Beş sene öncesi…
Ölüm Timi'ndeki herkes çocukluktan itibaren eğitiliyordu. Kimisi silahları kullanmak konusunda, kimisi dövüşte, kimisi stratejik zekâsıyla, kimisi de acımasızlıkla. Hepsinin ise ortak tek bir noktası vardı.
Savaşmak.
Kum saati amblemi, Ölüm Timi'nin kurucusunun çocukken annesi gözlerinin önünde ölürken zamanın geriye doğru sayılmasıyla ortaya çıkmıştı. Şu an oluşturulan Krallık henüz büyümemişken kurucunun annesini öldürmüştü.
Zaman, düşmanların ölmeden önce karşılarında akıp duran bir kuma dönüşmesine neden olmuştu, biliyorlardı yok olacaklardı ve Ölüm Timi bir nefes gibi onlarla beraberdi. Ölmek üzerelerdi, zaman dolacaktı ve onların yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu hem çok çaresiz hissettiriyordu hem de kurucunun intikamını içeriyordu.
Ölüm Timi savaşmak için her şekilde hazırlanmıştı, tek eksiklikleri vardı: Tugay Demir Çeviker.
Ve o gün kapılar açıldığında içeri giren kişi, Tugay Demir Çeviker'di.
Üzerinde pilot üniforması vardı, iki kolu da sağlamdı ve gözleri bir katil gibi değil, genç bir adam gibi bakıyordu ama zaman onu da acımasız birisine dönüştürecekti.
O içeri girdiği anda kimse onu tanımıyordu ama zamanla ülkeye meydan okuyan birisine dönüştükçe Ölüm Timi'ndeki herkes de ona saygı duymaya başlayacaktı.
Tugay'ın gözleri Marco'yla kesiştiğinde bu ikinci karşılaşmalarıydı ama ilk defa bir masada karşılıklı oturacaklardı. Birbirlerine çok kısa bir an baktılar, Marco gülümseyerek elindeki mandalinayı soymaya başladı, Tugay ise çenesini havaya kaldırdı. “Al,” dedi en sonunda Marco, mandalinasını soyduktan sonra. “Vitamin, iyi gider.”
“Mandalinalara olan aşkın nereden geliyor?”
“Trajik bir hikâyeden,” dedi Marco. “Fakat ben trajik hikâyelerimin acısını yaşamak yerine ondan keyif alırım, bu şekilde canımı daha fazla acıtabiliyorum, canım acıdıkça da büyüyorum.” Gülümsediğinde gözlerinde aslında acı vardı ve Tugay bunu çok net bir şekilde görmüştü. “Öyle bakma bana TDÇ, korkutucu görünüyorsun. Sen hiç gülümsemez misin?”
“Gülümseyecek pek bir şey yok,” dedi Tugay, ardından sandalyeye oturup rahat bir şekilde yayıldı. “Burada ne işim var?”
Marco soruya cevap vermek yerine dikkatli bir şekilde Tugay'ın yüzüne baktı, ardından, “Eftalya Atalar'a gülümsüyorsun ama,” dedi.
Tugay ne kadar rahat bir oturuşta olursa olsun kasıldığını hissetti. “Bu da nereden çıktı?”
Marco öne doğru eğildi, elindeki mandalinayı masanın üzerine bıraktı. Gözlerini kısarak, “Gülümseyeceğin hiçbir şey olmamasını tercih ederim bu yolda,” dedi. “Fakat senin aklın karışık gibi görünüyor. Nedeni de bir kadın olacak.”
Tugay kelimeleri seçmeye çalışarak, “Ben mantığını dinleyen bir adamım,” diye yanıtladı. “Duygular bana yön veremez.”
Marco gülmeye başladığında yeniden sırtını yasladı, önündeki mandalinayı havaya attı ve geri eline alırken, “İleri görüşlü biriyimdir,” diye mırıldandı. “Ve Eftalya'nın senin zaafına dönüşeceğinden neredeyse eminim.”
Tugay alayla güldü.
Fakat o an bile kendini sorguladı.
“Neden buradayım?” dedi Tugay.
“Örgüt kurmaya başladığını biliyorum.” Tugay sessizce yüzüne baktı. “Amacını merak ediyorum.”
Tugay güldü, pek de içten değildi. “Canım sıkıldı, keyfim örgüt kurmak istedi, ne bileyim birilerini filan öldürürüm diye düşündüm.”
Bu kez ikisi de güldüğünde Marco elindeki mandalinayı Tugay'a attı, Tugay ise havada kaptı ve ağzına bir tane attı. “İntikam mı?” diye sordu Marco.
“Sayılır,” dedi Tugay.
“Nefret?”
“Sayılır.”
“Can sıkıntısı?”
Tugay sırıttı. “Kesinlikle.”
Bir kez daha ikisi güldüğünde, “Peki örgütünün adı ne?” diye sordu. Tugay sessiz kaldı. “Henüz karar vermedin mi yoksa?”
“Aslında,” dedi Tugay. “Karar vermek için bir şeyi bekliyorum.”
“Nedir?”
“Gülümsemedir belki? Ufacık bir tebessüm, belki bir işaret. Ya da her şeyden önce bir kalp atışı.” Marco kaşlarını çattığında bu kez mandalinayı Tugay ona attı.
“Ruh hastalarına bayılırım.” Marco gülmeye başladı. “Ve sen de öylesin.”
Tugay derin bir nefes verip, “Tamam,” dedi. “Şimdi neden burada olduğumu söyle.”
Marco derin bir şekilde Tugay'a baktı, ardından bulundukları yerin kapısı açıldığında içeriye bir adam girdi; o adam girdiği anda Marco gülümsedi. Tugay ise omzunun üzerinden baktığında kaşları çatıldı.
Adam masanın baş köşesine ilerledi, ellerini masaya yerleştirdi, iki genç adama baktı, ikisi de ayağa kalkmadığında silik bir şekilde gülümsedi. Tugay bir şey söylemek için dudaklarını araladığında adam elini kaldırıp onu susturdu, ardından konuşmaya başladı.
“Ben,” dedi kelimeleri düzgün seçerek. “Adnan Atalar.” Tugay ne olduğunu çözmeye çalışıyordu, Adnan Atalar ise bakışlarını ona çevirdi. “Ölüm Timi'nin kurucusuyum.” İşte bunu beklemiyordu.
“Ve şimdi burada sizden üç şeyin sözünü istiyorum.” Sesi baskındı, bakışları merhametliydi fakat daha gerilerde inanılmaz güçlü bir adam vardı. “Birincisi,” dedi Adnan Atalar. “Krallık'la savaşınızdan asla vazgeçmeyin, ben ölsem bile.” Tugay derin bir nefes verdi. “İkincisi, bana asla ihanet etmeyin.” Bu kez bakışları direkt Tugay'a döndü, geleceği görüyormuş gibi. “Üçüncüsü ve en önemlisi,” dedi. “Kızlarımı ve eşimi canınız uğruna koruyun.”
Eftalya Atalar
İçimde çok kötü bir his vardı.
Öyle kötü bir histi ki ne yaparsam yapayım bu düşünceyi aklımdan bir türlü çıkaramıyordum. Sanki dünyanın yörüngesi şaşmıştı, ben öylece boşlukta savruluyordum ve gidebileceğim hiçbir yer de yoktu.
Ben ne zaman böyle hissetsem mutlak suretle başıma bir iş gelirdi fakat bu kez, daha fazla ne gelebilirdi kestiremiyordum. Satranç tahtasının ortasındaydım; bir kazanıyor, bir kaybediyordum.
Tugay'ın evindeki büyük salondaydım, herkes kendi halinde bir sohbet içerisindeydi, ben ise öylece herkesi izliyordum. Başkan'ın kardeşini kaçırdıktan sonra, hiçbir şekilde konuşmamıza fırsat bile olmadan polis siren sesleriyle oradan kaçmak zorunda kalmıştık. Bundan dolayı Tugay ile de hiçbir şekilde baş başa kalamamıştım. Mahkûmiyetinde onu sayılı dakikalarda görebiliyorken şimdi de kapana kısılmış gibi hissediyordum çünkü örgütteki ve timdeki birçok kişi bizi iki düşman gibi görüyordu.
Ya da biz öyle olduğuna inanıyorduk, bilmiyordum.
Giray ise elbette ki ortalarda yoktu, Sinan'ın nerede gizlendiğini bilmiyordum. Hiçbir şey hakkında fikrim yoktu. Hayatım durmadan hareket halindeydi, uzanıp gökyüzünü izlemeyi, kitap okumayı, bir film açmayı, her şey bir yana keyifle şarap içip gülümsemeyi çok özlemiştim.
Sandalyede otururken elim çeneme yaslıydı, hemen sağ tarafımda Tugay oturuyordu, karşımda Marco ve Javier vardı, onların diğer tarafında ise Gamze'yle Ufuk sohbet içerisindeydi.
Tugay'ın beni izlediğini biliyordum ama ona baktığım an gülümseyeceğimi bildiğimden göz temasından kaçınıyordum. O yanımdayken bile mahkûmiyeti yaşamak tam da bizim hayatımıza göreydi.
Başkan'ın kardeşinin kaçırıldığı haberlere verilmemişti, bundan dolayı örgütteki ve timdeki kimse de bunu bilmiyordu. Giray, ben ve Tugay arasında sır gibi saklanacaktı, elbette çocuklar bize ulaşana kadar. Tugay zekice bir plan yapmıştı ve onları köşeye sıkıştırmıştı ama Krallık da yeterince güçlenmişti, bunun bilincindeydim. Bir tarafım sanki Marco'nun her şeyi bilebileceğine inanıyordu ama öyle hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi duruyordu ki bir türlü ne olduğunu çözemiyordum.
Bir anda oturduğum sandalye sertçe çekildiğinde dudaklarımın arasından tiz bir ses çıktı, Marco ve Javier dönüp bana baktığında gülümseyerek başımı iki yana salladım. Sandalyemi çeken Tugay'dı, eli sandalyenin bacağındaydı ve dizleri dizlerime dokunuyordu. Birkaç saniye göz göze geldiğimizde gözlerimi açtım, aynısını taklit etti, kaşlarımı çattım, aynısını yaptı, sus işareti yaptım, bunu da tekrar etti. En sonunda dilimi uzattığımda ikileme düştü, ardından gülerek başını iki yana salladı.
Bakışlarımı diğerlerine çevirdiğimde yüzümdeki parmaklarımla ritimler tutmaya başladım ama Tugay bir çocuk gibi uslu durmayarak bu kez de parmaklarını dizlerimde gezdirmeye başladı. Gıdıklandığımda bacaklarımı çektim, bu kez de daha fazla güldü. Kendimi gülmemek için zorlarken o an düşüncelere daldığımı fark ettiğini anladım.
Birkaç dakika sonra ise cebimdeki telefon titredi, işte bu şaşırtıcıydı.
Kaşlarım havalanırken bakışlarımı ona çevirdim, sağ elinde telefonu tutmuş zorlukla mesaj atıyordu, yüzünde silik bir tebessüm vardı.
Sakince telefonu çıkarıp ekrana baktığımda o isimle karşılaştım.
Sevgili Müvekkilin
Gülümsediğimde dudaklarımı birbirine bastırdım ve mesajı açtım, mesajı açtığım an kıkırdamadan edemedim.
Sevgili Müvekkilin: Günaydınnnnn
Sevgili Müvekkilin: n
Sevgili Müvekkilin: Altı taneydi değil mi? ,)
Elimle ağzımı kapattığımda gülmemek için nefesimi tuttum fakat neredeyse imkânsızdı. Başımı önüme doğru eğdiğimde hızlı bir şekilde cevap verdim.
Şu an gece yarısı Tugay?
Tugay bacağını bacağıma sürttü ve benden çok daha yavaş bir şekilde yanıtladı.
Sevgili Müvekkilin: Hapishanede sabah ve akşam yoktu,
sana hep günaydın.
Sevgili Müvekkilin: Pardon.
Sevgili Müvekkilin: Günaydınnnnnn.
Bakışlarımı ona çevirdiğimde göz kırptı ve çenesini havaya kaldırdı.
Gerçekten benimle burada flörtleşecek misin?
Sevgili Müvekkilin: Ben seninle bir hücrede flörtleştim, güzelim.
Burası bana cennet şu an.
Hani mesajlaşmayı sevmezdin sen?
Derin bir nefes verdi, gülümsediğini hissettim.
Sevgili Müvekkilin: Sevmiyorum.
O zaman niye mesajlaşıyorsun?
Sevgili Müvekkilin: Çünkü sen seviyorsun ,)
Dudaklarım aralandığında bakışlarımı ona çevirdim, gözlerini kıstığında bacakları bacaklarıma daha fazla temas etti, ardından bacaklarımı iki bacağının arasına alıp sıkıştırdı. Başımı iki yana salladığımda yeniden mesaja döndü ve yüzünde çocuksu bir heyecanla mesaj yazmaya başladı.
Gerçekten de bundan keyif alması şaşırtıcıydı.
Sevgili Müvekkilin: Beraber fotoğraf çekilmeliyiz.
Kaşlarım çatıldı.
Neden?
Sevgili Müvekkilin: Duvarkâğıdım yapacağım ,)
Gülmeye başladığımda Marco bana baktı, ardından kaşlarını çattı. “Delirdin sen iyice,” dedi yarı alaylı yarı ciddi. “Neye gülüyorsun?”
