Tugay Demir Çeviker'in Giray Pusat Çeviker'e yazdığı mektup...
BL örgütünde sadece iki kişinin canı kalbimle beraber atıyor. Biri sensin, öz kardeşim, ikizim. Sana bir şey olursa bu benim de ölümüm demektir; canın her şeyim.
İkinci kişi ise avukatım, Eftalya Atalar. O ölürse ben de ölürüm. Kural bu, gerçek bu, olması gereken bu. Canım için savaş vermeyeceğim ve boyun eğeceğim tek olay avukatımın ve senin ölümündür.
Ve beni böyle bir şeyle karşı karşıya bıraktığın, avukatımın canının yanmasını engellemediğin, avcunda bir yanık izi oluşmasına neden olduğun, çiçekleri yanarken akıttığı her gözyaşı için önce kendi adıma, sonra senin adına suçluluk duyuyorum.
Bir savaştayız, bu savaşta her şeyi kaybetmeyi göze alabilirim ama göze alamayacaklarım var; bunu fark et çünkü aynı hata tekrar ederse dönüşeceğim kişiden ben bile korkuyorum.
Senden üç isteğim olacak.
Birincisi, Sevgili Avukat’ımın akıttığı gözyaşı kadar parti binası patlatılacak. Bu da on iki parti binası demek.
İkincisi, Çevik arazisinde iki gün içinde kocaman bir bahçe hazırlanacak, her detayı düşünülecek. Seneler önce avukatıma aldığım o hediyeyle verilecek bahçesi ona. Evet, aldığım o elbiseyle. Bahçenin hemen yanına tamamen korunaklı bir ev dikilecek. Bahçeye ise Eftalya Çiçeği adı verilecek. Evet, Eftalya Çiçeği.
Üçüncüsü, bütün duvarlara Eftalya'nın anlamının çiçekten geldiği kazınacak ve insanlara bu aşılanacak. Örgüttekiler de aksini iddia etmeyecek, bu da yeni kural.
Duvara yazılan her cümlede sadece BL imzasını kullanıyoruz ama avukatımla ilgili olanların altında bizzat benim imzam yer alacak. Krallık da, halk da, karşı gelenler de, destekleyenler de bilecek ki ben Eftalya Atalar'ın arkasındayım, önündeyim ve yanındayım.
Kafandan geçen cümleleri duyabiliyorum kardeşim. Onları sustur, yasaklar hâlâ geçerli.
En azından sizin için.
Avukatıma iyi bak ve ona kendine iyi bakmayı öğret.
Yakın zamanda karşılıklı viski içmek dileğiyle. Seni özlüyorum.
İkiz kardeşin,
Tugay Demir Çeviker
Eftalya Atalar
Kurak topraklarda çiçek açar mıydı? Kalbim sanki kurak bir topraktı da Tugay kalbimde bir çiçek açtırmıştı ve ben kalbimin kurak olduğunu onu tanıyana kadar bilmiyordum.
Ondan etkilendiğimi ya da karşı konulmaz bir şekilde ona çekildiğimi elbette inkâr edemezdim fakat aklı başında bir kadınken aklımın başından gittiğini hissetmek hazırlıksız yakalandığım bir durumdu.
Her duyguya direnç gösterebilecek biriyken içimdeki duyguya direnç gösteremiyor olmam benim yanlışım mıydı yoksa benim dışımda her kim olursa olsun Tugay'a aynı duyguları mı hissederdi, bilemiyordum.
Hayat gerçekler ve hayaller diye ikiye ayrılırdı. Tugay Demir Çeviker de bunların tam ortasında durup bana bakıyor gibiydi. Onun bir suç kralı olması, mahkûm olması, ülkenin yarısının ondan nefret etmesi, gözü kara kişiliği, korkusuzluğu, tek hamleyle ülkeyi yangın yerine çevirebilmesinden oluşuyordu bu gerçekler ve hepsi Tugay Demir Çeviker'in zararlı bir adam olduğunu haykırıyordu.
Hayalleri ise seram yandığı için hediye edilen çiçeklerle elbiseler, atılan kahkahalar, her şeye rağmen savaşta sırt sırta vermek oluşturuyordu. Yaşanan her güzellik de hayal olarak nitelendirilebilirdi çünkü yaşadığımız dünyada bütün bunlar hayalden ibaretmiş gibi görünüyordu.
Öyle imkânsızdık ki ve öyle zorduk ki…
Avukatlığımın, onun mahkûmluğunun ve suçlarının yanı sıra bir savaşın ortasındaydık. Bir adım öncesi hayaller olduğunda bir adım sonrası gerçeklere açılabiliyordu. Bağlılıklarımız bir süre sonra canımızı yakacaktı, hisler bir süre sonra yozlaşacaktı. Yaşadıklarımız ağırlaşacaktı, biz tükenecektik.
Bu savaşı bir gün Tugay kazanabilirdi ama bu savaşta kayıplar vereceği de kesindi ve bir savaşın ortasında hissedilen bütün duygular da o kayıplarla yok olup giderdi.
Fakat karşı koyamıyordum. Ona karşı koyamıyordum.
Ve artık kendimi de engelleyemiyordum.
Bu bana karşı nazikliğinin, hediyelerinin, direnişinin, dokunmasa da hissettirdiği dokunuşlarının çok ötesindeydi. Tugay Demir Çeviker kaderimmiş gibi değil, kaderimi belirleyecek o kişiymiş gibi hissediyordum. İnsanın kaderinden kaçamayacağından emindim.
Örgüte ait olan köşkteki salondaydım, o büyük masada tek başıma oturuyordum. Vakit sabaha karşıydı ve Tugay'ın hediyesini almamın üzerinden tam bir gün geçmişti. Kalbimde hâlâ yanmaya devam eden seramdaki o yangını söndürüp neden olduğu her şeyi –bunu ben istemiştim, onu suçlayamazdım– öyle güzel affettirmişti ki geriye sadece avcumdaki o yanık izi kalmıştı.
Ve o bir kez daha öperse bu yanık da iyileşir gibi geliyordu.
Herkes uyuyordu ama benim gözlerime uyku girmiyordu. Gözlerimi kapattığımda sadece onun yüzü canlanıyordu ve kalp atışlarım hızlanıyordu. Birini düşünerek uyumaya çalışmak uyku kaçırabilirdi. Bense onu düşünmekten öte artık zihnimde yaşatmaya başlamıştım.
Tugay Demir Çeviker mektubunun sonuna mahkûmun yazmıştı ve aklıma, Mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz, cümlesi gelmişti fakat bunun dışında, Bir kadına mahkûm olmak çok acınası, dediğini de hatırlıyordum.
Benim uykularım onu düşünürken kaçıyordu. Peki onun uykularında ben var mıydım?
Saatlerdir bütün haberlere, hakkımızda yazılan her şeye bakmıştım. On iki parti binasının patlaması büyük ses getirmişti, herkes Tugay'ın acımasızlığını konuşuyordu, onu destekleyenler bile korkuyordu. Krallık uzaktan çalışma sistemi başlatmıştı çünkü başka bir patlama olmasından korkuyorlardı. Başkan sessizdi, sadece yazılı bir bildiri yayınlayıp bunun terör saldırısı olduğunu söylemişti. Krallık kendisinin sebep olduğu birçok olayın üstünü bu şekilde örterdi. Elbette kimse inanmamıştı.
Bu kez üzerini örtemeyecekleri kadar ortalık karışmıştı. Halk sokağa çıkma yasağını umursamadan ellerinde silahlarla barbarlık yapıyordu. Hem Krallık'ı destekleyenler hem desteklemeyenler. Ölümler başlamıştı, insanlar inandıkları şeyler için savaşıyordu. Haber kanalları durmadan son dakika haberleri geçiyordu, dış ülkeler bizim için barış mesajları yayınlıyor ama herhangi bir yardımda bulunmuyordu.
Önceden insanlar sosyal medyada açıkça düşüncelerini yazmaya çekinirken artık çekinmemeye başlamıştı; hapse girmeyi bile göze alıyorlardı. Yasaklanan kitaplardan replikler paylaşıyorlardı, sokaklarda müzik açıp yasakları çiğniyorlardı.
Ve basına yayılmasa da Krallık kendi adamlarına o insanları öldürtüyordu.
Fakir halk zenginlerin evini yağmalamaya başlamıştı. Marketler birkaç günlüğüne açılmayacaklarını duyurmuştu ama çoktan camları patlamış, bütün mallar çalınmıştı.
Krallık’ın bütün bunlara bilerek izin verdiğine emindim. Eninde sonunda o insanlar için yasa çıkarıp hepsini resmi gerekçelerle öldüreceklerdi.
Tugay Demir Çeviker tek koluyla Krallık'a başkaldırıyor, biz mi başkaldıramayacağız? Yarın saat 13.00'da herkesi Meydan'a bekliyoruz.
BL örgütü olmasaydı nefes bile almayacaktık. O örgüte minnettarım.
BL örgütü liderinin yanarak can verdiğini görene kadar rahat bir nefes alamayacağım. Serbest kalsa bile yaşayabileceğini mi düşünüyor? Krallık çok yaşa! Başkan, sen çok merhametli bir lidersin. Başımızdan eksik olma.
Sıra benim hakkımdakilere gelmişti.
Tam on beş saattir Avukat Eftalya Atalar'ın adı gündemden düşmüyor. Acaba bütün bunları okuyup ne düşünüyor? Bu nasıl cesaret azizim...
Eftalya Atalar fahişenin önde gideni. Senelerdir örgütleymiş ve Krallık'a ajan olarak sızmış.
Bunun altında komik bir yorum vardı: Tugay Demir Çeviker bu, boru mu? Bazen sadece Eftalya Atalar olmak istersin...
Ben o avukatın zorla tutulduğunu düşünüyorum. Hiçbir açıklama yapmıyor, kurucunun arkasında bile durmuyor.
Adnan Atalar'ın kızını koynuna alan Krallık mallığı var üzerimde...
Can yakıcı yorumlar da vardı.
Bu avukatın lekeleri ne ayak?
Daha güzel bir avukat olsaydı kurucuyla yakıştırırdım ama yok, olmaz bunlardan bir şey...
Aptal aptal aşk romanları mı yazacaksınız? BL örgütünü kuran adam o kadar salak mı?
En can yakıcı olansa şuydu: Bu savaşı kaybedecekler. Hem avukat hem de kurucu cehennemin dibini boylayacak. Krallık daima yaşayacak.
Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladım ve e-postalarıma girdim. Resmi e-posta hesabım mesajlarla dolmuştu. Yarısı destekliyor, yarısı ölmemi istiyordu. Üzerimde öyle bir baskı vardı ki her mesajı açmaya girdiğimde ellerim titremeye başlamıştı çünkü sevginin yanındaki nefret her zaman daha korkutucu olabiliyordu. Bir adam durmadan bana önce tecavüz edip beni yakacağını ve küllerimi Başkan'a sunacağını söylüyordu.
Hızla e-posta hesabımdan çıkıp özel e-posta hesabıma girdim ve babamla görüşmek için gönderdiğim e-postaya cevap gelip gelmediğini kontrol ettim. Üçüncü kez aynı yanıt gelmişti.
Babamla görüşmem resmi bir şekilde yasaklanmıştı. Yasalar değil, kurallar böyleydi ve Krallık’ın kuralları yasalardan elbette daha büyüktü. Sadece görüşmem yasaklanmamıştı, hakkında haber almam dahi yasaktı. Yaptırımları can yakıcı olacağından ulaşmayı deneyemiyordum çünkü biliyordum, telefonlarım dinleniyordu.
Elimi saçlarımdan geçirirken nefes verdim ve göğsümde sıkışan o acıyı görmezden gelerek bir kez daha babamla görüşmek için talep gönderdim, sözümü çok dinleyeceklermiş gibi yasalardan da bahsederek.
Tam e-posta hesabımdan çıkacağım sırada bir e-posta daha geldi.
Konu: Tugay Demir'le görüşme talebi
Gönderen: Derya Keçeci
Kaşlarım çatıldı, bu e-posta adresim genelde Krallık belgelerinde geçen adresimdi ve Krallık’a yaranmak için nefret maili atan avukatlar-dan başka kimse yoktu.
Hemen bu e-postayı açtım.
İyi sabahlar,
Size ulaşmak için elimden gelen her şeyi yaptım ve sonunda bu e-posta adresini buldum. Öncelikle rahatsızlık verdiğim için üzgünüm.
Ben Derya Keçeci, Tugay Demir'in çok eski bir tanıdığıyım. Beni yanlış anlamayın, gazeteci değilim. Zaten Tugay'a bahsederseniz beni tanıyacaktır.
Onunla görüşmek ve son bir kez konuşmak istiyorum. Bu isteğimi yerine getirirsiniz çok mutlu olurum çünkü çok önemli bir konu.
