Aşk gerçekten var mıydı?
Hayatımın hiçbir döneminde aşka inanmıyorum diyerek ayaklarını yere vuran bir kadın olmamıştım, aksine çoğu zaman âşık olmanın verdiği hissi merak etmiştim.
İlkokulda, dünya henüz bu halde değilken, küçük çocukların bile dilinde siyaset yokken sınıf arkadaşıma âşık olmuştum. Adını hatırlamakta her seferinde zorluk çekiyordum ama saçlarının rengini, temiz okul üniformasını ve ciddi yüzünü hep hatırlayabiliyordum.
Kimseyle konuşmaz, sadece ders çalışırdı. Çoğu zaman sınıftaki kızlar onunla dalga geçerdi ama ben içten içe ona hayranlık beslerdim. Yüzümü ellerime yaslayıp bana dönük sırtını izler, hayaller kurardım. Hayallerim genelde beraber parka gitmek üzerine olurdu ama o yaşlarda zaten başka hayaller kurabilmek zordu.
Pek arkadaşım olmadığı için onunla nasıl iletişim kuracağımı da bilmiyordum ama sınıftaki kızların sevdikleri çocuklara mektup yazarak aşklarını ilan ettiklerini duymuştum. Üçüncü sınıfta ilk aşkıma mektup yazdım. Yazdıklarım daha dün gibi aklımdaydı ve o kadar komikti ki her hatırladığımda gülüyordum.
Merhaba, ben sana âşık oldum galiba, diye başlamıştım. Sırtın çok güzel, çok güzel ders çalışıyorsun, kalemin de çok güzel. Ben Eftalya, bana âşık olur musun?
Mektubu onun masasına bırakıp kaçmıştım ve ertesi gün bütün sınıfın dalgasına maruz kalmıştım çünkü o mektup herkesin eline geçmişti. Âşık olduğum çocuk mu herkese okuttu yoksa masadan mı alıp okudular, hiçbir zaman öğrenemedim ama o çocuk bana âşık olmak bir yana dursun, bir kez bile yüzüme bakmadı.
Bir süre sonra da askerdeki babası şehit oldu, taşınmak zorunda kaldılar ve onu bir daha görmedim.
Aşktan ise yine vazgeçmedim.
Ortaokulda Deniz diye bir çocuğa âşık oldum Çok haylazdı ve gelip gidip bana vuruyordu. Benimle ilgilendiğini düşünerek ona âşık olmuştum ve ben de durup dururken gidip ona vurmaya başlamıştım. O zamanki aklıma göre o bana bu şekilde âşık olduğunu söylüyordu, ben de ona o şekilde. Çünkü annem bana şiddet uyguladıktan sonra aslında beni sevdiğini söylerdi, sevginin dilinin bu olduğuna inanıyordum.
Bir süre sonra ona âşık olduğumu anladı ve bütün sınıfın ortasında beni rezil etti. Rezil etmekle de kalmadı, herkesin ortasında beni itti ve yere düştüm. Altımdaki etek başıma kadar geçmişti, o yaşta okulun ortasında yaşadığım bu deneyim yüzümü kızartmıştı. Herkes kahkahalarla bana gülmüştü, bu zorbalıktı. Yedinci sınıftaydım, okulun bitmesine çok vardı. O günden sonra bir kişiyle bile iletişim kuramadım.
Aşktan ise yine vazgeçmedim.
Lisede Cem adında bir çocuğa âşık oldum, okulun basketbol takımındaki o havalı çocuktu. Bütün kızlar peşindeydi fakat o her beni gördüğünde göz kırpıyor, bulduğu her boşlukta benimle sohbet ediyordu. Normalde âşık olmayacağım kadar kibirli biriydi ama nedense bunun da aşk olabileceğini düşünüp ona tutulmuştum.
