Ben Eftalya Atalar, aklımı tamamen kaybettim. Sebebi kalbim ve korkak kalbimin nerede olduğunu bilmiyorum.
Ben Eftalya Atalar, sahiden de aklını kaybetmiş bir kadınım. Hayatımın yazılı olduğu defterde bugünden sonra her cümlenin bir sonraki cümlede neler olacağı tahmin edilemeden yazılacağını biliyorum.
Ben Eftalya Atalar. Kendime itiraf edemediğim her gerçek için gün geçtikçe daha fazla delireceğim.
Ve ben Eftalya Atalar, elimde bir bıçak taşıyor, tam göğüskafesime yaslıyor, kalbimi delip geçeceği anı bekliyorum.
Aldığım nefes, yutkunuşum, hissettiklerim... Hepsini Tugay'ın gözlerinde görebiliyordum ve artık emindim. Önceden ne görüyordu bilmiyordum ama artık beyaz lekeleri olan bir avukattan çok daha fazlasını gördüğüne emindim.
Kerem Karaman'ın babasını öldürürken değil, seram yanarken değil, televizyon kanalına karşıt bir düşünceyle çıkarken değil, BL örgütü lideri olurken değil, Krallık'ı kandırırken değil, çenemi kaldırıp herkese meydan okurken değil, kurşunlardan Tugay'ı korurken değil, koyu elbiselerden çiçekli elbiselere geçerken değil, gülümserken değil, ağlarken değil, kavga ederken değil, onu... onu öpmek isterken değil –bunu anlıyorsa utanç vericiydi ama buna sonra utanabilirdim– evet, onu öpmek isterken değil asıl şimdi gerçek Eftalya Atalar'ı görüyordu.
İkimiz masanın iki yanında karşılıklı duruyorduk. Birileri bizi dinliyor ya da izliyor olabilirdi ama bunların bir önemi yoktu. Biz zaten yeterince ifşa edilmiştik, Tugay'ın istediği de buydu. İzleniyorsak da kimse içeriye girip o bıçağı elimden almaya yeltenmemişti. Belki de içten içe Tugay'ın ölmesini diliyorlardı.
Üçüncü seçeneği seçerse bıçağı saplayabilir miydim? Kendimi öldürebilir miydim? Cevabı yoktu, tek bildiğim hak ettiğim bir sonu yazmaktı. Elbette içten içe onun benim ölmeme göz yummayacağına emindim. Sapla dese bıçağı kahkaha bile atabilirdim şaşkınlıkla. Belki de ben saplardım bıçağı ama onun söz bile umurunda olmaz, kendini öldürmezdi. Ama bu ihtimale inansam elimde bıçak olmazdı.
Ben Tugay Demir Çeviker'e canımı ne olursa olsun koruyacağı konusunda güveniyordum, bununla da bıçak kalbime dayalıyken yüzleştim.
Gözleri bıçağın üzerinde gezinirken nefes almıyor gibiydi. Aklından o an ne geçtiğini duymak isterdim ama bakışları gözlerime tırmandığında duymaktan öte gördüm tamamen bozguna uğradığını.
"Sapla desem," dedi kısık bir sesle. "Saplayacak mısın o bıçağı?"
"Evet." Hiç tereddüt etmeden yanıt verirken tam gözlerinin içine baktım. "Bir an bile düşünmeden yapacağım bunu, cesaretim var buna."
Tugay'ın gözleri kısıldı, ela bakışlarına vuran sarı ışık kehribar bir renkte görünmesine neden oldu gözlerinin. "Çok cesursan bana saplasana," dediğinde hareket bile edemedim ama yüreğim yerinden çıkacak gibi oldu. "O bıçağı yirmi dokuzuncu kişi olduğum için kalbine yaslıyorsan bana saplaman gerekir çünkü sen ölürsen ben yine öldürürüm kendimi, öyle değil mi?" Kaşları havalandı. "Yine istediğine ulaşıp ölen bir Tugay. İstediğin bu değil."
Yutkundum, bıçağı tutan elim terlemişti. Hafifçe hareket ettirdiğimde bıçağın ucu elbiseden çıplak tenime dokundu. "Belki de sana daha fazla vicdan azabı bırakmak için bunu yapacağım," diye mırıldandım. “Nereden bileceksin?”
Gözleri yüzümün her zerresinde gezinirken, "Avukat," dedi üstüne basa basa. "Savunmalarına hayranım ama bu yanıt gerçek bir yanıt değil. Madem o kadar cesursun beni öldüremez misin?" Çenesiyle kendini işaret etti. "Saplasana, tek hamleyle başarabilirsin bunu. İkisi de aynı sona çıkıyor ne de olsa."
Gözlerimi kaçırdım, ilk önce kapıya, camlara ve en son yeniden ona. "Zaman mı kazanmaya çalışıyorsun? Öyleyse de bir tercih yapmadan konuyu kapatamayacaksın Tugay. Bu kez değil."
"Avukat," dedi Tugay dediklerimi duymazdan gelerek. "Beni öldüremez misin yoksa?"
Burnumdan nefes verdiğimde, "Bunun yanıtı neyi değiştirecek?" diye sordum.
"Belki de kararımı."
Gözlerim büyürken elim daha fazla terledi. "Benden seni öldürmemi mi istiyorsun?" diye sordum, sesime uğrayan dehşeti gizleyememiştim. "Gerçekten bunu mu istiyorsun şu an benden? O kadar yaşadıklarımdan sonra, babamdan..." Sustum, hayır, bu kendini acındırmak olurdu. "Gerçekten bunu yapmamı mı isteyeceksin benden?"
Çenesini kaldırdı, bakışlarından anlayamadığım duygular geçti. "Sadece yanıt istiyorum," dedi. "Beni öldürebilir misin, öldüremez misin?" Beni mi deniyordu? Belki de aklımı karıştırmaya çalışıyordu. Belki de bütün bunların dışında, gerçekten her şeye son vermek istiyordu.
Sadece üç kez nefeslendim, üç nefesin ardından bıçağı ona çevirdim, sivri ucu onun kalbine denk geldiğinde gözlerim bir kez daha doldu fakat bu kez sebebi ne öfke ne acıydı. Tek hissettiğim her şeyin son bulduğuydu.
"Öldürürüm," dedim başımı sallayarak. "Ardından kendimi de öldürürüm istediğin buysa." Omuzlarımı kaldırdım ancak bıçağı kendime çevirdiğimde elim o kadar da titremezken ona çevirdiğimde tir tir titriyordu. "Daha önce yaptım," dedim babamı kastederek. "Yine yaparım ve ben de kurtulmuş olurum istediğin buysa. Seni öldürebilirim Tugay. Dördüncü seçenek de senden gelsin, hiç fark etmez."
Şaşırmasını bekledim çünkü ben kendime şaşırmıştım. Gerçekten saplayabilir miydim o bıçağı? Yine bilmiyordum, tek bildiğim bu odada tamamen maskesiz bir şekilde kaldığımdı. Korkmasını bekledim ama o kadar korkmuyordu ki yüzünde bir gülümseme oluştuğunda gözleri kalbine dayadığım bıçağa döndü. "Eh," dedi rahat bir sesle. "Kalbin sol tarafta olduğunu hatırlayacak kadar aklın başındaymış en azından. Sanırım sağ tarafı hedef alsaydın sarhoş olduğunu düşünürdüm."
"Ne?" Elim daha fazla titredi. "Benimle dalga mı geçiyorsun sen şu an?" Başım endişeden, öfkeden, heyecandan dönüyordu; her cümlesi artık uğultu gibi gelmeye başlamıştı.
"Bunu şu an senin söylemen olması çok tuhaf." Yine gülümsedi, bakışlarını bana çevirdi. "Kalp diyorum, sol taraftadır, seni denedim sadece."
"İyi, ne tarafı parçalayacağımı tekrar etmiş olduk," diye çıkıştım. "Şimdi ne karar verdiysen söyle de şu işi bitirelim." O an bakışlarından öyle bir ifade geçti ki her şeyden vazgeçebilecek o adamı gördüm. Dudakları aralandı, bıçağı saplamamı söylemek için sanki. Hayatım değil ama onunla geçirdiğim kısıtlı zamanlar gözlerimin önünden geçti. Kaderimin son anı bu şekilde yazılmamalıydı fakat işte orada, her şeyden vazgeçecekmiş gibi duruyordu.
Fakat Tugay, "İndir şu bıçağını kalbimin üzerinden Sevgili Avukat," dedi gözlerimin içine bakarak. "Sen beni öldürebilirsin fakat ben seni öldüremem."
Sevinç naraları atacak kadar rahatlasam da bıçağı indirip, "Korkaksın çünkü," dedim üstün bir sesle. Belki bunu başkası söylese tepki verebilirdi ama o sadece başını omzuna doğru yatırdı. .bunun korkaklıktan çok daha öte bir hisle yapıldığını anlayabildim. "Kendi ölüm listene adını yazıp şu an bir avukattan bile vazgeçmeyecek kadar korkaksın işte."
"Bir avukattan bile mi?" Beni süzdü, her zerremi. "Bir avukattan bile..." Başını iki yana salladığında gözlerini masaya çevirdi. "Adına korkaklık de, umurumda bile değil şu an."
Bıçağı fırlatır gibi masanın üzerine bıraktığımda gürültü çıktı. Gözlerimle kâğıtları gösterdim. "Seç o halde," dedim. "Sol mu sağ mı?"
Sesimdeki imayı anladığında, "Özellikle sağ tarafa vazgeçişi koydun, öyle değil mi?" dedi. Hiç renk vermeden ona baktım. "Bunu seçersem artık sağ tarafımda olacaksın öyle mi?"
"Nerede duracağıma ben karar veririm o saatten sonra," diye yanıtladım. "Sadece vazgeçişi sunuyorum. Benim için çektiğin o aptal vicdan azabını senden almayı sunuyorum. Birbirimiz için ölmeyeceğiz işte. Yokum. Avukatın değilim. Saç telimi bile görmeyeceksin. Sen değil, kimse görmeyecek." Başımı salladım. "Ve sağ tarafı seçtikten sonra da ne yapacağım seni ilgilendirmez."
Hiç beklemediğim bir soru sorarak, "Peki gitmek mi istiyorsun?" dedi.
"Şimdiye gitmek istesem giderdim," diye yanıtladım. "Beni ne tutabilirdi? O aptal şantajın bir süreden sonra geçersiz olduğunu söyledim zaten."
"Neden gitmek istemedin peki?" Bir şeyleri net bir şekilde çözmeye çalışıyor gibiydi.
"Çünkü bir savaş veriyoruz, yarı yolda bırakmak huylarım arasında değildir." Onu işaret ettim. "Senin aksine."
"Bensiz de bu savaşı verebilirdin," dedi. "Benim avukatım olmadan da yani. Artık bunu yapabilirdin. Söylesene Avukat, neden gitmedin? Bir yanıt ver bana."
"Bana soru sormaktan vazgeç," derken dişlerimi sıktım. "Ve konuyu değiştirmekten de vazgeç. Sağ tarafta gidişim var, kimse zarar görmüyor; sol tarafta biz varız ve bir feda olacaksa da beraber. Bak sol tarafta hayallerim var, içinde senin de olduğun. Sağ tarafta biz yokuz, hiç olmayacağız. Tugay ve Eftalya yok."
Tugay yeniden gülümsedi, belki veda eder gibi belki de hoş geldin der gibi, asla anlayamadım. "Ne güzel söyledin biz diye. Bu hoşuma gitti."
Neredeyse gülümseyecektim. Neredeyse. "Neyi çözmeye çalışıyorsun Tugay?" diye sordum.
"Emin olmak istiyorum," dedi daha çok kendi kendine.
"Neden?"
Bakışları gözlerimden dudaklarıma kaydığında yutkundu. Gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı, başını yavaşça eğdi ve sorumu cevapsız bırakarak, "Bir Krallık'a başkaldırıyorum," diye mırıldandı. "Binlerce insanı karşıma alıyorum, onlarca kişiye emirler yağdırıyorum. Yetmiyor, katil oluyorum. Düşüncelere işliyorum, doğru ya da yanlış bir yol çiziyorum. Geri adım atmıyorum, yangınlar çıkarıyorum, o yangınlarda yanmayı göze alıyorum ve hiç de korkmuyorum. Sikerim ateşi, yanarım ne olacak ki? diyorum." Başını salladı. "Ama gel gör ki bir avukatı aşamıyorum. Seni aşamıyorum."
Duraksadı, gözlerini büyüttü. "Bunu da ben yaptım üstelik. Kendi ellerimle yaptım. Bu kadar ateşin, savaşın, direnişin ortasında seni istedim yanımda." Nefes verirken çenesi kasıldı. "Aşarım sanmıştım, bu da benim en büyük aptallığımdı. Aşarsam ne olur? diye düşündüm; bu da benim en büyük korkaklığımdı." Gözlerim kocaman açıldı. "Ne bakıyorsun? Neye şaşırıyorsun öyle?"
"Bu kadar dürüst bir yanıt beklemiyordum," dedim donuk bir sesle.
"Belli değil mi amına koyayım?" dedi kendini tutamayarak. "Her şeyi tek kalemde silip atacak hareketler yapıyorsun, kurallarımın dışına çıkıyorsun ama ben şu an bile sana hayran olabiliyorum. Yerimde başkası olsaydı çok daha farklı olurdu."
"Yerimde başkası olsaydı ilk günden kaçardı," diye düzelttim ben de.
"E bu yüzden sadece sen benim Sevgili Avukat’ım oldun ya," dedi rahat bir sesle. "Senin bu deliliğinin yerini kim alabilir?"
İçimden bir ses nedense bunların sağı seçmeden önceki veda cümleleri olduğunu söylüyordu. Belki de son itiraflar. Veda mı? O halde kalmasın içinde hiçbir şey Eftalya Atalar.
"Merak ediyorsan kurallarını çiğnediğimi hissettirdin. Her zaman gülümsemek için bir neden bulan sen, bana gülümsemedin. Öfkelendin bir de. Örgüt lideri Tugay Demir Çeviker'i gösterdin bana. Her gün gönderdiğin çiçeklerden de göndermedin zaten..." Gözlerimi kapattım, dudaklarımı birleştirdim ve bunu söylemenin aptallık olduğunu anladım. "Beklediğimden değil sadece karşımda durduğunda neye dönüşeceğini gördüm."
"Sen buna görmek mi diyorsun Sevgili Avukat?" dedi Tugay. Hareketlendiğini hissettim, üzerime doğru eğildiğini anladım ama gözlerimi açmadım. "Sen bunların senin karşında durmak olduğunu mu sanıyorsun?"
Gözlerimi yavaşça açtım, hafifçe başımı kaldırıp ona baktım. Yüzü yine yüzüme fazlasıyla yakındı. Kalbimin ritmi bozuldu, bunu duymamasını diliyordum. Gözleri gözlerimden ayrılırken bir kez daha dudaklarıma bakıp yutkundu. Kelepçeleri hafifçe hareketlendiğinde beni öpmek istediğini düşündüm.
"Sanırım hangi tarafı seçtiğini anladım," dedim kısık bir sesle. İşte şimdi onun dışında kimse beni duyamazdı.
Gözleri yeniden gözlerime tırmandığında, "Sağ taraf," dedi solgun bir sesle. "En mantıklısı bu."
Gidişim, onu bırakışım, artık avukatı olmayışım, bir kez daha göz göze gelmeyişimiz. Seçtiği taraf buydu. Artık onu göremeyecektim, artık Tugay Demir olmayacaktı, artık onunla yan yana gelemeyecektim. Savaşlar yok, ölümler yok, direnişler yok, her an öldürülme riski yok. Fakat Tugay Demir Çeviker de yok. Gözlerim neden doluyordu? İkimizi de kurtarıyordu aklınca ama ben neden kırgın hissediyordum? Bu aslında benim iyiliğim içindi.