“Hiç,” dedim ben de aynı alayla. “Sizin sohbetiniz komiğime gitti.”
“Nesi gitti?” Hiçbir cevap vermediğimde başımı eğip hızlı bir mesaj attım.
Mesajlaşırken flörtleşmek konusunda da çok iyisin TDÇ ,)
Ve bu gülüşü sevdim ,)
,),),),)
Sevgili Müvekkilin: Birçok konuda çok iyiyimdir.
Sevgili Müvekkilin: Hayal gücünün sınırlarını zorla.
Sevgili Müvekkilin: Ve gerçekten benimle fotoğraf çekil, dünyayı dize getiren ve birçok insanın hayran olduğu kadınla bir fotoğrafım olsun isterim.
Sevgili Müvekkilin: Çünkü senin ilk hayranın da benim.
Sevgili müvekkilin: Tek koluma ithafen gibi düşün.
Şaka... ,),),),)
Yanaklarım kızardığında ileriden bana doğru bir mandalina geldi ve başımı kaldırdığımda Marco'nun imayla bana baktığını gördüm. “Orada neler oluyor?”
Tugay umursamaz bir şekilde önündeki kâğıtlara bakıyormuş gibi yaptığında kızaran yanaklarımla öylece kalakaldım. “Hiç,” dedim bir kez daha. “Sizin sohbetinize gülüyorum, dedim ya.”
“Gülecek pek bir şey yok gibi Avukat,” dedi Gamze sırıtarak. “Joker'i izledin mi? Epey iyi bir filmdi, bunun neyine güldün ki?”
“Evet,” dedim gözlerimi açarak. Böyle sohbetler yapmayalı uzun zaman olmuştu. “O adam onlarca ödüle layık, felaket bir heyecanla izlemiştim.”
“Ben o kadar da sevmedim,” dedi Marco ağzına mandalina atarken. “Şahsen ben daha iyi oynardım.”
Javier gözlerini devirdiğinde, “Bence bir başyapıttı,” dedi. “Ama Tenet ondan daha güzeldi.”
“Hayır ya,” dedim yüzümü buruşturarak. “Tenet'in ikincisini o kadar da sevmedim ben, Nolan'ın çok daha iyi filmleri vardı.” Gözlerim kocaman açıldı. “Asıl 2026'da çıkan filmi efsaneydi, neydi adı unuttum...” Marco filmin adını söyledi, heyecanla ayağa kalktım. “Öyle bir aksiyon vardı ki ne tarafa gideceğimi şaşırdım izlerken. Sanki bir kitaptan alıntı değildi de gerçek bir hayat gibiydi. Hoş, oyuncular da iyiydi.”
Diğerleri de benim sohbetime dahil olduğunda filmlerin ardından kitaplara geçtik, kitaplardan güncel müziklere ve oradan sanatçıların yaptıklarına. Uzun zamandır böyle bir sohbetin içinde bulunmadığım için kendimi fazlasıyla huzurlu hissediyordum.
Ta ki dakikalar sonra onu görene kadar.
Tugay'ı görene kadar.
O an bu konuşmaya dahil olduğum için bin pişman olmuştum çünkü bir yabancı gibi bizi dinliyordu. Yeni çıkan filmlerden, kitaplardan, güncel hiçbir şeyden haberi yoktu. Öyle ki dünyayı kasıp kavuran hiçbir haberi de bilmiyordu. Biz öylesine sohbet ederken bize dahil olamıyordu. Hepsine yetişmeye çalışsa bu imkânsızdı, geri kaldığı birçok konu vardı. Uyurken kâbuslar görüyordu, şiddete meyilliydi, yediği her yemekte fazlasıyla dikkatliydi, duşu çok kısa bir sürede alıyordu, ışıklar kapalıyken uyuyamıyordu ve şimdi de kendini yabancı gibi hissediyordu.
Yutkunduğumda kaç dakikadır bu sohbetin içinde olduğumu bile bilmiyordum, tek bildiğim onu kötü hissettirdiğimdi. Elbette bu bizim suçumuz değildi ama içsel olarak kendini yetersiz hissettiğini bilecek kadar onu tanımıştım.
Elini saçlarına geçirdiğinde, “Ben,” dedi kâğıtları düzeltirken. “Ufak bir işim var.” Gülümsemeye çalıştı, başını sallayarak diğerlerine baktı ve salondan çıktı. Arkasından bakarken kendimi yeniden sandalyeye bıraktım.
Marco da anlamıştı. “Çok kötü,” dedi boğuk bir sesle. “Onun yerinde olmak istemezdim.”
“Neden?” diye sordu Javier.
“Çünkü onun dünyası senelerdir durmuş vaziyetteydi. Düşünsene yeni olan hiçbir şeyi bilmiyorsun, filmler, diziler, kitaplar… Hapishane dostum, insanı mahvediyor. Eminim ki uyku bile uyuyamıyordur, yemeklerde bile ilk önce bizim yememizi bekliyor, zaten çoğu zaman da kendi yemeğini kendi yapıyor. Düzelmesi çok zor, hayatı boyunca bu izle yaşayacak bence. Bir başkası olsa kendini öldürürdü, Krallık'ın hapishanelerinde her türlü pislik var, her türlü.”
“Hayır,” dedim karşı çıkarak kaşlarımı çatıp. “Bence düzelmeyecek bir şey değil, hayatı normale döndükten sonra elbet o da düzelir.”
“Hayatı normale mi dönecek Avukat?” diye sordu Marco. “Onun artık bir hayatı yok, olamaz da. Kazansa bile.”
Onun artık bir hayatı yok, olamaz da. Kazansa bile.
Cümleler bıçak gibi kalbime saplanmıştı. Dikkatli bir şekilde Marco'nun yüzüne baktığımda canımın acısını gördüğünü biliyordum ama bunu gizleyemedim. Başka nelerden korkuyordu emin değildim ama korktuğu her şeyi de bir bir yaşıyordu ve benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Yine de sandalyeme geri otururken telefonu bir kez daha çıkarıp ona mesaj attım, yapabileceğim birçok şey varmış gibi.
Neyden geri kaldıysan, söz, hepsini ben sana anlatacağım.
Biliyorsun, konuşmayı çok severim.
Özellikle sana.
Çünkü bir tek sen dinliyorsun beni.
Mesajlardan çıktıktan sonra telefonu karıştırmak istedim ama doğru düzgün uygulama bile yoktu. Mail uygulamasını indirip kendi mailime girdim ve tek tek olmasa da gelen bütün maillere göz gezdirdim. Yarısı sevgi doluydu, diğer yarısı ise nefret içeriyordu.
Aralarda bazı gazeteciler vardı, dikkatimi çeken tek bir mail olmuştu, o da kaşlarımı çatmama neden olmuştu.
X
Daima yalnız kalmalısın, ailenin yaşaması için.
Yürüyüp izini belli etmemelisin, geride kimse seni takip etmesin diye.
Sakinleşmelisin, sevdiğin herkes için.
Bu ne kadar aptalca ve hastalıklı bir mesajdı, öyle ki ürpermeme neden olmuştu. Bir süre mailin üzerinde gezindim, sonrasında ise fazla odaklanmamam gerektiğini kendimi hatırlatarak rastgele aramaya adımı yazıp arattım, sonunda buna cesaret edebilmek de büyük bir gururdu benim açımdan.
Eftalya Atalar'ın bu sessizliği hiç normal değil. Bir yerlerde yangın çıkarıyor olabilir, belki de kendisi yangındır, kimbilir?
Kadın o kadar havalı ki yürürken arkasından ateş çıkıyor sanki.
Seksi kadın ama lekeleri tuhaf biraz.
Tugay Demir Çeviker'i alt ettiği doğru mu gençler? Bazen sadece Eftalya Atalar olmak istersin.
Peki Eftalya'nın Tugay'ı parmağında oynatıp adamın ölümüne sebep olması... Ne diyeyim ki... Helal reis, ne büyüsü bu?
Adnan Atalar'ın kızı Eftalya Atalar. Başka bir söze gerek yok. Beton yetmez.
Şimdi ben anlamadım, bunların ikisi sevgili miydi? Adam herkesin gözü önünde kadını öptü...
Tugay Demir Çeviker öldüyse beni s.....
Eftalya Atalar'ın dönüşü muhteşem olacak. (:
Elbette ki kötü yorumlar da vardı.
O şerefsiz avukatı meydanda yakmazsak bu da bizim ayıbımız olsun.
Sülalesini kurutmak lazım bu kadının.
Şeytan gibi yüzü var. Lekelenmiş.
Başımı iki yana salladığımda kötü yorumlara daha fazla tahammül edemediğimi fark ettim ve ana sayfaya döndüğümde gözüme bir haber ilişti, canımı sıkan, kalbimi ne olursa olsun sıkıştıran bir haber. Hatta o an yutkunmamı bile zorlaştıran bir haber.
Eftalya Atalar'ın annesi, BL destekçileri tarafından vuruldu!
Yutkunmakta zorlandığımda oturduğum sandalyeden öyle bir kalktım ki diğerleri bu kez gerçekten bir şeyler olduğunu anladılar. Habere dikkatli bir şekilde bakarken gözlerim diğerlerine kaydı ve yeniden habere döndüğümde boğulduğumu hissettim. Bu bir oyun olmalıydı, beni köşeye sıkıştırmak için oynanan bir oyun olmalıydı.
“Ne oldu?” diye sordu Ufuk endişeyle, yanıma doğru yürüdü fakat elimi kaldırıp onu durdurdum, ardından salondan öyle bir çıktım ki diğerleri de peşimden ilerledi. Merdivenleri ikişer ikişer çıkarken her adımımda hem acı hem öfke dizlerime vuruyordu.
“Tugay!” diye bağırdığımda sesim koridorda çınladı. “Neredesin?” Hızlı bir şekilde yatak odasına girdiğimde orada olmadığını gördüm, annesinin odasına ilerledim ve orada da olmadığını gördüm. “Tugay!” diye bağırdığımda daha gür bir sesle Tugay, Nida'nın kilitli odasından çıktı, bakışları ise endişeyle bana döndü.
“Ne oldu?” diye sordu, ardından diğerlerine baktı. “Ne oluyor?”
Yutkunduğumda titreyen elimle telefonu ona uzattım. “Bu doğru mu?”
Tugay kaşları çatık bir şekilde elimden telefonu aldı ve yazılanı okuduğunda çatık kaşları düzeldi, düz bir hal aldı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Birkaç saniye ekrana baktı, ardından gözlerini bana değil, Marco'ya çevirdiğinde bu kez habere bakma sırası ondaydı. Telefonu çekip aldığında Tugay'dan daha şaşkın bir tepki verdi, hatta dudaklarından bir küfür yuvarlandı. “Bunu bilmiyordum,” dedi rahatsız bir sesle. “Yalan olabilir, seni çekmek için oynanan bir oyun olabilir, her şey olabilir.”
Tugay duruşunu dikleştirdiğinde yanında ufacık kaldım. Çenesini havaya kaldırdı, ardından omzunun arkasına beni aldığında, “Kim,” dedi baskın bir sesle, “hangi hakla,” kelimeler tane tane dudaklarından dökülüyordu, “ne cüretle,” Javier yutkundu, “bunu yapabilir?”
“Halktan birisi olmalı,” dedi Gamze fakat Tugay öyle bir bakıp susturdu ki Gamze dudaklarına kilit vurdu.
“Böyle bir şeyi emir almadan kimse gerçekleştirmez,” dedi Marco. “Belli ki içeriden birisi emir verdi.”
“Eftalya Hanım’a ulaşmak isteyen birisi olabilir,” dedi Ufuk. “Belki de böyle bir şey yoktur ve sadece onu ağa düşürmek içindir.”
Tırnaklarımı boynuma geçirdiğimde neyin acısını çektiğimi bilmiyordum, annemle hiçbir zaman aram iyi olmamıştı, daima bir savaş içerisindeydik fakat oydu işte, benim annemdi, bir yerlerde nefes alması bile yeterliydi ve uzak bile olsak yaşayacaktı. Her şeyden önce babam ölürken bile onu severek ölmüştü, özellikle benim içinde bulunduğum bir oluşum tarafından vurulması bir konuda daha kendimi suçlu hissetmeme neden olacaktı.
“Şu an nasıl?” dedim sakin kalmaya çalışarak ama sesim titriyordu. Tugay'la bakışlarımız kesiştiğinde ne düşündüğümü anladı. “Şu an nasıl? Bu bir oyun mu? Gerçekte ne olduğunu öğrenecek kimse yok mu?” Sorular art arda sıralanırken nefes almakta bile zorlanıyordum. “Artık birileri bir şey söyleyecek mi?”
Tugay ağzını açtığı anda Marco, “Öğreneceğim,” dedi ciddiyetle. “Sadece bana yarım saat verin.”
Tugay buz gibi bir sakinlik içindeydi ama altında yine alev alev bir öfkenin yattığını görebiliyordum. Bizzat bana oynanan bir hamleydi, tuzaktı ya da her neyse fakat bir kez daha beni alt etmeye çalışıyorlardı. Artık anlamışlardı, bana yapılan her şey Tugay'a yapıldığı anlamına da geliyordu.
