu, suçlu bile değildim ama ellerim bağlı araçtan indiğimde köşede duran kameraları gördüm. Basın da buradaydı. Henüz çekime başlamamışlardı ama beni gördüklerinde şaşkınlıkla hareketlendiler. Birisi bile çıkıp bağırmadı, birisi bile tepki vermedi, önlerinden geçerken öylece beni izlediler.
İlk önce Ada Hapishanesine soktular, ardından üstümü defalarca aradılar. Taciz ederek, her zerreme dokunarak ve bundan keyif alarak. Yakama krallık amblemi olan armayı takarken bile göğsümde elleri dolaştı. En sonunda ellerime baktıklarında adam yüzüğümü göstererek, "Bu ne?" diye sordu.
"Babamın yüzüğüydü," diye mırıldandım. "Bugün takmam gerektiği..." Adam bir an bile şüphe etmeden parmağımdan söker gibi zümrüt yeşili yüzüğü çıkardı, ardından ilerideki çöp kutusuna attı ve omzumdan itti. Arkamdaki iki adam beni yürütürken bakışlarım çöpün olduğu yere döndü. Anılar bir çöpün içinde yok oldu.
Koridor sessizdi, hücreler boşaltılmıştı, duvarlarda hâlâ isyandan kalan kan izleri vardı fakat bir gösteri varmış gibi yere kırmızı halı sermişlerdi. O kırmızı halıda yürüdüm ve beni hapishanenin eski basketbol sahasına çıkardıklarını fark ettiğimde idamın nerede gerçekleşeceğini anladım. Kafes gibi bir basketbol sahasıydı; eskimişti, küfle kaplıydı fakat seyirciye açıktı. Gerçekten babamın idamını bir tiyatro oyununa dönüştürüyorlardı.
Her adımda içerideki sesleri işittim. Gülüşenler, kahkaha atanlar vardı. Arkamda yürüyen adamlar bana bakıyordu. Ağır demir kapının önüne geldiğimizde, "Son kez babamla konuşamayacak mıyım?" diye sordum dayanamayarak.
Adam sadece bir yanıt verdi. "Cehennemde konuşursun kaltak."
Kapılar ardına kadar açıldığında ağır demir kapıdan bir gıcırtı sesi yükseldi. İlk karşılaştığım şey seyirci koltuklarında oturan insanlardı. Bütün o kahkahalar, gülüşmeler son buldu. Herkesin bakışları bana döndüğünde o koltuklarda oturan tanıdık yüzleri gördüm. Avukatları, savcıları, gazetecileri, babamın sonradan taraf değiştiren eski arkadaşlarını. Hemen aşağı tarafta babamı ihbar eden dostu vardı. Onun yanında annem oturuyordu yeni eşiyle.
Protokol hazırlamışlardı. Başkan oturuyordu, yanında ise Başkan Yardımcısı, onun yanında sekreteri, kalemi, bakanları... Hepsinin bakışları sadece benim üzerimdeydi.
Başkan'ın hemen arkasında parçalanmış yüzüyle oturan Kerem'i gördüm. Bir gözü kapalıydı, yüzünün yarısı morluk içindeydi, burnu sargılıydı, alnında yara izleri vardı fakat bu gösteriyi kaçırmak istememişti. Beni gördüğü an gülümseyen ilk kişi oydu, sonrasında diğerleri de gülümsedi. Bir karşılama gibi.
Bakışlarım sol tarafa kaydığında birbirine zincirlenmiş olan o mahkûmları gördüm. On sekizinden yetmişine kadar mahkûm vardı, hepsi tek tip üniforma giymişti. Saçları tek tip kesilmişti, kısacık. Hepsinin yakasında yarım ay arması vardı. Gözlerim elbette Tugay'ı aradı ama ortalarda yoktu. Benim için ayrılan bir sandalye olduğunu sanmıyordum, tıpkı mahkûmlar gibi ayakta babamın idamını izleyecektim. Mahkûmlar bana öyle baktı ki ruh görmüş gibiydiler. Makyaj yapmamıştım, saçlarımı taramamıştım, günlerdir yemek yemediğim için daha fazla zayıfladığımı hissediyordum.
Yine de, O kadar korkutucu mu görünüyorum? diye düşünmeden edemedim. Ardından öldürülecek kişinin öz babam olduğunu anımsadım ve bu ölümü bir gösteriye çevirdiklerini. Benim ardımdan basın girdiğinde öne ve arkaya yerleştiler, bir film sahnesine hazırlanır gibi işlerini dikkatlice yaptılar. Sonra üç şey gerçekleşti.
Diğer ağır demir kapı açıldı. İçeriye ilk sokulan büyük bir idam sehpasıydı. Demirden. Demiri paslanmıştı, ters L şeklindeydi ve ucunda urgan sallanıyordu. Bir iskemle koydular urganın altına. İskemle eskiydi, ayakları bile sallanıyordu.
Birkaç dakika sonra içeriye on tane çocuk girdi. On çocuk mahkûm. Bir tanesi belki yedi yaşında, belki de sekiz, en büyüğü on altısında. Birbirlerine zincirlenmiş bir vaziyette kameraların göremediği bir alana geçtiler. Bir tanesi ağlıyordu, bir tanesinin korkudan dizleri titriyordu, bir tanesi altına kaçırmıştı.
Beni getiren adam karşıma geçip bileğimdeki halatları çözerken bakışlarımı o çocuklardan ayıramıyordum. Ellerim serbest kaldı fakat ben aynı şekilde tutmaya devam ettim. Basın kameralarını hazırladı, onay bekledi. Onay geldiğinde ise bütün kameraların ışıkları bana ve mahkûmlara çarpmaya başladı. Bütün spikerler hep bir ağızdan aynı cümleyi tekrar etti: "Adnan Atalar'ın bugün idam edilmesine karar verildi ve onun iskemlesini Tugay Demir Çeviker itecek. Ortak yayınla halka bunu izletiyoruz. Kızı Eftalya Atalar burada, eski eşi ve dostları da öyle. Hiçbiri karşı gelmiyor çünkü suçlu olduğunun farkındalar."
Ağır demir kapı bir kez daha açıldı ve kameralar o tarafa döndü. Bu kez gördüğüm kendimi hazırladığım en kötü ikinci görüntüydü.
Tugay Demir Çeviker bir adım attı, ardından bir adım daha ve bakışlarını kaldırdığında gözlerinin uykusuzluktan kıpkırmızı olduğunu gördüm. Saçlarını yine kesmişlerdi, bu kez daha kötü kesilmişti. Bir tarafı hafif uzundu, bir tarafı kısacık. Yüzünde yara izi yoktu ama yürürken her adımında sırtının acıdığını hissedebiliyordum ki bir eliyle karnını tuttuğunda acıyla irkildim. Ellerini önden kelepçelemişlerdi, ayak bileklerinde zincirler vardı. Gözleri ilk önce idam sehpasına kaydı, ardından çocuk mahkûmları gördü. O an bakışlarından çocuklarla tehdit edileceğini bilmediğini anladım. Korku, dehşet ve acıma bakışlarına oturdu. Başını hafifçe iki yana salladı. Hazırlanan gösteri bizim cehennemimiz olacaktı.