Yaşayabilir miydim peki? Yurtdışına çıkardım belki, kaçardım bu ülkeden. Orada beni tanıyan pek çıkmazdı, yani umarım çıkmazdı. Sinan ve Meryem de gelirdi benimle. Uzaktan izlerdim ülkenin halini. Her şey mahvolurken ben onları izleyebilirdim. Kimse bana bir mahkûmun fahişesi olduğumu söylemezdi, kimse küfürler sıralamazdı, çirkin olduğum da söylenmezdi belki.
Kalbim acıyordu. Sanki az önceki bıçak sahiden de kalbime saplanmıştı. Aptallıktı üzülüyor olmam. Kim kurşunları, ölümün her an bir nefes gibi ensesinde olmasını, savaşı isterdi ki? Bana özgürlüğü vadediyordu. Mutlu olmam gerekirdi.
Boşluk. Kocaman bir boşluk. Amaçsız bir boşluk. Gurursuz davranamazdım. Ama çok büyük bir boşluktu. "Yani artık avukatın olmayacağım," dedim anlamak istermiş gibi. "Ve bir kez daha birbirimizi görmeyeceğiz. Vazgeçiyorsun. Hayaller de yok o halde." Sesim titrediğinde bu öfkelenmeme neden oldu. Geçip karşısında ağlayacak değildim. Ama bu boşluk nasıl geçecekti?
"Aklı başında bir insan olmak gerektiğinde en mantıklı tarafı seçmelisin Sevgili Avukat," dedi ama bakışlarındaki o yoğun istek bir an bile silinmiyordu. "Sağ taraf seni her şeyden kurtarmak demek."
"Bu vazgeçiş demek," diyerek düzelttim. Bakışlarını benden ayırmıyordu. "Düpedüz benden vazgeçiyorsun demek." Acı yerine öfke hissetmeye başladım. Onun bakışları ise aynı istekle devam etti. O sırada dişlerimi sıkarak ona biraz daha yaklaştım, dudaklarımız arasında bir karıştan daha az bir mesafe kalmıştı. Fısıldayarak, "Bana beni öpecekmiş gibi bakmaya devam edersen, hatta beni öpmeyi aklından bile geçirirsen şu bıçağı alıp gerçekten seni öldürürüm," dedim. Dişlerimi sıkıyordum. "Çek gözlerini üzerimden. Sen değil beni öpmek, ölecek olsan bile bir adım yanıma bile yaklaşamazsın artık."
Sertçe çekildiğimde titreyen ellerimle kâğıtları toplamaya başladım, beceremeyince kâğıtlar masanın üzerine dağıldı. Tekrar toplamak istedim fakat başarısız oluyordum. Elim ayağım birbirine dolaşmıştı, halbuki o hâlâ aynı şekilde duruyordu.
"Seni öpmeyi deli gibi istiyorum hâlâ," dedi fısıldayarak. "Sanırım ölüme meydan okumak..."
Başımı öfkeyle kaldırdım. "Ne istiyorsun benden pislik herif?" diye inledim. "Veda öpücüğü mü?" Ellerim öfkeden titriyordu ve bunu görüyordu. "Kendi kendine kurduğun hayallere beni de dahil edip gönül eğlendirdiğin yetmez gibi karşıma geçip benden veda öpücüğü mü istiyorsun?" Ellerim yumruk oldu. "Cehennemin dibine kadar yolun var Tugay Demir Çeviker, sana veda bile edilmez."
Ben öfkeden delirirken ve ona hakaretler yağdırırken o sakince başını omzuna yatırıp gülümsedi. Ya gerçekten deliriyordum ve bütün bunlar bir hayalden ibaretti ya da öyle bir gerçeğe dönmüştük ki ben nasıl bir deliyle karşı karşıya kaldığımı yeni görüyordum.
"Saçlarını neden topladın?" diye sordu bir anda.
"Senin gerçekten şu an ağzını burnunu..."
"Tamam Avukat, beni deşersin, öldürürsün, saplarsın, aşağılığım, pisliğim, iğrencim falan ama söylesene saçlarını neden topladın?" Gözlerini kıstı. "O beyaz tutamı gizlemek için değil mi?"
"Bilmem, belki de artık birkaç kişi değil, yüzlerce ve belki de binlerce kişi bana hastalıklı olduğumu söylediği içindir?" Gülümsemesi soldu. "Keseceğim zaten o tutamı da, çiçekli elbiselerin de canı cehenneme. Her şeyin canı cehenneme. İnsanlar haklı, ben hiçbir zaman tercih edilen olamazdım zaten." Sağ taraftaki kaleme uzandığımda sıkıca tuttum ve avukatlığından feragat ettiğim anlaşmaya baktım, kendi ellerimle yazdığım ve belki de içten içe imzalamayacağıma emin olduğum o feragate.
"Avukat," dedi.
"Avukat deme bana," dedim ters bir sesle.
"Sevgili Avukat," dedi bu kez.
"Kapa o çeneni, artık eğlence malzemen değilim."
Tugay'ın nefes verdiğini işittim. "Avukat, Sevgili Avukat’ım, benim avukatım," dediğinde eğilip başını öne doğru uzatarak benimle göz göze geldi. "Son kez müvekkilin olsam bile daima benim avukatımsın. Öfke bile sana çok yakışıyor ama unuttun mu, ben her zaman sol tarafı seçerim, şu an sağ taraf en mantıklısı olsa da…" Kalem elimden düştüğünde hareket bile edemedim. "Ve belki de ilk kez sol tarafı seçtiğim için bin pişman olacak olsam da ben senden vazgeçemem. İyi bir adam sağı seçerdi ama ben kötüyüm, dediğin gibi bencilim, seni seçtim. Yine solu seçtim, sen solumdasın çünkü. İnsan solundan vazgeçebilir mi?"
"Ama sen dedin ki..."
"Konuşturmadın ki," dedi alttan alttan bana bakarken. "Sadece sövüyorsun."
"Bu sövmemiş halimdi."
Kahkaha attı. Başımı kaldırdığımda o da benimle doğruldu ve yeniden karşı karşıya geldik. Kalbimde hissettiğim o boşluk yok olduğunda ve yerine capcanlı çiçekler ekildiğinde ölümün bir nefes gibi yakınımda olması bu kadar huzurlu hissettirmemeliydi, biliyordum ama istediğim buydu. Kazanmıştım, bu mahkemeden ayrıldığım gibi onun mahkemesinden de kazançla ayrılacaktım.
Gülümsediğimde, "Ben kazandım bu davayı da," dedim kendimden emin bir sesle. "Bana karşı kaybettin."
"Ölümü kazanç olarak görüyorsun," dedi başını sallayarak. "Kendi içimdeki mahkememde üstün gelen duygular vardı ama daha fazla vicdan azabı, daha fazla sorumluluk, daha fazla uykusuz geceler demek sol tarafı seçmek. Sadece sana değil, kendime de yaptım ama en kötüsü, saçımın bir telini bile görmeyeceksin demendi. Madem sol tarafı seçtim, bir daha saçlarını toplamayacaksın sen de."
Tek kaşımı havaya kaldırdım ve sonrasında yavaşça elimi saçlarıma götürdüm. Tokayı saçımdan çıkarırken gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Her hareketimi izlerken tokayı masanın üzerine attım, ellerimle saçlarımı karıştırdım. Saçlarım omuzlarımdan dökülürken gülümseyerek avuçiçlerimi masaya yaslayıp ona doğru eğildim. "Emrin olur Sevgili Müvekkil’im, ben daima senin sözünü dinlerim çünkü lideri olduğum örgütümün kurucususun," dedim çenemi kaldırarak. "Başka bir isteğin var mı benden? Varsa söyle, hemen gerçekleştireyim."
Bakışlarındaki ifade değiştiğinde elinin hareketlendiğini kelepçelerin sesinden anladım. Yutkundu, gözleri yüzümün her zerresinde, saçlarımda dolaştı. Bakışlarıyla bile ateşin içine düştüğümü hissettim. "Bana bu soruyu başka bir zaman yeniden sor," dedi fısıldayarak. "Bileklerimde kelepçeler yokken. O zaman vereceğim her yanıtın ikimizi de tatmin edeceğinden emin olabilirsin."
Ben de yutkunurken yanaklarıma ateşin ulaştığını hissettim. Utanç değildi nedeni, daha çok içimde engelleyemediğim arzuydu. Bütün bunların ortasında bir adama karşı hissettiğim çekim ödül müydü yoksa ceza mıydı, tanımlayamıyordum. Dürüst davrandım, dudaklarımdan çıkanlara dikkat etmeyerek, "Sağ tarafı seçtiğinde mahvolduğumu ve yalnız olduğumu hissettim çünkü sana inanıyorum. Ailen de olurum senin, dedin sen bana. Bu cümlen için imza atmana gerek yok, söz vermektir bu da," diye mırıldandım. "Omuzlarına yük bindirmek değil derdim sadece senin ağzından çıkan her kelimeye inanıyorum. Büyük bir kumar olduğunu biliyorum. Belki aptallık, belki de gözü karalık. Bir gün sağ tarafı seçersen bana hissettireceğin bu ve bunu bilmeni istiyorum."
Kısa bir bakışma geçti aramızda. "O halde bir gün sağ tarafı seçersem ve sana bu şekilde hissettirirsem ne olursa olsun beni affetme Avukat, hiçbir neden senin kalbini yumuşatmasın." Başını salladı. "Fakat belki bir gün sen bana bunu yaparsın, kimbilir?"
"Bu sana ne hissettirir?" diye sordum.
Bu kez bakışma daha uzun sürdü. "Bu soruya cevap vermek istemiyorum."
Kaşlarım çatıldı. "Neden?"
Omzunu kaldırıp indirdi. "Çünkü gerek yok."
"Peki sen de beni affetme o halde," dedim kollarımı önümde bağlayıp. "Bu da başka bir söz olsun birbirimize verdiğimiz."
Hiçbir cevap vermeden bakışlarını sol taraftaki hayallerimin olduğu mektuba çevirdi. "O halde şu mektubu bana verecek misin şimdi?" Lafı değiştirmişti, her ne düşünerek bunu yaptıysa da bana söylemek istememişti.
"O halde artık listedeki yirmi dokuzuncu kişi değilsin," diye yanıtladım. Nefes verdi. "Çünkü sol tarafı seçmek bunu da gerektiriyor. Kendi ölüm listenden adını çıkarıyoruz, keyifle yapabilirim bunu."
Düşünceli bir şekilde mektuba baktı. Bir kez daha aklından geçenleri duyabilmek için her şeyi verebileceğimi hissettim. "Benim de bir şartım var," dedi Tugay yüzü ciddileşirken. "Ya yanımda olacağın ya da karşımda duracağın. Diğer türlüsü imkânsız."
"Nedir o?"
Bakışları gözlerime kaydı, derin bir nefes aldı ve gelmem için başıyla işaret verdi. Kalbim yeniden hızlanırken dudaklarımı ıslattım. Bir kez daha beni çağırdı yakınına. Öne doğru eğildiğimde o da bana yaklaştı. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki mesafe her daraldığında sanki hayatımdan birkaç sene gidiyordu. Bakışları dudaklarıma kaydığında silik bir tebessüm yerleşti yüzüne. Aklımdan ne geçtiğini anladı ve bu onu keyiflendirdi.
Dudaklarını yanağıma yaklaştırdı, ardından sürterek kulağıma doğru ilerledi. Kısa ve tek cümle fısıldadı bu kez kalbimin korkuyla atmasına neden olan. Heyecan uzaklaştı, kaskatı kesildim. Bunu hissetmiş olacaktı ki geriye çekildi hafifçe.
"Hayır," diyebildim sadece.
"Başka çare yok," dedi. "Sen olsan da olmasan da bunu yapacağım Avukat. Nerede duracağını seçmek senin tercihin."
10 OCAK
Tugay Demir Çeviker'in Mahkeme Günü
Dışarıda delicesine bir kar fırtınası vardı. Gece uyutmayacak ve pencereleri neredeyse kıracak kadar büyük bir kar fırtınası. Diz hizasını geçecek kadar çok yağmıştı ve hiç durmadan yağmaya devam ediyordu. Son on yılın en soğuk günü diyorlardı. Ölüm gibi bir soğukluk kaplamıştı şehri.
Ve bugün Tugay Demir Çeviker'in mahkemesi vardı öğlen saat üçte. Sayılı gün geçmişti, gün geçtikçe gökyüzü bugünü bekliyormuş gibi Tugay için daha fazla kar yağdırmıştı. Ben 10 Ocak'ı sadece onun mahkemesi için bekliyordum, ta ki doğum günüm olduğunu sabahın ilk ışıklarıyla kapım açıldığında doğum günü pastasıyla Sinan'ı görene kadar.
Marco'nun köşkünde sıradan ve eğlenceli günler de olmuyor değildi ancak herkes neler olacağının farkında olduğu için çoğu zaman ölüm sessizliği hâkim olabilmişti köşke. Ama bu sabah pek öyle değildi.
Kapıyı açıp içeriye giren Sinan, elinde kocaman bir çikolatalı pasta tutuyordu. Zaten uyumadığım için fazla korkmamıştım ama onun ardından içeriye girenler şaşırmama neden oldu: Giray, Defne, Gamze, Blue, Ufuk, Javier, hatta Marco, Helen ve adını hatırlamadığım birkaç kişi daha…
Sinan doğum günümü unutmazdı, ben unuttuğumda bile ama diğerlerinin de böyle bir günde eşlik etmesi çok tuhaftı. Giray'la göz göze geldik. Bugün abisinin kaderi belirlenecekti ve bunun uykusuz bir gece geçirmesine neden olduğu belliydi. Zaten o gece köşkte uyuyan çok az insan vardı muhtemelen ama Giray'ı ilk defa bu kadar yorgun görüyordum. Yine de gülümseyerek bana bakmaya devam etti.
"İyi ki doğdun!" dedi Sinan pastayı havaya kaldırıp mumları göstererek. "Unuttuğumu sanmadın umarım."
"Hayır," diye mırıldandım boğazımı temizleyip üzerimdeki yorganı atarken. Çıplak ayaklarım zeminle buluştuğunda dağılan saçlarımı düzeltmeye çalıştım fakat faydasızdı, ne halde göründüğümü bile bilmiyordum. "Sadece ben... Beklemiyordum. Yani kendi doğum günüm aklımdan çıkmış..." Diğerlerinin yüzüne baktım, belki de içten içe gergin olsalar da bana yansıtmamaya çalışıyorlardı. "Teşekkür ederim," dedim kısık bir sesle. "Yani burada olduğunuz için."
"Fanı olduğum avukatın doğum gününde elbette burada olacağım," dedi Javier neşeyle. "Düşünsene, sen doğmuşsun. Bu nasıl bir lütuf!" Gülümsediğimde Helen heyecanla ellerini birbirine çarptı.
Onlara doğru birkaç adım attığımda arkamdaki pencereye sert bir rüzgâr daha vurdu. "Sanırım yaşlanıyorum ve daha fazla çirkinleşiyorum," dedim espri yapmaya çalışarak. Gözlerim pastanın üzerine kaydı ve o notu okuduğum an neredeyse hıçkıra hıçkıra ağlayacaktım. Eftalya Atalar'ın doğuşu bu dünyaya ödül yazıyordu. Gözlerim Sinan'a kaydığında bunu onun yazdırdığını anladım. Küçükken süper kahraman olmak istediğimi o da bilirdi, bunu düşünerek yazdığına öylesine emindim ki...
