logo

6. GÖKYÜZÜ, GÜNEŞ VE HAYALLER

Views 1367 Comments 24

"Başkan Sözcüsü Feridun Karaman, evinde canice asılmış bir halde bulundu! Yatak odasının tavanına asılan Feridun Karaman'ın görüntülerini yayınlayamıyoruz lakin onu öldüren örgütün BL olduğu arkalarında bıraktıkları notla kesinleşti. Yatak odasının duvarına yazılı cümleyi tekrar ekranlara getiriyoruz."

Yatak odamın içinde şarkı mırıldanarak dört dönerken yeniden ekrana bakışlarımı çevirdim ve belki de onuncu kez o cümleyle karşılaştım. Bir kez daha okumak istedim çünkü o cümle bana aitti.

"İdamdan korkuyor olsaydı bir gün o urganın boynuna geçirileceğinin de farkında olurdu."

BL

Giray Pusat Çeviker, benim cümlemi duvara yazmalarını istemişti ve beni de örgütten saydığı için altına BL damgasını yapıştırmıştı, bir timsah simgesiyle. Bunu nedeni belki de Feridun Karaman'ın ölüm şekline benim karar vermemdi.

Katledilişin ardından kendi cümlemi BL örgütü imzasıyla bir duvar yazısında görmek tuhaf hissettirmeliydi, belki de öfkelendirmeliydi fakat bütün bunların aksine kalbimde büyük bir heyecan vardı hatta öyle ki öfkelenmek bir yana dursun, bu cümlenin duvara yazılması bana keyif vermişti çünkü idam yasasına onay verenler artık rahat bir uyku çekemeyeceklerdi; her gece uykuları yarıda kesilecekti çünkü bir gün BL'nin onlar için de geleceğini düşüneceklerdi.

Bu ikinci cinayetimdi, kendi ellerimle öldürmesem de karşı çıkmadığım her cinayetin katiliydim ve Feridun Karaman'ın boynuna urganı geçirenlerden biri de bendim.

Şu an kalbimde büyük bir heyecan olsa da, hatta o cümleyle karşılaştığımda gurur hissetsem de bu cinayetlerin tekrarı olmayacaktı, onlara katılmayacaktım; dün gece bir kez daha yaşanmayacaktı.

BL örgütüyle bir kez daha aynı yolda yürümeyecektim. Yürümemeliydim.

"Feridun Karaman'ı seven halk sokağa döküldü ve artık BL'nin yıkılması için ayaklanma başlattılar, gözler Başkan'a dönüyor ancak o cephede sessizlik hâkim. Herkes şu an BL örgütü için verilecek kararı bekliyor, bir karar verilmezse halkın içindeki ateş sönmeyecek ve sokaklar daha da karışacak gibi görünüyor çünkü BL örgütünü destekleyen teröristler de kendilerini gizlememeye başladılar."

Diğer haber spikeri öfkeyle söze atladı; Krallık yanlısı, çocuk istismarcısının tekiydi. "Krallık'ın artık sadece mahkûmlar için değil, BL örgütünü destekleyenler için de idam yasasını getirmesi gerekiyor. Hatta bu teröristlerin ibret için sokak ortasında asılması..."

Diğer spiker boğazını temizleyerek onu susturdu. "Şu an canlı yayındayız efendim. Öfkenizi anlıyoruz fakat aynı şekilde karşılık vermememiz gerekiyor. Başkan bütün halkımızı kucaklar, Krallık da öyle. Bu yüzden merhametli yetkililerimizi bu şekilde kirletmeyelim."

Alayla güldüğümde ne yapmaya çalıştıklarının farkındaydım. Tam olarak istedikleri bu şekilde bir karşılıktı. Feridun'un cinayetini gizlemiyorlardı çünkü Krallık yanlısı halkın sokağa dökülmesini istiyorlardı. Tek istedikleri o halkın daha fazla alevlenmesi ve BL örgütünü destekleyenlere hadlerini bildirmeleriydi. Minik bir iç savaş Krallık'ın işine gelirdi ve Feridun'un ölümü ekmeklerine yağ sürmüştü. Onlara göre Krallık tarafında olanlar, BL örgütünden olanları öldürecekti; halk birbirine girecekti. Böylelikle ülke, azınlık örgüt destekleyicilerinden temizlenecekti.

Aslında kimsenin sokağa döküldüğü de yoktu, eski görüntüleri ekrana getirip insanları gaza getirmeye çalışıyorlardı ve bu görüntülerin ardından Krallık binasının önüne insanlar toplanmaya başlamıştı. BL örgütünü destekleyenler ise duvarlara benim cümlemi yazmaya başlamıştı.

Benim cümlemi.

Krallık kesilen elden söz etmiyordu çünkü onları dinleyen halk korkup bu canilik karşısında geri adım atabilirdi, üstelik aklıselim insanlar bu elin altında nasıl mesaj bir yattığını sorgulayabilirdi. Evet, körü körüne destekleyenler elbette vardı ama ikilemde kalıp vicdanlarını dinleyen bir kesim de vardı.

Fakat ben o elin kesilip Krallık binasına hediye paketiyle gönderildiğini biliyordum, özellikle Başkan'ın önüne. Hevesle o paketi açtığında Feridun'a ait siyah eldivenli bir elle karşılaşmıştı. Bir de not vardı. O notu gördüğümde kime ait olduğunu hemen anlamıştım.

Cümlelerin sesi olabilir miydi? O cümlenin sesi vardı ve Tugay Demir Çeviker’e aitti.

Balta bazen kesmez, bıçak her zaman bilenmez; intikamın tadı ise yavaş yavaş lezzetlenir. Bazen bir sol kol direnişin sembolü haline gelir fakat size gönderdiğimiz bu kesik kol, direnişin değil, intikamın sembolüdür. Timsahlarımızın midesi Krallık etini kabul etmiyor, işte bu yüzden size bir hediye paketiyle sürpriz yapmak istedik. Umarım bu paketi ayışığında açarsınız. İyi uykular. Tabii artık sizin için mümkünse.”

BL

Bu not ve paket basına yansıtılmamıştı, halk bu adamın kolunun baltayla kesildiğini bilmiyordu, üstelik uyuşturmadan ve canlıyken. Bundan bahsetselerdi hem Tugay'ı ifşa edeceklerdi hem de kendilerini.

Ben ise kesik koldan, hediye paketinden ve nottan dün sabah, Tugay'ın güneşi görme iznini alabilmek için Kerem'in evine gittiğimde haberdar olmuştum.

Kerem'in evine gittiğimde...

Yüzümdeki o mayhoş gülümseme silindiğinde yutkunarak odanın içinde sola döndüm ve aklımdan dün sabah yaşananları sildim. Zaman geçerdi, anlar bir kez yaşanırdı, zihin o anları bir film şeridi gibi önüme getirmezse ve hatırlatmazsa yara kalmazdı.

Yara kalmayacaktı. Dün sabah benim için yara olarak kalmayacaktı; buna izin vermeyecektim.

"Bugün çok mutlusun," dedi Nigâr beni incelerken. Bir gözü televizyona kayarken yatağı topluyordu. "Güzel bir haber mi aldın Eftalya?" Sesinde az da olsa ima vardı, dayanamayıp devam etti. "Feridun Karaman'ın ölümünün ardından mutsuz olmanı beklerdim." Krallık umurunda bile değildi. "Sahi, Kerem nasıl? Televizyonda verilen kısa cenaze görüntülerinde berbat görünüyordu."

Yutkunup masamın üzerindeki makyaj malzemeleriyle gelişigüzel oynamaya başladım. "Çok üzgün," dedim açıklama olarak. "Sakinleştiricilerle ayakta kalıyor. Normalde benim de cenazeye gitmem gerekirdi, biliyorum, bunu düşünüyorsun fakat Krallık mensuplarından başka kimseyi istememiş." Bunun nedeni halkın gözünde kendilerini biraz daha yükseltmekti, ayrıca oluşabilecek her tehditten korkuyorlardı. Barodaki söylentilere göre Başkan da yardımcıları da hediye paketinin ardından evlerini değiştirmişti.

BL tek hareketle yine korku salmıştı.

"Anlıyorum," dedi Nigâr konuyu kapatarak. Hiçbir zaman üzerime gelmezdi. "O halde neden mutlusun?"

Bu kadar mutlu olmam elbette akıl kârı değildi, özellikle nişanlımın babası yeni öldürülmüşken fakat yüzümdeki gülümsemeyi silemiyordum. Makyaj masamın üzerindeki allığa bakıyor, gülümsüyordum. Bir insan allığa gülümseyebilir miydi? Gülümseyebiliyordu işte. "Sadece bugün güzel bir gün olacakmış gibi geliyor çünkü kar yağmıyor Nigâr Sultan, bu iyiye işaret." Hevesle başımı kaldırıp ona baktım. "Düşünsene, günlerdir kar yağıp duruyordu ama bugün kar durdu. Bu bir mucize anlıyor musun? Bu bir işaret resmen."

Bakışlarım odamdaki pencereden dışarıya kaydı ve saatlerdir karın yağmadığına bir kez daha şahit oldum. Sadece bu kadar da değildi; güneş bir görünüp kayboluyordu, bu da iyiye işaretti. Nigâr kafayı yemişim gibi bana bakarken yanına gidip yanağından makas aldım, ardından odamın içinde koşar adım ilerlemeye devam ettim.

Ellerimi birbirine çarpıp bakışlarımı en sonunda Meryem'e çevirdim ve uzanıp televizyonu kapattım. Bu kadar haber, bu kadar karalama, bu kadar beyin yıkama ve bu kadar yalan yeterliydi.

Canım kardeşim Meryem tekerlekli sandalyesinden beni izliyordu. Konuşamıyordu, konuşabilse de kelimeleri zorlukla telaffuz edebiliyordu. Tek hareket ettirebildiği başıydı, arada sırada da parmaklarını fakat bu kadardı. Tuvalete gidemiyor, yemek yiyemiyor, kitap okuyamıyor, hatta şarkıları bile uzun süre dinleyemiyordu çünkü vücudundaki her nokta hassastı. Kulakzarları bile. Bu yüzden aniden hareket ettirilmemesi gerekiyordu, bu bile eklemlerine zarar verebilirdi. Ona sıkıca sarılmak istesem bile bunu yapamıyordum çünkü kemikleri çok hassastı, kırılabilirdi, onu parçalayabilirdim.

Benden santimlerce kısaydı fakat boyuna rağmen oldukça da zayıftı. Kırk iki kiloya kadar düşmüştü çünkü vücudu besin kabul etmiyordu. Vitaminler vücudunda tutunmuyordu. Bilekleri bir kedininki kadar inceydi; hatta kedinin bilekleri bile onunkilerden daha kuvvetli olmalıydı.

Kardeşim gözlerimin önünde gün geçtikçe çöküyor, ölüyordu fakat o yüzündeki gülümseme bir an bile olsun silinmiyordu. Bu da bir direnişti, hatta benim en büyük gördüğüm direnişçi, çektiği acılara ve yaşadıklarına rağmen Meryem'di.

Daha Meryem altı yaşındayken annemin yine cinnet geçirip bizi evde istemediği gün sığındığımız çocuk parkında, babamın karşıt görüşündeki partilileri tarafından silahlarla taranmıştık. Ben bankta oturuyordum, Meryem salıncaktaydı ve kurşunlar ona isabet etmişti, benim tek yapabildiğim ise bankın altına saklanmaktı.

Dört el ateş, belki de beş. Tam hatırlayamıyordum, o günden sonra defalarca bana sormuşlardı fakat asla doğrusunu söyleyememiştim. Sonrasında yerdeki kovanlardan dokuz el ateş ettiklerini öğrenmiştim.

İki çocuğa; biri altı, biri on sekiz yaşında iki çocuğa dokuz el ateş etmek insanlık değildi.

