logo

36. ZAMANA KARŞI

Views 338 Comments 13

Bir insanın yapacak bir şeyi kalmadığında ilk olarak bakışlarından bunu anlayabilirdiniz. Ben X'in gözlerinin içine baktığım zaman çaresizlikten başka hiçbir şey göremiyordum. Öyle ki Tugay'ın cümlelerinin ardından saniyeler geçmiş, neredeyse bir dakika dolmuştu fakat aynı ifadeyle ona bakmaya devam ediyordu.

Bu yola başladığımda ilk amacım babamdı, sonrasında Tugay'a özgürlüğünü verebilmekti ve zamanla o fütursuz amacım Tugay'ın istekleriyle aynı ölçüde ama bir o kadar da farklı şekillerde gerçekleşmişti. Yaşam özgürlüğünden ziyade, ailemin intikamını alma arzusuna dönüşmüştü bu savaş. Benim elimi tuttuğunda bile gücünü hissettiren babam, saçlarımı sevmekten bile kaçınsa da babamın emaneti olan annem ve hayatının büyük zamanını acılar içinde geçiren kardeşim Meryem.

X'in bakışları yavaşça bana döndüğünde bakışlarındaki çaresizlik bana öylesine keyif veriyordu ki gülümsemeden edemedim. Normalde iğneleyici cümleleri olan X, bu kez beni zaafımdan vurmaya çalışarak, “Babana benzediğini düşünüyor musun?” diye sordu, kısık bir sesle. Hiddet, başkaldırı, üstünlük... Hepsi uçup gitmişti çünkü köşeye sıkışmıştı.

“Gün gelecek, babam hakkında konuşurken bile benden izin alman gereken zamanlar gelecek,” dediğimde Tugay'ın bir adım gerisinden öne doğru çıktım. “O zamana kadar istediğin kadar konuşabilirsin.”

“Hayır,” dedi X hızlı bir şekilde. “Sahiden soruyorum sana Avukat Eftalya Atalar.” Avukatı bilerek vurgulamıştı. “Babana benzediğini düşünüyor musun?” Bir cevap vermeyeceğimi anladığında hızlı bir şekilde devam etti. “Eğer düşünüyorsan yanılıyorsun, senin babanla uzaktan yakından alakan bile yok.” Yutkunduğumda yüzümdeki gülümsemeye darbe indirmemesi için çaba sarf ediyordum fakat bu oldukça zordu. “Onunla yollarımı ayırmamın tek nedeni, ahlakı, dürüstlüğü ve adaleti savunmaktan bir an bile vazgeçmemesiydi. Ülkeyi yakabilecekken ve buna gücü varken geri durup ülkeyi kurtarmak için bir çaba sarf etti kendi çapında.” Babam hakkında daha fazla konuşmasını istemiyordum ama onu durdurmadım. “Ve mutsuz son.” Elini boynuna götürüp kesiyormuş gibi bir hareket yaptı. “O öldürüldü.”

Yüzümü buruşturduğumda, “Babam öldürülmedi,” dediğimde iç sesim, sen öldürdün ya onu diyordu. “O onuruyla ölmeyi tercih etti.”

X'in karşı çıkmasını bekledim fakat o, “Doğru,” dedi. “Onuruyla öldü.” Çenesiyle beni işaret etti. “İşte tam olarak bu noktada birbirinizden ayrılıyorsunuz, sen onurunla ölemeyeceksin Eftalya Atalar.” Tugay'ın vücudu kasıldığında sol elimle onun bileğini tutup çektim, ne duymam gerekiyorsa onları ben duyacaktım. “Ve bil diye söylüyorum…” Vücudunu hareket ettirmeden, başını öne doğru eğdi, kısık sesle devam etti. “Sen çoktan kaybettin çünkü yapayalnızsın.” X'in cümlelerinin canımı yakacağını düşünmezdim ama kalbimde derin bir sızı hissettim. “Baban öldü, annen öldü, kardeşin öldü. Avukattın, tutkuyla bağlıydın fakat şimdi bir katilden başka hiçbir şey değilsin. Bir daha istesen de avukat olamayacaksın. Krallık her şeyi senin elinden aldı. Yanında üçüncü sınıf bir koruma, psikopat bir katilden başka hiçbir şey kalmadı.” Parmağını şaklattı. “Bunu kazanç olarak görüyorsan kutlamaya devam et ama ben buradan bakınca kaybetmiş bir kadından başka hiçbir şey göremiyorum.”

Çenem kasıldığında kendimden beklemezken öne doğru atıldım ve birkaç saniye içerisinde X'in boğazı parmaklarımın arasındaydı. Tırnaklarımı tenine geçirirken nefesini kesmek için bütün gücümü veriyordum. X'in gözleri kocaman açıldığında arkasındaki korumalar silahlarını bu kez bana yönlendirdiler ama hiçbirisi umurumda bile değildi.

İşte tam o an nasıl da değiştiğimi gördüm. Aylar önce birisinin boğazını sıkmayı düşünmezken şimdi çok kolay bir şekilde onun nefesini kesebileceğime inanıyordum. Öyle ki bunu istiyordum da.

X çırpınmadı bile. Elleri aşağıda sallanıyordu. Belki de hareket etse diğerlerinin dahil olacağını düşünüyordu fakat içimden bir ses bana karşı gelmek istemediğini söylüyordu. Sanki merak ediyordu, ne yapacağımı. Gerçekten bunu yapıp yapamayacağımı. Belki de planlar dahilinde bunu yapıp her şeyi bozmayacağımı düşünüyordu ama gözüm öyle bir dönmüştü ki parmaklarım daha fazla sıkılaştı.

“Ben,” dedim kelimenin üzerine basa basa. “Kaybettiklerimi inkâr etmedim hiçbir zaman.” X'in gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. “Sadece işimi kaybetmedim, ailemi kaybetmedim. Korkularımı kaybettim, masumiyeti kaybettim, çoğu zaman merhamet duygumu kaybettim, bazen adalet duygusunun ne olduğunu unuttum. Benden aldıklarınız birçok şey götürdü ama geriye ne kaldı biliyor musun?” Tırnaklarım öyle derine batıyordu ki X'in dudaklarının arasından bir inleme sesi döküldü. “Bu kadar şeyi kaybeden o kadının gücü. Ben kaybetmişken de savaşıp kazanabiliyorum hâlâ fakat sen kaybetmediğini düşünüyorken bile benim ayağımın altında ezilebiliyorsun. En korkman gereken de bu değil mi? Her şeyini kaybettiğini düşündüğün insandan kork çünkü ben babamın merhametini kaybetmiş haliyim.”

Onu sertçe iteklediğimde sırtı bilardo masasına çarptı. Eli boynuna doğru gittiğinde kısık bir sesle öksürdü ve hafifçe öne doğru eğildi. Arkamda kalanların ne düşündüğünü bilmiyordum, tek istediğim onu öldürmekti. Bir an bile gözümü kırpmadan onu öldürebilirdim. Hem annem için hem Meryem için hem de babam için.

X öksürüklerinin arasından gülerek, “Fakat hâlâ zaaflarınız var öyle değil mi?” diye sordu Tugay'a bakarak. “Birbirinize gönülden bağlısınız, çok duygulanıyorum.”

“Ne boş yaptın ya,” dedi Marco arkamızdan bıkkın bir nefes vererek. “Salaklığınla yüzleşmeni mi dinleyeceğiz biz?”

X bu kez gözlerini Marco'ya çevirdi. “Senin de zaafların var,” dedi hiç düşünmeden. Giray'a döndüğünde dudakları aralandı fakat sonra acıyan gözlerle ondan bakışlarını kaçırdı. Binlerce cümle kursa daha az acı verirdi, bunu biliyordum.

“Sizinle aramızdaki tek fark benim duyguları önemsemiyor oluşum,” dedi X duruşunu dikleştirerek. “Fakat siz, hepiniz…” Tiksinir gibi nefesini verdi. “Bazı duygular için her şeyden vazgeçebilirsiniz. İşte o duygular bir gün sizi bitirecek.” Tugay'a gözlerini dikti. “Aşk,” dedi kelimenin üzerine basa basa. “Kardeşlik. Bu ikisi bir gün seni bitirecek. Gün gelecek,” çenesini havaya kaldırdı, “senin bana yalvarmanı sağlayacağım.”

Bakışlarımı yavaşça Tugay'a çevirdiğimde benim gibi bir tepki vermesini bekledim fakat o çok uzun bir süre X'in yüzüne baktı. Gözlerini kırpmıyordu bile. “O halde acınacak haldesin,” dedi Tugay net bir sesle. “Çünkü bu şekilde bile sen hiçbir şeysin ve ben Tugay Demir Çeviker'im.” Başını omzuna doğru yatırdığında korkutucu bir tebessüm dudaklarındaydı. “Ayrıca zaaflarım için itibarımı ayaklarımın altına alırım, bir an bile gocunmam fakat sen o zaaflarımı da elimden alırsan dönüşeceğim insanı hiç kimse kaldıramaz.” Kaşlarını kaldırdı. “İşte tam da bu yüzden, senin için, Krallık'ın için, hatta bu dünya için…” Beni belimden tutup kendine çekti. “Benim kalbimdeki merhamete, sevgiye ve bağlılığa dokunmamalısın.” X yutkunduğunda dudaklarını birbirine bastırdı. “Anlıyorsun değil mi beni?”

X, bir bana, bir Tugay'a baktıktan sonra bakışlarından anlamsız bir ifade geçti ve sonrasında gözleri arkamıza doğru kaydı. Herkesin yüzünü tek tek inceledikten sonra başını silik bir şekilde iki yana salladı. O an gördüm, aramızdaki en büyük fark onun gerçekten kötü birisi olduğuydu ve bizim bütün yaşadıklarımız ve yaşattıklarımıza rağmen hâlâ iyi insanı yaşatmaya devam ettiğimizdi.

“Tamam,” dedi dik bir duruşa geçerek. “Teklifini kabul ediyorum.”

“E zaten,” dedi Marco yine bıkkın bir sesle.

“Ses kaydını basına servis etmenize gerek yok, ben çıkıp açıklama yapacağım.”

Tugay alayla güldü ve belimdeki eli yavaşça omzuma çıktıktan sonra parmakları saçlarımda gezindi. “Değil mi?” dedi aşağılayarak. “Sen bunu söyleyeceksin, ılımlı ve barış yanlısı adam olacaksın, biz ise boyun eğen bir topluluk.” Bir kez daha güldüğünde bakışları bana döndü. “Duyuyor musun, güzelim? X kendini çok akıllı sanıyor.” Bana baktığında Tugay'ın kaşları havalandı. “Acaba bu akşam ne yemek yesek? Ben biraz acıktım da. X'in aptallığı bende açlık yaptı.”

X ağzından büyük bir nefes verdi. “Ne istiyorsun?”

Tugay bana bakarken yüzündeki gülümseme sevecen bir hal aldı ama konuştuğu kişi X'di. “Ses kaydını halka servis edeceksin, aynı şekilde. Tabii kendi kendine delirmelerini çıkarabilirsin fakat herkes bu teklifi bizim yaptığımızı bilecek. Sonrasında da çıkıp bir konuşma yapacak, bütün muhalefet liderlerini ülkeye yeniden davet edeceksin.” Parmaklarının arasına saçlarımı alıp gözlerini kıstı. “İstersen sana bir konuşma metni gönderebilirim, beceremeyeceksen eğer.”

X öfkeyle nefesini verdikten sonra, “Başka bir emrin var mı?” diye sordu.

“Var,” dedi Tugay bana bakarak. “Konuşmayı, Tugay Demir Çeviker'in mahkûm olduğunda bile tek özgürlüğü Sevgili Avukat'ıymış bu yüzden hücreler, hapishaneler ama işkenceler bile onu korkutmuyormuş diye bitirebilirsin. Bu kadar laf arasında Avukat’ıma olan sonsuz aşkımdan bahsetmezsem kendimi eksik hissederim.”

Kalbim teklediğinde dakikalar sonra ben de ona gülümseyerek baktım, Tugay ise şakağımdan öptü ve bakışlarını X'e çevirdi. Aralarında kısa süreli bir bakışma geçtikten sonra X ağzının içinde, “Siktirin gidin,” diye mırıldandı.

“Çok kırıcısın ama,” dedi Marco arkamızdan. “Arkamızdan su dökmeyecek misin X ama salak olanından?”

“Siktir git,” dedi X bir kez daha. Marco gülmeye başladığında Tugay da güldü ve sonrasında başını sallayarak belimdeki elini aşağıya indirdi. Sol elini uzattığında tutmamı bekledi. Protez olan elini sıkıca tuttuğumda X'in yüzüne bir daha bakmadan arkamı ona döndüm.

“Sadece bir şeyi merak ediyorum,” dedi X dayanamayarak. “Sahiden bütün bunların sonunda eğer siz kazanırsanız ne yapacaksınız?” Adımlarım bıçak gibi kesildiğinde gözlerim dış kapıdaydı fakat X'in sorusuna hazırlıksızdım. “Çünkü Avukat Eftalya Atalar da bilir ki babası ne olursa olsun adalet uğruna öldü. Onun kızına kaçmak pek yakışmaz.”

Yutkunduğumda Tugay'ın da bu soruya vermek istediği bir cevap olmamıştı ki adımlarını kapıya doğru yönlendirdi ve beni de kendisiyle beraber yürüttü. O an ikimizin de aklından geçenler aynı şeylerdi. Peki ya sonra? Kaçmak ne Tugay Demir Çeviker'e ne de bana yakışırdı. O kadar ölüm, o kadar savaş, o kadar can, o kadar adaletsizlikle hayatımıza devam edebilecek miydik? Bu nasıl gerçekleşecekti?

“Giray,” diye bir ses işittim. Bu Defne'ye aitti. Seslenmeden ziyade sanki ağzının içinde onun adını söylüyordu, bir kez daha göz göze gelmek istiyormuşçasına. Fakat Giray bunu duyduysa bile daha hızlı adımlarla önümüzden geçtiğinde ve dış kapıyı açıp çıktığında hemen yanında Marco da vardı.

Temiz hava bize kucak açtığında sanki dakikalardır tuttuğum nefesimi dışarıya verdim ve gözlerimi gökyüzüne doğru çevirdim. Derin nefeslerle göğüs kafesim kalkıp inerken X'in söylediği cümlelerin ağırlığını hissedebiliyordum, bir tokat etkisi yaratmıştı fakat ben o tokadı ne kadar hissedersem hissedeyim yansıtmama taraftarıydım.

Babam her neredeyse, beni görüyorsa, beni duyuyorsa ne düşünüyordu bilmiyordum. Doğru yolda mıydım yoksa tamamen yanlışa mı batmıştım artık emin değildim. O mektubunda bana annemi ve kardeşimi emanet etmişti fakat onları kaybetmiştim. O olsaydı, bu kadar masum canın da bu savaş uğruna yok olmasına izin verir miydi? Vermezdi, biliyordum.