"Bugünün süper kahramanı sensin," dedi Sinan pastayı biraz daha bana yaklaştırarak. "Üflesene, dilek dilemeyi unutma."
"Hiç yaşlanmamayı dile Avukat," dedi Gamze neşeyle. "Güzelliğini kaybetmemeyi dile."
"Bence Avukat yaşlanınca da güzel olmaya devam eder," dedi Helen. Büyük ihtimalle gitgide artan fiziksel olarak beni yeren cümleleri onlar da okumuştu ve beni mutlu etmeye çalışıyorlardı.
Derin bir nefes aldım, dudaklarımı ıslattım, ardından gözlerimi kapatıp ne dilek dileyeceğimi düşündüm. Ve o an tek dileğimin özgürlük olması benim de beklemediğim bir şeydi. Her anlamda özgürlük; kalben, ruhen, fiziken. Herkes için ama en çok... En çok da onun için. Tugay için özgürlük. Gözlerimi açtım ve mumları üflediğimde alkışlamaya başladılar ama benim gözlerim pastadan uzaklaşmadı.
Geçen sene babam hapishanedeyken doğum günümü unutmamıştı ve kurallar bu kadar sıkı değilken görüş için yanına gittiğimde önceki gün yemekte verilen ufacık bir keki benim doğum günüm için ayırdığını görmüştüm. Mum yok, demişti. Ama en azından pasta var Eftal, hadi bir dilek dile. Sonra da bu keki ye... Duraksamıştı. Ya da yeme, güvenemedim pek.
O gün babamın özgürlüğünü dilemiştim. Sanırım yanlış bir cümleyle dilemiştim çünkü ölmüştü. Ona uğrayan özgürlük ölümün getirdiği olmuştu. Bu yüzden mumları üflemeden önce dilediğim dilek için bin pişman oldum. Keşke yaşamaya devam ederek gerçekleşen bir özgürlük dileseydim, diye düşündüm.
"Eftal," dedi Sinan ve beni o ana geri döndürdü. "İyi misin canım?"
"İyiyim," dedim. "Sadece yanlış dilek diledim galiba."
"Ah," dedi Helen. "Kalbinden ne geçiyorsa o anlaşılır Avukat."
Marco'nun sesi dikkatimi dağıttı. "Hadi ama Avukat," dedi öne çıkarak. "Sana evimde bir pasta üfletiyorum, çocuk gibi buraya toplandık, doğum gününü kutluyoruz ve sen surat mı sallandırıyorsun? Pastada mandalina olmadığı için bile bu kadar üzülmedim ben."
Güldüğümde beni güldürdüğü için o da güldü. "Bu pasta dolarlara dahil mi Marco?" diye sordum.
"Elbette," dedi başını sallayarak. "Fakir olsaydınız doğum günü kutlamanıza da izin vermezdim. Böyle bir adamım ben, anlayın artık."
Giray gözlerini devirdi. "Kadının doğum günü," dedi bana bakarken. "Biraz daha kibar olmayı dene."
"GPÇ, ben satılık bir adamım," diyen Marco sırıttı, ellerini ceplerine koydu. "Kibarlık için para verecekseniz olur ama."
Bu kez herkes gülerken Defne öne çıktı. "Gelsene," dedi kolumu tutarak. "Seni aşağıda bir şeyler bekliyor."
"Ne?" Başımı salladım. "Ne oluyor?"
Defne kolumdan tutup beni yürüttü. Odadan çıktığım an koridoru süsleyen balonlarla karşılaştım ve şaşkınlıkla gözlerimi açtım, ardından merdivenlerden inmeye başladığımızda tırabzanlara dolanan süslemeleri gördüm. Her basamakta çok daha fazla süsle karşılaşıyordum. Salondan yüksek, eğlenceli bir müzik sesi geldiğini duydum. Saat sabahın yedisiydi, hava bile yeni aydınlanıyordu.
Biri arkamdan gözlerimi kapattığında bu kişinin Sinan olduğunu direkt anladım. "Sadece bir pastayla geçip gidecek değildi ya doğum günün," dedi.
"Sinan," derken adımlarımı o yönetti ve müziğe daha fazla yaklaştık, ardından bir alkış sesi koptu. Birkaç saniye sonra Sinan ellerini gözlerimden çektiğinde kocaman salonun içinde balonlarla, süslemelerle, İyi Ki Doğdun Eftalya! yazılı kocaman bir pankartla karşılaştım. Sadece bu kadar da değildi. BL örgütünden insanlar, Ölüm Timi’ndekiler... Hepsi olmasa da çoğu salondaydı, onlar beni alkışlıyordu.
Ama bütün bunların ortasında... Tam salonun ortasında biriyle göz göze geldim ve anında dağıldığımı hissettim. Meryem tekerlekli sandalyesiyle tam ortada durmuş gülümseyerek bana bakıyordu.
"Meryem," dedim direkt ağlamaya başlayarak ve o an kalbimdeki özlem öyle büyük bir ateşle yandı ki ona doğru koşup boynuna atıldım. "Meryem!" dedim ağlayarak. "Hiç beklemiyordum. Meryem!" Gözyaşlarım onun omzunu ıslatırken ne yazık ki o bana sarılamıyordu ama gülümsediğini hissedebiliyordum. "Çok özür dilerim yalnız bıraktığım için seni. Ben sadece..." Geriye çekilip dizlerimin üzerinde durdum ve yaşlar yanaklarımdan süzülürken yüzünü avuçlarımın arasına alıp öptüm. "Çok özür dilerim."
Meryem bakışlarıyla bana sanki her şeyi bildiğini gösterdi ve yine de affettiğini, belki de affetmek bir yana dursun sevdiğini. Sevmekten öte hissettiğini. Onun da gözleri dolduğunda bir kez daha ona sarıldım, bir kez daha öptüm. Kaç saniye ya da dakika yaptım bunu bilmiyordum ama üzerine giydirdikleri çiçekli elbiseyi bile düşünmüşlerdi. Bu bile beni daha fazla ağlatabilirdi.
"Sinan," dedim ağlayarak ona bakıp. "Bunu beklemiyordum, yani..." En son konuştuğumuzda Meryem'i kesinlikle görmek istemediğimi söylemiştim ve Sinan genelde sözümden çıkmazdı. Fakat Meryem’i gördüğümde buna delicesine ihtiyacım olduğunu anlamıştım.
Sinan ellerini ceplerine yerleştirdi. "Bunu ben düşünmedim," dedi dürüstçe. Gözlerim Giray'a kaydığında başını hafifçe salladı. Bunu düşünen Tugay'dı.
O sırada salona örgütten iki kişi girdiğinde önlerinde sürükledikleri demirden askılığa baktım. Neredeyse yirmiye yakın çiçekli elbise o askılıkla içeriye girdi ve salonun ortasında yerleşti. Onun ardından bir tane daha girdi ve bir tane daha. Askılar çevremde daire şeklini aldığında bu kadarla sınırlı kalmadı, bu kez saksıda çiçeklerle içeriye girdiler. Bir tane değil, birçok çiçek vardı. Papatyalar, güller, orkideler, nergisler, lavantalar, kardelenler, lotuslar, menekşeler... Çiçekler de etrafımda daire şeklini aldı. Salon cennet gibi kokuyordu, çiçeklerin kokusu her yana yayıldı. Çöktüğüm yerden yavaşça doğruldum. Etrafımda neredeyse otuza yakın çiçek vardı, daire şeklinde.
Giray sol tarafımdan bana bir kâğıt uzattığında hareket bile edemiyordum. Bunu anlamış olacaktı ki elimi kaldırıp kâğıdı avcumun içine bıraktı.
Mutluluktan mı, acıdan mı, hüzünden mi yoksa yaşanmamışlıkların verdiği kederden mi ağlıyordum, bilmiyordum. Burada sadece iki kişi eksikti; biri babam, biri Tugay'dı. Babam ölmüştü, Tugay ise mahkûmdu.
Notu açarken herkesin gözünün üzerimde olduğunu biliyordum. İşin tuhaf tarafı, Tugay da örgütünün bütün bunları görebileceğini bilerek adım atmıştı, işte bu şaşırtıcıydı.
"Sevgili, Güzel Avukat’ım,
Orkidenin dünya üzerinde açan ilk çiçek olduğunu ve diğer çiçeklerin ondan türediğini biliyor muydun? Sen doğdun, benim dünyamda orkide açtı, yegâne çiçeğim oldun. Senden başka herkes sadece senden türeyendir benim hayatımda, bunu hiç unutma. Asıl olan daima sensin.
Nasıl koktuğunu sormuştun. Orkide gibi kokuyorsun, benim en sevdiğim koku da böylelikle belli oldu, şu an fark ettim.
Bu çiçekler, elbiseler… Hiçbiri doğum günü hediyesi değil, sadece günlerdir sana eksik hissettirdiğim için o günleri silmek istedim. Asıl hediyemi özgür kaldığımda sen yanımdayken vereceğim.
Ve gelecek sene doğum gününde bana yazdığın mektuptaki hayallerin hepsini gerçekleştireceğiz. Evet, buna sarhoş olup kafamıza göre dans etmek de dahil… Yani sanırım... Bilemiyorum... Beni hayal edebiliyor musun o şekilde? Ben hiç delicesine sarhoş olmadım ki… Fiziksel anlamda yani.
Umutsuzluk yok, imkânsızlık yok. Çabalayacağım o güne dek yaşamak ve yaşatmak için.
Gülümse, bugün sen doğdun. Sen doğdun ve çiçekler de var oldu.
“Özgürlüğümüze, en yakın zamanda.
Senin mahkûmun,
Tugay Demir Çeviker"
Bana gönderdiği ilk çiçek bir orkideydi, bir tarafı solmuş, bir tarafı canlı. O zaman, ilk tanıştığımız gün bile bana gönderdiği çiçek orkideydi. Belki bir rastlantıydı, belki de değildi, bilmiyordum ama şu an hissettiklerimin bir üstü olamayacağını çok iyi biliyordum.
"Nida'nın yeni yerini bilmeni istiyor," dedi Giray kulağıma. "Hatta gidip görmeni. Bu hayatta bir sana, bir de bana güveniyor demek bu Avukat." Bakışlarım notun üzerinde gezinirken hem mutluluk hem mutsuzluk hissediyordum. Saatler sonra mahkemesi olacaktı ve beni bir şekilde mutlu etmek için elinden geleni her şeyi yapıyordu.
"Gerçekten buna bile göz yumdum," dedi Marco diğer taraftan yanıma gelip. Not kâğıdını katladığımda herkesin gözlerinin hâlâ üzerimde olduğunu biliyordum. "Fakat TDÇ kendisi için bu kadarına nasıl göm yumabiliyor, anlayamadım."
Gözlerimi ona çevirdim. Kurduğum cümlenin altında birçok anlam olabilirdi. "Neden?" dedim Marco'ya. "Neden bunlara izin veriyorsun? Para deme, bunun nedeninin para olmadığını biliyorum." Duymak istediğim yanıt neydi? Belki de o an en dürüst yaklaşacak tek kişinin o olmasıyla alakalı bir şeydi.
"Mandalina için?" dedi bu kez esprili bir şekilde.
"Marco," dedim kısık bir sesle. "Neden?"
Gözleri Giray'a kaydı, ardından çiçeklere baktı, oradan elbiselere. "Gerçek nedeni duymak mı istiyorsun?" diye sordu ve bir yanıt vermemi beklemeden devam etti. "Üzülüyorum haline." Başını eğip Giray'a baktı. "Halinize. Saatler sonra cehenneme kucak açabilecekken cenneti yaşamaya çalışıyorsunuz."
İşte istediğim yanıt buydu. Gerçek bir yanıttı. Bütün o süslemelerin, pastaların, gülümsemelerin altında yatan asıl yanıt buydu. "Marco," dedi Giray dişlerinin arasından.
"Haklı," diyerek onu susturdum. "Şu an burada, sabahın kör saatinde doğum günümü kutluyor olmanız bile bir kanıt. Çünkü akşamımız, çünkü öğlenimiz, hayatımızın en kötü saatleri olacak Giray."
Arka taraftan biri şampanya patlattı, biri yeniden alkış tuttu. Kimse şu an konuştuklarımızı duyamıyordu, biz biliyorduk neler olduğunu.
"Teklifini…" dedi Giray zorlukla konuşarak. Boynunu çıtlattı birkaç kez, o kadar gergindi ki. "Kabul ettin mi?"
Gülümsedim. "En güzel çiçekli elbiseyi giyeceğim," dedim başımı sallayarak. "Bu kez beyaz eldivenleri de takacağım ama. Ve son kez onun avukatlığını yapacağım. Son kez müvekkilim olacak." Sesim titredi. "Teklifi kabul ettim Giray, bütün yaşanması muhtemel sonuçlara ve yaralarıma rağmen. Başka çarem yoktu, başka çare yoktu."
10 Ocak, 2028
14.45
Her adım attığımda dünyanın yörüngesi değişiyormuş gibi hissediyordum. Her adımımda biraz daha ölüme, biraz daha yaşama, biraz daha özgürlüğe, biraz daha tutsaklığa ilerliyordum. Kendimi dışarıdan görsem dimdik yürüyen, omuzları bile düşmeyen, çenesi havada, üzerindeki o beyaz, orkide desenleri olan elbiseyle nasıl da özgüvenli ve korkusuz göründüğünü düşünürdüm.
Ama öylesine korkuyordum ki beyaz eldivenleri geçirdiğim ellerimi hissetmiyorum, bacaklarımı hissetmiyordum, vücudumu hissetmiyordum. Tek hissettiğim kalbimdi, o da son hızda atıyordu zaten. Asker yeşili mahkûm üniformasına en çok hangi renk yakışır diye düşünüp bu elbiseyi giymiştim. Delirmiş olmak biraz da bu demekti.
Delirmiş olmak biraz da bütün hakaretlerin ve alkışların ortasında yürürken dik durmaya çalışmaktı. Adliye Sarayının önü mahşer yeri gibiydi. İnsanlar hâlâ şiddetli bir şekilde yağan karı, soğuğu zerre önemsememişti. Sol tarafta bizi destekleyenler vardı, pankartlarla, alkışlarla, övgülerle... Adım yüzlerce kişinin dudaklarındaydı.
Sağ tarafta karşıt düşünceler. Hakaretler, küfürler, taş atmalar. Bir taş neredeyse bana denk gelecekken hemen yanımda yürüyen Ufuk ve Sinan engellemişti bunu. Öyle küfürler işitiyordum ki bunları duyup da çenemi indirmeden devam edebilmem beni bile hayrete düşürüyordu.
Kolluk kuvvetleri her yerdeydi, gökyüzünde helikopterler fır dönüyordu, çatı katlarında keskin nişancılar duruyordu. Adliye Sarayının önünde etten duvar örülmüştü, destekleyenler Tugay'ı görmek için, karşıt düşüncedekiler ise onu öldürmek için içeriye girmek istiyordu.
Basın merdivenlerin en aşağı basamağında beni çekiyordu, sorular art arda geliyordu. Babamı sordular bin kez. "Adnan Atalar'ın ölmeyi hak etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu bir muhabir. Başka bir muhabir, "Bir tecavüzcüyü savunmak size nasıl hissettiriyor?" diyordu. Hadsiz başka bir muhabir, "Az önce Derya Hanım'ın da mahkemeye girdiğini gördük," diyordu. "Onun yüzüne nasıl bakabileceksiniz?"
Her basamağı tırmanışımda başka bir hakaret, o hakaretle beraber başka bir övgü duyuyordum. "Eftalya Atalar," diye bağırdı kalabalıktan bir kadın. "Sana güveniyoruz, biz en çok senin yanındayız!"