O gün ateş edenler, Krallık'ın oluşmasına neden olan partililerdi. Sadece beş sene hapse girip çıktılar, ardından ülkeden kaçtılar ve kendi mutlu hayatlarına devam ettiler. Bir çocuğun hayatını katletmemişler gibi.

Kurşunların sesi kesildiğinde saklandığım bankın altından çıkıp Meryem'e bakmıştım ve onu, korunaklı salıncakta hafif hafif sallanırken görmüştüm; bacakları sallayarak sallanmak değildi bu. Kurşunlar yüzündendi, yere kanlar damlıyordu.

Zaten o günden sonra bir kez daha bacakları hareket etmedi.

Günlerce tedavi gördü fakat doktorun yanlış bir hamlesiyle tamamen felç kaldı. Babam onu yurtdışına kadar götürdü, teknolojinin bütün imkânlarından faydalanmaya çalıştı ancak her şey faydasızdı.

Meryem yüzde seksen engelli kalmıştı.

Okula gidemedi çünkü onu almadılar, büyümesi bir süreden sonra duraksadı, arkadaşları olmadı çünkü onu daima dışladılar, sokağa çıkamadı, eğlenemedi; hatta bir süre sadece acı çekmesin diye uyutuldu.

Ve o kadar acıya rağmen yaşamaya devam etti.

Meryem şu an on altı yaşındaydı fakat yedi ya da sekiz yaşlarında bir çocuk gibi görünüyordu. Dışarı çıkmayı bu yüzden pek sevmezdi çünkü insanların bakışlarından rahatsız olurdu; tek gülmediği zamanlar dışarıda olduğu zamanlardı. Hiçbir şey söylemezdi, onunla aramızda şifreler olurdu fakat ben bakışlarından bile anlardım. İnsanlardan korkuyordu, o insanların bakışlarından da.

Bu yüzden onu ya sabahın erken saatlerinde ya da geceleri dışarı çıkarırdım. Elimden geldiğince her sabah ve akşam ona yemeğini yedirirdim, uyumadan önce masallar okurdum. Biraz büyüdüğünde bu masallar romanlara dönüşmüştü. Böylece zamanla Meryem okumayı da çözdü. Tam olarak değil fakat bir yazıyı zorlukla da olsa anlayabiliyordu. Ne yazık ki ilk tam anlamıyla okuduğu yazı, babamın hapse girdiğine dair haberdi, gazeteden görmüştü.

Ona acımıyordum; o da kendisine acınmasını istemiyordu ama tek arkadaşları bizdik: ben, babam, Sinan ve Nigâr. O silahlı saldırının hemen ardından çocukluğumdan beri tanıdığım Sinan, babamın emriyle korumamıza dönüştü. O zamanlar askeriyeden yeni atılmıştı, normalde koruma olmak istemezken Meryem'in halini görüp bizim için kendi hayatını ikinci plana atmıştı. Sinan'ın hayatı bizden ibaretti, bu işi kabul ettiğinden beri bu böyleydi.

Fedakârlık kolay bulunmazdı, Sinan'ın yaptığı fedakârlıksa çok büyüktü.

Annem arada sırada görmeye gelse de pek Meryem'in yanında olmuyordu. Utanmadığını söylüyordu lakin Meryem'le insan içine çıkmak istemiyordu. Bir keresinde bana Meryem’e acıyarak baktıkları için üzüldüğünü söylemişti ama sağ olsun yeni eşiyle, Krallık'ın göz boyamak için kurduğu Engelli Kuruluşuna bağışlar yapıyordu.

Artık biliyordum, annemin iki hayatı vardı ve bizimle yaşadığı hayat istediği hayat değildi; diğer hayatında daha mutluydu, bu yüzden bizi olabildiğince görmezden geliyordu. Ben de buna izin veriyordum.

Meryem'in zekâsı bir çocukla eşdeğer olsa da babamın uzaklara gittiği ama döneceği, annemin ise çok çalıştığı yalanına inanmıyordu. Ne zaman babamdan bahsetsek gözlerinin dolmasından, annemden bahsettiğimizde ise gözlerini kaçırmasından anlamıştım bunu.

Elbette biliyordu babamın hapishanede olduğunu, annemizin ise bizi istemediğini.

"Meryem!" diye şakıdım. Gülümseyerek yüzüne bakıp ellerimi sandalyesinin kollarına koydum. "Bugün beraber kıyafet seçeceğiz!"

Meryem yaslandığı yerde gülümsedi ve başını birkaç kez salladı, heveslenmişti.

"Meryem bugün harika yemek yedi," dedi Nigâr nevresimimi değiştirirken. "Koca tabak pilavını bitirdi."

"Meryem, bu hayatta görüp görebileceğin en obur insan," diyerek güldüm ama durum aslında tam aksiydi. Yemek yiyemiyordu, bir süre sonra canı acıyordu.

Arkamı dönüp dolabıma doğru yürüdüm, hızla kapaklarını açtım ve üzerimdeki ceketi çıkarıp sandalyeye attım. V yaka bir tişört ve eşofmanla kaldığımda tek tek ellerimi kıyafetlerin üzerinde dolaştırdım.

Siyah. Siyah. Kahverengi. Gri. Lacivert. Siyah. Siyah. Koyu mor. Bordo. Siyah. Yine siyah.

İlerleyip diğer dolabımı açtım ve kocaman dolapta alıp alıp giymediğim çiçekli elbiselerle karşılaştım. Bembeyaz karanfilli elbise, yanında papatyalı pembe elbise, onun yanında yeşil ne olduğunu benim bile bilmediğim çiçekli elbise... Ellerimi bu kez de o elbiselerin üzerinde gezdirirken zihnimde onun sesi çınladı.

Tugay'ın sesi.

Seni çiçekli elbiseler içinde görmem, güneşi görmem kadar imkânsız mı? demişti Tugay Demir Çeviker o baskın ama yumuşak sesiyle. Parmaklarımı beyaz elbisenin üzerinde gezdirdiğimde gülümseyen yüzünü anımsadım, öne eğildiğinde kalkan kaşlarını, dağınık saçlarını. Mahkûm olduğu için saçları hep dağınıktı ama yanıma gelirken elleriyle taradığını görebiliyordum. Anlayabiliyordum.

Acaba bugün de yapacak mıydı bunu?

O sanırım bütün şartlara rağmen yanıma gelirken kendine özen gösteriyordu; giydiklerine, duruşuna, saçlarına.

"O çiçekli elbiselerden bir tanesini giyeceğini söyle bana," dedi Nigâr hevesle. "Alıp alıp dolabın köşesinde çürümeye bırakıyorsun Eftal." Yatağa yeni nevresimleri seriyordu. Bakışlarım ona döndüğünde hevesle bana baktığını gördüm, Meryem de gözlerini kırpıştırıyordu. Sanki o elbiselerden birini giymemi istiyordu.

"Bilemiyorum," diye mırıldandım yeniden dolaba dönerken. "Ben bir avukatım ve bu kıyafetler hoş karşılanmıyor..." Yüzümü buruşturduğumda elimi beyaz elbiseden çektim. "Yani bir keresinde pembe bir tişört giydiğimde bana imalı imalı bakanlar olmuştu, bir avukat değilmişim gibi... Canlı bir renk bile insanları rahatsız etmişti."

Kerem'in o gün söylediği cümleler zihnimde döndü. Bu nasıl bir kıyafet? diye çıkışmıştı. O zamanlar daha nişanlı değildik artık gerçek yüzünü gizlemiyordu. Ciddiyetsiz ve arayış içinde bir kız gibi görünüyorsun Eftalya. Krallık böyle şeyleri hoş karşılamaz.

Aynı günün akşamı şansıma annem evime gelmişti ve kıyafetime, İşine saygın olsun, diye tepki vermişti. Bari ona saygın olsun Eftalya.

Sadece pembe renkteki bir tişört bile onların gözünde bir ayaklanma gibiydi.

Başımı iki yana sallarken çiçekli elbiselerin olduğu dolabı sertçe kapattım. Arkamdan Nigâr’ın bıkkın bir nefes verdiğini işittim ama ağzını açıp hiçbir şey söylemedi.

Henüz o elbiselerden bir tanesini giymeye hazır değildim.

Yeniden diğer dolaba ulaştığımda kahverengi boğazlı bir elbiseyi çıkarıp üzerime tuttum ve Meryem'e baktım. Kaşları havalandı. Siyah boğazlı elbiseyi tuttum, yine kaşları havalandı. Diğer siyah balıkçı yaka elbiseyi tuttuğumda bir kez daha kaşlarını kaldırdı. Ne yapmaya çalıştığını anladığımda V yaka, dize kadar inen, dar bordo elbiseyi üzerime tuttum. O an Meryem gözlerini kırpıştırdı, bu onaylıyor demekti.

Göğsümü işaret ederek, "Leke gitgide büyüyor," dediğimde diğer elbiseleri dolabın içine fırlattım ve bordo elbiseyi üzerime tutmaya devam ettim. Meryem'i kırmayacak, bunu giyecektim fakat göğsümdeki beyaz leke boynuma doğru uzanmaya başlamıştı. Belki bir ay sonra çeneme ulaşacaktı. Bu kadar hızlı yayılması akıl kârı değildi, doktor stres kaynaklı yayılacağını söylemişti fakat hiç bu kadar yayıldığı olmamıştı.

Yüzüme ulaştığında artık insanların o küçümseyici bakışlarıyla karşılaşmaya başlayacaktım çünkü gizleyemeyecektim, bana hasta muamelesi yapacaklardı. Annemin benimle dışarıda bir kahve bile içmeyeceğine emindim.

Dış kapıdan ses geldiğinde Sinan'ın, "Eftal!" diye seslendiğini işittim. Ardından Ufuk'u duydum: "Eftalya Hanım!"

Ah, artık iki korumam vardı.

"Diğer korumayı eve sokmayacaktın," dedi Nigâr tedirginlikle. "Biraz ürkütücü bir tip."

"Çünkü iki metre," diyerek güldüğümde Sinan yatak odamın kapısını çaldı. "Lütfen ona kötü davranma, özünde iyi biridir. Sadece biraz yabani."

"Biraz mı?" dedi Nigâr gözlerini büyüterek. "Dün kapının önünde karşılaştık. Yeniden içeri girmek istediğimde üzerimi arayacağından, sana zarar verme ihtimalim olduğundan söz etti. Sonra da dönüp, ‘Ne güzel bir hanımefendisiniz Nigâr Hanım,’ dedi…" Başını iki yana salladı. "Elli sekiz yaşında bir kadın olmasam bana cilve yaptığını düşünürdüm."

O herkese cilve yapıyor, diyemediğimden gülerek ona baktım. Meryem hevesle başını salladığında bunun Sinan için olduğunu anladım. İkisi o kadar iyi anlaşıyordu ki ben olmadığım zamanlar Sinan yemeğini yediriyor ya da geceleri romanlarını okuyordu. Bir abiden farkı yoktu Meryem için.

"Eftal," dedi Sinan. " Müsait değilsen gidebiliriz..." İtişme oldu. "Çek şu elini omzumdan, bana sarılmayı bırak artık."

"Dün harika iş çıkardık ortak, " dedi Ufuk. Sesinden güldüğünü anlayabiliyordum. "Harika bir ekip olduk."

"Gelebilirsiniz," derken kollarımı önümde bağladım ve içeri girmelerini bekledim. Kapı açıldı, ilk giren Ufuk oldu, ardından Sinan da girdi.

Sinan öylece girmemişti, ellerinde çiçek vardı. Yeni saksıda çiçek. Yeni hediye. Yeni not. Tugay Demir Çeviker bana cevap vermişti halbuki birkaç saat sonra görüşecektik.

Yerimde duramayarak koşar adım Sinan’a ilerledim. Hiçbir şey söylemeden elinden çiçekleri çekip aldığımda bu kez beyaz lavantalarla karşılaştım; dalları sağlam, çiçekleri canlıydı, güzel kokuyordu.