Marco yanımızdan ayrıldığında diğerleri de onunla beraber gitti ve koridorda ikimiz kaldığımızda Tugay tam karşısına bakmaya devam etti, ardından yeniden bana döndüğünde yüzümdeki acı çeken ifadeyi görmüş olacak ki ağzının içinden büyük bir nefes verdi ve eli yüzümü buldu, avuçiçi yanağımı okşadı. “Yapma,” dedi kısık bir sesle. “Yapma.”
“Hayır,” dedim direkt. “Ağlamayacağım, gerçekten ağlamayacağım. Zaten aramız kötüydü, anlattım mı sana hiç? Beni pek sevmez, bizden utanır, daima hatalar yapar, Kerem'le bile evlenmemi isteyen birisiydi, aşağılardı beni. Lekelerimi bile sevmezdi, kuralları vardı. Kendine bir hayat oluşturdu, sildi unuttu bizi, umursamıyordur bile eminim.” Soluk soluğa konuşurken eli yüzümden inmedi ama ne düşündüğümü anladı. “Hayır, ağlamayacağım, canım o kadar da yanmıyor.” Yutkunduğumda dolan gözlerimi yok etmeye çalıştım. “Hayır, ağlayacak değilim, gerçekten. Annem gibi değil, herhangi bir kadın gibi benim için.” Sesim titremeye başladığında elim bileğine tutundu. “Yani öyle elbette ama anne işte.” Sağ bileğine sıkıca tutunduğumda daha fazla titredim, Tugay'ın sol kolu belimden yakaladığında ayakta durmakta bile zorlandığımı fark ettim. “Yani üzülecek değilim ama annem ya Tugay.” Nefesimi verdim, gülümsemeye çalıştım. “Sevmemem gerekir öyle bir anneyi.” Başımı iki yana salladığımda gözlerimi kapattım. “Neden canım acıyor? Sevmemem gerekir. Hissediyorum, yalan değil.”
Bir kişi daha benim yüzümden ölebilirdi. Bir kişi daha yok olabilirdi benim yüzümden. Bir kişi daha hiçliğe gidebilirdi.
Çünkü ne olursa olsun o benim annemdi, kalbimde ona karşı sarsılmaz bir sevgi bağı vardı; kalbimde elbet bir gün bana sarılacağına olan inancım vardı, öyle ki onu gördüğüm son gün bile yardım dilenmiştim.
“Tutma kendini,” diye fısıldadığında sol kolu daha sıkı bir şekilde bana dolandı ve sağ eli yanağımdan çeneme doğru indiğinde başımı kaldırdı. Gözlerimi araladığımda onu artık bulanık görüyordum. “Bir kişi daha senin yüzünden ölmeyecek, bunu düşündüğünü biliyorum.” Başını salladı. “Hem daha ne olduğunu bilmiyoruz.”
Dudaklarımdan tek bir kelime döküldü. “Yoruldum,” diye fısıldadım.
Tugay ise düşünmeden devam etti. “O halde yaslan bana, senden önce düşerim ben ama tutma kendini, tutun bana.”
“Ben,” dedim nefesimi vermeye çalıştım ama öyle zordu ki bir kez daha gözlerimi kapattım. “Meryem yok, babamı kaybettim, annem...” Yapayalnızlığın tam ortasındaydım, aslında nasıl da kimsesizdim, o an yüzleştim. Benim buradan başka gidecek hiçbir yerim yoktu ki. Şimdi çıkıp gitsem savaşarak ölürdüm ama bana kollarını açacak kimse olmazdı. Ne diyeceğimi bilmiyordum, ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Dün söyleseler böyle hissedeceğime inanmazdım ama göğsümün ortasında sanki kocaman bir oyuk oluşmuştu, o oyuk yaşamadıklarımın oyuğu muydu, kırgınlıklarım mıydı yoksa ailemin bir üyesini daha kaybetme ihtimalim olduğu gerçeği miydi, bilmiyordum. “Tamam,” dedim duruşumu dikleştirmeye çalışarak. Kolundan uzaklaştım, çenemi havaya kaldırdım. “Bir şey olduğu yok, halledeceğiz, durup üzülmeye vaktimiz yok.”
“Yapma...” dediği anda lafını böldüm.
“Yok,” dedim net bir sesle. “Oturup ağlayacak halim yok, bu çok güçsüz bir hareket.” Tugay bana öyle bir baktı ki sanki benim çektiğim acıyı o sırtlanmıştı. “Sen de olsan güçlü dururdun hem, biliyorum. Şimdi böyle şeylerle baş ağrıtmama gerek yok, halledeceğim gerçekten.” Başımı iki yana salladım. “Örgüte bir zarar vermemeliyim, sonuçta bu yolda biz...”
“Örgütün gelmişini geçmişini sikeyim,” dedi kısık bir sesle yüzüme yaklaşarak. “Önüne çarşaf gibi sererim örgütü, sikimde mi şu an? Ağla, zamanı durdururum bizim için, kimse görmez gözyaşlarını, senden daha önemli bir şey mi var şu an? Bana söyle, senden daha önemli bir şey mi var?”
Başımı transa girmiş gibi iki yana salladım. “Öyle değil,” dedim. “Gerçekten iyiyim.” Gülümsemeye çalıştım, omuzlarımı dikleştirdim. “Sadece görünce bir anlık üzüldüm, annemle aram kötü zaten biliyorsun. Kadın ölsem mutlu olacaktı, neye üzüleceğim? Bu yolda kaybettim ben merhametimi.” Kaşlarımı çattım ardından başımı omzuma doğru yatırdım. “Krallık bize ulaştı mı çocuklar için? Başkan'ın kardeşini nereye götürdün? Umarım iyi bir kozdur. Bence bir plan yapmalıyız, insanlar sessizliğimden yakınıyor, kendilerini yalnız kalmış hissediyorlar. Yani bir şeyler düşünmemiz gerekiyor ve...”
Eliyle ağzımı kapattığında hiç beklemediğim anda, “Ne olursun canımın içi,” dedi en içten gelen sesle. “Benim karşımda güçlü durmaya çalışma, yapma bunu bana. Görüyorum, görürüm biliyorsun.”
“Ama şu an örgütün...”
“Dünya umurumda değil,” dedi net bir sesle. “Ne istiyorsun onu söyle.”
Gözlerim açıldığında aksini iddia etmek istedim ama buna izin vermedi.
O esnada merdivende sesler duyduk, Tugay elini çektiğinde ben geriye doğru bir adım attım, burnumu çektim ve dik bir duruşa geçtim. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi. Sahiden de bir şey yokmuş gibi. Yoktu zaten. Annem için üzülmek ahmaklık olurdu, ben babamdan vazgeçebilmiştim, beni hiç sevmeyen annemden mi vazgeçemeyecektim? Ama küçükken bazen beni seviyormuş gibi bakardı, bunu nasıl unutabilirdim?
Marco koridorun başında durup bize baktığında hemen arkasında Javier vardı. Gözleri bir bana döndü bir Tugay'a, ardından dudaklarından, “Doğru,” kelimesi döküldü. “Hastanede yaşam mücadelesi veriyormuş ve vuran kişi, BL Örgütündeki birisinden emir aldığını söylemiş.”
Kulaklarım çınlamaya başladığında oynanan oyunun farkına varabiliyordum. Aslında o an her şeyin farkına varabiliyordum. Birisi annemden beni vurmaya çalışıyordu, BL Örgütüne girmemin cezasını çektirmeye çalışıyordu, Meryem de tam bu nedenden dolayı ellerimden kayıp gitmişti.
İnsan bu kadar acının ortasında nasıl yaşamaya devam edebilirdi? Uzanıp gökyüzünü izlemekten söz etmiştim ya, benim gökyüzümde asıl şimdi güneş açmıyordu.
Zaman sanki ağır çekimdeydi, herkesin bakışlarının üzerimde olduğunun farkındaydım. Gülümsedim, kalbimde öyle bir sızı vardı ki elimi yerleştirsem parmaklarıma kan bulaşacaktı.
“Anladım,” dedim kısık bir sesle. “Umarım hayata veda etmez.” Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığımda herkes birbirine baktı, hatta Marco öyle bir baktı ki delirip delirmediğimi merak ettim. “Beni boş verelim, bir plan yapmamız gerekiyor. Halk benden bir hamle bekliyor, sizce ne yapmalıyız? Bence bir yerde kendimi gösterebilirim.” Yüzümü buruşturdum. “Yani üzerinde düşüneceğim, şimdi biraz başım ağrıyor. Hatta acıktım da, bir şeyler yemek ister misiniz? Harika makarna yaparım.” Dudaklarıma cümleler dizildi. “Makarna olmaz,” dedim direkt. “Artık eskisi kadar iyi yapamıyorum makarnayı. Zaten artık makarna da sevmiyorum. Hayır, babamla bir ilgisi yok, sadece makarna artık güzel değil.”
Marco'nun olduğu tarafa doğru yürüdüm, ardından adımlarım durdu, merdivenin başına geldiğimde başımın döndüğünü hissettim. Yutkundum, belli etmemeye çalışarak diğer tarafa doğru yürüdüm ama bu kez yürüdüğüm tarafta da Tugay vardı.
Bir o tarafa, bir diğer tarafa baktım, ardından, “Ne var?” dedim sert bir sesle. “Benden ne bekliyorsunuz şu an? Ağlamamı, dövünmemi, çığlık atmamı filan mı? Ne yapayım? Yapacak bir şey yok, kaybettim bütün duygularımı. Ölecekse ölsün, zaten beni hiç sevmezdi.” Zaten beni hiç sevmezdi. Bir kez daha boğazımın acıdığını hissettim. “Beni sevmeyen birisini mi kurtaracağım?” O benim annemdi. Ağzımdan çıkanlar bana ait değildi, özür dilerim babacığım, bana neler oluyor? Babacığım ben aklımı kaybediyor olabilir miyim?
Tugay büyük bir nefes aldı, ardından sağ elini kaldırdığında, “Tamam,” dedi sakin bir sesle ama sesinde öyle bir korku vardı ki bu beni bozguna uğrattı. “Sen benim odama geç, ben hemen geleceğim.”
“Neden?” diye sordum. “Bir plan yapılacaksa benim de olmam gerekmez mi?”
“Lütfen,” dedi Tugay, kelimenin üzerine bastıra bastıra. “Sadece bana beş dakika ver, olur mu?”
Hiçbir şey söyleyemedim, aslında şu an pek de savaşacak gücüm yoktu. Tepki bile vermeden yanından rüzgâr gibi geçtiğimde hemen yan tarafındaki odadan içeriye girdim ve kapıyı sert bir şekilde kapayıp sırtımı kapıya yasladım.
Orada, hemen dolabın üzerinde avukat cübbem vardı, anneme söylediğimde bundan hoşnut olmamıştı. Hemen yanında valizin içinde çiçekli elbiseler vardı, annem onları giymemi hiç istemezdi.
Hepsi bendim, annem beni hiç sevmedi.
Ama ben onu sevdim.
Ve ben onu sevmişken onun beni hiç sevmemesi daima canımı acıttı. İşte şimdi kalbimi kıran da buydu, ben yaşam mücadelesi versem o bana koşmazdı ama ben ona koşmak istiyordum.
Bir insan herkesi kaybedebilir miydi? Babam ölmüştü, annem sevmezdi, Meryem düşmanların elindeydi, Sinan bir ipin üzerinde yürüyordu. Adnan Atalar'ın kızı olmayı mı, Eftalya Atalar olmayı mı yoksa Tugay Demir Çeviker'e kalpten bağlı olan kadının bedelini mi ödüyordum, bilmiyordum.
Kaç saniye ya da kaç dakika o şekilde durduğumu bilmiyordum ama geri çıkmak için elim kapının koluna gittiğinde onların kapının önünde kısık bir sesle konuştuğunu duydum.
Marco tek bir cümle kurdu: “Babasına söz verdin, onu korumak için.”
Tugay ise karşılık olarak daha ağır bir cümle söyledi: “Ardından ben kendi canım üzerine söz verdim, onu korumak için.”
Marco başını iki yana salladığında, “O hastaneye gitmek çok büyük bir risk,” diye fısıldadı. “Hepimizi çökertirsin.” Başıyla benim bulunduğum odayı işaret etti. “Ve iyi görünmüyor, bir süre dinlenmesi gerek. Annesinin durumu ağır, her an ölebilir. Zaten ölecek bir kadının yanına gidip ne yapacağız?”
Tugay'ın bir cevap vermesine bile izin vermeden kapıyı açıp, “Hiçbir yere gitmeyeceğiz,” dedim baskın bir sesle. “Konuyu kapatın.” Tugay omzunun üzerinden bana baktı, ben ise onunla göz teması kurmamaya dikkat ederek merdivenlere doğru yürüdüm. “Bir şeyler yiyeceğim, acıkan beni takip etsin.”
Ben yürürken sırtımda iki çift göz olduğunu biliyordum ve bir tanesi beni çok iyi tanıyordu.
***
Tik tak. Tik tak. Tik tak.
Saat sabaha karşı 03.12.
En mantıksız ama bir yandan da en duygusal kararların verildiği o saat dilimi.
Tik tak. Tik tak. Tik...
Saat durdu.
03.13.