Bakışlarımı o tarafa çevirdiğimde hafifçe tebessüm ettim, kadın orta yaşlardaydı; Gülümsememe karşılık verirken BL selamını yaptı. O anı bütün kameralar kayda alırken aynı şekilde karşılık verdim ama sağ taraftan acımasız başka bir cümle duydum: "Tanrı tarafından lekelenmiş," dedi bir adam. "Ve hâlâ hatasından dönmüyor. Şu yüzünün haline bakın."
Gülümsemem solduğunda başımı çevirdim. Sinan elini belime yerleştirerek beni içeriye doğru itti. Arkamızda ve önümüzdeki kolluk kuvvetlerinden bazıları ise güldü. Saçlarımı açık bırakmıştım ve o beyaz tutam tam yüzüme denk geliyordu ama çenemdeki beyaz lekeler genişlemişti ve renkleri çok daha açıktı. Aynaya baktığımda gördüğüm çirkinlikten başka hiçbir şey değildi fakat bugün çirkin olduğumu gizleme zahmetine bile girmeyecektim. Çünkü bugün doğum günümdü, çünkü bugün doğum günümde Tugay'ın son kez avukatı olacaktım. Son kez avukatı olurken lekelerimden utanmak bana yakışmayacağı için göğsümdeki lekeleri kapatmayan bir elbise giymiştim.
Sol tarafta bir pankartta, "Her yer karanlık ama sen çiçekli ve aydınlık kal Eftalya Atalar!" yazıyordu. Onlar için bu halim bir direnişti, benim için ise benlik savaşı.
Adliye Sarayına girdiğimizde Sinan'la Ufuk'u benden uzaklaştırıp diğer tarafa yönlendirdiler. Krallık'ın korumaları yanıma geldi. Sinan'ın bana son anda verdiği avukatlık cübbesini giyerken ise gerçekten de artık son kez giydiğimi hissedebiliyordum. Sadece Tugay adına değil, bir kez daha bu cübbeyi giymeyecekmişim gibi...
İçeride avukatlar, savcılar, hâkimler vardı; hepsinin gözü üzerimdeydi. Çoğu nefret ederek, bazıları içten içe destekle bana bakıyordu. İlk önce aradılar beni, sonra gerekli dosyalar için odaya yönlendirdiler. Ardından mahkeme salonunun olduğu tarafa ilerlettiler. Fısıldaşırlardı eskiden arkamdan ama şimdi hakaretlerini gizlemeyeceklerini biliyordum.
Mahkeme salonunun önüne geldiğimde ilk gördüğüm kişinin Kerem Karaman olması sürpriz değildi. Fakat birkaç metre uzaktaki o topluluğun içinde Derya'yı görmek gerçekten de sürpriz gibiydi. Göz göze geldik birkaç saniyeliğine, artık her ne düşünüyorsa benden hoşlanmadığı açıkça ortadaydı.
"Bugün doğum günün Eftalya Atalar!" diye bağırdı Kerem Karaman. Dikkatimi dağıtıp baştan aşağı beni süzdü. Beyaz, uzun kollu, çiçekli ve göğüs dekolteli elbiseme baktı. Kış mevsimine yakışmıyordu ama onun asıl bakma nedeni aşağılamaktı. Dalgalı bıraktığım saçlarımda gezindi gözleri, en sonunda eldivenlerimde. Tam karşı karşıya geldiğimizde, "En azından gizlemiyorsun artık kendini," dedi. Yüzü iyileşmeye başlamıştı ama o gözlerindeki kötülük artmıştı. "Ne mal olduğun ortada tamamen."
Önüme gelen saçımı arkaya attım. "Keşke senin de şerefsizliğini simgeleyen bir kostüm olsaydı," dedim sakince. "Ama bunun için yüzüne bakmak da yeter aslında."
Dişlerini sıktığında önümdeki korumalar birbirine baktı şaşkınlıkla. "Sana çok üzülüyorum," dedi Kerem alaylı görünmeye çalışarak ama öfkelenmişti. Bu kadardı işte. "Bir zamanlar süs köpeğim gibiydin şimdi ise öyle değilmiş gibi davranıyorsun."
"Of Kerem," derken eldivenlerimi çekiştirdim. "Durmadan ağzına doladığın şu yüzükten, iğrenç yatağından falan vazgeçmeyecek misin? Aş beni artık, unut, daha ne kadar kazık sokabilirim sana? Şimdi gel desem koşa koşa geleceksin, herkes biliyor bunu."
Kerem kaşlarını kaldırdı. "Bir mahkûmun fahişesini…" dedi üzerime doğru eğilerek, "…yeniden yatağıma alacağımı sana düşündüren nedir Eftalya Atalar? Harcanacaksın, kullanacak seni, belki birkaç ay sonra erkeklerin mezesinden başka hiçbir şey olmayacaksın. Kendini o Derya'yla..."
"Biliyor musun, önceden bu söylediklerin kanıma dokunurdu," dedim gülümseyerek. Halbuki hâlâ kanıma dokunuyordu ama bunu ona belli etmeyecektim çünkü Kerem’in canını neyin yakacağını iyi biliyordum. "Fakat şimdi bu şekilde anılmanın bile gururumu senin yanında yürümekten daha az kırdığını fark ettim. Hatta bir tercih hakkım olsa senin gibi bir şerefsizin eşi olarak anılmaktansa bir Suç Kralı’nın kadını olarak anılmayı yeğlerim."
Burnundan büyük bir nefes verdi, dişlerini sıktı ve bir anda yüzüme öyle sert bir tokat attı ki başım sağa döndü, kulağım çınladı. Yanımdaki korumalar hareketlendiğinde duvara bakarak yanağımdaki acıyı silmeye çalıştım ama buna maruz kaldığım için en çok kendime kızdım.
Yüzümü ona yeniden çevirdiğimde önüme gelen saçımı düzelttim, boğazımı temizledim. Ağzımın içinde kan tadı vardı, büyük ihtimalle yanağımı ısırmıştım fakat bunu görmezden geldim. Kerem yeniden elini kaldırdığında ise bu kez korumaları bile beklemeden sertçe bileğinden tuttum. Şaşkınlıkla bana baktığında, "Seni…" dedim gözlerinin içine bakarak, "…ben öldüreceğim. Bir gece vakti, tam uykunda, o ağzına doladığın yatağında." Gözleri kocaman olurken elini ittim. Korumalar önüme geçti. Kerem'in arka tarafında da bir hareketlenme oldu. Kerem’in korumaları gelip hızla onu salona soktu ama bakışları bir an bile olsun benden ayrılmadı. “Ya da belki de hiç beklemediğin bir anda, hain bir şekilde yok edeceğim seni.”
Ben de gözlerimi ondan ayırmadım, ta ki hareketlenmenin nedeninin Tugay olduğunu anlayana kadar. Dört gardiyan, dört asker, dört polisle benim olduğum tarafa yürürken bileklerinde kelepçeler vardı fakat ona da eldivenlerini takması için izin vermişlerdi; siyah eldivenleri ellerindeydi. Büyük ihtimalle örgüt lideri olduğunun bir simgesini taşıması içindi.
Her adım attığında yüzündeki o hissizlik yok oldu, ciddiyet toz olup uçtu ve bakışlarımız kesiştiğinde gülümsedi. Onun gülümsemesi az önce yaşadıklarımı unutturdu; o gülümsediğinde her şey unutulabilirmiş gibi görünüyordu. Derya'ya bakmadı. Görüp görmediğini bilmiyordum ama tek odak noktası bendim.
Karşımda durduğunda, "Sevgili Avukat," dedi başıyla selam vererek. Elbiseme baktı, eldivenlerime, saçlarıma, göğsümdeki lekelere, lekelerin üzerindeki o aptal damgaya ve damganın üzerindeki çarpı işaretine. Ama bu gülümsemesini engellemedi. "Ne güzel bir gün değil mi?" Çevresindeki askerler şaşırmıştı çünkü birazdan belki de idam kararı çıkacaktı. "Bence bugün en güzel günlerden biri olabilir." Bizi herkes duyabiliyordu, buna Derya da dahildi. Fakat Tugay çekinmiyordu. Yanındaki gardiyana bakıp omzuyla hafifçe itti, gardiyan şeytan dokunmuş gibi kaçtı. "Bugünün harikalığı konusunda bana katılıyor musun?"
"Birazdan mahkemesi olacak bir mahkûma göre fazla keyifli görünüyorsun," dedim alayla. "Bu biraz tuhaf."
"Öyle mi?" dedi sırıtıp. "Bir an dünyada ilk çiçek doğmuş gibi hissettim de." Mahkeme salonunun önünde, birazdan içeriye girecekken, herkes bu anı beklerken bile benimle flört ediyordu. Bu kez diğer yanındaki gardiyana sataştı. "10 Ocak ilk çiçeğin doğum günüymüş, biliyor muydun bunu?" Herkes çok şaşkındı bu haline. "Ben de yeni öğrendim bugün, Eftalya'nın anlamı gibi bu bilgiyi de herkese öğretmemiz lazım."
"Kapa çeneni artık," dedi Tugay'ın önündeki asker. "Çaban akli dengesi yerinde değil raporu çıkarmaksa o zamanlar geride kaldı piç herif." Nefreti dudaklarından akıyordu resmen.
Tugay güldü arkadan askere bakarak. "Bence benden daha deli insanlar var burada." Başını eğip benimle göz göze geldi. Saçları taranmıştı, yüzünde ve dudaklarında renk vardı, neşeliydi. Öyle mutluydu ki dayanamayıp gülmeye başladım. Derya'ya bir kez daha baktığımda ise onun Tugay'ı izlediğini gördüm. Nefretle bakmıyordu, sanki sevgiyle, sevgi olmasa bile içi giderek ve belki de üzülerek bakıyordu. “Bak gülüyor şimdi benim avukatım.”
Salonun kapısı açıldı. "Mahkûm Tugay Demir Çeviker!" diye bağırdı. "Ve avukatı, Eftalya Atalar!"
"Her seferinde avukatı demeleri çok hoşuma gidecek galiba," dedi Tugay yarım adım atıp yanıma gelerek. Bakışlarından bile anlayıp sağ tarafından sol tarafına geçtim. Bakışlarla bile anlaşıyor olmamız o an beni bütün felaketlerden uzaklaştırabiliyordu.
Olduğum yerden görünen kısımdaki gözlerle karşılaştım, ardından gardiyanlar Tugay'ı içeriye doğru yürüttü. Ben de hemen solunda içeriye adımımı attım. Girdiğimiz an fısıltılar sustu, ölüm sessizliği salonun ortasına düştü. Bu mahkeme salonunun önceki salondan çok daha büyük olduğunu fark ettim.
Bizi oturacağımız yere yönlendirdiler. O sırada izleyici koltuğundaki tanıdık yüzlerle karşılaştım bir kez daha. Ama annemi ve yanındaki Ceyda’yı görmek hazırlıksız yakalandığım bir durumdu. Sinan, Ufuk ve örgütten birkaç kişiyi sol tarafa oturtmuşlardı ama Ölüm Timi’nden kimse yoktu çünkü yasaktı; Krallık artık onlara hiçbir şekilde güvenmiyordu.
Tugay'ın sol tarafında durdum. Ben seyircilere bakarken bakışlarını bir an bile olsun benden ayırmamıştı.
O sırada biri ayaklanıp, "Tecavüzcü pislik!" diye haykırdı Tugay'a. "Hâlâ nefes alabiliyor olman bile Krallık'ın ödülü sana. Umarım o urgan boynuna dolanır da son nefesini verirken bile işkence çekersin!"
Gözlerim kocaman açılırken başka biri, "Orospu çocuğu!" diye haykırdı. Bu son damlaymış gibi herkes bağırmaya başladı, hakaretler art arda sıralandı. Artık savcı koltuğunda değil de seyirci kısmında oturan Kerem keyifle izliyordu, bunu o organize etmişti.
Ağzım açıldığında hâkime baktım ama o bütün bunlara o an izin verdi. Yeniden Tugay'a döndüğümde ise bana bakmaya devam ettiğini gördüm. "Duyma, tamam mı?" dedim başımı sallayarak. "Gerçekten insan isteyince duymuyor Tugay. Öğrendim."
"Bana söylüyorlar, sana değil," dedi Tugay umursamaz bir şekilde. "Önemi yok Avukat, bükme dudaklarını. Bugün ikimiz için de sürpriz olacak zaten."
Hâkim neredeyse beş dakika boyunca Tugay'ın o hakaretleri işitmesine izin verdi, normal değildi bu ama ülkede adalet, hukuk olmadığı için bütün bunlara artık şaşırmıyordum. Gerçek tecavüzcülerin bazıları Krallık tarafından bile korunurken, bir kadına asla zarar vermeyecek Tugay Demir Çeviker tecavüzden yargılanıyordu.
Adalet artık bu ülkede belirli insanlar için çalışan korkunç bir şirkete, hukuk sistemi halkı keyiflendirmek için oynanan bir tiyatroya, yasalar ise kendini üstün sanan insanların keyfi zevklerine dönüşmüştü. İşte böyle bir ülkede yanlış nefes aldığınız için bile yargılanabilirdiniz. Öfkeyle verdiğiniz bir nefes müebbet hapisle sonuçlanabilirdi ama bir başkasının nefesinizi engellemesi ödüllendirebilirdi.
En sonunda hâkim tokmağını vurup insanları susturdu, gerekli yeminleri ettirdi ve mahkemenin nedenlerini sıralayıp oturmamız için izin verdi. Tugay hemen yanıma oturduğunda ellerini masaya yerleştirdi, ben ise önümdeki dosyaya baktım. Bugün onun son kez... Son kez... Hayır, Eftalya, şu an sırası değil.
Kerem'in yerine atanan savcının onun adamı, yetiştirdiği öğrencisi olduğunu fark ettim. Yani konuşan yine Kerem olacaktı fakat dile getiren başkası olacaktı. Her zamanki gibi süslü bir tiyatro hazırlanmıştı.
"Sayın Hâkim," dedi savcı ayağa kalkarak. "Bir önceki duruşmanın ardından yaşanan ani gelişmeler, değişimler ve bizim bile engelleyemediğimiz olumsuz durumlardan ötürü bu mahkeme salonunda bulunuyoruz çünkü sanık Tugay Demir Çeviker artık resmen ve kanıtlanmış bir şekilde cani bir katildir." Tugay nefes verdi. "İzin verirseniz yeniden kanıtları sunmak isterim."
"İzin verilmiştir," dedi hâkim. Savcı bulunduğu yerden ayrıldı ve eline bir kumanda alarak mahkeme salonundaki projeksiyon cihazını çalıştırdı. Görüntüler, günler önce Tugay'ın kameralar önünde Başkan Yardımcısı’nı öldürdüğü anları yansıttı. Bunları birkaç kez daha oynattı. Ardından yavaşlatarak oynattı, sonra hızlandırarak. Kurşunun isabet edişiyle. İsabet etmeden öncesiyle. Tugay'ın yüzündeki o ifadeyle, benim bakışlarımla, oradaki ortamla. En sonunda savcı, "Bu görüntülere baktığımızda hepimiz aynı şeyi görüyoruz Sayın Hâkim, aynı hatayı," dedi kinle.
"Evet," dedi Tugay kısık bir sesle. "Çok pişmanım, daha iyi atışlarım olmuştu aslında." Sertçe aşağıdan bacağına vurduğumda Tugay güldü. Seyirci koltuğundaki insanlar bize baktığında dudaklarımı birbirine bastırıp savcıdan bakışlarımı ayıramadım.
