logo

45. SAVAŞ

Views 487 Comments 5

Dün gece çok güzel bir rüya görmüştüm.

Belki kâbus görmem gerekirdi ama hayır, ben çok güzel bir rüya görmüştüm.

Bir gökdelenin tepesindeydim ve yeryüzünü izliyordum. Savaşlar yoktu, bombalar yoktu, silahlar yoktu, ölümler yoktu. Hemen yanımda Tugay Demir Çeviker elimi sıkıca tutmuş benimle beraber yeryüzünü izliyordu. Yüzümdeki gülümseme bir zafer kazanmış kadar sıcaktı, kalbime sanki hiç kir bulaşmamıştı, kanın kokusu artık çok uzaktaydı.

Omzumun üzerinden arkama baktığımda babam ve Meryem yüzlerindeki gülümsemeyle beni izliyorlardı. Onların gülümsemesi de öyle içtendi ki rüyanın belki de bu yaşıma kadar gördüğüm en güzel rüya olduğunu bana tasdikliyordu.

Bir adım atıyordum, ardından bir adım daha. Gökdelenin en ucuna geliyordum fakat aşağıya düşmekten hiç korkmuyordum; ben adım attıkça Tugay da benimle beraber yürüyordu. Her adımımda kalbime biraz daha umut doluyordu, korkmam gerekirken ben kendimi daha özgür hissediyordum.

Rüyamın nasıl bittiğini hatırlamıyordum ama uyandığımda aklımda kalan Tugay’ın sıcacık elinin verdiği his, gökyüzündeki özgürlüğüm ve babamın yüzündeki gururlu ifadeydi.

Aynada kendime bakarken üzerime siyah şişme montumu giyiyordum. Altımda siyah kargo pantolonum, kazağımın içinde çelik yeleğim, kemerimde iki silah, cebimde bir çakı, kemerimin tokasına sıkıştırdığım jilet vardı. Saçlarımı sıkı bir şekilde atkuyruğu yapmıştım, giydiğim postalımın içine de küçük bir çakı sıkıştırmıştım.

Vakit yaklaşıyordu ve herkes aşağıda beni bekliyordu. Güne gözlerimi Tugay yanımda uyurken açmıştım ve rüya gibi bir gecenin ardından cehennem gibi bir güne başladığımızın bilincindeydim ama hiçbir cehennem dünün güzelliğini de silemezdi, bunu biliyordum.

Biz bugün kazanacaktık, buna bütün kalbimle inanıyordum. Ve aklımın sesini tamamen susturuyordum çünkü bu hayatta öğrendiğim bir şey varsa o da kalbimi dinlediğimde en doğru yolu seçtiğimdi.

Biz bu savaşı kazanacaktık; biz uğruna her şeyimizi kaybettiğimiz bu yolun sonunda çiçeklerin açmasını sağlayabilecektik.

Ben buna inanıyordum, aksine beni aklım bile ikna edemezdi.

Aynaya bakıp gülümsediğimde çenemi havaya kaldırdım ve bir kez daha kendime, “Siz kazanacaksınız, Eftalya Atalar,” dedim sakince. “Çünkü çektiğin her acı, zafere gittiğin bu yolda seni büyüttü ve büyüdükçe güçlenmeyi de öğrendin.”

Şişme montun fermuarını yukarıya çektiğimde ve atkuyruğumu dışarıya çıkardığımda aynalı odadan çıkmadan önce son kez odanın içinde bakışlarımı gezdirdim. Fotoğraflar, yatak, güzelliğimi kanıtlamak için her yere koyulan aynalar, piyanonun bıraktığı boşluk, terk edişler ve ilk kez kavuşmalar. Hepsi bu odanın içinde bir sır gibi kalacak olsa da benim kalbim o sırları sonsuza kadar yaşatmaya devam edecekti çünkü kalbimin bütün odaları da bu oda kadar anılarla doluydu.

Odadan çıktığımda ve merdivenlerden aşağıya inmeye başladığımda herkesin sesi kulaklarıma doluyordu. Javier heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu, Marco onu susturmaya çalışıyordu, Gamze’nin gülen sesi oradaydı, Sinan’ı duyamıyordum ama ilgiyle onu dinlediği açıktı. Red silahlar hakkında bir şeyler söylüyordu, Helen kıkırdıyordu. Tugay’ın ise beni beklediğini çok iyi biliyordum.

Saat dört buçuktu, yarım saat sonra halkın nezdinde Giray’ın idamı gerçekleşecekti. Tugay’la güne başladığımızda ikimiz de bu savaş hakkında tek kelime etmemiş, eve gelip güzel bir kahvaltı yapmıştık ve neredeyse dün geceye devam etmiştik ama masal sona ermişti, gerçek dünyaya bir kez daha kucak açıyorduk.

Kaçtığımız her şeyi konuştuğumuzdan olsa gerek içim çok rahattı. İkimiz de kaçmanın bize yakışmayacağından emindik, kaçarsak vicdanımızın rahat etmeyeceğini biliyorduk ve ne uğruna savaştığımızın farkındaydık.

Yaşadığımız dünya için özgürlüğümüz, bizim mahkûmiyetimiz olacaktı ama en başından beri bunu bile bile yola çıkmıştık. Belki bir halk kahramanı olamazdık ama hiçbir zaman da nefret edilen o iki kişi olmayacağımızdan emindim.

Merdivenin son basamağından indiğimde herkesin gözü bana döndü, Tugay tam ortalarında durmuştu. Ellerine eldivenlerini giyerken beni gördüğü an o sevdiğim gülümsemesini gönderdi ve elini uzatıp beni yanına çağırdı. Direkt yanına gittiğimde kolunu omzuma attı, saçlarıma uzun bir öpücük kondurdu ve üzerindeki montun cebinden beyaz eldivenlerimi çıkarıp bana uzattı. “Senin daima bizden farklı bir rengin olacak,” dedi dingin bir sesle. “Tak eldivenlerini Sevgili Avukat.”

O an Ölüm Timi’ndekilerin kendi kum saati amblemlerinin olduğu üniformalarını giydiği, örgüttekilerin ise BL eldivenlerini taktığını gördüm. Uzun zamandır onları böyle görmediğim için kalbimde bir şeyler tekledi. “Herkes hazır,” dedim eldivenleri ellerime giyerken.

Marco omzuna attığı büyük tüfeğini düzeltirken, “Üzerimde o kadar metal var ki yürürken zorlanıyorum,” diye şaka yaptı ve herkes ona güldüğünde bakışlarım hemen yanındaki Sinan’la kesişti. Bana göz kırptığında aynı şekilde karşılık verdim.

“O halde çıkalım,” dedi Tugay kapıyı göstererek. “Diğer herkes yerlerini almıştır.”

“Krallık sessizliğini koruyor,” dedi Gamze kapıya doğru yürürken. “Hiçbir açıklama yapmadılar, engellemediler de. Sadece sessizler. Bu çok korkutucu değil mi?”

Tugay, “Korkutucu bir tarafı var elbet,” dedi ama sesi rahat geliyordu. “Fakat biz kartları açık oynadığımızı yeterince belli ettik zaten. Onlar da savaşmaktan başka hiçbir çareleri olmadığını çok iyi biliyordur.”

Tugay dış kapıyı açtığında ve hep beraber dışarıya çıktığımızda kapının önünde Defne’yle ve yanındaki Lena’yla karşılaştım. Defne’nin eldivenleri yoktu fakat o da simsiyah giyinmişti, silahlarının olmadığını ise çok iyi biliyordum. Tugay’ın onun hakkında planı olduğu çok açıktı, bunu görememek imkânsızdı.

Sessizlik oluştuğunda ve herkes Defne’ye şöyle bir baktığında Marco’nun ağzında küfür yuvarladığını işittim, yanından rüzgâr gibi geçtiğinde ise Defne omzunu çekmek zorunda kalmıştı.

“İki araç gideceğiz,” dedi Tugay kapının önündeki iki minibüsü göstererek. “Avukat, ben, Marco ve Sinan aynı araçta olacağız. Diğer araca sizler bineceksiniz, görev yerlerinizi aldığınızda kulaklıklardan iletişim kuracağız.” Herkes başını salladığında bir süre öylece araçların önünde durduk ve benim gözlerim bu kez de eve döndü. Büyük köşk ilk geldiğimde o kadar sıcak gelmese de şu an bir aileyi anımsatacak kadar içimi ısıtıyordu. Yanımızdaki her insan da öyle.

Bir tarafım hem odaya hem köşke hem de bütün bu insanlara veda ediyordu ama bir tarafım da inatla bu savaşı kazanacağımızı söylüyordu; kalbimi dinledim, kalbim en iyisini bilirdi.

Herkes araçlara geçmeden önce Gamze bir kez daha beni kendisine çekip sarıldı. Kulağıma, “Dikkatli ol Avukat,” diye fısıldadı. “Çünkü içimde çok kötü bir his var.”

Kaşlarım çatıldığında, “Ne gibi?” diye sordum ve ben de ona sarıldım.

“Bilmiyorum.” Geriye çekildi ve ellerini omuzlarıma yerleştirdi, topladığı saçını omzundan arkaya attı. “Hiçbir şey bilmiyorum, belki de karamsarlığımdandır. Zaten hislerim de pek çıkmaz ama lütfen dikkatli ol.” Bakışları hemen arkama döndüğünde Marco’ya ve Sinan’a baktığını gördüm. “Dikkatli olun, hepiniz.”

Gamze bir cevap vermemizi bile beklemeden kendi aracının olduğu yere doğru yürüdüğünde Javier, Defne’yi omzundan hafifçe itekleyerek araca doğru yürüttü. Defne ağzını bıçak açmıyor, sadece izliyordu ama gözlerinde artık ne öfke ne savaş ne de kin vardı. Vazgeçmişlikten başka hiçbir şey göremiyordum.

Araçlara bindiğimizde Tugay sürücü koltuğuna geçti, ben ise hemen yanındaki koltuktaydım. Arkaya ise Marco’yla Sinan oturdu. Tugay dikiz aynasından Marco ve Sinan’a baktığında derin bir nefes verdi fakat o an onlara değil, terk ettiği eve baktığını çok sonra anladım. Gözlerinden silik bir hüzün geçtiğinde başını iki yana sallayıp arabayı çalıştırdı. Simsiyah boğazlı kazağı, benim gibi üzerine giydiği şişme montu ve siyah kargo pantolonu vardı. Arabanın içi de silahlarla doluydu, bunu çok iyi biliyordum.

Araç yavaşça köşkün önünden ayrıldı. Plakaları bugün değiştirilmişti ama zaten saklanacak bir halimiz de kalmamıştı.

Tugay elini montunun cebine atıp günler önce Ufuk’un kopardığı kolyemi ortaya çıkardı. Gözlerim açıldığında ben sormadan, “Tak bunu güzelim,” dedi. “Seni kaybetme ihtimalini göze alamam.”

Ucunda güneş ve ayın olduğu kolyeyi elime alırken, “Kaybolduğunu düşünmüştüm,” diye mırıldandım. “Teşekkür ederim.”

“Örgütten gelen bilgiye göre halktan insanlar yavaş yavaş meydana gelmeye başlamış,” dedi Sinan arkadan. “Ama Krallık askerleri de oradaymış.”

Tugay gülümsedi. “Tam da düşündüğüm gibi.”