Beyaz lavanta bir dileğin gerçekleşmesi anlamına gelirdi. Tugay Demir Çeviker'in bir dileğini gerçekleştirdiğimden haberi vardı.

Çiçekleri yatağın üzerine koyduğumda herkes büyük bir şaşkınlıkla beni izliyordu fakat umurumda bile değildi; köşesine koyulan nota ulaştığımda ve yatağa çiçeklerin yanına oturup notu açtığımda gülümsemeye devam ediyordum.

Sevgili Avukatım,

Umarım bu çiçekler sen bana gelmeden sana ulaşır çünkü beyaz lavantalar bugün ikimizi simgeliyor. Bir dilek gerçekleşti ya da gerçekleşecek, toprakta bir lavanta filizlenecek, o lavantanın rengi beyaz olacak tıpkı göğüskafesindeki gibi. Onu gizleme, masallarla o lekeye anlam kazandırmak gerekiyorsa sana göğüskafesine beyaz lavanta sürülünce prensese dönüşen küçük kızın masalını anlatabilirim.

Daha önce bu masalı duymadın mı?

O halde bakarsın belki ilk kez benden dinlersin.

Gönderdiğin hediyeni aldım ve sol elime taktığım yeni eldivenimi hiçbir zaman çıkarmayacağımı ve kaybetmeyeceğimi bilmeni istiyorum.

Bütün gece hücremde güneşin doğmasını diledim, şu an karanlıkta olduğum için güneşin doğup doğmadığını bilmiyorum fakat sen görebilirsin. Güneş gökyüzünde yerini aldıysa bütün imkânsızlıklar imkân dahilinde olsun mu?

Seni bu kez çok daha büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum, senelerdir beklediğimden daha büyük.

Özgürlüğüme değil, özgürlüğüne de değil.

Özgürlüğümüze...

"Sevgili Müvekkilin"

BL

İlk defa bir mektubunun sonuna sadece BL yazmamıştı çünkü bu mektup diğerlerinden çok daha özeldi, bunu cümlelerinden bile anlayabiliyordum. Ayrıca ona özel mektubumun ardından böyle bir hamle yapması, ikimizin arasındaki sınırların gitgide azaldığını gösteriyordu.

Elim enseme gitti ve bir sızı hissettim.

Benim taktığım eldiveni sol eline geçirmişti. O eldiveni ona gönderirken aynı gün eline geçireceğini düşünmemiştim lakin bunu yapmıştı. BL gibi bir örgütü kurup Krallık'ın karşısında dimdik duran o adam böyle ince düşünceli olamazdı. Olmamalıydı.

Ama Tugay Demir Çeviker tam olarak böyle bir adamdı. Birini yanımda öldürdükten sonra yüzüme kan geldiği için çıkarıp mendilini verebilir, bu yüzden defalarca özür dileyebilirdi örneğin. Bu tam onluk bir hareket olurdu.

Sıradan bir hayatın içinde rasgele bir masada karşılıklı oturup konuşsaydık ondan etkilenmeyeceğimi söylemek ahmaklık olurdu çünkü cümleleriyle, oturuşuyla ve bakışlarıyla oldukça çekici bir adamdı; yüzü güzeldi, güzelden ziyade çekiciydi. Ela gözleri bazen bal sarısı oluyordu, bazen toprak rengi. Fakat bana bakarken asla kötü bir duygu göremiyordum içlerinde. Belki de Tugay Demir'i çekici kılan bana bakışlarıydı.

Üniversitede tanışsaydık ondan delicesine etkilenebilirdim. Fakat bizim tanışmamız bütün romantikliklerden uzaktı ve dünyamız şu an bunlara müsait değildi. Bir başkası bu çiçeklere bile anlam yükleyebilirdi ama bana ilk gönderdiği çiçekte beni tehdit eden bir adamın her çiçeğine anlam yüklemek de aptallık olurdu.

Aptallık olurdu olmasına ama gülümsememi ya da notta yazanları tam dört kez okumayı bırakamıyordum. Tuhaf bir etkisi vardı, içine çekiyordu. İtiraf edemesem de bana bakmasını, durmadan gülümsemesini, bütün o yaşadıklarına rağmen karşımda dimdik durabilmesini özlediğimi hissediyordum.

Bakışlarımı nottan kaldırdığımda ilk göz göze geldiğim kişi Meryem oldu. Kaşları havadaydı, başını sallıyordu çünkü merak ediyordu o notun kimden geldiğini, neden gülümsediğimi ya da neler olduğunu. Meryem benim en büyük sırdaşımdı, günlüğümdü, kapalı kutumdu ve bir gün onun karşısına geçip bu düşündüklerimden söz edebilirdim.

"Eftalya Hanım?" dedi Ufuk. Bakışlarım ona döndüğünde yüzümdeki aptal gülümsemeyi sildim, ardından ayağa kalkıp notu odamdaki kilitli çekmeceye, diğer notların yanına götürdüm.

"Evet Ufuk?" dedim kilitli olmayan çekmeceyi açıp notu oraya koyarken.

"Bana bakar mısınız?" Bakışlarım yeniden ona döndüğünde kaşlarını kaldırdı ve gözlerinin nereye odaklandığını fark ettim. Göğüskafesime bakıyordu. "Eftalya Hanım," dedi merakla. "Göğsünüze ne oldu?"

Bıkkın bir nefes verip bütün insanlığa açıkladığım gibi, "Vitiligo var bende," dedim. "Göğüskafesimdeki beyaz leke ben küçükken çıktı, gitgide de büyüdü. Tedavisi mümkün ama..."

"Hayır," dedi Ufuk kaşlarını çatarak. "Onu sormuyorum, durumu zaten biliyorum. Giray hiçbirimizin bu konu hakkında konuşmaması gerektiğini emretmişti."

Kaşlarım havalandı. Giray'a da bu emri veren kişi Tugay mıydı?

"O halde?" dediğimde kaşlarımı çattım.

"Morarmış," dedi Ufuk bana doğru yürüyerek. "Zarar görmüşsünüz, darbe almışsınız. Boynunuzda ve aşağısında morluk var. Ne oldu?"

Sinan'ın da o an gözleri sertçe göğüskafesime döndüğünde gözlerim endişeyle büyüdü ve benim bile fark etmediğimi Ufuk'un fark etmesi bir yana dursun, elimi göğüskafesime yerleştirdiğimde ağrı hissettim. Hızla dolabın aynasına doğru ilerledim ve kalbimin olduğu yerden yukarıya tırmanan morluğu gördüğüm an hatırladım.

Kerem'in evinde olmuştu, dün onun yanına gittiğimde.

Nefes almakta zorlandığımda başımı iki yana salladım. Ardından sandalyenin üzerine bıraktığım bordo elbiseyi alıp, "Düştüm," dedim gelişigüzel. "Banyoda düştüm dün."

"Düşme izi gibi görünmüyor Eftalya Hanım," dedi Ufuk. Öfkelendiğini hissettim. "Darbe almış olmalısınız, defalarca darbe aldığım için o izleri tanırım. Size kim, ne yaptı?"

"Düştüm Ufuk," dedim gözlerimi öfkeyle ona çevirerek. "Düştüm, anlıyor musun? Duş alacaktım sabah ve ayağım kaydı, boynum küvetin köşesine geldi."

Sinan, "Az önce dün dedin," derken dişlerini sıktığını anlayabiliyordum. "Dün düştüğünü söyledin fakat şu an sabah diyorsun."

"Of," dedim elbiseyi havaya kaldırarak. "Dün ya da bugün hatırlamıyorum. Ufuk söyleyene kadar ağrımıyordu bile fakat ağrımaya başladı. Artık ikiniz de o bakışlarınızı üzerimden çeker misiniz? Şimdi izin verirseniz giyinmek istiyorum, ardından Ada Hapishanesine gideceğim. İlk önce babamla görüşmem var. Ardından…" Ufuk'a döndüm. "...kurucunla."

Sinan büyük bir öfkeyle bana bakarken ben bakışlarımı ondan kaçırdım ve arkamı dönüp pencereye doğru ilerledim. O sırada Nigâr dışarıya çıktı. Bir süre sonra ise diğer adım seslerini işittim. Kapı tamamen kapandığında dik durmaya çalışan omuzlarım düştü, başım yere eğildi, dudaklarım aralandı. Gözlerimi sıkıca yumarken sağ elimdeki yüzük artık bir kelepçeden çok daha ağır geliyordu. Sanki bir taş taşıyordum, zehirli ve acı dolu bir taş.

Arkamdaki Meryem'in boğuk seslerini duyduğumda bakışlarım ona döndü ve endişeyle bana baktığını gördüm. Merak ediyordu, anlamaya çalışıyordu.

Sağlığı dışında hiçbir konuda ona yalan söylemezdim, bu yüzden yeniden yüzümü pencereye çevirdiğimde dolan gözlerimi hızla sildim. O sırada bulutların arasından güneş kendini gösterdi; parlak, sıcak ve umutluydu.

"Güneş gökyüzünde yerini aldıysa bütün imkânsızlıklar imkân dahilinde," diye fısıldadım. Bu cümle artık daha çok kendime yönelikti.

***

Son sürat giden arabanın içinden insanların yollara döküldüğünü ve ellerindeki pankartlarla Feridun Karaman'ı andıklarını görebiliyordum. Defalarca tek başıma yola çıkacağım konusunda Sinan'la kavga etmiştim fakat şu anki duruma bakıldığında Sinan'la Ufuk'un yanımda olması çok daha doğru geliyordu. Üstelik kimbilir kaç kere yolumuz kesilmişti.

Vatandaşlar araçları durduruyordu. Krallık Selamı verenlerin yola devam etmelerine izin veriyorlardı, bunu yapmayanları ise köşeye çekiyorlardı.

Halk artık kendi adaletini sağlamaya başlamıştı, Krallık da bunu engellemiyordu. Duvarlardaki BL cümlelerinin üzeri daha net bir şekilde çizilmeye başlanmıştı ama yeni yazılan o cümleyi görebiliyordum, bana ait olanı. Dünden sonra her köşe başına yazılmaya başlanmıştı.

İç savaşın çırası yanmaya başlamıştı, alevler nasıl büyüyecekti ya da yangın nasıl ortaya çıkacaktı bilmiyordum ama arabanın içinde buz gibi bir sessizlik vardı. Radyo açık değildi, müzik yoktu, Sinan benimle göğüskafesimdeki morluktan dolayı konuşmuyordu çünkü dün Kerem'e gittiğimi biliyordu ama Sinan'ı eve göndermiştim, o evde neler olduğunu bilmiyordu.

Ada Hapishanesine giden yola girdiğimizde hapishanenin önünde çevirme olduğunu gördük. Sinan küfrettikten sonra aracı çevirmenin olduğu yere ilerletti. Ehliyet ve ruhsattan önce adımızı soyadımızı sordular, ardından Sinan'ın dönmesi gerektiğini söylediler. Çünkü o resmi olarak Krallık karşıtıydı; başkaldırmış, damgalarını kazıyarak çıkarmıştı. Kırmızı listelerindeydi.

Ufuk'la ben çevirmeden geçtiğimizde Ufuk sürücü koltuğuna geçti ve hapishaneye doğru sürdü. "Nasıl oluyor da böyle iyi gizlenebiliyorsunuz?" diye sordum Ufuk'a örgütü kastederek.

"Senelerce Krallık için çalıştım Eftalya Hanım," dedi Ufuk arabayı yavaşça durdururken. "Küçükken beni yanlarına aldılar. İlk önce ayakkabılarını temizledim, ardından eşyalarını taşıdım, en son da kahve makinelerinde üşendikleri için düğmeye basan kişi olarak seçtiler beni." Gülümserken bakışları bana döndü. "Annemle babamı yangında kaybettim küçükken, kardeşim de şu an Krallık'ın tarafında bir milletvekili. Kısacası onlara göre ben onların tarafındayım fakat görüyorsunuz ki BL için çalışıyorum."

