logo

3. SİYAH ELDİVENLER

Views 1348 Comments 39

Ada Hapishanesi

BL örgütünün kendi arasında dört kuralı vardı.

Birincisi sadakatti. Ne olursa olsun herkes birbirine sadık kalmak zorundaydı.

İkincisi saygıydı. Kimse kimseye saygısızlık yapamaz, zarar veremezdi.

Üçüncüsü fedakârlıktı. Herkes birbirini canı pahasına kollamak zorundaydı.

Dördüncüsü ve en önemlisi ise sessizlikti. Canın yansa da, hatta ölecek kadar canın yansa da sessizce acının geçmesini beklerdin ve şikâyet etmezdin. Bu güçlü ya da güçsüz görünmekle ilgili değildi; bunun nedeni insanları sessizliğin daha fazla alaşağı etmesiydi.

Tugay Demir Çeviker o gün yeniden ve belki yirminci kez dördüncü kuralını devreye sokacaktı. Aslında bu tamamen kural yüzünden değildi, artık sessizliğe bile mahkûm olması yüzündendi.

İşkence odasındaydı. Köşede elektrikli sandalye vardı, onun yanında buzlu su, diğer yanında ateş fakat yine onu aşağılamak için tavandan kollarıyla bağlamışlardı. Boyu çok uzun olmasına rağmen ayakları yere değmiyordu. BL örgütünün kurucusuna özel bir dizayndı bu. Keyif alıyorlardı, ilk işkencesinde Krallık bir jüri gibi oturmuş onu izlemişti fakat bir süre sonra sessizliğinden sıkılıp bıkmışlardı.

Camın arkasından izleyen gardiyanlar dışında bir kişi kalmıştı: Kerem Karaman.

Altında siyah mahkûm eşofmanı vardı, üzeri ise çıplaktı. Sol tarafında, tam kalbinin altında BL damgası vardı. Bu dövmeyle yapılmamıştı, Krallık’ın zorla yaptığı yarım ay damgasını silmek için bıçakla kazıyarak BL yazmıştı. Krallık bunu gördüğünde gülmüştü ama yeniden yarım ay damgasını yapmak istememişlerdi çünkü onlara göre Tugay Demir Çeviker Krallık’ın simgesini bile kirletiyordu.

Sırtına dokuzuncu sert kırbaç darbesi indiğinde dişlerini acıyla sıktı fakat sessizliğini korudu, bağırmadı, ağlamadı ama canı öyle yanıyordu ki normal bir insanın direnciyle artık katlanamayacak noktada olduğunun farkındaydı.

Arkasındaki gardiyan bir kez daha sordu: "Krallık’ın belgeleri nerede?"

Tugay Demir Krallık’ın pilotuyken onların bütün gizli arşivlerine ulaşmış, o belgeleri gizlemişti. Tugay'ı öldürürlerse bu belgeler yayılacaktı ve onlar yayıldıkça Krallık bile kendi içinde çatışacak, yıkılacaktı. Hepsi bunun farkında olduğu için Tugay'ı öldüremiyorlardı ama öldürmek dışında bütün işkenceleri çektiriyorlardı. Bu yüzden hapishanedekilere çok rahat bir şekilde söz geçirebiliyordu, tepki verseler bile karşılığında bulacaklarından habersizlerdi ama bu işkence çektirmeleri için engel değildi.

Tugay yine hiçbir cevap vermedi. Bir kırbaç daha vurdu gardiyan. Öyle sertti ki Tugay'ın başı önüne düştü, sonra hızlı bir şekilde çenesini kaldırıp karşısındaki siyah cama baktı. Acıdan gözleri dolmak üzereydi, sırtındaki izler geçmeden yenileri oluşuyordu ama bu Krallık’ın umurunda değildi.

"Konuş!" diye haykırdı gardiyan, sonra bu kez omzuna sert bir şekilde vurdu, ardından bir kez daha ve bir kez daha. Bu onu konuşturmaktan öte gardiyanın öfkesini dışa vuruş şekliydi. Oraya girerken, "Seni bugün mahvedeceğim fahişe," demişti Tugay'a aşağılayarak. Elleri bağlıyken herkes karşısında durabiliyordu.

Ama elleri çözüldüğünde...

Tugay gülmeye başladığında sesi işkence odasını doldurdu, ardından kahkaha atmaya başladığında kırbaç sırtına art arda inmeye başladı. Gözleri acıdan doldu ama gülmeye devam etti. Tek kelime etmiyordu, sadece işkencenin bitmesini bekliyordu.

Kırbaç en çok canını yakandı, elektrikli sandalye bayılmasına neden oluyordu, soğuk suya alışmıştı. Henüz yakmayı denememişlerdi çünkü Tugay'ı oraya bağlayamazlardı; onu bu aletlere bağlarken bile arkada bekleyen dört gardiyan oluyordu.

Camın arkasındaki mikrofondan tık tık sesi geldi, sonra Kerem Karaman boğazını temizledi. "Konuşmayacaksın değil mi?" diye sordu alaycı bir tavırla.

Onun sesini duyduğu an yüzündeki ifade değişti, kahkahası kesildi ama gülümseyerek cama bakmaya devam etti. "Vazgeçmeyeceksin değil mi?" diye sordu. Bu ağzından çıkan ilk cümleydi.

"Hayır," dedi Kerem. "Ve bunu sen konuş diye değil, zevk için yapıyorum piç kurusu."

Bir kırbaç darbesi daha indi, ardından bir tane daha. Kapının yanındaki gardiyan, Tugay'ın tarafında olduğundan bakmamak için çaba veriyordu fakat ses çıkaramazdı.

"Kerem Karaman," diye mırıldandı Tugay Demir nefretle. "Zevk almak istiyorsan beni bağlama ve camın arkasından çıkıp karşıma gel. Sadece birkaç saniye karşımda o şekilde dur, korumaların, gardiyanların yokken yap bunu."

Kerem Karaman güldü. "Kendini çok önemli sanıyorsun mahkûm."

"Ben zaten önemliyim," dedi Tugay Demir. "Ama sen korkaksın." Yüzündeki gülümseme silindi ve cama öyle bir baktı ki Kerem'i görmese bile direkt onunla göz göze geldi sanki. Bunun bile Kerem'in ürpermesine neden olduğundan emindi. "Gün gelecek, sen camın arkasında değilken ve benim ellerim bağlanmamışken karşılaşacağız. O gün seninle beraber bütün hayatını mahvedeceğim. Nefesini kesmeyeceğim, hayır ama kesmem için yalvaracaksın."

Kerem Karaman onu ciddiye almıyordu çünkü mahkûmdu ve asla özgür kalmayacaktı.

"Bir piç kurususun," diye aşağıladı onu Kerem. "Ve asıl senin gibi bir piç kurusunun boynuna urgan geçirilip asılmasını izlerken son derece keyifli olacağım."

Bir kırbaç darbesinin ardından gardiyan öfkesine yenik düşüp önüne geçti ve nefretle Tugay'a baktı. Sonra kırbacı karnına indirdi. Tugay sarsıldığında gardiyan biraz daha yaklaştı ve bir kez daha vurdu. Yüze vurması yasakken Tugay'ın yüzüne aşağılayıcı bir tokat indirdi, sonra tükürdü.

Mikrofonun ardındaki birkaç gardiyan, "Hayır!" diye bağırdı ama artık çok geçti.

Bu, öfkeli bir timsahın kafesine iki metreden fazla yaklaşmakla eşdeğerdi. Tugay çevik bir hareketle gardiyanı bacaklarıyla boynundan yakaladı, sonra dizlerinin arasında sıkıştırıp boğmaya başladı. Diğer gardiyanlar o tarafa doğru koştu. Tugay dizlerinin arasındaki gardiyanı öyle sıkı tutuyordu ki ayırmaları neredeyse mümkün değildi. Sırtına defalarca kırbaçlarla vurdular, tekmelediler, yumrukladılar ama Tugay hiçbir şekilde gardiyanı bırakmadı.

"Aptalsınız," dedi Tugay dişlerinin arasından. "Sadece belli yerlerimi parçalayarak beni yok edemeyeceğinizi anlamadınız." Gardiyanın yüzüne baktı. "Ne diyordun?" diye sordu gardiyan titremeye başladığında. "Bir kez daha tekrar et."

Kerem Karaman, "Sakinleştirici iğne!" diye bağırdı. "İğneyi vurun ahmaklar!" Tugay gülmeye başladığında gardiyan gözlerini Tugay'a çevirdi. Dili dışarıdaydı, gözleri yerinden çıkacak gibiydi.

Eftalya Atalar’a, onun avukatına saygısızlık yapan gardiyandı bu. Tugay ona kafa atmıştı ve hırsını bu şekilde çıkarabileceğini sanmıştı. O gardiyanı boğarak hem Eftalya'nın ifşa edilmesinin önüne geçip az da olsa zaman kazanırdı hem de kendi hırsını söndürdü.

Kimse sol tarafına aldığı insanlara saygısızlık yapamazdı.

Gardiyanın gücü tükendiğinde gözleri kaymaya başladı, tam o esnada Tugay'ın boynuna bir iğne saplandı. Kerem'in mikrofonun ucundaki küfürlü cümleleri ve tokat sesleri yanındakileri azarladığını gösteriyordu.

Gardiyanın gücü tamamen bittiğinde kafası dizlerine düştü, Tugay'a yapılan iğnenin etkisi ise kendini göstermeye başladı. Bacaklarındaki güç azalırken direnmeye devam etti ama ilaçlara karşı koyamıyordu, bu en kötüsüydü.

Birkaç dakika sonra bacakları çözüldüğünde ölen gardiyan bir çuval gibi yere yığıldı, Tugay'ın ise bacakları sallanmaya devam etti ve başı öne düşmeye başladı.

"Bayıldıktan sonra bacaklarına vurun," dedi Kerem Karaman hırsla mikrofona doğru. "Bütün gücünü elinden alın."

Tugay'ın ıslak kumral saçları önüne gelirken başı tamamen öne düştü, daha fazla direnemedi. Gardiyanların bacaklarına vurmaya başladığını hissetti fakat bu his saniyeler geçtikçe uzaklaşıyordu çünkü bilinci kapanıyordu.

"On iki," diye mırıldandı Tugay gözleri tam kapanmadan. "Kayıtlara geçin, on iki cinayet oldu. Dünya bir pislikten daha kurtuldu."

Eftalya Atalar

Çocukluğumdan beri en büyük hayalim avukat olmaktı. Suçluları değil, suçsuzları savunmaktı fakat bu dünyaya dahil olduğumda aslında hiçbir şeyin istediğim gibi ilerlemediğini gördüm.

İlk başlarda, Krallık henüz ülkemizde bu kadar hâkimiyet kurmamışken insanlar daha özgürdü. Eşcinseller daha mutluydu, kadınlar daha huzurluydu, çocuklar daha neşeliydi. İnsanlar hür bir şekilde düşüncelerini dile getirebiliyordu, okuduğumuz kitaplara kimse karışamıyordu, izlediğimiz filmler sansürlenmiyordu, müziklerimiz bizim zevklerimize göreydi çünkü şarkıcılar vardı.

Kısacası nefes alabiliyorduk, her anlamda ve her yerde. Avukatlar da istedikleri gibi hareket edebiliyordu, tıpkı savcılar ve hâkimler gibi.

Fakat zamanla hızlı bir şekilde değil, yavaş yavaş dünyamız öyle bir değişti ki ne olduğunu bile anlayamadık. Her şey olup biterken Krallık tam ortadaydı.

İlk önce eşcinsellerin özgürlükleri ellerinden alındı, oy kullanma haklarına bile son verdiler. Hepsini bir hastaneye kapatmakla tehdit ettiler, hastalıklı olduklarını söylediler.