Evin içinde yine ölüm sessizliği vardı ve ben mutfakta, pencereden vuran beyaz ışıkla oturuyordum, önümde bir şarap şişesi duruyordu ama ağzıma bile sürmemiştim, neden durduğunu bile bilmiyordum. Çıkarmıştım ve içebileceğimi düşünmüştüm ama bu gerçekleşmemişti. Zaten içsel olarak şarabı artık Tugay'la karşılıklı oturup kahkaha atarak içmek istiyorum.
Ne kadar uzaktı bu hayal?
Saat durduğuna göre bugünden sonra tamamen imkânsız olacaktı. Çünkü benim yine iki yolum vardı. Ya gidecektim ya vazgeçecektim.
Gidecektim, her şeye rağmen savaşacaktım ve kendimden ödün vermeyecektim.
Vazgeçecektim ve ne olursa olsun kendim için yaşayacaktım.
Gidecektim ve kalbimin sesini dinleyecektim, bazen ne kadar aptal çalışsa da.
Kalacaktım ve gerçeklerle aklımın bildikleriyle burada oturacaktım.
Gidecektim, annem beni sevmese bile onu kurtarmak için.
Kalacaktım, annem beni sevmediği için onu ölüme terk ederek.
Eftalya Atalar daima ama daima birinci seçeneği tercih ederdi. Aklımla kalbim arasındaki o ince çizgide ise her zaman aklımı seçen taraftaydım fakat bu kez aklımı bile dinleyemeyecek durumdaydım.
Günler önce gözlerimin önünde dudaklarımdan ihanet kelimesi dökülmüştü, vurulmuştum, Sinan hain olmakla suçlanmıştı, bir yere kilitlenmişti, Giray'la karşı karşıya gelmek zorunda kalmıştım. Bütün bunları sağlıklı bir şekilde atlatmaya çalışmış olabilirdim ama aklımın da son demlerini yaşıyor gibiydim. Ben bir insandım ve artık sabrım tükeniyordu.
Oturduğum sandalyeden kalktığımda altımda siyah kargo pantolon vardı, üzerimde siyah kazağım ve onun üzerinde bana bol gelen siyah bir mont. Gidecektim ve beni hiç sevmeyen annemi kurtaracaktım çünkü her ne olursa olsun, o benim ailemdi; babamın sevdiği o kadındı, Meryem'in hâlâ ümitle beklediği annesiydi, benim ise hiçbir zaman düşmanım olmayacaktı.
Biliyordum, gitmezsem ve onun başına bir iş gelirse bir de bu vicdan azabını sırtlanacaktım ama biliyordum ya, konu sadece vicdan azabı da değildi, konu kalbimdi, konu küçük bir kız çocuğuymuş gibi hâlâ anneme olan zaafım ve onun beni belki sever arzusuydu.
Yavaş adımlarla salondaki dolaba doğru ilerledim ve silahların olduğu kapağı açtığımda elime en uygun olanlardan bir tanesini belime sıkıştırdım, iki tane bıçağı da çıkarıp hem botumun içine hem de cebime attım. Tugay'ın daima yanında taşıdığı iplerden bir tanesini de başka bir cebime yerleştirdim. Demek ki bunu kullanabileceği zamanları oluyordu. Gözlerim merdivenlere doğru kaydı, sessizlik devam ediyordu; kuzuların sessizliği de olabilirdi, ölüm sessizliği de. Hangisi olacağına sadece ben karar verecektim.
Tek bildiğim o gelen mail, bana bir çeşit mesajdı, bugünün mesajıydı. Ya ölecektim ya sevecektim değil, ya kazanacaktım ya da kaybedecektim. Ben kendimi kaybetmeyi seçtim.
Dış kapıdan çıktığımda arabanın kilidini açtım ve sakince sürücü koltuğuna oturduğumda olası bir polis çevirmesinde kendimi gizleyip kaçabilmek için kafamdaki kar maskesini aşağıya doğru indirdim. Gözlerim evin olduğu tarafa doğru kaydı, son kez bu eve bakıyor olabileceğim bilinciyle gaza bastığımda hemen ileride çiçeklerle dolu bahçem vardı, yanına yapılan yarım bırakılmış evim. O çiçekleri bir gün görmeye gitmeliydim, şu an buna da üzülmenin sırası değildi zaten ama en aptal zamanımdı, çiçekler bile gözlerimi doldurabilirdi. Zaten annem çiçekleri de sevmezdi.
Yalnızdım. Olması gerektiği gibiydi. Çünkü ben yalnız bekleniyordum, başka kimseyi peşimden sürükleyip onları da ölüme itmemem gerekiyordu, mailde de böyle söylenmişti.
Caddeye çıktığımda vakit gece yarısı olmasına rağmen kaldırımdaki insanları gördüm; barlardan çıkan gençleri. Pencereyi açtığımda hafif yağan karla beraber onların kahkahaları kulaklarıma doldu. Yasaklanmasına rağmen inadına barları açan, eğlencelerinden vazgeçmeyen ve çoğunun BL desteklediğine emin olduğum o gençler belki de benimle aynı yaştaydı. Ben bir katildim, işini kaybetmiş bir kadındım, bir örgüt lideriydim ve onlar sadece gençti. Sarhoş, eğlenen ve ne olursa olsun kahkaha atabilen gençlerdi.
Yutkunduğumda pencereyi kapattım ve kaldırıma bakmayı bıraktım. Ben hem Adnan Atalar olmanın hem Eftalya Atalar olmanın hem de Tugay Demir'e gönülden bağlı olmanın bedelini ödüyordum. Birisi eksilse diğeri benimle kalırdı ama artık emin olduğum tek bir şey vardı, Adnan Atalar ölmüştü, Eftalya Atalar değişmişti ve Tugay Demir olmasaydı ben çoktan ölmüştüm. O beni koruduğu için değil, ona bağlılığım beni koruduğu için.
Bir gün bu bağ kesilirse zaten yaşayacak pek bir gücüm de kalmazdı, Tugay artık olmayacağı için değil, uğruna beraber savaş vereceğim kimse kalmadığı için.
Başka bir yola döndüğümde duvardaki cümleleri gördüm. Yepyeni cümlelerdi, hepsi Tugay'ın cümleleriydi, biliyordum.
“Savaşın ortasında kaybetmekten korktuğun tek duygu vicdanın olmalıdır çünkü savaşmak, biraz da kendi benliğini terk etmektir.”
BL
“Önünden geçtiğin bu duvarın ardında çocukların geleceğini öldürüyorlar ve sen öylece geçip gidiyorsun, başını önüne eğ, fark et, bastığın yer o çocukların mezarları.”
BL
“Unutma, aynalar kırılsa bile güzelliğini gizlemez, benim gözlerimin gördüğü güzelliği ise hiçbir ayna yansıtamaz.”
TDÇ
Kaşlarım havalandığında onun adını görmek şaşırtmıştı. Büyük ihtimal görenler onun hayranlarının yaptırdığı düşünüyordu ama ben biliyordum, onu her cümlesinden tanırdım.
“Işıkları açık tut, karanlıktan kaçıyor Ateş Kralı çünkü fark edilmekten korkuyor. Karanlıkta orada kal, korkmadan sarıl Kar Kraliçesi çünkü Ateş Kralı bir tek senin için yanıp senin için sönüyor.”
TDÇ
Bunları ne zaman yazdırmıştı? Nasıl görebileceğimi düşünmüştü? Bizden bir iz mi bırakmak istemişti? Nasıl hiçbir şekilde değişmezdi? Ne olursa olsun nasıl hep aynı kalabilirdi? Mahkûmiyet güzelliğine gölge düşürmemişti, özgürlüğü ise o yanımda yokken bile saçlarımı okşayan şefkatli bir el gibiydi.
“Gülüşü ömrümü uzatmadı, gülüşü uğruna ölebileceğimi hissettirdi.
Seneler önce girilen iddia, en güzel tebessüme kaybedildi.”
TDÇ
Anlamıyordum, üzerinde düşünsem anlar mıydım onu da bilmiyordum ama tam da şu an bu cümleleri okuyup kalbimin teklemesi pek de akıl kârı değildi. Bu yüzden bakışlarımı yola çevirip sakin nefesler vererek hastaneye doğru sürdüm. Yollardan her geçtiğimde ise ülkenin daha beter bir hale geldiğini görebiliyordum. Yıkık binalar, kırılan camlar vardı, araçlar yok denecek kadar azdı, polis çevirmesi diye korkarken polislerin bile artık caddelere uğramadığını anlayabiliyordum. Bazı duvarlarda kan lekeleri vardı, yerlerdeki ölü adamların artık üzerini bile kapatmıyorlardı, öyle ki sadece adamlar değil, çocuklar da yerde ölü bir şekilde yatıyordu.
Fakat bütün bunların, bu sefaletin ortasında karşımdaki binanın üzerinde son derece lüks bir şekilde neon ışıklarla, minnetle Başkan'ın adı yazıyordu. Öyle yavan, öyle uzak, öyle yüksekten bir bakış açısıydı ki halk açlık ve acı içindeyken yapılan zulümden başka hiçbir şey değildi.
Çünkü Başkan'ın fotoğrafının olduğu o neon tabelanın hemen altında bir anneyle bebeği soğuktan donarak ölmüştü. İşte ülkenin acı dolu tablosu bundan ibaretti.
Midem bulanmaya başladığında sokağa döndüm ve köşedeki büyük hastaneyi gördüm. Şehrin en büyük hastanelerinden birisiydi, hatta şu an ayakta kalan tek hastane olduğunu biliyordum, annemin odasını ise birkaç araştırmayla öğrenmek hiç de zor değildi. Arabayı uzakta durdurduğumda ellerim direksiyonu sıkıca kavradı, büyük bir nefes daha verdim, ardından cebimden eldivenleri çıkardım.
Beyaz ve üzerinde timsah amblemi olanları.
İki elime de giydikten sonra arabadan indim ve kilitleyerek sakin adımlarla hastaneye doğru yürümeye başladım. Kafama üzerimdeki büyük ceketin kapüşonunu geçirdiğimde yanımdan geçen insanlar erkek miyim, kadın mıyım anlamıyorlardı, hatta elimdeki eldivenlerden dolayı benden korktuklarını bile anlayabiliyordum. Çünkü burası köhne bir yer değil, Krallık'ın lüks yaşantısına alışık insanların bulunduğu bir yerdi. Benden korkmaları çok normaldi.
Hastanenin arka kapısına doğru ilerlediğimde gözlerim yangın merdiveninde gezindi. Sadece bir kat yangın merdiveni vardı, diğer katlarınkini kapatmışlardı. Eğer birinci kattan tırmanırsam oradan pencereye geçebilecektim ve sonrasında nereye çıkacağımı bilmesem de hastaneye giriş sağlayabilecektim. Büyük bir nefes verdiğimde kendime ikinci bir düşünme payı vermeden adımımı demire attım ve tek seferde kendimi yangın merdivenine attığımda basamakları tırmanmaya başladım. Sırtımda kurşunun verdiği acı hâlâ canlıydı ama bunun için söylenecek durumda değildim, hakkım da yoktu. Her adımımda pencereye daha fazla yaklaşıyordum ve pencereye yaklaştıkça içeride bir hareketlenme olduğunu görebiliyordum. Merdivenin son basamağına geldiğimde başımı eğip baktım ve içeride bir güvenlik görevlisinin durduğunu fark ettim. Ayaklarını masaya uzatmıştı, önündeki bilgisayardan saçma sapan bir dizi izliyordu ve ağzına patlamış mısırları atıyordu. Ensesinde ise yarımay damgası vardı, Krallık'ın ana adamlarından birisiydi.
Başka bir yolum var mı diye etrafıma baktım ama yoktu. İçeriye girmem, o adamı alt etmem ve yoluma devam etmem gerekiyordu. Birine zarar vermek artık bu kadar zor olmamalıydı ama şimdi neden ellerimin uyuştuğunu anlayamıyordum.
Ben bu karmaşayla savaşırken adamın telefonu çaldı ve açtığında, “Alo?” dedi ağzı dolu bir şekilde. “Ne oldu?” Karşıdaki ses bir şeyler söylediğinde gülmeye başladı. “Ne güvenliğinden söz ediyorsun? İn cin top oynuyor burada.” Ağzına biraz daha patlamış mısır attı. “Saçmalama, o sürtük buraya nasıl gelsin?” Benden söz ediyor olamazdı değil mi? Yeniden kahkaha attı. “Gelsin de ona Tugay Demir Çeviker'den daha erkek olduğumu göstereyim.” Bir kez daha kahkaha attığında sesi öyle iğrençti ki içimdeki o insani bütün duyguları da tüketmişti.
İşte bu kadardı. Onlar bu kadardı.