"Neden?" diye sordum elim kapının koluna giderken. "Tarafsız bir duruş sergileyecekken neden BL'nin tarafına geçtin?"

"Çünkü," dedi Ufuk gülümsemeye devam edip. "Biri olmaya ihtiyacım vardı Eftalya Hanım. BL bana biri olma şansı verdi, kendimi önemsiz hissetmiyorum artık."

Aynı şekilde gülümseyerek ona baktığımda gözlerimi kıstım. "Sana hemen ısındım," dedim sıcak bir sesle.

"Anlıyorum Eftalya Hanım," dedi Ufuk. "Fakat aşkınıza karşılık vermeden önce buna BL örgütünün müsaade edip etmeyeceğini öğrenmem lazım." Gülmeye başladığımda o da bana karşılık verdi ve ben arabadan inerken o da inip arabanın önünde bekledi. Arkamı dönüp asker selamı verdim, aynı şekilde karşılık verdiğinde yeniden gülüştük.

Ada Hapishanesinin önünde bu kez iki değil, dört gardiyan vardı. Denetim sıkılaşmıştı fakat beni gördüklerinde üzerimi arama zahmetine bile girmemişlerdi çünkü direkt Krallık Selamı’nı vermiştim, onlar da karşılığında bana kapılarını açmıştı.

Hapishaneye girdiğimde duvarların boyanmaya başladığını gördüm, yazıları siliyorlardı; normalde ibret için tutarlardı fakat bu kez o duvarları tek tek temizlemek istemişlerdi. İçimden bir ses, Feridun'un ölümünün acısını mahkûmlardan çıkaracaklarını söylüyordu.

Koridordan geçip denetim kısmına geldiğimde her zaman beni karşılayan kadının gittiğini ve yerine bir erkek getirildiğini gördüm. Yüzümde hem acı verici bir gülümseme oluştu hem de başımı iki yana sallarken haklılığın verdiği bir gurur.

Kadınların işlerine tek tek son vermeye başlamışlardı, Krallık yanlısı olmaları bile önemli değildi. Seçme seçilme hakları, çalışma izinleri, hepsi tek tek kaldırılacaktı.

"Merhaba," dedi adam. "Görüş yapacağınız kişinin adını alabilir miyim? Eşyalarınızı lütfen kutuya bırakın."

Çantamı ve üzerimdeki ceketi kutunun içine bıraktığımda ilk defa dedektörle bir gardiyan gelip beni aradı. "Adnan Atalar," dedim bıkkın bir nefes vererek. "Kızı Eftalya Atalar geldi, dün öğleden sonra kaydımı yaptırmıştım."

Adam göz ucuyla bana baktı, ardından kıpırdanıp boynundaki yarım ay damgasıyla âdeta tarafını belli etti. "Görüşünüz sadece beş dakika ile sınırlı, ağızlıksız görüşmeler dinleme altına alınacak." Gözlerimi devirmemek için kendimi zor durdurdum. "Görüşün ardından gardiyanlar tarafından çıkarılacak..."

"Babamla görüştükten sonra müvekkilimle de görüşmem olacak," dedim, ardından çenemle ilerideki dosyaları işaret ettim. "Gündüz hava alma izni verildi." Gardiyan bu kez göz ucuyla değil, bizzat dönerek şaşkınlıkla bana baktı.

"Kimin avukatısınız?" diye sordu hem merak ettiği hem de kayıtlara işleyeceği için.

"Tugay," dedim çenemi havaya kaldırarak. "Tugay Demir Çeviker'in avukatıyım." Gardiyanın ağzı öyle büyük bir şaşkınlıkla açıldı ki koşar adımlarla dosyaların olduğu tarafa gitti. Kayıtlı ismimi gördükten sonra önündeki bilgisayardan Tugay'ın dosyasını açtı ve gündüz hava alma izninin Kerem Karaman tarafından onandığını gördü. Başını iki yana sallarken ne diyeceğini bilemez bir haldeydi.

O an Tugay'ın avukatı olmaya kimse cesaret edemeyeceği için bunu bile sorgulamadıklarını gördüm, dosyasını açıp şöyle bir bakmıyorlardı bile çünkü onlara göre tamamen suçluydu, ölmeliydi, nefret edilen o kişiydi. Hiçbir avukat da onu savunmaya cesaret edemezdi.

Ben dışında.

Gardiyan önüme kâğıtları sertçe koyduğunda tek tek Krallık'a ait bütün anlaşmaları imzaladım. Ardından yemin etmem için gözlerimin içine baktı. "Onurlu krallığımı karanlığa sürüklemeyeceğime ve mahkûmlara ışığı göstereceğime ant içerim," diyerek Krallık Selamı’nı verdim.

Gardiyan alayla güldü, ardından kâğıtları aldıktan sonra başıyla görüş yerini işaret etti. Diğer gardiyan benimle gelirken arkamdan, "Sürtük," diye söylendiğini işittim. Tugay Demir Çeviker'in avukatı olmak beni hemen sürtük yapmıştı.

Diğer günlerin aksine hapishane çok daha sessizdi, çığlıklar ya da işkenceler yoktu. Bu durumda iki seçenek vardı: Ya mahkûmlara artık geceleri işkence ediyorlardı ya da onları öldürmüşlerdi.

Karnımda bir sancı hissettim. Böyle bir durumda aklıma gelen ilk görüntü babamın yüzü olurdu fakat bu kez yanına Tugay'ın da yüzü eklenmişti. Benim artık bu hapishanede koruyacağım iki adam vardı.

Görüşlerin yapıldığı yere geçtiğimizde gardiyan sandalyeyi işaret etti, ardından arkamda durmaya devam etti. Aramızda yine cam vardı fakat bu kez yanımdaki sandalyeler bomboştu. Kimse artık görüşe gelmiyordu ya da görüşe getirilen kişilerin bir şekilde canlarına son verilmişti.

Sabırsızca cama bakıyordum. Birkaç dakika sonunda kapı açıldı ve bir gardiyan girdi, uzun ve heybetliydi. Onun arkasından da babam geldi. Gardiyanı tanıyordum, Tugay'ın muhbiriydi, onun tarafında olan gardiyandı ve artık babamı da koruyordu.

Tugay Demir benim için babamı koruyordu.

Babam aksayan bacağıyla ilerledi; ağzı kapalı, elleri kelepçeli karşıma oturdu. Gözlerinden bir tanesi tamamen kapanmıştı, yanağında kocaman bir morluk vardı, boynunda da morluklar. Kalbimin ortasındaki ormanda büyük bir yangın çıktığında babam o yangının ortasındaydı.

Üzerindeki siyah formanın bir kısmı yırtılmıştı fakat karşımda dik durmaya çalışıyordu.

"Baba," diye mırıldandım. Karşısında ağlamak istemiyordum fakat bunu başarabilmem imkânsızdı. Gözlerimin önünde Krallık tarafından yavaş yavaş öldürülüyordu.

Babam çocuk gibi gardiyana baktığında gardiyan eğilip babamın ağızlığını açtı ve o an ağzındaki morlukları, patlayan dudağını, şiş burnunu gördüm. Onu öyle dövmüşlerdi ki vücudunun bu kadar şiddeti nasıl kaldırdığını bilemiyordum.

"Eftal'im," dedi babam zorlukla konuşarak, ardından öksürmeye başladı. Ağzının içi yaralarla doluydu. "Artık beni görmeye gelmemen lazım, bu senin için çok zararlı."

Bütün söylediklerini duymazdan gelerek, "İşkence etmediklerini söylemiştin," diye çıkıştım fakat sesim acıdan titriyordu. "Ama belli ki seni ölesiye dövüyorlar baba."

Babam çok kısa bir an sessiz kaldı, ardından gülümsemeye çalıştı ama bu imkânsızdı. "Meryem nasıl?" diye sordu, ilk sorduğu kişi hep o olurdu.

"İyi," dedim sadece. Babam bir kez daha öksürdüğünde arkasındaki gardiyan yavaşça sırtını sıvazladı. Gözlerim gardiyana döndüğünde başıyla hafif bir selam verdi, arkamdaki gardiyanın ise öfkeli nefesleri duyuluyordu. "Herkes iyi. Herkes çok iyi ama sen berbat bir haldesin. Bak…" Öne eğildim, sadece beş dakikam vardı. "Dört gün sonra bütün Krallık karşıtları tek tek yargılanacak ve idamlarına karar verilecek. O listede sen de varsın baba."

Babam bunları konuşmak istemiyormuş gibi gözlerini kaçırdı. "Baba," dedim dişlerimi sıkarak. "İnançların, otoriten, düşüncen, hiçbiri umurumda bile değil, beni anlıyor musun? Af dilersen ya da sadece bütün bunlardan vazgeçersen seni affedecekler." Öyle kısık sesle söylemiştim ki bunu, duyup duymadığını bilmiyordum. "Tek bir af, tek bir özür, başka hiçbir şey değil. O mahkemede özür dilemezsen ya da pişmanlığını dile getirmezsen seni direkt idam ipine götürecekler. Bunu geciktirebilirim fakat engelleyemem, bana yardımcı olman gerekiyor."

"Eftal," dedi babam bıkkın bir sesle. "Bunları konuştuk..."

"Konuştuk," derken sesim düşündüğümden daha yüksek çıktı. "Konuştuk ve bizi zerre düşünmediğini anladım. Söylesene bir fikir, bir düşünce, çocuklarından nasıl daha önemli olabilir? Senin canının kıymeti yok, onu anladım fakat bizim de mi yok? Anlamıyor musun baba? Seni öldürecekler, gözlerimin önünde seni asacaklar ve ben hiçbir şey yapamayacağım." Artık ağlamamak için direnemiyordum. "Ailem, hayatım, her şeyim zaten paramparça. Her şey çok boktan, bir de seni kaybedemem."

O benim dostumdu, arkadaşımdı, ailemdi, çocukluğumdu, her parçamdı.

Babam sessizliğini korumaya devam ederek bana baktı. O an, bir gün ona dönüşebileceğimden korktum. Bir çocuğum olduğunda sadece kendi fikirlerim için hayatımı yok sayabileceğimden...

Bir insan bir düşünceye bu kadar bağlı olabilir miydi? Gururu her şeyden önce geliyordu.

"Ne sanıyorsun?" dedi babam en sonunda dürüstçe. "Beni asmalarının önüne geçsem bile bir gün koğuşumda bıçaklanarak öldürüleceğim. Hiçbir zaman kurtuluşum olmayacak, bu yüzden gururlu bir ölüm çok daha iyi değil mi?"

"Kurtaracağım seni," dediğimde neye güvendiğimi bilmiyordum. "Bilmiyorsun seni kurtarmak için neler yaptığımı, neleri göze aldığımı, nelere katlandığımı..." Sustum, gözlerimi kapattım, ardından öfkeyle ona baktım. "Bunu bana borçlusun, duydun mu?"

Babam gözlerimin içine baktı, baktı ve baktı. Ardından, "Tugay Demir Çeviker beni kendi koğuşuna aldırdı," dedi sakin bir sesle. Her hareketimden ne düşündüğümü anlamaya çalışıyordu. "Yetmedi, gardiyanlarını bana verdi." Kalbimin ortasındaki o orman yangınına su döküldü, çiçekler açmaya başladı. "Eftal," dedi öne eğilerek alçak bir sesle. "O adamın kim olduğunu biliyor musun sen?"

"Biliyorum," diye mırıldanırken saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Fakat bahsettiğim borçların nedeni Tugay değil." Elimi cama yasladım, gözlerimi kıstım. "Yaşamanı istiyorum," dedim çaresiz bir sesle. "Bu savaşa değsin istiyorum çünkü sen ölürsen nasıl bir kadına dönüşeceğimi bile bilmiyorum baba. Kendimden korkuyorum."

Tam dört gün sonra sabah babamın mahkemesi vardı, öğlen ise Tugay Demir'in. İkisiyle aynı gün yüzleşmek beni öldürecekti, ikisi hakkında çıkacak herhangi bir kötü karar beni mahvedecekti.