Bir anda salondan yuh sesleri yükselmeye başladığında Tugay direkt seyircilerin olduğu yere döndü. Yuhalanmak umurunda bile değildi, bunu biliyordum. Aradığı kişi bendim. Bağırıp ona seslenmek istedim ama sesim çıkmıyordu ki zaten yasaktı. Tek tek bütün seyircilerde gözlerini gezdirirken hakaretler havada uçuştu. Çenesini sıktı, bu kez gözleri mahkûmların olduğu tarafa yöneldi ve o an göz göze geldik.
Göz göze gelmek o an ikimiz için de idam gibiydi çünkü ne o gülümsedi ne ben. Tanıştığımızdan beri ilk kez birbirimizi görünce gülümseyemedik.
Nefes verdi, baştan aşağı beni süzdü, aramızda sadece birkaç metre vardı. Koşsam ona ulaşabilirdim ama hiçbir şey yapamıyordum, bunu bilmek bile can yakıcıydı. Sanki iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu, halbuki kötü olduğumu biliyordu. Gözleri en sonunda yeniden gözlerime tırmandığında başını omzuna doğru düşürdü, dudaklarını birbirine bastırdı. Arkasında ve önünde tam altışar adam duruyordu fakat o bütün bunların ortasında bana bakarken sanki gözleriyle konuştu.
Çaresizlik. Çaresiz olduğunu söylüyordu.
Yutkunup çenemi havaya kaldırdım ve dik durdum. Hayır, ağlamıyordum. Bir yabancıydım, öylesine biriydim. Birazdan öldürülecek kişi benim babam değildi. Nasıl değildi? O benim babamdı. Hayır, olmamalıydı.
İçeriye cübbeli bir hâkim ve ardından bir din adamı girdi. Herkes ayağa kalktığında din adamı idam sehpasının arka tarafına geçti, hâkim ise idam sehpasının önüne yerleşti, kürsüsü yerinde duruyordu. Çenesini havaya kaldırdı ve her şeyden üstün tutulan Krallık Yemini’ni etti. Onun ardından bütün salon gür bir sesle tekrar etti.
"Onurlu Krallık’ımı karanlığa sürüklemeyeceğime ve mahkûmlara ışığı göstereceğime ant içerim!"
Rol olsun diye dudaklarımı bile hareket ettirmedim.
Hâkim elindeki kâğıdı havaya kaldırdı bir fermanmış gibi. İnandığım adalet, gözlerimin önünde bir mezara girdi. Benim babamın bir mezarı bile olmayacaktı üstelik. Kendi uydurdukları o maddelerinden söz etti, hiç bilmediğim bir anayasadan bahsetti ve babamın hiç olmayan yolsuzluk suçlarını anlattı. Bunlardan öyle bir şişirerek söz etti ki televizyon karşısındakilerin babamı şeytan gibi gördüğüne emindim.
Fakat en sonunda asıl olana geldi. "Mahkûm Adnan Atalar, Krallık'ın yasakladığı George Orwell’ın 1984 isimli kitabını ofisinde saklıyordu, bu bizzat yüce Krallık'ın kurallarına karşı gelmekti." Özellikle altını çiziyorlardı halkı korkutmak için, yasaklara uyulması için, başkaldırıyı engellemek için.
Bakışlarım Tugay'a kaydığında gözlerini bile kırpmadan beni izlediğini gördüm. Her parçama, her zerreme odaklanmıştı. Sanki adım atsam o da benimle ilerleyecekti. Sadece bir kitaptı, öylesine bir kitap için babamı idam edeceklerdi. Kimse de buna sesine çıkaramıyordu, ben de dahil. Çünkü çıkarırsam olacakları biliyordum. Tugay sesini çıkarırsa da o çocuk mahkûmlardan birini yok edeceklerdi.
"Her şeye rağmen yüce ve merhametli Krallık, Adnan Atalar'a pişmanlık hakkı tanıdı lakin Adnan Atalar af da dilemedi." Seyirciler fısıldaşmaya başladı, mahkûmlar başlarını önlerine eğdi. Kameralar ise sadece beni ve Tugay'ı çekiyordu tek hareketimizde bizi mahvedebilmek için. "Şimdi halkımızın, mahkûmların, Başkan'ımızın ve Krallık'ın gözü önünde Adnan Atalar'a bir kez daha pişman olup olmadığını soracağız. Eski milletvekili pişmanlığını dile getirirse Yüce Krallık onu affedecek, bunu yapmazsa idam edilecek. İskemlesini ise mahkûm Tugay Demir Çeviker itecektir." Elindeki tokmakla kürsüdeki tahtaya vurdu.
Gülümsedim. Kameralar beni çekiyordu, belki de babası öldürüldüğü için mutlu olan biri gibi görünüyordum ama güldüğüm bu gösteriydi. Biliyorlardı, babam asla pişman olduğunu dile getirmezdi, bunu hiçbir zaman yapmamıştı. Amaçları sadece kendilerini merhametli göstermekti.
Hâkim derin bir nefes verdi, ardından arkasındaki kapıya baktı. O baktığı anda nöbetçiler ağır demir kapıyı iki yana açtı. Kendimi hazırladığım birinci en kötü görüntü karşımdaydı; babam geliyordu.
Bir adım, iki adım, üç adım. Yüzü aydınlığa çıktı, ellerim istemsiz havalandı, tutunacak bir yer aradım ama tutunduğum kendi kollarım oldu. Yutkundum, zehir yutmuştum sanki. Gözlerim yanmaya başladı ve titrediğimi fark ettim.
Üzerinde herkesten farklı olarak beyaz bir üniforma vardı, bembeyaz. Onu uzun zamandır görmediğim kadar temizdi. Saçları taranmıştı, elleri arkadan bağlıydı, ayakları ise zincirli. Ağzında ağızlıkla duruyordu. Ortaya çıktığı an herkes yuhalamaya başladı yine fakat babam direkt beni buldu. İlk baktığı insan bendim, mahkûmların ortasında direkt beni bulmuştu.
Sadece birkaç saniye bana baktı ve o birkaç saniyede tek yapabildiğim yavaşça başımı sallamak oldu. O ise gülümsedi, babam gülümsedi. Dudaklarının kavisini görmedim ama gözleri kısıldı. Mutlulukla değil, gururla ve belki de direnişle. O sırada gökyüzünde bir şimşek çaktı, hava hafif aydınlandı, ardından cam fanusun tepesine yağmur taneleri dökülmeye başladı.
Tugay gökyüzüne baktı, ben gökyüzüne baktım; ikimiz de aynı şeyi düşündük. Hayaller ve anılar cehenneme dönüşüyordu.