Büyük bir nefes daha aldım, ardından gözlerimi kapatıp geri açtığımda yüzümü kapatıp dirseğimle cama sert bir şekilde vurdum. Cam tuzla buz olurken adam arkasını döndü ve korkuyla ayağa kalktı. Tam o esnada sert bir şekilde hem cama hem adama tekme attım. Tekmem suratına geldiğinde geriye doğru düştü, masaya çarptı, ardından yüzüstü yere düştü. Tam ayağa kalkacakken sırtına oturdum, cebimden ipi çıkarıp boynuna doladım ve geriye çekip onu boğdum. Bir şeyler söylemeye çalıştığında, “Merhaba,” dedim. “Ben o bahsettiğin sürtük olmalıyım.” İpi daha fazla çektim, boynu kesildi ve boğuk sesler çıkarmaya başladı. “Ve erkeklik konusuna gelirsek Tugay Demir'in yanına bile yaklaşamazsın şerefsiz herif.” İpi daha fazla çektiğimde çırpındı, son bir kez nefesini verdi ardından cansız bir şekilde başı yere düştü. Birkaç saniye daha bekledim ve onu serbest bıraktığımda ipi onun üzerine silerek pantolonumun cebine geri yerleştirdim. Sonrasında ise onun ceplerinden anahtarları, telsizi ve bozuk paralarını aldım. Paraları neden aldığımı bilmiyordum, belki de bir kahve içerdim ya da delirmiştim. Bu soğukkanlılığın, bu dönüştüğüm kadının bedeli ağır olacaktı.
Telefonda konuşan kişinin sesi gelirken yere fırlattım ve topuğumla sertçe vurup kırılmasına neden oldum.
Ayağa kalktığımda üzerimi silkeledim, masaya baktım ve odada gözlerim dolaştı; ilerideki dolabı açtığımda birkaç hastabakıcı kıyafetiyle karşılaştım. Hızlı bir şekilde pantolonumun ve kazağımın üzerine onları geçirdiğimde başımdaki kar maskesini çıkardım, saçlarıma bone taktım, elimdeki eldivenlerin üzerine ise hastabakıcı eldivenlerini giydim. Dolabı kapattığımda ne yaparsam yapayım tanınma ihtimalimin olduğunu biliyordum ama zaman kazanmam gerekiyordu.
Tam odadan çıkmadan önce köşedeki güvenlik kamerasıyla gözlerim kesişti. Masanın üzerindeki kameralardan her yer görünüyordu, sistem bu güvenlikten geçiyordu fakat yine de bir mesaj bırakmak isteyerek ortaparmağımı kameraya gösterdim, ardından dudaklarımı oynatarak, “Krallık'ı sikeyim,” dedim ve odadan çıkmadan önce de kendi kendime, “Tüh,” diye mırıldandım. “Küfür ettim.”
Kapıyı arkamdan kapattığımda ve kilitlediğimde anahtarları önlüğün cebine yerleştirdim, koridorda kimsenin olmadığını fark ettiğimde hızlı adımlarla asansöre doğru yürüdüm, tam köşede büyük hastabakıcı arabasını gördüğümde onu önüme alıp asansörün düğmesine bastım. Birkaç kat kaldığında hemen yanımda birisi durdu, dönüp bakmadan arabayı biraz daha önüme çektim.
İkimiz de asansöre bindiğimizde geriye doğru gittim, o ise önümde durdu. Sekizinci kata bastığımda o da benimle aynı kata gittiğini belli eden bir ses çıkardı. Asansör sandığımdan daha yavaş bir şekilde ilerlerken, “Bu saatlerde hastabakıcıya pek ihtiyaç olmuyor aslında,” dedi adam, Krallık yanlısı mıydı anlamıyordum ama doktor ya da hemşire olmadığı belliydi. “Hatta sekizinci kata girişler sınırlı, siz neden o kata çıkıyorsunuz?”
Gözlerim sırtında gezindiğinde onun bir koruma olduğunu anlamam sadece birkaç saniyemi almıştı. “Birileri altına yapmış,” dedim kısık bir sesle. Adam duraksadı, omzunun üzerinden bana baktığında gözlerimiz kesişti. Sadece birkaç saniye düşündü ama düşündüğü kısmın kısa sürmesine neden olanın ne olduğunu biliyordum: lekelerim. Benim imzam gibi olan lekelerim kim olduğumu asla gizleyemezdi.
“Sen,” dediği anda cebimden bir bıçak çıkarıp bacağına sapladım ve acıyla haykırmasına neden oldum, yere düştüğü anda başını asansörün duvarına çarptım. Başka bir acılı haykırışın ardından bir kez daha başını vurduğumda eli bana uzanmak istedi, tam o esnada eline tekme atıp geriye doğru çekildim. Sekizinci kata geldiğimde asansörden inmeden evvel, “Ve altına yapan kişi sensin,” dedim. “Şimdi de otoparka gidip utanma vakti,” diyerek otoparkın düğmesine bastım. Bir gözü kapalı bir şekilde bana bakarken arabayı alarak asansörden indim, geri kapanırken ise ona el salladım.
Sekizinci katta kimse yoktu, bütün odalar bomboştu, 836 numaralı oda hariç. Kapının önünde iki kişi duruyordu, bir tanesi uyuklamak üzereydi, diğeri ise elindeki telefonla uğraşıyordu. Nasıl bu kadar sakin kalabildiğimi anlamıyordum, birine zarar vermeye alışmış olmak beni kendi benliğimden uzaklaştırır mıydı? Aklıma az önce okuduğum BL'nin cümlesi gelmişti. Benim bu savaşta daima vicdanım vardı, o vicdan olduğu sürece de kendi benliğimden hiçbir zaman vazgeçmeyecektim.
Sağlam adımlarla o odaya doğru yürürken yaklaştıkça gerilimin gitgide arttığını da hissedebiliyordum, kapıya biraz daha yaklaştığımda telefonla oynayan adamlardan bir tanesi başını kaldırıp bana baktı, ben ise yüzümü arabanın arkasına daha fazla sakladım. Şans bugün benimle olmalıydı çünkü başka hiçbir şey beni kurtaramazdı.
“Hey,” dedi adam ayağa kalkıp. Diğer uyuklayan da kendine geldi. “Senin burada ne işin var? Çağırmadık.” Hiçbir şey söylemeden yürümeye devam ettiğimde öfkeli bir ses çıkardı. “Sana diyorum, bir cevap versene!”
Kapının tam karşısında durduğumda, “Hastaya bakmam gerekiyor,” dedim. “Onu görmem gerek.”
“Ne?” dedi adam hiddetle. Diğeri de ayaklandığında önümde yüzümü gizleyen tek şey kirli kutulardı. “Doktor bunu söylemedi, kafana göre iş mi yapıyorsun?”
“Doktor istemedi zaten,” dedim.
“Kim istedi?”
Başımı eğdiğim yerden kaldırdım, hızlı bir şekilde belimden susturucu takılı silahı çıkardım ve kutuları yere fırlatarak “Eftalya Atalar istedi, siz de onun emrine ayak uyduracaksınız,” dedim çenemi kaldırarak. “Annemi göreceğim ve karşı çıktığınız an ikinizin de alnında bir delik açacağım.”
İkisi de büyük bir şaşkınlıkla bana bakarken uyuklayan adam hızlı bir şekilde silahına devraldı fakat ona fırsat vermeden göğsünden vurduğumda silah dolayısıyla geriye doğru itildim ama bunu asla belli etmedim. Adam göğüs kafesini tutarken sırtı duvara çarptı ve büyük bir şaşkınlıkla bana bakarken yere yığılıp bayıldı.
Diğer adam gözleri kocaman bir şekilde bana döndüğünde, “Şimdi,” dedim. “Kapıyı açacak mısın yoksa seni de öldüreyim mi? Krallık'ın benden nasıl bahsettiğini biliyorum ama emin ol o avukatla hiçbir alakam yok benim. Şu silahı ağzına dayayıp beynini patlatmam birkaç saniyemi bile almaz ve bundan hiç ama hiç çekinmem.” Adam yutkundu. “Aç kapıyı.”
“Sen,” dedi adam. “Tugay Demir Çeviker gibi konuşuyorsun.”
Kasıldığımı hissettim. “Sana,” dedim üzerine basa basa. “Aç kapıyı, dedim.”
“Sen böyle birisi değilsin,” dedi adam bir anda. “Seni tanıyorum barodan. Kendi halinde biriydin, sadece bir avukattın. Şimdi ise...” Beni süzdü. “İğrenç bir kadına dönüşmüşsün, masumiyetini kaybetmişsin.”
Yutkunduğumda yolun başındayken bana bunlar söylense yıkılırdım, şimdi söylendiğinde yüzüme acımasızlık maskesini takabildiğim için gurur duyabiliyordum. Bu şekilde değişiyordu insan, bu şekilde oynuyordu hayat onunla.
“Üçüncü ve son uyarım,” dedim. “Kapıyı aç.”
Adam başını iki yana salladı ve hızlı bir şekilde cebinden anahtarları çıkarıp kapıyı açtı, benim geçmem için işaret verdi, gözlerinde öyle büyük bir şaşkınlık vardı ki hayranlık olduğunu bile düşünebilirdim ta ki nefes boşluğundaki yarımay damgasına kadar.
“Krallık için çalışıyorsun değil mi?” diye sordum.
“Son nefesime kadar,” dedi bir yemin gibi.
“O halde,” dedim başımı sallayarak, ardından silahı ona kaldırdım. “Son nefesine kadar Krallık için çalışman adına sana yardım ediyorum.” Bir an bile düşünmeden onu da vurduğumda bu kez tam kalbine denk gelmişti ve geriye doğru savrularak düştüğünde başını yere çarptı. “Seni öldürmeseydim beni öldüreceğini biliyordum, sırtımı döndüğüm an beni belindeki silahla vuracaktın.” Bir eli arkasındayken ölmüştü.
Dört kişi. Dört kişiyi sakin bir şekilde alt etmiştim ve bunu yaparken elim bile titrememişti ama biliyordum ki bugün bittikten sonra kendime karşı bakış açım biraz daha değişecekti. Bir yanım yaşadığımız hayatın bana bunu zorunlu tuttuğunu söylüyordu, bir yanım ise Tugay'ın kendine katil derken ne hissettiğini anlıyordu.
Elinde bir başkasının kanının izi kaldığı zaman, o kanı hiçbir su temizleyemezdi çünkü cinayet, ruha işlerdi.
Demişti ki Tugay, onlar kötü insanlar, peki ya aileleri? Peki ya çocukları?
Bakışlarım yerde yatan adamlara döndüğünde o an belki de düşünmemem gerekiyordu fakat bir tanesinin yüzüğünün olduğunu görmek, evde bekleyen bir eşi, belki de çocukları olduğunu âdeta bana haykırıyordu.
Onu anlıyordum. Tugay'ı anlıyordum. Böyle nasıl yaşanırdı? Elimde sadece o adamın kanı yoktu, ailesinin de kanı vardı.
Suçlulara haddini bildiren birisiyken şimdi suçlu birine dönüşmüştüm; eğer avukat cübbesiyle şu anki Eftalya Atalar'ı yargılasaydım onun bir kalpsiz olduğunu söylerdim.
Fakat onu savunsaydım acıların onu bu hale getirdiğini söylerdim.
Üzerinde iki kez düşünme, dedim kendi kendime. Üzerinde iki kez düşünürsem her şey için pişman olabilirsin Eftalya, üstelik üzerinde iki kere düşünecek kadar uzun bir zamanın da yok senin, her an ölebilirsin öyle değil mi?
Sırtımı o adamlara dönüp içeriye doğru adımladığımda sarı silik ışığı, kapalı perdeleri, bembeyaz yatakta yatan annemi gördüm. Duvarların bir tarafı camdandı, camlar ise örtülüydü. Sanki annemi de başka bir hapishanenin içine gizlemişlerdi. Elimdeki silah dakikalardır titrememişti fakat annemi gördüğüm an titremeye başladı.
Uyumuyordu, eli sıkıca yatağın kenarlarına tutunuyordu ve beni gördüğü an şaşırmak yerine irkildi. Sadece birkaç saniye benim gözlerimin içine özlemle baktığında bu beni şaşırtmıştı ya da belki yine aklımın oyunuydu. Başımdaki boneyi çıkarıp yere fırlattığımda saçlarım omuzlarımdan döküldü. “Merhaba anne,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Ben ölmedim ve maalesef istediğin gibi birisi olmadım ama seni almaya geldim, buna ister kurtuluş de ister azap.”
Annem yutkunduğunda üzerinde siyah geceliği vardı, saçları taranmıştı, ne olursa olsun güzel görünüyordu. Hatta öyle ki benden çok daha genç göründüğünü söyleyebilirdim. İrkilmesi yerini şaşkınlığa bıraktığında, “Eftalya,” dedi fısıldayarak. “Buraya nasıl girebildin?”
Ona biraz daha yaklaştığımda, “Risk alarak,” diye yanıtladım. “Ve neden geldiğimi sorarsan da buna mantıklı bir yanıtım yok çünkü sen gelmezdin, biliyorum.” Yüzleşmemiz gereken yer burası mı olacaktı? Hayır, bunu istemiyordum ama neden cümleler ağzımdan çıkarken zehirliymiş gibi geliyordu? “Hadi,” dedim yatağın ayakuçlarına tutunarak. “Gidelim, buradan çıkaracağım seni.”
Annemin kaşları çatıldığında gözleri kapıya doğru döndü, o sırada yere devrilen adamı gördüğünde korkuyla, “Eftalya,” dedi ve kendisini benden korumak istiyormuş gibi çarşafı biraz daha kendine çekti. “Sen ne yaptın? Sen neye dönüştün?”
“Hadi,” dedim sorusunu duymazdan gelerek. “Eğer seni buradan çıkarmazsam öldürecekler çünkü beni sevmesen de bir koz olarak görecekler.” Yatağın soluna doğru yürüdüm ve ona doğru eğildim. “Ölmek istiyor musun? Sen yaşamayı seversin, işte bu yüzden kalk. Hemen. Birinizi daha kaybetmeyeceğim.”