"Bitti," dedi arkamdaki gardiyan. O sırada babamın arkasındaki gardiyan da yavaş hareketlerle ağızlığa uzandı.

"Bir şey söyle," dedim babama endişeyle. "İçimi rahatlat ya da yüzümü güldür. Bir şey söyle baba. Lütfen."

Babam ayağa kalktığında ben de kalktım. "Dünya mahvoluyor kızım," dedi babam sadece. "Ben sindirilirsem, sen sindirilirsen, o sindirilirse bu dünya mahvolmaya devam edecek." Ağızlık babamın ağzına yaklaştı. "Sessiz insanların bile dilini kestiler bu hapishanede, bağıranları asmışlar, çok mu?" Omzunu indirip kaldırdı. "Çabalayacaksan benim için değil, kendi geleceğinin özgürlüğü için çabala."

Ağızlık takıldığında acıyla ona baktım, o ise çenesini indirmeden arkasını döndü ve girdiği kapıdan çıktı. O an ona öfkelenmem gerekiyordu belki de fakat bu zamana kadar babama hayran olmamın nedeni biraz da bu gururlu duruşuydu.

"Yürü," dedi arkamdaki gardiyan sert bir sesle. Kolumu sıkıca tuttuğunda kendimi ondan kurtardım, ardından öfkeyle ona bakıp yürümeye başladım.

Bu babamla son görüşümüzdü, artık iznim yoktu; mahkemesinin ardından ise hiç olmayacaktı. O eski güzel günler geride kalmıştı. Onun uğruna bir adam öldürmem, o adamı öldürdüğüm için BL örgütünün kurucusunun avukatı olmam… Bütün bunlar, her şey boşlukta asılı kalmıştı.

Koridorda yürürken ne düşünmem gerektiğini ya da nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilmiyordum. Biri arkamdan, "Eftalya!" diye seslendi, onun burada olmasını beklemiyordum.

Kerem'in sesiyle omuzlarım titredi, bakışlarım ona döndüğünde sert adımlarla bana doğru yürüdüğünü gördüm, yanında da Krallık'a ait iki milletvekili ve koruma ordusu vardı. Ama hiçbir koruma ordusu artık onu koruyamazdı, bunu çok iyi biliyordu, babasının başına gelenlerden sonra anlamıştı.

Tam karşıma dikildiğinde gözlerinin kıpkırmızı, giydiği gömleğinse ilk defa ütüsüz olduğunu gördüm. Yüzünde renk yoktu, saçlarını her zaman tarardı fakat bugün darmadağınıktı. Öyle acı çekiyordu ki alınan sanki babasınınki değildi de kendi canıydı.

Tugay oyununu kuralına göre oynamıştı fakat benim yaptığım Tugay'ın yaptığından daha can yakıcıydı ve bir gün BL örgütüyle birlik olup babasını öldürdüğümü öğrenirse neler olacağını tahmin bile edemiyordum.

"Senin burada ne işin var?" dedi dişlerinin arasından. Öfkeliydi. Elleri titriyordu hâlâ, deprem oluyormuş gibi titriyordu.

"Babamı," dedim kekeleyerek. "Babamı görmeye gelmiştim."

"Çıkış bu taraftan," dedi arkasını göstererek. "Sen nereye gidiyordun?"

Elim enseme gittiğinde, "Ben… karıştırmış olmalıyım," diye mırıldandım zorlukla. "Babamla kötü bir konuşma geçirdik de." Gözlerini kıstı, kaşları ise çatıldı. "Hem senin burada ne işin var?"

"Burada ne işim mi var?" dedi sorumu tekrar ederek, ardından milletvekillerine döndü. Hepsi Kerem'in çılgınca öfkesinin farkındaydı ama hiçbiri çıkıp bir şey diyemiyordu. "Burada ne işim var..." dedi bir kez daha tekrarlayarak, ardından bir anda elimi tuttu ve beni beraberinde sürüklemeye başladı. "Gel burada ne işim olduğunu göstereyim, seni bir orospu çocuğuyla tanıştırayım Eftalya."

"Kerem," dedim. Bileğimi öyle sıkı tutuyordu ki kendimi ondan kurtarmak bir yana dursun, canımın acısıyla inledim. "Kerem, nereye gidiyoruz? Eve dönmem gerek."

"Babamı öldüren kişinin yanına." Cümleyi kurduğu an başımı iki yana salladım ve nereye gittiğimizi anladım. Beni Tugay Demir'in yanına götürüyordu, işkence odalarının olduğu yöne gidiyorduk.

"Hayır," dediğimde beni duymadı, aldırış bile etmedi. Milletvekilleri, korumalar, kimse onu engelleyemedi. Arkasından sürükleyerek beni o işkence odalarının olduğu kısma götürürken, "Hayır," diye inledim bir kez daha ama karşı gelemedim. Adımları sağlamdı, öfkesi diriydi; Tugay'ı öldürebilecek kadar büyük bir öfkesi vardı.

"O yaptırdı," dedi Kerem dişlerinin arasından. "Ve bugün sabah dalga geçermiş gibi bana hediye paketiyle ip gönderdi, sıra sana gelecek der gibi." Bileğimi daha sıkı tuttu, daha dar bir koridora girdiğimizde boyası dökülmüş duvarlarla ve yerdeki kan izleriyle karşılaştım. Başımı iki yana salladım. "Babamı öldürdü."

Kapıların karşısında durduğunda dizlerim korkudan titriyordu, bu bana yapacaklarından ziyade Tugay'a yapacaklarından korktuğum içindi. O an avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum fakat bunu yapmamın her şeyi daha kötü bir hale getireceğini biliyordum.

Korumalardan bir tanesi kapıyı açtığında karanlık bir odayla karşılaştım, Kerem bileğimi bıraktı fakat sertçe beni yanına çekmeyi de ihmal etmedi. Işıklar yandığında dört sandalyeyle karşılaştım, mikrofonlar ve bir cam da vardı.

Bu oda, Tugay'ın kolunun kesildiği odayla aynıydı. Ona işkence ettirecekti ve bu kez camın arkasında ben de olacaktım. Kameralar beni çekecekti, o kameralar çekerken onun işkencesini engelleyemeyen, izleyen bir Eftalya Atalar burada olacaktı. Ellerimi saçlarıma geçirirken, "Kerem," diye mırıldandım korkuyla. "Ben gitmek istiyorum, bunu görmek istemiyorum..."

Kerem beni duymazdan geldi ve o an beni orada tutmasının nedenini çok iyi anladım. Göz korkutmaktı amacı, bir gün onu bırakırsam aynısını babama da yapacağının göstergesiydi. Belki de bir gövde gösterisiydi ya da hepsinin dışında beni yanında destek olarak görmek istiyordu, halbuki dün ona yeterince destek olmuştum. Öfkelerine göz yumarak.

"Perdeleri açın," dedi Kerem ve mikrofonun düğmesine bastı. Birkaç saniye sonra içerideki odanın siyah perdeleri yavaşça açıldı ve tam tamına sekiz gardiyanla yüzleştim. Sekiz gardiyan ve bir adam, sadece bir mahkûm. Tugay Demir Çeviker.

Kollarından tavana asmışlardı, bacaklarında da zincirler vardı. Üzeri çıplaktı, altında forması vardı fakat bu kez göğüskafesinin olduğu kısım da kırbaç izleriyle doluydu. Yeni oluşmuş kırbaç izleriydi bunlar. Belki de birkaç saat önce, belki dün akşam, belki de sabah. Kestiremiyordum fakat kanamaya devam ediyorlardı.

Sadece bu kadar da değildi: Tugay'ın benim yanıma gelirken özenli görünmek için taradığı saçlarını üç numaraya vurmuşlardı, bazı kısımlar fazla derin kesilmişti, bazı kısımlar ise uzun kalmıştı. Saçlarını kesmişlerdi, neden yapmışlardı bunu? Saçlarından ne istemişlerdi?

Perde açıldığı an öne eğik duran başı hareketlendi, çenesini kaldırdı ve dikkatlice cama baktı. Yüzünde bir gülümseme vardı fakat bana gülümsediği gibi değildi. Kerem'i çileden çıkaracak bir gülümsemeydi bu.

Mahvolmuştu, işkence odasındaydı fakat o kadar üstün bir şekilde gülümsüyordu ki bu bile Kerem'in bacaklarının sinirle titremesine neden olabiliyordu.

"Hediyemi almışsın," dedi Tugay alaylı bir sesle. Gözleri siyah camdaydı ama sanki bir anda beni görecekti, o siyah cam sanki bir anda şeffaflaşacaktı ve göz göze gelecektik. Bu yaşanırsa parçalanmak bir yana dursun, ihanet ediyormuş gibi hissedecektim. "Ve anladığıma göre çok beğenmişsin, koşa koşa kollarıma gelmişsin."

Kerem'in bacakları daha fazla titredi. Ardından dişlerini sıkarak mikrofona doğru, "Senin canını kendi ellerimle alacağım orospu çocuğu," dedi hırsla. "Seni bir idam sehpasına çıkardığımda altındaki sandalyeyi ben tekmeleyeceğim ama öncesinde diğer kolunu da keseceğim, hatta ibret olsun diye seni bir şehrin ortasında astıracağım."

Tugay gülmeye başladığında gardiyanlar ona şaşkınlıkla baktı, o kadar işkenceden sonra bu şekilde durabilmesine ya da gülebilmesine şaşırıyorlardı. Kerem öfkeyle mikrofona doğru küfürler savurmaya devam etti fakat Tugay daha yüksek sesle güldü.

En sonunda Kerem, "Elektrik verin!" diye bağırdığında soldaki gardiyan elindeki cihazı Tugay'ın sırtına yasladı. Tugay'ın gülüşü kesildiğinde vücudu acıyla sarsıldı, başı birkaç saniyeliğine önüne düştü.

"Bir kez daha," dedi Kerem. Bir kez daha elektrik verdiler ona ve Tugay'ın dudaklarından sadece acılı bir inleme döküldü. Dirseklerimi masaya yasladığımda ellerim saçlarımdaydı, köklerinden çekip koparmak istiyordum sanki. Bu anları görmek video izlemek gibi olmuyordu. Acı çekerken aldığı nefesi bile duyabiliyordum, gözlerindeki ifade daha netti. Tugay Demir'in işkencesini camın arkasından izleyen avukatı Eftalya Atalar'dı fakat kalbi bin parçaya bölünen kimdi, bilmiyordum. Her acı çektiğinde biraz daha titredim, her elektrik verdiklerinde saçlarımı daha fazla çekiştirdim fakat sesimi bile çıkaramadım.

"Yeter," dedi Kerem'in arkasındaki milletvekili. Kerem durmadı, art arda elektrik verdirmeye devam etti. Tugay'ın artık nefesi kesilmeye başlandığında aynı milletvekili daha baskın bir sesle, "Yeter," dedi. "Ölmemesi lazım, ölürse biteriz. Zaten buraya gizli saklı geldik Kerem."

Boğulduğumu hissediyordum fakat Kerem milletvekilinden önce dönüp bana baktığında sadece düz gözlerle ona baktım; o sırada gözümden bir damla yaş akmaması için direnişim, Krallık'a karşı direnişimden çok daha büyüktü. Sakin görünmeye çalıştım; üzülmüyormuş gibi, hatta sıkılmış gibi. Öyle güzel rol yaptım ki bakışlarını benden çekti Kerem fakat o an karnıma saplanan bıçaklar fiziksel bir nesneye dönüşseydi buradaki herkesi öldürürdü, biliyordum.

Kerem öfkeyle hırladığında en sonunda elektriğe son verdi ve yeniden mikrofona yaklaştı. "Şimdi gülmeye devam edebilirsin piç kurusu," diye mırıldandı. "Hadi devam et."