Hakaretler yükseldi, küfürler, beddualar. Mahkûmlar ve benim dışımda herkes babama bağırıyordu, bense sadece babamın beton zemindeki çıplak ayaklarına bakarak üşüyüp üşümediğini düşünüyordum. Birazdan asacaklardı, nefesini keseceklerdi ama ben onun üşüyüp üşümediğini düşünebiliyordum. Bazen hayat acımasız olabilirdi ama benim için artık daima acımasızdı.
Baba, demiştim bir gün ona küçükken. Süper kahraman olmak istiyorum ama uçmaktan korkuyorum. Korkak süper kahraman olmaz değil mi?
Gülmüştü. Ben de sudan korkuyorum Eftal'im ama görüyorsun ya senin için bir süper kahramanım. Yani önemli olan başkalarının sende ne gördüğüdür.
Sudan korkuyorsan nasıl su içiyorsun? diye sorduğumda gür bir kahkaha atmıştı.
Ben suya düşmekten korkuyorum çünkü boğulurum.
Boğulmazsın, demiştim. Ben seni kurtarırım, süper kahramanlar hep kurtarır.
Alnımdan öpmüştü, ardından saçlarımdan. Bu içimi rahatlattı Eftal, artık boğulmaktan korkmuyorum sanırım çünkü benim kızım beni kurtarır.
Büyüdüm, süper kahramanların gerçek olmadığıyla, babamın hâlâ boğulmaktan korkmasıyla ve kendi korkularımla yüzleştim. Gerçekler çocukken masal gibi gelirdi, büyüdüğümüzde ise mutsuz sonla biten bir kitaba dönüşürdü. Ben o mutsuz sonun ortasındaydım. Babamı boğarak öldürmek istiyorlardı ve bu onun en büyük korkusuydu.
Tırnaklarımı kollarıma geçirdim. Babamın arkasındaki iki adam onu idam sehpasına doğru yürüttü. Her adımda gözleri biraz daha kısıldı, belki de uzun zamandır böyle içten gülmüyordu.
Ölmenden çok korkuyorum, diye ağlamıştım hapse ilk girdiği zamanlar. Ya seni öldürürlerse?
Korkma, korkuların seni yener. Cesur ol.
Olamıyorum, ben cesur değilim.
Gün gelecek belki de en büyük cesareti sen göstereceksin Eftal.
Babamın çıplak ayakları iskemleye çıktı, kalbimin atışlarının kulaklarımda çınladığını fark ettim. Titriyordum, titrediğimi görüyorlar mıydı? Hayır, ağlamayacaktım ve çenem daima dik duracaktı. Babamın arkasındaki adam urganı babamın boynuna geçirip ipi sıkıştırdığında babamın gözleri urgana kaydı. Birkaç saniyeliğine gözlerini kapattığında yasemin kokusunu aldığını fark ettim.
Sen ölürsen yaşayamam baba, sen benim ailemsin.
Benim için ölme Eftal. Adım uğruna benim için yaşa. Senden tek dileğim bu.
Babam gözlerini urgandan ayırdı ve bakışlarını solunda kalan Tugay'a çevirdi. Yine gülümsedi, Tugay ise gülümsemedi. O aralarındaki bakışma ürperticiydi ama bir o kadar da sır doluydu. Tugay dudaklarını oynatıp bir şey söyledi, her ne söylediyse arkasındaki adam sertçe dirseğini Tugay'ın sırtına geçirdi fakat babam o cümlenin ardından bakışlarını yeniden bana çevirdi.
Fotoğrafını çekiyorlardı, videoya alıyorlardı. O kalabalıktaki küfürlerin hepsi babamaydı. Ve benim babam sadece gülümsüyordu.
Hâkim bütün küfürleri susturacak kadar gür bir sesle, "Mahkûm Adnan Atalar," diye bağırdı. "Şu an pişmanlığını dile getirirsen Krallık seni affedecek!" Babam bakışlarını hâkime çevirdi. "Fakat dile getirmezsen altındaki iskemle Tugay Demir Çeviker tarafından itilecek, idam edileceksin."
Sessizlik oluştu. Ölüm sessizliği dedikleri bu olsa gerekti. Gerçek ve yalın bir şekilde bu anı yaşıyordum. Babam derin bir nefes aldı, bakışları benim üzerimdeyken gözlerini kapatıp açtı. Yasemin kokuları arasında bir adamı öldürüyorlardı ve o adam benim babamdı.
Ellerim kollarımdan düştüğünde dizlerimin üzerine çökmemek için beni durduran tek şey gururumdu. Ölümden, idamdan, duyacaklarımdan değil, gururumun incinmesinden korkuyordum, bu yüzden dik durmak için çaba sarf ediyordum ama yeniden Tugay'a baktığımda onun düşük omuzlarını görmek çaresizliğin başka bir yüzünü gösterdi bana. Başını iki yana salladı, bunu yapmak istemiyordu ama yapmak zorundaydı. Öyle çaresizdi ki bana baktığında her ne görüyorsa ben de sanki aynını onun yüzünde görebiliyordum.
Babam bir şeyler mırıldandı ama ağızlık yüzünden duyulmadı. Ardından hâkime bakarak başını salladı. Gözlerim kocaman açıldığında fısıldaşmalar başladı, hâkim bile şaşkınlıkla babama baktı. Bu, pişmanlığını dile getireceği anlamına geliyordu ve söz hakkı istiyordu.
Tugay büyük bir dehşetle babama baktığında ona doğru ilerlemek istedim, belki kurtarmak için, belki de bir konuda uyarmak için, bilemiyordum ama adamlar hızla onu kollarından tutup hareket etmesini engelledi. Hâkim dönüp Başkan'ın olduğu tarafa baktı. Basın bile şaşkınlıkla babama bakıyordu.
Kimse babamdan bunu beklemiyordu ama ben biliyordum ne yapacağını, ne yapmak istediğini ve nasıl bir yol izleyeceğini. Bunu bilmek acının beni çepeçevre sarmasına neden oldu.
Hâkim, "Ağızlığını açın," dedi. "Pişmanlığını dile getirecek."
Elim kalbimin üzerine giderken arkasındaki adam yavaş adımlarla diğer iskemlenin üzerine çıktı. Babamın ağızlığı açıldığında burnunun ve ağzının çevresindeki yara izleri gün yüzüne çıktı fakat sadece bu kadar da değildi. Babamın gülümseyişi de ortadaydı.
"Adnan Atalar," dedi hâkim. "İşlediğin bütün suçlar adına pişman mısın? Yüce Krallık'tan af mı diliyorsun?"
Babam diliyle dudaklarını ıslattı, göğüskafesi kalkıp indi, boğazını temizledi ve bakışları bana döndü. "Pişmanım ve af diliyorum," dedi çatallı bir sesle. Sesler öyle bir yükseldi ki babamın sesini bastırdı. Hâkim birkaç kez gür bir sesle bağırdı fakat kimse susmadı. "Pişmanım!" diye bağırdı bu kez babam. "Ve af diliyorum!"