Teşekkür ederim.
Saygılar.
Kaşlarımı o kadar çatmıştım ki alnım acımaya başladığında serbest bıraktım ve e-postayı birkaç kez daha okudum. Bir fırsatçı mıydı? Hayran? Düşman? Dost? Değilim demesine rağmen gazeteci de olabilirdi.
"Günaydın."
İrkildiğimde elimdeki kahve bardağı sarsıldı. Bakışlarımı kapıya çevirdiğimde Giray'ın girdiğini gördüm. Altında siyah bol bir eşofman vardı, üstünde ise siyah bir atlet. Uykudan yeni uyandığı için baygın bakıyordu ama beni gördüğünde yaşadığı şaşkınlık ortadaydı. "Erken uyanmışsın."
"Hiç uyumadım," dedim bilgisayar ekranını indirip ona dönerek. "Bir süre de uyuyabileceğimi sanmıyorum."
Giray başını sallayıp kendine kahve doldurdu. "Seni uyutmayan nedir Avukat?" diye sordu karşımdaki sandalyeye otururken. "Yoksa rahat ettiremiyor muyuz?"
Gülümsemeye çalıştım. "Hayır, sizinle alakalı değil. Genel olarak neler olacağını düşünmekten uyuyamıyorum. İç savaş çıktı. Bu kez gerçek bir iç savaş hem de. Hastaneler bile doldu."
"Hımm," dedi Giray umursamaz bir sesle, ardından kahvesine baktı. "Olur öyle ya."
Dudaklarım aralandı, ardından bilgisayarı işaret ettim. "Keşke sizin kadar rahat olsaydım ama olamıyorum. Birkaç saat sonra neler olabileceğini düşünmeden edemiyorum. Bütün ülke bizi konuşuyor. Krallık bu kadar sessizse çok kötü olaylar çıkaracağı içindir. Kerem Karaman için de geçerli. En sessiz kalan da o." Giray kahve bardağına bakmaya devam etti. "Bütün bunların olacağını göze almıştınız değil mi?"
"Ne bekliyordun ki?" dedi bana bakarak. "Sadece ülkenin değil, dünyanın bile konuştuğu bir adamın avukatısın. Bu yola isteyerek ya da istemeyerek girdin ama sonuç olarak buradasın. Ölsek de kalsak da bu yolun sonunu görmeye çalışacağız. Birbirimizi korumaktan başka çaremiz yok." Sesinde endişe ya da öfke yoktu. "Merak ediyorsan benim de istediğim hayat bu değildi ama görüyorsun ya buradayım."
Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığımda, "Babamla görüş yasağım var," diye mırıldandım. "Sadece görüş yasağı da değil, iyi olup olmadığını bile öğrenemiyorum. Ben bu yola babam için savaşmak üzere çıktım ve şimdi onun için savaşamıyorum bile. Ne yapacağım?"
Giray duraksadı, ardından elindeki bardağı masaya koydu. "Zaaflarından vuracaklar elbette Avukat," dedi. "Ne bekliyordun? Adil bir dövüş mü?"
"En azından bir çaresi olabilir diye düşünüyordum." Bakışlarımı yere indirdim. "Kardeşimi bile almaya gidemiyorum ona ne cevap vereceğimi bilmediğimden."
Giray derin bir nefes aldı, başını hafifçe eğdiğinde göz göze geldik yeniden. "Görüş ayarlayabileceğimi sanmıyorum ama iyi olup olmadığı hakkında gün içinde sana haber veririm, olur mu?"
Gülümsedim, bu kez içtendi. "Teşekkür ederim," dedim, ardından bilgisayara baktım. "Bu arada Derya diye birini tanıyor musunuz?"
Giray kahve bardağını yeniden alırken donakaldı. "Derya Keçeci mi?" diye sordu direkt.
"Evet." Kahvesini içmeden yeniden masaya bıraktı. "Ne oldu? Örgütten biri miydi?"
Giray saçlarını karıştırdı, dağınık olan saçları daha fazla karıştı, sonra ensesini ovaladı. "Örgütle alakası yok," dedi birkaç saniye sonra ve boynunu çıtlattı. Gerilmişti. "Tugay'la alakası var."
Kaşlarım havalandı ve dikkatli bir şekilde ona baktım. Hareketlerinden tedirginliği okunuyordu. "Ah," diye mırıldanırken ellerimi koyacak yer bulamadım. "Özel biri mi?" Beni onayladı. Bakışlarımı kaçırdım, masanın üzerindeki bardağı ittirdim. "Yani sevgilisi mi? Öyle biri mi? Tugay hayatında kimsenin olmadığını söylemişti, o yüzden bunu bilmiyordum. Bilseydim sormazdım."
Bilgisayarın yanındaki Tugay'a ait dosyaları düzeltmeye başladım. "Bana ulaşmış, Tugay'la görüşmek istiyormuş, önemliymiş. Ne bileyim ben sevgilisi olduğunu. Sevgili." Güldüm, ardından kaşlarım çattı. "Keşke yalan söylemeseydi."
Giray gülmeye başladığında gözlerim ona döndü. Bakışlarımı gördüğü anda daha fazla gülmeye başladı. "Hayatımızda böyle bir pembe dizi eksikti," dedi gülmeye devam ederken. "Zaten yeterince boka batmamıştık amına koyayım, bir de bu çıktı. Harika gerçekten."
"Ne?"
"Çok komiksin şu anda." Bardağıyla bardağıma vurdu. "İç savaş çıkmış ama senin dertlere baksana Avukat."
"Ne demek istiyorsun ya?" diye sordum öfkeyle. "Bana yazmış, görüşmek istediğini söylemeye cüret etmiş. Ben de sana sordum. Sevgilisiyse size ulaşsaydı."
Giray daha fazla güldüğünde öfkeyle ayağa kalktım. "Tamam tamam," dedi ellerini kaldırarak. "Sevgilisi falan değil. Tugay sence şu an öyle durumlara vakit ayırabilir mi?" Kaşları kalktı. "Gerçi bir çiçek bahçesine vakit ayırabiliyor ama."
Kollarımı önümde bağladım. "Kim o zaman?"
"Eski sevgilisi," dedi Giray da ayağa kalkarak. "Hapse girmeden, hatta bu örgüt kurulmadan önce hayatındaydı. Tek ciddi ilişkisiydi ama seneler önce bitti. Birkaç kez görüşe gittiğini biliyordum ama sana yazması tuhaf olmuş sahiden."
Alayla nefes verdim ama bir şey söylemeden önce zihnimi susturmam gerekiyordu. "Neden ayrıldılar?" diye sordum direkt.
"Bu Tugay'ın özeli."
Umursamaz bir şekilde, "Eskisiyse neden görüşmek istiyor?" diye sordum. "Yani ajan olabilir mi? Tugay onu gerçekten sevdiyse veya hâlâ seviyorsa zaafıyla oynamak istiyor olabilir..." Giray yine alayla bakmaya başladı. "Şöyle bakmaktan vazgeç."
"Avukat," dedi son heceyi uzatarak. "Bunları Tugay'a sormaya ne dersin? Eminim sana harika cevaplar verecektir."
Ya verdiği o harika cevaplar aklımdan geçenler gibi olursa? Ya onun adını duyduğunda ifadesi değişirse, heyecanlanırsa ya da görüşmeyi kabul ederse? Ya zaafıysa? Aralarında büyük bir ilişki yaşanmasaydı, kadın seneler sonra görüşmek istemezdi, öyle değil mi? Ya Tugay onu hâlâ seviyorsa? Tugay onu ne kadar sevmişti? Daha önce hiç âşık olmadığını söylemişti, ciddi olduğunu düşünmüştüm ama beni mi kandırıyordu?
Kalbim kasıldı ve midemde buruk bir his canlandı. Ağrı gibi.
"İyi misin?" dedi Giray elini sallayarak. "Dünyaya dön Avukat."
Başımı salladım, altdudağımı yediğimi canım acıdığında fark ettim. Önüme gelen saçımı arkaya attığımda dosyaları bilgisayarın üzerine koydum. Ardından Giray'a, "Biraz uyuyayım," diyerek konuyu geçiştirdim. "Öğlen Tugay'ın yanına gideceğim."
Giray'ın beni izlemeye devam ettiğini fark ettim. "Bahçe ve ev için teşekkür etmem gerekiyor. Vicdanını rahatlatmak için bu kadar büyük bir hediye vermesine gerek olmadığını söyleyeceğim."
"Vicdan mı?" diye sordu. "Senin için yaptıklarının vicdanla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Tugay genel olarak sürprizlerden nefret eder. Ne alır ne verir; katı kuralıdır." Başımı kaldırıp ona baktım. "Ama senin için bir ev dikiyor."
"Nasıl yani?" diye sordum. "Sürprizlerden hoşlanmıyor mu?"
"Hayır," diye yanıt verdi. "Kendi planı dışında gelişen her şeye karşıdır. Kasım 29 doğum günüydü, Kasım 28'de kendini hücreye kapattırdı. Zaten kutlayamazdık ama denememizi de engelledi." Dudaklarım aralandı. "Sana yaptığıyla kendi kuralını çiğnedi."
Öyle bir nedendir ki hiçbir yasağı dinlemez, diyen sesi kulaklarımda çınladı.
"Kurallara bu kadar karşı gelen bir adamın kendine ve çevresindekilere bu kadar kural koyması ne kötü," dedim çenemi kaldırarak. "Birinin de ona başkaldırması gerekiyor bence."
Giray başını omzuna doğru yatırdı. "Aklından ne geçiyor?"
Bilgisayarı ve dosyaları yeniden masaya bıraktım. "Tugay ne sever?" diye sordum. "Normal hayatında yani? Özgürken." Son kelime canımı acıtmıştı. "Nelerden keyif alır?"
"Avukat," dedi Giray işaretparmağını kaldırarak. "Ona hediye vermek istiyorsan..."
"Söylesene," dedim üzerine giderek. "Bana neleri sevdiğini söyle."
O an Tugay'ı bütün bu karmaşaların ortasında tanımaya bile fırsat bulamadığımı fark ettim. Normal bir gününde ne yapardı? Bunu merak ediyordum. Tugay'ı delicesine tanımak istiyordum.
Giray düşündüğümden uzun bir süre düşündü. Ardından daha fazla canımı acıtarak, "O kadar uzun süredir özgür değil ve o kadar süredir boka batmış durumda ki onu normal biri gibi düşünemiyorum," dedi.
Yutkunup içim acıyarak ona baktım. "Öyle söyleme," dedim. "Mahkûmiyetine rağmen normal bir insan gibi yaşamaya çalıştığına şahit oldum, bunu kaybetmek istemiyor." Benimle gökyüzünü paylaştığı günü hatırladım, yüzündeki o canlı ifadeyi, keyfi, hissettiklerini. "Ve imkânsızlıkların ortasında imkân yaratmakta onun üstüne yok." Sesimdeki hayranlığı gizleyemiyordum. "Bir kereliğine ben de bunu yapabilirim, hem sürekli o bana bir şeyler verecek değil ya. Kızarsa ya da tepki verirse..." Bu ihtimal kırıcıydı. "Her neyse, söylesene Giray, düşün."
Giray kahveyi kafasına dikti. Ardından parmaklarıyla şakaklarını ovalayarak, "Ona ne verebileceğini düşünüyorum," dedi. "Basketbol oynamayı sever, koşmayı, film izlemeyi, gezmeyi, uçmayı, piyano çalmayı..."
"Tugay piyano mu çalıyor?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Evet." Başını salladı. "Annem çalıyordu, ona da bana da öğretti. Ben sıkıldığım için bıraktım, Tugay devam etti." Ellerine baktı. "Gerçi şu an çalabilecek durumda değil, pilotluğunun yanında piyano çalabilmesi de imkânsızlaştı."
"İmkânsızlıklar imkân dahilinde," diyerek hızlı bir yanıt verdim, ardından hevesle gülümsedim. "O halde müzik dinlemeyi de seviyor." Giray onayladı. "Sevdiği bir şarkıyı ya da grubu biliyor musun?"
"Ona bir konser bileti mi vereceksin?" diye sordu. "Bu da imkânsız çünkü yasaklandılar."
"Hayır," dedim heyecanla. "Konseri ona götüreceğim, ona şarkıların yasaklandığı bu ülkede müzik dinleteceğim. Kuralları hiç edeceğim."
Giray'ın dudakları aralandı. Cesaretime mi, durumun imkânsızlığına mı yoksa başka bir şeye mi şaşırdığını bilmiyordum ama dudaklarını tekrar kapattı. "Bir fikrim var," dedi geriye doğru adım atıp. "Beni takip et."