“Başka bir planın var öyle değil mi?” diye sordum merakla. “Bunu benimle paylaşman gerekiyor.”

Tugay gülümseyen yüzüyle bana dönüp baktı. “Benim her zaman başka planlarım olur Sevgili Avukat ama bazen de planlarım o an gerçekleşir. Sen sadece benim yanımdan ayrılmamaya çalış.”

“Ölüm Timi’nden adamlarımız çatılarda yerini almış,” dedi Marco bu kez. “Üç sokak korunuyor.”

“Güzel.” Tugay sakindi ama bir tarafının korkudan mı, endişeden mi yoksa başka bir duygudan mı bilinmez buruk olduğunu görebiliyordum.

“Başka bir şey oldu,” dedim kısık bir sesle ona doğru eğilip. “Bana söylemiyorsun.”

Tugay’ın kaşları tek bir çizgi halini aldığında ilk önce söyleyip söylememekte kararsız kaldı ve sonrasında, “Kâbus gördüm sadece,” dedi eliyle geçiştirerek. “Sanki hiç görmüyormuşum gibi.”

“Ne gördün?” Ben harika bir rüya görmüşken o kâbus görmüştü. Bu beni neden bu kadar üzmüştü bilmiyordum, tam zıttık.

Tugay gözlerini kıstığında solgun bir sesle, “Giray’ı,” dedi. Kısa bir süre sessiz kaldığında ona ihtiyacı olduğunu görebiliyordum. “Daha doğrusu çocukluğumuzu. O masumiyeti. Biz küçükken annem ikimize aynı kıyafetleri giydirmeyi çok severdi, bir keresinde ikimize de paçaları kısa lacivert bir tulum giydirmişti. Karne günüydü ve okuldaki herkes bizimle dalga geçmişti ama en çok benimle dalga geçmişlerdi.” Tugay güldü ama acısını net bir şekilde hissediyordum. “Çünkü Giray kendini savunabiliyordu ama ben sessiz olandım. O gün Giray herkesle benim için kavga etmişti, hatta sağlam bir dayak yemişti. Onu korumak yerine saklanmıştım.” Normalde bunları sadece benimle paylaşırdı ama Sinan ve Marco’nun duymasını umursamıyordu. “Tuhaf bir şekilde o günü yeniden rüyamda gördüm ama bu kez beni korumadı çünkü bir süreden sonra o kâbusun içinde yok oldu.” Yutkundu. “Şu an gibi.” Bir süre yolu izledi ve bakışları bana döndüğünde buruk bir şekilde, “Onu özlüyorum,” diye mırıldandı.

“Hepimizin bir noktada ona ihtiyacı varken çekip gitti,” dedi Marco arkadan sert bir sesle. “Sebebi ne olursa olsun bu bizi yarım bırakmak demekti.”

“Ben gitmesine kızmıyorum.” Tugay bu cümlesinde son derece samimiydi biliyordum. “Sadece bu sabah günler sonra onu ilk kez aradım ama açmadı, umarım iyidir. İyilerdir.”

“Ben de üç gün önce aradığımda açmadı,” dedi Sinan şüpheyle. “Onu merak ediyorum.”

Arabanın içine ağır bir sessizlik çöktüğünde ve bir süre öyle devam ettiğinde bakışlarımı pencereden yola çevirdim. Terk edilmiş evler ve arabalar, duvarlarda yazılar, kırılmış dükkân pencereleri, ıssız sokaklar. Ülke tamamen griye boyanmıştı, hiçbir renk yoktu, kimse yoktu. Bu zaten çürümek demekti ve biz de aslında kendi içimizde çürüyorduk.

“Umarım Gamze, Defne’yi öldürmez,” dedim konuyu dağıtmak isteyerek. Neyse ki kulaklıklarımızı henüz takmamıştık. “Aynı arabaya koymak yanlış bir fikir olabilir mi?”

“Gamze bu noktada aklı başında hareket eder,” dedi Marco kendini tutamayarak. “Bir hata yapmaz.” Dikiz aynasından Sinan’a baktığımda oldukça ifadesiz görünüyordu. “Ve size her şey başlamadan önce söylemek istediğim bir şey var.” Gözleri Sinan’a döndü. “Gamze’yi ilgilendiriyor.”

“Nedir?” Sinan temkinli ve bir o kadar da korumacıydı.

“Gamze’nin ailesi yaşıyor, onları buldum.” Hızlıca başımı çevirip ona baktığımda Marco silik bir şekilde gülümsedi. “Her şey son bulduktan sonra söylediğim adrese onu götürün,” Sinan’a baktı, “veya götür, bir kez de olsa annesini görmek isteyecektir.”

“Bana ailesinin yaşamadığını söylemişti,” dedi Sinan afallayarak. “Nasıl buldun?”

“Ben de öyle biliyordum ama Gamze’yle geçen gün konuştuğumuzda Ölüm Timi’nden ayrıldığında büyüdüğü eve gittiğini ama orada komşuların Gamze diye birinin hiç yaşamadığını söylediklerini öğrendim. Biraz araştırdığımda gerçek adının Gamze olmadığı ortaya çıktı, ailesi ona Deniz adını vermiş. Her şeyiyle baktığımda annesi Almanya’da bir huzurevinde kalıyor. Ne durumda bilmiyorum ama onunla görüşmek isteyeceğine eminim.” Sinan’a yeniden döndü. “Onu Almanya’ya götür çünkü herkes bir gün annesine kavuşmak ister.”

Marco, Gamze için bir çaba vermişti fakat bu çaba onu kazanmaktan öte ailesini bulması içindi. “Bunu sen söylemelisin,” dedi Sinan dürüstçe. “Ben değil.”

“Hayır.” Marco o kadar net bir şekilde yanıt verdi ki Tugay bile dikiz aynasından Marco’ya merakla bakmıştı. “Çünkü bizim artık paylaşacak hiçbir şeyimiz kalmadı, defterimizi kapattık.”

Kendimi tutamayarak, “Demek sonunda konuşabildiniz,” dedim fakat Marco bana cevap vermek yerine gözlerini Sinan’a çevirmiş, onu izliyordu.

“Sana bir can borcum var,” dedi bunu hiç unutmayacağını âdeta belli ederek. “Ve içinin daima rahat olmasını istiyorum Sinan. Gamze seni seviyor.” Yutkunduğunda yüzünde rahatlamış bir ifade vardı. “Çünkü ben seneler kadar geç kaldım, hatalar yaptım ve onu kaybettim. Hem de hiç kazanmamışken ve kazanmak için bir çaba bile sarf etmemişken.” Gözlerini kapattığında büyük bir nefes verip, “Ona beni sudan kurtardığın gün bir şansımız olup olmayacağını sordum,” dedi ve gözlerini açtı. “Fakat çok geç kaldığımı nereden anladım biliyor musun? Bakışlarından. Bakışlarında sevgi yoktu ve artık nefret de yoktu, sadece geç kalmışlık vardı. Seneler sonra onu bıraktığım yerde bulabilmem imkânsızdı ama yine de şansımı denemek istedim fakat o bana sadece seni sevdiğini söyledi.” Marco boğazını temizlediğinde kaşlarını havaya kaldırdı. “Ve o an ondan bir şans istediğim için bile kendimi berbat hissettim çünkü bu bencillik ve yüzsüzlüktü. Ondan senelerini aldım, değersiz hissettirdim ve bir çaba bile vermedim. Bana dedi ki kötü geçen hiçbir günümde yanımda yoktun, sevgi bu değildir Marco. Haklı, sonuna kadar haklı. Ben de onun için bambaşka bir çabayla ailesine ulaştım ama bunu benim yaptığımı bilmesine gerek yok. Ondan kopardığım seneleri onarmasa da belki bu içimi biraz daha rahatlatır.”

“Marco,” dedim konuya ne kadar dahil olmak istemesem de. “Ona kendini açıklayabildin mi peki?”

“Evet.” Bakışlarımız kesiştiğinde bana anlattığı her şeyi ona da anlattığını fark ettim. “Ve beni anladı, gerçekten anladı ama Avukat, bilirsin ya bazı şeyler için sadece çok geçtir işte. Öyle söyledi o da. Çok geç Marco, dedi. Her şey için çok geç çünkü yaralarını onarmak istediğimde beni ittin ve şu an yaralarını gösteriyor olman o yaraları aynı şekilde onarabileceğim anlamına gelmez. Sadece bu kadar Avukat, bazen bazı şeyler için çok geçtir. Ben çok geç kaldım.”

Artık diyecek pek de bir şey kalmamıştı ve ne kadar Marco’ya belli etmek istemesem de Gamze’yi de anlayabiliyordum. Belki de aklımızın alamayacağı kadar uzun bir süre Marco’yu sevmişti fakat sevdiği için bile ilk önce Ölüm Timi’nden uzaklaştırılmış, ardından hiçbir açıklama yapılmamıştı. Sonrasında Marco’yla karşılaştığında ise ne bir açıklamayla ne bir çabayla ne de bambaşka bir duyguyla karşılaşmıştı. Birbirlerine karşı biledikleri dişleriyle savaşa devam etmişlerdi ama bu kadar şeyin ortasında Gamze, Sinan’la tanışmıştı ve Marco’nun veremediği birçok şeyi Sinan ona vermişti.

Zaman geç kalmışlığı asla affetmiyordu ve Gamze’nin kalbi, çoktan Sinan’ı seçmişti.

Kalbimizi birine verdiğimizde karşımızdaki kişi her ne yaparsa yapsın kalbimiz daima onun ellerinde kalmaya devam edecek sanabiliyordu halbuki bu ne büyük bir yanılgıydı, şimdi bunu daha net bir şekilde görebiliyordum. Çünkü sevgi ve aşk çaba gerektirirdi, o çaba onarırdı kalbi; diğer türlüsü sadece geç kalış olurdu. Bu kadardı, daha ötesi yoktu.

Artık arabada çıt bile çıkmıyordu. Bazı defterler yeni açılıyordu, bazı defterler tamamen kapatılıyordu ve bazı defterler açılmamak üzere rafa kaldırılıyordu. Veda biraz da bu demekti.

“Az kaldı,” dedi Tugay dakikalar sonra. “Sinan, örgüttekiler ne diyor?”

Sinan cebinden telefonunu çıkarıp birkaç tuşa bastı, ardından gözleri açıldığında, “Meydan tıklım tıklım kalabalık,” dedi ve telefonu bize doğru çevirip ekranı gösterdi. Görüntü bir çatı katından çekilmişti, meydanda iğne atsak yere düşmeyecek kadar büyük bir kalabalık vardı. Parmakla bile sayılamayacak kadar çok insan Giray’ın idamı ve onu korumak için toplanmıştı. Bu insanlar halktandı.

Tam karşılarındaki topluluk ise Krallık’ın adamları, askerleri ve rütbelilerdi. Hepsi silahlıydı, sayı olarak daha azlardı ama kuvvet açısından daha güçlülerdi. O güçlü insanların arkasındaki tırları, panzerleri ve savaş araçlarını gördüğümde, “Tugay,” dedim boğuk bir sesle. “Tek bir hamleyle halkı dağıtabilecek kadar güçlüler.”

“Ama halka saldırmamak için ellerinden geleni yapacaklar Sevgili Avukat,” dedi Tugay kendinden emin bir sesle. “Son ana kadar onlara zarar vermekten kaçınacaklar.”

“Ya kaçınmazlarsa?” diye sordum dikkatle ona bakıp. “O zaman ne yapacağız?”