Savcı boğazını temizledi. "Bir katil, gözünü kırpmadan Krallık için, onuru için yaşayan birini katletti. Bunu yaparken de hiç çekinmedi, bulunduğu tarafı açıkça belli etti. Zaten Krallık'ın bir ferdine bunu yapmak idam cezasıyken bunu yaptıktan sonra hakaretler etti." Gözlerini kocaman açtı korkuyormuş gibi. "Hangi gerekçe katil olan ve insan içine bile çıkmaması gereken bu mahkûmu aklayabilir?"
Yaşı belki de altmışlarında olan hâkim kaşlarını kaldırdığında elimi kaldırıp, "İtiraz ediyorum, Sayın Hâkim," dedim. "Savunma istiyorum."
"Hangi yüzle?" dedi Kerem Karaman oturduğu yerden. "Hangi yüzle savunma yapabilirsin ki?"
Tugay dakikalar sonra ilk kez seyirci koltuklarına doğru bakıp Kerem'le göz göze geldi. Hiçbir şey söylemedi ama o baktığı an Kerem gözlerini başka tarafa çevirdi.
"Savunma sizindir," dedi hâkim.
Boğazımı temizleyip ayağa kalktığımda insanların nefret dolu bakışlarının üzerimde olduğunu biliyordum. En çok da annemin. "Müvekkilimin bir adamı öldürdüğü doğru, bu zaten görüntülerle desteklenmiş bir şekilde karşımızda fakat canice duygularla yapıldığı ya da bir mesaj içerdiği kesinlikle yalan." Savcı alayla güldü. "Başkan Yardımcısı Hasan Görgü bir tecavüz zanlısıydı." Seyirci tarafında hareketlenme oldu. "Benim müvekkilim, bir tecavüzcüyü öldürdü. Elbette bunun cezası ölüm olmamalıydı lakin..."
Savcı bir anda ayağa kalkıp, "İtiraz ediyorum!" diye bağırdı. "Bu bir suçlamadan ibarettir!"
"Değil," dedim hâkime bakarak, ardından bulunduğum yerden ayrılıp önümdeki dosyalardan birkaçını ona uzattım. "Burada, tam on sene önce iki çocuğa cinsel istismarda bulunduğunu ve bir kadına da tecavüz ettiğini itiraf ettiği soruşturmaları mevcut. Sonrasında bütün bunları zorla söylediğini dile getirse de bir kanıt sunamamıştır." Başımı salladım. "Ayrıca resmi kayıtlar dışında…" Geriye döndüm, masaya ilerledim. O sırada Tugay'ın bir film izliyormuş gibi hayranlıkla eli çenesinde beni izlediğini gördüm. Afallayıp gülümser gibi oldum.
"Ayrıca…" dedim bakışlarımı kaçırarak. Diğer dosyaların arasından bir CD bulup çıkardım ve o an Ufuk'la sadece birkaç saniyeliğine bakıştığımızda bana göz kırptı. "Bu CD'de Hasan Görgü'nün Krallık için çalışırken ofisinde bir kadını istismar ettiği görüntüler mevcut. İsmini vermeyen bir tanık tarafından kapıma bırakılmış." Ufuk senelerce Krallık için çalışmıştı ve o bizim karakutumuzdu. "İzin verirseniz CD'yi izletmek isterim."
Savcıdan önce Kerem ayaklanıp, "Bunların hepsi yalan dolan," dedi kükreyerek. "Belki de görüntülerle oynayarak..."
"Siz kimsiniz?" diye sordum Kerem Karaman'a. "Bildiğim kadarıyla eski savcısınız ama şu an konuşma hakkınız bile yok. Lütfen yerinize oturun."
Tugay kahkaha attığında herkes dehşet içinde ona baktı. Hâkim tokmağa vurdu ama Tugay neredeyse bir dakika boyunca gülmeye devam etti. Ben de sabırla onun gülüşünün kesilmesini bekledim. Bu kahkahası az önce işittiği küfürlere öyle iyi bir yanıt olmuştu ki bu beni keyiflendirdi.
"İzin verildi," dedi hâkim ama göz ucuyla savcıya baktı. Bir önceki hâkim tarafsız numarası yapabiliyordu ama bu hâkim tarafını asla gizleyemiyordu.
CD'yi cihaza taktığımda ve oynatma düğmesine bastığımda odanın kamerası tavandan odayı çekiyordu. Hasan Görgü önündeki kâğıtlarla ilgileniyordu, ardından içeriye genç bir kız girdiğinde onunla konuşmaya başlıyordu. Kız öylesine çekingendi başını dahi kaldırmıyordu ama Hasan Görgü onun üzerine gidiyordu. Buraya kadar her şey normal gibi görünse de en sonunda ayağa kalkıp kızı kolundan tutuyor, masaya yatırmaya çalışıyordu. Kız direnirken ise ağzını kapatıp elini eteğinin altına sokuyordu. Kaskatı kesildim; salondaki birçok kişinin de kaskatı kesildiğini biliyordum.
Kadının altındaki eteğin bir kısmını yırttığında ve kendi pantolonuna yeltendiğinde kadın sertçe ona tekme geçirip kaçıyordu. Video durduğunda, "Orada…" dedim donuk bir sesle, "…kadın kaçmasaydı tecavüze uğrayacaktı. Bu görüntülerde her şey ortada."
Salonu sessizlik kapladı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bakışlarımı savcıya çevirdim. "Bunlar…" dedi korkuyla Kerem'e dönüp. "Hiçbiri Tugay Demir Çeviker'in katil olmadığı anlamına gelmez."
"Evet, gelmez," dedim. "Ama idamı hak ettiği anlamına da gelmez." Bakışlarım hâkime döndüğünde imalı imalı gülümsedim. "Yüce Krallık hiçbir zaman bünyesinde soysuz insanları barındırmaz ve sadece kendisinden olanları korumakla yükümlüdür. Hasan Görgü'yü şu an kendilerinden sayıp korurlarsa Krallık tecavüzü de koruyor demektir. Durum böyle değilse müvekkilim herhangi bir tecavüzcüyü öldürmekle, hatta nefsi müdafaayla yargılanabilir. Bu da idama gerek kalmayacağı anlamına gelir." Başımı salladım. "Bu konuyla alakalı savunmam bitmiştir Sayın Hâkim, takdir sizin ve onurlu Krallık'ımızın."
Yeniden masaya döndüğümde ve sandalyeye oturduğumda Tugay bana bakarak, "Şu cübbenin içindeyken sana daha fazla delirdiğimi söylemiş miydim?" diye sordu.
"Hayır," dedim sadece dudaklarımı oynatarak. "Bunu bir ara yeniden söyle. Kelepçelerin yokken mesela. İşte o zaman ikimizi de tatmin edecek bir yanıtım olabilir."
"Avukat," dedi derinden gelen bir sesle. Sanki içinden bin kez avukat diyordu aslında. "Yapma, bir an bile düşünmem, kimseyi umursamam öperim seni." Gülümsemem bir davetiye gibiydi.
"Sen," dedim ağız ucuyla. "BL örgütü lideri Tugay Demir Çeviker, herkesin ortasında beni mi öpeceksin?" Daha kısık sesle devam ettim. "İtibarını düşünürsün, insanların düşüncelerini, sonra bambaşka yolları... Hadi ama, bu seni bile aşar."
Tugay cevap vermek için nefes verdiğinde savcı sertçe, "Bunlarla idamı gerektirmeme hususu tartışılabilir," dedi başını sallayarak. "Fakat sanığın her hareketi, bunu bir tecavüzcüyü öldürmekten öte örgüt lideri olduğu için yaptığını gösteriyor."
"Kanıt yok," dedim rahat bir sesle.
"Var," dedi savcı. "Ağzıyla örgüt lideri olduğunu söylediği anlar, davranışları var. Bütün bunlar..."
"Ama…" dedim üstüne basa basa, "…kanıt yok. Müvekkilimin BL örgütüne yakınlığı aşikâr fakat benimki de aşikâr." Umursamaz bir şekilde omuzlarımı silktim. "Ben de eldivenler takıyorum, o da takıyor. Ben de destekliyorum," dedim açıkça. "O da destekliyor. Bu beni örgüt lideri mi yapar?" Güldüm. "Ya da onu kurucu mu yapar? Bir suçlama olur, üzerinde saatlerce tartışılabilir ama kanıt olmadığı sürece bir gerekçeyle yargılanamaz. Müvekkilim Krallık'a öfkeli ve bu öfke istediği her şeyi söyleme hakkını ona veriyor kendi nezdinde. Bana kanıtlarla gelin. Eldivenlerden, cümlelerden daha gerçek kanıtlarla gelin."
Savcı dönüp Kerem'e baktı, köşeye sıkıştığı ortadaydı. "Ada Hapishanesini yaktı," dedi Tugay'ı göstererek.
"Ben müvekkilimin elinde yangını başlatan bir malzeme görmedim doğrusu," dedim. "Oradaydım da."
"Elbette oradaydınız, babanızın ölü bedenini kaçırdınız." Kaşlarım çatıldı, Tugay'ın hareketlendiğini hissettim. "Organize bir şekilde çalıştınız, her şeyi hallettiniz. Bütün bunlar kanıt niteliğinde. Siz babanızın..."
Ayağa kalkıp sertçe ellerimi masaya vurdum. "Bizzat suçlama var," dedim hâkime. "İtiraz ediyorum."
Hâkim kaşlarını kaldırdı ve kin dolu bir sesle, "İtiraz reddedildi," dedi. "Zaten bu suçtan siz de yargılanıyorsunuz Sayın Avukat. Yanlış olan hiçbir şey dile getirilmiyor."
"Ama bu müvekkilimin mahkemesi."
"İkiniz de aynı halt değil misiniz zaten?" dedi Kerem ayaklanarak. "Beraber yürütüyorsunuz bütün bu işleri, ayaklanma başlatıyor, eldivenler takıyor, duvarlara TDÇ yazılı cümleler yazıyor, her şeyi..."
"Kanıtlanamaz," dedim rahat bir sesle.
"Kapa çeneni!" diye haykırdı Kerem. "Senin şerefini..." Tugay oturduğu yerden ayaklandığında Kerem'in cümlesi yarıda kaldı. Gardiyanlar direkt Tugay'ın yanına ilerledi, seyircilerden bazıları ise Tugay ayağa kalktığı an irkilerek diğer tarafa yöneldi. Bir anda mahkeme salonu karıştı. Yeniden küfürler, hakaretler, bağırışlar birbirine girdi.
O karmaşıklığı düzene sokmak neredeyse on beş dakika sürdü. Zaten akşam olmuş, saatler ilerlemişti. En sonunda herkes sakinleştiğinde on dakikalık da mola verildi ve Tugay'ı dışarıya aldılar. On dakika sonunda ise dava devam etti.
Savcı o aralıkta Kerem'den her neyin dersini aldıysa onu yürürlüğe sokarak, “Avukat Eftalya Atalar, Hasan Görgü'nün bir tecavüzcü olduğunu, hatta…" Alayla güldü. "Tugay Demir Çeviker'in de onurlu bir adam gibi o tecavüzcüyü öldürdüğünü söylemeye çalışıyor. Her şeye tamam, her şey anlaşılabilir belki fakat Tugay Demir Çeviker'in onurlu bir adam olduğunun kanıtı nerede Sayın Avukat? Buna bir kanıtınız var mı?" Hiçbir cevap vermeden ona baktım. "Görüyorum ki yok. Zaten şöyle bir bakıldığında müvekkilinizin onurunun olmadığı çok açık lakin..."
"Müvekkilim hakkında bu şekilde konuşamazsınız," dedim sert bir sesle. "Ona saygısızlık edemezsiniz." Hâkime baktım uyarması için ama tabii ki hiçbir şey yapmadı. Tugay'a baktım, yine umurunda değildi; gerçekten ona söylenen hiçbir şey dokunmuyordu.
Savcı güldü ve öne doğru bir adım attı. "Ama onursuz bir adam olduğuyla ilgili kanıtım var Sayın Hâkim," dedi. "İzninizle Tanık Derya Keçeci'yi çağırmak istiyorum, onun bize anlatacakları var."
Kaskatı kesildim, ellerimi indirip üzerimdeki elbiseyi avuçladım. Tugay ise duruşunu değiştirdi, daha dik bir duruşa geçti. Belki de sırtına yediği hançeri hatırlamıştı ama ona bakamadım. Hâkim izin verdiğinde Derya o altın sarısı saçları, bembeyaz teni, simsiyah dar elbisesi, kusursuz fiziğiyle içeriye girdi. Her adım attığında topuklu ayakkabılarının sesi salonu doldurdu, kameralar hareketlendi, flaşlar daha fazla patladı, bir Tugay'ı, bir onu çekiyorlardı.
Hayır, Tugay'a bakamadım, onun nasıl baktığını görmek istemedim; ikisinin denk gelişiyle yüzleşmek istemedim. Kaç yıl sürmüştü? Nasıl bir ilişkileri vardı? Tugay kolay kolay birinden etkilenmez gibi geliyordu ama onu hayatına almıştı.
Derya tanık kürsüsüne çıktığında ellerini önündeki kürsüye yerleştirdi, mikrofonunu açtılar ve bakışları direkt olarak bana ardından yanımdaki Tugay'a yöneldi. Daha fazla duramayıp ağır ağır bakışlarımı Tugay'a çevirdiğimde onun bana baktığını gördüm. Ben ona bakınca gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Gülümsemesi elimi tutuyormuş gibi hissettirdi ardından gözleri Derya'nın olduğu tarafa yöneldiğinde gülümsemesi silindi, bomboş gözlerle ona bakarken burnundan nefes verdi.
"İyi misin?" diye sordum ona bakarak. "Bu an şu an seni kötü etkiliyorsa..."
Derya'nın yüzüne bakarken, "İyiyim," dedi sakince. "Sadece yüz yüze dahi gelmek istemediğim insanlar karşımda duruyor."
Derya gözünü bile kırpmadan Tugay'a bakıyordu. Nefretle değildi, hayır, nefret yoktu. Nasıl olurdu da insanlar onun bu bakışlarını görmezdi? Tugay'a bakarken sevgiyi görebiliyordum, sevgi olmasa bile ihtiyacı. Öyle güzeldi ki herkesin ilgisinin ona yöneldiğini anlayabiliyordum, dudaklarından çıkacak şeylerden önce güzelliğine bakıyor olmalılardı.
"Sayın Derya Keçeci," dedi savcı. "Size sorulan sorular hakkında, gerçeğe uygun cevap vereceğinize ve hiçbir şey saklamayacağınıza namusunuz, şerefiniz, kutsal saydığınız bütün inanç ve değerler üzerine yemin eder misiniz?"
Derya dudaklarını ıslattı, flaşlar bir kez daha patladı. "Bana sorulan sorulara gerçeğe uygun cevap vereceğime ve hiçbir şey saklamayacağıma namusum, şerefim, kutsal saydığım bütün inanç ve değerlerim üzerine yemin ediyorum," derken bakışlarını bana çevirdi.
Savcı öne doğru bir adım attı. Ardından kollarını önünde birleştirerek, "Tugay Demir Çeviker'le önceden duygusal bir ilişkiniz olduğu doğru mu? Bazı sorulara lütfen evet ya da hayır diye cevap verin," diye mırıldandı.
"Evet," dedi Derya direkt. Savcı bana baktı, elbette itirazım yoktu.
"Yani duygusal bir ilişkiydi?"
"Evet."
"Yani birbirinizle birçok şey paylaşabileceğiniz türden bir ilişkiydi?"
Derya dönüp savcıya baktı. Ardından yutkunarak, "Evet," dedi. "O benim hayatımın aşkıydı."
Bütün bunları burada duymaya hazır değildim; onun ağzından Tugay'ı dinlemeye hazır değildim. Her savunmaya açıktım, her suçlamaya da ama bu... İşte bu benim için en zoruydu. Ellerim yeniden elbisemi avuçladığında çenemi havaya kaldırdım.