Kalabalıktan biri, "Yalan söylüyor!" diyerek ayağa kalktı. Üniversiteden, birkaç kez sohbet ettiğim avukat bir arkadaşımdı. "Rol yapıyor!"
"Ölmeli!" diye bağırdı başka biri. Bu babamın eski yakın arkadaşlarındandı.
"Nefes alması bile yanlış! Onu yakın!" Annemin eşiydi.
"Kızını da yakın! Aynı soydan geliyorlar!"
Bir kadın sesiydi. Bakışlarım o tarafa döndüğünde Ceyda'yı gördüm. Tek kız arkadaşımdı. Göz göze geldiğimizde nefretiyle yüzleştim, nefretinin en büyük nedeni ise Kerem’in başına gelenlerdi.
"Sessizlik!" diye bağırdı hâkim. Basın yayını kesmeye hazırdı, hiçbir gözünü Başkan'dan ayırmıyordu. Bir emre bakıyordu itibarları.
En sonunda sessizlik oluştuğunda babam gülümseyerek kalabalığa baktı. "Pişmanım," dedi bir kez daha, ardından Tugay'la göz göze geldi. "Ülkemi Krallık'ın elinden kurtarabilecek fırsatlarım varken ne olursa olsun adaletli bir adam olma yolunda ilerlediğim için. Pişmanım sessiz kaldığım her şey için. Pişmanım o kitabın her sayfasını ezberleyemediğim için. Ve pişmanım boyun eğdiğim her şey için." Gözleri direkt protokolün olduğu tarafa yöneldi. "Pişmanım onursuz adamlara onurdan ve gururdan söz ettiğim için."
"Baba…" diye fısıldadım.
"İttirin şu iskemleyi!" diye haykırdı Başkan ayağa kalkıp. Herkes donakalmıştı, kimse hareket bile edemiyordu.
"Ve af diliyorum," dedi bu kez babam bakışları bana dönerken. "Canım kızım Eftalya, beni affet seni düşürdüğüm bu cehennem için. Beni affet geleceğini kurtaramadığım için ve beni affet seni babasız bıraktığım için."
"Baba…" diye fısıldadım bir kez daha. Bağıramadım, haykıramadım, ağlayamadım. Yasaktı. Öylesine bir yabancı gibi baktım sadece. İçimde ateşler yandı, küle döndüm ama ağzımı bir kez daha açamadım. İçimde cehennem vardı ama acımı kusamıyordum. Çırpınamıyordum bile. Gözlerimin önünde öylece babamı öldürüyorlardı ve ben bir seyirci gibi izliyordum.
Başkan protokol koltuğundan ayrıldığında seyirci koltuklarında hareketlenme oldu. Başkan, "Şu iskemleyi itin!" diye öyle bağırdı ki babam güldü. Bakışları son kez Tugay'a döndüğünde arkasındaki adam iskemleyi tuttu kendi ayaklarıyla itmesin, Tugay itsin diye.
Tugay donakaldı, bakışları benimle babam arasında gidip geldi. Çaresizce başını iki yana sallarken arkasındaki adamlar onu öne doğru itekledi iskemleyi itmesi için. Tırnaklarımı bu kez göğüskafesime batırdım, tek istediğim kalbimi söküp çıkarmaktı çünkü daha fazlasına dayanamıyordu.
"Üç saniye içinde iskemleyi iteceksin Tugay Demir Çeviker," dedi hâkim boğuk bir sesle. Şaşkınlıktan konuşamıyordu.
Tugay çenesini havaya kaldırmaya çalıştı ama başaramadı. Dik durmak istiyordu ama başaramıyordu. Babamın gözlerinin içine bakarken dağıldı. Bana baktığında gördüğüm şey ise beni paramparça etti. Bütün işkencelere, acılara, hakaretlere rağmen daima dik durabilen Tugay Demir Çeviker’in bana bakarken gözleri dolmuştu.
İşte o an zincirlerimin koptuğu andı. Başımı Tugay'a doğru iki yana salladığımda neyi kazandığımı bilmiyordum ama neyi kaybettiğimin farkındaydım. Onu azaptan kurtarmış, kendimi büyük bir azabın içine atmıştım. Tugay anlayamadı. Bakışlarım babama döndü. O görüntü en kötü kâbuslarımdan bile daha kötüydü.
Babamın burnundan kan gelmeye başladığında nefes almakta zorlandı, ardından, “Beni siz öldüremediniz,” dedi kısık bir sesle fakat herkes onu duydu. “Ben onurumla ve şerefimle, kendi isteğimle öldüm.” Başını salladı, bakışları bana yöneldi; alevler ruhumdaydı, vücudumdaydı, ellerimdeydi, ellerimdeki babamın kanındaydı. “Özgürlüğüme değil, özgürlüğünüze. ”
Herkes büyük bir şaşkınlıkla babama bakıyordu, kimse hareket edemiyordu. Burnunun ardından ağzından da kan geldi ve gözleri kaymaya başladı. Gazeteciler kameraları kapatamayacak kadar şaşkındı, mahkûmlar geriye doğru adımlamıştı ve seyirciler kaçışmaya başlamıştı.
On beş saniye geçmişti ki babam acıyla haykırdı. Acı çekiyordu, hani bu zehir acı vermiyordu? Yanıyordum sanki. Babam ölüyordu. Hani bu zehir boğmazdı? Babam boğuluyordu. Boğularak ölmekten kaçamamıştı. Ağzından akan kanlar ciğerlerinden geliyordu. Herkes öyle çığlık atıyordu ki bağırsam kimse fark etmezdi fakat hareket dahi edemiyordum.
Yirminci saniyede başını iki yana sallayarak acıdan kurtulmaya çalıştı. Çırpınıyordu ve her çırpınışında idam ipi boynunda hareket ediyordu. Sadece yarım adım attım ama önümdeki adam hemen bakışlarını bana çevirdi, tam gözlerimin içine baktı. Seyirciler bile çığlık atarken ben çığlık atmayayım diye bekledi.
Otuz iki saniye.
Sadece otuz iki saniyede babam titreyerek ve acı dolu bir inlemeyle hayata veda etti. Başı öne düştü, gözleri kapandı. Altındaki iskemle bile düşmemişti arkasındaki adam şaşkınlıkla tuttuğu için.
Sadece otuz iki saniyede babam zehirlenerek ölmüştü. Sadece otuz iki saniyede babamı kaybettim yemeğine kendi ellerimle koyduğum zehir yüzünden. Onu öldürdüm. Babamı öldürdüm. Sadece otuz iki saniyede ailemi kendi ellerimle yok ettim.
Tugay'ın gözleri bana döndü. Ne yaptığımı anlamıştı. Bir süper kahraman değildim, onları kurtaramazdım ama ikisinin de yaşayacağı bütün pişmanlığı ve azabı sırtlanmıştım.
Bu hamlenin ardından ortalık karıştı, çığlıklar arttı ve mahkûmlar koşmaya başladı. Bazıları düştü, bazıları seyircilere ilerledi. Seyirciler kaçışmaya başladığında geriye doğru bir adım attım, ardından bir adım daha ve koşmaya başladım.