Tugay arabayı durdurduğunda çoktan topluluğun biraz uzağına varmıştık. Bulunduğumuz yerden kalabalığın sadece uç tarafını görüyorduk ama kızgın kalabalığı durduran da sadece Krallık’ın gücü ve bizim onların arasında olmamamızdı, bunu biliyordum. Biz dahil olduğumuzda işler değişecekti, bunu da çok iyi biliyordum fakat içimden bir ses X’in ve Ufuk’un çoktan gözünü kararttığını söylüyordu.

“Bizim kaç tane panzerimiz var Marco?” diye sordu Tugay arkaya doğru bakıp.

“Üç,” dedi Marco.

“Onların?”

“Sekiz,” dedi Sinan donuk bir sesle. Gökyüzünde uçan helikopterlerin sesini işittiğimde omuzlarımı dikleştirdim ve Tugay’ın gözlerinin içine baktım. Ne düşündüğünü anlamıyordum ama kafasının içinde yine planlar döndüğüne emindim.

Diğerlerinin içinde bulunduğu araç da hemen yanımızda durduğunda hepimiz birbirimize baktık ve Tugay’ın cebindeki telefon çalmaya başladı. Ekranda bilinmeyen numara göründüğünde Tugay’ın gözleri kısıldı ve telefonu açıp hoparlöre aldı.

“İyi günler Tugay Demir Çeviker,” dedi Ufuk’un sesi. “Biz de seni bekliyorduk.”

Tugay etrafına baktığında bir yerlerden izlendiğimizi elbette biliyorduk fakat kurşun geçirmez camlar olduğunu tahmin etmeyecek kadar salak değillerdi. “Ne yapmaya çalıştığının farkındayım,” dedi Tugay kendinden emin bir sesle. “Ama bilmen gerekiyor ki ben senin aklının içindeyim.”

Ufuk gülmeye başladığında tepemizdeki helikopterlerin sayısı gitgide artıyordu. “Geriye çekilmen için sana sadece bir şans veriyorum,” dedi üstün bir sesle. “Eğer çekilmezsen hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayacağız.”

“Sen Krallık için yaşıyor, onun için nefes alıyorsun,” diyen Tugay’ın yüzünde tebessüm vardı. “Eğer kendi halkına savaş açarsan ben kaybetsem bile sen de ebediyen Krallık’ın güvenilirliğini yok etmiş olursun.”

Kısa süreli bir sessizlik oldu. Ardından Ufuk, “Peki ya halka savaş açacak olan ben değil, yine halk olursa?” diye sordu. Tugay’ın cevap vermesini bile beklemeden Sinan telefonun ekranını bize doğru çevirdi. O anda Krallık askerlerinin hemen arkasından Krallık’ı destekleyen halkın görünmeye başladığını gördüm; Ufuk, halkı halka kırdıracaktı ve bu şekilde Krallık’ı kurtarıp bizi de yok edecekti. Krallık destekleyen halk gitgide çoğalırken ürperdiğimi hissettim ve hepimiz birbirimize baktık. “Anladığını düşünüyorum,” dedi Ufuk. “Asıl sen şimdi ya geri çekil ya da kaybetmenin tadını çıkar, ne dersin?”

Tugay telefonu yüzüne kapattığında bir süre sessizce uzaktaki büyük kalabalığa baktı. Öyle bir savaş alanına dönmüştü ki tek bir kurşun sesiyle insanlar birbirini öldürecekti ve bunun sonucunda kimin kazanacağını gerçekten kestiremiyordum ama kimin daha güçlü olduğunu görebiliyordum.

“Üç dediğimde herkes görev yerine gidecek,” dedi Tugay en sonunda. “Kulaklıkları takmayı unutmayın.”

“Tugay,” dedim dayanamayarak fakat elim çoktan belimdeki silahıma doğru gitmişti.

“Efendim?”

Söyleyeceğim her şeyi unuttum ve ona belki de olabilecek en umutlu gülümseyişimle bakıp, “Kazanacağız,” dedim. “Her ne olursa olsun sonuna kadar savaşacağız.”

“Kazanacağız,” dedi benim söylediğimi tekrar ederek ve sol elimi tutup avcumun içinden, eldivenimin üzerinden öptü. “Çünkü güç, en çok inançtan gelir. Bunu hiç unutma.”

Başımı salladığımda Tugay pencereden diğer araca doğru baktı ve kulağını işaret edip herkesin kulaklıkları takmasını emretti. Birkaç saniye sonra kulaklıklardan sesler gelmeye başladığında Javier, “Ne zaman başlıyoruz?” diye sordu.

Tugay büyük bir nefes verdi ve yeniden kalabalığın olduğu yere doğru döndüğünde, “Bizim görevimiz Ufuk ve X’in yerini bulmak,” dedi. “Onları bulduğumuzda her şey son bulacak. O zamana kadar siz sadece kendinizi koruyun.”

“Tamam,” dedi hepsi bir ağızdan.

“Üç,” dedi Tugay bir yandan eliyle de göstererek. “İki,” ve tam bir diyeceği sırada bulunduğumuz sokağın girişinden bir panzerin yaklaştığını gördüm. Korkuyla gözlerim açıldığında arkasından üç tane daha panzer gelmeye başladı ve sonrasında elleri silahlı, BL Örgütüne ait eldivenleri giymiş kocaman adamların sokağın arasından bize doğru yürüdüklerini gördüm. Ne olduğunu anlamadığımda, silahlı topluluk neredeyse Krallık askerlerinin yarısı kadar olduğunda ve hiçbirini tanıyamadığımda, “Tugay,” diye fısıldadım. “Neler oluyor?” Çünkü hiçbirisi bizim askerlerimiz değildi ama hepsinin asker olduğu ve bizimle birlikte çalıştıkları eldivenlerinden belliydi.

Kocaman panzer tam karşımızda durduğunda kalbim korkudan ve heyecandan delicesine atıyordu. Birbirimize baktık, panzerin üst kısmından bir el uzandı ve yüzü açığa çıktığında kar maskesiyle birisi göründü. Elindeki tüfeği çıkardı ve hemen arkamızda köşede kalan binaya kurşun sıktığında bir insan tepeden yere düştü.

Ve bu savaşın başlangıcına ilk hamle oldu.

Bunun ardından başka silah sesleri de gelmeye başladığında kar maskeli yüz bize doğru döndü, yavaşça maskesini yukarıya doğru sıyırdı ve panzerden dışarıya çıktığında onu gördüm.

Giray Pusat Çeviker’i.

O buradaydı.

Dilim tutulduğunda ve söyleyecek hiçbir şey bulamadığımda gülüyor muydum yoksa ağlıyor muydum, bilmiyordum. “Siktir,” dedi Marco’nun sesi ve Sinan’ın güldüğünü işittim. Askerlerin hepsini Giray toplayıp getirmişti, panzerleri de öyle. Keskin nişancılardan gelen kurşunlar arabamıza isabet ederken biz gözlerimizi Giray’dan ayıramıyorduk, Giray ise hızlı adımlarla arabamızın yanına geldi ve sürücü koltuğunun yanına geçip Tugay’ın yüzüne baktı.

Tugay kapıyı açtığında ve birbirlerine sadece birkaç saniye baktıklarında Giray, “Herkes benim için toplanmış,” dedi. “Ben de gelmezsem hatırım kalırdı.”

Tugay’ın sadece bir anlık gözlerinin dolduğunu gördüğümde o an savaşı, silahları, hiçbir şeyi umursamadan ikizine sarıldığını gördüm. Öyle bir sarıldı ki sanki benim de bütün kalbim ona sarılıyordu. “Ne zaman geldin?” diye sorabildi Tugay sadece.

“Hiç gidemedim ki ama merak etme, Nida güvenli bir yerde.” Dikkatli bir şekilde siper alarak araçtan indiğimde ve sırtımı araca dayayarak onların yanına doğru yürüdüğümde hâlâ büyük bir şaşkınlıkla ve sevinçle Giray’a bakıyordum.

“Onlar,” dedim gelen askerleri göstererek. “Nasıl?”

“Ben bir askerdim Avukat,” dedi Giray göz kırparak. “Bunu hiç unutma. Ve kardeşimi asla yalnız bırakmadım, bırakmam da. Sadece biraz zamana ihtiyacım vardı. Güçlenmem ve güçlendirmem için.”

“Seni öldüreceğim,” dedi Marco hemen yanımıza geldiğinde. “Ama şu an değil.”

Giray da güldüğünde ikisi hızlı bir şekilde sarıldılar. “O halde,” dedi Tugay güçlü bir sesle. “Şimdi başlıyoruz.” Eliyle herkese görev yerleri için işaret verdiğinde Giray da aynı şeyi kendi askerleri için yaptı, sonrasında ise bütün o kurşunların arasına hep beraber daldık.

Tugay, ben ve Giray sola doğru yürümeye başladığımızda diğerleri de kendi görev yerlerine doğru gitmeye başladılar. Her çatıdan bir kurşun sesi geliyordu, uzaktaki kalabalık gitgide büyüyor ve çığlık sesleriyle beraber orada da savaş başladığını bize gösteriyordu. Bulunduğumuz sokak da artık güvenli değildi.

Krallık askerleri yavaş yavaş köşelerden çıkmaya başladıklarında elimdeki silahı sıkıca tuttum ve derin bir nefes alarak kendi kendime bu kez güçsüzlük yok dedim, ve bir daha da olmayacak.

Karşıma çıkan ilk kişiye kurşunu sıktığımda ve sırtımı Tugay’a yasladığımda bir arabanın arkasına geçmiştik. Vurduğum adam yere devrildiğinde Tugay da başka bir adamı sırtından vurdu ve Giray’la beraber gelen askerler de önümüze siper alarak panzerleri peşlerinden getirdiler. Giray karşı kaldırıma geçip tepedeki keskin nişancıyı vurduğunda kulaklığın ucundan Gamze, “İkinci alanda birine ihtiyacım var,” diye seslendi. “Burası çok kalabalık.”

“Geliyorum,” dedi Javier.

“Sinan,” dedi Tugay kulaklığa bastırarak, ardından saklandığı aracın arkasından çıkıp köşedeki başka bir Krallık adamını vurdu. “En fazla koruma neredeyse Ufuk ve X oradadır. Binaya çıkabildin mi?”

“Birazdan ulaşacağım,” dedi ve Sinan’ın bulunduğu yerden kurşun sesleri gelmeye başladı. Herkes canını hiçe saymıştı, halkın bulunduğu yerden BL sesleri geliyordu. Bir yandan da taşlar ve sopalarla Krallık’ı destekleyen halka karşı savaş içerisindelerdi. Krallık askerleri ise sadece BL Örgütünün ve Ölüm Timi’nin peşindeydi. Bize zaman kazandıran bu kadar şeyin ortasında artık kaybetmeyeceğimizden neredeyse emindim.

Bulunduğumuz arabanın arkasından çıkıp başka bir sokağa doğru dönerken sırtımızı duvara yasladığımızda buraya henüz Krallık’ın adamları ulaşmamıştı ama kalabalığın olduğu yere daha fazla yaklaşmıştık.

Bir adam Tugay’ın tam arka tarafından çıkıp ona doğru silahını doğrulttuğunda hiç şüphe etmeden Tugay’ı omzundan çektim ve adamı alnından vurdum. Tugay afallayarak arkasına baktı ve yere yığılan adamı gördüğünde yüzünde hayranlık uyandırıcı tebessümle bakışlarını bana çevirdi.