Ardından kadınların haklarına sınırlama getirdiler; asker olmaları, polis olmaları, güvenlik olmaları yasaklandı. Zamanla bürolarda da işlerine son verilmeye başlandı, sadece Krallık’ı destekleyenler belirli konumlara yerleştirildi. Onların işlerine de yakın zamanda son verilecekti, o madde de yürürlüğe girmek üzereydi.

İnsanların düşünce özgürlükleri ilk önce uygulanan para cezalarıyla bastırıldı, ardından hapis cezası geldi ve artık babam gibi insanlar hapiste işkencelerle tutulmaya başlandı. Sırf Krallık’a karşı oldukları için. Onlardan değilseniz ve farklı düşünceleri savunuyorsanız susturuluyordunuz, aksi iddia bile edilemezdi.

Kitaplara yasaklar gelmeye başladı. İlk önce elbette siyasi kitaplara, ardından yetişkinler için olanlara, sonra romantik kitaplara ve en sonunda kişisel gelişimlere. Sebep olarak bu kitapların insanlara kötü düşünceleri işlediğini öne sürdüler, iki insanın öpüşmesiyle alıp vermedikleri neydi, bilmiyordum ama iki insanın bir kitapta mutlu bir hayat sürmesi bile bir yerden sonra onları rahatsız etmeye başladı.

Sadece kendilerini destekleyenlerin kitapları basıldı, diğerleri susturuldu. Bu da yetmedi, o yasaklı kitapları yanında taşıyanlara da cezalar kesildi.

İzlediğimiz filmlere sansür geldi, diziler kaldırdı. Televizyon kanalları tek tek kapatıldı, sadece destekleyen kanallar oynamaya başladı; Krallık’ı desteklemeyenler televizyonlarını bile açamamaya başladılar.

Müzikler susturulmadı ama kendilerine karşı olan sanatçıları yazarları, şarkıcıları, tiyatrocuları, oyuncuları fark etmeksizin hapishaneye attılar; çoğu narin ruhlara sahip olduğu için intihar etti, bazıları kaldıramadı, bazıları ise hâlâ işkencelere uğruyordu. Bu yüzden eski şarkıları dinlemekten başka hiçbir şey yapamıyorduk. En azından onlara henüz yasak gelmemişti fakat kafelerde yüksek sesle bu şarkılar çaldığında Krallık yanlısı olanlar ters ters bakabiliyordu.

İşte tam olarak böyle bir dünyanın ortasına BL doğdu. Birçok örgüt kuruldu, birçok örgüt insanların yanında olmaya çalıştı ama hepsi Krallık tarafından alaşağı edildi, tek yaşamaya devam eden BL oldu çünkü inançtan geliyordu ve o inanç dünyamızın her tarafına yayıldı.

Çok zekice ilerlediler. İlk önce bir mendille –BL ile benim tanışmam da bu şekilde olmuştu– tanıttılar kendilerini, sonrasında aldığımız gazetelerin içine bırakılan kâğıtlarla, ardından köşe başlarında duvarlardaki yazılarla ve kapılara bırakılan mektuplarla. Benim kapıma hiçbir zaman mektup bırakılmamıştı çünkü Krallık yanlısı görünenlere bunu yapmıyorlardı ama kararsız olanlara ya da karşıt düşüncelere bunu aşılıyorlardı.

Tek istedikleri özgürlüktü.

Zamanla büyüdüler, bazı insanlar sessizce destekledi, bazıları yüksek sesle bağırmaya başladı; o insanları da öldürdüler ama bu kez yıldıramadılar. Sevsinler ya da sevmesinler BL birçok insanın kanına karıştı ve Krallık’ın en büyük düşmanı olmaya başladı çünkü Krallık artık öldürerek susturamayacağının farkındaydı.

Bir ses kaydı yoktu, görüntü de, tek iletişim araçları yazıları ve mektuplarıydı. Herkes kurucusunu biliyordu ama kimse Tugay'dan bahsetmiyordu, herkes BL diyordu. BL bizi yaşatacak, bizimle olacak, o bizi kurtaracak.

Bir gün Tugay çıkıp bir televizyon kanalında ya da bir meydanda konuşursa neler olabileceğini tahmin bile edemiyordum.

Böyle bir dünyada Krallık’a karşı gelmek büyük cesaret isterken Tugay bu örgütü kurarak Krallık’ın kanını emmeye başlamıştı. Krallık korumaları artırmıştı, yasalarını bile bazen BL'den korkarak değiştiriyorlardı ve kibirli bir duruş sergileseler de hepsinin kendi içinde BL'den korktuğunu biliyordum.

Şu an tam olarak BL örgütünün içindeydim ve o evin içinde Krallık neyi yasakladıysa vardı.

Duvarda rengârenk bir bayrak vardı, yanında kadın başkanlarımız, televizyonun yanındaki raflarda yasaklanan bütün kitaplar, filmler ve şarkıcıların kasetleri. Hepsi ama hepsi bu evin içindeydi, burada Krallık’ın yasakları geçmiyordu.

Bakışlarım yeniden önümdeki dosyaya kaydığında üzerinde yazan isme baktım.

TUGAY DEMİR ÇEVİKER
BL ÖRGÜTÜ KURUCUSU

"Abim bu dosyayı sana vermemin yeterli olduğunu söyledi Avukat," dedi Giray, bakışlarım ona döndü. Tugay'dan daha koyu saçları vardı, gözleri ela değil, yeşildi, yüzü biraz daha dolgundu ama aynı boyda olmalılardı. Giray daha az korkutucuydu ya da daha iyi rol yapıyordu, kestiremiyordum ama ikisi de oldukça dikkatliydi.

"Sizin ailede genetik mi?" diye sordum Giray'a. "Yani bir insana ismiyle değil, lakapla hitap etmek."

Giray gözlerini devirdi, ardından bir ayak bileğini dizine yaslayıp masanın üzerindeki kalemiyle oynamaya başladı. "Alınıyorsan Eftalya diyebilirim," dedi gülümsemeye çalışarak. "Fakat Avukat demek de hoşuma gidiyor, ilk defa aramızda bu kadar diplomatik biri var."

"Neden öyle söylüyorsun?" diye çıkıştı soldan bir adam. Bakışlarım o tarafa döndüğünde simsiyah saçlarını gördüm, simsiyah gözleri ve simsiyah kıyafetleri. Boyu o kadar uzundu ki belki de iki metreden daha fazlaydı. "Ben de son derece diplomatik biriyimdir." Öne yaklaştı, elini uzattı, karşılık verdiğimde elimin tersini öptü. "Ben Ufuk," diyerek kendini tanıttı, sesinde cilve vardı. "Sizin kadar diplomatik olmasam da ben de öyleyimdir Eftalya Hanım."

"Avukat mıydın yani?" diye sorduğumda Giray da dahil gülmeye başladılar, kızıl saçlı kız, yani Gamze daha fazla güldü.

Onun arkasındaki elmasını ısıran saçı kırmızı boyalı bir adam, hatta genç ve belki de on sekizinden küçük çocuk, "Diplomatik dediğine bakma," diye lafa atladı. "Başkan binasında kahve makinesinin yanında düğmeye basıyordu."

Dudaklarımı birbirine bastırarak gülmemek için kendimi tuttum. Ufuk ise elini çekip ters ters kırmızı saçlı çocuğa baktı. "Nasıl büyük hamlelerim olduğunu bilemezsin o kahve makinesinin yanında," diye tepki verdi.

"Nasıl hamleler mesela?" dedi kırmızı saçlı. "Sert kahve isteyene sütlü mü veriyordun amına koyayım?"

"Kahvelerine zehir koysaydım hiçbiri yaşamıyordu şu an." Ufuk'un sesinde kibir vardı, bana döndüğünde ise yine cilveli bir şekilde güldü. "Öyle de önemli bir insanımdır Eftalya Hanım."

"Gördüğün her dişiye yürümek zorunda değilsin ya," dedi Gamze gözlerini açarak. "Uçan kuşlara bile cilve yapıp, Aman da cici kuş, konmaz mısın omzuma? diye şakımak zorunda da değilsin."

"Eftalya Hanım kelimesinden nefret etmeye hazır olun," dedi kırmızı saçlı çocuk. Başını eğip beni görmeye çalıştı. "Benim adım Kamil,” dedi. Gözlerim açıldı. "Adımla dalga geçersen kötü olur. Bana sadece Red demen yeterli."

"Ne özgün isim ama," diye mırıldandığımda Ufuk güldü.

Giray duruşunu dikleştirip ellerini önünde birleştirdiğinde Defne girdiği odadan çıktı ve birkaç kişiye kafa hareketi yaptığında iki kişi onun çıktığı odaya girdi. Boyu, fiziği ve hareketleriyle Giray kadar önemli biri olduğunu hissettiriyordu. Tugay'ın kız arkadaşı olabilir miydi?

"Evet Avukat," dedi Giray ciddiyetle beni düşüncelerimden uzaklaştırırken. "Elindeki dosyada abimin bilgileri var, resmi olarak avukatı olmak sadece birkaç hamlene bakar. Bunun dışında bizimle olmak istersen, yardım etmek gibi..." Kaşlarım havalandı. "Anlıyorum," dedi imalı imalı, onun da tek kaşı havalandı. Sonra bir anda ayağa kalktı. "Yine de bizimle gerçekten tanışmak istersen burada olduğumuzu bil."

Bakışlarım yanımda oturan Sinan'a kaydığında kaskatı bir şekilde durduğunu gördüm, gözleri örgütün her üyesinde dolaşıyordu ve biliyordum, eve dönerken bu anlaşmayı imzaladığım için beni mahvedecekti, dakikalardır olan sessizliğinin tek nedeni buydu.

"Hangi konuda yardım etmemi istiyorsunuz?" diye sordum. Bu soru sadece meraktan ibaretti, yardım edeceğimden değildi. "Ve abi diyorsun, siz ikiz değil misiniz?"

"Bu kısım karmaşık," diyerek beni geçiştirdiğinde gözlerim eldivenlerine kaydı. Hepsinin eldivenin olması bir maskot gibi miydi, anlayamıyordum.

Giray ağır ağır ilerlerken Sinan'ın kısık bir sesle, "Artık gidelim," dediğini işittim, kendini rahatsız hissediyordu.

Gamze bunu kaçırmadan lafa atladı. "Sinan Bebek sanırım bizden korktu," dedi dudaklarını bükerek. "Bir korumaya göre ne kadar da hassas."

Defne bacaklarını masaya uzattı, çapraz bir şekilde birleştirdi ve Sinan'a baktı. "Artık tek başına olmayacağı için korkacağı da hiçbir şey kalmadı."

Sinan hangisine öfkeyle bakacağını şaşırmışken Giray omzunun üzerinden bize baktı. "Avukat," dedi. "Ufuk senin koruman olacak." Reddetmek için ağzımı açtığımda elini kaldırıp beni susturdu. "Ve istediğin kadar karşı gel, bundan sonra seninle devam edecek."

Sinan öfkeyle bakışlarını bana çevirdi ardından Ufuk'a baktı, Ufuk ise cilveli bir şekilde göz kırptı. Sinan'a bile.

İçimden bir ses onunla çok iyi anlaşacağımı söylüyordu ama yine de, "Bu zamana kadar koruma isteseydim zaten olurdu," diyerek karşı geldim. "Sinan var, bu yeterli."

"Değil çünkü abime senin canın uğruna söz verdim ve her ne olursa olsun, seni korumak zorundayım Avukat," dedi Giray ve televizyonun yaslı olduğu duvarın oradaki kitaplıktan iki kitap çıkardı. Karşımda bir düzenek vardı, Giray birkaç düğmeye basıp geriye doğru adım attı. Onun her adımında duvar hareket etmeye, sonra olduğu yerde dönmeye başladı. Bense oturduğum yerde kasılmaya. Bu, Defne'nin gözünden kaçmadı ama çaktırmamaya çalıştı.