Birkaç gün önce...
Kasvetli bir hava vardı ve içimdeki kötü his bir türlü geçmek bilmiyordu. Köşkün bahçesinde dururken bir adım arkamda Sinan vardı. Eskiden onunla içimdekileri paylaşırdım ama şu an paylaşsam ve beni anlasa bile yargılayacakmış gibi geliyordu çünkü çok korumacıydı.
"Eftalya," dedi Sinan arkamdan. "Sana söylemem gereken bir şey var."
"Nedir?" diye sordum kollarımı önümde bağlayarak.
Bakışları köşke döndü, ardından bana biraz daha yaklaştı. "Babanın kasası," dedi Sinan. Ardından duraksadı, yutkundu. "Sikeyim, içimde çok kötü bir his var ama senden hiçbir şey saklayamam."
"Ne oluyor Sinan?" dedim, tedirgin olmuştum. “Ne olmuş babamın kasasına?”
Sinan dudaklarını ıslattı. "Kasadan sadece o kasetler çıkmadı," dedi sakin bir şekilde. Kaşlarım havalandı, Sinan, elini cebine attı ve avcunu gösterdi. Babamın yüzüğüydü; zümrüt taşlı, hiç çıkarmadığı, sırrını bildiğim o yüzüğü. "Bu da çıktı kasadan. Bir anlamı var mı, bilmiyorum. Olduğunu düşündüm ama içimde kötü bir his var."
Donuk gözlerle yüzüğe bakarken geçmişi anımsadım.
Avukatlığımın ilk senesiydi, mutlu ve huzurluydum fakat babamın tarafında işler karışık bir hal almaya başlamıştı. İkimiz bahçede otururken havadan sudan konuşmak istemiştim konuştuklarımızın geleceğimizi belirleyeceğini bilmeden.
"Yeni yüzük mü aldın?" diye sordum. "Son günlerde hiç parmağından çıkarmıyorsun." Babam elindeki gazetenin bir sayfasını çevirirken başını eğip yüzüğüne baktı, ardından gözlerini kıstı. "Vay canına," diye dalga geçtim. "Sanırım özeline sızdım Adnan Atalar. Hediye mi yoksa?"
Babam gülümsedi, gazeteyi katlarken sandalyesini bana çevirdi. "Evet, hediye," dedi başını sallayarak.
Şaşkınlıkla, “Sen ciddi olamazsın,” dedim. “Birine mi âşık oldun?”
Babam gülmeye başladı. “Genç yakışıklı bir pilot hediye etti bu yüzüğü ve hayır, ona âşık değilim."
Kafam karışmıştı. "Sana neden bir yüzük hediye etti ki?"
"Teşekkür etmek için."
"Ne teşekkürü?" Ben de sandalyemi ona çevirdim. "Ne yaptın, uçak mı aldın ona?"
Babam yine güldü. "Hayatını kurtardım." Ben de güldüm alayla. O an ciddiye almamıştım, gelecekte ciddiye almam gerektiğini ise bilmiyordum.
"Ve o da karşılığında senin hayatını kurtarmak için bir yüzük mü aldı?"
"Sayılır."
Gözlerimi devirdim. "Benimle dalga mı geçiyorsun?"
Babam bahçesinde oturduğumuz evime ve etrafına bakındı, sonra sandalyesini bana yaklaştırdı. "Sana bir sır versem sen ölene kadar değil de ben ölene kadar saklar mısın kızım?"
"Ne?" dedim korkuyla. "Ne ölümü baba?"
Korkumu görmezden geldi ve elini öne uzattı yüzüğü göstererek. Anlamayan bakışlarla onu incelerken babam yavaşça yüzüğün zümrüt kısmının etrafında parmağını gezdirdi ve çok hafif bir klik sesinin ardından o zümrüt kapak gibi açıldı. Tuz gibi sarı renkte bir toz tutamıyla karşılaştım. Doğrulup elini tuttum ve kendime doğru çektim.
"Bir gün…" dedi babam sakin bir sesle, "…onurumu elimden alarak beni öldürmek isterlerse bu zehri içeceğim ve kalbimi durduracağım. Acı vermiyor, kalbi durduruyor. Öyleymiş yani."
Dudaklarım aralandı, şaşkınlıkla ona bakarken gözlerim doldu, o ise gözlerini kaçardı. Ne zaman yalan söylese gözlerini kaçırırdı. Elbette sadece kalbini durdurmuyor, canını da yakıyordu. "Öyle bakma," dedi babam yüzüğün kapağını kapatırken ve eliyle yüzümü okşadı. "İp üstünde yürüyen herkes yanında zehir taşır onuru için. Aynısından bunu bana hediye eden gençte de var."
Donuk bakışlarım korkuya, korkudan acıya, acıdan çaresizliğe döndü. Bakışlarım Sinan'ı bulduğunda ayakta durmakta zorlanarak ona tutundum. "Babam…" dedim boğuk bir sesle. "Onu kendi ellerimle öldürmemi istiyor. Onuruyla ölmek istiyor."
Şimdi...
Koştum. Nereye koştuğumu bile bilmeden koştum. Babamın cansız bedenini arkamda bırakarak koştum ve Ada Hapishanesi öyle bir labirente dönüştü ki içerideki çığlık seslerinin çevresinde daire çizdiğimi fark ettim. Koşarken düştüm, kimse beni takip etmedi, belki de unuttular, belki de izin verdiler bilmiyordum ama arkama baktığımda aklımı kaçıracak gibi oldum çünkü tek yapabildiğim babamın getirildiği kapıdan dışarıya çıkmak olmuştu.
Kargaşa vardı, mahkûmları tutmaya çalışıyorlardı, Başkan korumaya alınmıştı, seyirciler ortalıkta koşturuyordu.
Ve bütün bunların ortasında babamın cansız bedeni vardı. Onurlu bir ölüm, onursuz bir vedaydı. Bunu hak etmiyordu.
Bir adım attım, ardından bir adım daha ve köşeye döndüğümde bir boşlukla karşılaştım. Karanlık, kuytu, görünmez. Gücüm yoktu yürümeye, koşmaya, ilerlemeye. Bacaklarımdaki his uzaklaştığında dizlerimin üzerinde kendimi yere bıraktım. Gözlerim ellerime kaydı. Karanlıktı, kanlar parlamıyordu, aslında ellerimde kan da yoktu ama olmalıydı.
"Hayır, ağlamayacağım," dedim kendi kendime. "Ağlamayacağım. Bunu yapmayacağım. Ayağa kalkacağım. Şimdi kalkacağım." Başımı iki yana salladım, ellerimi duvara yasladım ve kalkmaya çalıştım ama yeniden düştüğümde titremeye başladığımı fark ettim. Gözlerimin önünde babam öldü, babamı zehirledim, bağıramadım, konuşamadım, karşı çıkamadım, kurtaramadım. Nasıl geçerdi?