“Tugay,” dedi Sinan tam o esnada. “Kalabalığın sağ tarafında bir inşaat var, o inşaatın önü askerlerle dolu ve hareket etmiyorlar. Büyük ihtimalle oradalar.”

Diğer sokağa döndüğümüzde oraya ulaşmamıza daha çok vardı ve büyük bir Krallık topluluğu bize doğru yürüyordu. Tugay bir anlık duraksamayla, “Tamam,” dedi. “Ben sana haber verdiğimde hepsini indireceksin anlaştık mı?”

“Anlaştık,” dedi Sinan karşılık olarak.

“Tugay,” dedi Giray yaslandığı duvarın oradan. Sol tarafında kalan büyük topluluğu işaret etti. Birkaç saniye sonra panzerlerden birisine işaret verdiğinde büyük bir patlama sesi duyuldu ve topluluğun olduğu yerde bomba patladı. Kulaklarım uğuldamaya başladığında ve dengemi kaybettiğimde arkamdaki duvara tutunmak zorunda kalmıştım, insanların çığlıkları ise kulaklarımdan silinmeyecek kadar fazlaydı.

“İki yan sokağa asker desteğine ihtiyacım var,” dedi Marco’nun endişeli sesi.

“Şimdi oraya geliyoruz.” Helen’in sesi ise oldukça rahat geliyordu.

Bir duvarın dibine sokulduğumuzda ve az önce bomba patlayan sokağa değil, diğer sokağa doğru yöneldiğimizde birisinin tam o anda beni boynumdan yakaladığı gibi çekiştirdiğini hissettim. Çığlık atmama bile fırsat bırakmadan bir kurşun sesiyle arkamda yere yığıldığında ve her yerime kan bulaştığında onu vuran kişinin Tugay olduğunu düşünmüştüm ama bakışlarım Lena’yla kesiştiğinde titreyen bir elle bana baktığını gördüm.

“Vay,” dedi Giray uzaktan, Lena’ya doğru. “Öğrenmişsin bir şeyler.”

Lena gülümseyerek ona döndüğünde kendi etrafında bir daire çizip duvarın dibine sokuldu ve gözden kayboldu. Tugay bunun ardından beni arkasına çekti ve onun da her yerinin kana bulandığını gördüm, elinde bir bıçak taşıyordu ve yerde bir adam vardı. Bıçağı hızlıca cebine koyup diğer silahını çıkardı ve kalabalığın olduğu tarafa doğru baktı. “Gamze,” dedi kulaklığa doğru. “Defne’yi dördüncü sokağın olduğu yere getir.”

Giray’ın bakışları hızlıca bize döndü. “Defne mi?” diye sordu gözlerini açarak. “Onun burada ne işi var?”

“Aramızda Krallık hakkında birçok şeyi tek bilen kişi o,” dedi Tugay yaslandığı yerden sakin bir sesle. “Ve benim en büyük silahım da elbette ki o.”

Giray bir şey söylemek yerine sessiz kaldığında Sinan’ın bahsettiği inşaatın olduğu yere gidebilmemiz için ilk önce kalabalığı da geçmemiz gerektiğini anlayabiliyordum fakat o kadar çok Krallık adamı vardı ki Giray’ın bize ulaştırdığı askerlere rağmen yeterli gelemiyorduk ve arkama dönüp baktığımda birçok adamımızı da kaybettiğimizi görebiliyordum.

Sadece birkaç saniyeliğine bulunduğumuz duruma dışarıdan baktım ve gördüklerim kalbimin durmasına bile neden olacak kadar korkutucuydu. Binlerce insan taşlarla ve sopalarla birbirlerine saldırıyordu. Ellerim, yüzüm, üstüm her yerim kan içindeydi ve üstelik sadece kurşunlar değil bombalar da vardı. Hem fiziksel hem de ruhsal anlamda gerçek bir savaşın tam ortasındaydım ve artık ne olacağından hiçbir şekilde emin olamıyordum.

Fakat bunları düşündüğüm o birkaç saniyelik kısımda bile ellerim titremeden iki adamı vurmayı ihmal etmemiştim ve hayatın beni getirdiği hale bu kez dıştan bakabilecek kadar bile zamanım yoktu. Kaç dakikadır bunun içindeydik bilmiyordum ama hava artık kararmaya başlamıştı ve yerlerde cesetler vardı, duvarlar kan lekeleriyle doluydu.

İnşaatın olduğu yere yaklaşmıştık ama yaklaşırken kaybettiğimiz adam sayısının da haddi hesabı yoktu. Bembeyaz eldivenlerim artık kıpkırmızıydı, timsah amblemi bile görünmüyordu. Yanımdan bir an bile olsun ayrılmayan Tugay tam bir suç makinesine dönüşmüştü ve el titremesi bir yana, artık gözünü bile kırpmıyordu. Kulaklarım çınlamaya başladığında yerlerde sadece adamlarımızı değil, masum olan halkı da görmeye başlamıştım.

Hem kazanıyorduk hem de kaybediyorduk; bunu görememek imkânsızdı.

Başka bir duvarın yanına sokulduğumuzda birkaç adım ötemizde Giray vardı. Diğerleri ne durumdaydı bilmiyordum, omzum Tugay’a yaslıydı. Silahımın şarjörünü değiştirirken ellerim artık tutmuyor gibiydi ve midemin bulandığını hissediyordum. Bu korkudan değildi, kanın kokusu artık mide bulandırıcı bir noktaya ulaşmıştı.

“İnşaatın arka tarafından gireceğiz,” dedi Tugay ikimizi kastederek. “Giray ise ön tarafından giriş yapacak.” Parmağını kulaklığa bastırdı. “Gamze, Defne’yi getirdin mi?” Sessizlik. Bir yanıt yoktu. “Gamze,” dedi Tugay bir kez daha. “Defne sokağa geldi mi?” Yine ses yoktu. İkimiz de birbirimize baktığımızda gözlerimizle anlaşabildiğimiz o saniyelerin içindeydik.

“Gamze,” dedim bu kez kulaklığa doğru ben. “Beni duyuyor musun?”

Yine ses yoktu.

“Neler oluyor?” dedi Sinan’ın endişeli sesi. “Gamze?”

“Gamze’yi göremiyorum,” diyen Marco’nun sesi endişeli ve nefes nefeseydi. “Az önce gözümün önündeydi ama şu an yok.”

“Sikeyim,” dedi Sinan dişlerini sıkarak. “Gamze, ses ver!”

Yine ses yoktu.

Dışardan bakan bir insan için o an iki yolum vardı; ya yola devam edecek ve endişelerimi bir tarafa bırakacaktım ya da Gamze’nin peşine düşecektim. Ben yine birinci yolu tercih ettim çünkü en başından bütün bunları bilerek yola çıkmış olmak çok daha yaralayıcıydı. Üzülmeye, endişelenmeye, korkmaya vaktim yoktu. Olamazdı da.

“Sinan,” dedi Tugay boğuk bir sesle. “Adamları indirmeye başla, geliyoruz.” Sinan’dan herhangi bir ses gelmedi. “Sinan,” diyen Tugay’da gergin bir hava vardı. “Beni duyuyorsun değil mi?”

Aslında Sinan’ın da iki yolu vardı; ya bir asker kadar profesyonel olacaktı ya da Gamze için bulunduğu görevi bırakacaktı fakat ben Sinan’ı tanıyordum, ne olursa olsun yarı yolda bırakmazdı, onu tanıyan herkes de bunu düşünürdü. “Hazırım,” dedi titreyen bir sesle. Korkusunu, sevgisini, endişesini hissettiriyordu ama bir o kadar da güçsüzlüğüne rağmen gücünü hissettim. “Başlıyorum.”

Sinan’ın bulunduğu yerden kurşun sesleri gelmeye başladı, biz ise kalabalığın olduğu yere çıkmadan önce yeniden birbirimize baktık. Tugay bir an bile düşünmeden beni belimden tutup kendine çekti ve kanı, kurşunları, bombaları umursamadan dudaklarını dudaklarımın üzerine örtüp hem aceleci hem de son nefesini veriyormuş gibi beni öptü. Geriye çekildiğinde, “Asla yanımdan ayrılma,” diye fısıldadı. “Ve asla beni bırakma.”

Başımı salladığımda gözleri Giray’ı buldu. Başıyla işaret verdiğinde panzerler ve Giray’ın getirdiği adamlar bize siper oldu, ardından inşaatın olduğu yere doğru koşmaya başladık. Keskin nişancıların kurşunlarının geçtiğim her duvara isabet ettiğini işitebiliyordum, bir adım ötemde beni vurmak için bekleyen adamdan beni kurtaran kişi Tugay olmuştu ve öne doğru eğilerek koşmaya devam ettiğimde aynı zamanda silahla bizi isabet alan adamları vurmaya çalışıyordum.

Yolun karşısına geçebildiğimizde halktan insanlar bizi gördü ve onların da etten duvar olup bizi koruduklarına şahit oldum, öyle ki gitgide o etten duvar genişledi ve aralarından bazıları tek tek vurulmaya başladı ama asla vazgeçmediler, bizi korumaya devam ettiler. Yaşları belirsizdi, yetmiş yaşında bir adam da vardı on sekiz yaşında genç bir çocuk da. Orta yaşlı bir kadın da bizi koruyordu hamile bir kadın da. Hepsinin ama hepsinin tek istediği ülkeleri için özgürlüktü, yaşamaktı ve umutları bizdik.

Kaybedemezdik, vazgeçemezdik, bunu yapamazdık.

“Kazanacağız,” dedim inşaata doğru daha hızlı bir şekilde koşarken. “Kazanmak zorundayız!”

İnşaatın arkasına geldiğimizde burada adamlar yoktu ama önündeki adamların hepsi ölmüştü, Sinan hepsini vurmuştu. “Tugay,” dedi Sinan boğuk bir sesle. “Şimdi ne emrediyorsun?”

“Hiçbir şey,” dedi Tugay onun aklından geçenleri anlayarak. “Ne istediğini biliyorum. O istediğini yap Sinan.”

“Geliyorum Marco,” dedi Sinan ve bizi koruyabilecek tek kişi de o an bizden uzaklaştı. İnşaatın önünde BL Örgütünden adamlar bizim için bekliyordu ama inşaatın içinde kimse yoktu, ne bizden ne de onlardan.

Giray ortalarda yoktu, büyük ihtimal inşaatın ön kısmından da o giriş yapmıştı.

Arka kapıdan içeriye girdiğimizde üç katlı inşaatın zemini sülfür kokuyordu ve neyse ki bu koku üzerimdeki kanın kokusunu bastırıyordu. Tugay’la birbirimize sırtımızı verip etrafı kolaçan ederken inşaatın içi dışarıdaki gürültüye rağmen o kadar sessizdi ki sanki burada kimse yok gibiydi. Fakat elbette ki yanılıyordum. Tam köşeden bir adam açığa çıktığında ve silahını bize doğrulttuğunda kurşunun isabet ettiği yer omzumun hemen üzeriydi. Ben silahı kaldırmaya fırsat bile bulamadan Tugay o adamı vurmuştu ama merdivenlerin oradan başka bir adamın ortaya çıktığını gördüm. Hızlı adımlarla diğer duvara doğru ilerlerken başka bir adam merdivenin üst katından bize isabet alıyordu. Tugay hemen karşımdaki duvara sindiğinde şarjörünü çevik bir hareketle değiştirdi ve merdivenin basamağındaki adamı tek kurşunla yere serdi, ben ise diğer adamı vurduğumda kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Bir süre bulunduğumuz yerde kaldık fakat başka kimseden ses çıkmadığında sakin adımlarla ve dikkatli bir şekilde merdivenin basamaklarına ilerledik.