Ta ki beni okulun arkasında zorla öpmeye çalışana kadar. O yaşıma kadar kimseyle öpüşmemiştim ve buna hazır değildim. Cem ise bunu yapmak zorunda olduğumu söyleyerek okulun köşesinde sıkıştırmıştı beni. Karşılık vermediğimde ise zorlamıştı. İlk öpücüğümü zorbalıkla almıştı elimden ve ondan sonraki bir hafta boyunca okula gidememiştim. Büyüdükten sonra fark etmiştim bunun taciz olduğunu. O yaşımda beni zorla öpüp bir de bunu bile beceremediğimi söylemesi, hatta yüzüme tükürmesi kendimi daha fazla yetersiz hissetmeme neden olmuştu.
Bir hafta sonunda okula döndüğümde ise dönen dedikoduların önünü alamamıştım. Ne yaşandıysa tam tersiydi söylenenlere göre. Ben Cem'i zorlamıştım, o bana dokunmak istememişti ama en sonunda erkekliğine(!) yenik düşmüştü ve benimle birlikte olmuştu. Lisedekilere göre bu fahişe olmak demekti, öğretmenler bile bu konuyu konuşuyorlardı.
Lise ikinci sınıfta yaşadığım bu olayın ardından mezun olana kadar başka kimseyle konuşamadım ama her seferinde zorbalıkla karşılaştım. Cem beni her gördüğünde lekeli diye dalga geçti, başkaları varken ise mağduru oynadı.
Önceki olaylarda Sinan yanımdaydı ve gidip onun omzunda ağlayabiliyordum. Hatta o çocukları dövdüğünü de biliyordum ama Cem olayında Sinan yoktu, askeriyedeydi. Omzunda ağlayabileceğim tek kişi babamdı, o da iş yüzünden eve geç geliyordu.
En sonunda dayanamayıp yaşadıklarımı anneme anlatmıştım. Anne bu, istismara uğradığımı söylemesi gerekirdi ama o dinleyip benim ahlaksız biri olduğumu iddia etmişti. Başkalarıyla öpüştüysem beni kimsenin almayacağından(!), çöp gibi köşeye atılacağımdan, erkeklerin elinin kiri olduğumdan bahsetmişti.
Yetmemiş bana bakirelik testi yaptırmak istemişti, bu olay o kadar büyümüştü ki babama kadar gitmişti. Onun engellemeleriyle olay kapanmıştı fakat annemin daha geçenlerde ben Kerem'le nişanlanırken bile Kerem'i köşeye çekip bir anne gibi uyardığını biliyordum, ona göre annelik bu demekti. Kerem'e evlenmeden önce bakirelik testi yaptırmasını önermişti, çok mühim bir meseleymiş gibi. Kerem’in ne karşılık verdiğini bilmiyordum ama bana önemsiz olduğunu söylemişti.
Çünkü anneme değil, bana inanmıştı yoksa önemsiz olduğunu dile getirmezdi, onu da biliyordum. Avazım çıktığı kadar bağırıp bakireliğin kimseyi ilgilendirmeyen, önemsiz bir detay olduğunu söylememek için kendimi tutsam da dayanamayıp söylediğimde annemin tokadıyla susturuldum.
Aşkın her kötü yüzünü gördükten sonra tamamen uzaklaşmıştım işte ve üniversiteye geçtiğimde kendimi sadece derslerime vermiştim. Kimseyle ilgilenmiyordum, hiçbir gruba dahil olmuyordum, gelen teklifleri direkt reddediyordum, inancım körelmişti. Aşka hâlâ inanıyordum ama benim için yoktu. Genelde hep sırtına hançer yiyen o yan karakterdim ben, baş karakterlerdi aşkın en güzel halini yaşayan.
Sonradan fark etmiştim ki geçmişte yaşadıklarımın hiçbiri aşk değildi. Ben hayatımda hiç o duyguyu tatmamıştım, hepsi bir arayıştı.
Mutlu evlilikler, güzel öpücükler, şen kahkahalar, romantik dakikalar, bunların hepsi benden tamamen uzaktı. Hayatımız karanlığa sürüklendikten sonra ise aşk bir göreve dönüştü ve ben Kerem’le nişanlandım. Bir başkası olsa belki nişanlanmazdı, biliyordum fakat benim için o kadar önemsizdi ki bir yüzük, aşk, sevgi ya da başkasının hayatıma dahil olma ihtimali... teklifini kabul etmekte bile zorlanmamıştım.