"Ağlamayacağım," diye inledim. Gülümsüyordu. Ölmek istiyordu. Özür diliyordu, bana ne yaşattığını biliyordu. Zorundaydı, zorundaydım. Bunu nasıl yapmıştım? "Ben ne yaptım?" dedim ellerimi yumruk yaparak. Ardından kendime, "Sus," dedim. "Sus, duyacaklar, sus. Öldürürler seni." Başımı iki yana salladım. "Öldürsünler." Elim boynuma gitti. "Öldürmesinler," diye inledim.
Çığlıklar yükseliyordu, ortalık fena karışmıştı. Ben de çığlık atmak istiyordum ama yasaktı. Öldü, öldürdüler, öldürdüm. Kendi ellerimle yaptım.
Birileri önümden koştu, peşinden başkaları ilerledi. Karanlıktaydım, beni görmediler. Vicdansızdım. Bunu nasıl yapabilmiştim? Başka bir yol yok muydu?
Yine birileri kaçıştı ve silah sesleri geldi. Mahkûmlar öldürülüyordu. Babamı orada bırakmıştım, ölü bedenine bile veda edememiştim.
Yeniden ayağa kalkmaya çalıştığımda bir kez daha yere düştüm. Hayır, gücüm yoktu ama olmalıydı.
Yine adım sesleri geldi, hızlı hızlı yürüyordu biri. Kaçan biri değildi. Bana yaklaşıyordu, dik durmam gerekiyordu, omuzlarımı dikleştirmem gerekiyordu. Kollarımı bacaklarıma doladım sıkıca, yüzümü dizlerime gömdüm.
"Karşılığını istediğiniz gibi ödeyeceğim," diyordu o ses. Tugay'ın sesiydi. "Sadece beş dakika." Karanlığa daha fazla sokuldum, utanıyordum. Bana artık eskisi gibi bakamazdı, çok utanıyordum. Yaptığım bir yıkımdı.
Karşımda Tugay'ın siyah botları durdu. Un ufak olmak istedim, parçalanmak istedim. Bileklerinde zincirler vardı, öne doğru eğildi, dik durmam gerekiyordu, utansam da gizlemem gerekiyordu. Hayır, ağlamam yasaktı.
"Avukat," dedi. Utançla başımı biraz daha gömdüm dizlerime. "Gizleme kendini benden." Başımı iki yana sallayıp yeniden ayağa kalkmaya çalıştım fakat başaramıyordum. "Şu beş dakika için neleri feda ettiğimi bilemezsin. Yüzüme bak, bir kez yüzüme bak. Görmeye ihtiyacım var."
"Yasak," dedim o an tek önemli olan buymuş gibi. "Yasak her şey. Bağırmak yasak, engellemek yasak, ağlamak yasak. Her şey yasak." Fısıldıyordum. "Yapmadım, hiçbirini yapmadım, babam ne istiyorsa onu yaptım. Onlar ne istiyorsa onu yaptım. Ağlamıyorum. Ağlamayacağım."
"Avukat," dedi Tugay. Sesinin titrediğini fark ettim. Öfkeden değildi ama Tugay’ın sesi titriyordu. Çeneme uzandı, başımı kaldırdığında onun bir tarafı karanlıkta olan yüzüyle karşılaştım ve bir kez daha dolan gözlerini gördüm. Hayır, ışık oyunu değildi, ela gözleri dolmuştu. "Yasak değil," diye mırıldandı. "Artık yasak değil. Bak bana bile yasak değil, sana nasıl olsun?"
Gözlerine bakmak istemiyordum ama bir an bile olsun kaçamıyordum ondan. "Utanıyorum," dediğimde onun gözlerini görmek bütün güçsüzlüğümü ortaya serdi. "Çok utanıyorum."
"Benden mi utanıyorsun?" diye sordu ve burnunu çekti çocuk gibi. "Benden nasıl utanırsın?"
"Tugay," dedim sesim titrerken. "Ağlamak yasak değil mi?"
"Değil," dedi başını iki yana sallayarak. Sesi öyle bir titriyordu ki sanki onu da babamla beraber boğmuştum. "Benim yanımda sana hiçbir şey yasak değil, olamaz."
Günlerdir tek bir damla gözyaşı yoktu ama onun son cümleleri, benim sanki kalbimdeki damarların bile parçalanmasına bile neden olurken, “Çok utanıyorum!” diyerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım ve başım omzuna düştü güçsüzlükle. Bağıra bağıra ağlamaya başladığımda artık yasak değildi, öyle demişti, yasak bile olsa durduramıyordum. Kalbim göğüskafesimden fırlayacaktı. “Çok utanıyorum, babamı öldürdüm.” Büyük bir nefes verdi, derin bir nefes, ardından kelepçeli elleri başımın üzerinden geçti, sırtımı buldu ve beni öyle bir kendine çekip sarıldı ki, çığlıklarım daha fazla arttı. “Öldürdüm,” diye inledim acıyla. “Onu ben öldürdüm! Ailem kalmadı! Kendi ailemi ellerimle öldürdüm. Onu zehirledim!”
Ben kolları arasında dağılırken, "Ben ölmedim," dedi fısıldayarak. "Ben kaldım. Ailen de olurum senin." Daha fazla ağlamaya başladım. Beni kucağına çekti, kelepçelere, mahkûmiyete rağmen bir şekilde yine bana sarılmanın bir yolunu buldu. "Bak, ben yaşıyorum. Dinle bak, kalbim atıyor. Olurum ben senin ailen. Olurum kaybettiğin her şey."
"Beni teselli etmek için söylüyorsun," dedim hıçkırıklarımın arasından. "Değiştim, bir başkası yapamazdı, ben yaptım. Utanıyorum kendimden. Ellerimle hazırladım yemeği, ellerimle zehir koydum, ellerimle öldürdüm onu." Başımı iki yana sallayıp ondan kaçmaya çalıştım ama izin vermedi, kollarını daha sıkı doladı. "Beni üzmemek için söylüyorsun. Kaybettim her şeyi, kaybettim ailemi. Yok ettim."
"Avukat," dedi Tugay derin bir nefes vererek. O nefesle sanki ömründen beş yıl gitmişti. "Sevgili Avukat, Sevgili Avukat’ım, güzelim," deyip geriye çekildiğinde omzundaki başımı kaldırdım. Yüzüme baktı, öyle acı çekiyormuş gibiydi ki bunun benim için mi yoksa babam için mi olduğuna karar veremedim. Belki de bu yaşadığımın ağırlığı yüzündendi acısı. "Bu bir sondu, sen sonu babanın istediği gibi yazdın sadece. O bunu istedi, bunu yapmasaydın huzurlu bir ölüm olmayacaktı."