"Lütfen kısaca nasıl tanıştığınızdan ve nasıl bir ilişkiniz olduğundan bahseder misiniz?"
Derya dudaklarını ıslattığında ellerim terlemeye başladı. "Biz bir partide tanıştık Tugay’la," dedi donuk bir sesle. "Ortak arkadaşlarımız vardı. Benim kız arkadaşım onun ikizi Giray'la sevgiliydi. Bir yılbaşı günü tanıştık. Aslında ben onu daha önceden de tanıyordum ama o zamanlar konuşamamıştık." O yutkunduğunda nefes almayı bile unuttuğumu fark ettim. "Normal bir ortamda tanıştık, her iki gencin tanışabileceği türden. O pilottu, ben de gazetecilik okuyordum. Birbirimizden hemen etkilendik o gün."
Tugay, "Yalan söylüyor," dedi direkt yanımdan. Bana söylüyordu savunur gibi fakat karşılık vermedim. "Ben o gün ondan etkilenmedim. Ben o partide..."
"Sonrasında arkadaşlığımızı ilerlettik arkadaşlarımız vasıtasıyla ve sevgili olduk," dedi Derya.
"Nasıl bir ilişkiniz vardı?" diye sordu savcı.
"Güzel," dedi Derya. Savcı kaşlarını kaldırdı. "Yani başlarda güzeldi. O biraz... tuhaftı, bunu hissedebiliyordum ama iyi biriydi. Hep soğuk bir duruşu ve sırları vardı. Yan yana otururken bile bambaşka dünyaların içinde olduğunu anlardım çoğu zaman. Neredeyse hiç uyumazdı. Bazı günler hiç görüşmezdik fakat görüştüğümüzde güzel vakit geçirirdik. O bana sarıldığında ve öptüğünde…" Derya'nın bakışları bana döndü. "Kendimi dünyanın en şanslı kadını gibi hissederdim çünkü böyle hissettirirdi."
Tugay'ın hareketlendiğini hissettim, vücudum buz kesti.
"Tuhaf, etkileyici, heyecanlı bir ilişkiydi işte. Ama bana bizzat hiçbir zararı olmadı." Boğuk bir nefes verdi. "Olmamıştı, o güne dek."
"Hangi güne dek?" diye sordu savcı.
"Bana sürpriz hazırladı." Ellerimle daha fazla avuçladım elbiseyi ve yanaklarımın kızardığını hissettim.
"Yalan söylüyor," dedi Tugay bir kez daha. Ardından yanımdan bana doğru eğilip, "Sürpriz hazırlamadım," diye mırıldandı. "Ben sürpriz hazırlamayı bilmem Avukat."
"Biliyorsun," diye fısıldadım.
"Sana biliyorum," dedi karşı gelerek.
"Tugay," dedim susturmak istermiş gibi.
"Ona sürpriz yapmadım, yalan söylüyor, söylemeye devam edecek. Şu andan sonra söylediği her şey yalandan ibaret." Gerginliğimi hissetmişti ve gerginliğimin sahiden de bu yalanlara inandığım için olduğunu mu sanıyordu? Bakışlarımı Tugay'a çevirdiğimde endişeyle bana baktığını gördüm. Nasıl olurdu da Derya'nın yalanlarına inanacağımı düşünürdü? Beni delirten bambaşka hislerdi. Kendime bile itiraf edemeyeceğim türden hisler...
"Tugay," dedim gözlerinin içine bakarak. "Ona hiç zarar vermediğini biliyorum, seni tanıyorum."
"O halde neden böylesin?" dedi tamamen bana dönerek. "Neden bu şekilde..." Duraksadı. Nasıl baktıysam anladı, belki de benim bile anlamadıklarımı anladı. Gülümsediğinde rahatlamış gibi bir nefes verdi ve masanın üzerindeki kelepçeli ellerini indirip kimseden çekinmeden elbisemi avuçladığım elimi tutup başını iki yana salladı.
O an yeniden Derya'ya döndüm, bu ana şahitlik edenlerden biri de oydu. Anlamıştı masanın altından ellerimiz görünmese de elimi tuttuğunu.
Derya'nın dudakları öfkeyle kıvrıldı. "Bana sürpriz hazırladı. Doğum günümdü, günlerden dört ağustostu," dedi nefretle. Hatta senesine ve saatine kadar söyleyerek oldukça gerçekçi konuştu. Dehşetle dudaklarım aralandı, az önce doğum günüm olduğunu duymuş, Tugay'ın cümlelerini işitmiş, bana kötü hissettirmek için böyle bir senaryo uyduruyordu. "Evde. Benim evimde. Baş başa. Romantik."
Tugay sağ eliyle sol elimi tutuyordu, Derya konuşmaya devam ederken parmaklarını parmaklarıma geçirdi ve elimin tersini okşadı hafifçe. Başkaları görüyor mu diye bakındım. Hayır, durması gerekiyordu; ben bir avukattım ve o müvekkilimdi... Hayır, durmasın, umurumda değildi hiçbir şey.
"Evet Derya," dedi savcı cesaret vermek ister gibi. "Şu an o sana hiçbir şey yapamaz, korkma ve her şeyi anlat lütfen. Biz daima senin, kadınlarımızın yanındayız. Krallık seninle."
Derya öfkeyle Tugay'a baktı bu kez. "Bana o gün âşık olduğunu söyledi, dans etti benimle, sarhoş olduk. Hayatımın en mutlu günüydü ama sonrasında cehenneme döndü çünkü Tugay'ın gizlediği bir yönü vardı: öfkesi. Kardeşi onun sinir hastası olduğu hususunda beni uyarmıştı ama aptal gibi dinlememiştim. Gecenin ilerleyen saatlerinde otururken bana üniversitedeki eski bir erkek arkadaşımdan mesaj geldi, Tugay o mesajı okumak istedi ama özelim olduğu için izin vermedim. Normal şartlarda bu bir tartışma nedeni olabilirdi ama Tugay çok sinirlendi, oturduğumuz masayı devirdi, ardından bana bağırıp çağırmaya başladı."
Tugay'ın elini daha sıkı tuttum, onu o şekilde hayal bile edemezken nasıl böyle bir hançeri saplardı?
"Mesajı göstermediğim için…" Gözleri doldu. "…vurdu bana. Tokat attı birkaç kez, sonra yere düştüğümde tekmeledi beni." Savcıya baktı. Savcı başını salladığında projeksiyona Derya'nın darp görüntüsü yansıtıldı. Fotoğrafta yanağında kocaman bir şişlik, alnında yara izi vardı. Dudakları ise şişmişti ve morarmıştı. "Sonra da beni öldüreceğini söyledi."
Ağlamaya başladığında vücudum buz kesti, bu nasıl bir kötülüktü?
"Ve o beni öldürmesin diye yalvarmaya başladım. Tugay ise onu sakinleştirmenin başka yönleri olabileceğini söyleyip beni soymaya başladı. Karşı çıktım ama direnemedim, üstümdekileri yırttı, üzerime çıkıp ellerimi tuttuğunda ve ağzımı kapattığında..."
Bir anda ayağa kalkıp ellerimi masaya vurdum. "Yeter!" diye bağırdım. "Bunların hepsi deli saçması! Sadece bir iftiradan ibaret! Tanığın hayal gücü çok geniş!" Kameralar bu kez bana döndü, mahkeme salonunda avazım çıktığı kadar bağırıyordum. "Herhangi bir kanıt olmadan kimse müvekkilimi bu şekilde suçlayamaz!"
Derya daha fazla ağlamaya başladığında hâkim tokmağa vurdu ama savcı, "Mahkemenin kurallarına aykırı davranıyorsunuz Sayın Avukat," dedi kazanç sağlamış gibi. "Lütfen..."
Bizzat Derya'nın yüzüne baktım. "İstismara dair raporların var mı? Raporlar olmasa bile şikâyetin?" Başımı salladım. "Her şeyi geç, kanıtın var mı?"
Derya yutkundu. Ardından, "Beni neyle suçluyorsun?" diye sordu. "Sen de bir kadınsın, bunu..."
"Bir kanıtın var mı?" diye sordum. "Evet, ben de bir kadınım ama inan bana aptal değilim."
"Hayır," dedi. "Evet, yani o zamanki arkadaşlarım, hepsi o halimi biliyor ama doktora gidemedim, utandım, beni korkuttu." Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti, eli boynuna gitti. "Şu an ben ne ile suçlanıyorum? Neler oluyor?"
Hâkime baktım. "Bütün bunlar bir suçlamadan ibaret, hepsi kanıtsız..."
"Arkadaşlarımın hepsi şahit o kötü hallerime!" Derya avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. "Yanında oturan o herif beni dövdü, öldürmekle tehdit etti. Bana tecavüz etti! Bunun adı tecavüzdü! Doğum günümdü ve doğum günümde bana bunu yaptı!"
Mahkeme salonundaki konuşmalar artmaya başladığında annemin sesini işittim. Kendini gizlemeyerek, "Dur artık!" diye haykırdı bana. "Kendini ne hale getirdin?"
Bir adam gür bir sesle bağırdı. "Bu adamın yakılması gerekiyor bir kadına tecavüz ettiği için!"
Başka bir kadın ayaklandı. "Seni kendi ellerimle öldüreceğim! Onu idam edin, onu yok edin!"
Kameralar hangi yöne döneceğini bilemezken insanlar çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Derya hiç durmadan ağlıyor, savcı ise yapay bir şekilde onun sırtını sıvazlıyordu.
O sırada Tugay, "4 Ağustos, Krallık'ın kuruluş tarihi," dedi sakince. Gözlerimi ona çevirdim direkt. Vücudum öfkeden titriyordu ama o son derece sakindi. "Ve ben o gün Krallık için çalışan bir pilottum, yurtdışına uçuşum vardı ve dönüşüm 6 Ağustos'tu. Bütün bunları geçtim, zaten o dönem Derya hayatımda bile değildi." Dudaklarım aralandı şaşkınlıkla. "Bunları şimdi burada beni savun diye söylemiyorum Avukat, senin bilmen yeterli benim için."
"Tugay," dedim acıyla. "Herkesin gözünde..."
"Önemli olan senin gözün," diyerek lafımı böldü.
Başımı iki yana salladım. "Sayın Hâkim," diye bağırdım. "Sizden sadece iki dakika bilgisayar kullanma izni istiyorum, kanıtlarım için."
Mahkeme salonunda sessizlik çökerken hâkim kaşlarını kaldırdı, savcı ve Derya ise birbirine baktı. Kameralar hâkime döndüğünde, "İzin verildi," dedi boğuk bir sesle.
Derya sırf bana kötü hissettirmek için bir senaryo uydurmuştu ama şu an şans bizim tarafımızdaydı ya da kötülük cezasız kalmayacaktı, bilmiyordum. Yalanı kendi ayaklarına dolanacaktı.
Hızla bilgisayarı açıp Derya'nın bahsettiği tarihlere dair araştırmalarıma başladım. Krallık’ın uçuş listelerini karıştıracaktım. Tarihle filtrelediğim sonuçları kaydırırken onun adıyla karşılaştım: Birinci pilot, Tugay Demir Çeviker. O gün Almanya'ya uçmuştu Krallık için. Bakışlarım ona döndüğünde rahat bir şekilde gözlerini kapatıp açtı. Bulduğum kanıt bu kadar da değildi, bir görsel vardı. Eski başkan, Almanya büyükelçisiyle el sıkışıyordu. İşte orada, tam arkada Tugay Demir duruyordu pilot üniformasıyla, ellerini önünde birleştirmişti, son derece sakin ve ciddi bir ifade vardı yüzünde.
Gülerek Derya'ya baktım. "Sayın Hâkim," dedim. "Derya Keçeci yalan söylüyor." Mahkeme salonunda yeniden konuşmalar başladı.
"Yalan söylemiyorum!" dedi Derya ağlamaya devam ederek.
"Söylüyorsun!" diye bağırdığımda korkuyla irkildiğini gördüm. "Sen onlarca tecavüze uğrayan kadının hakkına girerek şu an onursuz bir şekilde böyle ciddi bir konuyu iftirana alet ediyorsun!"
Hızlı bir şekilde bilgisayarı projeksiyon cihazına bağladım, ilk önce liste görüntülendi. "Burada," dedim ekranı göstererek. "4 Ağustos tarihinde müvekkilim Tugay Demir’in Krallık için Almanya'ya uçuş gerçekleştirdiğine dair bilgiyi görüyorsunuz. Birinci pilot olarak." Savcı ağzını açtığında elimle susturdum, ardından görüntüyü açtım. "Ve o programa katıldı. Gördüğünüz gibi orada, eski başkanın hemen arkasında duran benim müvekkilim." Bilgisayarı sertçe kapattığımda Kerem öfkeyle ayaklandı. "Ama sadece bu kadar da değil, isterseniz o zamana ait videolar, gittiği tarihlerle beraber her belgeye ulaşabilirim." Flaşlar patlamaya başladı. "Derya Keçeci yalan söylüyor, müvekkilim ona tecavüz etmedi!"
Buz gibi bir sessizlik mahkeme salonunda gezinirken hâkim boğazını temizleyip Derya'ya ve savcıya baktı. Savcı ise, "Travma…" dedi boğuk bir sesle ama bakışları Kerem'in üzerindeydi. "Günleri tam olarak hatırlamayabilir. O bir kadın ve..."
"Özellikle bir sürprizden, doğum gününden söz ediyor. Nasıl yanlış hatırlayabilir Sayın Savcı?" dedim dişlerimi sıkarak. "Yalancı bir tanık çıkardığınız için sizin de yargılanmanız gerekiyor!"
"Darp görüntüleri!" dedi savcı.
"Kanıtlanamaz!" diye haykırdım heceleyerek. "Müvekkilim bir kadına asla elini kaldırmaz!"
Savcı kaşlarını kaldırdı. "Bu kişisel bir düşünce Eftalya Atalar," dedi beni köşeye sıkıştırarak. "Davanın dışına çıkıyorsunuz."
Yutkundum. "Hayır," dedi Kerem ayaklanıp. "Tam da olması gereken yerde." Hâkime baktı. "Tanık kürsüsüne çıkmayacağım, şu an yaptığım da doğru değil ama Eftalya Atalar beni Tugay Demir Çeviker'le aldattı." Basın bile sarsıldı. "İkisinin arasındaki ilişki bir avukat ve müvekkil ilişkisinin dışında. Bu da her savunmasını geçersiz kılar!"
Hâkim tokmağa vurdu sessizce, susturmak istiyormuş da susturamıyormuş gibi… Kerem, "Eski nişanlım…" derken savcıya baktı başıyla onay vererek. O sırada projeksiyon cihazına Kerem'le fotoğraflarımız yansıtıldı, bu kez gerilme sırasının Tugay'da olduğunu fark ettim.
"Biz çok mutluyken, her şey yolundayken o katille ilişkiye girip beni aldattı. Yetmedi darp edildim bu herif tarafından." Projeksiyon cihazında dönen görüntülerden biri nişanımızdandı. İkimiz yan yanaydık, biri gizli gizli çekmişti. El eleydik, parmağımızda yüzükler vardı. "Söylesenize," dedi seyircilere yönelerek. "Hangi savunması gerçek olabilir ki? Bakın fotoğrafta nasıl gülümsüyor."
O kadar yapay bir gülümsemeydi ki beni azıcık tanıyan biri mutlu olmadığımı hemen anlardı. Öyle ki Tugay, "Nasıl mutsuzsun…" dedi dişlerini sıkarak. "Nasıl mutsuzsun Avukat. Bu kim? Benim Avukat’ımın gülüşünü bile mahvetmişler."