Annem yüzüme düşündüğümden daha uzun süre baktı, gördüğü belki de çoğalan lekelerimdi, çirkinliğimdi. Kendimi kötü hissettiğimde, “Eftalya,” dedi bir kez daha ardından başını iki yana salladı. “Kendine ne yaptın?”
Yutkunduğumda çenemi havaya kaldırmaya çalıştım ama omuzlarım düşmeye başlamıştı. “Hangisini söylüyorsun?” diye sordum. “Kaybettiğim kilolarımı mı? Lekelerimi mi? Bakımsız saçlarımı mı? Üzerimdeki kıyafetleri mi?” Başını art arda iki yana salladı. “Çirkinleşmemi mi? Hangisini söylüyorsun anne? Eğer bunlardan birisiyse inan hiç sırası değil.”
Annem sanki dediklerimi duymuyormuş gibi, “Kendine,” dedi bir kez daha. “Ne yaptın? Bitirdin bütün hayatını, bir katile dönüştün, ölümüne imza attın.” Gözleri dolduğunda bu beni bozguna uğratmıştı. “Eftalya,” dedi acıyla ve belki de korkuyla. “Asıl sen öleceksin, siz öleceksiniz. Farkında değil misin?”
Yutkunmaya çalıştığımda boğazımda bir acı vardı. “Anne,” dedim. “Ben zaten senin seçtiğin yollarda da ölecektim. Şimdi en azından gerçek benliğimle yaşayabiliyorum ve ölürsem de gururumla öleceğim.” Başını bir kez daha iki yana salladı. “Hayır,” dedim, ardından sıkıca yatağın kenarını tuttum. “Bir kez, sadece bir kez arkamda duramaz mısın?” Ona doğru eğildiğimde benim de sesim titriyordu. “Bir kez beni anlayamaz mısın? Bir kez olsun beni göremez misin? Bir kez anne, bir kez,” dedim acıyla. “Bir kez beni sevemez misin ya? Bu kadar mı zordu senin için? Aşağılayarak bakmaktan vazgeç, bunu yapma artık bana. Bak sana geldim, gelmemem gerekirdi, belki kimse gelmezdi, ben geldim. Hiç mi gözünde değerim yok?”
Yüzleşme burada olmamalıydı elbet ama sanki herkesi öldürebilecek o cesaret, bana annemle yüzleşme cesaretini de vermişti. Veya her an ölebilme düşüncesi bunu yaptırıyordu. Tugay'a yine hak veriyordum, her an ölebiliriz, diyordu, bu yüzden aklından ne geçiyorsa söylüyordu. Tam olarak o noktadaydım.
“Ben seni düşündüm,” dedi kısık bir sesle. “Ben seni düşünüyorum.”
“Eğer beni düşünseydin o aptal dediğin çiçekli elbiselere izin verirdin,” diye mırıldandım. “Eğer beni düşünseydin lekelerimle beni aşağılamaz, özgüvenimi tüketmezdin. Eğer beni düşünseydin kadın olmama saygı duyar, Kerem ile beni evlendirmeye çalışmazdın. Eğer beni düşünseydin anne, bir kez olsun saçlarımı severdin ama sen saçlarımın verdiği hissi bile bilmezsin, babam bilirdi, o da öldü.” Yutkunduğumda gözlerim doldu. “Ve bil diye söylüyorum, babam her ne olursa olsun sana âşık bir adam olarak öldü. Sana rağmen.” Burnumu çektiğimde gözümden bir damla yaş aktı. “Bir anne olarak sevilecek bir insan mısın tartışılır ama bir eş olarak sevilecek birisi değildin, babam senden bir an bile olsun vazgeçmedi. O hapishanede her seferinde seni bekledi, sana hak bile verdi.” Annemin de gözünden yaş aktığında nefes almakta zorlandığını fark ettim. “Belki ilk defa seninle burada yüzleşiyorum ama babamı da hiçbir zaman hak etmedin sen. Benim sana bitmek tükenmek bilmeyen şu sevgimi ve saygımı da hak etmedin. Meryem'in masum muhtaçlığını da hak etmedin. O engelliydi, kaç gece seni istedi, bir kez bile sarılmadın ona. Bir insan çocuklarından utanır mı? Sen bizden utandın.” Annem hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında artık ben de ağlıyordum. “Ben bu kadına dönüştüm çünkü zorunda kaldım ama sen hep bu kadındın, hiçbir şey de seni zorunlu kılmadı. İşte seninle aramızdaki en büyük fark buydu.”
Başını önüne doğru eğdiğinde uzun bir süre sessiz kaldı ve sonrasında, “Ben de babana hâlâ âşıktım,” dedi sadece. Bunu söylerken sesinin titrediğine şahit oldum, hatta neredeyse inanacaktım ama hiçbir şey bu söylediklerine kanıt olamıyordu. “Ve idamından bir gün önce biz konuştuk.”
Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında, “Nasıl?” diye sordum. Yasaktı, ona ulaşılmazdı, annem bunu başarmıştı.
“Vedalaşmam gerekiyordu,” dedi annem. “Ben de vedalaştım.” Bakışları bana döndüğünde kıpkırmızı gözlerle gözlerimi izledi. “Ve o beni affetti.”
“O sana hiç küsmedi ki,” dedim. “Affetmesi için küsmesi gerekirdi.”
“Kalbinde de affetti,” dedi annem, ardından daha fazla ağladı. “Biz vedalaştık, o öleceğinden emindi, öyle emindi ki bana bir hatıra bile bırakmak istedi.”
“Ne?” dedim şaşkınlıkla ve kalbim heyecanla attı. “Ne hatırası? Kokusu mu anne? Kokusu var mı sende? Bir atkı bile olabilir, onun kokusu mu? İhtiyacım var. Babama çok ihtiyacım var. Ufacık bir hatırasına bile çok ihtiyacım var şu an.”
Annem sol elini yastığın altına koydu, ardından bir fotoğraf karesi çıkardığında dördümüzün aile fotoğrafını gördüm. Meryem henüz iki yaşındaydı, ben on dört yaşındaydım. Annemle babam arkada duruyorlar, gülümsüyorlardı. Meryem benim kucağımdaydı, üzerimde annemin giydirdiği saçma sapan koyu renk kıyafetler vardı ama inatlaşıp çilekli şapkamı takmıştım. Az önce ağlamamışım gibi kadraja bakıp sırıtıyordum.
“Bunu,” dedim. “Babam saklamış mı?”
“Evet,” dedi annem ve arkasını döndürdüğünde o notla karşılaştım.
Harika bir aileye sahiptim, güzel bir aşk yaşadım ve merhametli çocuklar yetiştirdim. Şimdi ben gidiyorum, geriye kalan fotoğraf kareleri değil, yaşatılması gereken anılarım ve gururum olacak çünkü zamanım doldu.
Sizi çok seven ve sizin uğrunuza ölen, eşin ve babanız Adnan Atalar,
Çiçeklerin hiç yanmaması ümidiyle...
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda fotoğrafı almak istedim ama izin vermedi, avcunun içinde sakladı. Bir anlık patlamayla, “Senin yüzünden!” diye haykırdım, bu kadar yıllık yaşamımda bir kez bile bağırmamıştım. “Senin yüzünden! Her şey senin yüzünden! Beni sevmedin, Meryem'i kabullenmedin, babamı bıraktın! Keşke babam yerine sen ölseydin!” Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken ellerimi saçlarıma geçirdim. “Senden nefret ediyorum! Kendimden nefret ediyorsam da nedeni sensin! Keşke benim annem olmasaydın! Ben asla senin gibi bir anne olmayacağım!” Geriye doğru adımladığımda annem de ağlıyordu. “Hatta senin yüzünden anne bile olamayacağım belki de! Burada ne işim var benim?” Sertçe yatağa tekme attım. “Aptalım ben! Sen kurtarılacak birisi değildin!”
Annem, “Özür dilerim,” dedi ağlayarak. “Ama her şeyi seni düşündüğüm için yaptım ve yapıyorum.”
“Bana yalandan ağlama!” diye haykırdım. “Vicdan azabı çekiyormuşsun gibi davranma! Defalarca karşında ağladığımda bile dönüp bakmamışken şimdi bana beni seviyormuş gibi davranma çünkü sevmedin! Hiç hem de!”
“Eftalya,” dedi annem söylediklerimi duymuyormuş gibi. “Vazgeç bu yoldan, sonu kötü.”
Gülmeye başladığımda gözlerimden yaşlar dökülüyordu. “Bu ne olursa olsun yine seninle değilim demek mi?” Kendimi gösterdim. “Aptal gibi bütün riskleri alıp senin yanına geldim ve sen yine beni istemiyor musun?”
Annem gözlerimin içine baktı, büyük bir nefes verdi. “Zorundayım,” dedi. “Senin için.” Sonrasında sağ elindeki cihazı ortaya çıkardı ve gözlerini kapatıp bir düğmeye bastığında yüksek sesli bir alarm çalmaya başladı.
Annem beni son kez yüzüstü bıraktı, üstelik bu kez canımı fazlasıyla yakarak.
“Sen,” dedim alarmların sesini bastırmaya çalışarak, ardından ışıklar yanıp sönmeye başladı. “Beni ifşaladın.”
“Öldüreceklerdi seni,” dedi annem açıklama olarak ama ona asla inanmadım, etrafıma baktım, pencerelere ve kapıya. Çıkış noktam yoktu, gidebileceğim hiçbir yer yoktu. “Vazgeç Eftal,” diye bağırdı. “Vazgeç bu yoldan, sonu çök kötü. Yalvarırım vazgeç.”
“Sen,” dedim acıyla. “Bana tuzak kurdun.” Bu bir tuzaktı, annemin benim için hazırladığı tuzaktı çünkü onun için geleceğimi adı gibi biliyordu, nasıl bir aptal olduğumu çok iyi biliyordu.
Koşma sesleri duydum, ben ise annemden bakışlarımı ayıramadım. Gözümden yaşlar dökülürken bir kız çocuğu annesi tarafından ne kadar hayal kırıklığına uğrarsa o kadar hayal kırıklığına uğradım. Beni hiç anlamayışına, bir kez bile beni sevmeyişine. Daha kaç kez daha hayal kırıklığına uğratırdı bilmezdim ama bu en büyüğüydü.
“En azından,” dedim adımlar odaya yaklaşırken. “Yalandan da olsa bir kez sarılsaydın, diğer söylediklerinden daha fazla ihtiyacım vardı bu yalana. En azından bir anneye sarılmanın ne demek olduğunu bilirdim, kalpsiz bir kadın olsan bile.”
Annem, hiçbir şey söyleyemedi çünkü içeriye dört tane adam girdi, ardından beşinci kişi giren adam kahkaha atmaya başladı.
Başkan'ın manevi oğluydu, adını kimse bilmediği için X diyorlardı. Onu tanımamın nedeni yüzünü bilmem değildi, tek gözünün korsanlar gibi kapalı olmasıydı. Küçükken bir kavgasında gözüne bıçak yediği söylentiler arasındaydı ama kimse tam olarak ne olduğunu bilmiyordu, sadece çok kötü bir adam olduğundan emindim çünkü gerçekten deliydi. Gerçek bir deli.
“Harika bir tablo!” dedi ellerini birbirine çarparak. “Fakat sanırım bölmem gerekiyor hanımlar.” Bakışları bana döndü, baştan aşağı süzdü. “Eftalya Atalar,” dedi dilini dudağında gezdirerek. “Bu ne şeref böyle, sonunda tanışabildik, ver de şu güzel elini öpeyim.” Elimi tutmak istediği an kendimi geri çekerek yutkundum. Boyu uzundu ve yeşil gözü korkutucu bakıyordu. Saçının bir tarafı kazıtılmıştı, vücudu dövmelerle kaplıydı. “Üzülüyorum ama,” dedi dudaklarını büzerek. “Bölüm sonu canavarıyım ben, kafesimden çıkarıldım sonunda. Yoksa beni beklemiyor muydunuz?”
“Bu lafları Kerem Karaman da söylerdi,” dedim yüzümü buruşturarak. “Ne yazık ki şu an onun kemiklerini toprak bile kabul etmiyordur.”
“Kerem Karaman,” dedi kahkaha atarak. “Beni onunla eşdeğer görmen kalbimi kırdı.”
“Eş görmedim,” dedim küçümseyerek. “Daha geri zekâlı versiyonusun.”
X, cesaretim karşısında tek kaşını kaldırdı. “Şu anki konumuna göre fazla cesur değil misin sence de?”
“Bilmem,” dedim vücudumu ona çevirerek. “Sen de karşında ben olmama rağmen fazla alaycı değil misin?”
“Niye?” dedi o da küçümseyerek. “Sen kimsin ki?”
“Gerçekten merak ediyor musun?”
“Evet,” dedi aşağılayarak. “Elbette.”
Gözümdeki yaşları sildim, yenilerinin akacağını bilerek. Gülümsemeye çalıştım, ardından vücudumu ona tamamen döndürdüğümde çenemi havaya kaldırdım. Başımı omzuma doğru yatırdığımda yavaşça sol elimi kulağıma doğru götürdüm, “Tugay,” diye mırıldandım kulaklığa. “Gelebilirsiniz.”