Heyecanla gülümsediğimde başıyla işaret verdi. Birlikte salondan çıkıp merdivenleri çıkmaya başladık. "Giray?” dedim heyecanlı bir sesle.
"Efendim Avukat?"
"Evde iki kilo mandalina var mıdır?"
"Ne?" Merdiven basamaklarında durdu ve bana baktı. Ardından hızla devam etti. "Marco'yla tanışmışsın."
Başımı salladım. "Bana iki kilo mandalina bul. Çok önemli."
***
Güneş kış mevsiminde olmamıza rağmen bugün parlak bir şekilde gökyüzündeki yerini almıştı ve hiç uyumadığım halde kendimi iyi hissediyordum; insanlar bu duyguya ne derdi bilmiyordum ama ben heyecan diye nitelendirirdim.
Giysi dolabının karşısında iç çamaşırlarımla dururken valizden çıkardığım bütün o koyu kıyafetlerin asılı olduğunu gördüm, bunu ben yapmıştım. Siyah elbise, koyu mor elbise, kahverengi elbise, bir siyah elbise daha, lacivert takım, siyah takım, siyah pantolonlar, ceketler, gömlekler. O kadar ciddi kıyafetlerdi ki hepsi annemin o hep bahsettiği kadın(!) gibi giyinen Eftalya Atalar'a aitti.
Ve şimdi fark ediyordum, çocukken de renkli kıyafetlere annem hiç alıştırmamıştı beni. Renkli tokalar, renkli etekler, fırfırlılar... Hiçbiri yoktu. Milletvekilinin kızı olduğum için daha düz kıyafetler giyerdim. Gerçi bir dönem çok kilolu olduğum için annem sadece siyah giyinmemi söyleyerek beni aşağılardı ama üzerimde bıraktığı etki yine inanılmazdı.
Annem bu süreçte bana on sekiz mesaj atmıştı. On ikisi öfke doluydu, dördünde kendini acındırıyordu ama dikkatimi sadece iki mesaj çekmişti.
Sen hiçbir zaman onlar gibi olamazsın, diyordu. Cesaretin yok, seni tanıyorum.
Diğer mesajda da, Korkaksın sen, günün sonunda yine kaçacaksın Eftalya ama ben kollarımı açmayacağım, diyordu.
Büyük ihtimalle basından kaçtığım görüntüleri izlemişti. Bunun hem ona hem Krallık'a inanılmaz keyif verdiğine öyle emindim ki.
Bakışlarım dolabın soluna kaydı, tam sol tarafta diğerlerinden ayrı bir askıda Tugay'ın bana aldığı beyaz çiçekli elbise duruyordu. Örgütün başına geçmeyi kabul ettiğimde giymemi istemişti ama henüz bu konuda bir karara varabilmiş değildim. Örgütün başına geçmek istemiyordum. Çünkü bu kadarının bana bile fazla olduğunu düşünüyordum.
Ama artık o koyu kıyafetleri de giymek istemiyordum. Krallık yanlısı, korkak, kendisiyle problemleri olan ve kendisini gizlemek için elinden gelen her şeyi yapan Eftalya Atalar'ın koyu kıyafetlerine elim gitmiyordu. Çünkü ne istediğimi artık anlayabiliyor, kendi isteklerime artık saygı duyabiliyordum. O kadar çiçekli elbiseyi boşa almamıştım, ben onları istiyordum. Aslında yansıttığımdan çok daha farklı olduğumu biliyordum.
Dolabın kapağını sertçe kapattığımda ve hızlı adımlarla valize ilerlediğimde hiç çıkarmadığım ve giymeyeceğime emin olduğum çiçekli elbiseleri çıkardım. O kadar azını almıştım ki yanıma, bu bile canımı sıktı ama elime ilk gelen elbiseyi kaldırdığımda gülmeye başladım. Bu elbiseyi aldığımı Kerem de görmüştü ve bana hiçbir şekilde yakışmayacağını söylemişti. Sen avukatsın Eftalya, böyle ciddiyetsizliklere gerek var mı?
"Siktir git Kerem Karaman," diye mırıldanıp açık sarı, üzerinde mavi çiçekleri olan elbiseyi bir an bile düşünmeden üzerime geçirdim ve en büyük tabumu kırdım. Krallık'ın, insanların, hatta kuralların ne söylediğinin bir önemi yoktu. Annemin söylediklerinin ise hiç yoktu. Ben ne istersem onu yapardım ve ne istersem onu giyerdim.
Ayaklarıma köşede duran krem çizmeleri geçirdikten sonra aynaya yöneldim ve saçlarımı geriye doğru attım. Elbisenin kolları uzundu, boyu ise kısa. Anneme göre bir avukata yakışmayacak kısalıktaydı. Kalp şeklinde dekoltesi vardı ve göğsümdeki o çoğu insanın tiksinerek baktığı beyaz leke apaçık ortadaydı. Boynuma doğru tırmanmaya başlamıştı. Biraz daha ilerlerse yüzüme, belki de kirpiklerime kadar gelecekti. Kötü bir görüntü müydü?
Aynaya biraz daha yaklaştığımda kumral saçlarımın arasında da beyaz tutamlar gördüm.
Bu şu an umurumda değildi, yarın umurumda olabilirdi belki ama şu an umurumda değildi. Boynuma kadar uzanan ve tenimden daha açık olan o beyaz lekeler, üzerinde duran yarım ay damgası... Gizlemeyecektim. Tugay ensesindeki o damgayla yaşayabiliyorsa ben de bununla yaşayabilirdim.
Saçlarımı taramaya başladığımda yeni duştan çıktığım için burnuma o güzel şampuan kokusu geliyordu. Dudaklarımı renklendirip rimel sürdüm, makyajı düşündüğümden fazla yaptığımda gülmeye başladım.
Tam o esnada kapı çaldı. "Gir," dedim keyifle. Birkaç saniye sonra Sinan başını eğip içeriye baktı ve beni aynanın önünde gördüğünde bakışlarını kaçırdı. Ardından bir kez daha baktı, gözleri kocaman oldu. "Sinan," dedim sargılı koluna bakarak. "Odana geldim ama uyuyordun."
"İlaçlar," dedi şaşkınlıkla bana bakarak. "Çok uyu…" Boğazını temizledi. "Çok uyutuyor." Beni süzdü birkaç kez, sonra içeriye geçip kapıyı kapattı. Eşofmanlarıyla duruyordu, benimle gelmemesi konusunda savaşamayacağı için mutluydum.
"Neden öyle bakıyorsun?" diye sordum, masanın üzerindeki eldivenlere ilerleyerek. Onları da takacaktım, özellikle timsah simgesi olanı. Kıyafete yakışıp yakışmaması umurumda bile değildi.
"Çok…" dedi doğru kelimeyi bulmaya çalışarak. "Çok farklı görünüyorsun. Seni ilk defa böyle görüyorum." Kaşları çatıldı, elini saçlarından geçirdi. "Çok renklisin, parlaksın." Birkaç kez daha süzdüğünde heyecanla kendi etrafımda döndüm. Kaşları havalandı. "Eftal," dedi şaşkınlıkla. "Bambaşka biri olmuşsun."
"Sadece istediğim gibi biri oldum," dedim başımı sallayarak. "Kötü mü görünüyor?"
"Hayır, çok güzel olmuşsun," dedi hemen. "Sadece…" Boğazını temizledi. "Şaşırdım. Dışarıdaki dünyaya tamamen zıtsın."
"Eh," dedim çantayı elime alıp. "Bu hoşuma gitti işte."
"Acaba deliriyor musun?"
Gülmeye başladım. "Henüz değil." Hâlâ şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Öyle bakmaktan vazgeç," dedim uzun paltoyu da elime alarak. "Bugün kendimi gerçekten iyi hissediyorum."
"Bu ses tonunu biliyorum." Duruşu dikleşti, çenesini kaldırdı. "Bir şeyler yapacaksın sen."
"Evet." Saçlarımı önüme aldım. "Göz önündeyken geri plandaymışım gibi davranmaktan vazgeçeceğim."
"Bu da ne demek?"
"Görürsün." Kapıya doğru yürüdüm ve tam kapı koluna uzanmıştım ki Sinan elini bileğime yerleştirip beni engelledi.
Gözlerimin içine baktığında düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldık. "Endişeleniyorum," dedi boğuk bir nefes vererek. "Senin için, hayatın için, her şey için Eftal. Farkında değilsin ama abartmaya doğru gidiyorsun ve ben seni engelleyemiyorum." Başını iki yana salladı. "Ve sadece bu kadar da değil, bütün bunların ortasında bir rüzgâra kapıldın."
Bekledi. Doğru kelimeleri seçtikten sonra, "Bu kez rüzgârdan kurtulamayacak gibisin ve ben de seni kurtaramayacağım çünkü her şey seninle ilgili," diye devam etti. "Aklınla ilgili." Gözleri kısıldı. "Kalbinle ilgili."
Beni bu hayatta en iyi tanıyan insanlardan birinin Sinan olması bazen dünyanın en rahatlatıcı olayı olsa da bazen fazlasıyla çıplak hissettirebiliyordu. Bileğimi elinden kurtarmak için yavaşça çekerken, "O rüzgâra kendi isteğimle kapıldıysam kurtulmak isteyen kim Sinan?" diye sordum.
"Kendi isteğinle mi?" diye sordu imalı imalı.
"Kendi isteğimle," diye yanıtladım hızla. "Çünkü kim olduğumu artık biliyorum, gerçekte kim olduğumla tanıştım. Koyu elbiseleri giymeyi isteyen hiçbir zaman ben değildim. İlk önce kendime başkaldırmayı öğrenmem gerekiyor, sonra insanlara. Bu benim kendime başkaldırmış halim."
Yutkundu, gözlerimin içine dikkatle baktı. "Kastettiğimin bu olmadığını biliyorsun Eftal."
"Kastettiğin her neyse onu da yaşamam gerekiyorsa yaşarım," dedim başımı sallayarak, ardından kapıyı açtım. "Annem için istediği kıyafetleri giydim, sözde itibarım için Krallık'ın yanında durup onların davalarına baktım ve birçok aptal insanı savunup avukatlık yaptım."
Ona yaklaştım. "Babamı kurtarmak için sevmediğim bir adamla nişanlandım, aşağılandım, hor görüldüm, dövüldüm, boyun eğdim. Kendime saygımı kaybettim, hatta bu kadar sene kendime saygım bile olmadığını fark ettim. Babamın hep bahsettiği o onurun ne olduğunu artık biliyorum. Bu şekilde mi mahvolacağım? Bırak mahvolayım, en azından hayattaki en büyük korkum gerçekleşmez de anneme benzemem."
Cevap vermesini bile beklemeden kapıdan çıkıp merdivenlere yöneldiğimde aşağıdan gelen gürültüyü duydum. Örgüttekiler hararetli bir tartışma içinde gibiydi. Kerem'in adının geçtiğini duydum, Krallık'ın, hatta babamın da adı geçti sonra. Biri Eftalya çiçeğinden bahsetti. Salona adım attığım anda ise hepsinin bakışları bana döndü.
Neredeyse bütün örgüt üyeleri buradaydı, yirmi küsur insan salonu doldurmuştu. Bazılarının adını bile bilmiyordum ama onların beni tanıdığına emindim. Giray önündeki kâğıtlardan başını kaldırıp bana baktı, sonra Sinan gibi yeniden dönüp baktı. Hepsinin yüzünde aynı şaşkınlık olduğunun farkındaydım.
"Vay canına," dedi Gamze ıslık çalarak. "Avukat’ı cenaze kostümlerinden ayırabilen o yüce güç ne acaba?"
Defne baştan aşağı beni süzdü, sonra Giray'a baktı. Aralarında ne konuşma geçtiyse Defne gülümsedi.
"Bizim kostümleri tahmini ne zaman böyle yaparız?" diye sordu Red. Masanın üzerinde bağdaş kurmuştu. "Siyah tulumların bizi karizmatik gösterdiğine eminim ama şöyle bakınca kıskanmadım değil."
Ufuk, Red'e bakıp yüzünü buruşturdu. "Çiçekli tulum mu giyeceğiz? Bir hayal etsenize bizi o şekilde."
"Giray'ı o şekilde düşündüm," dedi Gamze ve kahkaha atmaya başladı. Diğer birkaç kişi de ona katıldığında Giray hepsine öyle bir bakış attı ki put kesildiler ve sessizliğe gömüldüler. Gülmeye devam eden sadece Defne'ydi, elbette ederdi çünkü onun ayrıcalığı vardı.
"Bence çiçekler Avukat’a özel," dedi Defne, Red'e bakarak.