Ben yutkunurken kameralar ve bakışlar bana yöneldi. "Suçlama," dedim kısık bir sesle. İşim konusunda harika yalanlar söyleyebilirken bu konuda başarılı olamadım. "Suçlamadan başka hiçbir şey değil."
Kerem öfkeyle güldü. "Az önce bana dışarıda, şu adamın fahişesi olmayı benimle olmaya yeğlediğini söyledi," dedi. Mahkeme salonunda sesler yükseldi. "Şahitlerim de var."
Hâkimin gözleri bana döndü. "Böyle bir şeyi dile getirdiniz mi Sayın Avukat?"
Şahitleri vardı, kanıtları vardı, az önceki gardiyanlar bile... Gözlerimi kapattım, başımı önüme eğdim. "Söylemek istediğim tam olarak bu değildi," dediğimde sesler yükseldi. "Kerem Karaman pisliğin teki."
Kerem gülmeye başladığında annem ayağa kalkıp, "Seni kullanıyor!" diye haykırdı. "Kadınlığını kullandırıyorsun o katile!"
Bir adam, "Fahişe!" diye haykırdı. "Bir fahişeden avukat olmaz!"
Başka biri, "İkisi de idam edilmeli!" diye bağırdı. "İkisi de yok edilmeli!"
Tugay bir anda ayağa kalkıp adım attığında gardiyanlar kollarından tuttu. O sırada biri Tugay'a, "Aptal olduğunu düşünmezdim," dedi özellikle beni aşağılayarak. "Ama şu an tercihine bakıldığında..." Kalbim kırılmıştı bu cümle yüzünden, elimde değildi. Tugay bu kez de o tarafa yöneldi. Herkesin ağzında benim adım vardı, herkes benim bir fahişe olduğumu söylüyordu, yakılmalıydım hatta onlara göre. Hiçbir şeydim, kadınların yüzkarasıydım. Tugay tarafından kullanılıyordum, çirkindim, ötekiydim.
Çenemi dik tutmaya çalıştım ve o anda Tugay'la göz göze geldiğimizde her şeyin sonuna geldiğimizi anladım. Sadece, "Sakın ağzına açma," dedim. "Sakın savunma beni, yanımda durma, destek çıkma." Omuzları kalkıp inerken dişlerini sıktı. Ufacık bir savunma ikimizin de yenilgisi olurdu. "Bırak fahişe desinler," dedim. Ardından yalana başvurdum. "Alıştırdılar buna. Aksini kanıtlama."
Tugay başını iki yana salladı, gözleri kısılmıştı. O sırada savcı, "Sayın Hâkim!" diye bağırdı. "Derya Keçeci'nin başka bir itirafı daha var." Herkesin bakışları Derya'ya yöneldiğinde aslında mutlak sonun geldiğini görüyordum. İstediğimiz ve istemediğimiz. Olması gereken ve aslında olmaması gereken. Sadece bakıştık ve bu bakışmada bütün sözlerimiz, anlaşmalarımız, planlarımız geçti.
Hâkim izin verdiğinde Derya çenesini kaldırdı, artık sadece öfkeden ibaret gibiydi. "Tugay Demir Çeviker, BL örgütünün kurucusu," dedi. "Ve bir kanıt istiyorsanız sizin için harika bir kanıtım var." Çantasını açtı, bir kâğıt parçası çıkardı ve hâkimin önüne götürdü. "Tugay Demir Çeviker'in kardeşi Giray Pusat Çeviker ölmedi," dedi. "Yaşıyor ve örgütü o yönetiyor, Tugay'ın emirleriyle."
Ve başlıyorduk, her anlamda. Yok oluyorduk, her anlamda. Bitiş ve başlangıç, hemen buradaydı.
Gözleriyle belgeleri işaret etti. "İşte hepsinin kanıtı orada. Defne Tufan'la birkaç ay önce çekilen fotoğrafları da var. Hatta ona ulaşmak isterseniz GPS ile takibini yapabilirsiniz." Bakışları Tugay'a döndüğünde kaşlarını kaldırdı, elinin tersiyle gözlerini sildi. "Bu kez oyun yok, yalan yok, gerçekler var. Sizi köşeye sıkıştıramayacaklar çünkü her şeyi planladım." Gözleri bana yöneldi bu kez. "Boşa bu kadar savunuyorsun, o kaybetti."
Kerem ayaklandı, seyirciler Tugay'ın üzerine atılmak için hamleler yaptı, hatta birkaç basın çalışanı ezildiğinde mahkeme salonu cehenneme döndü. Hâkim mahkemeye iki saatlik ara verdiğinde bile kimse bunu duyamadı çünkü herkes Tugay'ı öldürmek için adımlar atıyordu. O sırada gardiyanlar Tugay'ın kollarına girip benden uzaklaştırdıklarında birbirimizin gözlerinin içine baktık. Aynı şeyi düşündüğümüze emindim: Kazanmak için kaybetmek gerekirdi. Tugay'a karşı Giray'ı kullanacaklardı.
Ve Tugay'ın tercihi bütün hayatımızı belirleyecekti.
10 Ocak 2028
23.35
Tam dört saat. Dört saat bomboş bir odada tek başıma tutuldum. Onu göremedim, onu duyamadım, mahkemeye ara verildiğinden beri yanıma kimse de gelmedi. Saatin kaç olduğunu tam bilmiyordum ama karanlık çökmüş olmalıydı. Bütün sesleri duyabiliyordum, dışarıdaki bağırışları, yuhalamaları, haykırışları, Tugay ismini, kendi ismimi, hatta Giray'ın ismini bile. Ama Tugay'ın sesi gelmiyordu.
En sonunda beni odadan çıkardıklarında ve yeniden mahkeme salonuna götürdüklerinde üzerimdeki cübbenin artık hiçbir anlamı olmadığını biliyordum. Her şeyi biliyordum, her şeyi görebiliyordum ama kalbim öyle bir korkuyla kasılıyordu ki… Bugün doğum günümdü ama bir yandan da ölüm günüm olacak gibiydi.
Salonun önünde duruyordum. Bakışlar, cümleler, hakaretler, her şeyin canı cehennemeydi. İçimden saniyeler saydım ve kırkıncı saniyede onun getirildiğini gördüm, bu kez daha kalabalık bir orduyla getiriliyordu ama onun yüzünde hiçbir şey yoktu. İşkence görmemişti, yürüyebiliyordu. Başını kaldırıp bana baktığında gözlerindeki anlamı... çözemiyordum ama yaklaştıkça daha net görebiliyordum. Görmek beni daha fazla ürküttü çünkü Tugay korkumu hissetmişti.
Kapının önünde durduğumuzda ciddiyetle bana baktı, ben de ona. Tek diyebildiğim, "Emin misin?" diye sormak oldu.
"Eminim," dedi bir an bile şüphe etmeden. "Bu gece yapacağım her şeyden son derece eminim Sevgili Avukat."
"Ama ben değilim," diye fısıldadım. "Tugay…" Ona doğru eğildim dinleyicileri görmezden gelerek. "Bunu istemiyorum."
Salonun kapısı açıldı, ilk önce Tugay’ı, ardından beni çağırdılar. Bu kez avukat kelimesini eklememişlerdi adımın başına. Düz Eftalya Atalar olarak çağrılmıştım.
İçeriye girdiğimizde kimsenin gitmediğini gördüm. Basın hâlâ aynı yerdeydi, kameralar sadece bizi çekiyordu. Derya seyirci koltuğundaydı, yanında oturan Kerem ise büyük bir keyifle bizi izliyordu çünkü biliyordu neler olacağını. Tugay sorgulanırken onun da o odada olduğunu anlayabiliyordum.
Yerlerimize geçtiğimizde hâkim dava dosyasını yeniden açtı, hatırlatmalar yaptı, ardından bakışları bizim olduğumuz tarafa yöneldi. "Eftalya Atalar," dedi. "Hâlâ kâğıt üzerinde avukatı olarak anıldığınız için sormak zorundayım." Hâkimin yüzüne renk gelmişti, keyifliydi. Dünyanın en mutlu haberini almış gibiydi. "Bir savunmanız var mı?" Yutkunup ellerime baktım. Birkaç kez nefes aldım, boğazımı temizledim ve masanın üzerindeki suya uzandım. Ardından da bundan vazgeçtim, zehir vardır diye. "Eftalya Atalar," dedi hâkim. "Bir savunmanız var mı? Yeniden soruyorum."
Öksürdüm, gözlerimi kapattım ve sonra, "Yok," dedim zorlukla.
"Anlayamadım."
"Yok Sayın Hâkim," diye mırıldandım. "Herhangi bir savunmam yok çünkü müvekkilimin benimle paylaşmadığı bilgileri size sunamam." Hâkim inanmamış gibi bana baktı. Vardı, onlarca savunma çıkarabilirdim aslında ama yapamıyordum.
Savcı söze atılarak, "Sayın Hâkim," dedi. "Tugay Demir Çeviker'e birkaç soru sormak istiyorum." Hâkim onayladığında savcının gözleri Tugay'a döndü. "Net ve kendimizden emin gidelim, yargıyı meşgul etmeyelim. Kaç kişiyi öldürdünüz?" diye sordu direkt.
Tugay sırtını sandalyeye yasladı, elleri kucağındaydı, bakışları savcıya yöneldiğinde savcının irkildiğini hissettim. Tugay'ın bakışları basına döndü, flaşlar patladı. Yeniden savcıya baktığında rahat bir sesle, "Saymayı bıraktım," dedi. İşte bu ilk itirafıydı, en serti olarak görülebilecekken aslında en yumuşağıydı. "İnsan bir süre sonra saymayı unutabiliyor. Herkesin başına gelebilir."
Mahkeme salonunda fısıldaşmalar başladığında hâkim sertçe tokmağa vurdu bu kez çünkü her şey istediği gibi ilerliyordu. Savcı yutkundu. "Peki," dedi gözlerini kaçırıp önündeki dosyaya bakarken. "Öldürdüğünüz insanlar arasında Krallık'ın onurlu adamları var mıydı?"
"Hayır," dedi Tugay. "Yani evet, Krallık’ın adamları vardı ama onurlu değillerdi." Güldü ve gülüşü ürpermeme neden oldu. "Hepsi tam bir şerefsizdi." İkinci itiraf. Gözlerimi kapatıp başımı önüme eğdim. Tugay hiç beklemediğim o anda uzanıp elini bacağıma yerleştirdi destek olur gibi. Ama bana mı destek veriyordu, kendi mi destek alıyordu, anlayamadım.
"Kimleri öldürdünüz?" diye sordu savcı.
"Canımı kim sıktıysa onu," dedi Tugay bıkkın bir sesle. Başparmağı, bacağımın üst tarafında daireler çizmeye başladı. O an anladım; destek aramıyor, kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Dokunduğu kişi ise bendim. "Onu, bunu, şunu," dedi, sonra Kerem Karaman'a baktı alayla. "En zevk aldığım Feridun Karaman'dı," diye mırıldandı. "Baban altında iç çamaşırıyla pencereden kaçmaya çalışırken yakalandı Kerem Karaman. Seni ise donsuz koşturacağıma emin olabilirsin."
"Seni piç kurusu," diyerek ayaklandı Kerem.
Hâkim tokmağa vurduğunda ellerim uyuşmuştu, Tugay ise bu kez rahat bir şekilde parmaklarıyla ritim tutmaya başladı. "Neden o insanları öldürdünüz peki?" diye sordu savcı.
"Çünkü bir direniş içindeysen ölüm mutlak finaldir," diye açıkladı. "Ve o insanların hepsi direnişimin yolunda can verdi. Ben istedim ve yok oldular. Hepsinin onursuz olması ortak noktalarıydı. Zaten onurlu biri de…" Seyircilere ve hâkime baktı. "…kendi rızasıyla Krallık'ın götünü yalamaz çünkü nasıl bir pislik olduğunuzu en iyi sizler biliyorsunuz. İçinizde tecavüzcüleri barındırdığınızı, hırsızlarla yaşadığınızı, halktan çaldığınızı, çocukları öldürdüğünüzü, kadınları itibarsızlaştırdığınızı, hatta yaşlıları bakmakla uğraşmayıp zehirlediğinizi..." Kaşları havalandı. "Tüm bunları en iyi siz biliyorsunuz. Nicelerini anlatırdım ama zaman yetmez. Bir de bugünü çok seviyorum, kirletmeyelim daha fazla."
Dudaklarından nefret dökülüyordu artık savcının. "O duvardaki yazılar gibi konuşuyorsunuz," dedi. "Bunlarla bir bağlantınız var değil mi?"
"Belli bir yere kadar evet," dedi. "Belli bir yerden sonra BL örgütünü destekleyenler kendi cümlelerini oluşturdu. Hepsi de hayranlık uyandırıcıydı." Doğruldu ama eli bacağımın üzerinde kalmaya devam etti. "TDÇ imzasıyla atılanları soruyorsanız hepsi benim emrimle yazılan mesajlardı." Gülümsedi, çenesini kaldırdı. "Mahkûmum, telefonum yok, başka nasıl ulaşabilirim değer verdiğim insana?" Güldü. "Bir çeşit kısa mesaj gibi düşünün, hepsi bir kişi için yazıldı." Bazı insanların bakışları Derya'ya yöneldiğinde Tugay daha fazla güldü. "Onun için tek kelime bile yazmadım, yazmam da."
Savcı, Kerem Karaman'a baktı ve sonra Tugay'a döndüğünde, "Eski başkanı siz mi öldürdünüz?" diye sordu.
Tugay hiç düşünmeden, "Evet," dedi. "Ben onu öldürmesem o beni öldürecekti. Adnan Atalar olmasa haberim olmadan kurban edilecektim. Bu yüzden Adnan Atalar daima kalbimde var olacak çünkü şu an yaşıyorsam bu onun sayesinde." Gözlerim kocaman açılırken ona baktım.
"Konunun onunla bir ilgisi yok," dedi savcı. "Asıl konuya dönelim."
"En sevdiğim rengi ve hobilerimi de soracak mısın?" diye sordu Tugay bıkkın bir sesle. "Sadede gel, sıkılmaya başladım senden."
Savcı gözlerini kıstı. "Avukatınız Eftalya Atalar'ın," dedi beni işaret ederek. "Bütün bunlardan haberi var mıydı ya da size ortak mıydı?"
"Hayır," dedi hemen. "Onunla geçirdiğim kısıtlı zamanımı iş konuşarak öldürmek istemem pek."
"Ama o sizin avukatınız," dedi savcı.
"Değil mi?" dedi Tugay. "Benim avukatım, evet."
"Sizin avukatınız ve hiçbir şey bilmiyor mu?"
Tugay'ın kaşları çatıldı. "Konunun avukatımla hiçbir ilgisi yok." Başını salladı. "Renk ve hobilerimin bile konuyla daha çok ilgisi var ama avukatımın yok."
Savcı duruşunu dikleştirdi ve ceketini düzeltti. "Tugay Demir Çeviker," dedi üstüne basa basa. "İkiziniz Giray Pusat Çeviker yaşıyor mu peki?"
Hiç düşünmeden, "Evet," dedi yine. "Ve oldukça sağlıklı. Siz salaklar ise onu senelerce öldü sandınız." Hâkim tokmağa vurduğunda Tugay güldü.
"O halde," dedi savcı öfkesini gizleyemeyerek. "Bütün bunların ışığında, ülkemizi cehenneme sürükleyen, yüzlerce insanın ölmesine neden olan BL örgütünün bir askeri misiniz yoksa onun kurucusu musunuz?"