Duvar tamamen döndüğünde bembeyaz bir yazı tahtasıyla karşılaştım. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken Sinan'ın, "Siktir," diye fısıldadığını işittim.

Duvarın sol tarafında BL örgütündeki kişilerin fotoğrafları vardı, yanında isimleriyle, yaşlarıyla, meslekleriyle. Ortada Tugay'ın adı vardı, fotoğrafı yoktu. Sadece Tugay Demir Çeviker yazıyordu, onun altında ise Giray Pusat Çeviker.

Duvardakiler sadece bununla sınırlı değildi.

BL örgütünün olduğu sol tarafta benimle Sinan'ın fotoğrafı da vardı.

Eftalya Atalar, Avukat, 10 Ocak 1998.

Sinan Yaman, koruma ve eski asker, 6 Mayıs 1997.

Dudaklarım aralandığında bakışlarım tahtada gezindi ve tahtanın ortasında bir tarif gördüm. Bir kilo tavuk yazıyordu, iki kaşık köri baharatı, bir bardak süt, biraz su...

Giray, "Red!" diye hırladığında başını önüne eğip iki yana salladı.

"Ah," dedi kırmızı saçlı çocuk ve hemen kalkıp o yemek listesini eliyle sildi. "Özür dilerim, dün akşam yemek yapmıştım, tarifi burada unutmuşum." Örgütteki bazıları gülmemek için kendini tuttu, Giray öfkeyle baktı, Defne gözlerini devirdi. "Ne var ya?" diye çıkıştı Red. "Yerken böyle demiyordunuz."

"Geri zekâlı, salak!" dedi Gamze suratına su atarken. "Yine bütün havamızın içine sıçtın, bıktım senden."

"İkinci tabağı isterken böyle demiyordun Kızıl Şeytan," diye çıkıştı yeniden Red.

Sinan'la birbirimize baktık. Sinan gözlerini ovuşturdu, sonra yeniden etrafına baktı. Büyük ihtimalle bunların bir kâbus olmasını diliyordu...

"Sol tarafta neden adımız var?" diye sordum ters ters.

"Yemek tarifi tarafında mı olacaktı adın ablacım?" diye çıkıştı Red. "Örgüttesin işte, dramatikleştirme olayı. Yeşilçam çekiyoruz sanki."

"Aynı şey değil," dediğimde bakışlarım Giray'a döndü. "Sizinle aynı düşüncede değilim, bunu çok iyi biliyorsunuz."

"O sözleşmeyi imzaladıktan sonra düşüncelerinin pek de bir önemi kalmıyor Eftalya Atalar," dedi Defne ve ayaklarını salladı. "Ve senin adın uzun zamandır orada."

"Ne kadar uzun zamandır?" diye sordum.

"Mendili aldığından beri," dedi Giray diğer taraftan. "Sen bu örgütteki çoğu kişiden bile önce bu listedeydin."

"Neden?" Dünyanın en mantıklı sorusuydu bu o an.

"Bunun yanıtını sana ben değil, Tugay Demir verebilir," dediğinde yeniden tahtaya döndü. "Hem sol tarafta olmak, sağ tarafta olmaktan çok daha iyidir, bizi tanıdıkça bunu çok daha iyi anlayacaksın."

Bakışlarım tahtanın sağ tarafına döndüğünde işlerin çok daha karmaşıklaştığını fark ettim. Orada da fotoğraflar vardı; sıralamalar, oklarla birbirine bağlanmış isimler… Krallık’ın önde gelen isimleri sağ taraftaydı ve bazılarının üzeri çizilmişti. Ölenlerin üzerini çizmişlerdi. Hemen bu listenin sağında yirmi dokuz kişinin adı vardı.

Yirmi dokuzuncu kişinin olduğu yere Anonim diye not düşülmüştü, isim yoktu. Dehşetle nefesimi verdiğimde diğer isimlere değil, sadece ona odaklandım. İlk sorduğum, "Yirmi dokuzuncu kişi kim?" oldu. Soruyu sorarken sesimin titrediğini fark ettim ama umurumda değildi.

Sessizlik odanın içini doldurdu. Ardından Giray, "Bunu hiçbirimiz bilmiyoruz," dedi gözlerini kısarak ama bir tahmini olduğunu anlayabiliyordum ve elbette o tahminini benimle paylaşmayacaktı. "Sadece en son ölecek kişi o."

Yeniden listeye baktım, listedeki isimlere. Başkanlar vardı, milletvekilleri, bakanlar ve… Kerem Karaman. Adı büyük harflerle yazılmıştı, babasının isminin altındaydı. Kalbimde bir acı hissetmek istedim ama ifadesiz bir yüzle o isme bakmaya devam ederken sadece yutkundum. Sinan da aynı ismi gördüğünde dönüp bana baktı.

Giray bakışlarını bana çevirdiğinde yüzümdeki bir ifadenin değişmesini mi bekledi yoksa herhangi bir tepki vermemi mi bilmiyordum ama hiçbir şey söylemeden ismi izlemeye devam ettim.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu ciddiyetle Giray. Ellerini önünde birleştirmişti, üzerindeki siyah gömleğinin birkaç düğmesi açıktı. Göğüskafesindeki timsah dövmesini görebiliyordum.

"Şaşırmadım," dedim rahat bir sesle. "Ve hâlâ hangi konuda benden yardım istediğinizi anlamadım."

Defne ayaklarını yasladığı yerden doğruldu ve tahtanın olduğu tarafa yürürken topuklu ayakkabısının sesi odanın içini doldurdu; o an başka bir detay daha fark ettim. Tahtanın üzerinde, sağ taraftaki ölecekler listesinde Defne'nin babasının ismi de vardı ama bu konuda oldukça ruhsuz görünüyordu.

"Aklından ne geçtiğini biliyorum Eftalya," dedi. Neyse ki bir tanesi ismimle hitap edebiliyordu. "Babam umurumda bile değil. Eşcinsel olduğu için erkek kardeşimi yakarak öldürdüler ve bir mahallenin ortasında gerçekleşti bu. Kimse sesini çıkaramadı, babam ise bir mezarı bile olmayacağı için mutluydu. ‘Adımızı kirletemeyecek artık,’ demişti. O gün benim tarafım belliydi." Tek nefese o kadar büyük bir acı sığdırmıştı ki kalbim tekledi. "Örgüt babamı nasıl öldürür bilemem ama onun da bir mezarı olmaması için dua edeceğim."

"Ben…" diye mırıldandım, sonra saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Senin adına üzüldüm."

"Üzülme, bunu sadece ben yaşamıyorum, bu ülkede birçok insan yaşıyor." Çenesiyle beni işaret etti. "Ve senin de babanın hapishanede olduğunu biliyorum, her gün nasıl işkenceler gördüğünü ve bütün bunları Krallık’ın yaptığını. Karşımızda oturmuş bizden değilmiş gibi davransan da içindeki nefreti görebiliyorum. Bir direniş göstermene gerek yok fakat bu insanlardan kurtulursak baban da kurtulacak. Bunu biliyorsun değil mi?"

Babamı kurtarmak için nişanlandığımı hatırladım, parmağımda bir yüzük vardı ve bunu sadece babam için yapmıştım; şimdi ise karşımda başka bir tercih duruyordu. Aslında buna tercih denilemezdi. Gözlerim kısıp yeniden tahtanın soluna baktım, toplam yirmi yedi kişi vardı, benimle Sinan eklenince ise yirmi dokuz ediyordu. Yirmi dokuz kişi Krallık’ı bitirebilir miydi?

"BL'nin öylesine bir örgüt olduğunu asla iddia edemem," dedim dürüstçe. "İnsanlara etkiniz ortada ama bu kadar kişiyle Krallık’ı bitiremezsiniz." Aralarından birkaç kişi güldü.

Bir tanesi ise öfkeyle nefesini verdi. "Bu aptal kadın bize onları mı savunacak?" diye kükrediğinde Giray öyle sertçe dönüp baktı ki diğerlerinden daha orta yaşlı olan adam susup geri yerine oturdu.

"Belki de öyledir," dedi Defne. "Fakat bu da bir çabadır, değil mi? Ve biz yirmi dokuz kişi değiliz, arkamızda kocaman bir halk var. Bir fitile bakar her şey."

"Yine de çok zor," dediğimde ellerimi şakaklarıma bastırdım.

"Güç kalabalıklardan gelmez," dedi Giray rahat bir ses tonuyla. "Güç zekâdır ve öylesine seçildiğini hiç sanmıyorum Avukat." Masaya doğru yürüdü, ardından karşıma geçtiğinde ellerini masaya yerleştirdi. "Tahtanın sağındakiler de insan. Arkalarında koruma ordularıyla gezmeleri, bir gece vakti huzurlu uykularında ölmeyecekleri anlamına gelmiyor, değil mi?"

İlk önce dudaklarım aralandı, ardından sustum ve yeniden açtığımda, "Bana bu yüzden ihtiyacınız var," dedim yutkunarak. "Onlara daha rahat ulaşmak için."

"Harikasın bebeğim," dedi Gamze sol taraftan.

"Tamam ama neden ben?" diye sordum. Sadece sesli düşünüyordum, sonra bunun cevabının onlarda olmadığını fark ettiğimde ellerimi saçlarıma geçirdim. "Gerçekten size yardım edeceğimi düşündüren nedir?"

"Babanı yaşatmak," dedi Defne çok rahat bir sesle. "Kısa ve net."

"Başka?"

"Bize inanmak?" dedi Red.

"Belki bizi seversin," dedi Gamze gözlerini kırpıştırarak. "Yabani görünsek de öyle insanlar değiliz." Bakışları Sinan'a döndü ve göz kırptı. Sinan ise gözlerini kaçırdı.

Giray masanın etrafını dolaştı ve benim olduğum tarafa geldi. Yanımdaki sandalyeye oturdu, ardından bir anda elini masaya sertçe indirdi. İrkildiğim için Sinan, "Yavaş!" diye tısladı. Giray ise bir anda üzerindeki bütün şiddet araçlarını çıkarmaya başladı.

İlk önce üç silah, sonra dört bıçak, iki çakı, ceplerinden jilet, gömleğinin yakasından da jilet. Şaşkınlıkla ona bakarken kurşun geçirmez yeleğini de çıkardı, sonra bana dikkatli bir şekilde baktı. "Avukat," dedi sakin bir sesle. "Tugay Demir Çeviker senelerdir seni tanıyor ve bunun senin için ne ifade edeceğini bilmem ama BL'yi ilk bilen kişi sendin, o mendille. Abim bunu özellikle istedi. O attığı mesajların hepsiyle ilk sana gösterdi."

O mesajların hepsini Tugay atmıştı, gelecekte görüşeceğimizi söylediği mesajlardı. "Sebebini tahmin edebiliyorum ama tamamen değil, zaten söylemek de bana düşmez ama bunlar öylesine değildi. Şimdi buradasın, bizimlesin, karşımızdasın ve biz de buradayız. Karşındayım, silahsız, tamamen özgür. İstersen şu an beni çekip vurabilirsin, burada kimse de sözleşme gereği sana hiçbir şey yapamaz ama bunu yapmazsın. Neden? Çünkü Krallık umurunda bile değil."

Cümleleri tıpkı Tugay gibi etkileyiciydi. "Ne?" dediğimde oturduğum yerden kalkmak istedim ama omzuma bastırıp beni yerime oturttu.