Adımlarım hızlandığında Tugay düşüncelerimi duyuyormuş gibi, “Yapma,” diye mırıldandı, o mırıldanış beni gökyüzünün karanlığından çekip çıkardı ve bakışlarımın ona dönmesine neden oldu. Ela gözleri kendinden emin bir şekilde bana bakarken hissettiğimi hissetmesi... Sırtımdaki yüklerin yarısını sanki benden almıştı. “Yalnız değildin,” dedi. “Hiç olmadın, hiç olmayacaksın.” İki kelime kurdu ama birçok insanı hayata geri döndürebilecek o sihirli cümleydi. “Ben varım,” dedi hiç şüphe etmeden. “Bir baba, bir anne, bir kardeş gibi değil; son nefesime kadar senin mahkûmun olarak kalacak bir adam olarak buradayım.”

Başımı iki yana salladığımda, “Yalnız olmadığımı biliyorum,” diye fısıldadım. “Tek korkum...” Sustum, başka hiçbir şey söyleyemedim.

Devam etmemi bekledi ama tek bir kelime daha söyleyemedim. Sabırla bekledi fakat hiçbir şekilde devam edemediğimi fark ettiğinde, “Keşke sustuklarını da bilebilsem,” dedi ağzının içinde ve önüne doğru döndü. “Bu çok çaresiz hissettiriyor, kendimi suçlamama neden oluyor.”

“Hayır,” dedim karşı gelerek. “Ben sadece...”

Cümlemi yarıda kesen Tugay değildi. “Giray,” diye bir ses duyuldu ardımızdan. Bu ses, cümlelerin boğazıma dizilmesine neden olmuştu.

Bu sesi elbette ki hepimiz tanıyorduk fakat peşimizden geleceğini hiçbirimiz hesaba katmamıştık. Hesaba katmamak bir yana dursun, cesareti takdir edilesiydi. Dördümüzün de adımları bıçak gibi kesildiğinde gözlerim yavaşça Tugay'a kaydı. Çenesi kasıldığında onu yok etme gücünü elinde bulundurmadığını anlayabiliyordum; ikizinin gerçekleştirmesini istediği bir kumardı.

“Giray,” dedi bir kez daha. Defne'nin sesi ne öfke doluydu ne kin ne de nefret. Tamamen hissizdi, öylesine bir arkadaşına sesleniyormuş gibi. Bakışlarım Tugay'dan ayrılıp Giray'a kaydığında onun yanındaki Marco'nun kısık bir sesle küfür ettiğini işittim.

Dördümüzden ilk arkasına dönüp bakan Giray oldu, onun ardından biz de peş peşe baktığımızda köşkün önünde tek başına duran kişi Defne'ydi; köşkün içinden ise silah sesleri geliyordu. Büyük ihtimal X, adamlarından hıncını alıyordu.

Defne sol elinde bir silah tutmuş, Giray'a doğrultuyordu. Diğer elinde ise küçük bir çanta vardı. Ama bunların arasında benim dikkatimi çeken sanki dalga geçiyormuşçasına ellerine BL eldivenlerini geçirmesiydi. Kendisine ait olan o eldivenleri sanki Giray'a bir şey kanıtlamak istiyormuşçasına takmıştı.

Giray'ın gözlerinde de ne korku vardı ne sevgi ne de bir kaçma arzusu. Öyle ki sanki dudakları birazdan tebessüm edecekmiş gibi gergin görünüyordu. Ya harika maske takabiliyordu ya da Defne artık onun için önemsiz birisinden ibaretti. Tam da düşündüğüm gibi gülümsediğinde, aşağılayıcı tebessümü beni bile alaşağı etti. Biz sadece X ile bir savaş içerisindeydik, Giray'ın savaşları bizden çok daha fazlaydı.

Defne, o gülümsemeyi görmezden geldiğinde öne doğru birkaç adım attı ve aramızdaki mesafeyi aza indirgedi. “Sadece,” dedi düz bir sesle. “Konuşmak istiyorum seninle. Çünkü en son sen konuşmuştun ve ben genel anlamda dinleyiciydim.”

Giray ellerini ceplerine yerleştirdiğinde çenesini havaya kaldırdı. “Hayır,” dedi tek nefeste.

Defne, Giray'ın bu cevabına bile neden hâlâ şaşırabiliyordu? Giray, Defne'ye ne kadar sevgisini verdiyse kendini o kadar vazgeçilmez sanıyor olmalıydı ama ihanet, sevgiyi bile alt edebilirdi. Aşkı ise öldürürdü.

Öyleydi değil miydi?

Defne'nin kaşları silik bir şekilde çatıldığında tehdit etmesini bekledim fakat o birkaç adım daha atıp, “Bu sadece ertelemek olur,” dedi ucu açık bir yanıtla. “Çünkü ikimiz de biliyoruz ki biz bir kez daha yüzleşeceğiz, öyle değil mi? Şimdi tam zamanı.”

Giray yüzünü buruşturdu. “Yeterince yüzleştim,” dedi net bir sesle. “Tek bir yüzünle de değil üstelik.” Çenesiyle Defne'yi işaret etti. “Ve İngiltere'deyken sen de konuştun, gereken her şeyi söyledin. O defter kapandı, yeni cümleler yazamazsın artık.”

Defne biraz daha yaklaştığında aralarında neredeyse bir adımlık bir mesafe vardı, silah ise Giray'ın göğüs kafesine denk geliyordu. O silahı indirmedi, Giray ise silahtan kaçmadı. Onu öldüremeyeceğinden neredeyse hepimiz emindik çünkü bu X'i bitirirdi fakat Defne, X'i o an düşünmezse...

“Beni bir kez daha gördüğünde öldüreceğini düşünüyordum,” dediğinde Defne'nin bakışları Giray'dan bir an bile olsun ayrılmıyordu. BL Örgütündeyken daima kısa kestiği saçları şimdi omuzlarına doğru geliyordu. Gözleri ise eskisi kadar hevesli değildi, aksine bıkkın bir havası vardı. “Fakat bunu yapmadın. Demek ki hâlâ konuşacak bir şeylerimiz var, öyle değil mi?”

Giray dilini damağına vurup, “Yok,” dedi keskin bir sesle. “Daha güzel bir güne erteledim.” Bu kez adım atan Giray'dı, silah tam kalbinin üzerine yaslıydı. “Dolunayın olduğu ve yağmurun yağdığı bir gün gerçekleşmesini istiyorum senin ölümünün.” Defne yutkundu ve bakışları birkaç saniye bize döndü ama Giray gözlerini ondan ayırmıyordu. “Utanırım mı sandın?” diye sordu aşağılayarak. “Sana seni seviyorum dediğim gün dolunay vardı, seni ilk öptüğüm gün yağmur yağıyordu, hatırlıyor musun Defne?” Defne hareket dahi etmedi. “Şimdi öyle gelişigüzel kaybedemezsin, bana yalandan tattırdığın o güzel günler gibi bir gün kaybetmen gerekir senin. Çünkü güzel anıları hatırlayıp aptal gibi hissetmektense o güzel anıların üzerini çizersem aptallığımdan arınabilirim.” Defne gözlerini bile kaçırmadı. “Söylesene Defne,” dedi biraz daha yaklaşıp. Defne yarım adım geriledi. “Yapamaz diye mi düşünüyorsun yine?” Biraz daha yaklaştığında Defne'nin elinde duran silah titremeye başladı. “Baksana bana, hâlâ o aptal adam mıyım sence?”

“Giray,” dedi Marco arka taraftan. “Gidelim, zaman kaybediyorsun.”

“Yeterince kaybetmemişim gibi,” dedi Giray, Defne'nin yüzüne bakarak. “Neyin yüzleşmesini istiyorsun benden? Yoksa içini mi rahatlatacaksın?”

Tugay derin bir nefes verdiğinde gözlerim ona döndü, o da aynı anda baktı. Keşke aklından geçenleri duyabilseydim fakat sıktığı çenesinden tek anladığım Defne'ye duyduğu yoğun öfkeydi.

“Ben,” dedi Defne ve sonrasında gözlerini birkaç saniye kapatıp açtı. “Ben kötü birisi değilim.” Giray gülmeye başladığında kahkahası kulaklarımıza doldu. “Ve sen,” boğuk bir nefes verdi, “artık görüyorum, eskisi gibi bakmıyorsun bana.”

“Sen,” dedi kahkahasının arasından. “Nasıl da rol yapamıyormuşsun aslında. Ben körmüşüm, şu an fark ediyorum.”

“Ben kötü biri değilim,” dedi bir kez daha Defne üstüne basa basa ve bakışları bize döndü. “Bizden kimseye zarar vermedim.” Biz. Gözleri direkt beni buldu. “O evin içinde Meryem'i öldüren kişinin ben olduğumu düşünüyorsan ya da bundan haberim olduğunu...”

“Düşünmüyorum,” dedim tek nefeste. “Eğer bunu düşünseydim emin ol tek parça olmazdın, Defne.” Meryem öldüğü zaman Defne bizim yanımızdaydı; her şey bir yana, Defne'nin bunu yapmayacağını bakışlarından bile anlıyordum. Yalancıydı, ihanet etmişti ama ne olursa olsun bir çocuğa zarar veremeyeceğini anlamıştım çünkü onun Meryem'e bakışlarını görmüştüm. “Fakat senin bunu yapan insanların yanında olman bile birçok şeyi değiştirir.”

Defne afalladı. “Ben,” dedi yeniden. “Kimsenin canına zarar vermedim, o güne kadar kimsenin sırrını ifşa etmedim...” Giray gülmeye devam ediyordu, Defne ona baktı ve dişlerini sıktı. “Senelerce BL'ye hizmet ettim, tek bir hatam oldu mu?” Soruyu sorarken o kadar gerçekçiydi ki neredeyse inanacaktım. “Ben mutlak sadakatle BL'ye bağlıydım.” Gözleri Tugay'a döndü. “Ta ki gözden çıkarılan ilk kişi olana kadar. O güne kadar kimseye zarar vermemiştim ama o günden sonra Eftalya'ya...” Gözlerini kapatıp açtı. “Ben siz tarafından hiç kabullenilmedim, hiçbiriniz bana güvenmediniz, hiçbir zarar vermediğim halde...”

“Bana zarar verdin!” diye bağırdı Giray bir anda gür bir sesle. “Bana verdin lan sen zararı! Sikerim örgütünü, bana yaptın lan sen ne yaptıysan. Yapmadım diyebilecek misin? Diyemezsin, yaptın çünkü.”

Defne bakışlarını yeniden Giray'a çevirdiğinde savaşının BL Örgütüyle değil, aslında Giray'la olduğunu sanki o an anlamış gibiydi. Yapmadım diyemedi, ihanetinden bir adım bile geri atmadı. Bir hikâyesi vardı elbet biliyordum ama doğru olan da tek bir şey vardı: O gerçekten Giray'a ihanet etmişti. Şu an pişman olsa bile ki gözlerinde pişmanlık yoktu, bu affedilemezdi. Çünkü ihaneti BL Örgütünden önce Giray'aydı.

Giray bir anda göğüs kafesine yaslı olan silahın ucunu tuttu ve çevirdiğinde Defne'nin elinden silah kayıp gitti, dudaklarından tiz bir çığlık koptu. Giray sol eliyle sıkıca tuttuğu silahı havaya kaldırıp Defne'nin kalbine değil, alnına yasladı. Bu sanki bir kalbi olmadığını göstermek istiyormuş gibiydi.

“Şu siktiğimin silahını tutmayı bile sana ben öğrettim, sen geldin namluyu bana çevirdin, her anlamda üstelik. Birini öldürmek mi zarar sadece? Beni kandırdın lan sen.” Namluyu daha fazla bastırdı. “Beni artık sevmediğini söylesen bile kötülük demezdim buna, herkes herkesi sevemez elbet. Sen beni hiç sevmemişsin ama sevdiğine inandırmışsın. Öyle bir inandırmışsın ki beni sevmediğini söylediğinde bile kendi içimde seni aklamak için nedenler bulmaya çalıştım. Bir insan bu kadar rol yapamazdı çünkü sen yaptın, çekip öldürsen beni bu kadar zararın dokunmazdı, gururunla bir iş başarırdın, sen gururunu da kendini de bizi de her şeyi yok ettin.” Giray'ın dudaklarından nefret dökülüyordu. “Ve ben bunu hak edecek hiçbir şey yapmadım.”

“Bunu...”

“Bunu hak edecek hiçbir şey yapmadım,” dedi Giray bir kez daha emin olmak için fakat sonrasında kısık bir sesle o soruyu sordu. “Yaptım mı Defne? Bir yalanla kandırılmayı hak edecek bir şey yaptım mı sana? Sana yetmeyen hiçbir şey kalmasın diye ben kendimden her şeyi verdim, vermedim mi?”

Defne'nin istediği o yüzleşme asıl şimdi gerçekleşiyordu.

“Sevmiyorum deseydin,” dedi Giray kollarını iki yana açarak. “Ne tuttu seni? Sevmediğin halde ne tuttu seni benim yanımda? Madem kimseye zarar vermek istemiyordun niye o kadar gece benimle uyudun, beni öptün, benimle üzüldün, benimle güldün? Neyin acısını çıkardın benden? Neyin intikamını aldın? Canın mı sıkılıyordu?” Dişlerini sıkarak devam etti ve işaretparmağıyla Defne'yi göğüs kafesinden itekledi. “O kalbinde bir başkası varken benimle bütün o günleri nasıl yaşadın asıl sen? Aldatmak bunun adı. Asıl sen kendine,” aşağılayarak Defne'ye baktı, “asıl sen kendine bunu nasıl yakıştırdın ulan? Ben seni tanıdığımda bu kadın değildin.” Alayla nefesini verdi. “Ya da hep bu kadındın, her şey bir plandan ibaretti.”

Defne, Giray'ın gözlerinin içine bakarken onun ne düşündüğünü asla çözemiyordum. “Sen de beni sevmedin,” dedi bir anda Defne. “Sevdiğini sandın.”

Giray birkaç saniye şaşkınlıkla ona baktı ve sonrasında, “Ben seni o kadar çok sevdim ki,” dedi tek nefeste. “O gün ölsen ikizimi öldürecektim, gözümü bile kırpmadan.” Başını iki yana salladı. “Sikeyim ya,” dedi keskin bir nefes verdikten sonra. “Durdum burada sana cevap veriyorum, art arda sıralanan yalanlarını dinliyorum.” Geriye doğru yarım adım attı. “Bizi sadece sevdiklerimiz aldatabilir ve bize sadece sevdiklerimiz ihanet edebilir,” dedi tek nefeste. “Ve ihanet öyle bir duygu ki dönüp dolaşıp hâlâ bir cevap bulmak istersin çünkü bir nedeni olması gerekir. Senden geriye kalan ne sevgi ne aşk ne de merhamet. Senden geriye kalan sadece bu sorular, başka hiçbir şey değil. Şimdi de görüyorum ki senin nedenlerin bile yalandan ibaret, dinlemeye bile değmezsin.”