Ağlamaya devam ettim, gözleri gözlerimden ayrılmadı. "Senden nasıl utanabilirim? Gücün karşısında bin kez önünde eğilirim aksine. Adım attığında bıraktığın izlerle sarsılırım artık. Beni şu an sadece seninle alakalı her şey sarsabilir çünkü beni kurtardığın azap, bir cehennemdi." Başını iki yana salladı, arkamdaki ellerini başımın tepesinden çıkardı ve kucağımdaki ellerime uzandı. Yanık olan avcumdaki o silik izden öptü. Serada avcum yanmıştı, Tugay o avcuma çok ilgiliydi. "İntikamını alacağız her şeyin. Yeter ki yıkılma, yıkma da beni."
"Ben," dedim ağlamaya devam ederken. "Ben güçlü değilim ki. Bu güç değil ki. Ben onu..."
"Öyle güçlüsün ki," dedi sözümü keserek. "Bütün yükü sırtına alacak kadar güçlüsün hem de. O iskemleyi ben itecektim, beni kurtardın. Babanın adını bile tarihten sileceklerdi, tarihe adını yazdırdın. Çığlık atmadın, gözyaşı dökmedin, dimdik durdun, kaldırdın çeneni. Ben kendi gücümden utandım."
Yüzüme uzandı, eldivenleri olmasına rağmen parmaklarının sıcaklığı hissettim. Yaşları sildi, yutkundu, gözleri bir kez daha dolduğunda çenesini sıktı bundan nefret ediyormuş gibi. "Sikeyim," dedi dişlerinin arasından. "Ne oluyor böyle amına koyayım? Bu çok fazla." Gözlerini kapattı, başını omzuna doğru düşürdü. Gözlerini tekrar açtığında bir damla yaş düştü. Öfkeyle hırladığında elleri yüzümde hâlâ naif bir şekilde duruyordu.
Tugay Demir Çeviker'in gözünden bir damla yaş aktı. Herkesin korktuğu, kaçtığı, suçladığı o adam karşımda ilk kez, belki de benim için bütün duvarlarını indirdi. Uzanıp ben de yaşı sildiğimde duraksadı ve yüzünü elime yasladı. "Çok canım acıyor," dedim titreyen bir sesle. "Çok acıyor."
Dudaklarını birbirine bastırdı. "Bir savaşın ortasındayım, bin kez kılıç yemişim, canım acımamış, acısa da önemsememişim, devam etmişim." Çenesiyle beni işaret etti. "Sonra o savaşta bir kılıç sana dokunmuş geçmiş, şöyle ufacık bir sıyrık bırakmış, kesik bile denilemez, ben onun için bütün her yeri ateşe vermişim, yakmışım, bir yandan da yanmışım. Acımayan canım acımış." Başını salladı. "Anlıyor musun beni Sevgili Avukat? Şimdi beni ne sen durdurabilirsin ne adaletin ne de bütün bu saçmalıklar. Yakacağım her yeri. Benim avukatımsın, benimlesin, yanımdasın. Sana yapılan her şey bana da yapıldı demektir."
Son cümlesi zihnimde bir şimşek çakmasına neden oldu; o şimşek büyüdü, beni alaşağı etti. Şimdi, dedim kendime. Tam zamanı. Hissediyorsun Eftalya Atalar, hissettiğin hiçbir şeyden vazgeçme. Baban onuru ve savaşı için vazgeçti her şeyden. Şimdi sıra sende, onun için ölme, onun adı için yaşa, tıpkı söylediği gibi.
Elimin tersiyle yanaklarımı sildim. "Durdurabilirim seni," dedim baskın bir sesle.
"Durduramazsın." Öyle keskin bir sesle cevap verdi ki bir an afalladım fakat geri adım atmadım.
"Durdurabilirim çünkü bugün benim için dönüm noktasıydı."
"Bu da ne demek?"
Yanağımdan akan yaşları bir kez daha sildim. Ardından yüzüne yaklaşarak, "Artık adalet yok," diye fısıldadım. "Az önce bir zehirle yok ettim, mahvettim. Savaşsa gerçek bir savaş." Başımı salladım. Sesimdeki nefret, onun gözlerine yansıdı. "BL örgütü lideri olmayı kabul ediyorum, bundan böyle kararlar ikimizden geçecek. Benden habersiz kuş bile uçuramazsın, bu artık bir iş ilişkisi. Biz ortağız, yeri geldiğinde bana boyun bile eğeceksin. Duydun mu beni?"
Duraksadı, hiçbir tepki vermedi. Bir anlık fazla mı oluyorum diye düşündüm ama saatler sonra ilk kez gülümsedi. Tugay Demir Çeviker gülümsedi, göğsümdeki acı dinmedi ama onun gülümseyişi beni düştüğüm bir çukurdan kurtardı sanki. Burnunu çekip o da çenesini kaldırdı, aynı şekilde karşılık verdiğimde gülümsemesi gururlu bir ifadeye dönüştü.
"Hoş geldin Sevgili Avukat," dedi öfkelenmek bir yana, bana hayranlıkla bakarak. "Ait olduğun yerdesin ve ben de artık kendimi tamamen ait hissediyorum bulunduğum yere." Elimi kaldırdı, yine yanık izimden öptü selam veriyormuş gibi, ardından kirpiklerinin arasından bana baktı. "Tamamen özgürsün artık. Şimdi düzinelerce alabilirim sana o çiçekli elbiselerden."
Yutkundum. "Ve sen de özgürlüğüne kavuşacaksın artık," dedim kalbim acıyarak.
"Evet," dedi net bir sesle. "Çünkü artık bu şekilde dayanamıyorum." Yüzündeki gülümseme silindi, bana doğru eğildi. "Ben artık özgürken seni yanımda görmek istiyorum. Kelepçeler ve demir parmaklıklar olmadan." Kısık bir sesle devam etti. "Ben artık sadece gökyüzünü hissetmeyi değil, seninle beraber doyasıya gökyüzünü hissetmeyi istiyorum, işte o zaman özgür olacağım. Diğer türlüsü hep yarım hissettirecek."
"Tugay," dedim gözlerimi kaçırarak. "Bunlar çok büyük cümleler."
"Çünkü benim büyük cümlelerim var Sevgili Avukat," diye çıkıştı. "Duvarlara kazıdığım, kâğıtlara yazdığım, insanlara aşıladığım büyük cümlelerim var. Ben Tugay Demir Çeviker'im, kaybedecek zamanım yok, kazanmak istediğim zamanlarım var. Çekinmem, korkmam. Aileyse aile, güçse güç, savaşsa savaş, bağlılıksa bağlılık, fedaysa feda." Gözlerim açıldı. "Birkaç saniye sonra yok olmayacağımın garantisi yok, az önce gördüm bunu. Kulaklarını aç, beni iyi dinle. Bütün bunların dışında seninle hayallerim var benim. Şu durumda bile mi deme. Şu durumda bile. Her durumda."
"Ben..."
"Senin de hayallerin olacak," dedi. "Çünkü baban bunu isterdi." Boğazımdaki yumru büyüdü ama ağlamaktan yorulmuştum.
"Nereden biliyorsun?"
"Biliyorum."
"Nereden?" diye sordum.