Bir kat yukarıya çıktığımızda hava artık kararmıştı. İnşaatın içini aydınlatan tek ışık ayın silik ışığıydı. Yıldızlar bu gece yoktu, belki de dün bize veda ettikleri içindi. Adım seslerini işitebiliyordum, bu katta da birisi vardı ama karanlıktan nerede olduğunu göremiyordum. Tugay ise yanımda değil, ulaşamayacağım bir noktada gibiydi. Belki de o adım sesleri ön kapıdan giren Giray’a aitti, bundan hiçbir zaman emin olamayacaktım. Derin bir nefes verdiğimde ve kendimi açığa çıkardığımda birisi sırtıma atılıp boynuma kolunu geçirdiği gibi beni duvara doğru sürükledi. Nefesim kesilmeye başladığında dirseğimle karnına sertçe vurdum fakat o kadar kuvvetliydi ki boğuk bir ses çıkardım, ardından bütün kuvvetimle erkekliğine sert bir tekme geçirdim.

Adam acıyla inleyerek geriye çekildiğinde dirseğimle ensesine vurup bir an bile düşünmeden ve şüpheye düşmeden daha fazla kan gelmemesi için elimi yüzüme siper ettim, namluyu alnına dayadım ve tetiği çektim.

Tam o esnada uzaktan başka bir kurşun sesi geldiğinde Tugay’ın, “Avukat,” diye seslendiğini işittim. Aslında o kadar da uzağımda değildi ama karanlıkta onu seçmekte zorlanırken dikkatli adımlarla sesin geldiği tarafa doğru yürüdüm. Bir beden ayaklarımın önüne düştüğünde hemen karşımda Tugay’la karşılaştım ve ayın ışığı ela gözlerine çarptı. Tugay sol elimi kavradığı gibi beni arkasına çekti ve etrafını kolaçan ettikten sonra son kata ulaşabilmek için dikkatli bir şekilde merdiven basamağına adımını attı.

Fakat yukarıdan bir arbede sesi geldiğinde, ardından iki kurşun sesi duyulduğunda irkilerek geriye çekildim ve Giray’ın hırıltılı nefesini duyduk. O andan sonra Tugay istese de duramazdı bunu çok iyi biliyordum ki hızlı adımlarla merdivenleri tırmandı, peşimizden gelen başka adım seslerini bile o anlık işitemez olduk.

En üst kata çıkacağımız sırada merdivenlerden aşağıya bir beden yuvarlandı ve bir kurşun sesi daha duyuldu.

Son basamaktan fırlar gibi yukarı çıktığımızda tam da düşündüğümüz gibi Giray’la göz göze geldik fakat dudaklarını aralayıp bize bir şey söyleyeceği sırada hemen arkasından çıkan Ufuk’u gördüm, Giray’ın başına yasladığı bir silahla üstelik. Donup kaldığımda sadece, “Tugay,” diyebildim ama onun da çoktan benim gördüğümü gördüğünü biliyordum. Giray elleri havada geri geri yürürken Ufuk onun alnına namluyu dayamıştı ve yüzünde korkutucu bir gülümseme hâkimdi. Arkasında, yerde ise iki tane adamı duruyordu ve iki adam da vurulmuştu, bunu Giray yapmış olmalıydı.

İkimiz de silahlarımızı Ufuk’a yönlendirmiştik ama biliyorduk ki onu vuramazdık çünkü onu yok etmek demek Giray’ı da yok etmek demekti. Bizim arkamızdan Javier’le beraber Ölüm Timi’ne ait üç adam geldiğinde asıl hesaplaşmanın şu an başlayacağının farkındaydım.

Çok kısa bir an sessizlik oluştu ve o sessizliği bozan Ufuk’un çirkin kahkahasıydı, öyle bir kahkaha atıyordu ki bu sinir bozucuydu ama kendisi de tam olarak neyden keyif aldığını bilmiyor gibiydi. Aklını kaçırmış gibi bize bakıp gülerken Giray’ın silahı yerdeydi ve fazlasıyla savunmasız duruyordu.

“Hoş geldin, Sevgili Avukat,” dedi Ufuk dalga geçermiş gibi. “Ve hoş geldin, onun sevgili eşi. Sizi bu kadar hazırlıksız görmeyi beklemiyordum.”

Tugay her zamanki sakin duruşundan ödün vermezken omuzları dik, çenesi havadaydı ama bakışları bir an bile olsun ikizinden ayrılmıyordu. Öyle ki onu gerçekten tanıyan bir insan, Giray için şu an delicesine korktuğunu ve bu sakinliğinin arkasından büyük bir yangın çıkaracak o adam olduğunu bilirdi.

Tugay da gülmeye başladığında, “Hoş bulduk şerefini siktiğim,” dedi gülüşünün arasından. “Ben de seni cayır cayır yakacağım o günü sabırsızlıkla bekliyordum.”

Ufuk tek kaşını havaya kaldırdığında, “Görüyorum ki burada bir ateş yok,” dedi ve yüzünü buruşturdu. “Fakat sen istersen kardeşini hemen burada yakabilirim, ne dersin?”

Tugay gülmeye devam ederken yarım adım attı ve başını omzuna doğru yatırıp aşağılayıcı bir ifadeyle, “Bunu dışarıda savaş varken kendisini izbe bir inşaata kapatan sen mi söylüyorsun?” diye sordu. “Kaç tane adam koydun bu inşaatın önüne? Söylesene, sakladığın kaç adam var? Beni yenmek için kaç kişiye ihtiyacın var?”

Ufuk’un gülüşü kesildiğinde yüzündeki tebessüm âdeta Tugay’dan nefret ediyormuş gibi bir ifadeye büründü. “Bu savaşı sen başlattın, ben değil. Eğer başlatan ben olsaydım izbe bir inşaatın içinde saklanmayacağımı en iyi sen bilirsin. Sonuçta senelerdir senin evinde saklandım ve ruhun bile duymadı.” Ufuk da Tugay gibi çenesini havaya kaldırdığında aşağılayıcı bir ses tonuyla, “Sandığın kadar akıllı değilsin Tugay Demir Çeviker,” dedi. “Gözünün önündekileri bile göremiyorsun.” Bakışları Giray’a döndü. “Sen ise beni yakından tanımana rağmen asla şüphelenmedin.”

Ufuk o kadar güzel rol yapan bir adamdı ki şu an karşımda konuşan kişinin aynı kişi olduğuna asla inanamıyordum. Bu zamana kadar savaştığımız bütün insanlar arasında en kötüsü, en acımasızı ve en tehlikelisiydi çünkü zekiydi, bu su götürmez bir gerçekti.

Nefretle ona bakarken gözleri bu kez de bana döndü ve dudaklarını yapay bir şekilde büktü. “İyileştiğini görmek sevindirici, Sevgili Avukat fakat sana çok kırgın olduğumu söylemek isterim çünkü bu zamana kadar seni koruduğumu unutmuş olmalısın.”

Dik durmak konusunda çaba veriyordum çünkü karşımdaki adam, Meryem’i öldüren kişiydi. Gözünün yaşına bile bakmamış, acımamış, onu boğarak öldürmüştü. Yine de ifadesiz durmaya çalışarak, “Köpeği olduğun Krallık bütün bunların sonucunda sana ne verecek?” diye sordum. “Çünkü yok olmak üzere olan bir Krallık’tan sana hiçbir şey kalmayacak gibi görünüyor.”

Ufuk yeniden gülmeye başladığında, “Her şeyin bir çıkarı olduğunu düşünüyorsun, değil mi?” diye sordu merakla. “Sadece Krallık’ın yaşamasını istiyor olmam size tuhaf geliyor öyle değil mi? Siz özgürlük için bu kadar savaş çıkarırken aklı başında oluyorsunuz ama ben Krallık için savaş verirken deliyim, öyle mi?” Başını iki yana salladı. “Krallık’ın yaşamasını istiyorum çünkü onların yarattığı düzen içerisinde yaşamak istiyorum. Çocuklarımı onların inançlarıyla büyütmek istiyorum. Diğer türlü her şeyin çok kötü bir noktaya gideceğinin farkındayım, sizin özgürlük diye nitelendirdiğiniz yer çivisi çıkmış bir dünyadan başka hiçbir şey değil.”

Kendimi tutamayıp öne doğru atıldım. “Çocuklar ölüyor!” diye çıkıştım yüksek bir sesle. “Kadınlar öldürülüyor, insanlar aç, aşağılamalardan ve ölümlerden başka hiçbir şeyin olmadığı bir düzeni savunuyorsun. Sanıyor musun ki bir gün bu Krallık’ın düzeni seni de mahvetmeyecek, aptal herif? İlk hatanda yok edecekler seni. İlk önce işkencelerle sindirecekler, ardından boynuna bir urganı geçirip öldürecekler. Bunu göremeyecek kadar kör müsün?”

Ufuk beni dinliyordu ama söylediğim hiçbir şey sanki ona geçmiyor gibiydi. Birkaç derin nefesin ardından, “Gerekirse Krallık için ölürüm,” dedi. “Ve onlar için öldürürüm de.”

Sanki kurulmuş bir oyuncak gibi aynı cümleleri tekrar ediyordu. Kalbiyle Krallık’a bağlı olmasının ötesinde onlar için nefes aldığı her halinden belliydi ama bu normal ölçüde değildi. Ne yaptığının farkında olmayan bir adama benziyordu.

“Bu arada,” dedi Ufuk başıyla omzunun arkasına bakarak. “Gamze’ye geçmiş olsun, ölümü çok erken oldu.” Ufuk’un hemen arkasında bir gölge belirdiğinde ve Defne açığa çıktığında bakışları hepimizin üzerinde gezindi ama en çok Giray’a baktığında ellerini önünde birleştirmişti, bakışları sakindi. Ufuk kulağındaki kulaklığı çıkarıp salladığında o kulaklığın Gamze’ye ait olduğunu hepimiz anlamıştık ve bunu anlamak canımı yakmıştı. “Neyse ki Defne bana haberi vermekte hiç gecikmedi.”

Ufuk’un yüzündeki zafer kazanmış ifadeyi izlerken kahkaha atma sırası Tugay’a geçmişti, onun kahkahasıyla beraber ben de gülmeye başladığımda olanlardan haberi olmayan tek kişi Giray’dı, o da aramıza sonradan katıldığı içindi.

Tugay sağ kulağındaki kulaklığı çıkarırken, “X’e geçmiş olsun, ölümü çok erken olacak,” diye mırıldandı ve cebinden telefonunu çıkarıp ekranı Ufuk’a doğru çevirdi. Marco, Gamze ve X savaşın ortasında poz vermişlerdi. X ellerindeydi. “Neyse ki Defne bana da haberi vermekte hiç gecikmedi.”