Silahı aşağıya indirdi, arkasını dönüp bize doğru yürümek istediğinde Defne bir anda kolunu tuttu ve Giray elektrik çarpmış gibi geriye çekilip kolunu ondan kurtardı. “Sana şu saatten sonra neden yalan söyleyeceğim ki?” diye sordu Defne. “Ne kazanacağım?”

“Canını,” dedi Giray.

Defne gülümsedi, mutluluktan uzaktı. “Beni hiçbir zaman öldüremeyeceksin, Giray. Bunu ikimiz de biliyoruz.”

Giray da gülümsediğinde çenesini havaya kaldırdı. “Seni hâlâ sevdiğimi düşünmüyorsun değil mi Defne?”

“Hayır,” dedi Defne hızlı bir şekilde. “Beni sevmiyorsun ama beni öldüremeyeceksin de çünkü seni tanıyorum.” Biraz daha yaklaştığında aralarındaki mesafe ufalmıştı. “İhanet ettim, aldattım, bir yalana inandırdım belki de ama bunların dışında biz seninle birçok şey paylaştık. Eline silahı alsan bile o günler hatırına beni öldüremezsin. Öldürürüm mü diyeceksin?” Defne bir anda Giray'ın elindeki silahı kaldırdı ve bu kez namluyu kalbine doğru tuttu. Eli, Giray'ın elinin üzerindeydi. “Dolunayı ya da yağmuru beklemene gerek yok çünkü bu ertelemektir. Zaman ise öfkeni söndürür, asla bunu gerçekleştiremezsin. Şimdi öldür beni, hemen.”

Giray, bir Defne'nin yüzüne bir silaha bakarken ikilemde kalmış gibi değildi de Defne'nin cesaretine şaşırmış gibiydi. “Kendini kandırıyorsun,” diye fısıldadı Giray. “Belki de seni öyle kolay yok etmek istemiyorumdur, almam gereken intikamlarım vardır.”

Defne gülümsedi. “Kardeşimin saatine bomba koymak gibi değil mi?” Sesinde kırgınlık vardı. “Beni sevmedin sen, sevsen bile hiçbir zaman güvenmedin. Hep bir adım gerideydim, hep şüphe içerisindeydin. Öyle ki o saatin içine bir bomba yerleştirdin. Ne zaman yaptın bunu?” Gözlerini kıstı. “Ben söyleyeyim, vurulduğum zaman. Bir ihtimal hep vardı senin için. O ihtimalle önlemler aldın.”

Giray, Defne'yi dinlerken kaskatı kesilmişti ama yüzünde hâlâ sevginin tek bir tohumu bile yoktu. “Ne istiyorsun Defne?” diye sordu Giray bıkkın bir sesle, ardından silahı aşağıya doğru indirdi fakat elinde tutmaya da devam etti. “Neyin peşindesin yine?”

Defne yutkunduğunda, “Beni zaafımdan vurdun,” dedi.

Giray alayla güldü. “Ne istiyorsun?” dedi bir kez daha. “Yoksa sevgilinle kurduğunuz bir oyun mu bu?”

Defne gözlerini kapattı ve geri açtığında kısık bir sesle, “Ölümden korkmuyorum,” dedi. “Sadece,” derin bir nefes verdi, “yüzleşmeden ziyade, benden nefret etsen dahi sana veda etmek istedim çünkü senin düşündüğünün aksine ben senden hiçbir zaman nefret etmedim.”

Giray ikilemde kalmış gibi ona bakarken, “Gerçekten,” dedi tek nefeste. “O kadar şeye rağmen öylece bir veda mı etmek istiyorsun?” Defne başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. “Biliyor musun?” dedi Giray da kısık bir sesle. “Öldürmeye çalışsan, savaşsan ya da aptal olduğumu söylesen daha iyiydi. Çünkü bunlar da bir duygu belirtisi ama sen şimdi öylece bir veda etmek istediğini söylüyorsun, bu bile zerre sevmediğini gösterir çünkü ihanette vedanın bile olmayacağına kavrayamamışsın.”

“Bu ikimiz için de en doğrusu olacak çünkü,” dedi Defne tek nefeste. “Diğer türlü özgür bırakmayacaksın beni ve bir ip üzerinde yürüyorum. Şu an bunu yapmazsam belki de hiçbir zaman yapamazdım, anlıyor musun? Benden nefret et, umurumda değil. Kin duy, intikam almak iste, bunlar da umurumda değil. Ben hiçbirine karşılık vermeyeceğim ve sen veda etmesen bile sana veda edeceğim.”

“Vicdan,” dedim kısık bir sesle. “Defne vicdan azabı çekiyor.” Tugay'ın gözleri bana döndüğünde bakışlarımız birçok şeyi anlatıyordu. “Çünkü kalbinin bir yerlerinde hâlâ iyi bir insan olduğuna inanıyor.”

Tugay çok kısa bir süre düşündüğünde Marco, “Bu hayattaki en büyük silah da merhamettir,” dedi. “Giray'ın merhametine oynuyor çünkü artık eskisi gibi sevilmediğinin farkında.”

Defne yaptıklarını öyle basit bir şekilde dile getiriyordu ki ben bile neredeyse ona üzülecektim.

Giray sessiz kaldı ve Defne'nin yüzüne bakmaya devam etti, Defne ise başını önüne eğdiğinde omuzları birkaç kez kalkıp indi. Sonrasında bakışları arkasına döndüğünde yalıya doğru baktı. Her ne düşünüyorsa bu düşündüğü onu ya yok edecekti ya da yeniden var edecekti, bunu görebiliyordum.

Yeniden Giray'a döndüğünde kolundaki bez çantayı Giray'a uzattı; Giray, geriye doğru savunma yaparak gittiğinde Defne çaresizlikle güldü. “Sadece sana arkadaş olduğumuz zamanki hediyenle veda etmek istedim,” dediğinde sesi titredi. Çantayı açıp Giray'a gösterdiğinde Giray'ın kaşları çatıldı. “Bu kitabı bana arkadaş olduğumuzda vermiştin, notla beraber. Aslında her şeyin başlangıcıydı. İlk okuduğumda sana benzetmiştim baş karakteri...”

“Aslında sana benziyor,” dedi Giray tek nefeste. “Baştan aşağı hem de. Geç fark ettim ben de. Kaderin cilvesi, seneler önce aslında bana bir şeyler gösterilmiş.”

“Olabilir.” Defne ikileme bile düşmedi. “Sayfa kırk üçte geçen cümleleri ben de okuduğumda aynısını düşündüm fakat bu kitabı sana verme nedenim, yeniden okuman için değil elbette. Biz arkadaşken en masum halimdeydim, o masum halimi sana bırakmak istiyorum.” Bez çantayı Giray'a uzattı. “Kitabın içinde bir mektup da var, dilediğin zaman okuyabilirsin.”

Giray çok kısa bir süre düşündü ve sonrasında gülerek bez çantayı aldığında elini içine daldırdı. “Bir bomba da bunun içinde mi yoksa?” diye sordu tek nefeste.

“Bomba senin işin,” diye karşılık verdi Defne. “Ben bunu yapmam, tarzım değil.”

Giray çantanın içinden kitabı çıkardığında zarar gelmesin diye deriyle kaplandığını gördüm ama hangi kitap olduğu ön tarafın kesik olan yerinden görünüyordu.

Albert Camus, Yabancı.

Ölüm cezasına çarptırılan bir mahkûmu anlatıyordu fakat bu mahkûm, umursamaz, sersefil bir adamdı. Öyle ki kitap, “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum,” diye başlıyordu. Bu cümleye bakıldığında karakterin acıdan dolayı böyle hissettiğini düşünebilirdik ama içine girdikçe o umursamaz, içinde cehennemi yaşatan adamı görebiliyorduk.

Defne ise bu kitabı Giray'a vererek sanki kendi gerçek yüzünü ona sunmak istiyor, bir yandan da en masum halini ona emanet ediyordu.

Defne hiçbir şey söylemeden geriye doğru adımladığında bakışları bize döndü ve bir şey söyleme zahmetine bile girmeden yeniden Giray'a baktı. “Hoşça kal,” dedi gerçek bir vedayı gerçekleştiriyormuş gibi. “Ve ben,” yutkunduğunda çenesini aşağıya indirdi, “özür dilerim, her şey adına.”

Bir cevap vermesini bile beklemeden dönüp yalıya doğru yürümeye başladığında Giray'ın zaten cevap vermeyeceğini bakışlarından anlamıştım. Gözleri Defne'nin sırtındayken bir elinde o bez çanta, bir elinde silah öylece kaldı.

“Bu neydi şimdi amına koyayım?” dedi Marco sert bir sesle ve sonrasında bez çantaya doğru yürüdü. “Neyin peşinde bu?”

Giray hâlâ Defne'nin gittiği yöne bakarken, “Vicdanını rahatlattı,” dedi dudaklarının arasından. “Benim de merhametime oynadı.” Duraksadı ve bakışları yardım istermiş gibi Tugay'a döndü. “Öyle değil mi? Başka açıklaması olamaz bunun.”

Soruyu sorarken sesinde dikkatimi çeken o merhametli adamdı. Keskin bir bıçak darbesiyle Defne'ye olan aşkını öldürmüştü fakat geride kalan alışkanlıklar, paylaşımlar ve inançlar Giray'a merhamet olarak geri dönüyordu.

Tugay benim yanımdan ayrılıp Giray'ın yanına gittiğinde tam karşısında durdu ve sonrasında başını yavaşça iki yana salladıktan sonra, “Onun ne düşündüğü umurumda bile değil, kardeşim,” dedi içten bir sesle. “Önemli olan senin ne düşündüğün.”

Giray yutkunduğunda kaşları çatıldı. Merhamet duymuş olmak Giray'ın kendisine öfkelenmesine neden oldu, bunu görebiliyordum. Marco'yla bakışlarımız kesiştiğinde Giray'a karşı duyduğu sevgi, Defne'den daha çok nefret etmesine neden oluyordu.

Giray'ın dudakları aralandı, ardından geri kapattığında başını önüne doğru eğdi. Yeniden kaldırdığında ise Tugay'a büyük bir ihtiyaçla, “Eve döndüğümüzde,” dedi, “benimle birkaç bira içer misin? Eski günlerdeki gibi.” Gözlerindeki saf sevgi, bağlılık ve bir o kadar da ihtiyaç Tugay'da da olduğunda sanki aynı iki adam birbirini izliyordu. Sanki bir ayna vardı.

Tugay elini kaldırıp Giray'ın ensesine koyduğunda şefkatli gülümsemesiyle birlikte, “Ben sana,” dedi içten bir sesle. “Hiç canım için, kanım için, her şey için teşekkür ettim mi?”

“Evet,” dedi Giray. “Onlarca kez.”

“Peki ben sana,” dedi Tugay bu kez tek nefeste. “Senin için canımı bile verebileceğimi söyledim.”

Giray güldü. “Hem de sözleşmeye madde ekleyerek.”

Tugay da güldü. “Bütün bu savaşın, hengamenin, acının, ölümün ortasında teşekkürler ve fedalar bir yana kardeşimle oturup dertleşmek de istiyorum ben.” Gülümsediğimde kalbim sıcacık olmuştu. “Eskiden olduğu gibi ama bu kez ben, sen ne söylersen onu yapacağım, tamam mı? Beni,” dedi Tugay, büyük bir itirafını gerçekleştirecekmiş gibi derin nefes verdi, “BL Örgüt Kurucusu gibi görüyorsun hapishaneye girdiğimden beri. Yanına geliyorum, kaçıyorsun. Konuşuyorum sadece onaylıyorsun, asker gibi gelip vazifelerini söylüyorsun. Benden,” kısık sesle devam etti, “benden korkuyormuş gibi davranıyorsun Giray ve biliyorum, bunun da suçlusu benim, dönüştüğüm adam ama çabalıyorum. Eskiye dönmek için her şeyi yapıyorum.”

Giray birkaç saniye düşündükten sonra dudakları aralandı fakat cevapsız bıraktıktan sonra sessizliğe gömüldü. Birbirlerine bağı, sevgileri yadsınamaz bir gerçekti fakat mesafeleri öyle derindi ki şu an fark ediyordum. Marco ve Tugay'ın sohbetleri, Marco ve Giray'ın sohbetleri, hatta ben ve Giray'ın sohbetleri bile ikisinden çok daha rahattı.

“Sence,” dedi Giray boş bulunup. “Biz eskisi gibi olur muyuz?” Sesinde umut vardı. “Çünkü ben çocukken en yakın arkadaşım olan o çocuğu özlüyorum.”

Tugay'ın nefesi titrediğinde, “Giray,” dedi, acının tonları sesindeydi. “Korkma benden, yapma bunu. Elimde değil ama iyileşmeye çalışıyorum sizin için yemin ederim.”

Nedenini de biliyordum bu konuşmaların. Giray, Tugay'ın belki de en saf, en masum hallerini biliyordu ama hapishaneden sonra Tugay'daki değişim Giray'ı bozguna uğratmıştı. Hep bahsettiği değişimi şu an çok daha iyi anlıyordum.

“Gidelim,” dedim kısık bir sesle. “Burada durduğumuz sürece sadece izleyicilerimiz olacak.”

“Bizimkilerinin yanına gidelim,” dedi Marco. “Sinan'ı da oraya çağır, eve geçmeden önce istediğin gibi örgüttekileri ve timdekileri sorguya çekersin.”

Tugay, Giray'dan bakışlarını ayırmıyordu ama bizi duyduğunun da farkındaydım. İçinden her ne geçiyorsa bu canını yakıyormuş gibiydi fakat dile dökmeden, “Gidelim,” dedi sadece ağzının içinde. “Sonra kardeşimle eski günlerdeki gibi bira içeceğim ve her şeyi siktir edeceğim.”

***

Yakından tanıdığınız insanların gözlerinin içine baktığınız zaman hislerini anlayabilirdiniz. Acıysa acı, nefretse nefret, sevgiyse sevgi.

Şüpheyse şüphe.

Hemen yanımda duran Sinan'ın gözlerinde öyle büyük bir şüphe vardı ki dolambaçlı yollarda yürüyormuşum da Sinan'dan kaçıyormuşum gibi hissediyordum.

Ölüm Timi'nin inine geleli iki saat olmuştu. Herkes ama herkes buradaydı fakat bizim ekip dışında diğerlerinin nerede olduğu hakkında ufacık bir fikrim bile yoktu. Salonda Tugay, Giray, Marco, Nida ve Lena vardı; Sinan'la ben ise mutfaktaydık. Sinan'dan köşe bucak kaçtığım için kendimi mutfağa atmıştım fakat peşimden gelmiş, kalçasını tezgâha yaslamış, dikkatli bir şekilde beni izliyordu.