Giray ise beni şaşırtarak, "Ve belki de bizim simsiyah kıyafetlerle olmamız gerekiyordur Avukat’ın ortamızda çiçekli renkli elbisesiyle durabilmesi için," diye yanıt verdi. "Asıl bunu hayal edince etkileyici görünüyor." İmalı imalı bana baktığında bir kez daha hareketlerinde Tugay'ı gördüm. "Öyle değil mi Avukat? Gerçi bunu Tugay'a sormak gerek."
Boğazımı temizledim ve konuşmaları duymazdan gelerek, "Ufuk," dedim başımı sallayarak. "Gidelim mi?"
"Ali. Serdar." Giray örgütteki iki kişinin adını verdiğinde ikisi de ayaklandı. "Siz de onlarla gidin. Nefes gibi Avukat’ın yanında duracaksınız."
Ali neredeyse iki metre boyundaydı, Serdar ise ondan birkaç santim kısaydı ve ikisi de öyle iriydi ki sanki bu görev için biçilmişlerdi. İkisi de hemen Giray'ın uyup yanıma geldi. Ufuk da geldiğinde afallamış bir yüzle salondan çıktım.
"İriliklerine ve boylarına bakmayın Eftalya Hanım," dedi Ufuk arabanın kapısını açarken. "Sizi en iyi ben korurum." Ali'yle Serdar güldü ama cevap vermediler.
"Hiç kuşkum yok Ufuk," dediğimde benim arabama doğru gidiyorduk. Arabanın yanına geldiğimizde camlara film çekildiğini fark ettim, arabayı kurşun geçirmez hale getirdiklerine emindim. "Ve ön koltuğa oturmak istiyorum, sen benim şoförüm değilsin." Açtığı kapıyı ittim ve ön yolcu koltuğuna oturduğumda Ali'yle Serdar şaşkınlıkla birbirlerine baktı. Ufuk ise gülerek ayak uydurdu ve sürücü koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı.
Köşkün civarında tek insan bile yoktu ama o bölgeden çıktığımız gibi diğer günlerin aksine kalabalık olan sokaklarla karşılaştım. Çekinmeden duvara yazı yazan insanlar vardı, polisler devriye geziyorlardı ama hiç kimseye bir şey yapamıyorlardı. Dükkânların kepenkleri inmişti, bazılarının camları kırılmıştı.
Yol devam ettikçe daha fazla patlayan camla, yıkılmaya başlayan evlerle, hatta kaldırımda yatan üstü örtülü insanlarla karşılaştım. Nefes almakta zorlandığımda elim göğsüme doğru gitti ve o an duvardaki o cümleyle karşılaştım.
Beş dakika bile olsa güneşi hissedebiliyorsak bütün imkânsızlıklar imkân dahilindedir. Savaşmaya değer. Her şey için!
BL
"Ufuk," dedim yazıyı göstererek.
"Kurucu yazdırdı," dedi Ufuk ne soracağımı anlayıp. "Özellikle belirttiği cümlelerinden biriydi."
"Bu cümlenin anlamını..." Lafı ağzıma tıkan başka bir duvar yazısı görmemdi.
Denizkızları masallara aittir, Eftalya ise bütün güzel kokuları içinde barındıran bir çiçektir.
TDÇ
"Ufuk!" dedim gözlerimi kocaman açarak.
"Eftalya Hanım, bağırmayın lütfen," dedi Ufuk o yazının da önünden geçerken. "Yorum yapma hakkımız yok, tepki veremem ama öğrendik, Eftalya çiçek demekmiş. Aksini iddia edemeyiz."
Eftalya çiçeği, özgürlüğümüzün simgesidir.
BL
Elimle ağzımı kapattım. Tugay'ın herkese Eftalya'nın bir çiçek adı olduğunu ezberletmeye çalışması, hatta bunu özgürlüğün simgesi haline getirmesi beni şaşkına uğratmıştı. Duvarlarda cümleleri vardı, buna alışıktım ama artık o duvarlarda benim için de cümleler mevcuttu.
Üstüne üstlük artık ilk defa kişisel olarak da imza atıyordu ve kendi imzasının geçtiği cümlelerin hepsi benim içindi. Sadece ben görmüyordum; herkes görüyor, şahit oluyordu ve Tugay bundan asla çekinmiyordu.
Duvarlarda imzasız Eftalya çiçeği yazıları da vardı, bunları insanlar yazmış olmalıydı. Bana adımın anlamının çiçekten geleceğini herkese öğretmek konusunda verdiği söz bu şekilde gerçekleşecekti.
"Ufuk," diye mırıldandım bir kez daha.
"Eftalya Hanım, ne olur…" dedi Ufuk, direksiyonu sıkıca tutarak. "Yorum yapma hakkım yok, gerçekten yok. Öyle bir yok ki…" Dikiz aynasından arkasındakilere baktı, ardından fısıldayarak, "Bunu nasıl yaptınız? Kurucu Eftalya'ya çiçek demeyeni örgütünde istemiyor, bunun yayılması için elinden geleni yapıyor. Şimdi değil ama belki elli sene sonra bu öyle bir yayılmış olacak ki herkes Eftalya'nın anlamını çiçek diye bilecek. Tamam, ben Eftalya'ya çiçek derim, hiç önemli değil ama bunu nasıl yapabildiniz?"
Gözlerim kocaman oldu, ona döndüm. "Delirmiş," diye fısıldadım ama dudaklarıma konan gülümsemeyi silemiyordum. "Her şeyi çok abartıyor." Ufuk şöyle bir bana baktı, önüne döndü, sonra imalı imalı bir kez daha bana baktı. "Anlıyorum," diye mırıldandığında dudaklarını birbirine bastırdı. "Elbette anlıyorum Eftalya Hanım."
"Neden öyle baktın ki?"
"Aklıma bir söz geldi de. Sizinle ilgili bir durum değil."
"Ne sözü?"
"Körler sağırlar birbirini ağırlar. O hesap," dedi başını omzuna düşürerek.
Gülmemek için kendimi tutarak, "Sen az önce Tugay Demir Çeviker'e kör mü dedin, sağır mı?" diye sordum.
Ufuk gözlerini kocaman açarak, "Tövbeler olsun," dedi yüksek bir sesle. "Ben asla öyle bir şey söylemedim." Kıkırdamaya başladığımda Ufuk aynı ifadeyle yüzüme dönüp baktı, Tugay'dan çekindiği ortadaydı.
"Bu kadar korkma," dedim kıkırdarken. "Bunu ona söylesek güler."
"Güler mi?" diye sordu. "Onunla yüz yüze tanışmadım, bilmiyorum ama tanıyanlardan dinlediğim kadarıyla ketum ve ciddi biri. Güleceğini sanmıyorum, hiç sanmıyorum."
"Gülecek," dedim başımı sallayarak. "Görürsün."
"Nasıl yani?"
Başımı cama çevirdiğimde hastaneye yaklaştığımızı gördüm, aracı arka kapıya yaklaştırıyordu. "Çünkü aynısını ben ona söyleyeceğim." Ufuk’un yine gözleri kocaman açıldı. "Ve aracı ön kapıya çek Ufuk. Basından kaçmayacağım."
Ufuk bu kez şaşırıp gerçekten büyük bir tedirginlikle baktı, ardından dikiz aynasından arkadakilere baktı. Ali ve Serdar hareketlendi. "Bu çok tehlikeli," dedi Ufuk. "Sizi sıkıştıracaklar." Aracı yavaşlatmaya başlamıştı. "O kalabalığa girdiğinizde kaçamazsınız. Arka kapıda duran gazetecilerle, ön kapıda duran gazetecilerin..."
"Ufuk," dedim ön kapıyı işaret ederek. "Dediğimi yap ve bagajdan mandalinaları almayı unutma."
Ufuk çaresizce hareketlendi. "Giray delirecek," dedi ama sözüme karşı gelemeyeceği için aracı ön kapıya doğru sürmeye başladı. O sırada kapının önünde bekleyen basın ordusunu gördüm, yarısının da arka kapıda beklediğine emindim ama burası gerçekten de daha kalabalıktı. Onun dışında hemen ilerisinde BL destekçisi olan yirmi, yirmi beş kişilik bir topluluk da yerde oturuyordu, ellerinde pankartlar vardı.
Araç ön kapıya yaklaştığında basından bir kişi bizim tarafımıza baktı, sonra diğerlerini dürttü ve bir anda hepsi öyle koşmaya başladı ki gülümsemeden edemedim. Girişe birkaç metre kala araç durduğunda bütün basın arabanın çevresinde daire oluşturmuştu.
Bu kez başımı eğmedim, susmadım aksine kameralara baktım. "Savaştıklarının arkasında durmayı öğrenmezsen kimse de senin arkanda durmaz Ufuk," diye mırıldandım. "Bu bir duygu bile olsa."
Bir cevap vermesini beklemeden kapımı açtığımda bütün basın benim olduğum tarafa yöneldi. Hemen arkamdan Ali'yle Serdar da inip arkama geçtiler. Yürümedim, kaçmadım, çenemi kaldırdım ve uzatılan mikrofonlara baktım. Krallık kaçacağımı düşünüyordu, bu görüntümün altında ezileceğimi fakat yine onlara istediklerini vermeyecektim.
"Eftalya Atalar şu an canlı yayındayız," dedi orta yaşlı bir muhabir mikrofonu burnuma kadar sokarak. "Ve sizi herkes izliyor. Bir suç kralının avukatı olmak size ne hissettiriyor? Krallık'a ihanetiniz ne zamandan beri devam ediyor?"
Gülümsedim ve mikrofona yaklaştığımda hepsi öyle bir sessizliğe gömüldü ki çoğunun gözlerindeki nefret beni öldürecek derecedeydi ama bazıları da öyle bir bakıyordu ki içten içe desteklediklerini anlayabiliyordum.
"Öncelikle," dedim kendimden emin bir sesle. "Müvekkilim sevgili Tugay Demir Çeviker'in suç kralı olmadığını ve haksız yere yargılandığını söylemek isterim." Mırıldanmalar başladı, hastanenin pencerelerine insanlar çıktı, herkes şaşkınlıkla bana bakıyordu. "İkinci olarak Krallık'a ihanet etmiş falan değilim. Asıl ihanet yasaya vurulan darbedir. Ben sadece bir avukatım, görevim savunmak. Bunu elimden almak için böyle bir iftira atılması itibarımı zedeler."
Dudakları aralandı, başka bir muhabir hızla sözü devraldı. "Suçsuz olmadığı çıkardığı ayaklanmalardan belli, ülkede iç savaş çıktı. Bütün bunların sorumlusu olmak size de suçlu hissettirmiyor mu?"
"Hayır," dedim net bir sesle. "Sorumlu olabilmek için nedenleri benim doğurmam gerekirdi, öyle değil mi? Ne sevgili müvekkilimin ne de benim bir ateş yaktığımızı düşünüyorum. Bir suçlu aranıyorsa aynalara bakmak gerekir. Hepinizin aklında aynı düşünce var, öyle değil mi? Bu kadın bu şekilde konuşma cesaretini nereden buluyor? Hayır, bu konuşma cesareti değil, bu fikir özgürlüğü. Bilmeniz gerekiyor ki bugün söylediklerim yüzünden yarın mesleğime son verilirse bu ülkede savunulan fikir özgürlüğü de kalmamıştır. Hatta ben tam şu an konuşurken bu yayın kesilirse ve devamı verilmezse bu ülkedeki fikir özgürlüğü komik bir şakadan ibarettir."
Kadın bir muhabir hafifçe gülümseyerek, "Tugay Demir Çeviker'in serbest kalacağına inancınız var mı?" diye sordu.
"Evet," dedim aynı gülümsemeyle. "Yasalar devreye girerse elbette."
"Yasalar Tugay Demir Çeviker'in idam edilmesi gerektiğini de savunuyor," dedi öfkeyle bir adam. "Ve idam edilecek." Nefretle kurduğu cümlenin ardından ona baktım, tek kaşımı kaldırdım. "Öyle değil mi?" diye sordu hızlı bir şekilde.
Ben cevap veremeden başka bir muhabir söze karıştı. "En başından beri örgütle beraber olduğunuz doğru mu?"
Cevap vermemi beklemeden diğeri konuştu. "Kerem Karaman'la nişanlıyken ona ihanet ettiniz, bunun sebebi örgüt müydü yoksa Tugay Demir Çeviker mi?"
Dudaklarım aralandı, diğer muhabir söze karıştı. "Tugay Demir Çeviker'in sosyopat olduğu konuşuluyor. Başka bir kaynakta da geçmişte üç kadına tecavüz ettiği söyleniyor." Gözlerim kocaman açıldı. Krallık’ın iftiraları insanların inandıklarına dönüşüyordu. "Bu yüzden sizi yanında zorla tuttuğuna dair de söylentiler var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"Benim müvekkilim asla ama asla bir tecavüzcü değil," dedim baskın ve sert bir sesle. "Asılsız cümlelerle bana gelmeniz de suç."