Tugay elini bacağımdan çekti, ardından masaya yerleştirdiğinde omuzlarını dikleştirdi, çenesini kaldırdı. Flaşlar art arda yeniden patlamaya başladığında gülümsedi, başını omzuna doğru yatırdı. "Ben BL örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker," dedi en büyük itirafını ederek. "Ve Krallık'ı yok edene kadar durmayacağım, susmayacağım, geri adım atmayacağım." Başını salladı, gülümsemesi genişledi. "Sadece benim değil, herkesin özgürlüğü için."
Mahkeme salonunda ayaklanmalar oldu. Yine bağırışlar, hakaretler... Dakikaların ardından yine sakinleştiler. Tugay ise bütün bunlar olurken aynı şekilde durmaya devam etti. Hâkim mahkemeye on dakika ara verip dışarıya çıktı yanındakilerle. Tugay yine aynı şekilde durdu, hareket bile etmedi. Seyirciler küfürler yağdırırken hiçbir hareket yoktu, öyle bir duruyordu ki sanki heykeldi. Her ne düşünüyorsa bunu asla yansıtmıyordu.
Belki de senelerdir içinde tuttuklarının çeyreği az önce dudaklarından dökülmüştü. İtiraflar, gerçek yüzü, suçları, katil olması, savaşı, direnişi... Her şeyiyle ortadaydı; kim olduğu artık sadece benim değil, herkesin gözü önündeydi. Artık gizlemeyecekti ve bu onun için cennet, benim için cehennem olacaktı.
Hâkim en sonunda içeriye girdiğinde mutlak sonu, Tugay'ın ne istediğini, boyun eğdiğim o planı elbette biliyordum ve bu kalbimi sıkıştırıyordu.
Hâkim tokmağı vurdu, boğazını temizledi. "Gereği düşünüldü!" diye bağırdı. Herkes ayağa kalktığında ben ve Tugay oturmaya devam ettik. O oturabilirdi ama ben yanında oturarak tamamen tarafımı belli ediyordum.
Hâkimin gözleri mahkeme salonunda dolaştı. "Sanık Tugay Demir Çeviker'in kendi itirafı doğrultusunda BL örgüt kurucusu olduğu kanıtlanmıştır. Halkı öfke ve kine sürüklemek, ayaklanma başlatmak, Krallık'a zarar vermek, Krallık'ın yönetimindeki, dokunulmazlığı olan insanları öldürmek, eski başkanı katletmek, sadece insanları öldürmek de değil, Krallık'la alakalı her olaya karşı beslediği büyük bir nefretle yasaklı her kuralı çiğnemiştir." Ruhumun vücudumdan ayrıldığını hissettim sanki. "Bütün bunların ışığında," dedi hâkim bize doğru dönüp bakarak. "Hayatını onursuz bir şekilde yaşamaya devam ettiği de gözler önündedir."
Tugay gülmeye başladı, ben ise başımı iki yana salladım. "Bu arada Krallık'tan para da çaldım," dedi Tugay alayla. "Araçlar, evler... Günü geldiğinde halka devretmek istiyorum hepsini. Eksik suç geçmeyin, vardır kıyıda köşede kalan başka suçlarım da. Diğer türlü kalbim kırılır."
Hâkim onu duymazdan geldi. "Yeni düzenlenen Krallık Anayasası’nın yirmi altıncı maddesine göre…" Babacığım, boğuluyorum, nefes alamıyorum, hissediyor musun? Yirmi altıncı madde seni benden aldı, Tugay'ı almasın. Yalvarıyorum. "...mahkûm Tugay Demir Çeviker'in…" Kalbim sıkıştı, bir urgan geçirildi sanki boynuma babamın boynuna geçirilen gibi. Bir iskemle. İdam. İdam. Ölüm. Tokmağı sertçe vurdu. "…ibret için halkın gözü önünde idamına karar verilmiştir!" Tokmağı son kez vurdu, o tokmağın sesi duvarlarda çınlarken son kez buz gibi bir sessizlik mahkeme salonunun içini doldurdu.
10 Ocak 2028, benim doğum günüm ve Tugay Demir Çeviker'in idamına karar verildiği gündü.
İnsanların mutlu olmasını bekledim, alkışlamasını, neşeyle şakımasını ama herkes o kadar şaşkındı ki kimse hareket dahi etmiyordu. Gözlerim zorlukla da olsa Tugay'a döndüğünde o da bana baktı ve o an öyle bir gülümsedi ki… Gözlerim dolmasına rağmen ben de ona gülümsedim. İdamına karar verilmişti, asılacaktı ve bana gülümsüyordu. Gözümden bir damla yaş akarken başımı iki yana salladım, Tugay ise gülmeye başladı. Dışarıdan zafer kazanmış gibi iki insan gibiydik ama aslında kaybetmiştik. Kaybetmiştik ve birbirimize gülümsüyorduk. Hem ağlıyor hem onun yüzüne bakıp gülümsüyordum.
İlk alkış sesi Kerem Karaman'dan geldi, ardından başkaları da ona katıldığında zafer kazanmış gibi herkes sevinmeye başladı. Kimsede hür düşünce kalmadığı buradan belliydi.
"İstediğin oldu," diye fısıldadım acıyla. "Başardın."
"Henüz değil," dedi Tugay. "Henüz en güzel kısmına gelmedik güzelim."
"Daha ne yapabilirsin Tugay?" diye sordum acıyla. "İdamına karar verildi."
"İşte," dedi Tugay. "İdamına karar verilmiş bir adamın yapabileceği en büyük çılgınlığı yapacağım ben de. 10 Ocak'ı ikimiz için de miladımız yapacağım çünkü sen doğdun."
"Ne?"
Tugay başını salladı, ardından bir anda ayağa kalktığında gardiyanlar hareketlendi ama Tugay hemen söze girdi. “İki soru sorman gerekiyordu,” dedi savcıya. "Öncelikle bunu neden yaptığımı sormalıydın ama sizin adaletinizde sadece kendi nedenlerinize yer olduğunu biliyorum." Ben de ayağa kalktım, gözlerimi ona çevirdim. "Fakat diğer soruyu nasıl kaçırırsın? Bu hikâyemin en güzel kısmıyken üstelik…"
Herkes onu dinliyordu. "Neymiş o?" dedi Kerem Karaman diğer taraftan.
"Avukatım," dedi Kerem'e bakarak. "Onun hayatımdaki yeri."
Kameralar bize döndüğünde, "Ne?" diye fısıldadım.
Tugay ilk önce kameralara baktı, ardından seyircilere, savcıya. Derya'ya ise şöyle bir bakıp geçti. En sonunda anneme bakıp, "O benim fahişem değil," dedi üstüne basa basa. "O benim Sevgili Güzel Avukat’ım, kıymetlim ve merak ediyorsanız canımdan daha değerli bir canı var benim nezdimde." Biraz geri çekilip benimle aynı hizaya geldi.
"Ben…" dedi yine kelimelerin üstüne basa basa. "Onun her gözyaşı için bir yangın çıkardım, ülkeyi yaktım. Şimdi olsa bir an bile düşünmem, yine yakarım her yeri." Herkes büyük bir şaşkınlıkla bize bakarken kalbim o kadar hızlı atmaya başladı ki ayakta durmamı sağlayan tek şey tutunduğum masaydı.
"Ben Tugay Demir Çeviker, BL örgütünün kurucusuyum, ben istemediğim sürece kimse bir adım önümde bile duramaz." Gözlerini bana çevirdi. "Sevgili Avukat’ım dışında. O benim önümde durur, ben arkasından onu izlerim." Öyle bir itiraftı ki bu, gözümden yaşlar akarken hangi duyguyu hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum. "İlk önce ben ilikliyorum ceketimi onun önünde ve herkes ilikleyene, hepinizin ona saygı duymasını sağlayana kadar bir an bile durmayacağım. Bu da son itirafım olsun."
Televizyonda herkes bizi izliyordu, dışarıda halk vardı, içeride bizi tanıyan herkes... O kadar kişi... Ülkedeki bütün insanlar...
Mahkemenin içinde yine bir gürültü koptu ve Kerem yerinde duramayıp bize atıldığında adamlar onu tutmaya çalıştı. O sırada seyirciler arasındaki BL destekleyenlerin tek tek ortaya çıkması ve seyircilerle büyük bir savaş vermesi ise sürpriz olmuştu.
"Tugay," dedim zorlukla yutkunarak. O sırada bizi çeken kameraları, insanları bile umursamadan hemen karşımda durdu, kelepçeli ellerini başımın tepesinden geçirdi ve belimden sarılıp beni kendisine yasladı sertçe. Ateşi hissettim, arzuyu ama en çok da ona duyduğum çekimi. Ona susadığımı. Dudaklarıyla dudaklarım arasında bir karıştan daha az bir mesafe kaldığında flaşların patladığını, ne olursa olsun arkamızda kocaman bir savaşın olduğunu biliyordum.
"Tugay," dedim heyecanla, acıyla, huzurla, korkuyla. "Ne yaptın sen?"
Daha sıkı sarıldı, vücudumuz bir bütün halini aldığında alnı alnıma dokundu. "Sen çoktan…" dedi kısık bir sesle, "…sapladın o bıçağı kalbime benim." Konuşurken dudakları burnumun ucuna dokundu, ardından hafifçe eğildiğinde dudakları dudaklarıma denk geldi. Nefes verdi. "En son bu mahkemede sana ne söylediğimi hatırlıyorsun değil mi?" O konuşurken dudakları dudaklarıma dokunmuşçasına ürperdim.
Beni öpmek istediğini söylemişti ve bunu yapacağını. Yutkundum, belimdeki parmaklarını hissettim. Üzerimde avukat cübbesi vardı, onun ise bileklerinde kelepçeler ama onu tam o an delicesine öpmek istiyordum. Saniyeler önce idam kararı çıkmışken üstelik. Benim dün yaptığım o deliliğin üzerine çıkabilecek tek kişi yine oydu, bunu başarmıştı.
"Avukat," dedi Tugay, dudakları çeneme sürtündü bu kez. Ela gözleri, kusursuz burnu, izlerle dolu cildi, kalın dudakları, beni her anlamda mahvedebilecek olan o bakışları. "Yer, zaman, kişiler, kim olduğumuz, hepsinin canı cehenneme. Şimdi beni durdurmazsan ömrün boyunca bir daha durduramazsın. BL örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker, avukatını herkesin gözü önünde öpecek ve bu daha büyük bir yangına sebep olacak. Ya durdur beni şu an ya da izin ver, ne kadar delirdiğimi göstereyim sana."
"Tugay," diye fısıldadım istekle gözlerimi kapatıp. Ellerim onun omuzlarına dokunduğunda parmaklarımın ucunda yükseldim. Mantık yoktu, kalbim vardı; sadece kalbimi hissediyordum. Bir de onu. Tam kalbimde. "Durma, yap şunu. Yap lütfen ve..."
Kısık bir sesle inledi, ardından gözlerini kapatıp hızlı bir şekilde dudakları dudaklarımın üzerine örtüldüğünde cümlemi tamamlamama bile fırsat vermedi. O an vücudumun her parçasının, her zerresinin parçalandığını hissettim sanki. Sıcacık dudakları, tenine zıt bir şekilde yumuşak hissi, benim dudaklarımın üzerindeydi. Sadece bir saniye, bir saniye bayılabileceğimi bile düşündüm ama dudakları hafifçe hareketlendiğinde ve üstdudağı, dudaklarımın arasına yerleştiğinde beni dünyaya sanki yeniden döndürdü ve ben de onu öptüm; bütün o heyecanımla ben de ona karşılık verdim.
Belimdeki parmakları tenime gömüldüğünde kendini bana yasladı ve üzerime doğru eğildiğinde altdudağımı sakince emdi. Üstdudağımdan öptü sonra. Tadımı almak istiyor gibiydi, tadımı sevmiş gibiydi. Bütün o karmaşaya rağmen sakin ama bir o kadar sertti. Dudaklarımın arasından bir inleme döküldüğünde Tugay'ın nefes verdiğini işittim. Eli belimden yukarıya çıktığında benim de elim göğüskafesine indi ve o an kalbinin tıpkı benimki gibi hızlı attığını hissettim. Öpüşü sertleştiğinde ve dudakları tamamen dudaklarımı alt etmeye başladığında nefesi hızlandı. Dudaklarıma ıslaklığını bırakmasının ardından altdudağımı tutup dişiyle hafifçe çekiştirdiğinde biraz daha eğildi bana doğru. Kalçam masaya yaslandığında elleri enseme uzandı, parmakları ise saçlarımdaydı.
Çıldıracaktım. O an onu orada, insanları umursamadan saatlerce öpmek istiyordum. Onu bırakmak istemiyordum; bu ellerime yansıdı ve üniformasını avuçladığımda o da saçlarımı kavradı hafifçe. Bir kez daha inledim, her zerresini hissedebiliyordum. Nefes almak için geriye çekildiğimde, "Tugay," diye fısıldadım ve nerede olduğumuzu, insanların bizi izlediğini, kim olduğumuzu yeniden hatırladım.
Herkese bizi gösterdi. İtiraflarının ardından en büyük itirafını da bana yapmıştı beni öperek. Zaman geçtikçe bana belki de dile döküp itirafını gerçekleştirebilirdi fakat ben şu an, tam da düşündüğüm gibi bir nedenden beni öpmesi için her şeyi feda edebilirdim.
"Tugay," dedim gözlerimi açarak. "Bunu..." Yine konuşturmadı beni ve bir kez daha eğilip öptüğünde bu kez sertçe altdudağımı emdi. Geriye çekildi, ardından bir kez daha tekrar etti bunu, bir kez daha ve bir kez daha. Beni art arda öperken kendimi gökyüzünde hissetmeye başlamıştım, tutkudan çok daha ötede, şehvetin adımlarca ilerisinde.
Nefes almak için çekildiğinde gözlerimin içine baktı ve sonrasında kelepçeli ellerini başımın tepesinden çıkarıp göğüskafesindeki elimi tuttu, avcumun içinden yanık izimden öptü.
Ve yeniden beni öpmek istediğinde onu kollarından tutup çekiştirdiler, Tugay ise öyle büyük bir hisle bana baktı ki kendimi tutamayıp bu kez ben bulunduğum yerden ayrılıp ona atıldım ve yüzünü ellerimin arasına alıp ben onu öptüm. Kollarımdan çekiştirdiler ama onu bırakmak istemedim. Öyle bir öptüm ki onu, ölecekmiş gibi değil, daima yaşayacakmış gibi.
En sonunda beni de çektiklerinde, "Sevgili Avukat," dedi nefes nefese. "Bu hayattaki özgürlüğüm de tutsaklığım da senin ellerinde artık. Bunu hiç unutma." Göğüskafesi kalkıp inerken ve beni izlerken benim de kendime itiraflarım vardı.
Ben Eftalya Atalar, elimde bir bıçak taşımış, tam göğüskafesime yaslamış, kalbimi delip geçeceği anı beklemiştim. Ve o bıçak kalbimi delmişti az önce.
Ben Eftalya Atalar, kendime itiraf edemediğim her gerçek için gün geçtikçe daha fazla delirecektim ama artık itiraf edebiliyordum.
Ben Eftalya Atalar, sahiden de aklını kaybetmiş bir kadındım. Hayatımın yazılı olduğu defterde bugünden sonra her cümlenin bir sonraki cümlede neler olacağı tahmin edilemeden yazılacağını biliyordum ama bu kadarı çok fazlaydı. Beklemek imkânsızdı.
Ve ben Eftalya Atalar, aklımı tamamen kaybettim, sebebi ise kalbimdi. Korkak değil, aslında cesur olan kalbimin nerede olduğunu bilmesem de artık ne için attığını biliyordum.
Paragraf Yorumları