“İşte öyle,” dedim belki dördüncü kez X'in yaptıklarını anlatırken. Asla susmuyor, durmadan konuşuyordum. Ona ise konuşma fırsatı vermiyordum. “Kısacası kabul etti, zor ve meşakkatli bir yol fakat sonu zafere çıkacak gibi görünüyor. Halkın güveni, yeni sistemin adım sesleri, masum insanların daha fazla ölmemesi... Bütün bunlar gerekliydi elbet. Lena ve Nida anlaştı mı? Birazdan onlar başka bir yere geçerlerse Tugay, örgüttekileri ve timdekileri sorguya çekecek. Hoş, ajanın kim olduğu...”

“Eftal,” dedi Sinan sözümü keserek.

“Yemek yediniz mi?” diye sordum buzdolabını sekizinci kez açarken. “Konserve yiyeceklerden yeseydiniz, ben henüz yemedim bir şeyler. Bu aralar iştahım yok, eskiden ne çok yemek yerdim hatırlıyor musun? Bir keresinde tam sekiz tane baklava yiyip hastanelik olmuştum. Babamlardan gizli acile gitmiştik, ne çok gülmüştük.” Nefesimi verip dolabın içinden nar ekşisi çıkardım. “Hiç nar ekşisini kafaya diktin mi? Ben bunu yapardım, çok saçma ama...”

“Eftalya.”

“Bir de küçükken annem çikolata yememe izin vermezdi. Şu diş macunu şeklindeki sürülebilir çikolatalara bayılırdım, inadımdan gidip diş macununu öyle emmeye çalışmıştım çikolataymış gibi. Kustum tabii...” Nar ekşisinin yanına çikolata çıkardım. “Lisede bir kız ikisini beraber yerdi, öldü mü acaba? Bence ölmüştür...”

“Eftalya!” dedi Sinan yüksek bir sesle, ardından bileğimden tutup beni susturdu. “İstersen sabaha kadar konuş, istersen hiç susma. En sonunda ben konuşacağım, bunu biliyorsun değil mi? Çünkü seni çok iyi tanıyorum.”

Cümlelerim yarıda kesildiğinde savaştan çoktan mağlup olmuş bir şekilde onun gözlerinin içine baktım. Aptal bir adam değildi, hiç olmamıştı ama hayatımdaki belki de en iyi niyetli insanlardan birisiydi. Babam her daim, Sinan birini sevmiyorsa o kişiden korkmalısın, derdi. Kalbiyle herkesi gördüğüne inanırdı. Şimdi onun yüzüne bakarken hem suçluluk hem de kaçma ihtiyacı hissediyordum.

“Ne soracağını biliyorum,” dedim kısık bir sesle. “Fakat bunu yapma.”

“Neden?” Sinan'ın sorusu öylesine mantıklıydı ki bir an afalladım. “Sen benim senelerim değil misin? Beraber büyüdüğüm o kız değil misin? Sana sormayacağım da kime soracağım ben?”

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim ve geri açtığımda, “Çünkü seni hiç bile isteye üzmedim,” diye yanıtladım. “Şimdi de bunu yapmak istemiyorum.”

Sinan'ın bakışlarından kırgın bir ifade geçti ama bir o kadar da şefkatliydi. “Eftal,” dedi vücudunu bana döndürüp kollarını önünde bağlayarak. “Sen beni bile bile üzmedin elbette ama üzdüğün zamanlar da oldu.” Çenesiyle kapıyı işaret etti. “Cehennemin ortasındayız, sen aileni kaybettin, ben de kaybettim. Biz kaldık bir tek. Her şeyle yüzleştin de benimle yüzleşmekten mi kaçıyorsun?”

“Belki de tam da bu yüzden kaçıyorumdur,” dedim kendimi tutamayarak. “Her şeyi kaybetmişken seni de kaybetmekten korktuğum için.”

“Kaybetmek?” Sinan kulaklarına inanamıyormuş gibi bana baktı. “Ben seni hiçbir zaman bırakmadım, ilk önce senin için, sonra Adnan Babam için. Meryem elimde büyüdü, ikimizin de kardeşiydi. Şimdi mi bırakacağım seni?”

Korkuyla nefesimi verdiğimde daha fazla ayakta kalamayarak kendimi mutfaktaki ahşap sandalyeye bıraktım; masanın üzerinde Marco'nun yeni aldığı erikler vardı. Büyük ihtimal mandalinanın mevsimi artık geçtiği için erikle mutlu olmayı tercih ediyordu. Zaten bunu söylemişti.

Ellerimi kucağıma yerleştirdiğimde tırnaklarımla oynamaya başladım. Üzerimde hâlâ davette giydiğim elbisem vardı. “X'in cümleleri bana bir şeyi fark ettirdi,” dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. “Hayır kayıplarımı değil, kaybetme korkumu.” Bakışlarımı ona çevirdiğimde hemen önümde ayakta dikiliyordu. “Bir kişiyi daha kaybetmekle yüzleşemem, bu ölüm olmak zorunda değil. Seni de kaybetmekten delicesine korkuyorum.”

Sinan'ın kaşları çatıldığında önümde dizlerinin üzerine çöktü ve ellerini dizlerime yasladı. “Hadi ama,” dedi gülümsemeye çalışarak. “En kötü zamanımda sen, aşkını göz ardı edip benim arkamda durdun, bırakmadın, ben kimim ki senin bırakacağım? Çık bu düşüncelerden, ben nefes aldığım sürece kanımın son damlasına kadar hep ama hep senin yanında kalacağım. İster koruman olarak, ister,” nefesini verdi, “kardeşin ya da abin olarak.” Gözlerim dolmuştu. “Seni iyi tanırım ben, suçluluktan kafayı yiyorsun şu an.”

“Evet,” dedim titrek bir sesle. “Çünkü ben olsam...” Sustum ve çenemi kaldırıp ona baktım. “Sor ne sormak istiyorsan.”

Sinan çöktüğü yerden kalktı ve hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Dirseğini masaya yasladıktan sonra bu kez göz temasını kesip tırnaklarıyla oynama sırası ondaydı. “Marco,” dedi tek nefeste. “Gamze'ye âşık, öyle değil mi?”

Düşünme bile Eftalya, düşündüğün her an, zaman onun için daha yavaş ilerleyecek. “Evet, Gamze'ye âşık.”

Sinan'ın yüzünü göremiyordum, tırnaklarıyla oynayan elleri duraksadı. “Bunu ne zamandan beri biliyorsun?”

“İngiltere'den dönerken öğrendim.”

“Bunu,” dedi Sinan yeniden. “Ne zamandan beri biliyorsun?”

Yutkunduğumda, “Bir süredir,” dedim. “Ama emin değildim, birinci ağızdan duyunca emin oldum.” O an onun da aklına sayko oyunu geldiğini anladım.

Sakin ve tekdüze bir sesle, “Peki ya Gamze?” diye sordu. “O, Marco'ya âşık mı?”

“Bilmiyorum.”

“O, Marco'ya âşık mı?”

“Bilmiyorum.”

Bakışları öyle keskin bir şekilde bana döndü ki ürperdiğimi hissettim. “Eftal,” dedi masanın kenarına tutunup bana yaklaşarak. Gözlerindeki acı mıydı yoksa ben mi yanlış görüyordum? “O, Marco'ya âşık mı? Birinci ağızdan duymak zorunda değilsin, ne hissettiğini söyle bana.”

“Bilmiyorum,” dedim kelimenin üzerine basa basa. “Tek bildiğim öncesinde Marco'yla bir hikâyeleri olduğu. Yani,” tavana baktım ve kelimeleri toparlamaya çalıştım, “bir zamanlar Gamze de Marco'ya âşıkmış ama bir yola girmemişler. Neden, ne şekilde, nasıl, tam anlamıyla bilmiyorum. Kendimi olabildiğince bu olanlardan uzak tutmaya çalıştım fakat...”

“Sence Gamze, Marco'ya hâlâ âşık mı?” Sinan'ın sorusu keskindi ama sesinde acı vardı, bu beni mahvetmişti.

“Sinan,” dedim öne doğru eğilip kolunu sıkıca tutarak. “Yemin ederim bilmiyorum, ne söylesem aksi gerçekleşirse ben pişman olurum. Âşık diyemem çünkü Marco'ya karşı net bir duruşu var, âşık değil diyemem çünkü içinde belki de yaşanmamış anıların acısı vardır. Tek bildiğim, birinci ağızdan duyduğum, Gamze'nin sana verdiği değer. Ne paylaştınız, neler yaşadınız, tam olarak bilmiyorum fakat...”

“Ben onu seviyorum,” dedi Sinan cümleleri ağzıma dizerek.

“Ne?”

Gözlerindeki acı ve yanındaki kırgınlık bana mıydı, Gamze'ye miydi yoksa ihtimallere miydi anlayamıyordum ama o kadar dürüsttü ki sadece bakışıyla bile onu sevdiğini anlayabilirdim. “Çünkü beni olduğum gibi kabul edebilen tek kadın o.” Yutkunduğunda gözlerini masaya çevirdi ve sonrasında duvarlara baktı. “Genelde kadınların adım attığı ama sonrasında içine kapanık kişiliğimle kaçılan o adamım ben. Ya tek gecelik oldu hep ya da çok kısa sürdü, biliyorsun zaten. Ön planda hiç olmadım, birçok şeyi içimde yaşadım. Öldürmek, korumak ve çalışmak. Bu üçünün dışına çıkamadığımdandır belki fakat Gamze, benim tam zıttım.” Gözleri yeniden bana döndü. “Dans etmekten hiç hoşlanmam ama o, benim hoşlanmıyor oluşumla ilgilenmiyor, sadece benimle dans ediyor. Bazen anlatamıyorum ama o ne söylemek istediğimi anlıyor. Her şeyden önce beni ben olduğum için...” duraksadı ve devam etti, “seviyor diyemem ama buna rağmen yanımda kalıyor. Beni ilk o öptü mesela, ölsem cesaret edemezdim çünkü bu aşk konularında salak bir korkaklığım var. Defne tarafından suçlandığımda ardiyede bağlıydım ve örgütten,” fısıldayarak devam etti, “kaçak bir şekilde yanıma gelen tek kişi Gamze'ydi. İngiltere'ye gittik, bir an bile geri durmadı. Hep oradaydı.” Kendimi suçlu hissetmiştim. “Bunları, onu sevmem için nedenler olarak anlatmıyorum, bunları hayatımdaki o kadın olmasını istediğim için anlatıyorum. Ben bugün,” başka titrek bir nefes daha, “Tugay'ı bile karşıma alacaktım Gamze için çünkü o hain değil, biliyorum. Ardından belki de bu aptal aşk işlerinde ilk defa cesur olup onun benimle olmasını isteyecektim.” Durdu, gözlerimin içine baktı. “Fakat artık işler değişti.”

“Hayır,” dedim kendimi tutamayarak. “Değişmedi, siz hâlâ birsiniz, geriye kalan hiçbir şeyin önemi olmamalı.” Heyecanla ona baktım. “Sinan sen ilk kez bana bir kadını bu şekilde anlatıyorsun, ilk kez bu kadar...” doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. “Umut dolusun sanki.” Gülümsemeye çalıştım ama o bana hâlâ acıyla bakıyordu. “Sen ve Gamze, siz ikinizsiniz. Marco'nun herhangi bir çabası, engellemesi ya da başkaldırısı yok ki zaten. Onlarınki belki de çok geride kalmıştır.”

Sinan sanki söylediklerimi dinlemiyormuş gibi kısık bir sesle, “Peki ya Gamze, Marco'nun âşık olduğunu biliyor mu?” diye sordu.

“Hayır,” dedim hiç tereddütsüz. “Bunun önüne geçtim.”

Sinan kaşlarını kaldırdı. “Neden?”

Altdudağımı dişlerimin arasına aldığımda, “Marco,” dedim sanki onu savunmak şu an yanlışmış gibi. “O bunun bilinmesini isteseydi zaten Gamze'ye söylerdi.”

“Belki de cesareti yoktur.”

“Marco'nun mu?” İnanamıyormuş gibi ona baktım.

“Evet,” dedi Sinan. “Marco'nun. Âşık olduğu halde o aşkı yaşamayan bir adamdan söz ediyorsun, şu an yaşamak istese bile cesaret edemez ki.”

“Ama,” dedim hiddetle. “Şu an sen varsın, bu çok yanlış yani...”

“Bunu bir yandan da benim için mi yaptın Eftal?” Sessiz kaldım. Sinan başını iki yana salladı. “Peki bunun önüne nasıl geçtin?”

“Gamze'ye oyunun kuralına bakmaması için söz verdirdim,” diye mırıldandım.

Sinan gülmeye başladı. “Ve Gamze de bakmadı öyle mi?” Sesinde neşe yoktu. “Gamze bakmayacak öyle mi?”

“Söz verdi, Sinan,” dedim ciddiyetle. “Gamze'yi azıcık tanıdıysam sözünün arkasında durur.”

Karşı gelmek yerine yüzüme mutluluktan uzak ifadeyle bakmaya devam etti. “Yani Gamze şu an bu aşkı bilmiyor.”

“Evet.” Gülümsemeye çalıştım. “Ve bunu oradaki kimsenin söyleyeceğini de sanmıyorum, eski bir defteri açmaktan farksız olur.”

“Hey.” Marco'nun sesiyle irkildiğimde mutfağa doğru giriyordu. “İçeride sizi bekliyoruz, salon o kadar kalabalık ki boğulacağımı hissettim.” Masanın üzerindeki erik poşetini aldı ve içinden bir tane erik çıkarıp ağzına attı, sonrasında ise Sinan'a baktı. “Ses kaydını olması gerektiği gibi düzenledin değil mi? Bana kalsa araya birkaç romantik şarkı daha koymalısın.”

Sinan sadece, “Evet,” dedi, bakışları ise benim üzerimdeydi.

“Güzel,” dedi, ardından poşeti bize doğru uzattı. “Alın erik,” dedi cümlesine yeni güncelleme getirerek. “Vitamin iyi gider.”

Sinan bir Marco'ya, bir poşete baktıktan sonra, “Gamze geldi mi?” diye sordu. “Geleceklerdi.”

Marco'nun çiğnediği erik yavaşladığında, “Evet,” dedi. “Javier'le birlikte içerideler.”

“Anladım.” Sinan ayağa kalkıp hızlı bir şekilde mutfaktan ayrıldığında Marco arkasından şaşkınlıkla baktı.

“Arada geliyorlar bu çocuğa,” dedi kaşları çatılırken. “Tuhaf birisi.”

“Sen çok normal bir insanmışsın gibi konuşmaz mısın bir de,” dedim gözlerimi kısarak. “Hadi, biz de gidelim.”

Ben de sandalyeden kalkıp mutfaktan çıkacağım sırada, “Avukat,” dedi Marco arkamdan. Omzumun üzerinden ona baktım. Erik dolu poşeti bileğine geçirdi, yemyeşil gözlerini kıstı ve boğazını temizledi. Ellerini birbirine sürttükten sonra, “Sanırım TDÇ, Javier ve Gamze için tek tek fikirlerimizi alacak.”

“Ve?” dedim şaşırmayarak.

Üzerindeki siyah tişörtünün yakasını çekiştirdi. “Sence ne yapmalıyım?”