Tugay başını kaldırmaya çalıştı fakat yapamadı. Çığlık atmamak için zor duruyordum, elimle ağzımı kapattım. Tugay bir kez daha denedi başını kaldırmayı, ardından bir kez daha ve en sonunda yarı açık gözlerle cama baktığında yine gülümsedi. Bu kez kahkahaya dermanı yoktu ama gülümsemesi silinmedi.

"Bugün benim için güzel bir gün," dedi mutlulukla. "Ve sen ne yaparsan yap bunun önüne geçemeyeceksin." Başı yine öne düştü, sonra yeniden kaldırdı. "Ben hediye göndermeyi severim, sol tarafımdakilere ve sağ tarafımdakilere davranışlarım çok farklıdır." Başını omzuna doğru yatırdığında gözleri camda gezindi. Sadece birkaç saniyeliğine göz göze geldik ama o bana baktığını bile bilmiyordu. "Bugün, ilk defa bir hediye alacağım ben sol tarafımda kalan birinden. Değil sen, ölü baban dirilip gelse benim keyfimi kaçıramaz."

Gözümden bir damla yaş süzüldü, hızla sildim kimse görmeden ama bir yaş daha aktı, ardından bir yaş daha. Kastettiği bendim, kastettiği güneşi görecek olmasıydı, kastettiği bizdik.

"Merak etme," dedi Kerem korkutucu bir gülümsemeyle. "Sol tarafındaki herkesin canını alacağım Tugay Demir."

Sinirlenmedi Tugay, kısık bir sesle gülmeye devam etti. "Sen değil benim solumdakilerin canını almak, babansız yolun solundan bile yürüyemezsin ben karşına çıkarım diye." Milletvekilleri birbirine baktı. "Kaç korumayla geldin? Altı mı?" Yedi koruma vardı. "Kolları, bacakları bağlı bir adamım ama sekiz gardiyan var burada. Benden öyle bir korkuyorsun ki o odadan her çıktığında altına kaçırdığına bile eminim. Uykuların kaçacak Kerem Karaman," dedi hiddetle. "Uyku uyuyamayacaksın çünkü o ipi asıl ben senin boynuna geçireceğim, tıpkı babanın boynuna geçirdikleri gibi. Özgür olmamı bekle ve o güne kadar nefes almanın tadını çıkar."

Kerem'in öfkeden gözleri doldu, sanki elektrik verilen, işkence çeken, bağlanan kişi oydu. "Bu bir itiraf mı?" dedi Kerem kaşlarını kaldırarak. "Babamın senin tarafından öldürüldüğünün itirafı mı?"

Tugay kaşlarını kaldırdı. "Sözüm var birisine," dedi derin bir sesle. "Sözünden çıkmamak için bu soruna cevap vermeyeceğim." Gülümsedi yeniden. "Yap işkenceni, canım yanmıyor. Durma, devam et. Bir gün özgür olduğumda ben sana daha acımasız davranacağım." Gözlerini kıstı, yeniden göz göze geldik, bu kez daha uzun. "Tıpkı babana asılırken acımasız davrandıkları gibi. Ağlamış mıdır?" diye sordu. "Çırpınmış mıdır? Söylesene Kerem Karaman, babanın kolu kesilirken çığlıklar atmış mıdır? Ne acı, çok üzüldüm."

Kerem öfkeyle bağırdı ve ellerini sertçe masaya vurup öyle bir hızla ayağa kalktı ki kimse onu durduramadı. Birkaç saniye içinde Tugay'ın bulunduğu odanın kapısını açtı. Oturduğum yerden ayaklandığımda Kerem'in Tugay'ın üzerine atıldığını gördüm. Sert bir yumruğu yüzüne geçirdiğinde ve bunu bir kez daha yaptığında Tugay gülmeye devam etti.

Kerem, "Seni öldüreceğim!" diye haykırıp bir kez daha vurdu. Ardından karnına yumruk indirdi ve yeniden yüzüne. En sonunda korumalar içeri girip Kerem'i Tugay'ın üzerinden aldıklarında arkamdaki duvara sokulduğumun farkında bile değildim. Milletvekilleri bile geriye kaçmıştı.

Korumalar onu kollarından tutup çekerken Kerem, "Seni piç kurusu, kanı bozuk orospu evladı!" diye haykırdı.

Tugay gülmeye devam etti ve Kerem odadan çıkarılırken, "Bugün beni hiçbir şey mutsuz edemez," diye mırıldandı fakat dudağı patlamıştı, yanağında ise büyük bir kızarıklık vardı. "Ayrıca yumrukların bile senin gibi vasıfsız, göt herif."

Kerem küfürler savurmaya devam ederken onu camlı odadan da çıkardılar ve tek başıma kaldım. Gözlerim Tugay'dan ayrılmıyordu, benim de çıkmam gerekiyordu o odadan fakat hareket bile edemiyordum.

Bir gardiyan, "Siz de çıkın," dedi diğerlerine. "Ben başında dururum." Gardiyanlar dünden razıymış gibi Tugay'ın bulunduğu odanın kapısından çıktıklarında gardiyan ve Tugay baş başa kaldı. Camın arkasındaki odadaydım hâlâ ama onlar kimsenin kalmadığını düşünüyorlardı.

Tugay gülmeye devam ederken gardiyanın gözlerinin içine baktı. Gardiyan başıyla selam verip karşısında el pençe divan durdu, ardından sağ tarafa yürüyüp onu çeken kamerayı yukarıya kaldırdı.

O an hiçbir gözün izlemediğine emin olan Tugay'ın yüzündeki gülümseme bir anda silindi, yerini büyük bir acıya bıraktı ve dudaklarının arasından tiz bir inleme döküldü. Omuzları düştüğünde yere düşmemek için direndi fakat bacakları tutmuyor gibiydi; kollarından bağlıydı ve bağlı olmasa çoktan dizlerinin üzerine çökmüş olacağının farkındaydım. Gardiyan belinden kavradığında Tugay bunu da kabul etmek istemiyordu fakat artık gücü kalmamıştı.

Gardiyan onun tarafındaydı, o da muhbirdi fakat bunların dışında o gardiyanı tanıyordum; orta yaşlıydı, babamla yaptığım görüşteki gardiyandı. Gözleriyle bunları onaylamasa da sesini çıkaramıyordu.

Tugay acıyla inleyerek dişlerini sıktığında ağzındaki kanı tükürdü, ardından bir kez daha gözlerimi dolduran o cümleyi söyledi. "Bugün değil," diye mırıldandı. "Bugün değil gardiyan. Duydun mu? Bugün yıkılmayacağım, diğer günler yıkılabilirim ama bugün yıkılmamam gerekiyor."

Sokulduğum duvardan ayrılıp cama yaklaştığımda başını kaldırıp dik durmaya çalıştığını gördüm fakat başaramıyordu. "Bugün avukatınızla olan görüşmeniz ertelense..."

"Hayır," dedi Tugay, sonra bağlı olan ellerine baktı. "Ben bugün ilk hediyemi aldım uzun süre sonra, o hediye için canımı alacaklarını bilsem yine de vazgeçmem gardiyan."

Bütün işkencelere rağmen onun için ayarladığım görüşe gelecekti ve ben şu anı izlemesem onun bütün bunları yaşadığını bile bilmeyecektim. Daha neler oluyordu? En önemlisi Tugay benim için nasıl bir fedakârlık yapmıştı?

"Hediye nedir?" diye sordu gardiyan, sonra bir kez daha belinden tutmak istedi ama Tugay karşı geldi.

Güneşi göreceğini söylemesini bekledim, bulutlardan bahsetmesini, gökyüzüyle buluşacağını ya da bütün bunların dışında imkânsız sandığı bir dileğinin gerçekleştiğini.

Ama beni tamamen şaşırtarak, "İnsan tarafım ve kalbim hâlâ canlıymış gardiyan," dedi bakışlarını ona çevirirken. "Çünkü heyecanlandım, benim bugün bir dileğim gerçekleşecek ama hediye dileğim değil, benim heyecanım. O kadar çok Suç Kralı dediler ki bana, kendim de ezberledim bunu ama bir Suç Kralı, hapishanenin en korkulan mahkûmu olmasına rağmen bir buluşmaya katılacakmış gibi heyecanlı. Belki de bütün bu duygulardan uzak kalacak kadar karanlığa mahkûm edildiğimdendir bilmiyorum ama bugün bir buluşmam var gardiyan. O buluşma aydınlıkta olacak, gökyüzünün altında. Hayır, delirmedim sadece henüz genç bir adam olduğumu hatırladım."

Artık gözyaşlarımı gizleyeceğim kimse yoktu, sessizce ağlıyordum onu izlerken. O bir mahkûmdu senelerdir; gökyüzünü bile görmemişti, insan içine karışmamıştı, güzel bir yemek yememişti, belki de temiz bir su bile içmemişti. Ona gökyüzünü verirken yanında getirdiklerimi hiç düşünmemiştim ama haklıydı; ona bir mektup yazmıştım gerçek bir buluşma gerçekleşecekmiş gibi ve o da karşılık vermişti geleceğini söyleyerek.

Biz avukat ve müvekkil ilişkisinin dışına çoktan çıkmıştık. Öyle çıkmıştık ki ona sarılma isteğimi bastıramıyordum. O kapıdan girsem, ona sarılsam ne tepki verirdi? Beni öylece izledin mi Sevgili Avukat? der miydi? Sanmıyordum, Tugay Demir'in beni anlamadığı, bana öfkelendiği tek bir an bile olmamıştı.

"Kalbimiz taşlaştı artık," dedi gardiyan mutsuz bir sesle. "Yumuşatabilene aşk olsun, sitemle değil üstelik. "

Tugay eğdiği başını kaldırdı, gözlerindeki ifade bütün acılarına rağmen o kadar şeffaftı ki… "Ne güzel cümle," dedi Tugay gülümseyerek. Bu cümle benim kalbimi de hızlandırmıştı. "Bir gün âşık olursam o kişiye söylerim."

Gardiyan gülümsedi ve Tugay da karşılık verdi. Ardından gözlerini kapatıp açtı ve yeniden dik durmaya çalıştı. "Birazdan ellerini açarım," dedi gardiyan kapıyı işaret ederek. "İyice uzaklaşsınlar."

Tugay'ın umursadığı o an elleri değildi. "Çok mü kötü görünüyorum?" diye sordu. "Çok mu çirkinim şu an?"

Gardiyan başını iki yana salladı.

Tugay onayladı ve hemen, "Yüzümü iyice temizle," dedi. "Ve üzerime yeni forma ver, saçlarımdaki yamuklukları da düzelt. Çok kötü değil, kötü görüneyim bari; en azından daha kabul edilebilir."

Gülümsedim, içimdeki acının ve o acı dışında anlam veremediğim o sarılma hissinin nasıl geçeceğini bilmiyordum. Görünenden çok daha farklıydı, belki de bana gösterdiğinden bile daha farklıydı fakat ben her zaman insanların ilk önce kalbine bakardım. Tugay'ın kalbi ise kötülükten çok iyi anlıyordu ama kötülüğü yaparken oldukça seçiciydi.

"Gelmiyor musun?" Milletvekillerinden biri bana seslendiğinde Tugay'la gardiyanın bakışları direkt cama döndü. Bakışlarım mikrofona kaydı, hâlâ açıktı. Birinin onları dinlediğini anlamışlardı.

Gardiyan benim olduğum odaya doğru yürüdüğünde hızla kendimi dışarıya attım ve milletvekilinin şaşkın bakışlarına aldırmadan ters yöne doğru yürümeye başladım, en karanlık noktaya, en görünmeyecek yere.

Tugay da gardiyan da anlamıştı dinleyenin Krallık'tan olmadığını çünkü Krallık dinleseydi gardiyanı anında yok ederdi. Krallık dinleseydi Tugay'la alay ederdi.

Krallık izleseydi canı böyle yanmazdı fakat olmuştu, gerçekleşmişti; o karşımda işkence çekerken ben camın arkasından izleyip ağzımı bile açamamıştım. Her şey unutulurdu ama zaman bu anıyı asla silmeyecekti.