Sadece on saniye sonra arkamda kalan camlardan patlama sesi geldi. Her yer tuz buz olurken Tugay, Marco ve Giray çatı katından asılarak içeriye girdiler ve hemen hastanenin altından da bir patlama sesi duyuldu, örgüttekiler ve timdekiler tarafından yollar kapatıldı.
Omzumun üzerinden üçüne baktığımda Tugay ortadaydı, Giray solundaydı, Marco ise sağındaydı.
Üçü de aynı anda kar maskelerini çıkardığında Tugay'ın gözlerinden neredeyse ateş çıkacaktı. Dağılan saçlarını eliyle düzeltti, boynunu bir kez çıtlattı, burnunu çekti. Bir adım attı, ardından bir adım daha. Üzerindeki siyah yeleğinde bıçaklar vardı, belinde silahlar, altındaki siyah pantolonunun cepleri bile doluydu.
Tam yanıma geldiğinde X'e üstün bir bakış attı, ardından, “Müsaadenle,” dedi benden izin isteyerek, kibar bir şekilde. “Önüne geçmek istemem ama konuşmam gereken birkaç husus var.” Adamlar bu kibarlık karşısında o kadar şaşkındı ki hiçbirisinin böyle birini beklemediği çok açıktı. “Otur,” dedi Tugay odadaki koltuğu göstererek. “Dinlen istersen biraz, çok ayakta kalmış olmalısın.”
“Hasta,” diye fısıldadı Marco arkadan. “Ruh hastası herif.”
“Avukattan sonra daha fazla delirdi,” diyen Giray'ın sesini bir tek ben işittim.
Başımı iki yana salladığımda geriye çekildim, Tugay tam önüme geçtiğinde boğazını temizledi ve korkutucu bakışları yerini aldığında, “Öncelikle,” dedi X'e. Bütün o kibarlık yerle yeksan oldu. “Benim avukatımın güzel elini öpmek istediğin için senin o ağzını kurtlara yem edeceğim ve hayatını sikerken sana bunu izleteceğim.”
Sevgili Avukat’ım demedi ama benim avukatım dedi.
Öksürdü, bir adım daha yaklaştı, X'in alnı Tugay'ın çenesine denk geliyordu, hızlı bir şekilde bıçak çıkardığında o bıçak X'in boynuna dayandı. “İkinci olarak, bir daha benim avukatıma adıyla hitap edersen senin ecdadını sikerim çünkü onun ismini sadece benim istediğim kişiler söyleyebilir, üstelik ben bile artık Eftalya derken ondan izin alırken.” Bıçağın ucunu çevirdiğinde yanağına doğru ilerletti. “Evet,” dedi daha çok bana mesaj verir gibi. “Ona ismiyle hitap etmeden önce izin almam gerekiyor ve bu ikimiz arasında.” Gülümsedi, ölüm tehdidim işe yaramış gibi görünüyordu.
Yeniden adama döndüğünde sesindeki o tatlı tını uzaklaştı, öyle ürkütücü bir hale geldi ki ürperdiğimi hissettim. “Üçüncü olarak…” Başını omzuna doğru yatırdı. “…bir daha ona küçümseyerek bakarsan bugün değil ama belki bir gün diğer gözünü ben çıkarırım çünkü benim avukatımı kimse ama kimse küçümseyemez, aşağılayamaz, saygısızlık yapamaz. Çünkü Tugay Demir Çeviker'in avukatı o, ben yokken beni temsil ediyor. Hatta bazen ben varken bile beni temsil ediyor. Hatta ve hatta her şeyim olarak nitelendirilebilir. Anlıyorsun değil mi beni?”
X büyük bir şaşkınlıkla Tugay'a baktı, yutkundu, ardından, “Vay,” dedi kısık bir sesle. “Sonunda o meşhur adamla tanıştım demek. Söylenildiği kadar varmışsın.”
Tugay burnundan nefesini verdi ve omzunun üzerinden bana baktığında yüzünde tebessüm oluştu. “Ve dördüncü,” dedi bana doğru. “Harika görünüyorsun güzelim benim, en acımasız, hatta kendini katil sandığın halinle bile.”
Üç saat önce...
Birisi sizi, sizden bile iyi tanıdığında artık o hayatı tek kişi değil, iki kişi yaşamaya başlıyordunuz.
Tugay Demir Çeviker ve ben tam olarak bu duruma gelmiştik.
Onun odasındaydık, beni tuttuğu gibi buraya getirmişti, yatağa oturtmuştu, kapıyı kilitlemişti ve sırtını kapıyı yaslayıp kollarını önünde bağlamıştı. Ardından, “Söyle,” demişti tek nefeste.
Öfkeli değildi, hırçın da değildi, sadece ondan bir şeyler gizleme ihtimalim bile onu çileden çıkarabiliyordu, bunu görüyordum.
Gözlerim başka yöne döndüğünde, “Bana,” dedi. “Bak. Göz temasını kesme, seni anlamamı engelleme.”
“Tugay,” dedim boğuk bir sesle. “Bana biraz müsaade edersen...”
“Sana yeterince müsaade ettim,” dediğinde sesi baskındı ama beni benden bile önce düşündüğünü anlayabiliyorum. “Hatta uzun bir süre ben mahkûmken ve sen bensizken yeterince vaktin vardı. Yanında değildim, istediğini yapabilecek durumdaydın ve ben mahkûm olduğum için ellerim kollarım bağlıydı.” Sırtını yasladığı kapıdan ayırdı ve bana doğru yürüdü. “Fakat,” dedi tam önümde durduğunda. Alttan alttan ona bakarken eliyle çenemi kaldırdı. “Şimdi ben özgürüm, sen yanımdasın ve senin bensiz bir adım atmana izin vermeyeceğim. Müsaade mi istiyorsun?” Başparmağı çenemi okşadı ama bakışları tehditkârdı. “Beni çiğnemen gerekecek ve işte o zaman asıl savaşın ne olduğunu göreceksin.”
Yutkunduğumda dudaklarımı ıslattım, o ise çenemdeki elini yanağıma doğru çıkardı ve sağ eliyle yüzümün tersini okşadı. “Mantıksız bir kararın eşiğindeyim,” diye fısıldadım. “Ve belki de aptallığın ama annemi kurtarmak istiyorum.” Sesim titrediğinde yüzümdeki eli duraksadı. “Belki bu çok büyük bir hata ama yapmazsam içim rahat etmeyecek. Aynı şekilde biliyorum da, bu senin asla kabul edebileceğin bir şey değil...”
“O halde,” dedi lafımı bölerek. “Gidip anneni kurtaralım, neyi bekliyoruz?”
Gözlerim kısıldı. “Bu bir tuzak olabilir,” dedim. “Bana hazırlanmış bir tuzak.”
“Bize,” diye düzeltti.
“Beni alt etmeye çalışıyor olabilirler.”
“Bizi,” dedi bu kez de.
“Anlamıyorsun,” dedim. “Beni kendi taraflarına çekmek için...”
Bir anda önümde çöktüğünde elleri yüzümü buldu ve kendine doğru yaklaştırıp, “Bizi,” dedi kelimenin üzerine bastırarak. “Bizi, anlıyor musun? Bizi. İkimizi. Tekil konuşmaktan vazgeç.”
Gözlerimi yumduğumda, “Benim yüzümden zarar görmenizi istemiyorum,” dedim. “Bu yüzden tek başıma gitsem...”
“O cümleyi,” dediği anda gözlerim açıldı, sesi öyle baskındı ki. “O cümleyi sakın tamamlayayım deme yoksa bütün o meydan okumalarının yanında benim meydan okuyuşum karşısında şaşkına dönersin çünkü hiç o yönümü görmedin. Sana meydan okurum, senin için. Beni duydun mu?”
“Duydum.”
“Ayrıca,” dedi Tugay ciddiyetle. “Annenden sanki bir yükmüş gibi bahsetmekten vazgeç, sen bunu istemesen de ben onu kurtarırdım çünkü Adnan Atalar'ın eşinden söz ediyoruz. Onu kurtarmak boynumun borcu.”
“Neden öyle olsun ki?” Cevap yoktu. “Bilmiyorum,” dedim başımı sallayarak. “İnsan annesini yüzüstü bırakmadığı için suçlu hisseder mi? Ben ona yardım edeceğim için suçlu hissediyorum.”
Tugay yutkunduğunda cümlelerini doğru seçmeye dikkat ederek, “Sana,” dedi. “Yaşattığı her şeyi güzelliklerle sileceğim çünkü görebiliyorum sende bıraktığı izleri.”
“Göremezsin.”
“Görüyorum,” dediğinde parmakları yüzümdeki lekelerde gezindi. “Aynalardan her kaçtığında.”
Beni bu kadar iyi tanımamalıydı, beni bu kadar görmemeliydi, biz bu kadar bütün olmamalıydık.
“Peki,” dedim ağlamaklı bir sesle. “Onu hâlâ sevdiğim için aptal mıyım?”
Tugay düşündüğümden daha uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Bu aptallık mı bilemem,” dedi. “Ama seni anlıyorum çünkü babam, annemi gözlerimin önünde öldürdüğünde çocuktum ve kendi içimde onu affetmek için bahaneler üretecek kadar da aptaldım. Büyüdüm, yaptığının mantıklı bir nedeni olmadığını gördüm.” Kendi geçmişinden ve acılarından söz etmekten hiç hoşlanmıyordu. “Her neyse, en nihayetinde büyüyoruz fakat onların bizde bıraktıkları izler baki, aptallıklarımız da çocukluktan geliyor, güzelim. Şu an seviyorsan çocukluğunun ona ihtiyacı vardır, o vazgeçemiyordur. Zaten çocuk Tugay'a sorsan, babasını her gördüğünde altına kaçıran bir korkak olmaktansa ona meydan okuyabilen bir delikanlı olmak isterdi. Fakat elimizde değil.” Kalbim sancılandı, bunu fark etmedi.
“Yanımdasın o halde,” dedim bu içimi rahatlatırken.
“Seninle ilgili her şey için savaşırım,” dediğinde sol avcumu çevirdi ve içindeki yanık izini öptü. “Çiçeklerin için ülkeyi ateş altında bıraktım ben, annen için ateş yakmam, onları yanmak için yalvartırım, tek bir lafına bakar.”
Gözlerim dolduğunda gülümsedim, o da karşılık verdiğinde, “Neden?” diye sordum, sanki cevabını bildiğim bir soruyu sorarmış gibi. “Neden bana böylesin?”
Daha derin bir şekilde gülümsedi, parmakları saçlarımda, yüzümdeki lekelerde dolaştı, oradan boynuma indi ve sonrasında, “Gerçekten,” dedi. “Vardır bir nedeni, vardır bir izi, vardır bir lekesi,” gözleri gözlerime kilitlendi, “vardır bir tebessümü, akıldan çıkmaz, uğruna isim verilir.”
“Ne?”
“Hiç,” dediğinde başını omzuna doğru yatırdı. “Hiç.”
Bir süre birbirimizin yüzüne baktık. Ardından, “O halde,” dedim. “Annemi kurtarmak istiyorum, bana yardım eder misiniz?”
Tugay çöktüğü yerden ayağa kalktı, asker selamı verdi ve gülümseyerek, “Emret, güzelim,” dedi beni gülümsetmeye çalışarak. “Sen emret yeter.”
Şimdi
Plan tam da istediğimiz gibi ilerlemişti. Kulaklık sadece Tugay'da takılıydı, otoparka giden adamı onlar temizlemişti, bu yüzden sesli söylemiştim, kapıdaki adamlarla konuşmamı özellikle duymuşlardı ki ne yapacaklarını bileceklerdi.
Ve maalesef ki Tugay, annemle bütün konuşmama da şahit olmuştu. Artık bilmediği yüzüm yok gibiydi, en güçsüz tarafım annem karşımdayken olandı ve hepsini dinlemişti. Şimdi önümde dururken sanki o konuşmaları dinlememiş gibiydi ama anneme dönüp bir kez bile bakmamasından bütün her şeyi işittiğini anlıyordum.
Utanmam gerekir miydi bilmiyordum fakat kalbimdeki bu acıyı bilmesi bir yandan da içimi rahatlatıyordu.
Hastanenin altından başka patlama sesleri de geldiğinde X bakışlarını pencereye doğru çevirdi ve sırıtarak, “Demek gösteri hazırladınız bana,” dedi heyecanla. “Bayılırım böyle sürprizlere.” Tugay hiçbir cevap vermeden yüzüne bakmaya devam etti. “Ama şimdi sen yeterince konuştun tabii, sürprizini de yaptın. Sıra bende olmasın mı?”
Marco ve Giray hareketlendiğinde Tugay biraz daha önüme geçti. “Senin düşündüklerinin çeyreği aklımdan geçenlerdir zaten,” dedi Tugay aşağılayarak.
X dilini damağına vurdu. “Sanmam çünkü zekisin, akıllısın, çeviksin fakat bir eksikliğin var, merhametli birisin. Kimse görmese bile ben görürüm bunu, yüzlerce kişiyi öldürebilirsin mesela ama bir çocuğa zarar veremezsin öyle değil mi?”