“Ne?”

“Sence,” dedi merakla. “Ne yapmalıyım? Yani...”

“Marco,” dedim büyük bir şaşkınlıkla. “Her şeye bir cevabın var, her şeyin hakkından geliyorsun ama şimdi geçip bana Gamze konusunda ne yapacağını mı soruyorsun? Güveniyorsan güveniyorum de, güvenmiyorsan güvenmiyorum de. Her konuda bu kadar cesursun, bu işlerde niye bu kadar korkaksın?”

“Ne işleri?” dedi kaşlarını çatıp bana doğru yürürken. “Her şeyi de yanlış anlama, kastettiğim öyle şeyler değildi. Sene 2028, götümün altında mayın olur diye toprağa oturamıyorum sen bana aşk meşk diyorsun.”

“Sen diyorsun.”

“Hayır, sen diyorsun.”

“Sen fikrimi sordun.”

“Ben sadece bir avukat gözüyle ne düşündüğünü merak ettim zat-ı şahanelerinizin? Güvenilir mi, güvenilmez mi lakin görüyorum ki sizler biçare şekilde...”

Burnumun kemerini sıktım. “Neden şu an Yeşilçam filmi çekiyorsun?”

“Saçmalamazsam dilimi tutamayacağım çünkü, böyle anlarda hep Yeşilçam karakterlerine dönerim,” dedi, ardından mutfak kapısından dışarıya çıktı. “Her neyse, zaten Sinan'ın ve senin oyun birçok şeyi değiştirir. Gerçi Giray da uçan sineğe bile güvenmiyor.”

Salona doğru yürürken, “Kardeşine güveniyor musun?” diye sordum.

“Evet,” dedi.

“Gamze'ye güveniyor musun?”

Hiç düşünmeden yeniden, “Evet,” dedi. “En başından beri hem de.”

“O halde ne hissediyorsan onu söyle, kişisel meselelerini olaya dahil etme çünkü bu şekilde daha çok belli ediyorsun.” Marco'nun kaşları çatıldı ve büyük bir rahatsızlıkla başını salladı. Hiçbir şekilde hislerinin olduğunun bilinmesini istemiyordu, öylesine korkak ve bir o kadar ketumdu ki onu bu aşkı yaşamaktan vazgeçiren neydi bilmiyordum. Korku muydu sadece? Eğer öyleyse bu affedilemezdi çünkü aşk, pek de korku dinlemezdi.

Tam salonun kapısına geldiğimizde, “Avukat,” dedi Marco yeniden.

“Efendim?”

“Sinan senin kardeşin gibi.” Marco'yu ilk kez bu kadar çekingen konuşurken görüyordum. “Bu bana öfkelenmene neden oluyor mu?”

“Hayır,” diye yanıtladım direkt. “Çünkü kimseye bir zarar vermiyorsun.”

“Zarar?”

“Yeşilçam filmlerindeki gibi ikisinin arasına girmeye çalışmıyorsun yani,” dedim dalgaya almaya çalışarak fakat ne demek istediğimi anlamıştı. “Eğer bir gün sen ya da Gamze, Sinan'ın canını sıkacak kasıtlı bir şey yaparsanız işte o gün karşınızda olurum.”

“Bu imkânsız,” dedi kendinden emin bir sesle ve sonrasında devam etti. “Ve yemin ederim benim hayatımda imkânsızlıklar imkân dahilinde değil.”

Aslında onunla bu konu özelinde, sadece onların ilişkisi olarak değil, bir insana âşık olduğunda yapılması gerekenler hususunda tartışabilirdim fakat kendi kendime içsel olarak verdiğim bir söz vardı. Ne olumlu ne olumsuz hiçbir şey yapmak istemiyordum çünkü ilişki iki kişiyle yaşanırdı, bunu biliyordum.

Salondan içeriye girdiğimizde herkesi masada buldum. Tugay ilk kez baştaki sandalyede değildi, sol tarafa oturmuş, Giray'ın elinde döndürüp durduğu eriği izliyordu. Giray ise sanki az önce Defne'yle öyle bir konuşma yapmamış gibi rahat bir şekilde Javier ile sohbet halindeydi. Buraya geldikten sonra neredeyse bir saat Giray yanımıza gelmemişti, o mektubu okumuş muydu, o kitaba göz atmış mıydı hiçbir fikrim yoktu fakat bakıldığında halinden çok memnun görünüyordu.

Lena, Giray'ın sol tarafında oturmuş, yanındaki sandalyede oturan Nida'ya bir şeylerden söz ediyordu, önlerinde bir kâğıt vardı. Tugay'ın gözü arada sırada Nida'ya kaysa da yine düşünceli olduğu her halinden belliydi.

Biz içeri girdiğimiz an herkesin bakışları bize döndü. Nida'nın bükülmüş dudakları beni gördüğü an tebessüme dönüşse de sonrasında gözlerini kaçırdı ve hevesle Lena'ya dönüp bir şeyler söyledi.

Gamze masanın en uzak köşesinde oturmuş, kollarını bağlamış herkesi izliyordu. Benimle göz göze geldiğinde direkt bakışlarını kaçırdı, kırgınlık mıydı yoksa başka bir şeyler mi vardı anlayamıyordum. Sinan hemen arkasında ayakta durduğunda eli ensesinde dolaştı.

Tugay'ın soluna oturdum ve Marco da yanıma yerleşti. Biz geldiğimiz an hiç beklemiyordum ama içeriye Ufuk ve Pink de girdi. İkisinin de yüzünde mutsuz ama bir o kadar da çekingen bir ifade vardı. Diğer tim ve örgüt üyeleri neredeydi bilmiyordum ama Tugay'ın planı her ne ise gergin olduğu her halinden belliydi.

Yine de ben yanına oturduğumda yüzünde daima oluşan o gülümsemesini bana gönderdi. Elini hiç çekinmeden sol bacağımın çıplak kısmına yerleştirip yavaşça başparmağını gezdirdi. “Üzerini değiştirmek istersen buradaki kıyafetlerimden verebilirim,” dedi kısık bir sesle. “Ama sadece benim kıyafetlerimden.”

“Hayır,” dedim ve bacağımda dolaşan eline baktım. “Eve gidince değiştirsem çok daha iyi olur.”

Tugay'ın yüzündeki gülümseme derinleştiğinde bacağımı okşayan eli yavaşladı fakat bu yavaşlık daha fazla tutku içeriyordu. Gözleri gözlerimden bir an bile ayrılmazken her ne düşünüyorsa yutkundu, ardından elbisenin kumaşını parmaklarının arasına alıp ufaladı. “Anladım, inceymiş epey,” dedi Tugay. Bir anladım, kelimesi nasıl beni heyecanlandırabilirdi aklım almıyordu. “O halde bir kez daha aynalardan kendini görmek istedin diye düşünüyorum.”

Yutkunduğumda ela gözlerindeki ışık sanki bir tek bana bakarken böylesine parlıyordu. “Tugay,” dedim ve ben de onun adını söylerken aklımdan geçen onlarca düşünceyi ismine gizledim.

“Güzelim benim,” dedi karşılık olarak yoğun bir sesle. “Söyle canımın içi.”

“Tugay,” dedim yeniden gülerek ve masadakilere baktım. Giray, Lena ve Nida'nın sohbetine dahil olmuş, gülerek bir şeyler anlatıyordu.

O da güldü. “Hiçbir şey yemedin.” Sonra duraksadı ve gözleri küçük bir çocuk gibi hevesle açıldı. “Sana eve gidince güzel bir yemek yapayım mı? İstersen yaparım. Hapishanedeyken konuşmuştuk bunu, çıkmadı aklımdan. Verdiğim bütün sözler gibi.”

Gözlerimi kıstım. Sanırım artık benim yemek yapmam aramızda bir tartışma konusu bile olamazdı, en azından benim açımdan. “Hmm,” dedim düşünceli bir sesle. “Hangi insanın etini yiyoruz?”

Tugay kısık bir sesle kahkaha attığında sol elimi kaldırıp avcumun içinden öptü, yanık izinden. O anda parmağındaki yüzüğü gördüm; onu hiç çıkarmayacağından öylesine emindim ki bir gün ona aldığım yüzüğü parmağında görmezsem ne hissederdim bilmiyordum.

“Giray'la olacağım bir süre,” dedi haber vermek istermiş gibi. “Burada işimiz bittikten sonra seni eve bırakırım, geldiğimde de uyumamış olursan sana harika bir yemek hazırlarım.” Hayran hayran bana baktı. “Sahiden neden hiç yemek hazırlamadım ki sana? Şu an kendime kızdım.”

“Anlattıklarınıza göre,” dedi Javier şifreli bir şekilde, Nida anlamasın diye. Bakışlarımız ona döndü. “İşler yolunda gitmiş ama siz o kadar da mutlu görünmüyorsunuz, başka bir sıkıntı mı çıktı?”

Ufuk ve Pink birbirine baktığında onların hiçbir şeyden haberi olmadığı açıktı. Evet, X'in ininde işler istediğimiz gibi ilerlemişti ama sonrasını düşünmek mutluluğun önüne geçmişti. Üzerine oturup tartışacaktık, planlar yapacaktık ve sonrasında aslında kendi kaderimizi de çizecektik.

Tugay bakışlarını benim üzerimden ayırdıktan sonra Giray'a ve diğerlerine baktı. En son Sinan'a döndüğünde, “Bir sıkıntı çıkaran oldu mu?” diye sordu.

“Hayır,” dedi Sinan net bir sesle.

“Aslında oldu fakat Sinan beni korumak istediği için söylemiyor,” dedi Gamze yüksek bir sesle. “Ben konuşmak istiyorum şu an.”

Gamze'nin korkusuz olduğunu biliyordum ama öfkesine bakılırsa fevri cümleler art arda sıralanacaktı. Sinan'la yaptığım konuşmadan sonra bu masada yaşanabilecek gerginlikleri kaldırabileceğimden şüpheliydim. Yorgundum, halsizdim ve içimde tarifi olmayan korkunç bir his vardı. Bu his belki de Sinan'ın yanan canından dolayıydı ama başka bir ses, derinlerde yatan korkuyu henüz bilmiyor gibi kendini gösteriyordu.

Tugay sırtını sandalyeye yasladığında, “Evet,” dedi Gamze'ye doğru. “Ama ondan önce ben bir şey söylemek istiyorum.” Tugay devam etmek için ağzını açtığında Sinan bıçak gibi bir darbeyle lafını kesti.

“Aslında her şeyden önce benim söylemek istediğim bir şey var.” Bakışlarım direkt ona döndüğünde herkes de şaşkınlıkla ona baktı çünkü Sinan'ın bu çıkışlarına kimse alışık değildi. Öyle ki Giray, ağzının içinde eriği çiğnerken afallamış bir şekilde tek kaşını kaldırarak bana baktı.

Kimse ne olduğunu anlamamıştı.

Ben dışında.

“Hayır,” diye fısıldadım sadece ama Sinan, ben dışında herkesin yüzüne bakmaya devam etti. Fısıltımı tek duyan kişi Tugay'dı ama o da nedenini anlamamıştı.

“Gamze,” dedi Sinan ayakta dururken.

“Hayır, Sinan,” diye homurdandı Gamze. “Beni korumanı istemiyorum, ne gerekiyorsa söyleyeceğim çünkü güvenilmediğim yerde durmak istemiyorum. Eğer şimdi burada üçüncü kişi olacaksam kalmak da istemiyorum.” Sinan çenesini havaya kaldırdı. “Ben hiçbir zaman örgüte...”

“Gamze,” dedi Sinan bir kez daha. “Sayko oyununu araştırdın mı?”

Gamze'nin ilk önce kaşları çatıldı, ardından havalandığında yutkundu ve gözleri Sinan'a kaydı. “Bu da nereden çıktı?”

Yanımda oturan Marco'nun masanın üzerindeki elleri kucağına düştüğünde gözleri keskin bir şekilde bana döndü ama ben Sinan'dan başka hiçbir noktaya bakamıyordum. Ne yapacağını biliyordum. İstediği tek şey dürüstlüktü, korkusuzluktu ve gerçeklerdi. Belki de Sinan, hayatı boyunca duygusal olarak ilk kez bu kadar cesurdu.

“Araştırdın mı?” diye sordu Sinan.

Gamze sadece bir saniye bekledikten sonra, “Hayır,” dedi ve Sinan'ın gözlerinin içine baktı. “Ne alakası var şu anda?”

Aralarında sözsüz bir bakışma geçti, ben Sinan'ı çok iyi tanıyor olabilirdim ama Sinan da Gamze'yi artık tanıyordu ve yalan söyleyip söylemediğini bilecek kadar onu çözmüş olmalıydı.

Neredeyse bir dakika sonra, “Anladım,” dedi Sinan ve gözleri Marco'ya döndü. Marco'nun tek yapabildiği başını ağır ağır iki yana sallamaktı. “O halde sana söylemem gereken bir şey var, sonrasında ne istiyorsan onu yapacaksın çünkü bu masadaki herkesin bilip seni bilmemen haksızlık olur.”

“Şunu,” dedi Marco dişlerinin arasından bana doğru. “Sustur.”

Gamze ilk önce Marco'ya, ardından bana baktığında terleyen avuçiçlerini üzerindeki eski beyaz tişörtüne sildi. Şaşırmasını ya da tepki vermesini bekledim ama o, en sonunda Sinan'a dönüp gözlerinin içine baktı. O bakıştan ben hiçbir şey anlayamazdım fakat Sinan çok şey anlamış olacak ki yüzünde az önce mutfakta olduğu gibi mutluluktan uzak bir tebessüm oluştu.

“Büyük bir itiraf gerçekleşti o gün,” dedi Gamze'nin tam gözlerinin içine bakıp ne düşündüğünü anlamaya çalışarak. Marco oturduğu sandalyeden ayaklandığında artık her şey için çok geçti. “Marco, o gün,” aslında hızlı konuşuyordu ama bana öylesine ağır gelmişti ki sanki zaman yavaş ilerledi. “Sana âşık olduğunu itiraf etti. Seneler sonra gelen bir itirafmış gibi düşün.”

Hayır, zaman yavaş ilerlemiyordu, aslında zaman tam şu an durmuş gibiydi. Masanın ortasına bir balyoz gibi inen bu itiraf hepimizin sessizlik yemini etmesine neden olmuştu sanki.

Tek ses Nida'dan yükseldi. “Marcito, Gamzito'ya mı âşık?” dedi heyecanla gözlerini açıp. “Baba çok güzel!”

Gamze'nin yüzünü göremiyordum çünkü bakışları Sinan'daydı ve sırtı bize dönüktü fakat bu itirafın ardından omuzları düşmüş, masanın üzerine yeniden yerleştirdiği elleri titremeye başlamıştı. Aralarında öyle bir bakışma geçti ki Sinan'ın yüzündeki o gülümseme silindi, hiç tanımadığım, daha önce bilmediğim bir ifadeyle Gamze'ye bakarken acı, keder, mutluluk, kin, nefret yoktu. Sadece Gamze'ye bakıyordu.