"Ama sizi yanında zorla mı tutuyor?" diye sordu muhabir direterek.
Ben cevap vermeden diğer muhabir konuştu. "Vücudunuzda Krallık damgası taşıyorsunuz, bunu istemeyerek yaptığınızı düşünmüyoruz. Sadece onu savunan bir avukat mısınız yoksa örgütle beraber misiniz? Halkın merak ettiği asıl soru bu."
Bu kez gerçek bir sessizlik oldu. Patlayan flaşlar, kameralar, mikrofonlar, meraklı gözler, ileride benim cevabımı bekleyen BL destekçileri... Hepsi beni bekliyordu. Sadece onu savunan bir avukat olduğumu söylersem nefretin yarıya ineceğini biliyordum, hatta belki de en başından beri savaştığım o yasa için gerçek bir direniş gösterecektim.
Yine iki seçeneğim vardı. İlki sadece avukatı olduğumu söylememek ve Tugay’ın da BL örgütünün de yanında durmaktı; ikincisi ise sadece bir avukat olduğumu dile getirmek ve kendimi biraz da olsa temize çıkarmaktı.
Ama Eftalya Atalar her zaman birinci yolu tercih ederdi.
Sol elimi kaldırdım, üç kez göğsümdeki damgaya vurdum. Ardından elimde damganın üzerini kapattım, eldivenin tersindeki timsahı gösterip tarafımı göstermek istermiş gibi. Elim tam kalbimin üzerine denk gelirken bakışlarımı kameraya çevirdim. "Güç," dedim çenemi havaya kaldırarak. "Bir tokatla, baltayla ya da gözyaşıyla yok olmaz. Asıl güç, bütün bunlara rağmen ayakta kalabilmektir." Bakışlarımı eldivene indirdim. "Özgürlüğümüze."
Etraf buz kesti, sessizlik öyle bir hal aldı ki kimsenin bunu beklemediği ortadaydı çünkü resmen duvarlara kazılan o cümlenin sahibi olduğumu itiraf etmiştim. Bütün bunların yanında kameralar karşısında da direniş göstermiştim ve bunu yapmak yıktığım tüm tabulardan çok daha büyüktü.
İlerideki kalabalıktan, "Özgürlüğümüze!" diye bir ses yükseldiğinde diğerleri de ona katıldı ve pankartlarını havaya kaldırdılar. Aralarından bazıları beni alkışlamaya başladığında daha fazla orada durmayarak hastanenin girişine yürümeye başladım. Muhabirler ardı arkası kesilmeyen sorularına devam ettiler fakat daha fazlasını cevaplamak istemiyordum, gerek yoktu.
Zorlukla merdivenleri çıkarken önümde Ufuk vardı, hemen arkamda ise Ali'yle Serdar. Kapıdan girene kadar muhabirler soru sormayı bırakmadı. İçeriye girdiğim anda orada da bir topluluğun beni beklediğini gördüm. Polisler, doktorlar, hemşireler... Hepsi kapının önünde beni izlediği için girdiğim an bakışları bana yöneldi.
O kalabalık ortasında hareketlenip bana doğru gelen tek kişi Marco'ydu. Çatık kaşlarla bana bakarken insanların dikkati ona yöneldi. Birkaç adım attığımda Marco biraz ileride durup baştan aşağı beni süzdü, kaşları daha fazla çatıldı, ardından arkasındaki adamlarından bir tanesine hareket yaptı. O hareketin ardından adam bana doğru yaklaşıp paltomu ve çantamı aldığında, "Ne oluyor?" diye sordum.
"Resmi olarak bir direnişçi olduğunu az önce itiraf ettin Eftalya Atalar," dedi Marco ve adamına başını salladı. "Çantasını ve üzerini arayın."
"Ama..." Marco gibi iri olan diğer adam ilk önce paltomun ceplerine baktı, ardından çantamın içindekileri ilerideki resepsiyon masasına döktü, sonrasında ise bana yaklaşıp üzerimi aradı. Elleri vücudumda dolaşırken gözlerimi kapatıp tiksintiyle nefes verdim. "Buna gerek yok," dedim dişlerimi sıkarak.
"Çizmelerin içine de bak," dedi Marco beni duymazdan gelerek.
"Ayakkabılarını çıkar," dedi adam.
Gözlerim kocaman açıldı. "Yok artık."
Marco ellerini önünde birleştirdi. "Avukat, söyleneni yap yoksa müvekkilini rüyanda bile göremezsin."
Öfkeyle yüzüne bakıp çizmelerimi çıkardım ve silahsız olduğumu onlara gösterdim. Marco birkaç kez daha beni süzdü. Ardından adamı ona, "Daha detaylı inceleme ister misin patron?" diye sordu.
Yok artık, dermiş gibi Marco'ya baktım. Daha detaylı inceleme, iç çamaşırlarıma kadar aranmak demekti. Şu an psikolojik olarak da bunu kaldırabileceğimi sanmıyordum. Marco bir süre yüzüme baktı. "Gerek yok," dedi sakin bir şekilde. "Gerisini ben hallederim." Etrafına baktı. "Herkes dağılsın." Ali'yi, Serdar'ı ve Ufuk'u işaret etti. "Onlar kapının dışında duracak."
Çizmelerimi yeniden giyerken, "İki gün önce de gelirken aynı kadındım, şimdi ne değişti?" diye sordum.
"İtiraflar," dedi Marco başını sallayarak. "Sözler ve duruşlar. Artık sadece bir avukat değilsin, Krallık'a göre bir direnişçisin." Başıyla geçmem için işaret verdi. "Geçebilirsin."
"Eftalya Hanım," dedi Ufuk arkamdan ve ona döndüğümde elindeki siyah poşeti bana uzattı. Öfkeyle poşeti elinden aldığımda Marco gözlerini devirdi ve adamına bir kez daha emir vermek için hareketlendi. Elimle onu durdurup Marco'ya doğru yürüdüm.
Poşeti ona uzatıp göğüskafesine çarptığımda, "Al," dedim sert bir sesle. "İki kilo mandalina. Vitamindir, iyi gelir."
Marco'nun kaşları havalandı, nadir insani tepkiler veren biriydi ve şu an o kadar insani bir tepki veriyordu ki şaşırtıcıydı. Poşeti eline alıp içine baktı, ardından güldüğünde gözlerinin içi parladı. "Bu hayatımda gördüğüm en harika rüşvet," dedi keyifle ve şaşkınlıkla. "Yaklaşık iki saattir yiyemiyordum ve o da öfke yaptı herhalde." Gülerek bana baktı. "Beni şaşırttın."
Gözlerimi devirip yürümeye başladığımda poşetin içinden mandalinaları çıkardı ve ikisini kargo pantolonunun ceplerine sıkıştırıp bir tanesini soymaya başladı. "Birine daha önce hiç rüşvet için mandalina vermemiştim," dedim merdivenleri çıkarken.
"Yani bu gerçekten bir rüşvetti," dedi mutsuz bir sesle ama rol yaptığı açıktı. "Halbuki borç karşılığı diye düşünmüştüm."
Diğer katın basamaklarını çıkarken omzumun üzerinden ona baktım, bir adım arkamdaydı. "Hem borcumu ödedim hem de senden bir isteğim olacak," dedim net bir sesle.
"Çok şey istiyorsun," dedi ve neredeyse mandalinayı bütün olarak ağzına attı. Çiğnerken zorlukla yutkundu. "Zaten sana yeterince tevazu gösteriyorum, daha fazla ne yapabilirim ki?"
Adımlarım bıçak gibi kesildiğinde Marco bir basamak altımdaydı ve aynı boya gelmiştik. Kaşları havalandı. "Tugay'ın kelepçelerini birazdan açar mısın?" diye sordum. "Çok kısa sürse de özgür hissetmesini istiyorum da."
Marco kaşlarını biraz daha kaldırdı. Kahkaha atmaya başladığında ciddiyetle ona baktım. Neredeyse bir dakika boyunca attığı kahkahanın ardından başını iki yana salladı. "Banyo ihtiyaçları dışında kelepçelerinin açılması yasak. O anlarda da kapısında iki adam bekliyor, hatta duş alırken ben de yanında bekliyorum." Gözlerim kocaman açıldı. "Ne bakıyorsun öyle? Ben de meraklı değilim çıplak bir adamı izlemeye ama görevim bu yoksa seksi bir kadını senin deline tercih ederdim."
"Bu kadarına gerçekten de gerek yok bence," dedim başımı iki yana sallayarak.
"Haklısın," derken yüzünü ekşitti. "Ve öyle bir adam ki inadına duşu uzatıyor. Ben oturup onu bekliyorum, o saçlarını beş kez şampuanlıyor." Gülmemek için kendimi sıktım. "Gereksiz detaylardı ama daha fazla detay vermeyi benim de psikolojim kaldırmaz. Hayır Eftalya Atalar, hayal etme. Hayır, duşkabinin önünde değil, klozetin üzerinde oturuyorum genelde."
Birkaç kez yüzümü ovuşturdum. "Tugay kaçmak isteseydi bunu zaten yapabilirdi."
"Ben varken kaçamaz," dedi kendinden emin bir sesle. "Ama zaten bunu kaçması için değil, birilerine zarar vermesin ya da birileri ona zarar vermesin diye yapıyorum. Bilmiyorum farkında mısın ama müvekkilin günlerdir burada rahatça nefes alabiliyorsa bunun nedeni varlığım. Ben olmasaydım çoktan nefesini kesmişlerdi."
Yutkundum ve endişeyle, "Anlıyorum," dedim ardından kendimi işaret ettim. "Ama ona zarar verecek değilim. İstersen kapıya on adamını dik, bulunduğu odanın penceresi zaten demir parmaklıklı. Söz veriyorum hiçbir şey yapmayacak, onu durduracağım."
"Ülkeyi cehenneme çevirirken neredeydin?" diye sordu Marco, ardından ikinci mandalinasını soymaya başladı ve merdivenleri tırmandı. Bu kez geride kalan bendim. "Ona güvenmiyorum, sana güvenmiyorum. Unut bunu." Yüzünü buruşturdu. "Ayrıca bu mandalina küflenmiş, canım çok sıkıldı. Küflenmiş mandalina mı olur amına koyayım?"
"Of," dedim ona yetişmeye çalışarak. "Karşılığında ne istersen veririm, sadece yarım saat müsaade et." Tugay'ın bulunduğu kata gelmek üzereydik. "Bak, aşağıda onlarca polis var. Doktorlar, hemşireler, adamların. Sen. Yani günlerdir kelepçelerle duruyor, hapishanede bile daha özgürdü. Ayrıca bileklerinin artık yara olduğuna eminim. En azından eldivenini giyseydi çünkü elini..." Başımı iki yana salladım. "Yarım saatten başka hiçbir şey istemiyorum, sana taze mandalinalar getiririm, istersen ağaç da dikerim artık kendime ait bir bahçem var. Bunların dışında..."
"Avukat," dedi Marco ellerini kaldırarak. "Nefes al konuşurken, boğulacaksın." Nefes aldığımda Marco bu hareketime güldü. Dayanamayıp ben de güldüm.
"Kabul ediyorsun, değil mi?" diye sordum sevecen bir sesle. "Hadi ama, sadece bir adamdan mı korkuyorsun?"
"Aynen, gaza geldim şu an." Gözlerini devirip mandalinanın yarısını bana uzattı, başımı sallayıp reddettim.
"Ne istersen yaparım," dedim bir kez daha. "Ne istersen..."
"Bana örgütün yerini söyleyebilir misin?" diye sordu bir anda.
Hiç düşünmeden, "Hayır," dedim.
"Karıştığın bütün suçları itiraf edebilir misin?"
"Hayır."
"Yani bir suça karıştın?"
Kaşlarım çatıldı. "Hayır, ben bir karıncayı bile incitmem."
"Feridun Karaman'ın karıncaya dönüşürken olan görüntüleri," dedi alayla. Şaşkınlıkla ona baktım.
"Bununla bir alakam yok."
"Evet." Mandalinayı bir kez daha uzattı. "Peki bu mandalinayı yer misin?"
"Hayır, başlatma şimdi mandalina. Bıktım artık senin..." dedim, ardından duraksadım. "Yersem izin verecek misin?"
"Sen ye bakalım," dedi Marco ciddi bir sesle. "O zaman düşünürüm."
Bıkkın bir nefes verdim, ardından elindeki mandalinanın yarısını çekip aldım ve birkaç parçayı ağzıma atıp hızlı hızlı çiğnedim. Söylediği gibi mandalinada küflü bir tat vardı. Giray bu mandalinaları verirken bu yüzden mi gülüyordu? Marco'nun adı geçtiğinde de gerilmemişti. Yuttuktan sonra yüzüne ciddiyetle baktım, kalan parçaları da gösterdi. Onları da yemek yemek istemeyen çocuk gibi ağzıma atıp son lokmayı da yuttuğumda ellerimi havaya kaldırdım.