Tugay yutkunduğunda vücudumun buz kestiğini hissettim. Ellerimi yumruk yaptığımda bakışlarım anneme kaydı, o an gözlerimiz kesiştiğinde yaptığına olan pişmanlığını seçebiliyordum fakat her şey için çok geçti, bunu da bilmesi gerekiyordu.
“Yani?” dedi Tugay rahat görünmeye çalışarak. “Veremem değil, vermeyi tercih etmem çünkü çocuklarla herhangi bir savaşım yok.”
“Ama görüyorsun ki çocuklarla savaşı olan benim gibi insanlar var.” Tugay'ın omzunda bir şey varmış gibi temizlediğinde Tugay bileğini tuttuğu gibi onu geriye savurdu. X gülerek bileğini tuttuğunda, “Vay canına,” dedi. “Protez olan da böyle acıtır mı, deneyelim hadi.”
“Siktiğimin salağı,” dedi en sonunda Marco. “Gevezeliği bırak artık.”
“Bak sen,” dedi X. “Eski dostum, hoş geldin.”
Marco gülümsedi. “Gözünü hâlâ bir kavanozda saklıyorum, eğer ihtiyacın olursa gel de vereyim.”
Giray güldüğünde Tugay hâlâ ciddiyetle bakıyordu, ben ise kasılmaya devam ediyordum.
“Sıra!” dedi X heyecanla. “Bende!” Ellerini üç kez birbirine çarptığında odada kapalı olan perdeler açıldı ve perdeler açıldığı anda gördüğüm manzarayla çığlık atmam bir oldu, hatta kâbus olduğunu bile düşündüm.
Meryem camın arkasındaydı, tekerlekli sandalyedeydi, üzerinde kan izleri vardı ve başına bir silah dayanmıştı. Korkuyla bana bakarken bir şeyler söylemeye çalışıyordu fakat onu anlamak mümkün değildi, hiçbir şeyi anlamak mümkün değildi, tek duyabildiğim çığlıktı, bu bana aitti.
Öne doğru atıldım, birisi beni tuttu, kim tuttu bilmiyordum; yere çökeceğim sırada birisi benim yere düşmemi engelledi, kahkaha sesini işittim, ardından ağlayış. O ağlayış da bana aitti.
“Hayır!” diye haykırdığımda Meryem'in başına dayalı olan silah, benim geçmişimde Meryem'i kurtaramadığım o silahla sanki aynıydı. Bir kez daha karşımdaydı, ben izliyordum ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Kendi ağlayışlarımın ve çığlıklarımın arasından o adamın sesini işittim, silahı kaldırıp anneme doğru tuttu. “Annen mi?” diye sordu. “Kardeşin mi? Seç bakalım.”
Hiç kimseyi gözüm görmüyordu, benim dışımda ağlayan birisi daha vardı ve o annemdi. Bir anneme, bir camın arkasındaki Meryem'e bakarken dudaklarımdan çıkacak her kelime beni mahvedecekti, her ne olursa olsun.
Sadece bir an. Bir an Tugay'la göz göze geldik, hemen önümde duruyordu, bir çare aradım, tıpkı babam asıldığı zamanki kadar çaresizdi.
Tik tak. Tik tak. Tik tak.
Saat 04.32. Zaman durmadı.
“Ee,” dedi X, Tugay'a karşı. “Bu kez Krallık'ın aptallarıyla değil, sana benzeyen bir piçle savaşmak nasıl bir duygu Tugay Demir Çeviker?” Birkaç saniyelik de olsa bana baktı. “Sana,” dedi alayla. “Tek başına gelmen gerektiğini söylemiştim, eğer beni dinleseydin bunların hiçbiri olmayacaktı.”
Köşeye sıkışmıştık. Biri kardeşimdi, biri annemdi, bana aptalca bir tercih hakkı sunuluyordu ve bu tercih hayatım boyunca iz olarak kalacaktı.
Gözlerim adamla kesişti, öyle bulanık görüyordum, öyle başım dönüyordu ki dudaklarımdan, “Ben,” döküldü sadece. Beni öldürmesini istedim o an. Tugay bu cümlemin ardından beni arkasına öyle bir aldı ki istesem de ölemeyeceğimi fark ettim. “Ben!” diye haykırdım bu kez. “İkisi de değil! Beni öldür!”
“Öyle mi?” dedi adam gülerek. “Ben sanırım tercihini anladım.”
Gülerek yüzüme baktı, bakışlarını bir an olsun benden ayırmadı, ardından silahını bir kez daha kaldırdı ve bir saniye bile düşünmeden tetiğe bastı. Kurşun saniye bile geçmeden annemin şakağına denk geldiğinde yüzüme çarpan annemin kanıydı, ölen kişi ise birkaç saniye önce nefes alan annemdi.
Ellerim kulaklarıma uzandığında çığlıklarla ona doğru atıldım ve annemin elinde sıkıca tuttuğu o fotoğraf karesi yere düştü, babamın hatırasına kan bulaştı. Dizlerimin üzerine yere çöktüğümde fotoğrafı üzerime silmeye çalıştım, hayır ağlamamam gerekiyordu, şu an böyle çökmemeliydim, annem zaten beni sevmezdi, annem artık yoktu. Annemi öldürmüştü, babamın fotoğrafı kan olmuştu.
Tik tak. Tik tak. Tik...
Saat 04.34. Annem öldü, zaman durdu.
Annem beni sevmezdi ki, ağlamamam gerekirdi ama annem çok güzel yemek de yapardı, küçükken bana her yemek yaptığında seviyormuş gibi hissederdim. Açlığımı umursardı çünkü.
Çöktüğüm yerden bakışlarımı ona çevirdim, gözleri açık bana bakıyordu, başı düşmüştü, eli bir nefes uzağımdaydı. Bir kez bile saçlarımı okşamadığı eli oradaydı, hiç sarılmadığı kolları oradaydı ve artık imkânsızdı. Ailemin bir üyesi daha gitmişti, onu da kaybetmiştim.
Fotoğrafa bir kez daha baktım, ardından, “Özür dilerim,” diye fısıldadım babama. “Çok özür dilerim. Temizleyeceğim, çok özür dilerim.”
Perdeler kapandı, sanki tiyatro bitti fakat bu düşünceme zıt bir şekilde adam geri geri yürürken, “Bence,” dedi. “Parti devam etmeli.”
Ardından kapının dışından da bir kurşun sesi daha geldi. Meryem'in, canım kardeşimin bulunduğu yerden.
Bu kez çığlığım odanın içini dolduracak kadar taştığında ayağa kalkıp koşmak istedim fakat geri yere düştüm, dizlerime annemin kanı bulaştı. Hayır, fotoğrafı düşürmüştüm, o neredeydi? “Hayır,” diye inledim. “Kaybettim. Fotoğraf yok.” Kapıya baktım, silah sesi gelmişti. “Meryem,” dedim acıyla. Kalkmak istedim ama yoktu, hiçbir şey yoktu. “Öldüler,” dedim kısık bir sesle ve öyle bir haykırdım ki boğazıma ateş düştü. “Öldüler! Ailem yok!” Sonra işaretparmağımı dudaklarıma götürdüm. “Sus, sus, sus,” dedim kendi kendime. “Ölmediler, sus. Ağlamak yok, güçsüzlük bu, sus!” Önümde birisi durdu, dizlerinin üzerine çöktü, ona da sus işareti yaptım. “Hayır,” dedim. “Bilerek yapıyorlar, güçsüzleşmem için yapıyorlar, kaybedeyim diye yapıyorlar, ağlamamam gerekir.”
Gözlerimden yaşlar boşalıyordu, kanın kokusu burnumdaydı, onlar artık yoktu. Bir el yüzümü tuttu, bakışlarımı kaldırdığımda onu gördüm, Tugay'dı, bir şeyler söylüyordu, onun da yüzünde kan izi vardı, o da mı vurulmuştu? Adımı mı söylüyordu? Adım neydi benim? Babam Eftal'im derdi, annem Eftalya derdi, Meryem adımı bile söylemezdi. Yoktum ki artık, yok olmuştum.
“Fotoğraf,” dedim ağlayarak. “Babamın hatırası fotoğraf nerede?” Sanki her şeyi kaybetmemişim gibi bir fotoğraf için daha gür bir sesle ağlamaya başladım. “Fotoğraf!” diye haykırdım. “Babamın tek hatırasıydı o! Nerede?” Tugay'a vurmaya başladığımda beni bırakması için savaştım, oradan kaçmak için, herkesi öldürmek için, kendimi öldürmek için, babama gitmek için, fotoğrafı bulmak için, Meryem'i kurtarmak için... Meryem'in ölüsünü bile kurtarmak için. Annemin kanını temizlemek için. “Kim temizleyecek bunları?” diye sordum. “Ben mi temizleyeceğim? Fotoğraf nerede?” Daha sert bir şekilde ona vurmaya başladım. “Fotoğrafı ver!”
Birkaç saniye sonra birisi elime fotoğrafı tutuşturduğunda geriye doğru gidip sırtımı duvara yasladım ve fotoğrafa bakarak ağlamaya devam ettim. Kana bulanmıştı, hepimizin yüzünde kan lekesi vardı ama işte orada gülümsüyorduk, baban kendini kandırıyordu, mutlu bir aile değildik ama o fotoğrafta gülümsüyorduk.
“Tamam,” dedim kendimi toplamaya çalışarak. “Ağlamayacağım.” Sesim çıkmıyordu, bu konuşan kimdi bilmiyordum. “Hayır, gerçekten ağlamayacağım, merak etme sakın.” Gözyaşlarımı sildim ve çenemi havaya kaldırmaya çalışarak Tugay'a baktım, onu göremiyordum. “Annem beni sevmezdi ki zaten, hiç sevmedi ki beni. Sevmeden öldü.” Gülümsemeye çalıştım. “Üzülmüyorum ki. Canım acımıyor benim. Hadi gidelim, yapmamız gereken işler var.” Duvardan destek alarak ayağa kalkmaya çalıştım ama gücüm kalmamıştı. “Meryem de mutsuzdu, yanımda değildi zaten. Bu hayatı da çok seviyordu aslında. Kendine göre bir yaşantısı vardı, iyileşirdi belki.” Susmam gerekiyordu ama bir aptal gibi ağlıyordum. “Kaybettim her şeyi, ne olacak şimdi?”
“Sana yalvarıyorum,” dediğini işittim bir tek. “Yalvarıyorum, bana bak, gözlerime bak, yalvarıyorum.”
“Bakıyorum.” Onu göremeyecek kadar bulanıktı her yer. Kan kokusu geçmiyordu, midem bulanıyordu, annemin bakışları sanki üzerimdeydi. “Bakıyorum da annem öldü mü benim Tugay? Baktınız mı yaşıyordur belki?” Gözlerim uzağa kaydı. “Meryem'e baktınız mı peki? O yaşıyordur belki. Rol olmasın. Kandırıyorlar bence bizi.” Gözlerimi yatağa çevirdim. “Anne!” diye bağırdım. “Bilerek yapıyorsun şu an, kendine gel!” Kapıya baktım. “Meryem, ablacığım, buradayım.” Başımı iki yana salladım. “Belki de bir umut vardır, öyle değil mi?”
Bu cümlelerin ardından fark ettim kendimi. Bulunduğum yeri. Düştüğüm durumu. Her yerim kandı çünkü yerde çırpınmıştım, ellerim yara içindeydi çünkü zarar vermiştim, Tugay’da izler vardı çünkü ona da zarar vermiştim. Her yerim ağrıyordu, her şey çok silikti ama bir o kadar da canlıydı.
Sustum.
Bu kez sadece sustum.
Ve sadece ağladım. Öyle sessiz sessiz değil, içim içimden çıkana dek ağladım. Nefesim kesilene kadar, kendi benliğimi unutana kadar ağladım. Sonrasında, “Her şeyi kaybediyorum,” dedim dudaklarımı oynatarak. Artık sesim yoktu. “Her şeyi. Bir savaşın ortasında bin yerimden vuruldum, kanamam bile yasak.” Bakışlarımı Tugay'a çevirdim özür diler gibi. “Ayağa kalkacağım söz, sadece birazcık ağlamaya ihtiyacım var.” Etrafa baktım, başımı iki yana salladım. “Ama ağlamak için zaman bile yok.”
“Yapma,” dedi Tugay kısık bir sesle, titriyordu. “Yapma, söylemiştim sana, ailen de olurum senin, ben varım burada, olurum kaybettiğin her şey.”
Korkuyla irkildim. “İstemiyorum,” dedim hıçkıra hıçkıra ağlayarak. “Olma benim ailem yoksa seni de kaybederim.”
Gitmedi, bırakmadı, beni kendisine çektiğinde zor nefes aldığını fark ettim, titriyordu. Ardından yerden yükseldiğimi hissettim, beni kucağına aldı, vücudum artık işlevini kaybediyor gibiydi.
Son duyduğum ise Tugay'ın acımasız cümleleriydi: “Ben değil artık ülkeyi yakmak,” dedi titreyen bir sesle ve öfkeyle. Bu öfkesi daha önce hiç işitmediğim bir öfkeydi. Bu bambaşka bir öfkeydi. “Dünyayı yaksam içim soğumaz çünkü bu içimdeki ateş ölsem sönmeyecek, söndüremeyecekler, benim canımın canını yakanları ben cayır cayır yaksam da bu ateşim bitmeyecek.”
Paragraf Yorumları