“Masada oturan herkes bunu biliyor,” dedi Sinan bir kez daha. “Ve bu saklanması gereken bir sır değil, eğer bu seni mutlu edecekse, yollarını değiştirecekse ya da her şey bir yana,” gözleri Marco'ya döndü, “o bunu söyleyemiyorken sen duymak istiyorsan ben bunu sana söylemek istedim. Bu en çok senin iyiliğin için. Sonrasında ise...” Durdu, omzunu silkti sanki geriye kalan her şey önemsizmiş gibi. “Sonrasını boş ver, önemi yok kimsenin. Sen ne istiyorsan o olsun.”

Bakışlarım yavaşça Tugay'a döndüğünde onun da yüzünde ilk kez bu kadar büyük bir şaşkınlık görüyordum. Sinan yapılması gerekeni mi yapmıştı yoksa bu sırrı saklamalı mıydı bilmiyordum fakat kendisinden bile önce Gamze için adım attığını görebiliyordum; bu his tanıdıktı. Gamze mutlu olacaksa aradan çekilmeye hazırdı. Bir yandan da Gamze'yi daha fazla kalbinde misafir ederse canının yanabileceğini biliyordu; Sinan belki de ilk kez kendini de koruyordu.

“Giray.” Lena'nın sesiyle bakışlarımız o yöne döndüğünde bu kez masaya inen darbe bir sır, bir balyoz değildi. “Giray!” Lena daha yüksek bir sesle bağırdığında çığlık atarak ayağa kalktı ve oturduğu sandalye geriye düştü. Ben de korkuyla ayaklandığımda Giray'ın burnundan kan geldiğini gördüm, titreyen eli yavaşça burnuna gittiğinde yüzü bembeyaz kesildi. Gözleri kimseye değil, direkt Tugay'a kaydı. Bir şey söyleyecek gibi oldu fakat sonrasında sadece bir saniyede. İki dakika on yedi saniyede değil, otuz iki saniyede değil, Meryem'in kaç saniyede öldüğünü bilmediğim o anlarda değil. Sadece bir saniyede başı sertçe masanın üzerine düştü, ağzından kan akarken gözleri kapandı.

Nida acı dolu bir çığlık atıp ağlamaya başladığında salonun içinde hareketlenme oldu fakat olduğum yerde hareket etmeden büyük bir şaşkınlıkla Giray'a bakıyordum. Zaman ne durdu ne de yavaş ilerledi. Zaman öyle hızlıydı ki koşuşturmalar, bağırışlar, çığlıklar arasında ben öylece kalakaldım.

Tek görebildiğim o an Tugay'dı. Oturduğu sandalyeden kalktığı gibi Giray'ın yanına gitti, başını kaldırdı ve sonrasında nefes alıyor mu diye yüzünü yaklaştırdı. İlk önce sol elini kalbine yasladı, ardından kendi kendine bir şeyler söyleyip sağ elini kalbinin üzerine koydu. Bir şeyler söylüyordu ama kulaklarım çınladığı için onu duyamıyordum. Ellerim saçlarıma gittiğinde Tugay, ikizinin başını geriye doğru yatırdı ve Giray'ın başı Tugay'ın omzuna düştü.

Sanki ölmüş gibi. Dudaklarında kan vardı, burnunda da öyle. Rengi bembeyazdı. Birisi beni itekleyip o tarafa doğru yürüdü, bu kişinin Marco olduğunu çok sonradan fark ettim çünkü Tugay'ın gücü tamamen yok olmuş, Giray'ı kaldıramıyordu bile. Marco ona yardım ettiğinde birisi bacaklarıma sarıldı, bu kişi Nida'ydı. Öyle çok ağlıyordu ki kaç saniyedir böyle durduğumu bilmiyordum ama kalbimde büyüttüğüm o korkunun Giray için olduğunu görmek, sanki kalbime bir bıçak saplanmasına neden olmuştu.

Giray ölüyordu.

Ve elinde eriği tutuyordu.

Kendine gel, dedi iç sesim. Aştın bütün bunları Eftalya, aştın her şeyi. Hayır, baban kalp krizi geçirmiyor, hayır, bunu yapmamalısın. Kendine gel. Kendine gel.

Bir kişi daha beni itekleyip yanımdan geçtiğinde sanki bu darbe beni kendime getirmişti. Olduğum yerden öyle bir hareket ettim ve Giray'ın yanına gittim ki onu sandalyeden kaldırırlarken kulaklarımın çınlamasını umursamadan onlara yardım ettim. O sırada masanın üzerindeki erik yere düştüğünde ve avcumun içine aldığımda içinin simsiyah olduğunu gördüm.

“Erik,” dedim kısık bir sesle, ardından sesim gür çıktı. “Erik! Zehir!”

Herkesin bakışları Marco'ya döndüğünde Marco kaskatı kesildi ve sonrasında, “O erikten ben de yedim,” dedi ve Tugay'ın masayı tekmeleyerek iteklemesi bir oldu sonrasında ise kendisi de dengesini sağlayamadı ve masaya sıkıca tutunduğunda vücudunun titrediğini gördüm.

Ölüme iki saat kala…

Ölüm sessizliğini biliyordum, matemi biliyordum, acının getirdiği o sessizliği de biliyordum ama ilk defa bu kadar net bir şekilde çaresizliğin sessizliğini duyuyordum. Duyulmazdı elbet ama ben duyuyordum çünkü bu sessizlik, her an yıkılacak bir ev gibi çatırdayan duvarlara benziyordu. Belki de bu çatırtılar benim kalbimden ve Tugay'ın kalbinden geliyordu.

On beş dakika geçmişti ve o on beş dakikada Giray, Marco'nun odasındaydı. Yanında da eskiden doktor olan örgütten birisi duruyordu. Tugay içerideydi, ben ise kapının önüne oturmuş, bir hareketlenme bekliyordum.

Diğerleri ayakta durmuş, kapının açılacağı anı bekliyordu ve kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Nida'nın kısık sesli ağlayışları bile çatırtıların sesini dindiremiyordu, kimse de Nida'yı dizginleyemiyordu zaten. Şaşkınlık hüznün, hüzün de öfkenin önüne geçiyordu. Öyle büyük bir belirsizlik vardı ki Marco'nun elleri hâlâ titriyor, gözleri öfkeden, acıdan ya da bilmediğim bir duygudan dolayı kıpkırmızıydı.

O eriklerden o da yemişti, gözlerimin önünde üstelik fakat hiçbir şeyi yoktu. Tek dediği o eriklere kendisinden başka kimse dokunmadığıydı, hatta öyle ki kimsenin ona hesap sormasını bile beklemeden kendini sorgulamıştı. Barut izidir belki demişti, silaha dokunmadığı halde. Çürümüştür belki diye devam etti. Erikteki o yoğun zehir kokusu için kendisini suçlamıştı, toprağa tohumu ekemedim belki diye.

Kime konuştuğu da belirsizdi çünkü kimsenin onu dinlediği yoktu, hatta belki de kimsenin ondan şüphelendiği bile yoktu.

Tugay. Aklım tam anlamıyla başımda değilken ne haldeydi bilmiyordum ama dakikalardır içeride öyle bir sessizlik vardı ki kapı açıldığında nasıl bir adamla yüzleşeceğimden delicesine korkuyordum.

Marco ağzının içinde küfürler sıraladı ve koridorun diğer tarafına gidip duvara doğru bir şeyler söyledi. Nida merdiven basamaklarında yüzü dizlerine yaslı hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Durmadan aynı soruyu soruyordu: “Ona ne oldu? O ölecek mi? O gidecek mi?”

Ne cevap vermeye ne de bu zehri kimin koyduğunun peşine düşmeye halimiz vardı. Tek bildiğimiz Giray hâlâ nefes alsa da o zehir, onu tüketecekti. Babamı hemen öldürmüştü, Giray'ı ise içten içe işkencelerle kıvrandırdığına emindim.

Kapı açıldığında oturduğum yerden sarsak adımlarla kalktım ve çıkan kişiye baktım. Tugay değil, ismini bilmediğim örgütteki o adamdı. Dudakları bembeyazdı, yüzü de öyle. Orta yaşlardaki adam hepimizin yüzüne baktıktan sonra bakışlarını bana çevirdi. “Zehirlenmiş,” dedi sanki bilmediğimiz bir şeyi söylüyormuş gibi.

“Sikeceğim,” dedi Marco dişlerini sıkarak, ardından öfkeyle adamın boynunu sıkıp duvara yasladı. “Zehirlendiğinin biz de farkındayız, bu mu söyleyeceğin?”

Javier, Marco'yu çekerken Marco'nun gözlerindeki öfke, adama değildi ama onu şu an öldürebileceğini görüyordum. Sakin kal, diyordum kendi kendime. Şu an sen de yıkılırsan kim toparlayacak her şeyi? Hatırlasana, baban öldüğünde çöktüğün yerden seni kaldıran kişi Tugay Demir Çeviker'di. Soğukkanlılık değildi bu, en büyük ateşlerde de olsam yanmıyormuş gibi davranacaktım.

“Marco,” dedim uyarıcı bir tonda ve uzanıp onun bileğini tuttum. “Çekil.”

Marco direkt ellerini çektiğinde burnundan öyle keskin nefesler verdi ki elleri tir tir titriyordu. Bu sadece zehirin erikten gelmesinden ötürü değildi, Giray'a sonsuz bir bağlılığı vardı.

Adam öksürmeye başladığında, “Ve?” dedim ona doğru solgun bir sesle.

“Neyle,” bir kez daha öksürdü, “neyle zehirlendiğini bilmiyorum. Bunun için test yapılması, biyokimyaya götürülmesi gerek ama buna ne gücüm ne de zamanımız var.”

“Yani?” dedi Gamze dişlerini sıkarak. “Sonuç?”

Adamdan önce Lena sözü aldı. “Zehrin ne olduğunu bilmeden ona çözüm üretilemez,” dediğinde bakışlarım ona döndü. Gözlerinde hem çok büyük bir korku hem de endişe vardı. “Mahzende kaç kişi bu şekilde işkencelerle öldürüldü.”

“Ve bu şu an imkânsız,” dedi adam Lena'ya katılarak. “Eriğe bakacağım ama...” Başını iki yana salladı.

“Yani?” dedi bu kez Marco hiddetle. “Öylece ölüme mi terk edilecek?”

Kendi kendime kısık bir sesle, “Zehri kimin koyduğunu bulmamız gerek,” dedim ve o an zihnimin içinde patlayan ışıklarla X'in o cümleleri aklıma geldi. Zaafların var demişti, o an Giray'ı değil, beni kastettiğini düşünmüştük; aslında onun kastettiği Giray'dı.

Ve X biliyordu.

Giray ölürse bu yemininden ötürü Tugay'ın da ölümü demekti, Tugay ölürse ben de yok olurdum.

Bir an bile düşünmeden adamı hafifçe itekledim ve odaya girdiğimde kalbimi bin parçaya bölen o görüntüyle karşılaştım.

Giray yatakta uzanmıştı ve üzeri çıplaktı. Belinden altında çarşaf örtülüydü. Boynunda ve göğüs kafesinde yer yer kızarıklık vardı, yüzü bembeyazdı ve dudaklarındaki renk gitmişti. Burnuna bir solunum cihazı takmışlardı bir de sol kolundan serum. Kalp dinleme cihazı yoktu, hastaneye gitsek onu o solunum cihazından çıkardığımız için bile ölebilirdi ama zaten hiçbir hastane de şu an bizi kabul etmezdi. Bu zaman kaybı demekti, hiçbirimizin gücü yoktu.

Yatağın hemen yanındaki sandalyede Tugay oturuyordu, sırtı bana dönüktü, sol eli yatağın kenarına yaslanmıştı, sağ eli ise kardeşinin kalbinin üzerindeydi. Sanki atış seslerini bile duyamaz korkusundan nefes almıyor gibiydi.

Yavaş adımlarla o tarafa doğru yürüdüğümde ve Tugay'ın hemen yanına geçtiğimde yüzünü gördüm. Sanki az önceki genç adam gitmiş, yerine yaşlı bir adam gelmişti. Gözyaşı yoktu, hüzün yoktu, öfke de yoktu. Bomboştu. Öyle bir boştu ki gözleri Giray'ın yüzündeyken sanki burada değildi. Ne düşünüyordu bilmiyordum, ne hissediyordu tahmin bile etmek istemiyordum ama titreyen elimi yavaşça omzuna koyduğumda hareket bile etmedi. Korkmadı da.

Böylece durup sadece acısına ortak olamazdım, bir şeyler yapmam gerekiyordu ama sanki dilimi kesmişlerdi. Birçok konuda değişmiştim ama çocukluğumdan kalan o yara, ize dönüşmüş, bir türlü geçmiyordu.

Giray öylesine zor nefes alıyordu ki sanki benim de göğüs kafesime bir ağırlık çöküyordu. Ben böyleysem Tugay'ı düşünemiyordum; beni en çok yıkan soğukkanlılığıyla bilinen Tugay Demir Çeviker'in şimdi bir heykelden bile farksız oluşuydu.

“Tugay,” diye fısıldadım.

Hiçbir cevap vermedi.

“Tugay,” dedim bir kez daha. “Bunu yaptıranın kim olduğunu biliyoruz.” Omzunu yavaşça sıktığımda gözleri çok ağır bir şekilde bana döndü. Bana baktı, elbette ki o gülüşü yoktu ama benim tanıdığım adam da sanki uçup gitmişti.

“Ben,” dedi sadece. “Ne yapacağım?”

O an aklıma ilk geleni söyleyip, “X'e ulaşacağız,” diye fısıldadım. Giray'ın göğüs kafesine koyduğu eli kasıldı. “Bu zehir direkt öldürmüyorsa demek ki zaman veriyor, bir planı var. Ne istediğini soracağız.”

Gözlerini gözlerimden ayırmazken, “Doğru,” dedi. “Doğru doğru, evet, ulaşmak gerek.” Giray'a baktı, sonra bana döndü. “Ulaşmak...” kelimeleri toparlayamadı, “ulaşalım. Nasıl yapalım? Oraya mı gidilmesi gerek?” Aklını kaybetmiş gibiydi, bu sadece bir zarardan ziyade Giray'la olan son konuşmalarından kaynaklandığını da biliyordum. “Nasıl ulaşacağız?” Giray'a döndü yeniden. “O biliyordu birçok irtibatı, söyleyemez de şu an. Mail mi atacağız? Atalım o halde.” Giray'a baktı yeniden. “O hallederdi genelde. Nasıl yapacağız?”

Başımı aşağı yukarı salladım ve hızlı bir şekilde yanından ayrılıp kapının dışına çıktım. Elim ağzıma giderken sırtımı duvara yasladım ve gözlerimden birkaç damla yaş aktı. Herkes bana dönüp baktığında onlara sadece çaresizlikle başımı iki yana salladım. Hepsi de anladı. Tugay Demir Çeviker'in, şu an Tugay Demir Çeviker gibi olmadığını.