Tugay bir kumar oynamış, Defne’ye bir kez daha güvenmeyi tercih etmişti fakat Defne bu kez bizi yarı yolda bırakmamıştı. Ufuk’a onun yanında gibi davranmış, aslında bütün konuşmalarını kulaklıktan Tugay’a dinletmişti. Bu şekilde de X’i saklandığı yerden bulabilmiştik ve onu ellerimizin arasına almıştık.

Ufuk’un yüzünde bu kez gerçek bir şaşkınlık oluştu ve bakışları Defne’ye döndüğünde onun aslında kimseye güvenmeyen bir adam olduğunu tahmin edebiliyordum ama nedense Defne’nin ona asla ihanet etmeyeceğine inanıyordu; X’e edebilirdi, bize edebilirdi ama ona edemezdi, bundan çok emin olduğu yüzündeki hayal kırıklığından açıkça okunuyordu.

“İhanet bıçağı bir gün sana saplanmaz mı sanıyordun?” diye sordu Tugay gülümseyerek. “Arkana bak Ufuk, o bıçak ilk önce sırta saplanır.”

Defne elini beline doğru attı ve bir silah çıkardığında namluyu Ufuk’un ensesine yasladı. “Beni kandırdın Ufuk. Hem de en başından itibaren beni kullandın.”

Defne’nin sesinde hayal kırıklığı vardı, acı vardı, vazgeçiş vardı. Silahı tutan eli titriyordu ama yönü sağlamdı. Asla Giray’ı değil, direkt Ufuk’u hedef alıyordu. Ufuk ise Giray’a yönlendirdiği silahını bir an bile olsun aşağıya indirmiyordu. O an Defne’nin ne söylemek istediğini tek anlayan kişi Giray olacak ki başını hafifçe öne doğru eğdi ve gözlerini kapatarak, “Bu değil,” diye fısıldadığını işittim.

Defne ve Ufuk’un arasında öyle sessiz bir bakışma geçti ki ilk hangisi o bıçağın saplanışına çığlık atacaktı bilemiyordum ama Ufuk’un dakikalardır süregelen o kibirli hali toz bulutu gibi uçup gitmişti. Omzunun üzerinden bir Defne’ye bir Giray’a bakışlarını çevirirken, “İşte bu gerçekten beni bozguna uğrattı,” dediğini işittim. “Çünkü beklemiyordum.”

Defne yutkunduğunda silahın kilidini açtı ve işaretparmağını daha sağlam bir şekilde tetiğin üzerine götürdü. Bu gece hava öyle karanlıktı ki sanki yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın bir habercisi gibiydi.

“Ben de beklemiyordum,” dedi Defne titreyen bir sesle. “Beni bu şekilde yarı yolda bırakacağını beklemiyordum, bir yalanla beni yönetebileceğini beklemiyordum, vicdanıma oynayacağını beklemiyordum, tek eksikliğimden beni vurabileceğini beklemiyordum, ne olursa olsun Krallık için beni göz ardı edebileceğini asla beklemiyordum.” Defne’nin sesi gitgide yükselirken soluğu kesilecek kadar hızlı konuşuyordu. “Senin yüzünden her şeyimi kaybettim ve aslında bütün bunları neden kaybetmeyi göze aldığımı da en iyi sen biliyorsun, Ufuk.”

“Defne,” dedi Ufuk sanki yine bütün söylediklerini duymuyormuş gibi. “İndir o silahı, beni öldüremeyeceğini çok iyi biliyorum.”

“Sen hiçbir şey bilmiyorsun!” Defne’nin gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığında vücudu titriyordu ama silahı tutan eli sağlamdı. “Bir çocukluk fotoğrafına ne kadar uzun süre bakılır, ne kadar özlem duyulur, nasıl bir pişmanlık çekilir hiçbir zaman da bilemedin!” Giray başını yerden kaldırıp Defne’nin yüzüne baktığında Defne’nin görebildiği tek kişi Ufuk’tu. “Sen bir kardeşi kaybetmek ne demek onu da bilmiyorsun. Ve sen kaybettiğin kardeşini yeniden bulmanın nasıl bir acı ve umut olduğunu da hiçbir zaman bilemeyeceksin çünkü hiçbir zaman beni kaybetmedin!”

Defne’nin söylediklerini idrak etmekte güçlük çekerken Tugay’la dönüp birbirimize baktık. Neyden söz ediyordu? Hiçbir şey anlamıyordum, anlamıyorduk.

“Şimdi size gerçeklerden bahsetmenin tam zamanı,” dedi Defne bakışlarını bize çevirmeden ama konuştuğu kişilerin biz olduğumuza emindim. “İhanetin hiçbir nedeni yoktur Tugay, öyle değil mi?” Defne gözlerini yavaşça Tugay’a çevirdiğinde titreyerek ona baktı. “Peki söylesene, sen kardeşin için her şeyi göze alır mıydın?” Dudaklarım aralandığında ve ensemden aşağıya âdeta buz gibi bir hançerin saplandığını hissettiğimde bakışlarım yeniden Ufuk’a kaydı ama o ifadesiz bir şekilde gözlerini Giray’dan ayıramıyordu. “Ufuk benim kardeşim. Ben her ne yaptıysam kardeşim için yaptım.”

“Ne?” diye fısıldadığımda ve elim ağzıma doğru gittiğinde zihnim bir bulmaca çözüyormuş gibi onlarca dosyayı gözlerimin önüne getirdi ama uçlarını birleştirmekte o kadar zorlanıyordum ki söylediklerini anlayabilecek kadar bile düşünemediğimi fark etmiştim.

Defne’nin kardeşi, yöneliminden ötürü öldürülmüştü ve bunda babasının da parmağı vardı. Ben aylarca, diğerleri senelerce bunu bu şekilde bilmiştik. Hatta Defne bunun acısını öyle bir yaşamış ve bize de yaşatmıştı ki ona her fırsatta bu konuda saygı duymayı bırakmamış, gücünün en çok kardeşinden geldiğine inanmıştım.

Fakat Defne şimdi kardeşinin yaşadığını söylüyordu.

“Giray’la tanıştıktan ve BL Örgütüne girdikten sonra sadece sizin için çalıştım,” diye mırıldandı Defne sessizce. Öyle sessiz konuşuyordu ki duyması çok zordu ama onu dinlemekten başka hiçbir çaremiz de yoktu çünkü belki de hayatı boyunca ilk defa bu kadar dürüsttü. “En çok kardeşim için savaşmak istedim, en çok onun intikamı için bu yola çıktım ve en çok kendimi ona adadım, bunu da en iyi Giray biliyordu.” Defne acıyla nefesini verdiğinde gözleri yavaşça Ufuk’a kaydı. “Ve sonra BL Örgütüne o da geldi, tanıdık bir yüzdü ama bir o kadar da yabancıydı çünkü kardeşimi o senelerde sanki değiştirmişlerdi. Tanıdık bir ruhtu ama bir o kadar da yabancıydı, sanki kardeşimin ruhunu parçalamışlardı. İlk başta şüphelendim, aklımın bir oyunu olduğunu düşündüm fakat bir gün bendeki fotoğrafın aynısını Ufuk’un odasında bulana kadar. Ben, o ve X. Üçümüzün çocukluk fotoğrafı, Ufuk’un da odasındaydı. Adını değiştirmişler, ruhunu değiştirmişler ama o fotoğraf hâlâ onunlaydı, o benim kardeşimdi.”

Elim boynuma doğru gittiğinde nefes almakta zorlandığımı hissettim.

“Yaşadığım sevincin haddi hesabı yoktu, o benimleydi, hatta benimle aynı yolda yürüyordu. İkimiz de birlikte intikam alabilecektik, değil mi Ufuk? Öyle söylemiştin bana.” Defne hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. “Bana bir süre bu sırrın ikimizin arasında kalması gerektiğini söyledi çünkü utandığını dile getiriyordu. Kimseye söylemedim, söylememe de gerek yoktu çünkü yanlış giden hiçbir şeyi fark etmiyordum, o benim kardeşimdi, yanımdaydı. Ne aptaldım, aslında yanlış giden o kadar şey vardı ki çünkü onun bakışları aynı değildi, kalbi aynı değildi, bana karşı tavrı bile hiçbir zaman aynı olmamıştı ama kendimi kandırdım.” Derin bir nefes verdiğinde gözlerini kapattı ve geri açtığında artık silahı tutan eli de titriyordu. “Beni ilk yanına çektiği zaman, Sinan’ın beni vurduğu zamandı. Sarıldı, yanımda oldu, bir o destek oldu ve beni bu hayatta sadece ikimizin var olduğuna inandırdı. Nereden bilebilirdim ki bütün planı aslında en başından onun planladığını ve beni vurduracak kadar gözünün döndüğünü?”

“Defne,” dedim soluk bir sesle nefesim kesilirken. “Sen neler anlatıyorsun?”

“O benim kardeşimdi!” diye haykırdığında sesi inşaatın duvarlarında çınladı. “Ve ben ona her şeyimle inandım. Aklımı hiç ettim, gözümle gördüklerimi yok ettim ve yine ona inanmayı tercih ettim çünkü hiçbir zaman bir Krallık köpeği olabileceğini düşünmedim, düşünemedim. Ta ki o güne kadar.” Ufuk omzunun üzerinden yeniden Defne’ye baktı. “O kitabı bana verip Giray’ı öldürmeye teşebbüs edene kadar. Ben kardeşim için her şeyi göze aldım ama o aslında benim için hiçbir şeyi göze almamış çünkü seneler önce Krallık’a ruhunu satmış, çok sonradan öğrendim.”

“Satmadım,” dedi Ufuk öfkeyle dişlerini sıkarak. “Ben onlar için var oldum.”

“Kardeşimi seneler önce yöneliminden dolayı bir kliniğe kapatmışlar,” dedi Defne net bir sesle. “Üstelik onu tedavi edeceklerini söyleyerek fakat bunun bir tedavisi olur mu? Olmaz ama olacağına inandırmışlar. İlk önce psikolojisiyle oynamışlar, ardından ilaçlarla onu tam olarak kendi askerleri haline getirmişler. O artık bir robottan farksız, söylediğiniz hiçbir şeyi anlamıyor çünkü Krallık, bir klinikte tam dört sene onu kendi askerine dönüştürdü. Sadece Ufuk’u değil, Ufuk’la beraber on altı kişiyi daha. Beşi çocuk. Her gün içtiği ilaçlarla, bir psikolojik savaşla onu olduğu kişiden çıkardılar. Olabilecek en kötü testlere tabi tutmuşlar. Saçlarını kazıyıp kafasına bir deri geçirmişler, güneşin altında bekletip beyin fonksiyonlarını kaybedene kadar onu yönetmeye çalışmışlar. Her gün ama her gün Krallık’ın görüntülerini izletmişler, aralarından iki kişi bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş ama Ufuk onlar için başarılı bir proje haline gelmiş. Onun sizi anladığını mı sanıyorsunuz? O bizim aramızda değil çünkü bir kukladan farksız, onun gibi nice genç insanı hâlâ yok ediyorlar ve kendi askerleri haline getiriyorlar.”

Defne’nin cümlelerinin ardından bütün bunlardan önce tanıdığım Ufuk’u düşündüm. İnanılmaz derecede erkek üstünlüğünde bir psikolojisi vardı ve erkek baskınlığı içerisindeydi. Durmadan kaslarından söz ediyor, sürekli erkekliğini sergilemeye çalışıyor, yaklaşımı her kadına karşı aynı oluyordu. Sanki yöneliminin altını çizmek istermiş gibiydi. O an fark edilmiyordu ama şimdi Defne anlattıktan sonra kendisini kanıtlama çabasında olduğunu görebiliyordum. Bu yönelimini tedavi etmek değildi, zaten bu mümkün olamazdı; Krallık onu kendi askeri haline getirirken kendini kabullenmemesini ve olduğundan daha farklı davranmasını sağlamıştı.