"Bir sözleşme imzalattı sana, o sözleşmede başına bir şey gelirse kendi canıyla ödeyeceği yazıyor ve bu örgütte o sözleşmeyi imzalayan ikinci kişisin, ilk kişi de benim. Başka kimse yok." Kendisini işaret etti. "Ben kardeşiyim ve sen avukatısın." Neden diye haykırıyordu iç sesim. "Bütün bunlar nedensiz değildi ve görüyorum, sen de bizimle berabersin. Yardım edip etmemek kendi tercihin ama düşmanımız olmana gerek yok, bunu hiçbirimiz hak etmiyoruz."

Gözlerim Giray'ın yeşil gözlerinde dolaştı, sonra arkasındaki Defne'ye baktım ve diğerlerine. Hepsine tek tek bakıyordum ve hepsi benden bir yanıt bekliyordu. Sinan bile merakla beni izliyordu.

Aklıma ilk geleni söyledim: "Ya özgürlük uğruna beni kullanırsanız?" Çünkü en çok düşündüğüm buydu, Tugay benimle konuşurken de bunu düşünmüştüm. Her şey sineye çekilebilirdi ama BL örgütü için özgürlük daima birinci sıradaydı. "Ya sonra sırtımdan bıçaklarsanız beni? Ya beni kurban ederseniz?"

Giray'ın karşı çıkmasını bekledim ama bunu yapmadı. Düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldıktan sonra hiçbir cevap vermeden oturduğu sandalyeden kalktı. O an anladım, kendisi adına bir söz verse bile abisi adına söz veremiyordu; sessizliğini korumaya devam etmesinin nedeni buydu.

Gözlerim yeniden tahtanın sağ tarafına kaydı ve o isimlere baktım. Her isimle sohbetim olmuştu, içlerinden bazıları sonuna kadar Krallık’ın yanında olacaktı ama özlerinde kötü insanlar değillerdi. Onları bile öldüreceklerdi.

"Benden ne istiyorsunuz?" diye sorduğumda gözlerim tahtada geziniyordu.

Giray sessizliğini korumaya devam ettiği için sözü Defne devraldı. "Tek istediğimiz Feridun Karaman'ın gizli yerini söylemen." Bahsettiği Kerem'in babasıydı. Hızlı bir şekilde ona baktığımda emin olduğum bir şey vardı: Hiçbiri Kerem'in nişanlım olduğunu bilmiyordu. "İki gün sonra o adamı büyük bir operasyonla devireceğiz ve bize yardım edersen bu çok daha kolay olacak."

"Neden Kerem değil de babası?" diye sorduğumda Sinan bile bu acımasız sorum karşısında şaşkına dönmüştü.

"Aslında Kerem'di," dedi Giray. "Fakat Tugay onu kendi halletmek istediğini söyledi, bize de babasını bıraktı." Gözlerini kıstı, derinlere kadar indi. "Söylesene Avukat, bize yardım edecek misin?"

***

Aynadaki aksimde kendimi izliyordum.

Annemin durmadan daha güzel olabilecekken neden bu şekilde olduğumu sorguladığı yüzüme bakıyordum, sonra vücuduma ve saçlarıma.

Anneme göre çok zayıftım, saçlarım çok cansızdı ve kısaltmam gerekiyordu, burnum çok büyüktü, dudaklarım da öyle. Kadınsı hatlara sahip değildim ona göre ama bunun dışında göğsümde tam kalbimin üzerinde başlayan vitiligo hastalığımdan utandığını hissetmiştim, bunu geçirmek için verdiği çabanın haddi hesabı yoktu.

“İlk doğduğunda yoktu,” demişti bir keresinde babama. Gizli gizli onları dinliyordum. “Büyüdükçe ortaya çıktı, nedeni de bilinmiyor, neden böyle bu kız? Kötü görünüyor, arkadaşları dalga geçiyor, insanlar sürekli bakıyor, nasıl yapacağız? İnsanlara açıklama yapmaktan yoruldum. Küçücük çocuğun lekesi mi olur Allah aşkına?”

Babam geçiştiriyordu, hatta bunun çok önemli olmadığını söylüyordu ama annem için güzellik birinci sırada olduğundan bu beyaz lekelerden nefret ediyordu. Daima spor yapardı, saçları hep bakımlıydı, sağlıklı beslenirdi, dimdik otururdu, kendisine zarar veren her şeyden kaçardı.

Şimdi aynadaki aksime bakarken bu lekenin göğüskafesimin etrafına yayıldığını ve boynuma doğru tırmandığını gördüm. Parmaklarım çevresinde dolaşırken kaşlarım çatıldı. Doktora ilk gittiğimizde bana bunun psikolojimi bozmaması gerektiğini söylemişti, annem kolumdan tutup zorla götürmüştü beni oraya. Doktor söyleyene kadar bu hastalığın nadir olduğunu asla bilmiyordum. “Neden bozsun ki?” dediğimde on dört yaşındaydım.

Doktor öylece susmuş, söylediğine pişman olmuştu.

Zamanla insanlar bu lekeyi sorarak, bakışlarıyla taciz ederek, hatta kötü göründüğü yönünde cümleler söyleyerek aslında doktoru haklı çıkarmışlardı, ben de o lekeye küstüğümü fark etmiştim. Bundan olmalı ki çoğu zaman önü kapalı kıyafetler giyerdim. Bazen de bunu neden kendime yaptığımı sorgular, o lekeyi gözler önüne sererdim.

Bir keresinde Kerem, "İş toplantılarında bence kapatmalısın,” demişti. “Kötü mü görünüyor?” diye sorduğumda, "Kötü değil ama insanlar çok sorgular,” diyerek geçiştiren bir cevap vermişti. Leke büyüdükçe Kerem'in bakışlarından rahatsız olmuştum çünkü bundan hoşlanmadığı belliydi.

"Eftalya Hanım?" Nigâr'ın sesiyle kendime gelince arkamda olduğunu gördüm, beni izliyordu. "İyi misiniz?"

"Nigâr Sultan," dedim başımı omzuma yatırıp. "Sence bu beyaz leke kötü mü görünüyor?"

"Hayır," dedi hemen kendinden emin bir tavırla. "Aksine seni güzelleştiriyor." Klişe bir yanıttı ama yine de yüzümde gülümseme oluşmasına neden olmuştu. Sırtımı aynaya dönüp ona doğru yürüdüm, ardından koluna girip mutfağa doğru ilerledim. "Neden öyle düşündün ki?"

İnsanlar bu aralar çok sık bu lekeye bakıyor diyemediğimden, "Sadece stresten dolayı çoğaldı," diye cevap verdim. "Genişliyor, bir gün yüzümü kaplayacak diye korkuyorum. Sinan kar tanesine benzeyeceğimi söyleyerek bana takılıyor ama bunun hastalık olduğu da ortada."

Mutfağa girdiğimizde bir sandalyeye oturdum ve Nigâr hemen önüme yeni demlenen kahveden koydu. "Bence seni farklı kılıyor," dedi gülümseyerek. "Benim de boynumda ameliyat izim var, insanlar bakıyor ama umursamıyorum. Bir zaman sonra o bakışlara alışıyorsun."

Başımı sallarken lisedeki kızları hatırladım, o leke ufacıkken bile benimle nasıl da dalga geçiyorlardı, şimdi olsa sadece karşıma geçip kahkaha atarlardı. İşin garip yanı, lekeler sadece göğüskafesimdeyken bacağımın üst taraflarında da küçük beyaz lekeler oluşmaya başlamıştı. Annemi uzun zamandır görmemiştim, şu an beni görseydi dehşetle yüzüme bakıp, Sana ne oldu Eftal? diye haykırırdı. Doktora gideceksin!

Anneniz tarafından beğenilmemek, sevilmemek, sürekli aşağılanmak bir süreden sonra özgüveninizi kırıyordu.

"Ben bu lekeye karşı hissizdim," dedim dürüstçe. "Ama zamanla utanmaya başladım. Bilemiyorum, her neyse." Elimi enseme yerleştirdim ve ocağa baktım. "Ne yemek yapacaksın? Benim birkaç saate çıkmam gerekiyor."

Örgütün yanından ayrıldıktan sonra Sinan'la yol boyu imzaladığım anlaşma üzerine kavga etmiştik, en sonunda stop diyerek araya resmiyet duvarını koymuştum. Bunun üzerine Sinan bana birkaç dakikalığına küsmüştü ama eve geldiğimizde koltukta uyuyakaldığımı görmüş, üzerimi sıkıca örtmüştü.

O gece başımdan ise hiç ayrılmamıştı çünkü yine onlarca kâbus görmüştüm.

Örgüte ne olumsuz ne olumlu bir dönüşüm olmuştu ama dün resmi bir şekilde Tugay'ın avukatı olmuştum. Bunu onaylamak için gittiğim yerde bir sürü bakışa maruz kalmıştım ama henüz baroda bu haber yayılmamıştı, yani Kerem henüz bilmiyordu ama elbette yayılacaktı, Kerem de bunu öğrenecekti.

Akşamüzeri yeniden Tugay’la görüşmeye gidecektim. Bu kez camsız, bir masada ve karşılıklı. Resmi bir şekilde avukatı olarak ve o benim müvekkilimken.

"Eftalya," dedi Nigâr başını eğerek. "Beni duymuyor musun?"

"Ah," dedim. "Dalmışım, ne diyordun?"

"Çorba, et ve pilav yaptım," dedi. "İstediğin başka bir şey var mı?"

Kolumdaki saate baktım, ardından altdudağımı dişlerimin arasına aldım. Sinan, Meryem'i doktordan almaya gitmişti, bugün tek başıma hapishaneye gidecektim ve dönüşte bana Ufuk eşlik edecekti. Yeni korumam Ufuk’la nasıl bir yol izleyeceğimiz konusunda bir fikrim yoktu ama artık iki korumam olacaktı.

"İstediğin başka bir şey var mı?" diye sordu Nigâr bir kez daha.

Çok kısa bir an düşündüm. "Yaprak sarması yapmayı biliyorsun değil mi?" diye sordum.

Zihnimde Tugay'ın sesi çınlıyordu, benden yaprak sarması istemişti, bundan bir hafta önce bunu ona götüreceğimi söyleseler aptal olduklarını dile getirirdim ama yaşadıklarını, yaşatılanları düşündüğümde babamla aynı noktada olduğunu görebiliyordum. Aslında bundan bir hafta önce BL örgütü liderinin benden yaprak sarması isteyeceğini söyleseler de bunun saçma bir şaka olduğunu dile getirirdim ama Tugay'a akıl sır erdirilemezdi, bunu görmüştüm.

Nigâr gülümsedi. "Elbette," dedi keyifle. "Biraz yaprağım var, sarmamı ister misin?"

Başımı heyecanla salladım. "Evet, getir de beraber saralım hadi."

Nigâr kaşlarını kaldırdı. Normalde mutfağa girmezdim, girdiğimde güzel yemek yapardım ama pek zamanım olmadığından bu işleri Nigâr hallederdi.

Fakat Tugay Demir, "Sen nasıl seviyorsan öyle olsun,” demişti, ben de nasıl seviyorsam öyle yapabilirdim.

Yeniden kaşlarını kaldırdı. "Çok mutlu oldun," dedi dolaba doğru yürürken. "Bu kadar çok mu istiyorsun yaprak sarması?"

"Mutlu mu?" Bunu sorarken bile yüzümdeki gülümsemenin farkında değildim.

"Evet," dedi kavanozun içindeki yaprakları çıkarırken. "Canının çok istediğini bilseydim daha önceden yapardım."

"Aslında," dedim elim boynuma doğru giderken. "Benim için değil, birine yapacağım."

Nigâr'ın yüzü düştü, bakışlarını kaçırdı. "Kerem Bey’e mi?"