Kerem babamı kurtaracaktı, ben onun eşi olacaktım. Anlaşmamız buydu. Defalarca elimi tutmuştu, sarılmıştı, hatta öpmüştü de. Güzel bir aşk öpücüğü değil, karşılıksız kaldığında geri çekildiği türden. Hepsi de o kadar hissizdi ki, Aşk diye bir duygu olmayabilir, olsaydı o beni öptüğünde ben bunu hissederdim, demiştim.
Fakat şimdi, bu hapishanede aşkın varlığını yeniden sorgulamama tesadüf olamazdı. Bütün bu savaşların, imkânsızlıkların, karanlığın, hatta işkencelerin ve ölümlerin ortasında aşkın varlığını sorgulamam tesadüf olamazdı.
Her duyguyu abarttığım gibi aşk duygusunu da abartacağımı biliyordum, zaten bu yönümü fark ettikten sonra aşkın benden uzak durması gerektiğini de fark etmiştim ama babam bir keresinde aşkın önüne geçemeyeceğimi ve onun benden her zaman bir adım önde olacağını söylemişti.
Şimdilerde bir adım önümü göremiyordum ama kalbimin atışlarını kulaklarımda duyabiliyordum, ellerimde Tugay'ın ellerinin bıraktığı boşluğu hissedebiliyordum, yanaklarıma sıcaklık bastığını fark edebiliyordum.
Onlarca müvekkilim olmuştu, erkek ya da kadın fark etmez fakat öylesine sınırları aşmadan ilerlemiştik ki müvekkillerimin gözünde daima soğuk bir avukat olarak kalmıştım. Çoğu müvekkilimin ismini yanlarından ayrıldıktan sonra hatırlamazken Tugay'ın adını kimin koyduğuna kadar merak ediyordum, nerede doğduğunu, nasıl bir çocukluğu olduğunu, en sevdiği rengi, en son okuduğu kitabı, en sevdiği ülkeyi...
Bakışlarım avcumda duran beyaz kâğıttan laleye kaydı, ardından onun ellerine baktığımda sağ avcunun içinde benim ona verdiğim çikolatanın boş paketini tuttuğunu fark ettim.
Saklayacaktı.
Çünkü o bir mahkûmdu ve belki de seneler sonra çikolata yiyebilmişti. O çikolata paketine baktığımı fark ettiğinde gizleme zahmetine bile girmeden cebine koydu, saklayacağının kesin kanıtıydı bu.
"Avukat," dedi gardiyanlardan bir tanesi. "Artık gitmemiz gerekiyor. Beş dakika bitti."
Derin bir nefes alırken bakışlarımı tavana çevirdim ve karanlığın yeniden hapishaneye dolduğunu gördüm fakat yine de beş dakika da olsa gökyüzüne kavuşmuştu, güneşi hissetmişti. Tavanda olan bakışlarımı yeniden ona çevirdiğimde gülümsediğini fark ettim, Tugay'ın gülüşü bile bana bir direnişi, âdeta savaşı anımsatıyordu.
"Hadi ama," dedi Tugay gülümsemeye devam ederek. "İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz şu an."
Tedirgin bir şekilde hareketlenip saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Ne düşünüyoruz?" diye sordum.
Tugay tedirginliğimi fark etti, tek kaşını kaldırdı. Bana doğru eğildiğinde yüzüyle yüzüm arasında bir karışlık mesafe kaldı. Gardiyanların gözü önünde bir mahkûmun avukatıyla bu şekilde görülmesi tam bir fiyaskoydu ama ben geriye bir adım dahi atamadım. "Hisler düşünceleri doğurur Sevgili Avukat," dedi kısık bir sesle. "Ve umuyorum ki aynı duyguları hissediyorsak aynı şeyleri düşünüyoruzdur."
Yutkunurken kalbimin sesini duyacak diye ödüm kopuyordu. Bu aptallıktı, bana ne oluyordu? O bir mahkûmdu, bir katildi, Suç Kralı’ydı, örgüt kurucusuydu, Krallık karşıtıydı, savaşın başlangıcıydı.