Marco gülümsedi, nefes verirken omuz silkti. Ardından yakasındaki telsizi kaldırıp, "Patron Marco T. konuşuyor," dedi ekibindekilere. "Tugay Demir Çeviker'in kapısının önüne dört adam gönderin, tedbir amaçlı. Yarım saat odada kelepçesiz kalacak." Birkaç saniye sonra ekibindeki birkaç kişiden anlaşıldığına dair sesler yükseldi.
Dudaklarımdan tiz bir sevinç çığlığı koptu. Ardından heyecanla, "Sanırım bir seri katil kadar kötü değilsin," dedim gülerek. "Sana haksızlık ettim."
Marco da gülerek Tugay'ın bulunduğu koridora girdi. "Bana çok güvenme Avukat," diyerek başını salladı. "Basit isteklerim zorlaştığında altından nasıl kalkacağını bilemezsin."
Tugay'ın kapısının önüne geldiğimizde, "Keyfimi kaçıramazsın," dedim sırıtarak. "Ve söz veriyorum sana taze mandalinalar getireceğim."
"Taze getirmeden önce bunları sana verene, onu mandalina suyunda boğacağımı söyle."
"Bu mandalinaları birinin verdiğini nereden biliyorsun?"
"Ben her şey bilirim Eftalya Atalar," dedi göz kırparak, ardından cebinden çıkardığı küçük anahtarları havaya attı. Çevik bir hareketle yakaladığımda, "Sadece yarım saat," diye uyardı. "Yarım saat sonunda bir sıkıntı çıkarsa kelepçeler sadece o deli adamın bileklerinde olmaz."
"Anlaşıldı patron," dedim onu dalgaya alarak ama bu hoşuna gitmişti. Marco'yu tanıyalı çok kısa bir süre olmasına rağmen onunla ilgili kötü bir düşüncem yoktu, hatta tuhaf bir güven duymaya başlamıştım. Belki de o da bana güvendiği için böyle bir şeye izin veriyordu ya da düşündüğümden daha farklı planları vardı, bilemiyordum.
Kapıdaki iki adama dört kişi daha katıldığında Marco dahil yedi kişi nöbet tutmaya başladı, içlerinden biri Marco'nun emriyle Tugay'ın kapısını açtı. Hepsinin yüzüne gülümseyerek bakıp içeriye girdim ve kapıyı ardımdan kapattım.
Gözlerim direkt yatağın olduğu tarafa döndüğünde Tugay'ı uyurken görmeyi beklemiyordum ama derin bir uykuda gibiydi. Başı sağ tarafa düşmüştü, saçları nemliydi; bu az önce Marco'nun söylediklerini destekliyordu. Demek ki az önce Tugay'ı duşta çıplak... Lanet olsun, gerçekten buna gerek var mıydı? İkisini hayal ettiğimde kendimi gülmemek için zor tuttum ve yavaşça ilerledim.
Elleri kelepçeli olduğu için dönmesi pek mümkün değildi. Üzeri çıplaktı, göğsünde yeni bir sargı vardı ama gitgide iyileştiğini anlayabiliyordum. Kaslı göğsü kalkıp iniyordu, sanki hastanede kaldığı bu dönemde vücut olarak da kendini toparlayabilmişti. En azından hemşirelerle arasını iyi tuttuğu için ona yemek verdiklerine emindim. Çarşafın yarısı yere düşmüştü, siyah eşofman altının beli görünüyordu ve adonisleri belirgindi. Onu bu şekilde dikizlemek bir yandan kötü hissettirse de bir yandan da heyecanlanmama neden olmuştu.
Ağırlığımı bir ayağımdan diğerine verdiğimde ne yapacağımı bilemeyerek etrafıma baktım. Uyandırmalı mıydım? Belki de hiç uyumamıştı. Ama uyandırmazsam da şansımı kaybederdim. Öksürsem? Korkabilirdi. Hapşırsam? Komik olurdu. Acaba adını söylesem...
"Sevgili Avukat," dediğinde irkildim. Gözleri kapalıydı. "Uykum hafiftir ve çiçek kokunu alabiliyorum." Gülümsedi, sıcacık hem de.
Zihnimde Ufuk'un söyledikleri çınladı. Nasıl gülümsemediğini düşünebilirdi? Tugay sürekli gülümsüyordu. "Ben mi uyandırdım?" diye sordum biraz daha yaklaşarak.
"Hayır," derken başını çevirdi ve gözlerini yavaşça açtı. Ardından birkaç kez gözlerini kırpıştırdı. "Zaten çok derin uyuyan biri değilim." Gözleri pencerenin olduğu taraftan karşısına yöneldi ve direkt benimle göz göze geldiğinde uykulu gözleri kocaman açıldı, dudakları aralandı ve yüzündeki gülümseme donuklaştı. Baştan aşağı beni süzdü diğer herkesin aksine daha dikkatli bir şekilde ve göğüs kafesimde oyalandığında şaşkın dudaklarını kapatırken yutkunduğuna şahit oldum. Yattığı yerden doğrulurken kaşları çatıldı, pencereye baktı. Daha derin gülümsediğinde altında yatan anlamlar kanımı kaynattı.
"Vazgeçtim," dedi başını sallayarak. "Sanırım hâlâ uyuyorum ben."
Gülerek yatağın ayakucuna doğru gittim ve saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Maalesef gerçeğim," dedim ve o an, daha önce olduğu gibi, ona güneşi gösterdiğim gün olduğu gibi kendimi sanki bir randevudaymışız hissettim. "Alıp hiç giymediğim elbiselerden bir tanesiydi, artık zamanının geldiğini düşündüm."
Bir kez daha beni süzdü. Bu kez bacaklarımda oyalandı, ardından eldivenlerime odaklandı ve yüzüme döndüğünde, "Zamanı gelmedi, kendini buldun," dedi aklımdan geçeni tek cümleyle özetleyerek. Bakışları bir kez daha göğüskafesime indi. Başkaları lekeye baktığında bakışlarından rahatsız olabiliyorken Tugay'da bunu hissetmiyordum.
Yine de kollarımı önümde bağlayıp, "Bugün gizleyesim gelmedi," dedim bakışlarımı kaçırarak. "Ama çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Sanırım yüzüme, saçlarıma ve kirpiklerime kadar çıkacak. Kusurlar büyüyor, genişliyor." Neden onu sonradan olacaklara alıştırmaya çalışıyordum? Tiksineceğini mi düşünüyordum? Buna imkân vermiyordum ama yine de önceden haberi olsun istiyordum.
Dik bir duruşa geçtiğinde başını omzuna doğru yatırdı, yüzündeki gülümseme yayıldı. "Keşke hiç gizlemesen," dedi içten bir sesle, hatta rica edermiş gibi. "Çünkü ben hayatımda daha güzel bir kusur görmedim. Olmayan sol elim de dahil buna." Başıyla bana işaret verdi. "Yaklaşsana, daha yakından bakayım."
Kalbim hızlanmaya başladı. "Bence beni üzmemek için böyle söylüyorsun," dedim ama yine de sol tarafına yaklaştım. "Sosyal medyada bile güzel olmadığıma dair yazılar okudum. Lekemle dalga geçmişler."
"Umurumda bile değiller ve bence sen kendinin farkında değilsin." Gözlerini göğüskafesimden ayırmıyordu. "Kör olduğunu düşünüyorum, kör olduklarını düşünüyorum. Sadece benim gözlerim mi seni görebiliyor?"
Kendimi tutamayarak, "Körler sağırlar birbirini ağırlar," dedim ve güldüm. "Sağır sensin." Ufuk'un bin kez düşündüğü cümleydi. Tugay'a bunu öylece söylemiştim ve o güldüğünde insanların ondan boş yere çekindiğine kanaat getirdim fakat içimden bir ses de, bu yönünü sadece bana gösterdiğini söylüyordu. "Haklı çıktım, güldün işte."
"Hangi konuda?" diye sordu gülerek.
"Hiç," dedim, ardından soldaki sandalyeyi çekip oturdum. "Sürprizin için teşekkür ederim ama sence de çok büyük bir hediye değil mi bu? Bahçeyi kabul edebilirim, hayran oldum ama benim için neden ev yaptırıyorsun?"
Beni dinlerken bir kez daha başını omzuna doğru yatırdı. Bugün giydiklerimden, bakışlarımdan, hatta saçlarımdan bile daha fazla hoşlanmış gibiydi. "Benim evim var, halledebilirim. Güvenli bir yere taşınabilirim. Ayrıca çok detaycı bir insanım, evi ben inşa ettireceksem her odaya bile önem veririm ve öyle bir abartırım ki kafayı yersin. Mesela bir kütüphane olmalı bence evde, bir de çalışma odası, sinema odası da olsun. Aaa biliyor musun, kedi sahiplenmek istiyorum, hatta kediler. Onların da ayrı odası olabilir. Bahçeme de köpek alabilirim. Senin köpeğin vardı değil mi? Kedilerin? Köpeğini bana verebilirsin."
Dudaklarımı büktüm. "Aslında verilmez, yanlış cümle kurdum." Heyecanla nefeslendim. "Havuzum da olsun mu? Yüzmeyi çok severim. Bir de çatı istiyorum. Çatı katı müzik odası gibi olsun, sadece şarkıların dinlendiği." Ellerimi yanaklarıma yerleştirdim. "Bahçeye meyve ağaçları dikilir, değil mi? Bu arada tavuk da besleyebilirim. Organik bir hayat… Of içim mi geçti benim? Ama çok tatlı olmaz mıydı?"
Kaşlarım çatıldı. "Gerçi o yumurtaları yiyemem. Düşünsene, beslediğin hayvanların yavrularını yemiş oluyorum, çok kötü hissettim." Gözlerim büyüdü. "Yatak odasına ayna koymamalıyım bence, çoğu zaman kendimi görmeyi istemiyorum ama örgütle yaşadığım evde yani kaldığım odada bir sürü ayna var, bunun seninle ilgisi var mı? Sanmıyorum ama. Bu arada örgüttekilerin kıyafetleri hep siyah takımlar ama bugün ben aralarında bu elbiselerle çok komiktim. Bir hayal etsene, herkes simsiyah ve ben çiçekli elbiseyle."
Kıkırdadım. "Ya bir de bir odayı sadece rengârenk kıyafetlere ayırsam ve onları giydiğimde..." Nefesim kesildiğinde kaç dakikadır konuştuğumu düşündüm. Öksürürken utançla gözlerimi kaçırdım. "Yani bu çok büyük bir hediye özetle," dedim. "Kabul edemem. Of bakma öyle, çok konuştum."
Altdudağını dişlerinin arasına alıp gözlerini kıstığında kelepçelerinin hareketlendiğini hissettim, sonra başını iki yana salladı. "Bütün siyahların ortasında parlayabilecek tek ışık sensin," dedi başını sallayarak. "Daha fazla parla diye siyahtan başka bir renk de giymelerini istemem zaten Sevgili Avukat. Hayal edince bile kanım kaynıyor. Renklerden vazgeçme, ben gördüğüm bu kadını saatlerce izleyebilirim."
"Beni daha fazla konuşturmak için böyle söylüyorsun," dedim kaşlarımı çatarak. "Ama yapmayacağım bunu."
Çenesiyle beni işaret etti. "Çok konuşmadın, güzel konuştun, en önemlisi sadece benimle konuştun. Biraz daha konuşsana, dinleyeyim seni. Mesela ne olsun? Kedilerinin de odası mı olsun?" Hevesle gözlerini kocaman açtı. "Hayal etmesi çok keyif veriyor. Müzik odası? Ona da tamam. Havuz? Kaç tane. Detay ver. Çok az anlattın."
"Tugay," dedim başımı önüme eğerek. "Sadece boş bulundum, gerçekten evi kabul edemem, unut bunu."
"Unutmam," dedi hemen. "Sen yapmazsan ben yaparım, ne anlattıysan hepsini tek tek ben yaparım, ev bomboş kalır orada öylece." Kaşlarım havalandı. "Ve bilmen gereken bir şey var ki senin evinin bir kilometre ilerisinde benim evim var. Bir gün özgür olduğumda yürüyüş veya koşu bahanesiyle evinin önünden geçerken pencereden giremeyeceksem neden bu evi diktireyim?" Şaşkınlıkla ona baktım. "Bencil bir istek olabilir ama ben özgür olana dek o ev bitsin istiyorum."
"Sen gerçekten delirmişsin."