“Ve bunu fark ettiğimde benim için, hepimiz için çok geçti çünkü ben de onun etkisi altına girmiştim. Ben umurunda değilim, siz umurunda değilsiniz, kimse umurunda değil. Tek umurunda olan Krallık çünkü aklı sadece buna programlı, psikolojisiyle sadece bunun için oynadılar. Şu an üzülüyormuş gibi görünüyor değil mi? Hayır, üzülmüyor. Sadece sonraki hamlesini düşünüyor.” Defne yeniden ağlamaya başladığında yalvarır gibi, “O artık benim kardeşim değildi ve ben bunu fark ettiğimde her şey için çok geçti,” diye inledi. “O bizim aramıza gönderilen bir savaş askerinden başka hiçbir şey değil ve beni de kandırdı. Sevilmediğime inandırdı, istenmediğime inandırdı ve söylediklerini yapamayacağımı söylediğim anlarda beni hep ama hep canıyla tehdit etti çünkü zaafım olduğunu biliyordu.”

“Bunları neden daha önce anlatmadın?” diye sordu Tugay şaşkınlığını gizlemeyerek.

“Çünkü çoktan o boka batmıştım,” dedi Defne. “İlk önce her şey zararsızdı ama sonrasında benim de bir kuklaya dönüştürüldüğümü önüme koydukları yemeklerden, cümlelerden ve kapattıkları odalardan anladım. İki gün boyunca bir odaya kapatıp bana saatlerce aynı şeyleri ezberletmeye çalıştılar, ezberlemezsem kardeşimi bir kez daha kaybedeceğimi söylediler. Çoğu gün sadece uyuyordum, uykularımda bile aklımın içindelerdi.” Defne boştaki eliyle şakağına vurduğunda, “Kardeşimdi,” dedi heceleyerek. “Kardeşimdi o benim. Bataklığını fark ettiğimde onu kurtarmak istedim ama kurtaramayacağımı fark ettiren ise beni gözden çıkardığı andı.” Elinin tersiyle gözünden akan yaşı sildiğinde Ufuk’un gözlerinin içine baktı. “Beni Krallık’ın eline teslim edecekti ve kendisi gibi bir askere dönüştürülmemi sağlayacaktı, o günden sonra ondan kaçtım ve size geldim ama artık her şey için çok geçti.” Çenesiyle Ufuk’u gösterdiğinde artık ayakta durmakta bile zorlanıyor gibiydi. “Keşke,” dedi boğuk bir nefes verirken. “Keşke o ölseydi, en azından ruhu aynı kalırdı ve bana sevgiyle bakmaya devam edebilirdi.”

Giray dakikalardır süren sessizliğini bozarak, “Peki ya X?” diye sordu.

“O da başka bir kukla,” dedi Defne soğuk bir sesle. “Hiçbir zaman onunla aramda hiçbir şey olmadı, sadece sizin dikkatinizi Ufuk’un üzerinden çekmek için oynadıkları bir oyundu. O çocukluk fotoğrafında yanımdaki X’ti, hepiniz ona odaklandınız ama hiçbiriniz Ufuk’u göremediniz çünkü ihanet gözlerinizi kör etti.”

Giray yutkunduğunda Defne’nin gözlerinin içine baktı. “Peki bana yaptıkların?” diye sorduğunda alnına dayalı namlu umurunda bile değildi. “Bana ihanetin, sevginden hiçbir zaman emin olamayışım, düşürdüğün durum Defne? Bütün bunlara değdi mi?”

“Sen de kardeşin ve benim aramda kalmadın mı Giray?” diye sordu Defne gözlerinden yaşlar dökülürken. “Tercih ettiğin kimdi? Sinan beni vurduğunda yanında olduğun kişi kimdi? İlk fırsatta sırtını dönen kimdi? Ben gözlerimi açtığımda bana âşık bir adamın gözleriyle karşılaşmamıştım, görebildiğim tek şey şüpheyle bakan bir çift gözdü. Yanımda değildin, o günden sonra hiç yanımda olamadın ve benim tutunacak bir dalım bile yoktu. Sevilmediğime, istenmediğime, hatta gözden çıkarıldığıma inandım ve öyle de oldu. Ben bir çukurun içine düştüm, büyük bir yanlış yaptım ama sen bana güvenmeyerek beni o çukura iten kişilerden birisiydin.”

“Ben seni sevdim!” diye haykırdı Giray, ardından Ufuk’un onun alnına dayadığı silahı umursamadan öne doğru bir adım attı ve işaretparmağını Defne’ye salladı. “Ben seni öyle bir sevdim ki en güvenmediğim anlarda bile yine gelip sana sığınmayı tercih ettim!”

Defne başını omzuna doğru yatırdığında acı acı gülümsedi ve sonrasında, “Bir keresinde sana Tugay ve benim aramda kalırsan kimi seçeceğini sormuştum,” dedi sakin bir sesle. “Bana hiçbir cevap vermemiştin ama zaman bana o cevabı en acı şekilde gösterdi. Senin tercih ettiğin kardeşin oldu, gözden çıkardığın ise bendim. Şimdi ben de kardeşimi tercih ettim diye bana öfke duyamazsın. Aramızdaki tek fark ihanet ve yalanlardı ama ne olursa olsun ikimiz de birbirimize sırtımızı döndük.”

Giray’ın öfkeden mi acıdan mı bilinmez, sesi titrerken, “Bunları anlatmak için o kadar geç kaldın ki,” dedi çaresizlikle.

“Biliyorum.”

“Ve her şeyini öyle bir kaybettin ki.”

“Biliyorum.” Defne hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında Giray’a öyle bir bakıyordu ki yolun sonuna geldiğini görebiliyordum. “Her şeyimi kaybettiğimin farkındayım, kimsenin beni anlamasını da beklemiyorum zaten. Çünkü bazı nedenler haklılıkları içinde barındırmak zorunda değildir. Zaaflarımdan vuruldum, inandım, geri kazanmak istedim ve sonrasında yanıldım, hiç ummadığım yerden vuruldum ve yapayalnız kaldım.” Kendisini işaret ettiğinde hepimizin gözlerinin içine baktı. “İşte buradayım, bütün gerçeklerimle ve ihanetlerimle. Savaş, özgürlük, Krallık… Hiçbir şey umurumda değil. Ben zaten yolun sonuna çoktan geldim.”

Yutkunduğumda ve sanki aklından geçen her şeyi okumaya başladığımda Ufuk’un, “O halde bir tercih sırası da galiba benim kız kardeşim tarafından gerçekleşiyor,” dedi soğuk bir sesle. Gerçekten söylenilen hiçbir şeyi anlayamayacak kadar zehrin içine batmış gibiydi. Hisleri yoktu, Defne’nin kurduğu o kadar cümle sanki kalbini birazcık bile sızlatmamış gibiydi. Psikoloji en büyük silahtır, yazıyordu okuduğum bir kitapta. Bunun en büyük örneğini Ufuk’a bakarken görebiliyordum. Krallık, Ufuk’la beraber birçok genç insanı kendi askeri haline getirmişti. “Bir tercih yapıyor, kardeşi ve Giray arasında.” Ufuk, omzunu kaldırıp indirdi. “Ve ölmesini istediği kişi kardeşi oluyor çünkü namlu şu an benim başıma yaslı.”

Defne bakışlarını ikisinin de üzerinde gezdirdiğinde sessiz sessiz ağlamaya devam etti. Gözlerinden akan her yaş ömründen sanki biraz daha götürüyordu. En sonunda gözleri Giray’ın üzerinde durduğunda, “Beni hiç affetmeyeceğini biliyorum,” dedi titreyen bir sesle. “Ama inanmayacağını bilsem de sana söylemek istediğim tek bir şey var.” İç çekti ve acıyla, “Her şeye rağmen seni sevdim,” diye fısıldadı. “Ama ikimiz de birbirimizi değil, ailelerimizi tercih ettik. Şimdi bu pişmanlıklarla, bu vicdanla ve bu kadar yükle nasıl yaşanır söylesene?”

“Yap şunu!” diye haykırdı Ufuk gür bir sesle. Elindeki silahın kilidi açıp namluyu Giray’ın alnına sertçe itekledi. “Öldür beni!”

Defne bakışlarını son kez Ufuk’a çevirdiğinde bu kez bakışlarında çaresizlikten öte kırgınlıklar vardı. Birkaç saniye bekledi. Yıkımlarını, yok oluşlarını, tercihlerini, tercihlerinin doğurduğu bütün o karanlığı ve düştüğü o çukuru gözlerinde gördüm. Ufuk ne olursa olsun onun kardeşiydi, bu hayattaki tek varlığıydı ve belki de senelerdir uğruna savaştığı tek insandı.

“Umarım,” dedi Defne, Ufuk’un yüzüne bakarken. “Ruhun iyileşir kardeşim çünkü ben de ruhumu çoktan kaybettim.”

“Defne,” dedi Giray kısık bir sesle. “Bunu yapma, ne düşündüğünü biliyorum ama bunu yapma.” O sanki Defne’de hiçbirimizin görmediği bir şeyi gördü. Öne doğru bir adım attı, namluyu umursamadı ve ona doğru atılmak istedi ama Defne çok kısa bir zaman diliminde Ufuk’a doğrulttuğu silahı kendisine çevirdi ve namluyu kalbinin üzerine yasladığında dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu.

Büyük bir nefes verdi, çenesini havaya kaldırdı ve ne Giray’ın ölümünü ne de kardeşini öldürmeyi göze alabildi. Giray tam onun elinden silahı alacakken Defne gözlerini bile kırpmadan Giray’a son kez baktı. Ölümü nasıl arzuladığını ve artık yaşamak için tek bir nedeni kalmadığını öyle bir belli etti ki namlu kendi kalbine yaslıyken silahı tutan eli artık hiçbir şekilde titremiyordu.

“Sen anılarımın en güzelisin,” dedi Defne, Giray’a gülümseyerek. “Ve ben son kez senin gözlerine bakıp huzur içinde ölüyorum.”

“Hayır!”

Gözlerini kapattı ve yüzündeki gülümsemeyle tetiğe sertçe bastı. Defne Tufan, bütün ihanetlerin, acıların, pişmanlıkların ortasında kendini tam kalbinden vurdu.

Korkuyla haykırdığımda ve Giray’ın haykırışı da benimkine karıştığında kurşun sesinin ardından Defne’nin geriye doğru sarsıldığını gördüm, kalbinin olduğu yerden oluk oluk kan akmaya başladı ve birkaç saniye sonra gözleri açık bir şekilde yere devrildiğinde elindeki silah da soluna düştü.