Kaşlarım çatıldı. "Hayır, ona neden yemek yapayım?"

Bu yanıt Nigâr'ın hoşuna gitmiş olmalıydı ki kıkırdadı. Ardından yaprakları belirli bir sıraya göre dizdi, içini hazırlarken oturduğum yerden kalkıp ona yardım ettim, hatta biraz dinlenmesini söyleyip kendim hazırladım. Bunu yaparken kendimi uzun zaman sonra ilk defa iyi hissediyordum çünkü biri için çabalamayalı, daha doğrusu olumlu bir sonuç verecek bir çaba vermeyeli uzun zaman olmuştu.

Krallık yanlısı Avukat Eftalya Atalar'ın Krallık karşıtı BL örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker'e sarma sardığı gerçeğiyle şu an yüzleşmeyecektim.

Gülmeye başladığımda Nigâr bana ne olduğunu sordu ama hiçbir cevap vermeden devam ettim.

On beş dakika sonunda masaya geçtiğimizde yaprakları önümüze aldık ve pirinçleri doldurmaya başladık. Havadan sudan öylesine şeylerden sohbet etmeyi bile o kadar çok özlemiştim ki uzun süredir hissetmediğim kadar mutlu hissediyordum.

Nigâr karşı komşudan söz ediyordu, dedikodu yapıyordu kendi çapında. Dedikodudan pek hoşlanmasam da ona ayak uyduruyordum. Sonra saçlarının renginden konu açıyordu, konudan konuya atlıyor ama bir şekilde konuyu yine bana getiriyordu.

"Eftalya," dedi heyecanla. "Dolabının içi çiçekli elbiselerle dolu, biliyorum seviyorsun renkleri. Giysene bir gün kızım onlardan."

Alıp alıp dolabın köşesinde çürümeye terk ettiğim o elbiselerden alışveriş yaparken yanımda olan Sinan’dan ve Nigâr’dan başka kimsenin haberi yoktu.

“Bilmiyorum,” dedim yanaklarım kızarırken. “Çok romantik elbiseler. Nerede giyeceğim? Mahkûmların karşısında mı?”

“Neden olmasın?” diye sordu. O an Tugay Demir’in karşısına çiçekli elbiseyle çıktığımı düşündüm ve bir kez daha kahkaha attım, mutluluk tam yanımdaydı.

Ve tabii ki bu mutluluk o kadar da uzun sürmedi.

Kapı çaldığında kısa süreli bakıştık, ardından Nigâr kapıyı açmaya gitti. Önce sesini duydum, sonra adım seslerini. Kerem gelmişti ve elim yaprakların üzerinde donakalmıştı.

Kalbim korkuyla atıyordu, Tugay’ın avukatı olduğumu bu kadar çabuk öğreneceğini beklemiyordum. Büyük finale gelmiştik, birazdan deprem olacaktı.

Gözlerimi sıkıca yumup birkaç derin nefes aldığımda mutfağa girdiğini hissettim. Sonra Nigâr Hanım'a, "Bana bir kahve koy ve çık," dediğini duydum. Saygısızdı, yine saygısızdı.

İçimden ona kadar saydım ve en sonunda gözlerimi açtığımda Kerem'in az önce Nigâr Hanım'ın kalktığı sandalyeye oturduğunu gördüm. Dikkatli bir şekilde bir bana bir masaya bakıyordu, şaşkınlık içindeydi. Derin bir nefes verdim, hayır, henüz öğrenmemişti. Zaten bana bu konuda öyle güveniyordu ki aldığım dosyaları incelemeyi bırakalı çok uzun zaman olmuştu.

Kendim için değil, babama zarar vermemek için ters bir şey yapmayacağıma emindi.

Nigâr sessizce kahvesini hazırladı, önüne koydu ve hiçbir şey söylemeden çıktı. "Afiyet olmasın mı?" diye sordu Kerem arkasından. Nigâr yine cevap vermedi. "Saygısız!" dedi bu kez de.

Kahverengi saçları yine taranmıştı, üzerinde siyah takım elbisesi vardı, kirli sakalını yeni kesmişti, tıraş losyonu kokusu geliyordu. Yeşil gözleri ise dikkatle bana bakıyordu.

"Hoş geldin," dedim dudaklarımı ıslatarak. "Beklemiyordum." Bakışları göğüskafesime indi, üzerimde geceliğim ve sabahlığım vardı; o baktığı an sabahlığımın önünü kapattım.

"Hoş bulduk," dedi, ardından alayla önümdeki yapraklara baktı. "Hayırdır, aşçılığa mı soyundun?"

"Sadece," dedim yaprakları işaret edip. "Yardım etmek istedim."

"Yardım etmek için değil, sana yardımcı olması için var o kadın," dedi Kerem rahat bir sesle, ardından cebinden sigarasını çıkarıp yaktı, masadaki yemeklere zerre saygısı yoktu. "Sana yakışmıyor Eftalya."

Derin bir nefes verip gözlerimi devirdim, sonra ellerimi yanımdaki peçeteye sildim. "Neden geldin? Bugün duruşman yok muydu?"

Kerem dudaklarını büktü, ardından yaklaşıp bir anda elimin tersine öpücük kondurdu. "Nişanlımı özleyemez miyim?"

"Kerem..." dedim elimi ondan kurtarmaya çalışırken ama bırakmadı. "Nigâr burada, sevmiyorum böyle hareketleri, biliyorsun."

"Umurumda değil," diye mırıldandı. "Seni kaç gündür göremiyordum, işten fırsat bulduğum an sana kaçtım. Hem söyleyeceklerim var."

Elimi ondan kurtarmak için ayağa kalktım ve buzdolabına doğru ilerlerken, "Ne hakkında?" diye sordum.

Kerem'in bakışlarının sırtımda olduğunu hissedebiliyordum ama gözlerim ona dönmüyordu. Dolaptan buz gibi su çıkardım, soğuk sulardan nefret ederdim ama o an kurtuluş için koca bardak suyu kafama diktim.

"Neyin var senin?" diye sordu Kerem sert bir sesle. "Benden kaçıyorsun."

"Kaçmıyorum," dediğimde yeniden masaya ilerleyip karşısına oturdum, parmaklarımın arasında ise sıkıca bardağı tuttum. "Sadece yorgunum ve yoğunum, çok işim var. Ayrıca nişanlanmış olmamız evime çat kapı geleceğin anlamına gelmiyor."

Tek kaşını tehditkâr bir şekilde havaya kaldırdı, ardından Nigâr’ın getirdiği kahveden birkaç yudum içti, yüzünü buruşturdu, kahveyi itekledi. Bir kez daha gözlerimi devirdim. Hep böyleydi, beni şaşırtmıyordu.

Sessizlik oluştu. Yutkunma, ayağını yere vurma ve parmaklarla ritim sesinden başka hiçbir ses yoktu. O an babasının bu gece BL örgütü tarafından alaşağı edileceğini hatırladım, onu uyarmalı mıydım? Aslında bunu ona borçluydum. Ne olursa olsun, onun babasıydı ve Feridun Karaman oğlu kadar kötü biri değildi. En azından benim tanıdığım kadarıyla.

"Benim de sana söylemem gereken bir şey..."

Lafımı yarıda kesti. "İdam yasası yarın geliyor." Kalbim tekledi, açık olan dudaklarım daha fazla aralandı ve nefesimin kesildiğini hissettim. Elimdeki bardak titremeye başladığında beklediğim depremin evin içinde can bulduğuna şahit oldum fakat aslında o deprem tam içimde, kalbimin üzerindeydi. "Oy çokluğuyla kabul edildi, ilk önce Krallık karşıtları asılacak, sonra sanatçılar çünkü sanatçılar toplumun çıkaramadığı sestir. Her neyse. Maalesef asılacaklar arasında baban da var Eftalya."

Elimdeki bardak daha fazla titrerken, "Na…" Yutkundum, kekelemeye başlamıştım. "Nasıl oldu bu?" diye sordum. "Bunun olmayacağını söylemiştin."

Kerem mutsuz bir şekilde yüzüme baktı, sonra uzanıp ellerimi tuttu ama bu kez kaçamadım çünkü buz kesmiştim, hareket edemiyordum.

İdam demek, geri dönüşü olmaması demekti. İşkencelere bile razıydım ama idam demek, babamın ölmesi demekti ve biliyordum, ilk asılacaklardan biri o olacaktı.

"Ret oyu verdim Eftalya," dedi Kerem mutsuz bir sesle. "Ama sadece benim oyumla olmuyor. Babamın da fikrini değiştirmek istedim ama o onayladı. Hem sadece altı kişi ret oyu verdi, kalan otuz kişi onayladı." Daha fazla titremeye başladım. "Aksini savundum ama kimse beni dinlemedi, yapabilecek hiçbir şeyim yoktu."

Otuz altı kişi. Sadece otuz altı kişi bir insanın idamına keyfi bir şekilde karar verebiliyordu. Bu o kadar acıydı ki, o insanların canı hiçbirinin umurunda bile değildi.

Gözlerim acıyla dolduğunda babamın yüzü gözümün önüne geldi. İşkencelerden ötürü sesindeki o korkuyu duydum; ağızlığını, yürüyüşündeki aksaklığı gördüm. "Bana," dedim kısık bir sesle. "Söz vermiştin. Bunun olmayacağı, babamın asılmayacağı konusunda bana söz vermiştin." Bulanık görüyordum çünkü ağlayacaktım ve bu en son isteyeceğim şeydi.

"Bebeğim," dedi nefesini vererek.

"Bana," dedim dişlerimi sıkarak. "Söz vermiştin Kerem. Babamı kurtaracaktın."

"Yine kurtarabilirim," dediğinde elimi daha sıkı tuttu, bunu suyun titremesinden anladım. "Ama baban bana yardımcı olmuyor. Bir kez…" Başını salladı. "Bir kez olsun düşüncesinden vazgeçip pişman olduğunu söylese onu oradan çıkarabiliriz bile ama bunu yapmıyor. Beni çaresiz bırakıyor."

"Kerem," dedim bardağı sıkıca tutarken. "Babamı asacaklar ve sen bana pişmanlıktan mı söz ediyorsun?" Gözümden bir damla yaş aktı, silmek için uzandı fakat başımı sağa çevirdim. "Bana bunu engelleyeceğini söylemiştin. Böyle anlaşmıştık."

Kerem başını iki yana salladığında, "Zamanımız var," dedi içimi rahatlatmak istermiş gibi. "Sen de babanla konuşursan ve onu ikna edersen..."

"Ne zamanından söz ediyorsun?" diye haykırdığımda sesim mutfakta yankılandı. "Bu karar onaylandıktan sadece iki hafta sonra onları asmaya başlayacaklar!" Elimi ondan kurtarmaya çalıştım ama bırakmadı. "Ama bu senin de işine geliyor, değil mi?" diye sordum aynı yüksek sesle. "Çünkü babamdan, yani onlardan nefret ediyorsun!"

"Eftalya," diyerek karşı çıktı, onun da sesi yükselmeye başlamıştı.

"Son iki senede verdiğin tek çaba Krallık karşıtlarını içeriye tıkmak!" diye bağırdım. "Çünkü kanında Krallık’ın düşünceleri geziniyor! Sen de onlar gibisin!"

"Yapma," dedi ve ellerimi daha sıkı tuttu, bu kez sakinleştirmek için değildi. "Bu şekilde daha fazla kötüye gitmesini sağlarsın."

"Beni tehdit etme!" diye haykırdığımda vücudum öfkeden titriyordu. "Ben babam için seninle nişanlanmayı bile göze aldım, bunu yaptım! Bir aptal gibi, kendime yakışmayan şekilde ruhumu yok ettim, seninle nişanlandım ben!" Kerem'in çenesi kasıldı ve gözlerine öfke doldu. "Babamı kurtaracaksın diye kendimi sana sattım ben, parmağıma bu yüzüğü taktım ve bu hayatımda aldığım en iğrenç..."