"Bunu ezberledik artık," diye onayladı beni. "Ayrıca o evinin içinde bir köşede benim için de bir yer olmaz mı?" Duruşunu değiştirdi, bana doğru yaklaştı ve gözlerimin içine baktı. "Güneşin en fazla vurduğu, yağmurun hissedildiği, bulutları görebildiğim güzel bir oda." Göz kırptı. "Çünkü şu an fark ettim ki özgür olduktan sonra evime bir şey olacakmış ya. İnanılmaz şeyler olacakmış evime."
"Ne olacakmış ya?" dedim onu taklit ederek.
"Bilmiyorum ki ya," dedi keyifle. "Evim beni istemeyecekmiş, yatacak yerim olmayacakmış, sokakta kalacakmışım, üşüyecekmişim, kış olacakmış, soğukmuş, nerede kalacakmışım?" Gözlerini kıstı. "Bir komşum bana evini açabilirmiş, benimle şarap içebilirmiş, sonra tüm gün benimle film izleyebilirmiş." Biraz daha yaklaştığında kelepçeler bileklerini zorladı ama aldırış etmedi. "Belki benimle uyuyabilirmiş, bir odaya ihtiyacım olmayacakmış çünkü onun odası olacakmış, o odaya ben de dahil olabilirmişim. O odadan günlerce çıkmayabilirmişiz, bunu gerçekten yapabilirmişiz."
Yutkundum, heyecandan karnım ağrımaya başlamıştı. "Kim söylüyor bunları?" diye sordum.
"Gelecekteki ben," dedi rahat bir sesle.
"Gelecekteki senin hayalleri ne kadar da tuhaf," dedim, başka ne diyeceğimi bilemiyordum. "Dikkat et de komşun evli çıkmasın."
Gülmeye başladığında gözleri dudaklarıma kaydı. Sonra dilini damağına vurarak, "Sanmıyorum," dedi rahat bir sesle. "O yüzüğü bir kez dümdüz ettim, bir daha etmekten hiç çekinmem." Kaskatı kesildim. "Ama bence evini evli bir kadına göre tasarlaması gerekecek, bu kez kendi isteğiyle."
"İnatçısın Tugay," dedim konuyu değiştirmeye çalışarak. "Kendi istediğin olana kadar direteceksin değil mi?"
"Evet Güzel Avukat’ım," dedi başını sallayarak. "Çünkü bir kez o sınırları siktir ettim, bir daha sikseler geri çizilmez o sınırlar." Yapay bir utançla gözlerini büyüttü. "Tüh, küfrettim, benim gibi bir adama hiç yakışmadı bu."
Gülmeye başladığımda o da bana katıldı. "İnanılmazsın," dedim. "İnsanlar senin çok ciddi bir adam olduğunu savunurken karşımdaki bu ciddiyetsizliğin çok tuhaf." Daha fazla güldü. "Bilmek istersen dışarıda insanlar birbirini öldürüyor, yağmalamalar başladı, hırsızlar çoğaldı, duvarlarda yazılar, ellerde eldivenler, silahlar..."
"Şimdi bunları mı konuşacağız?" diye sordu. "Bize ne savaştan?"
"Tugay," dedim ellerimi iki yana açarak. "Savaşı sen çıkardın, herkes seni konuşuyor."
"E ne var bunda?" Bana bakmaya devam etti. "Bu seninle konuşup şu anı bozabileceğim kadar önemli bir konu değil." Gözlerimi devirdiğimde aynısını taklit etmeye çalıştı ama beceremedi ve yeniden gülmeye başladık.
"Bana e-postalar geliyor," dedim en sonunda, umursamaz görünmeye çalışarak. "Ve özel e-posta adresime de senin için bir mesaj geldi."
Tugay sırıttı. "Hayranım diye bahsettiğin kişilerden mi yoksa?" diye sordu. "Onlara çok sevgilerimi ilet, özgürlüğümde içlerinden biriyle yemeğe çıkacağımı söyle."
Dayanamayıp sağlam olan omzuna vurduğumda acımış gibi nefesini tuttu. "Öyle bir e-posta değil." Nefesimi verdim. "Derya Keçeci." Yüzünü izledim, değişip değişmeyeceğini, üzülüp üzülmeyeceğini, tepkilerini, her zerresini. İsmi duyduğu anda hiçbir tepki vermedi, şaşırmadı ya da üzülmedi, gülümsemesi de silinmedi. "Bir şey söylemeyecek misin?"
"Bu seninle konuşup şu anı bozabileceğim kadar önemli bir konu değil yine," dedi bana bakmaya devam ederken.
"Ne yazdığını sormayacak mısın?"
"Hayır." Bakışları yüzümde gezindi. "Kolye takmayı sever misin? O boynuna ve güzel lekenin üzerine bir kolye yakışır diye düşünüyorum."
Dudaklarım aralandı. "Derya seninle görüşmek istiyormuş, bana bu yüzden ulaşmış." Başını salladı ama hiçbir cevap vermedi. "Bir şey söylemeyecek misin? Eski sevgilin olduğunu biliyorum."
Tugay'ın yüzündeki gülümseme silinmezken, "O Giray'a söyle," dedi dişlerinin arasından. "Özgür kaldığım ilk gün onu kulaklarından tavana asacağım ve bin kez miyavlatacağım."
"Cani!" diye fısıldarken başımı iki yana salladım. "Ona cevap vermemi istiyor musun? Derya'ya yani? Eski sevgiline? Hani belki hâlâ bir şeyler hissediyorsan ya da o hissediyorsa buluşmanıza vesile olmak için..."
"Sevgili Avukat," dedi sözümü keserek. "Yaşandı ve bitti. Beni aldattı. Hayatımda, dilimde ve özellikle senin dilinde yeri yok." Beni aldattı mı? O kadın Tugay'ı aldatmış mıydı? Soru sormamak için kendimle savaşırken içimde bir öfke büyüyordu. "Kimseye cevap vermek zorunda değilsin ama içinde kalmasını istemiyorsan şu an hayatımda çok daha önemli konular olduğunu ve onunla hiçbir şekilde iletişim kurmayacağımı söyleyebilirsin."
"Savaşmak gibi önemli konular mı?" diye sordum. "Bunu zaten biliyordur."
"Hayır," dedi. "Sen gibi önemli konular."
"Ah," derken elim koyacak yer bulamadım. "Sanırım cevap vermemeliyim çünkü sana böyle bir yanlışı yapan kişiyi ama senin sevdiğin ve belki de âşık olduğun..."
"Kıskanınca yanakların kızarıyor," dedi keyifle. "Dişlerini sıkıyorsun, gözlerini kaçırıyorsun, ellerini koyacak yer bulamıyorsun." Bakışlarımı yeniden ona çevirdim. "Bahsettiğin o sınırları beni kıskanarak sen aşmış gibi görünüyorsun." Beni dikkatli bir şekilde inceledi. "Şu an ellerimin serbest olmasını ve bir kez yüzünü avuçlarımın arasına almayı o kadar çok isterdim ki. Eminim çok sıcaksındır."
Gözlerim kocaman açıldı. "Neredeyse unutuyordum. Aptal kafam!" diye inledim. "Sana bir sürprizim var."
"Sürpriz mi?" diye sordu. Giray'ın söylediğinin aksine sesinde öfke yoktu. "Nasıl yani?"
Hevesle kalktım, ardından eldivenimin içine sakladığım o minik anahtarları ortaya çıkardım. Tugay şaşkınlıkla anahtarlara baktı. "Yarım saatliğine izin aldım kelepçesiz kalabilmen için çünkü sıkıldığını biliyorum. Ayrıca seninki kadar büyük olmasa da ben de sana bir hediye getirdim. Sevdiğin bir şey, çok sevdiğin bir şey." Cevap vermesini beklemeden ve daha fazla zaman öldürmeden eğilip kelepçelerinin kilidini açtım. Kelepçelerin yatağa bağlanan tarafları açıldığında bileklerinde hâlâ kelepçeler vardı ama artık serbestti. Bir gün tamamen o kelepçelerin çıkması için her şeyi yapacaktım.
Geriye çekildiğimde ellerimi kalbimin üzerine koyarak ona baktım.
Tugay ellerini havaya kaldırdı. Dirseğine kadar olan protezinin ona ne hissettirdiğini düşünürsem şu an kafayı yerdim, bu yüzden gözlerimi yara olan sağ bileğine çevirdim. Geçen gün direnirken aşınmadan dolayı yara olmuş, kabuk bağlamaya başlamıştı. Sağ elini yumruk yapıp açtı, ardından sol eline baktı. Onu da kaldırıp demirin üzerine koyduğunda hissetmek istiyor gibiydi. Parçalandığımı hissettim.
Bakışları bana döndüğünde bunu beklemediği çok açıktı, şaşkınlığını gizleyemiyordu. "Sadece bu kadar da değil," dedim hızlı bir şekilde yanıt vermesini engelleyerek. "Giray bana müzik dinlemekten hoşlandığını söyledi, hatta piyano çalabiliyormuşsun." Şaşkınlık kaş çatmaya dönüştü, Giray'ın bunu bana söylemesi hoşuna gitmemişti. "Hayır kızma, onu ben zorladım ve istersen o dikmeyi dilediğin evin özellikle en çok güneş alan köşesine piyano koyabilirim senin için." Yutkundu, elleri yavaşça aşağıya indi. "Çünkü bana da öğretmeni isterim."
Tugay bileklerindeki kelepçelerden kurtulsa bile ruhundaki kelepçelerden kurtulmamış gibi bana baktı. “Ben piyano çalamam ki artık,” dedi başını iki yana sallayarak, ardından protez elini havaya kaldırdı.
Karşı geldim. “Gözlerimi çıkarın, görmeye devam edeceğim. Kulaklarımı kesin, duymaktan vazgeçmeyeceğim. Dilimi koparın, konuşmanın başka bir dilini bulacağım.” Sol kolunu işaret ettim. “Kolumu yok edin, diğer elimle var olmaya devam edeceğim.” Çenemi kaldırdım. “Bunlar senin cümlelerin ve bütün imkânsızlıklar da imkân dahilinde diyen yine sendin. Tek elle çalarsın piyanoyu, bana da öğretirsin Tugay, benim de piyano çalarken sol kolumun işlevi olmaz. Zorluğu ikimiz de seviyoruz sonuçta.”
Gözlerinin içine birkaç saniye de olsa keder çöktü. Düşüncelerini duyabilmek için canımı bile verirdim fakat hiçbir şey söylemedi. Doğruldu, ardından uzun bacaklarını yataktan sarkıttı ve ayağa kalktığında tam karşımda dimdik durdu. Yüzüm göğsüne denk gelirken teninden gelen o güzel koku gülümsememe neden oldu. Nemli saçları neredeyse kurumuştu ve uzamaya başladığı için dağınık görünüyordu. Hapishanedeki o halinden eser yoktu, daha canlıydı, daha insandı. Ama bütün bunların dışında hayaller âleminden fırlamış gibiydi. O bana bakarken dışarıdaki dünyayı tamamen unuttum.
Sağ elini kaldırdı ve tersiyle yanağıma dokunduğunda, ardından okşadığında başımı yavaşça kaldırdım, çenem göğüskafesine sürtündü. “İmkânsızlıklar imkân dahilinde,” dedi söylediğimi tekrar ederek. “Ve senin için, sana öğretmek için ben tek elimle de piyano çalabilirim Sevgili Avukat çünkü o zaman bana yalnız hissettirmezsin.” Bir nefes verdi iç geçirerek. “Hiç hissettirmedin.”
"Yalnız değilsin," dedim hızlı bir şekilde ve eldivenli ellerimi kaldırdım. "Ben buradayım." Gülümsedim. "Ve istersen sana bu eldivenleri de verebilirim daha iyi hissedebilmen için."
Gülümsedi, avcunu çevirdi ve yüzümü avcunun arasına aldığında başparmağı çenemde dolaştı. Dokunuşu hafifti, yumuşacıktı fakat kalbim öyle hızlı atıyordu ki yerinden fırlayacak gibiydi. Yüzüm onun büyük elinde yok olmuştu ama narin dokunuşu bütün o nasırlı avuç içlerini silip atmıştı.
"Hayır," dedi karşı gelerek. "Bu eldivenler seni benim dünyama ait hissettiriyor ve bu hoşuma gidiyor çünkü sen hoşuma gidiyorsun."
Başımla onayladım. Ardından, "Sana hediyemi vereyim mi?" diye sordum heyecanla. O da kafasını heyecanla salladığında, "Lütfen dalga geçme," diye önden uyardım, ardından elimi hızlı bir şekilde dekolteme soktum. Tugay'ın kaşları havalandığında eli yüzümden düştü. Giray'ın bana verdiği küçük müzikçaları sutyenimin içinden çıkardığımda, "İşte burada," dedim.