"O benim için de bir baba gibiydi," diye itiraf etti Tugay. Dudaklarım aralandı. "Ve sana bir mektup bıraktı, o mektubu sana ulaştıracağım," dediğinde ise kalbim tekledi, gözlerim doldu ama bu kez mutluluktandı. Tugay yavaşça doğruldu, çenesini kaldırdı, üzerini düzeltti ve ellerini uzattı tutmam için. "Ayağa kalk, tutun bana. "
Derin bir nefes verdim, gözlerimi kapattım birkaç saniye ve tekrar açtığımda uzanıp elini tuttum, zorlukla ayağa kalktım. O sırada köşede bizi bekleyen o iki adamı gördüm. Elimi çekerken, "Bu beş dakika için ne feda ettin?" diye sordum.
"Bu beş dakikanın da her anına değerdi," dedi fakat ne feda ettiğini söylemedi. Dakikanın da demişti, başka neyi feda edecekti?
Adamlar Tugay'ın arkasına geçtiğinde köşede duran diğer iki adamın da benim için beklediğini anladım. Her ne feda ettiyse büyük bir şey olmalıydı fakat alacağım cevaplar bile beni ürpertiyordu. Tugay bana baktı, ben ona baktım. "Şimdi," dedi. "Özgürlüğümüze bir adım atıyorum. Bu seni öfkelendirebilir Sevgili Avukat fakat artık dayanamıyorum."
"Ne?"
Hiçbir cevap vermeden ilerledi. Tekrar o gösteri alanına girdik. Mahkûmların hepsini dizlerinin üzerine çöktürmüşlerdi, çocukları bile. Seyircilerden neredeyse kimse kalmamıştı, protokol masasının önünde Başkan ve yardımcısı basına açıklama yapıyordu. "Biz…" diyordu Başkan, "…masum bütün canları korumaya yemin ettik lakin aramızdaki soysuzları kendimizden koruyamadık. İşte bu noktada vicdanımızı dinlemek bile zordu, yine de çabaladık. Adnan Atalar'ın ruhu şad olsun ama kendisi bir teröristti."
Başkan Yardımcısı kafasını salladı, gözlerindeki nefret öyle can yakıcıydı ki… Sevgi asla onların içinde yoktu. "Kadınlarımız…" dedi Başkan ve yardımcısı yarım ağız gülümsedi. İğrençti. "Çocuklarımız, hepsi bize emanet. Buradaki mahkûm çocukları bile el üstünde tuttuğumuzu bilmenizi isterim."
Ne yalanlar söyleniyorsa görmezden geldikleri bir durum vardı. Başlarına silah dayadıkları mahkûmlar susabilirdi ama en korkulan mahkûmun başına henüz silah dayanmamıştı.
Bakışlarım babamın olduğu tarafa döndü. Hâlâ aynı şekilde durduğunu gördüm, sırtı bana dönüktü. Hareketsiz ve nefessizdi. Boğulduğumu hissederken bir düzine adam üzerimize doğru geldi. Bir tanesi, "Neredesin?" diye sordu Tugay'la anlaşma yapan adama. "Senin yüzünden yalan söylemek durumunda kaldık."
"Onları yakalamak zordu," dedi adam yalana başvurarak. Bakışlarım babamın vücudundan Tugay'a kaydığında gözlerini kırpmadan Başkan'a baktığını gördüm; o sırada bütün mahkûmların gözleri de Tugay'daydı.
"Tugay," dedim bir şeyler olacağını anlayarak.
"Başlıyoruz Sevgili avukat," dedi Tugay omuzlarını dikleştirerek. "Artık kurtulmanın vakti geldi." Gözlerine o korkusuz adam yeniden uğradı, duruşu dikleşti. Bu kez hiç yıkılmayacak gibiydi. "Beni bu saatten sonra durdurabilene aşk olsun." Gülümsedi, korkutucu görünüyordu. Bakışları bana döndü. "Gerçekten durdurabilene aşk olsun."
"Ne yapacaksın?" diye fısıldadım. Tugay ise gözlerini benden ayırdı, ilk baktığı babamın ölü bedeniydi, ardından Başkan'ın olduğu tarafa yöneldi. Gülümsemesi soldu, bakışları yardımcıya odaklandığında gözlerini kıstı.
"Asıl savaş şimdi başlıyor!"
Gür sesi her yeri doldurdu. Başkan'la yardımcısının bakışları bize döndü ve her şey bir anda yaşandı. Tugay ayak bileklerindeki zincire rağmen o kadar hızlı ilerleyip yanındaki adamın elinden silahını aldı ki korumalar bile harekete geçemedi. Tek kurşun sesi, tek hamle. Kurşun Başkan Yardımcısı'nın alnına isabet etti. Canlı yayında Başkan Yardımcısı, Tugay tarafından alnından vurularak öldürüldü.
Adamlar Tugay'ı tutmak için hamle yaptı ama Tugay hızla sol elindeki eldiveni çıkardı ve protez elini gözler önüne serdi. İlk kez kameralar karşısında kendini tamamen belli ediyordu. Kimisine göre suçlanıyordu sadece, kimisine göre gerçek bir Suç Kralı’ydı fakat şu an en yalın kimliğiyle kameralar karşısındaydı.
"Bütün gerçeklerimle buradayım. Onursuz duruşunuza en onurlu ve gerçek yüzümü gösteriyorum," dedi bir an bile düşünmeden adaleti, mahkemeyi, yargılanmayı yok ederek. "Ben Tugay Demir Çeviker. Bu açık bir savaş ilanıdır. Yaktığınız her masum can kadar canınızı yakacağım, soyunuz kuruyana dek."
Canlı yayında açık bir itiraftı bu. Tugay Demir Çeviker herkesin gözü önünde kimliğini açık etti; kartları artık açık oynuyordu. İlk kez geri planda kalmadı, bakışları kameraya yöneldi. "Savaş ilanımın şerefine öldürdüğüm o mahluk bir tecavüzcüydü."
Kameralar bu cümlenin ardından kapandı. Bütün silahlar Tugay'a döndü, ardından bana. Kameralar kapandı ama halk bütün bu olanları izlemişti. Başkan'ın önüne etten duvar ördüler, Tugay'ın şakağına silah dayadılar, karnına, sırtına, bacağına. Tugay ise gülümsedi, elinde duran silahı yere attı.
"İlk fırsatta öldüreceğimi söylemiştim," dedi. "İlk fırsat sizin canlı yayınınıza denk geldi, ne acı." Bir planı vardı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki bayılacakmış gibi hissediyordum.
İki adam Tugay'ı kollarından tuttu, başka bir adam arkasına geçip Tugay'ı boynundan yakaladı. Ortamda tek gülen kişi Kerem Karaman'dı, elbette etten duvarın arkasındaydı. "İşte şimdi," dedi. "İşte şimdi bittin sen."
Tugay'ın bakışları sadece bana döndü. "Her zerresiyle," dedi Tugay. "Sonuna kadar değerdi."
Paragraf Yorumları