***

Ada Hapishanesi mahkûmlara işkence çektirmek için kurulmuş bir düzenekti, bunu altında bulunduğum açılır kapanır tavandan anlayabiliyordum. Ayrıca işkence odalarından. Dışarıdan görüntüsü bu kadar ürkütücüyken kimbilir koğuşları nasıldı…
Mahkûmlara sadece geceleri beş dakika gökyüzünü gösteriyorlardı göstermesine de bunun bile bir karşılığı olduğunu az önce bir gardiyan ağzından kaçırmıştı. Demişti ki, Gökyüzünü görmek isteyen işkenceye boyun eğer.

Tugay Demir Çeviker gökyüzü olmadan yaşayamıyorsa her gece görmek istediğinde işkenceye boyun mu eğiyordu?

Bu insanlık değildi.

Sırtımı yasladığım yerde Tugay'ı bekliyordum ve gelmesine birkaç dakika kalmıştı, koğuşundan çıktığını söylemişlerdi ama koğuşunda olmadığını biliyordum, işkenceden sonra koğuşuna dönmüş olamazdı.

Ne yapmıştı? Yüzünü mü yıkamıştı? Peki ya izleri? Anlamayacağımı mı sanıyordu?

Yanımdaki gardiyan tarafsızdı, ne BL örgütünü destekliyordu ne de Krallık'ı. Bu yüzden onun yanında daha rahat hissediyordum, o da elbette bizi rahat bırakacaktı.

İlerideki koridorda hareketlenme oldu. Bir gölge belirdiğinde Kerem'in Ada Hapishanesinden çoktan çıkış yapmasının verdiği rahatlık vardı üzerimde. Hâlâ burada olsaydı Tugay'a gökyüzünü gösteremeyecektim, tıpkı yaprak sarmalarını veremediğim gibi.

Yaprak sarmaları… İçimin acıdığını hissettiğimde gölgeler beden buldu ve az önce esir tutulduğu yerde yanında duran gardiyanla Tugay Demir Çeviker'i gördüm.

Karanlık koridordan aydınlığa çıktıklarında ilk gördüğüm önde duran elleriydi, bileklerinde kelepçeler vardı. Eldivenlerini giymişti ve sol elindekinin benim gönderdiğim eldiven olduğunu hemen anlamıştım çünkü üzerindeki kanı temizlememişti. Kurumuş kan timsah simgesinin üzerinde öylece duruyordu.

Bakışlarım yukarıya tırmandığında yeni forma giydiğini gördüm çünkü eski formasında kan izleri vardı fakat daha yukarıya çıktığımda dik durmaya çalışan omuzlarıyla karşılaştım. Rol yapıyordu; hayır, bu rol değildi. Güçlü görünmek? Bu da değildi, söylediğine göre düşündüğü tek şey karşıma iyi bir şekilde çıkmaktı fakat üzerindeki formaya rağmen göğüskafesindeki kırbaç izlerini biliyordum.

Gözlerim yüzüne kaydığında verdiği çabayla bir kez daha yüzleştim, bu sefer tokat daha sert vurdu yüzüme. Yamuk kesilen saçlarını düzeltmişlerdi, yüzündeki kan izlerini ise temizlemişlerdi. Bana yaklaştıkça izleri belirginleşiyordu, dudağının kenarında bir yara izi vardı ama az önce işkence çekmemiş gibiydi; yine karşıma en iyi haliyle çıkmaya çalışmıştı.

Bu bir buluşmaymış gibi…

Bana yaklaştıkça gözleri kısıldı, yüzünde bir tebessüm oluştu ve çenesini kaldırdı. Bu, Kerem'e attığı gülümsemelerden çok daha farklıydı. O kadar farklıydı ki ikisi aynı adam mı diye düşünmek zorunda kaldım.

Karşımda durduğunda ben karanlık taraftaydım, o ise aydınlıktaydı. Bu yüzden bir adım daha attım ve onunla beraber ışığın altında dikildim.

Daha içten gülümsedi ve beni inceledi, tıpkı onu incelediğim gibi. İlk önce gözlerime, ardından dudaklarıma baktı. Dudaklarımda biraz fazla oyalandı, gülümsemesi ise derinleşti. Ardından gözleri göğüskafesime doğru indiğinde dişlerini göstererek gülümsedi lekemi gizlemediğim için. Fakat birkaç saniye sonra gülüşü soldu, kaşları çatıldı. Göğüskafesimdeki morluğu gördü.

Yeniden gözlerime baktığında, "Sevgili Avukat," dedi kafası karışmış bir şekilde. Güneşi, gökyüzünü, saati sormadı. "Göğüskafesine ne oldu?"

"Düştüm," dedim aynı yalanı yineleyerek. "Duşta boynumu küvete vurdum fakat acımıyor."

Tugay bir süre yüzümü inceledi. Yalan söylediğimi düşündüğüne emindim. "Çenen de düştüğünde olmuştu, değil mi?" diye sordu ciddiyetle. "Bu aralar dengende bir sıkıntı mı var yoksa biri dengeni mi sarsıyor Sevgili Avukat?"

Yutkundum, ona yalan söylemek konusunda yetersiz kaldığımı fark ediyordum. "Ne önemi var ki?" dedim ucu açık bir yanıt vererek. "Sonuç olarak acımıyor."

"İki oldu," dedi Tugay tek kaşını kaldırıp. O an yüzünün yarısı karanlıktaydı ve öyle çekici ama bir yandan da öyle korkutucu görünüyordu ki düşüncelerimin önüne geçemedim. "Üçüncüde önemi olup olmadığını hep beraber göreceğiz."

Gülümsemeye çalıştım. Ardından, "Avukatlar mahkûmlarını korur," dedim işaretparmağımı kaldırarak. "Sendeki bu koruma içgüdüsünün nedeni nedir?"

Tugay neyse ki yeniden gülümsediğinde omuzlarımdaki ağır yük sanki kalktı, bulutları görmeden ayaklarımın altında hissettim. "Sen bana Sevgili Müvekkilim dediğinden beri ne ben öylesine bir mahkûmum ne de sen öylesine bir avukatsın," dedi göz kırparak. "Hem en başında da söylemiştim sana, mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz."

O sınırın çoktan aşıldığının elbette farkındaydım, belli ki o da farkındaydı ama ikimiz de bunu sesli dile getirmek istemiyorduk.

"Düzenek hazır!" İlerideki gardiyan bize doğru seslendiğinde ellerimi birbirine çarparak gülümsedim ve onun da gözlerine neşenin geldiğini gördüm; gerçek bir neşe. Neşenin yanında çocuksu bir sevinç vardı. Tugay Demir'i ilk defa kocaman bir adam gibi değil, küçücük bir çocuk gibi görebiliyordum.

"Hazır mısın?" diye sordum hevesle, ardından düzeneğin olduğu kısma yürümeye başladım. Tugay da yanımda ilerledi, ikimiz yan yana yürürken gardiyanları bile unuttuk o an. "Bugün şanslısın çünkü kar yağmıyor fakat güneş bir görünüp bir kayboluyor. Umarım bu beş dakika içinde güneş sana kendini hissettirebilir."

"Güneşi hissediyorum ki zaten," diye mırıldandı gözlerini kaçırarak. Tugay Demir gözlerini kaçırmıştı.

"Anlamadım?"

"Hazırım," dedi başını sallayarak. "Hazırım diyorum Sevgili Avukat, hadi şu hayatımın nadir güzel beş dakikalarından birini yaşayalım." İmayla bana baktı. "İki dakika on yedi saniyeden daha uzun ve güzel bir anı olsun."

Anlamıştı, kolunun kesildiği anı izlediğimi anlamıştı; bakışlarında görebiliyordum bunu ama daha ziyade yine kötü geçirdiği dakikaları daha güzel dakikalarla örtmeye çalıştığını da görebiliyordum.

Düzeneğin olduğu kısma geçtiğimizde ikimiz de ortadaydık ve etrafta kimse, hiçbir şey yoktu. Beton zemin, duvarlar ve asma tavan. Gardiyanlar bile uzakta duruyordu. Birbirimize baktık, omzum onunkine dokunuyordu. Tugay o an yerini değiştirdi ve beni soluna aldığında gülümsedi.

"İşte şimdi hazırım," dedi başını sallayarak. "Yaklaşık üç senedir ne güneşi gördüm ne bulutları ne gökyüzünü ve şimdi senin sayende hepsini göreceğim. Bana verdiğin çok küçük bir şeymiş gibi görünebilir fakat benim için anlamını bilemezsin."

Bilirim, Tugay Demir Çeviker. Gökyüzüne aşkını, gökyüzüne aşkından pilot olmak istediğini, kâğıtlarla uçaklar yaptığını bilirim Tugay Demir. Bir sen olmasam da ben de bir şeyleri bilebilirim.

Ve bilemezsin, Tugay Demir Çeviker. Gökyüzünü gör diye yaptığım fedakârlığın benim göğüskafesimde sinir harbinden çıkmış bir morluk bıraktığını hiçbir zaman bilemezsin; bilmeni de istemem zaten.

"Gün gelir devran döner," dedim kısık bir sesle. Düzenekten ses geldi, tavan açılmaya başlıyordu. "Belki bir gün yeniden pilot olursun, işte o zaman uçağında bana da bir yer ayırırsın ve senin yanında bulutları daha yakından görürüm. O zaman ödeşmiş oluruz."

Tugay kaşlarını kaldırdığında tavan gıcırtı çıkararak açılmaya devam etti fakat bana bakmaya devam ediyordu. "Tek elim yok benim," dedi net bir sesle. "Ve tek elle kimseyi pilot yapmazlar, işte bu gerçekten imkânsız bir dilekti."

"Ne kadar imkânsız mesela?" dedim onu taklit ederek. "Güneşi görmen kadar mı?" İmayla ona baktım. "O kadar mı imkânsız?"

Tugay gözlerimin içine bakarken tavan yarısına kadar açılmıştı ve yüzüne gökyüzünün aydınlığı vuruyordu fakat o bana bakmaya devam ediyordu. Bakışlarındaki ifade değişirken gülümsedi, gülümseyişinde derin anlamlar vardı. "Şu an düşündüklerim kadar imkânsız," dedi içten bir sesle. "Ve düşündüklerimi bilsen bana hak verirdin."

"Belki de vermezdim."

Tavan tamamen açıldığında Tugay dudaklarını ıslattı, ardından gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. O an ne düşünüyorsa yüzündeki gülümseme genişledi ve başını çevirdi.

Gözlerini araladığında başını yavaşça kaldırdı ve gökyüzüyle seneler sonra yeniden tanıştı. O gökyüzüne baktı, ben ona. Yüzündeki gülümsemeyle dudakları aralandığında hava bulutluydu, kar yağmıyordu ve güneş bir yerlerde gizleniyordu ama bunun dışında sanki kış havası değildi. Sanki Tugay için gökyüzü bugün masmaviydi.

Gözlerindeki o çocuksu neşe büyüdü, yüzündeki gülümseme dünyanın en masum gülümsemesiydi. Tugay Demir gökyüzünü gördüğü an bütün duvarlarını tamamen indirdi, kendini gizleyemedi. Kaç yaşındaydı şu an? Yedi? Sekiz? Keşke konuşup benimle paylaşabilseydi çünkü ellerini hareket ettirip iki yana açmak istediğinde kelepçelere takılmıştı, o kadar çok anın büyüsüne kapılmıştı ki kelepçeleri bile unutmuştu.

O an beni dahi unutup bir adım öne gitti ve derin bir nefes daha aldı. Gözlerini bile kırpmamaya çalışıyordu gökyüzünü kaçırır diye. Bir adım daha attı ve bir adım daha. Başını sağa çevirdi, ardından sola ve o an yüzümdeki gülümsemeyi donduran, ensesindeki kocaman kızarıklığı, yarayı ve damgayı görmekti.