Bir anda elimdeki bardağı alıp sertçe masaya çarptığında cam parçaları etrafa dağıldı. Bir parçası yüzüme denk gelmiş, acıyla inlememe neden olmuştu çünkü yüzümü kesmişti. Ardından mutfak masasındaki örtüyü öyle sert bir şekilde çekti ki bütün o sarmalar yere dağıldı.

Sertçe sandalyemin kollarından tuttuğunda ve yüzüme yaklaştığında gözlerim kocaman açık ona bakıyordum. "O cümlenin devamını getirirsen babanı diri diri yakmalarını sağlarım," dedi dişlerini sıkarak. "Beni duydun mu?" Korkuyla değil, şaşkınlıkla ona bakıyordum. "Duydun mu?" diye bağırdı tekrar yüzüme. Sesi kulaklarımda çınlamaya devam ederken gözlerimi sıkıca yumdum. "Duydun," dedi sesini alçaltırken. "Ve anladın."

Gözlerimi açmadım, gözkapaklarımdaki karanlığa odaklandım ama babamın yüzünden ya da Kerem'in öfkesinden başka hiçbir şey göremedim. Oradaydım, hiç olmadığım biri gibi oturuyordum ve o an fark ediyordum parmağıma bu yüzüğü takmasaydım da bu tehditlerle karşılaşacağımı.

"Adımı kirletmeyeceksin," dedi Kerem öfkeyle nefesini verirken. Nefesi yüzümdeydi, midem bulanıyordu. "Sen benim nişanlımsın, ona göre davranacaksın."

Yine gözlerimi açmadım ama içimde bir yer, kısık da olsa bir ses, Al yerden bir cam parçası, sapla şahdamarına ve öldür onu! dedi. Bu ses, seneler önce o tuvalette hâkimi çekip vuran kadının sesiydi.

Ne yazık ki artık asıl sorun da buradaydı, o zamanlar bunu yapabiliyordum ama birini öldürebilecek kuvvetimin kalmadığının farkındaydım.

"Eftalya," dedi, sesi daha sakin geliyordu. "Seni üzmek istemiyorum." Aklımı kaçıracaktım, bu bir kâbus olmalıydı. "Ama beni buna itme. Elimden gelen her şeyi yapıyorum, bizim için de baban için de." Nefesimi tuttum, onun kokusunu bile almak istemiyordum. "Sadece bana güven olur mu?"

Hiçbir şey demedim, gözlerimi açmadım ve bir süre daha öylece durdum. Bu sürede sadece bir kez Tugay'ın yüzü gözlerimin önüne geldi; direnci ve ne olursa olsun dik duruşu… Aklıma gelmemeliydi, BL benim de içimde bir yerlere işlememeliydi ama bu olmuştu.

Kerem birkaç dakika sonra sandalyemi hafifçe itti, sonra adımlarını işittim, cam parçalarına basıyordu. Ardından mutfaktan çıktı ve dış kapının çarpılma sesini duydum.

Gözlerimi yavaşça açtığımda Nigâr'ın koşar adımlarla etrafımda dolaştığını fark ettim fakat söyledikleri bir çınlama gibi geliyordu. Etrafa baktı, sonra yüzüme, ardından çeneme bir havlu tuttu, gözleri acıyla dolmuştu. Bakışlarım sadece bir kez yere döndüğünde cam parçalarını ve yaprak sarmalarını gördüm.

Bu hayatın içinde bir çaba yoktu, olmamalıydı. Bu hayatın içinde mutluluk yoktu, olmamalıydı.

Bu hayatın içinde masumiyet yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı.

Gözlerimi yeniden kapattım, ardından göğsümdeki o beyaz lekenin daha fazla büyüdüğünü hissettim. İstedim ki bir idam ipi o an boynuma dolansın ve ruhumu ayırsın bedenimden çünkü bu şekilde yaşamaya devam edebilecek biri değildim.

***

Dışarıda karlı değil, yağmurlu bir hava vardı ve ben şemsiye bile almadan dışarıya çıkmıştım. Ada Hapishanesinin olduğu yere daha fazla yağmur yağmıştı ve sırılsıklam olmuştum ama bu umurumda bile değildi; ıslanmak beni kendime getirmişti, soğuktan ne kadar hoşlanmasam da şok etkisi yaratmıştı.

Görüş masasında otururken karşımdaki boş sandalyeye bakıyordum, birkaç dakika sonra Tugay Demir gelecekti. Bu kez kapıdaki kadına avukatı olduğum belgeyi vermiştim ve hiçbir şey söylemeden içeriye girmiştim. Krallık Yemini etmeyi ihmal etmemiştim elbette. O yemini etmeseydim girdiğim yer görüş odası değil, hapishane olurdu.

Saçlarımdan üzerimdeki kahverengi boğazlı elbiseye sular damlıyordu, bir kaban bile almadan dışarı çıkmıştım. Üşüdüğümü hissediyordum, oda da oldukça soğuktu ama yine umursamadım.

Böylesi çok daha iyiydi.

Kapının önünden sesler gelmeye başladı: Adım sesleri, mırıltılı konuşmalar; hepsi benim, Tugay'ın avukatı olmamı konuşuyordu. Gitgide yayılacaktı, ilk önce hapishanede, sonra baroda. Eninde sonunda da Kerem'in kulağına gidecekti.

Gözlerimi yumdum, derin bir nefes aldım, o sırada kapının açılma sesini işittim. İçeriye bir gardiyan girdi, orta boylarda, yaşlı ama gözlerinden bile Krallık karşıtı olduğu belli olan cinsten. Bana başıyla selam verdi, onun arkasından Tugay Demir Çeviker'in girdiğini gördüm.

İçeriye girmeden önce girişte durup bana baktı. Siyah mahkûm üniforması, elleri kelepçeli, ağızlığı yok, eldivenler giyilmiş, gözleri beyaz ışıkta daha yorgun görünüyor, saçları daha dağınık, hatta sakalları hafif uzamış.

Yine de gülümsedi, karşılık bulamadığında ise daha geniş gülümsedi ve içeriye doğru bir adım attığında hafifçe sektiğini ama bunu engellemeye çalıştığını fark ettim; bir şeyler olmuştu.

O an birine sarılma ihtiyacıyla yanıp tutuştuğumu anladım. Sarılma da değil, güvendiğim birinin omzunda saatlerce ağlayıp kendimden utandığımı söylemek, neye dönüştüğümü ve ne uğruna kendimden vazgeçtiğimi anlatmak istiyordum. Ancak bu kişi Tugay Demir değildi, olamazdı, ona sarılamazdım.

Keşke Sinan olsaydı.

Tugay bana yaklaştıkça yüzüme dikkatli baktı ve çenemdeki kesik izini gördüğünde yüzündeki gülümseme silindi, kaşları çatıldı. Ağır adımlarla karşımdaki sandalyeye oturduğunda gardiyan kapıyı kapattı, sonra Tugay'ın kelepçesine doğru ilerledi. "Kelepçe kalacak," dedim bir kez daha. Tugay bu kez umursamadı ve çeneme bakmaya devam etti.

Yüzüne bakmadan hızla çantamdan dosyasını ve notları çıkardım. Yüzümü dikkatli bir şekilde incelediğini biliyordum ama onunla göz temasından kaçındım.

"Sevgili Avukat," diye mırıldandı. Ruhumdan yayılan mutsuzluğu mu hissetmişti yoksa kendisi de mi kötüydü, bilmiyordum ama sesi mutsuz geliyordu. "Yüzüne ne oldu?"

"Düştüm," dedim dosyanın ilk sayfasını açarak. Notları da etrafa yaydım. "Nereden başlayalım?"

"Nasıl düştün?" diye sordu fakat yine yüzüne bakmadım. Notları belirli bir düzene göre yerleştirirken, "Nasıl düştün?" diye sordu bir kez daha ve ben yine cevap vermedim. Bir anda yüzüme dokunmak için elini kaldırdığında geriye çekilip gözlerinin içine baktım ve dimdik oturduğunu, arkasına bile yaslanmadığını gördüm. Eli havada asılı kalırken yüzünde büyük bir merak vardı.

"Merdivenden düştüm," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Bunun ne önemi var?"

Gözleri çenemde dolaştı, sonra yüzüme baktı, ardından beni süzdü. "Düştün ve sadece çenen mi yaralandı?" diye sordu merakla. "Daha çok kesilmiş gibi görünüyor. Zarar görmüşsün, bunun elbette önemi var."

"Düştüm ve çenem merdivenin sivri tarafına denk geldi, vücudumda da morluklar var." Bakışlarında buna inanmadığını görebiliyordum. "Neden merak ediyorsun?"

"Hiç," dedi kaşlarını çatarak. "Bir an bunu sana birinin yapmış olabileceğini düşündüm ama kendini koruyabileceğine emin olduğum için vazgeçtim." Cümlesi bıçak gibi saplandığında yutkunmadan edemedim. "Korursun değil mi?" diye sordu. Gözleri yüzümden parmaklarıma kaydı ve yüzüğe baktı. Yüzüğün yerinde olduğunu gördüğünde, "Korursun…" dedi derin bir imalı imalı. "Sanmıyorum kendine bunu yapacağını."

O da bilmiyordu kiminle nişanlı olduğumu ve Kerem'den fazlasıyla nefret ettiğini anlayabiliyordum. Ne düşünecekti? Beni anlayacak mıydı? Hayır, Tugay Demir bu konuda beni anlamazdı çünkü dilinden özgürlüğü düşürmeyen adam, bir yüzükle kendimi birine mahkûm ettiğimi asla kabullenemezdi.

Sessiz kaldım, sonra sandalyemi biraz daha masaya yaklaştırıp gözlerimi önümdeki notlara çevirdim. "İki gündür gönderdiğin çiçekleri aldım Sevgili Müvekkilim," dedim onun gibi konuşmaya çalışarak. "Ama bana her gün çiçek göndermek zorunda değilsin, seram o kadar büyük değil."

"O halde daha büyük bir sera alırız sana," dedi ve sesine yine o bilindik neşenin geldiğini fark ettim. "Hatta kocaman bir bahçen de olabilir. Çünkü ben her gün sana çiçekler göndermeye devam edeceğim. Kendi ellerimle getiremediğim için üzgünüm ama kendim hepsini araştırarak gönderiyorum sana, bunu bil. Özgür olduğumda bizzat kendi ellerimle çiçek verebilirim."

"Sebep?" dedim notları karıştırırken. "Neden bana çiçek gönderiyorsun?"

"Nezaket," diyerek geçiştirdi.

"Nezaket," diyerek alaya aldım. "Beni tehdit edersin ama nezaket, bir gardiyanın burnunu kırarsın ama nezaket, adam öldürürsün ama nezaket..." Omzumu indirip kaldırdım. "Anladım," dedim üstünü kapatıp. "Bu kez notlar yoktu ama." Umursamaz görünüyordum ama aslında neden not olmadığını merak ediyordum çünkü onun bana gönderdiği notlar için bile ayrı bir dosya hazırlamıştım.

Başını önüne eğdiğinde ve masaya yaslandığında benimle göz göze geldi. Aramızda cam yoktu, onu ilk defa bu kadar yakından görüyordum. Uzun kirpikleri vardı, yüzündeki izler onu güzelleştirmişti, gülümsediğinde dudağının kenarında bir gamze oluşuyordu. "Eksikliğini hissedecek misin diye merak etmiştim," dedi sevecen bir sesle. "Hissetmişsin." Göz kırptı ve öyle sevimli göründü ki bu beni bozguna uğrattı.