Elimi dudaklarımın üzerinden ayırıp kalbime doğru götürdüğümde, “Marco,” dedim. “X'e mail at, ne istediğini sor. Her ne istiyorsa...” gözlerimi ona çevirdim, “gerçekleştireceğiz.”

Ölüme bir buçuk saat kala…

“Hâlâ bir cevap yok.” Marco merdivene oturmuş, önündeki bilgisayara bakıyordu. Saniyede neredeyse iki kez yeniliyordu fakat herhangi bir cevap yoktu. Örgütteki doktor eriği incelemiş ve tabii ki hiçbir şey anlamamıştı. Marco bir kez daha yeniledi. “Hâlâ yok.”

Kapının yanındaki duvarın önünde çökmüş bekliyordum. “Hastaneye götürsek,” dedi Gamze altıncı kez.

“Riskli,” dedim sadece.

“Kustursak?”

“Uyanık değil.” Başımı iki yana salladım. “Midesini bir şekilde temizledi fakat hâlâ bir sonuç yok.”

“Hâlâ cevap yok,” dedi Marco bir kez daha.

Bakışlarım karşımdaki herkesin yüzünde gezindi. Ufuk, Pink, Javier, Gamze, Sinan, Marco, Lena... Hepsine baktım, tek tek göz teması kurdum ve hepsinin de gözlerindeki o hüznü gördüm fakat biliyordum, bu insanlardan bir tanesiydi Giray'ı bu hale getiren.

“Hâlâ cevap yok,” dedi Marco dişlerini sıkarak. Ellerinin titremesi durmamıştı.

“Bu zehri bilen kişi burada,” dedim oldukça net bir sesle fakat kendimi sıkmaktan artık boğazım ağrıyordu. “Ve şu an kim olduğu zerre umurumda değil. Size yemin ediyorum şu an itiraf ederse o kişi, canına asla zarar vermeyeceğim.” Herkes birbirine baktı ve aynı yüz ifadesine büründüler: Çaresizlik. Ellerimi yüzüme yerleştirdiğimde tırnaklarımı kendime sapladım. “Lütfen,” dedim dişlerimin arasından. Bağıramıyordum, ortalığı dağıtamıyordum. “Lütfen şunu yapın.”

“Hâlâ cevap yok.”

Nida'nın ağlayışları iç çekmeye döndüğünde oturduğu merdivenin basamağından kalktı ve bana doğru gelip kapalı olan kapıya baktı. “İçeri girmek istiyorum,” dedi kısılmış sesiyle. “Belki beni görürse iyileşir çünkü o beni ne zaman görse gülümser.” Bakışları Marco'ya döndü. “Değil mi? Sen de biliyorsun bunu, hep gülümsüyor o.”

“Bir cevap yok,” dedi Marco transa girmiş gibi.

“İçeri girmek istiyorum,” dedi Nida yeniden bana dönüp, ardından çenesi titredi ve yeniden ağlamaya başladı. “Ne olur içeri gireyim mi?”

“Nida,” dedim kendimi tutamayarak ve ben de kısık bir sesle ağlamaya başladığımda kollarımı ona doğru açtım. Nida bir an bile düşünmeden bana sarıldığında kolları boynuma dolandı ve kucağımda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözlerimi kapatıp yüzümü saçlarına gömdüğümde sanki Meryem'in kokusu onun saçlarındaydı. Kendimi tutamayıp bu kez yüksek bir sesle ağlamaya başladığımda bir kardeşi kaybetmenin verdiği o ağırlık, bu kez daha sert bir darbeyle bana tokat gibi inmişti. Kaçtığım, savaşa kendimi adadığım, intikam için çenemi aşağıya indirmediğim o zamanlardan geriye, kalbimde Meryem'in acısıyla Nida bana değil, ben Nida'ya sığınmış bir vaziyette kaldım.

Ölüme bir saat kala…

Kapının eşiğinde durmuş, Tugay'ı izliyordum. Elini bir an bile olsun Giray'ın kalbinden çekmemiş, gözlerini onun yüzünden ayırmamıştı.

X'ten hâlâ bir cevap yoktu; bu ölüme terk edilmek demekti.

Belki de bu bir plan bile değildi, o sadece Giray'ın ölmesini istemişti.

Dakikalar sonra Tugay ilk kez, “Bir cevap yok değil mi?” diye sordu.

“Hayır,” dedim öne doğru birkaç adım atıp.

Tugay nefesini verdi, ardından başka nefesler de verdi ve sonrasında bütün bomboşluk hissi yok olup giderken öfkesinin ona uğradığını gördüm. “Yerime geç,” dedi bana sadece. Bir anlık afalladım fakat bir kez daha aynı cümleyi tekrar ettiğinde hızlı adımlarla onun yanına ilerledim.

Elini Giray'ın kalbinin üzerinden çektiğinde yerine ben geçtim ve oturduğu sandalyeden öyle bir kalktı ki henüz ben o sandalyeye oturmadan odanın kapısının çarpma sesi geldi ve sonrasında dışarıda cehennem başladı.

“Şimdi!” diye bağırıyordu Tugay gür bir sesle. “Burada on saniye içerisinde bunu yapan ortaya çıkmazsa hepinizi öldüreceğim!” Nida'nın ağlayış seslerini duydum, bir şeyler devrildi ve Tugay'ın gür sesi evin içini doldurdu. Bir cam kırıldı, sonrasında sanki bir kapı kırıldı. Elimi daha fazla Giray'ın kalbine yasladığımda atışları cansız bir şekilde avcumun içindeydi, gövdesi ise daha fazla kızarmış sanki açık yaralara dönüşüyordu. Dudakları kurumuştu, gözlerinin çevresi mosmordu.

O ölüyor gibi değildi, o sanki ölmüştü; geriye sadece atan kalbi kalmıştı.

Sanki Giray, ikizinin sinir harbini hissetmiş gibi ya da benim iç sesimi duymuş gibi hareketlendiğinde bu hareketlenme sağlıklı bir hareketlenme değildi. İlk önce başı hareket etti, ardından vücudu titremeye başladı. Acı acı inlemeye başladığında gözlerim kocaman açıldı. Vücudu öyle bir titriyordu ki sanki avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Ellerini kaldırmak istedi ama bunu başaramadı, başını sallamak istedi, yapamadı ve ağzının içine kan dolduğunda neredeyse kendi kanıyla boğulacaktı.

“Tugay!” diye haykırdığımda tek yapabildiğim Giray'ın başını kaldırıp solunum cihazını çekerek ağzındaki kanın boşalmasını sağlamaktı. “Tugay! Buraya bakın!”

Kapı sertçe açıldığında adımları işittim, birisi beni çekti; bu kişinin Sinan olduğunu gördüğümde doktor direkt Giray'ın üzerine atıldı. O esnada yatağın ayakucunda olanları izleyen Tugay'ı ve Nida'yı gördüm. Giray'ın çırpınışları gitgide artarken içten içe çürüyormuş gibiydi çünkü vücudu tamamen kızarıklıklarla doldu.

“Benim yüzümden,” dedi Tugay ağzının içinde. “Benim yüzümden, benim yüzümden.” Odanın içinden öyle bir çıktı ki koşar adımlarla peşinden gittim fakat çıktığı gibi sağ eliyle karşısındaki duvara yumruk atması bir oldu. “Benim yüzümden!” diye haykırdı duvara doğru ve bir yumruk daha attı. Önüne geçmek istediğimde diğer tarafa yürüdü ve koridordaki her şeyi devirdi. Hırsını alamadığında kendisine vurmaya başladı.

“Tugay!” diye bağırdım fakat beni duymadı ve merdivenlere yöneldiğinde aşağıya inmeye başladı. Çıplak ayaklarla koşarken aklını kaçırmış gibiydi, onu ilk kez böyle görüyordum.

Merdivenin son basamağından indikten sonra dış kapıyı açtı ve evin bahçesinde koşarak time ait olan gizli araçların olduğu yere doğru yürüdü. “Tugay!” dedim arkasından bağırarak. Öyle hızlıydı ki ona yetişmekte zorlanıyordum. “Tugay yalvarıyorum dur!”

Bir aracın önüne gittiğinde kapısını zorladı, sonrasında tekmeleyerek diğer aracın yanına gitti, o da açılmadığında, “Bu siktiğimin anahtarları nerede?” diye bağırdı kapıyı çekiştirerek. Yeniden eve doğru döndüğünde ve koşmak istediğinde karşısına geçip ellerimi kaldırdım ve onu durdurdum.

“Yalvarıyorum dur,” dedim çaresizlikle. “Şu an hiçbir şey yapamazsın.”

Tugay aklını kaybettiğini artık dile de döküyordu. Gözlerindeki öfke öyle büyüktü ki bana bakarken bile silinmiyordu. “Gideceğim,” dedi zerre düşünmeden. “Ne istiyorlarsa yapsınlar, ne olacaksa olsun, o anahtarları bana getir.” Eve doğru bağırdı. “Anahtarları getirin!” Yeniden o yöne döndüğünde ellerimle sanki gücüm yetebilecekmiş gibi omuzlarından itekleyerek onu durdurdum. “Beni durdurabileceğini mi sanıyorsun?” diye sordu bana öfkeden dolmuş gözlerle. “Benim kardeşim ölüyor içeride, beni nasıl durdurabilirsin şu an? Benim kardeşim acı çekiyor hem de benim yüzümden. Benim kardeşim,” dedi dikenli bir sesle, “annem onu bana emanet etti, ölüyor. Ölüm lan! Ölüm bunun adı! Her şey benim öleceğim üzerine kuruluyken benim kardeşim ölemez.”

“Tugay,” dedim daha fazla dayanamayıp ağlayarak. “Şu an her ne yaparsan canım uğruna seni engelleyeceğim, beni ezip geçebiliyorsan geç.”

“O benim kardeşim!” diye haykırdı. Yeni doğan gün, bir cehennemin habercisi gibiydi. “Elim kalbinin üzerinde ne zaman duracağını mı bekleyeceğim ben? Anneme ne söyleyeceğim?” Elleriyle sertçe şakaklarına vurdu ve etrafına baktı. “Anneme ne söyleyeceğim?” dedi ağzının içinde sanki annesi bir yerden gelecekmiş gibi. “Ben ne yapacağım?”

“Annen burada değil,” dediğimde burada değil gibiydi. Yaşadığı patlama öylesine büyüktü ki kaldıramıyordum. Etrafta annesini arıyordu.

Yeniden arabaya baktı. “Gitmem gerek, benim gitmem gerek.” bakışları bana döndüğünde gözlerinin acıyla dolduğunu fark ettim. “Anahtarları ver,” dedi tek nefeste ve sonrasında titreyen sesi beni bozguna uğratırken hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. “Yalvarıyorum,” dediğinde sesi boğuklaştı ve gözünden bir damla yaş aktı. “Yalvarıyorum,” dedi ama artık adım atacak gücü bile yokmuşçasına elleriyle omuzlarımı tuttu. “Gideyim.” Bana tutunduğunda dayanamayıp onu kendime çektim ve o an Tugay, alnını omzuma yasladığı anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, bir çocuk gibi.

Ayakta duramadığında dizlerinin üzerine çöktü ve ben de onunla beraber çöktüğümde alnı omzumda, elleri iki yanında sallanırken ağlamaya devam etti. Bir elimi saçlarına geçirdim, ardından ben de onunla beraber ağladığımda sanki kollarımın arasında on dört yaşında bir çocuk gibiydi.

Tugay Demir Çeviker, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

“Hangi birine ağlayacağım ben?” dedi çaresiz bir sesle. “Kardeşimin ölüm döşeğinde olmasına mı ağlayacağım? Benim yüzümden bunların başına gelmesine mi ağlayacağım? Eğer ölürse bir yabancı gibi ayrılacağımıza mı ağlayacağım? Anneme verdiğim sözü tutamadığıma mı ağlayacağım?” Sağ eli yerdeki çimleri sıktı, yumrukları sıkıydı ama vücudunda güç yok gibiydi. “Eskisi gibi olamadan öleceğine mi ağlayacağım? En çok hangi konuda suçlayacağım kendimi? En çok hangisi yüzünden kendimi öldürmek isteyeceğim?”

Bir kardeşi kaybetmenin ne demek olduğunu biliyordum, acısını tam kalbimde hissediyordum ama Tugay benden daha ayrı bir şekilde kendini de suçluyordu, üstelik Giray'ın yaşadığı zamanları da hesaba katarak. Giray ona değiştiğini söylemişti, yaklaştığında bile çoğu zaman irkilerek ondan kaçıyordu. Bütün bunların yanında Meryem'im zaten cehennem gibi hayat yaşıyorken Giray güzel bir hayatın içinden Tugay tarafından çekip çıkarılmıştı.

“Bu bencillikti,” dedi sanki iç sesimi duymuş gibi. Hıçkırıklarını gizlemiyor, başını yasladığı yerden kaldırmıyordu. “Bana sarılmak istediği zamanlar tedbirle kaçtığım zamanlarım oldu, konuşmak istediğinde belki de ona hep bir örgüt lideri gibi yaklaştım, sevgimi eskisi gibi gösteremedim, ben ona o siktiğimin hapishanesinden sonra bir kardeş gibi olamadım. Sen yokken,” dedi kısık bir sesle, “o kadar yabancıydım ki her şeye. Yanımda olmasına bile izin vermedim, bir gece vakti odama geldiğinde onun söylediklerini dinlemedim bile. Hapishaneden ilk çıktığımda bana bir kahve getirdiğinde alışkanlıktan o kahveyi kokladım ilk, sonrasında da bunu gördü.” Geriye çekildiğinde gözleri ellerine kaydı, sol elini kaldırdığında acıyla baktı. “Bir kardeş olamadım,” dedi gözlerini kapatarak. “Hiçbir şey olamadım. Değiştim, değiştiğimle en çok o yüzleşti, sonra da yabancılaştı bana. Son bir kez onunla eskisi gibi olamadan kaybedeceğim onu.”

“Yapma, söyleme böyle.”

Gözlerini açıp bana baktığında ela gözleri kıpkırmızıydı ve karşımda titriyordu. “Ben kardeşimi çok seviyordum ama sevgimi bile hissetmedim, hissettiremedim. Ben şimdi hangi birisi yüzünden öldüreceğim kendimi?”

Yeniden ona sarıldığımda dönüştüğü adam yüzünden kendini suçlamasına katlanamıyordum. “Tugay,” dedim saçlarını okşarken. “Yemin ederim senin suçun değildi, hangimiz olsak aynı adama dönüşürdük. Sen çok daha güçlüydün, suçlama kendini artık yalvarıyorum.”

Başını iki yana salladığında, “Ben,” dedi kendinden tiksinirmiş gibi. “Anneme ne söyleyeceğim?” Başını iki yana salladı. “Ben ne yapacağım? Ailem o benim.”

Zaman tekerrür ederken, “Ben ölmedim ya,” dedim ağlaya ağlaya. “Ben kaldım. Ailen de olurum senin. Söz Tugay, söz kaybettiğin, kaybedeceğin her şeyin olurum senin.”