BL örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker'in ensesinde Krallık'a ait yarım ay damgası vardı. Yutkunmakta zorlanırken dengemi bu kez neredeyse gerçekten kaybediyordum. Tugay'ı defalarca damgaladıklarına emindim fakat bu damga yeni oluşmuştu, üstelik Tugay bu damgayı kazımamıştı.

Tugay gülmeye başladığında ben ona dolan gözlerle baktım; neyse ki gözlerimin dolduğunu görmedi. Bu bir ceza mıydı, işkence miydi yoksa fedakârlık mıydı, bilmiyordum ama kendi ensem acıyacak kadar sorumlu hissetmiştim.

Yaklaşık iki dakika boyunca hareket etmeden küçük bir çocuk gibi durup gökyüzünü izledi, ben ise onun arkasından baktım. En sonunda, "Dışarıdaki sesleri duyabiliyorum," dedi. "Arabaların, insanların, hatta ağaçların sesini. Rüzgârı hissediyorum, nefes aldığımda temiz hava var." İki adımla soluna geçtim yeniden. "Daha net hissediyorum artık, özgürlük o kadar da imkânsız değil."

Her gün gördüğümüz gökyüzü, bir mahkûm için büyük bir umut olabiliyordu; artık gündüzleri gökyüzüne baktığımda tek hatırlayacağım isim Tugay Demir Çeviker'di.

Solundan karşısına geçtiğimde gülümseyerek ona baktım, gökyüzünden bakışlarını ayırmasına neden olabilen sadece bendim. Yeniden yüz yüze geldiğimizde onu gün ışığında görmek, daha da güzel bir adam olduğunu bana kanıtlıyordu.

O bana bakarken elimi göğüskafesimden içeriye uzattım. Tugay’ın gözleri şaşkınlıkla açıldığında utangaç bir şekilde sırıtıp sutyenimin içinden küçük fındıklı bir çikolata paketi çıkardım. "Özür dilerim, hapishaneye yiyecek sokmak yasaktı, ben de böyle bir çözüm buldum."

Tugay'ın gözlerindeki şaşkınlık arttı, ardından öyle bir kahkaha attı ki gardiyanlar büyük bir merakla bizim olduğumuz tarafa döndü. Ben de gülmeye başladığımda, "Bu çok etkileyiciydi Sevgili Avukat," dedi kahkahasının arasından. "O kadar etkileyiciydi ki bunu birkaç kez daha yapmanı isteyebilirim. Bak bakalım başka çikolata paketleri var mı oralarda bir yerlerde? Olsun, olmalı."

Kendimi tutamayıp samimi bir şekilde hafifçe omzuna vurduğumda, "Başka çarem yoktu," diye inledim. "Ayrıca yemek istemiyorsan..."

"O da ne demek?" dedi kaşlarını kaldırıp. "Yemek istememek de ne demek?" Bileklerini havaya kaldırdı ve kelepçeleri gösterdi. "Elbette yemek isterim ama ellerimi kullanamıyorum ki. Kelepçelerim var benim, mahkûmum ben. Nasıl yiyebilirim ki?" Dudaklarını büktü, lanet olsun bu kez gerçekten rol yapıyordu ama çok tatlı görünüyordu. "Bayılırım çikolataya, özellikle senin göğüskafesinden doğduysa fakat kelepçelerim var."

"İstediğinde çat diye açıyorsun ama o kelepçeleri," dedim gözlerimi devirerek.

"Şu an canım kelepçeleri açmak istemiyormuş," dedi sırıtarak. "Şu an kelepçelerin bileklerimden çıkası yokmuş."

"Ne istiyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla. "Sana çikolata mı yedireyim?" Etrafıma baktım, bizi izleyen gardiyanlara. "BL örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker'e çikolata mı yedireyim şimdi burada?"

"BL örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker bir mahkûm, kelepçeli ve avukatı ona iyi bakmak zorunda. Böyle bir durumda yedirmek zorunda gibi durmuyor mu?" Kaşlarımı çattığımda aynısını yaptı, kaldırdığımda yine aynısını, başımı omzuma doğru yatırdım, tekrar etti. Gülmeye başladığımda o da güldü.

Savaşı kaybettiğim için küçük çikolatayı paketinden çıkarmaya başladım. Ardından, "Bir başkası olsa kur yaptığını düşünürdü," dedim. "Fakat konumumuz gereği birbirimize kur yapamayacağımız için..." Gözlerimi kaldırıp ona baktım, sırıtarak beni izliyordu fakat bu kez daha farklıydı. "Neden öyle bakıyorsun?"

"Sana çok güzel olduğunu söyleyen oldu mu hiç?" diye sordu bir anda.

Boğazımı temizledim. "Sınırı aşmazsak," dedim fakat o anda çikolata paketini açıyordum ona yedirmek için. Sorusu ellerimin bocalamasına neden olmuştu, bu da gözünden kaçmamıştı.

Tugay umursamadı bile. "Söylesene, çok güzel olduğunu söyleyen oldu mu hiç?"

"Olmuştur," diyerek omzumu silktim ve paketi koyacak yer bulamadığımda Tugay bir anda elimden paketi çekip aldı ve avcunun içinde sakladı. Şaşkınlıkla ona bakarken, "Olmuştur," dedim bir kez daha. "Neden sordun?"

Gözleri elimdeki çikolataya kaydı, ardından parmağımdaki yüzüğe. Bu kez gülüşünde korkutucu bir hava vardı. "O halde söyleyenlere de ki, Hiçbiriniz bana Tugay Demir Çeviker'in baktığı bakmıyorsunuz. Baksaydınız göğsümdeki lekeyle çok daha güzel göründüğünü bilirdiniz. "

Dudaklarım aralandığında bir anda eğilip çikolatayı parmaklarımın arasından aldı. Yemeye başladığında daha büyük bir şaşkınlık içindeydim. "Temiz hava çarptı galiba," diye mırıldandığımda kalbimin ilk defa bu kadar hızlı attığına şahit oluyordum. "O yüzden bu sınırı aşmaları pas geçeceğim."

Gözlerini kapatıp çikolatayı yerken öyle bir nefesini verdi ki sanki o an bulunduğumuz yer Ada Hapishanesi değildi de bir sahil kenarıydı ya da bir bahçe; sanki tatildeydik. Öyle görünüyordu ki ben bile bir an yerimizi sorgulamıştım.

Gözlerini açtığında beş dakika bitmek üzereydi, bunu biliyordum fakat bir an, sadece bir an zamanın durmasını istedim. Uzun zamandır kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim, sanki gökyüzünü ben de uzun zamandır görmüyordum ve onunla o gökyüzünü paylaşmıştık.

"Dört gün sonra olan duruşmamı unut," dedi kısık bir sesle. "Dün ölenleri, sonra olacakları, mahkûmiyeti, avukatlığı, hapishaneyi, hatta gardiyanları." Bir adım attığında aramızdaki mesafe bir anda sıfıra indi; siyah botlarının ucu, siyah botlarıma dokunuyordu. "Her şey bir yana, bu an için benim de sana bir hediyem var, seninki kadar büyük olmasa da."

Ela gözleri yakından, özellikle gün ışığında öyle güzel görünüyordu ki kısa bir süre cevap veremedim. Ardından, "Nasıl?" diye sordum. "Ayrıca sınırlarımız..."

"Sınırları da sikeyim şu an Sevgili Avukat," dedi, sonra kaşlarını çattı. "Küfrettim, tüh."

"Evet, ettin. Çok ayıptı."

"Sınırların canı cehenneme Sevgili Avukat’ım," dedi bu kez de. Sol elini havaya kaldırdı. "Elini ver bana."

"Ne?" Gözlerim irileşti.

"Elini ver," dedi yeniden. Sol eli havadaydı. "Bir kez daha sınırları aşmayacağıma..." Kaşları çatıldı, gözleri yüzümde gezindi. "...söz veremem elbette ama ver elini, hediyemi avcuna bırakayım." Etrafıma bakındım, gardiyanların gözleri üzerimizdeydi. "Beş dakikam bitmek üzere," diye fısıldadı gözlerindeki heyecanla. "Beş dakika sonra yine mahkûm Tugay olacağım fakat şu an özgürmüşüm gibi versene elini bana."

Yutkundum. Üçüncü gardiyan ortalıklarda yoktu, büyük ihtimalle düzeneği kapatmaya gitmişti. Her zaman iki yolum vardı, şimdi de öyle ve ben her zaman birinci yolu seçerdim; Tugay için yine birinci yolu seçmiştim.

Sağ değil, sol elimi yavaşça havaya kaldırdığımda ve çekingen bir şekilde avcunun içine yerleştirdiğimde buz gibi soğukla tanıştım. Protezin soğuğuydu bu fakat o kadar umurumda değildi ki kalbim çok daha hızlı atmaya başlamıştı.

Korkudan atıyor olmalıydı, gardiyanlar gördüğünde oluşacak dedikoduların korkusundan atıyor olmalıydı. Başka türlüsü çok yanlıştı, imkânsızdı; hayır, dile bile getirilmezdi.

Tugay gülümsediğinde başparmağıyla elimin tersini yavaşça okşadı. Elimi havaya kaldırdığında gözlerini gözlerimden ayırmadan dudaklarını elimin tersine dokundurdu düşündüğümden daha uzun bir süre.

Heyecandan elim titremeye başladığında dudaklarının verdiği his elimdeydi, kalbimdeydi, vücudumdaydı; hayır, bu çok saçmaydı.

BL'nin kanıma karışması gibi Tugay Demir'in de etkisi altında kalıyordum.

Elimi bırakmadan dudaklarını elimden uzaklaştırdı, ardından avcumun içini döndürdü. Sağ elini cebine attı ve avcumun içine küçük bir şey bıraktı. Gözlerimi zorlukla ondan ayırıp avcumun içine baktığımda kâğıttan yapılan bir lale gördüm. Tugay'a kendisine uçak yapması için gönderdiğim kâğıtlardan bana da lale yapmıştı. Defalarca evime çiçekler gönderdiği yetmezmiş gibi bu kez de bana, sıradan bir buluşmadaymışız gibi çiçek vermişti. Bütün imkânsızlıklarına rağmen.

Büyük bir şaşkınlıkla avcumun içine bakan gözlerimi onun yüzüne çevirdim ve işte o an güneşin bulutların arasından çıktığını gördüm, Tugay'ın yüzüne yansıyordu. Bakışlarını güneşe çevirdi, yüzündeki gülümseme öyle huzur doluydu ki yeniden bana baktığında o huzur benim de içime doldu.

Tugay gülümserken, "Saksıdaki çiçekler elbet bir gün kurur, sonra da ölür," diye mırıldandı gözlerimin içine bakarak. Avcumda kâğıttan yaptığı laleyi tutuyordum. "Fakat bu çiçek hiçbir zaman kurumaz, hep canlı kalır. Sana hiçbir zaman ölmeyecek bir çiçek veriyorum, onu daima sakla çünkü bu çiçek bizim imkânsızlıkları imkâna çevirmemize ışık olacak, bugünü hatırlatacak: gökyüzünü, güneşi ve hayalleri."

"Tugay," diye fısıldadığımda bu kez gözlerimi dolduran mutsuzluk değil, heyecanın verdiği mutluluktu. Onu gördüğümden beri kalbimin üzerine kar yağmıyordu fakat bugün kalbimin üzerinde bir güneş açmıştı.

Başını iki yana salladı beni susturmak istermiş gibi. "Bir gün bana inancın biterse mahkûm Tugay Demir Çeviker'in bu çiçeği zifiri karanlık hücrede, sadece düşüncelerinin ışığıyla senin için hazırladığını unutma." Yüzümün her zerresinde gezindi bakışları, ardından son kez elimin tersini teşekkür edermiş gibi öptü. "Özgürlüğümüze Sevgili Avukat’ım. Özgürlüğümüze."