Gözlerimi kaçırdım, ardından yeniden ona baktım ve bir kez daha notlara baktım. Dayanamayıp bir daha ona döndüğümde gülümsemeden edemedim. "Şöyle bakmaktan vazgeç," dedim gülümseyerek. "İnsanları hiç katletmemiş masum bir adam, hatta bir çocuk gibi görünüyorsun."

Sırıttı ve yeniden dik bir duruşa geçtiğinde eldivenli parmaklarını birbirine geçirdi. Gözleri ilk önce notlara kaydı, sonra dosyaya baktı, ardından deri çantama. Bir şeyler aradığını anladım ama hiçbir şey sormadan beni bekledi. Heyecanlı mıydı? Evet, heyecanlıydı.

Aradığı yaprak sarmasıydı, kalbimde bir delik oluştu; ilk defa Tugay Demir için o gün canım yandı çünkü yaprak sarması getirememiştim. Bu da bana bir mahkûmun değil de masum bir adamın dileğini gerçekleştirememişim gibi hissettirmişti.

Boğazımı temizlerken notlarla uğraşmaya devam ettim. "Örgütünle tanıştım, hepsi son derece kibar ve bir o kadar da kaba insanlar. Ayrıca bana imzalattığın o ölüm sözleşmesi de yine senin gibi çok nazikti." Gözlerini kırpıştırdı. "Söylesene, 28 madde boyunca şöyle olursa ölürsün, böyle olursa ölürsün, bir de bu şekilde kuzu pirzola olursun yazarken yorulmadın mı?"

"Hayır tabii ki," dedi heyecanla. "Bayılırım tehditlere." Beni işaret etti. "Üzerine alınma lütfen, seni tehdit etmiyorum."

Gözlerimi devirdim. "Madde 29 ben ölürsem senin öleceğini de söylüyor," dedim. "Yani bir gün ölmeni istersem kafama sıkabilirim öyle mi?"

Aslında şaka yapmaya çalışmıştım ama ciddiye almış olmalıydı. "Bunu yapmazsın değil mi?" diye sordu.

Güldüm. "O kadar manyak mı görünüyorum?"

"En az benim kadar," diye yanıt verdi. "Çünkü bunu ben de yapardım." Yine güldüm ve bu kez o da bana katıldı.

"O sözleşmeyi sadece iki kişi imzalamış," dedim gözlerinin içine bakarak. "Birisi ikizin Giray, diğeri de ben. Söylesene, neden ben?"

Hızlı bir cevap vermesini bekledim çünkü genelde cümlem tamamlanmadan ne söyleyeceğimi anlar, direkt cevap verirdi ama bu kez öyle olmadı. Düşündü, nedenlerini değil de ne söyleyeceğini düşündüğüne emindim. En sonunda geçen gün söylediği gibi, "Vardır bir nedeni," dedi. "Vardır bir izi, vardır bir lekesi."

Gözlerimi kıstım, aynı şekilde karşılık verdi. Öyle rahatsız oturuyordu ki yüzündeki o gülümseme olmasa benimle bu odada durmaktan rahatsız olduğunu düşünürdüm.

Notlara döndüm. "Bilgilerini teyit etmem gerekiyor," dedim sakin bir sesle. "Lütfen tek kelimelik cevaplar ver ve beni dalgaya alma çünkü ses kayıt cihazını açacağım. Sen bir mahkûmsun, ben de senin avukatınım. Bu ciddiyette ilerlemesini istiyorum."

"Elbette Sevgili Avukat," dedi rahat bir sesle. "Şu hayatta seni ciddiye aldığım kadar kimseyi ciddiye almıyorum ben."

Derin bir nefes verdim, sonra çantamdan ses kayıt cihazını çıkardım, bu onu rahatsız etti ama hiçbir şey söylemedi.

"Adın Tugay Demir Çeviker."

"Evet."

"29 Kasım 1996 doğumlusun."

"Evet."

"Burcun Yay." Gülmeye başladı. "Tamam beni dinliyor musun diye merak etmiştim," dedim gülerek.

"Sevgili Avukat," dedi içten bir sesle ya da ben öyle duymak istedim. "Şu an seninle bir kafede oturuyor olabilirdik, bütün bunlar olmadan tanışmış olsaydık, şu an bana yükselenimi sorardın değil mi?"

Gözlerimi açtım ve ses kayıt cihazını işaret ettim. Tugay sırıtarak ses kayıt cihazına yaklaştı. "Yükselenimi bilmiyorum," dedi cihaza doğru. "Ama Sevgili Avukat’ım hangi burcu daha çok seviyorsa o olsun."

Aşağıdan bacağına vurduğumda düşündüğümden daha acılı bir tepki verdi ve yüzünü buruşturdu. "Acıdı mı?" diye sordum.

"Hayır," dedi ama acıdığını anlayabiliyordum.

Yeniden notlara döndüm. "İzmir doğumlusun, annen ve baban hayatta değil, bir tane ikiz kardeşin var."

Kısa bir süre bekledikten sonra, "Evet," dedi. Merakla ailesi hakkında bir şeyler sormak istedim ama bu beni ilgilendirmezdi çünkü o mahkûmdu, ben de onun avukatıydım. Resmiyeti bozamazdım.

Kaşlarım çatıldı. "Kayıtlara göre bir kızın var, adı Nida Çeviker." Bakışlarımı ona çevirdim. "Evli misin?"

Gözlerimin içine bakarken yavaşça ses kayıt cihazına yaklaştı yine. "Sevgili Avukat şu an evli olmadığımı söylemem için ömründen beş sene verir," dedi fısıldayarak. "Bana şu an endişeyle bakıyor."

"Hey," dedim dişlerimi sıkarak. "Ne saçmalıyorsun?"

Yeniden gülmeye başladı. "Evli değilim," dedi dürüstçe. "Kız kardeşimi kendi üzerime aldım, soyağacım silindi. Çocuğum gibi görünüyor."

Nefesimi verdim ve içimin rahatladığını hissettim, içimi rahatlatan da neydi? Evli olsa ne olacaktı ki?

"İlkokul ve ortaokul zamanlarına dair kayıt yok, lisede askeri okula gitmişsin," diye mırıldandım. "Sonra da pilot olmuşsun. Bir süre Krallık için çalışmışsın, başkanın pilotuymuşsun."

"Evet," dedi ve sesinde mesleğine duyduğu aşkı hissettim. "Pilotum ve çalıştım."

"Sonra da başka bir pilotla içinde bulunduğunuz uçak düşmüş, ikinizde ağır yaralar almışsınız ama yaşamışsınız." Sessizlik. Onaylamadı ya da reddetmedi çünkü bahsi geçen şey bir suçtu.

Yutkundum ve yeniden notlara döndüm. "Şimdilik sana soracağım iki soru var," dedim. "Avukatın olarak not almak zorundayım."

"Elbette," dedi. "Yanıtlamak için seni bekliyorum, umarım eski kız arkadaşlarımı sormazsın." Gözlerimi devirdim, o ise karşılık olarak başını omzuna doğru yatırıp gözlerimin içine baktı. Öyle dikkatli bir şekilde baktı ki bir süreden sonra kendisi bile bu bakıştan rahatsız oldu.

"Lütfen laubalileşme," dedim resmi bir ses tonuyla.

Başını salladı, sonra yeniden ses kayıt cihazına yaklaştı. "Karşınızda bir mahkûm ve avukatı var," dedi. "Teyit ediyorum, sevgili gelecekte bunu dinleyenler. Hepinizin belasını sikeceğim fakat avukatıma kocaman çiçeklerle dolu bir bahçe almaktan da vazgeçmeyeceğim. Evet, ben Tugay Demir Çeviker, şu an bir deniz kenarındayım, güneş tenimi yakıyor. Evet, ben artık özgürüm, siz bunu dinlerken ben özgürüm."

Elimi onu susturmak için masaya vurduğumda Tugay geriye çekilip teslim oluyormuş gibi kelepçeli ellerini kaldırdı.

Krallık başa geçtiğinden beri mahkûmlara sorulan o iki zorunlu soruyu ona yönlendirmem gerekiyordu fakat ilk defa bu soruları sorarken canım bu kadar yanıyordu; babama soramamıştım çünkü yanıtları biliyordum ama Tugay'a soracakken neden bunları sorduğumu anlamasından korkuyordum.

Elime kalemi alıp, "En sevdiğin yemek?" diye sordum umursamaz görünmeye çalışarak.

Hiçbir cevap vermeden bekledi, öyle ki neredeyse bir dakika geçti. O bir dakika sonunda bakışlarımı yavaşça ona çevirdiğimde yüzünde gülümseme yoktu. Ona bakmamı beklemişti. "Yaprak sarması," dedi üzerine bastırarak. "Çok severim. En sevdiğim yemektir."

Bakışlarımı kaçırdım hemen, yazarken harfler birbirine giriyordu çünkü kendimi suçlu hissediyordum; belki bir açıklama yapmam gerekiyordu ama hiçbir şey söylememiştim, o da sormamıştı.

En sonunda, "Yaprak sarmasını yapamadım," dedim dürüstçe. "Bir şey oldu ve yapamadım."

"Boş ver," dedi omzunu indirip kaldırarak. "Bir mahkûma göre fazla masum bir istekti zaten."

"Gerçekten yapamadım," dedim gözlerimi açarak. "Yoksa yapmayı..." Çenesiyle ses kayıt cihazını işaret ettiğinde susmak zorunda kaldım, ardından diğer soruya geçtim. "En sevdiğin koku?"

"Yok," dedi hemen. "Hiç olmadı."

Gözlerim açıldı. "Nasıl yani? En sevdiğin koku yok mu?"

Tugay'ın dudakları yeniden kavislendi ve dilini damağına vurup başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Bu soruların nedenini biliyorum Sevgili Avukat," dedi. "Bir gün idam edilirsem avukatım olarak ölmeden önce en sevdiğim yemeği verecek, asıldığım yere en sevdiğim kokuyu yayacaksın."

Elbette biliyordu, bilmeme ihtimali mi vardı? Dudaklarımı birbirine bastırıp, "Üzgünüm," dedim. "Zorundaydım."

"Problem değil," diyerek geçiştirdi. "Umarım o yaprak sarmasını bir idam sehpasına çıkmadan hemen önce yemem, tek dileğim bu."

Sessizlik. İdam yasasının geleceğini biliyor muydu? Asılacaklar listesinde başta olduğunu peki? Elbette biliyordu, her şeyi biliyordu.

Ellerimi kâğıdın üzerine koydum ve kalemi çevirip lafı değiştirdim. "Bilgilerin bu kadarla sınırlı, gerisi suçlarından ibaret. On bir cinayet..."

"On iki," dedi bu kez.

"Ne?" dedim gözlerimi açarak.

"Dün on iki oldu," dedi dudaklarını bükerek. "Bir gardiyanı boğarak öldürdüm." Gözlerim kocaman açıldı, ardından uzanıp ses kayıt cihazını kapattım.

"Sen ciddi misin?" diye sordum öfkeyle.

"Evet," dedi. "Çok canımı sıktı, ben de onu boğdum."

Rahatlığına ayrı, yüzündeki gülümsemeye ayrı şaşırmıştım. "Sana hiçbir suça karışma dememin ardından sadece üç gün geçti ve bir gardiyanın burnunu kırdın, bir gardiyanı boğdun..." Ellerimi öfkeyle saçlarımdan geçirdim. "Her geldiğimde bu sayı yükselecek mi yoksa beni delirtmeye mi çalışıyorsun?"

"Kafa attığım gardiyanla aynı kişi," dedi ellerine bakarak. "Ve yine abartıyorsun."