Sonrası sanki silik görüntülerden, ağır çekimlerden ibaret gibiydi. Bir kolun beni tutup çektiğini hissettim, Giray’ın ise ona doğrultulan silahı umursamadan Defne’nin üzerine doğru kapandığını gördüm; bir sis bulutu sanki o inşaatın içine düştü. Artık hiçbir şey bu duyduklarımdan ve yaşanandan daha ağır olamaz derken Giray’ın, “Hayır!” diye haykırarak Defne’nin bedenini kucağına çektiğine şahit oldum. Defne gözleri açık bir şekilde, yaşadığı ve yaşattığı her şeyle orada can verdi. Cansız bedeni Giray’ın kucağında sarsılırken bulunduğumuz yerde bir kalabalık oluştu. Tugay’ın Giray’a doğru ilerlediğini, onu çekmeye çalıştığını, Ufuk’un bile o birkaç saniyede büyük bir bozgunla kız kardeşine baktığını hayal meyal görebiliyordum.

Ama her şey o kadar acımasızdı ki durup şaşırmaya, üzülmeye, acı çekmeye, çaresizlikle çırpınmaya bile vaktimiz yoktu. Ufuk’un askerlerinden bir tanesi şüpheye bile düşmeden tetiği bize doğru çektiğinde ve kurşun Tugay’a doğru isabet aldığında bu kez tamamen korkudan çığlık attım. Elime silahı alıp karşılık verirken ve onları korumaya çalışırken aslında ne yaptığımı pek de bilmiyordum. Kulaklarımda Giray’ın acı dolu haykırışı vardı, sadece onu ve devam eden savaş seslerini duyabiliyordum. Başka hiçbir şeyi değil.

Geriye çekildiğimde ve Krallık’ın adamları merdivenlerden yukarıya doğru çıkmaya başladığında kendime verdiğim sözü tutarak kanımın son damlasına kadar savaşmaya devam ettim ve Tugay’ın da Giray’ı korumaya çalışarak askerlere kurşunlar sıktığını gördüm. Ondan adım adım uzaklaşırken ne zaman o inşaatın merdivenlerinden inmeye başlamıştık ve ne zaman dışarıya çıkmıştık hiçbir şey anlayamıyordum. Uğultuların arasında kendimi bir duvarın arkasına attığımda yapayalnızdım ve yanımda kimse yoktu. Vazgeçemezdim, direnmem gerekirdi. Yıkılmam gereken an, şu an değildi. Titreyen ellerle şarjörümü değiştirdiğimde Tugay’ın nerede olduğunu ve Giray’ın ne durumda olduğunu bilmiyordum, onların canı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Tek yaptığım savaşmaya devam etmekti.

Sindiğim yerden açığa çıktığımda düşman olan herkese kurşunlar sıkıyordum. Olayın üzerinden kaç saniye ya da kaç dakika geçmişti hiçbir fikrim yoktu, sadece zamanın acımasızlığıyla yürüyüp ilerlemeye devam ediyordum ama içimden bir ses bu kadar çabanın bile boşa olduğunu söylemeye başlamıştı çünkü Giray’ın yıkılışı Tugay’ın zaafıydı ve o da zaafından vurulmuştu.

Duvarın kenarından açığa çıktığımda karşımdaki büyük kalabalığa baktığımda onlar bizden sayıca üstünlerdi ve arkamdaki adamlar tek tek yok oluyorlardı. “Tugay!” kelimesi döküldü dudaklarımdan, gözlerim onu arıyordu ama bulamıyordum. Koştum, başka bir yere ilerledim ve kendimi korumaya çalıştım fakat o kalabalıkta Tugay’ı asla bulamıyordum. “Giray!” diye haykırdım bu kez ama onu da göremiyordum. Tanıdık bir yüze ihtiyacım vardı, güçlenmeye yeniden ihtiyacım vardı ama çevrem Krallık’ın adamlarıyla dolmaya başladığında ve köşeye sıkıştığımda artık yapabilecek hiçbir şey olmadığını anlayabiliyordum.

Bu kez köşeye sıkışmıştık, bu kez zaaflar bizi hiç olmadığımız yerlerden vurmuştu ve bu kez biz kaybediyorduk, bunu görebiliyordum. Halktan insanlar benim olduğum yere koşuyordu, beni korumaya çalışıyorlardı ama silahları bile yoktu. “Sinan!” diye haykırdım. O beni korurdu, o neredeydi? “Gamze!” dedim. Sadece tanıdık bir yüze ihtiyacım vardı. Onların yaşadığını bilmeye ihtiyacım vardı.

Krallık adamları çevremde büyük bir daire oluşturduklarında ve silahları beni isabet aldığında da tek başımaydım. Tam on askerin ortasındaydım, beni öldürmüyorlar, teslimiyetimi bekliyorlardı. Dizlerimin üzerine çökmemi bekliyorlardı. Ama bunu yapmayacaktım, vazgeçmeyecektim. Hiç çekinmeden acıyla haykırıp silahımı bir daha kaldırıp adamlardan bir tanesini vurdum ve o esnada tam karşımda bir görüntüyle karşılaştım.

Giray kalabalığın ortasında dizlerinin üzerine çökmüştü ve Ufuk hemen arkasında Giray’ın başına yasladığı bir silahla duruyordu. Hemen karşısında Tugay vardı ve şimdi gerçek bir tercih hakkı Tugay’a sunuluyordu. Zaaflar ve sevgiler bizi yönetebiliyordu ve güçsüzlüğümüz tam da burada ortaya çıkmıştı, Ufuk’un ise zaafı ve sevgisi yoktu. O sadece bir robottu ve kazancını bu şekilde sağlayacaktı.

İki tane adam arkama geçip beni kollarımdan tuttuğunda çırpınmaya çalıştım ama onlardan kurtulabilmem imkânsızdı. “Tugay!” diye haykırdığımda ellerimi arkadan birleştirdiler ve sıkıca bağladılar. Tekmelerimi savurmaya başladığımda beni tutmakta zorlanıyorlardı. “Hayır, sakın bunu yapma!” diye var gücümle haykırdım çünkü ikimizi Tugay’a karşı kullanacak, bu savaşı kaybetmesini sağlayacaktı. “Bizden vazgeç, söz verdiğin gibi davran!” Birisi ağzımı kapatmaya çalıştı ama haykırmaya devam ettim. “Sakın bunu yapma!” En sonunda dört tane adam beni durdurabildiklerinde bir tanesi eliyle ağzımı sıkıca kapattığında sırtımda sert bir tekme hissettim ve dizlerimin üzerine çöktürdüler.

Ayakta kalan, dizlerinin üzerine çökmeyen tek kişi Tugay Demir Çeviker’di. Elindeki silahı Ufuk’a doğrultmuş bir şekilde öylece bekliyordu. Hemen uzakta arkadaşlarımı gördüm, örgüttekileri ve timdekileri. Marco, Sinan, Gamze… Hepsi oradaydı ama ulaşamıyorlardı çünkü sayıca çok fazlalardı.

Bulunduğumuz yerde artık kurşunların sesi gelmediğinde halkın çığlıklarından başka hiçbir şey duyamıyordum. Gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı, gözlerimden yaşlar süzülüyordu ama bu korkudan değildi, ne olursa olsun Tugay’ın vazgeçmesini istemediğimden ötürüydü.

Tam şu an ölebilirdim, Giray da ölebilirdi. Buna ikimiz de hazırdık ve aslında ikimiz de Tugay’a aynı şeyi haykırıyorduk fakat o, bakışlarını Ufuk’tan bir an olsun ayırmıyordu.

“Beni öldürebilir, bu savaşı kazanabilirsin,” dediğini işittim Ufuk’un. “Ama hem kardeşini hem de âşık olduğun kadını kaybedeceksin. Sana daha önce söylediler, bir de ben söyleyeyim Tugay Demir Çeviker. Savaşta kurşunlar, kılıçlar öldürmez insanı; asıl öldüren zaaflardır. Sen zaafları olan bir adamsın ve bu senin en büyük güçsüzlüğün.”

Bütün gücümle haykırmak istiyordum ama artık gücüm bile kalmamıştı. Dizlerimin üzerinde son kez çırpındığımda Tugay’ın bakışları yavaşça bana döndü; o birkaç saniyede bana öyle bir baktı ki ona yalvaran bakışlarımı sanki göremedi.

“Teslim ol,” dedi Ufuk sakin bir sesle. “Eğer teslim olursan sadece seni ve Avukat’ını alacağım ve söz veriyorum kardeşine tek bir zarar vermeyeceğim.”

Başımı acıyla iki yana salladım. O dizlerinin üzerine çökmezdi, bunun adı savaştı, bizi gözden çıkarması gerekiyordu.

Tugay çenesini havaya kaldırdığında bu kez kardeşinin yüzüne baktı ve dudaklarından iki kelime döküldü. “Özür dilerim.”

Bizden vazgeçtiğini düşünmüştüm, gerçekten bu savaşı kazanmak için her şeyi yapabileceğini düşünmüştüm ama o özrünün ardından silahını yavaşça yere bıraktığında ve ellerini ensesine doğru götürdüğünde boğazımdan dökülen acılı haykırışı ağzımı kapatan eller bile durduramadı. Sadece bir anlık onun yerinde ben olsam ne yapardım diye düşündüm ve onun ölümüne, kardeşimin ölümüne göz yumamayacağımla yüzleştim fakat bu değildi, bir savaş bu şekilde zaaflarımızdan vurularak kaybedilemezdi.

Bizi en hassas noktamızdan vurdular, başka türlü zaten yenemezlerdi.

“Dizlerinin üzerine çök,” dedi Ufuk silahı Giray’ın başından çekmeden önce.

Tugay hiçbir şey söylemeden yavaş bir şekilde dizlerinin üzerine çöktüğünde elleri ensesindeydi ve bakışları sadece ikimizin yüzündeydi.

Bir savaşı kazanmak için kötü bir insan mı olmak gerekir, baba, diye sormuştum bir keresinde.

Savaşı kazanmak için iyi ya da kötü bir insan olmandan önce kalbini merhamete ve sevgiye kapatman gerekir kızım, demişti babam yanıt olarak. Çünkü gücüyle seni alt edemeyenler ilk önce zaaflarından vururlar. Tam da bu yüzden ben girebildiğim hiçbir savaşı tam anlamıyla kazanamadım. Yalnız değildim ve zaaflarım vardı, onlar da sizlerdiniz.

Peki zaafların olmamasını ister miydin?

Bir savaşı kazanmak için zaaflarımı yok edeceğime kendimi yok etmeyi tercih ederim.

Tugay kendisini yok etmeyi tercih etmişti ve babamın aslında neden idama boyun eğdiğini, hiçbir savaş vermediğini, hatta Marco’nun neden bu kadar yalnızlığı tercih ettiğini şimdi çok daha iyi anlıyordum. Çünkü babam ne kadar savaşırsa savaşsın onu bizden vuracaklardı. Ne kadar güçlenirse güçlensin bize bir şey olacak diye korkacaktı. Ne kadar çabalarsa çabalasın bizim canımız için endişe edecekti.

Babam bizden vazgeçmedi, kendinden vazgeçti.

Tugay bizden vazgeçmedi, kendinden vazgeçti.

Ve biz yenildik, üstelik en hassas noktamızdan vurularak.

Gözlerimi sıkıca yumduğumda aslında sabah güzel bir rüya görmediğimi hatırladım çünkü artık rüyanın devamını hatırlıyordum.

O gökdelenden aşağıya atlamıştım, üstelik Tugay’la el ele. Ve ben aşağı atlarken kulaklarımda babamın başka bir cümlesi çınlamıştı: Dizlerinin üzerine çökmek, onurunu çiğnemek değildir; önemli olan dizlerinin üzerindeyken bile onurlu kalabilmektir.