İlk defa bu kadar acıya batmıştı, ilk kez bu kadar yenilmişti ve ilk kez bu kadar gerçeklerle yüzleşmişti. Aslında Tugay da ilk kez kendisiyle bir örgüt lideri, kurucu, asker, işkence çeken o mahkûm olmadan yüzleşiyordu. Kalbindeki o sevgiyi görüyordu, kaybetmek ona bunları hissettirmişti.

“Avukat,” dediğinde sesindeki o güçsüzlüğü benden gizlemiyordu. “Sevgili Avukat, biraz daha sarılsana bana, ne olursun.”

Ölüme yarım saat kala…

“Hâlâ bir cevap yok.” Marco'nun durmadan tekrar ettiği o cümle kulaklarımdaydı. İki yüz altmış sekizinci mailini atmıştı ama bir cevap alamıyorduk. Doktor birçok yöntem denemişti ama her şey sonuçsuz kalıyordu. Ne kadar zamanımız kaldığını bile bilmiyorduk, öylece bekliyorduk.

Tugay geçirdiği sinir krizinin ardından yeniden Giray'ın yanına dönmüştü ve bu kez yanında Nida da vardı. Kapı aralıklıydı ve aralıklı yerden onları izliyordum. Herkes kapının önünde dağılmış bir vaziyette oturuyordu, benim ise gözlerim onlardan ayrılmıyordu.

Hemen soluma Sinan oturduğunda kolunu omzuma attı ve ben de başımı onun omzuna yasladığımda sessizce ağlamaya devam ettim. Ertelenen her acı, en olmadık zamanda gün yüzüne çıkardı. Şimdi o acının gün yüzüne çıkan tarafıyla yüzleşiyordum. Hem Tugay için hem de kendim için. Kalbimdeki ağırlık sadece Giray için değildi, babam içindi de. Meryem içindi de. Kalbimin üzerine onların acısını yaşamamak için beton dökmüştüm ama şimdi bütün suçlamalarım, bütün savaşlarım, kendime yönlendirdiğim bütün bıçaklar oradaydı.

“Sinan,” dedim kısık bir sesle. “Peki ya ben babama nasıl haber vereceğim?”

“Yapma,” dedi Sinan, ardından beni kendine çekip öyle bir sarıldı ki başımı göğüs kafesine yaslayıp sessiz bir şekilde ağlamaya devam ettim. Hayır, şu an senin acılarının sırası değil, demek istiyordum kendime ama durduramıyordum. Giray hepimize büyük bir tokat indirmişti.

“Baba,” dedi Tugay'ın kucağında oturan Nida. Artık onda gözyaşı yoktu. “O iyileştiğinde bir daha onun sözünden çıkmayacağım.”

“Ben de,” dedi Tugay sadece.

“Bir daha ona kızmayacağım da.”

“Ben de,” diyen Tugay'ın sesi titriyordu.

“Baba,” dedi Nida başını Tugay'ın omzuna yaslayarak. “O iyileştiğinde onu daha çok seveceğim.”

Tugay sessiz kaldı ve sonrasında Giray'ın sağ elinde duran elini yavaşça hareket ettirdi. “Nida,” dedi, küçük bir kız çocuğundan minnet bekler gibi. “İyileşir değil mi? Bana iyileşir der misin?” Bakışları ona döndüğünde Tugay'ın gözlerinin dolduğunu gördüm. “Ben diyemiyorum, kalbim senin kadar temiz değil.”

Nida büyük bir nefes verdikten sonra, “İyileşecek,” dedi ve Tugay'ın sırtını okşadı. “Hatta iyileştiği gün...”

“İyileştiğinde eskiden ne yapıyorsa onu yapacağım onunla.” Bakışları Giray'a döndü. “Hatta biliyor musun, yedi yaşına kadar hep kavga ederdik biz. Ben ona bana abi demesini söylerdim, o da söylemezdi. Şimdi iyileşsin, abi diyeceğim.” Nida gülümsedi. “Daha biz oturup,” Giray'la konuşuyordu aslında, “oturup kaybettiğimiz iddialar uğruna biralarımızı içeceğiz, sonra dertleşeceğiz iki kardeş gibi.” Başını iki yana salladı. “Bana bir ay önce demişti ki neden bir kardeşin olduğunu unutuyorsun, bu kez o kardeşin varlığını unutmayacağım.”

Sessizlik olduğunda asıl kazancın savaşlar değil, aile olduğunu görebiliyordum. İçimi çekerken Nida, “O senden hep abi diye bahsediyordu,” dedi ve bu cümlesi Tugay'ın elinin titremesine neden oldu. “Baba,” dediğinde Nida yeniden ağlamaya başladı. “O ölmesin, bir şeyler yap.”

Tugay bir cevap vermedi çünkü yapabileceği hiçbir şey yoktu. Birkaç nefes verdikten sonra, “Soğuk,” dedi, ardından gür bir sesle bağırdı. “O çok soğuk, birkaç battaniye daha getirin!” Üzerinde zaten altı tane battaniye vardı ama emrinden sonra Ufuk, yeni bir battaniye getirmek için içeriye doğru gitti. Tugay başını iki yana salladığında öne doğru eğildi ve Giray'a doğru, “Özür dilerim,” dediğinde onun duyabileceğini düşünüyordu. “Kardeş olduğumuzu unuttuğum için.”

Daha fazlasını duymak istemiyormuş gibi Sinan'ın göğüs kafesine sokulduğumda sanki son bir dilek hakkım kalmış gibi dileğimi söyledim. Lütfen, dedim, lütfen o yaşasın çünkü kardeş acısı kalbin yarısını da götürüyor.

“Baba,” dedi son kez Nida. “Siz ikizsiniz, hissediyor musun sen de çektiği acıyı?”

Tugay hiç düşünmeden, “Hissediyorum,” dedi. “Ve fiziksel değil. Ama keşke Nida, keşke bu acıyı sadece ben çekseydim.”

Ölüme on beş dakika kala…

Hâlâ aynı yerde durmuş, içeriye doğru bakıyordum. Nida, Tugay'ın kolları arasında uyuyakalmıştı, Tugay ise sağ elini hâlâ kardeşinin kalbinden çekmiyordu.

Gözlerimi kapattığımda karanlığın içine çekildiğimi hissettim fakat o karanlığı reddetmek, biraz daha ayakta kalmak istiyordum. Bu pes etmek demekti, pes edemezdim.

“Cevap!” diye bir sesle gözlerimi açtığımda Marco hızlı bir şekilde elindeki bilgisayarla odanın içine daldı. “Cevap geldi!”

Hızlı bir şekilde oturduğum yerden kalktığımda sarsak adımlarla odadan içeriye daldım ve X'ten gelen o maili gördüm. Tugay ise elini kardeşinin kalbinden çekmeden bilgisayar ekranına baktı.

Hayat bazen kazandım dediğin noktada kaybettiklerinle sana tokat atar, Tugay Demir Çeviker.

Beni hafife almaman gerektiğini sana onlarca kez söyledim fakat aramızdaki fark bu. Ben kötü biriyim, bıçağı kalbe saplarken şüpheye düşmem fakat siz, merhametle attığınız adımlarla hiçbir zaman beni, yapabileceklerimizi göremeyeceksiniz.

Kardeşinin on beş dakikadan daha kısa bir süresi kaldığını görüyorum.

Mailine geç döndüğüm için kusura bakma, kendime lezzetli bir yemek yapıyordum; aklımdan çıkmışsın.

Ne istediğimi gelecek olursak...

Elbette o ses kayıtlarını istiyorum ve sadece bu kadarla da sınırlı değil.

Teslim olacaksınız. Sen ve o çok sevdiğin eşin. Adaletten söz ediyorsak, yeniden adaletin boyunduruğu altına gireceksin. Elbette bu adalet, benim adaletim.

Eğer kabul etmiyorsan sadece biricik ikizine değil, üçünüze de veda etmek durumunda kalacağım çünkü biriniz ölürse hepiniz ölüyorsunuz; bu benim için bulunmaz bir nimet.

Eğer kabul ediyorsan sana panzehiri vereceğim...

Fakat...

Görüyorsun ya on beş dakika kalmış, yetişebilmeniz çok zor. Tüh.

Sen Tugay Demir Çeviker'sin, kaybederken bile kazanırsın fakat ben kaybetsem bile kazanacağım gün için düşmanın zafer kazanışına izin veririm. Çünkü kısa süreli hazlar, uzun vadede sizi yok eder.

Aşk hissedebileceğin en güzel duygudur ya da kullanabileceğin en kuvvetli silah. Ben o silahı çoktan kullandım.

Son kez,

Sevgili X'in :)

On beş dakika. Sadece on beş dakika vardı ve panzehiri nereden, nasıl, ne şekilde temin edebileceğimizi bile söylememişti. Tek istediği ayağına gitmemizdi fakat yol mesafesi bile dakikalara meydan okurdu.

“Benim,” dedi Tugay bilgisayar ekranına bakarken. “Yeniden mahkûm olmamı istiyor.”

Ya da ölmemizi. Üçümüzün. Çünkü Giray ölürse biz de ölürdük. Bugün aslında üçümüzün de ölüm günüydü.

“Eftalya,” dedi heyecanlı bir sesle. Başımı kapıya doğru çevirdiğimde Lena'nın yüzünü gördüm. “Lütfen bir gelir misin, sanırım bir şey buldum.”

Kaşlarım havalandığında diğerlerini itekleyerek Lena'nın yanına gittim ve beni bileğimden tutup yürütmesine izin verdim. Diğerleri de peşimizdeydi fakat Lena ilk önce beni çekiyordu.

Merdiven basamaklarını indikten sonra beni bir odanın içine soktu ve o odaya girdiğimizde bir çalışma odasıyla karşılaştım. “Ne oluyor?” dedi Marco arkamdan. O sırada bir adım öne atılan Tugay'dı.

Lena çalışma masasına ilerleyip işaretparmağıyla gösterdi. “Bu kitabı Giray getirdi öyle değil mi?” Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım. Bileğimden tutup beni biraz daha çekti ve kitaba yaklaştı. Sayfa kırk üç açıktı, yanında bir mektup duruyordu, henüz açılmamış. Bez çanta ise sandalyenin üzerindeydi. Uzanıp kitabı almak istediğimde, “Dokunma,” diye irkildi Lena. “Bak, dikkatli bak, erikteki o lekelerden sayfanın üzerinde de var.” Ellerimle ağzımı kapattığımda acıyla inledim. “Giray erikten değil, bu kitaptan, çantadan ya da mektuptan zehirlendi. Temasla geçebilen bir zehir, yüksek ihtimal o çantadan geçti.” Başımı art arda iki yana sallıyordum. “Arsenik ve başka bir zehrin daha karıştırıldığına eminim. Belki de colchicum. Safrana benzer, belli bir süreden sonra ortaya çıkıyor. Siyah lekeler var ve yaklaşınca sarımsak kokusu geliyor.”

“O yüzden,” dedi Marco dehşetle. “Defne eldiven takıyordu.”

İster istemez gözlerim, sayfa kırk üçte yazan cümlelere takıldı.

“Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. Benim için fark etmediğini, eğer o istiyorsa evlenebileceğimizi söyledim. O zaman da, onu sevip sevmediğimi sordu. Ben de yine daha önceki gibi cevapladım, bunun bir anlamı olmadığını ama elbette onu sevmediğimi söyledim.

“Bunun,” diyen Tugay şaşkınlıktan ziyade kardeşini düşünüyordu. “Panzehiri ne?” Bakışları Lena'daydı, ardından doktora döndü. “Bunun ilacı ne?” Doktor gözlerini açmış Tugay'a bakarken Lena bir şey söylemek istediğinde Tugay, doktorun yakasına yapıştı. “Söylesene, ilacı ne bunun? Kardeşimi iki saattir komada bırakan bu zehirden nasıl temizleyeceğim?”

“Ben,” dedi doktor, “ben şu an, bilmiyorum, bunu araştırmam ve...”

“Bilmiyorum,” dedi Lena kekeleyerek. “Sadece derste gördüklerimi söylüyorum, başka hiçbir şey bilmiyorum.” Geriye doğru adım attığında korkuyla Tugay'a baktı. “Kusturmak gerekir ama zaten kusuyor. Ne kadar temas ederse o kadar etkisi vardır belki bilmiyorum, o şokta. Belki de son on beş dakikası kalmamıştır, inanın hiçbir şey bilmiyorum.”

“Bana,” diye bağırdı Tugay ortaya doğru. “Bir çözüm bulun!”

“Marco!” Kapının önünde Omar'ın sesini işittik, onun aslında buraya girmesi yasaktı. Hepimizin bakışları o yöne döndüğünde Omar'ın yüzünde dehşet vardı. “Kapıda maskeli bir adam var, sizi görmek istediği çok açık.”

Hepimiz birbirimize baktık ve koşar adımlarla çalışma odasından çıktığımızda dış kapıdan fırladık ve büyük bahçenin çitlerini aştık. Tam ileride tek başına duran adamı gördüğümüzde Tugay'ın adımları öyle hızlıydı ki hemen arkasında Marco ve ben onunla aynı hizaya gelebilmek için koşuyorduk.

Oraya ulaştığımızda aramızdaki çitlere rağmen bir adım uzağımızda adam durdu. Üzerinde geniş, siyah bir mont vardı, altında ise geniş bir pantolon. Ayağındaki postallarının bağcıklarını bile bağlamamıştı.

“Kimsin?” diye sordu Tugay hiddetle.

Adam sadece birkaç saniye hepimizle göz göze geldi ve sonrasında kafasındaki kar maskesini yavaşça çıkardığında büyük bir şaşkınlıkla gözlerimi açtım.

O bir adam değildi, Defne'ydi ve üzerindekiler erkek kıyafetleriydi. Sol kaşı patlamıştı ve yanağında büyük bir morluk vardı. Sol eli ceketinin cebine gittiğinde titriyordu ve her an bayılacakmış gibi bize bakıyordu. Küçük siyah bir şişe çıkardığında onun panzehir olduğunu anlamamak imkânsızdı.

Tugay’ın ise gözlerinde yanan intikam ateşi, o ateşi tanıyan herkesi yakıp kül edecek kadar fazlaydı; ben bile korkuyla yarım adım gerilemek zorunda kaldım. Düşmanlarını tahmin bile edemiyordum.

“Aşk ya hissedebileceğin en güzel duygudur ya da kullanabileceğin en kuvvetli silah,” dedi Defne, X'in cümlelerini tekrar ederek. “Hayır, bu kez bu silahı ben çekmedim, onun ölmesine izin vermeyin. Ben,” dedi tek nefeste, “ben de ihanete uğradım.” İlk kez, belki de ilk kez uzun zaman sonra Defne'ye inandım çünkü gözlerinde büyük bir korku ve korkunun yanında da acı vardı. Aşk acısından ziyade, derinlerde yatan iyi bir insanın acısı gibiydi.