Dişlerimi sıkarak öne doğru eğildim. "Aptal bir adam değilsin," diye fısıldadım öfkeyle. "O kadar suçtan yargılanırken yeni suç işlemen başını daha çok yakacak, bunu bilmiyor musun? Neden sözümü dinlemiyorsun?"

Yüzümdeki öfkeye bakarken dudaklarını birbirine bastırdı, ardından ses kayıt cihazını işaret etti. "Sevgili Avukat, keşke bu konuşman ve azarlaman kayıtlara geçseydi, özgür olduğumda dinleyip keyiflenirdik."

"Özgür falan olamayacaksın, bu aptal bir inançtan başka hiçbir şey değil," dedim sert bir sesle. "Söylesene, hangi tarafından tutup kurtaracağım seni? Hangi suçunu aklayacağım? Herkesin gözü önünde gardiyan öldürüyorsun, ben seni nasıl temizleyeceğim Tugay Demir Çeviker?"

İlk defa yüzüne bakarak adını söylemiştim ve bu onun dikkatinden kaçmamıştı. Bu kez yüzüne oturan gülümseme, her zamanki gülümsemelerden farklıydı. O da öne doğru eğildiğinde yüzüyle yüzüm arasında birkaç karışlık mesafe vardı. Gözleri gözlerimi arşınlarken bakışları dudaklarıma indi, çok oyalanmadan çenemdeki o kesiğe döndü. Kaşları çatıldığında bir kez daha gözlerime döndü. "Senden tüm bunlar dışında başka bir şey istesem Sevgili Avukat?” diye fısıldadı. “Benim için önemli bir şey ama bu kez masum bir istek değil, merak etme.”

“Nedir?” dediğimde benim de gözlerim yüzünde gezindi, bütün yaralarına rağmen oldukça pürüzsüz görünüyordu, hatta yüzünün yumuşacık olduğunu bile düşündüm.

"Lütfen," diye fısıldadı ricadan ziyade minnet eder gibi. "İşkence çekmemi engelleyebilir misin?" Kalbimin üzerine bir taş oturdu o an. "Sorun işkence çekmem değil, sırtımda artık yer kalmadı, yaralar iyileşmeden aynı noktalara vuruyorlar ve bu dik duruşumu engelliyor. Bir yolunu bul, mahkûmiyetimden önce işkenceleri bitir. Ben her şeyi kabullenirim, her acıya tamamım ama dik duruşumu elimden alırlarsa biterim, bu benim yıkımım olur."

Dimdik durmaya çalışması, arkasına yaslanmaması, bacağına vurduğumda acıyla bakması, hafifçe sekmesi... Yeni işkenceye uğramıştı ve bütün bunlara rağmen gülümseyebiliyor, dik durmadığını düşünse de ruhu dimdik bir şekilde karşımda duruyordu.

"Sırtım çok kötü şu an," dedi aynı fısıltıyla. "Karşına kötü ve bakımsız bir şekilde çıkmak istemediğim için bu formayı giydim ama forma sırtıma her dokunduğunda daha fazla yanıyor. Bir yolunu bul, işkence görmemi engelle çünkü yasal değil. Bu kadarı yasal değil Sevgili Avukat. Çektirdikleri işkencelerin haddi hesabı yok."

Acıyla nefes verdiğimde gözlerindeki samimiyet görüyordum. Acısını gizlemeye çalışıyordu, canının nasıl yandığını tahmin bile edemiyordum. "Müvekkilimin sırtını görmek istiyorum," dedim gardiyana.

Gardiyan şaşkınlıkla bana baktığında gözleri Tugay'a döndü, Tugay'ın gözlerine hayal kırıklığı oturduğunda ona inanmadığımı düşündü ve gardiyana onay verdi ama inanmadığım için değildi, nasıl bir acıya rağmen hâlâ dik durabildiğini görmek istemiştim.

Gardiyan bize yaklaştı, sonra Tugay'ın formasının arkasındaki düğmeleri açmaya başladı, Tugay aynı şekilde duruyordu ama gardiyanın her hareketinde dişlerini sıkıyordu, ses çıkarmıyordu fakat gözlerinden neredeyse ateş çıkacaktı.

Gardiyan formayı açtığında her ne gördüyse gözleri açıldı ve geriye doğru bir adım attı. Oturduğum yerden kalktığımda Tugay arkamda bıraktığım boşluğa baktı. "Şemsiyen yok muydu?" diye sordu bana. "Hasta olacaksın Sevgili Avukat, nasıl ıslanmışsın." Kaskatı kesildim. "Dışarısı yağmurlu demek," diye mırıldandı ve yine gülümsediğini hissettim ama göremedim çünkü sırtına doğru ilerliyordum. "Sen de haklısın, yağmuru hissetmek güzeldir, özledim."

Derin bir nefes aldım ve sırtına baktım, bir saniye önce aldığım o nefes sanki son nefesimdi çünkü soluğum kesilmişti. Düşündüğümden çok daha kötüydü, bir insanın hayal edebileceğinden çok daha kötüydü. Sırtı paramparçaydı; kemikleri görünüyordu, hâlâ kan akıyordu. Elimle ağzımı kapattığımda gözlerimin acıyla dolduğunu hissettim çünkü bu kadar yaraya rağmen nasıl yürüyebildiğini, nasıl gülümseyebildiğini aklım almamıştı.

Bir an kendimi tutamadım ve elimi ağzımdan çekip sırtına hafifçe dokundum, bu ona ilk dokunduğum andı fakat bu kadar acılı olmamalıydı. Derin bir nefes aldığında alnını masaya yasladı ve sonra bundan vazgeçip yine çenesini kaldırdı. Parmaklarımın ucuna kan geldiğinde başımı iki yana salladım.

"Revire götürüleceksin," dedim direkt Tugay'a, ardından gardiyana baktım. "Revire götüreceksiniz." Sesim titriyordu fakat bunu acıma olarak algılamasını istemiyordum.

"Yasak," dedi gardiyan mutsuz bir sesle. "Bunu yaparsak..."

"Götüreceksiniz!" diye bağırırken elimi Tugay'ın sırtından çektim. "Ve sorarlarsa, Tugay Demir Çeviker'in avukatı Eftalya Atalar onu iyileştirmemizi söyledi, diyeceksiniz. Suçu bana atacaksınız. Emrediyorum."

"Bunun için görmene izin vermedim," dedi Tugay. Sandalyeme doğru ilerlerken bir yanım acıyla kavruluyor, bir yanım öfkeyle titriyordu. "Tek istediğim işkencelerin önüne geçmen, yapabiliyorsan bunu yap."

"Bu şekilde dayanamazsın," dedim elim sıkıca sandalyenin sırtını tutarken. "Sana bakılması gerekiyor, çektiğin acıyı tahmin bile edemiyorum!" Gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Sana bunu Krallık yapıyor tamam ama bu kadarı neden?" diye sordum. Tugay cevap vermedi. "Arkasında kim var?" Yine cevap vermedi. Sandalyeyi hafifçe ittim. "Kahretsin," dedim dişlerimi sıkarak. "Sana yardım etmemi istiyorsan bana yanıtlar vermen gerekiyor, beni duydun mu Tugay?"

Tugay dik bir duruşa geçtiğinde ellerini birleştirdi. "Sol tarafıma gelir misin?" diye sordu. "Lütfen sandalyeni sola çek, yanıma yaklaş."

"Ne?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

"Sol tarafıma gel Sevgili Avukat," dediğinde sesindeki o baskınlığı hissettim, emir verir gibiydi. "Gel, sana istediğin yanıtları vereceğim."

Derin bir nefes verdim, ardından sandalyeyi sol tarafına çekip oturdum, artık aramızda masa yoktu, dizi dizime değiyordu ve gözleri gözlerime daha yakındı. Bakışları saçlarımda dolaşırken, "İstediğim yanıtları verecek misin?" diye sordum.

Normalde ben bir avukattım ve o bir mahkûmdu. Ses kaydıyla soru cevap şeklinde ilerlerdik, bu kadarla sınırlı kalırdık ama daha ilk açık görüşümüzde bütün kurallar yıkılmıştı, ben masanın ardında bile değil, onun yanındaydım.

Tugay Demir Çeviker her kuralı yıktığı gibi benim kurallarımı da yıkmıştı.

"En çok neyi merak ediyorsan onu sor," dedi sonra gözleri boğazlı elbisemin üzerinde gezindi. Bundan hoşlanmadığı her halinden belliydi.

O an zihnimde sadece iki soru döndü: Birincisi neden beni seçtiği, ikincisi ise neden eldiven taktığı hakkındaydı. Neden beni seçtiği konusunda dürüst bir yanıt vermeyebilirdi ama eldivenleri konusunda yalan söylemesi imkânsızdı çünkü gösterebilirdi.

"Neden eldiven takıyorsunuz?" diye sordum tek kaşımı kaldırarak. "Sen ve örgütünün bir simgesi mi yoksa başka bir anlamı mı var?"

Tugay bu soruyu soracağımı anlamış gibi gülümsedi. "Eldivenleri ben takıyorum," dedi başını sallayarak. "Ve onlar da bana yalnız hissettirmemek için bunu devam ettirdiler, bir simgeye dönüştü."

"Yani altında başka bir anlam var, öyle mi?" diye sordum.

Tugay'ın gözleri kısıldı, sonra bakışları gardiyana döndü. Ufak bir kaş göz hareketi yaptığında gardiyan küçük adımlarla duvarın kenarından ilerledi ve uzanıp köşedeki kamerayı yukarıya kaldırdı. Neler olduğunu anlayamadığımda bir klik sesi işittim. Bakışlarım önce Tugay'ın gözlerine, ardından ellerine kaydığında sol elini kelepçeden çıkardığını gördüm.

Korkuyla geriye çekileceğim sırada sağ eliyle sandalyenin alt tarafından tutup sertçe çekti ve bacağım iki bacağının arasına yerleşti. Büyük bir korkuyla ona bakarken, "Beni öldürecek misin?" diye sordum. İlk sorduğum soru buydu çünkü Tugay'ın özgürlük için her yolu deneyebileceğine emin olan tarafımı susturamıyordum.

"Unuttun mu?" dedi sağ elindeki eldiveni çıkarırken. Artık kalp atışlarını duyabileceğim kadar yakındım ona, bu hamlesi aramızdaki mesafeyi yok etmişti. "Sen ölürsen ben de ölmek zorunda kalırım."

Neler olduğunu anlayamıyordum. İlk önce sağ elindeki eldiveni çıkardı ve uzun parmaklarıyla, geniş avuçlarıyla karşılaştım. Yaralar vardı fakat bunlar gizlenmesi gereken yaralar değildi.

Sol eline gelmişti sıra ve sakince sol elindeki eldiveni çıkarırken gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmadı.

İlk önce siyahlıkla karşılaştım, eldiven parmaklarını terk ederken dudaklarım aralandı çünkü sol eli dirseğinden itibaren protezdi.

Tugay Demir Çeviker'in kolunu kesmişlerdi.

"Gözlerimi çıkarın, görmeye devam edeceğim," dedi daha önce okuduğum o cümleleri tekrar ederek. "Kulaklarımı kesin, duymaktan vazgeçmeyeceğim. Dilimi koparın, konuşmanın başka bir dilini bulacağım." Protez elini yavaşça kucağımdaki elimin üzerine koydu, soğuktu ama sanki eli orada, kanlı canlıydı. "Kolumu yok edin, diğer elimle var olmaya devam edeceğim."

Kalbim hızlanmaya başladı. Gözlerimin içine bakıyordu. "Benim kolumu kestiler Sevgili Avukat fakat ben yine de var olmaya devam ettim. Söylesene, özgürlük gerçekten de benim için imkânsız mıdır?"