Tugay elimdeki müzikçalara baktı, göğüslerime baktı, ardından öyle bir kahkaha attı ki sesi odayı doldurdu. "Senin şu göğüslerin," dedi kahkahasının arasından. "İçinde bir ben eksiğim Sevgili Avukat, ben dışında her şey sığıyor."
"Ya!" dedim omzuna hafifçe vurarak. "İçeriye sokabilmemin başka bir yolu yoktu, ne yapmamı bekliyordun?" Gülmeye devam etti, bir kez daha omzuna vurdum. "Gülme!" dedim ama devam etti. Ben de dayanamayıp gülmeye başlayınca, "Ya gülme," dedim. "Tamam ben de şaşkınım bu kadar şey sığmasına ama napayım, imkânsızlıkları imkân dahilinde yaptım işte."
"Mükemmelsin," dedi elimden müzikçaları alıp zorlukla gülüşünü durdurarak. "Hımm, sıcacık. İnsan bazen gerçekten merak ediyor…"
"Neyi?" diye sordum sert bir sesle.
Cevap vermek yerine sırıttı. "Çocukluğumun müzikçaları," dedi başını sallayarak. "Yandığını düşünüyordum, duruyormuş."
"Evet," dedim heyecanla. "Ve içinde sevdiğin bazı parçalar varmış. Sakla bunu ve canın sıkıldıkça dinle, olur mu? Yeni birkaç parça da ekledik." Kapıya baktım. "Sakın yakalanma."
"Nereye saklayacağım?" diye sordu sırıtarak. "Bende seninkilerden yok."
"Tugay!" dedim inleyerek. "Bul bir yer."
Yeniden gülmeye başladığında imalı imalı bana baktı. "Tamam," dedi. "Bulacağım bir yer."
Müzikçaları parmaklarının arasında çevirdi, ardından açma düğmesine bastı, yüzüne keyifli bir ifade oturduğunda mutluluğu mutluluğum olmaya başlamıştı. Şöyle birkaç saniye listeye baktı, ardından bir şarkının üzerinde durup bana döndü, bir şeyler düşündüğü belliydi ve sonrasında şarkıyı açtığında gülümsedim.
Bülent Ortaçgil & Teoman – Değirmenler.
"Çok severim," dedim heyecanla. "Çok hem de."
Müzikçaları yatağın üzerine attı. "Aklımdan geçeni söylesem yine deli diyeceksin ama umurumda değil," dedi.
"Nedir aklından geçen?"
Hiç ummadığım bir anda, "Dans et benimle," dedi ve yüzümdeki gülümseme donuklaştı. "Şimdi, burada, bütün imkânsızlıkların imkân dahilinde olduğu o anda, kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu unutarak, savaşa rağmen dans et benimle." Sağ elini bana uzattı. "Bir dünyayı güzelleştirmek ilk önce kendi dünyamızı güzelleştirmekten geçer Sevgili Avukat. Birkaç dakika her şeyi unutup dünyamı seninle güzelleştirmeme izin ver, dans et benimle."
Bakışlarım kapıya döndü. "Tugay," dedim tedirginlikle. "Dışarıda insanlar var, şu an bunun için pek müsait değiliz ve..."
Bir anda sağ kolu belime sarıldı, eli bel boşluğuma dayandı ve beni kendine öyle çekti vücutlarımız tek vücut halini aldı. Büyük bir nefes verdi, gözlerimin içine baktı. “Dans et benimle Sevgili Avukat,” dedi bir kez daha. “Bizim zamanımız kıymetli, anla bunu. Özgürlüğümde saatlerce de dans edeceğiz seninle, söz veriyorum ama şimdiki bir dakika bile kıymetli benim için.”
Vücudu sıcacıktı, teni burnumun hemen ucundaydı. Her parçasını hissedebiliyor, her hareketinde ona göre şekil alabilecek vaziyette duruyordum. Zaman kıymetliydi, öldürmeye gerek var mıydı? Zaten onu reddedemeyeceğimi biliyordum.
Bir elim omzuna tutundu, diğer elim protez elini tuttu. Sıcacık vücudu, buz gibi protez eli ama yine de gözlerinde capcanlı bir adam. Gülümsediğinde bakışları yüzümün her zerresinde gezindi, belimdeki eli daha fazla baskı uyguladı, ardından parmakları yavaşça sırtımda dolaşmaya başladı. Bir adım attı, ona ayak uydurdum, ardından başka bir adım daha attık.
Tugay Demir Çeviker'le bütün imkânsızlıkların ortasında, bir hastane odasında dans ediyordum. Gökyüzünde patlayan bombaları, havai fişek sanıp gülümseyen o çocuklardan hiçbir farkım yoktu ama ben ilk kez bir adamla kendim isteyerek dans ediyordum.
Belimden tırmanan eliyle kürekkemiklerimi okşadı ve tekrar aşağıya inerken parmaklarının verdiği his ürpermeme neden oldu ama gözlerimi bir an bile olsun ondan ayırmadım. Her adımında ona ayak uydurdum ve her şeyi güzel yapabildiği gibi harika dans edebildiğini gördüm. Adımlarıyla beni duvara doğru ilerletti. Duvarla onun arasına sıkıştığımda belimdeki eli yavaşça kalçama ilerledi ve yüzünde harika bir gülümseme oluştu.
Bir bacağımı iki bacağının arasına yerleştirip hafifçe yukarı çıkararak ona sürttüğümde Tugay'ın dudakları aralandı, beni duvar kenarından çekti ve tamamen kendine yasladığında belimdeki elinin baskısı arttı. Adımları hızlandı, bunun içindeki heyecanı atmak için olduğunu biliyordum ama her adımında vücudu biraz daha bana sürtündü.
Omzundaki elimi dayanamayıp koluna kaydırdım, ardından hafifçe sırtına uzandım. Kırbaç izleri parmaklarıma değdiğinde çekinerek yeniden omzuna döndüm ama rahatsız olmuş gibi görünmüyordu, yüzünde çekici bir gülümseme vardı. Yana doğru bir adım attığında bu kez onun bacağı iç bacağıma sürtündü. Bunu yaptığı an omzumdaki elimi yeniden koluna doğru indirdim. Bileğine, karnına ve en sonunda tırnaklarımı sürterek yeniden omzuna çıktığımda eli belime sıkıca sarıldı ve beni geriye yatırdığında üzerime eğildi.
Gözlerini gözlerimden ayırırken heyecandan delicesine titrediğimi fark ettim. Omzuna sıkıca tutunurken yüzünü boynuma yaklaştırdı, ardından yine beklemediğim bir anda lekelerimin üzerine öpücük kondurdu. Yukarıya tırmandı, çenemin altından öptü, bu kez daha sıcaktı ya da ben artık yandığımı hissediyordum. Dudakları çenemin hizasına geldiğinde gözlerimiz kesişti. Yeniden doğrulmama izin verdiğinde geriye adım attı, beni kendi etrafımda döndürdü ve bu kez az önceye göre daha sertçe beni kendine çekti. Kolu sıkıca belime sarılıyken artık adım atmıyor, sadece bana bakıyordu. Bakışlarındaki o tutkuyu görebiliyordum çünkü gizlemiyordu. Nefes nefeseydik, çok hızlı dans etmediğimiz halde.
Tugay ilk öpücüğünü avcumdaki yanığa, ikinci öpücüğünü boynumdaki lekelere bırakmıştı; bunun anlamı da fazlasıyla derindi.
Yüzüyle yüzüm arasında birkaç santim kalmışken önüme gelen saçımı yavaşça arkaya itti. Ellerim göğsünde birleştiğinde, "Başkalarına göre Suç Kralı'yım, bütün bu savaşın nedeniyim, katilim, kötü insanım, her şeyin sorumlusuyum," dedi. "Ama senin için sadece seni öpmek isteyen o delirmiş adamım." Protez eli göğüskafesime ilerledi, sanki kusurlarıyla kusurlarımı birleştiriyordu. "Daha ne şekilde anlatabilirim, bilmiyorum Sevgili Avukat. Kelimelerin tükendiği noktadayım."
Vücudu sanki daha da sıcak oldu ya da benim avuçiçlerim artık gerçekten yanıyordu çünkü başımın döndüğünü hissediyordum. Şarkı bitmişti, sadece birkaç dakikalık bir dans, ufak dokunuşlar, tenini yüzeysel olsa da tatmak bütün hayatıma bedeldi çünkü hissedebiliyordum, hem de her duyguyu.
"Tugay," dedim kısık bir sesle. "Kurak topraklarda çiçek açar mı?"
“Açar,” dedi direkt belimde sarılı olan parmaklarıyla yavaşça okşayıp.
"Açmaz," dedim başımı iki yana sallayarak. "Bu imkânsız..." Duraksadım. "Bu gerçekten imkânsız."
"Onu da imkânlara dahil ederim Sevgili Avukat," dedi çenesini kaldırarak. Ela gözlerinde bunu yapabileceğini gördüm. "Açtırırım o çiçeği ben."
"Nasıl?"
"Savaşarak."
"Peki ya özgürlükle ve bileklerindeki kelepçelerle olan savaşın?" Gülümsedi, kalın dudaklarında oluşan kavis onu daha da çekici bir hale getiriyordu.
"Bana özgürlükle olan savaşımdan başka bir savaş daha verdin zaten," dedi. "Sen, senin için savaşmak." Başını salladı. "Bana seni ver, bütün imkânsızlıkların yok olduğunu göreceksin."
Bakışlarım dudaklarına kaydığında ellerimin altındaki kalbinin hızlandığını hissettim ya da bu benim uydurmamdı veya hissettiğim kendi kalbimdi, bilmiyordum.
Ve o an dışarıdan sesler gelmeye başladı, adım sesleri, kalabalık, gürültü; yaklaşan insanlar. Birbirimize baktık, o an ikimiz de aynı şeyi düşündük. Dışarıda dünya berbat bir haldeydi ve biz sadece birkaç dakika normal bir hayat yaşayabiliyorduk.
Tugay hızla çekilip müzikçaları yatağın altına sakladı, ardından ellerini arkasında birleştirdi. Birkaç saniye içinde değiştirebilmişti duygu durumunu, bense kaskatı kesilmiştim. Bir anda kapı sertçe açıldı.
İlk önce içeriye dört polis memuru girdi, sonrasında üç koruma ve Ölüm Timi'nden iki adam daha. En arkada odanın dışında Marco'nun durduğunu gördüm, sabit bir şekilde bize doğru bakıyordu.
"Ne oluyor?" dememe kalmadan içeriye Başkan Yardımcısı, sekreteri ve beni şaşkına çeviren o kişi girdi.
Kerem Karaman.
Bakışlarım direkt Tugay'a döndüğünde sakin görüntüsü tamamen yok oldu ve Kerem'e öyle baktı ki bu kez korkudan titrediğimi hissettim.
Başkan Yardımcısı, "Eftalya Atalar," dedi beni işaret ederek. "Hakkında soruşturma başlatıldı, müvekkilinden uzaklaş."
"Nasıl?" dedim, ardından başımı iki yana salladım. "Bu yasal değil, bu şekilde olmaz. Hiçbir hata yapmadım."
"Resmi bir şekilde örgüte dahil olduğunu belli ettin," dedi sekreter. "Zorluk çıkarmadan bizimle gelmen gerekiyor."
"Bu doğru değil," diye çıkışırken gözlerim Kerem'in o iğrenç yüzüne kaydı. "Onu hâlâ yanınızda tutabiliyorsunuz ve beni soruşturmayla mı tehdit ediyorsunuz?"
Kerem gülümsedi ve aşağılayarak beni süzdü. O an Tugay'ın burnundan sert bir nefes verdiğini işittim. "Babam öldürülürken yasalar var mıydı Eftalya Atalar?" diye sordu Kerem. Ardından diğerlerini umursamayarak öne çıktı. "Şova gerek yok, asıl konuya girelim. Sana Krallık iki seçenekle gelecek." Çenesiyle Tugay'ı işaret etti. "Ya onun avukatlığını yapmayı bırakacaksın…" Alayla güldüm, Kerem de aynı şekilde karşılık verdi. "Ya da baban idam edilecek."
Yüzümdeki gülümseme silindi. Az önce heyecandan atan kalbim sanki durdu ve çiçeklerimden daha büyük bir zaafıma saldırdıklarını anladım. Babam. Beni vurabilecekleri tek noktaydı. Gözlerim korkuyla dolduğunda bakışlarım Tugay'a kaydı ve onun gözleri de bana döndü.
Bu odaya sonradan dahil olanların ise bilmediği iki şey vardı: Birincisi, konu zaaflarım olduğunda nasıl da kendimi kaybettiğimdi ve ikincisi, Tugay'ın kelepçelerinin bir yere takılı olmadığıydı.
Paragraf Yorumları