Tugay Demir Çeviker kıyamet demekti.
"Bence dünyamız hisler açısından oldukça iğrenç bir halde," dedim ucu açık bir yanıt vererek. "Bileklerinde kelepçeler var, bir mahkûmsun, güneşi görmeye bile sadece beş dakikan var ama hislerden söz ediyorsun, ne oldukları da önemsiz. Ya çok umutlu bir adamsın ya da fazla hayal kurmayı seviyorsun." Yüzündeki gülümseme bir an bile olsun silinmedi. "Beni merak ediyorsan hisler konusunda gerçekçi biriyimdir. Dünyamı tamamen hislere kapattım ve tamamen savaştan ibaretim, başka bir duygu da yok."
Tugay gülümsemeye devam ederken, "Güzel bir haber," dedi. Ardından sağ elime dokundu ve parmağı yüzüğümün üzerinde gezindi. "Bu aptal yüzüğü gerçekten bana verebilirsin o halde, ben de onu eritip anahtar yapabilirim. Sonuçta hislere kapalı bir kadının parmağındaki bir nişan yüzüğünün de önemi yoktur." Feci derece patlamıştım. Dudaklarım aralandığında bu kez sırıttı, ardından geriye doğru bir adım attı.
Sağ elimi sol avcumun içine aldığımda gardiyanlara baktım ve ikisinin gözlerinin de bizim üzerimizde olduğunu fark ettim. Diğer tarafa baktığımda ne yapacağımı bilemedim, derin bir nefes alıp gardiyanların olduğu tarafa yürümeye başladım, Tugay ise gülerek peşimden geldi. Gülerek.
Hemen yanıma geçtiğinde omzuyla omzumdan hafifçe itekledi, ters ters ona baktığımda sırıttı. Gözlerimi devirdiğimde bir kez daha omzuma dokundu. O alandan çıkıp yürümeye başladık. "Bak," dedim kaşlarımı çatarak. "Bak canımı sıkıyorsun."
"Hımm," dedi derinden gelen bir sesle. "Başka ne yapıyorum? Anlatsana yavaş yavaş."
"Canımı sıkıyorsun, özelime giriyorsun, sınırları aşıyorsun, böyle bir de sorguluyorsun falan filan." Ters ters ona baktığımda çok yavaş yürüdüğünü fark ettim. "Neden yavaşsın? Sana diyorum."
Tugay minik adımlar atıp, "Zaman kazanıyorum Sevgili Avukat," dedi gülümsemeye devam ederken. "Bu koridor tamı tamına iki yüz adım, büyük adımlarla doksan. Defalarca işkenceler için yürüdüğüm yolu giderken küçük adımlar attım, dönerken ise büyük. Oradan biliyorum."
Kaşlarımı kaldırdım. "Şu an işkenceye gitmiyorsun Tugay Demir," dedim. "Büyük adımlar atabilirsin. Sana bunu asla yaptırmam."
"Biliyorum, sen işkenceye götürmezsin ama koridorun sonu da başka çeşit bir işkenceye çıkıyor çünkü hücreye götürecekler beni," diyerek çenesiyle ileriyi işaret etti. "Ve bu koridorun sonunda seninle de yollarımız ayrılacak bir dahaki görüşmemize kadar. Şimdi işkencelere gittiğimden daha yavaş yürüyorum, hemen bitmemesi gerek. İki yüz adımdan daha fazlası olacak."
Gardiyanlar onu duyuyordu fakat bu umurunda bile değildi. O an nasıl göründüğü ya da ne şekilde anlaşıldığı da. Adımlarım bıçak gibi kesildiğinde dudaklarım aralandı, ardından koridorun sonuna baktım ve yeniden ona döndüm. "Ne zaman hücreye aldılar seni?" diye sordum kısık bir sesle.
"Dün," dedi. "Feridun Karaman'ın ölümünün ardından."
"Fakat bu da yasal değil," derken dişlerimi sıkıyordum. "Herhangi bir kanıtları olmadığı halde seni hücreye kapatamazlar."
"Yasalar uzun zamandır kötü sonlu masallardan ibaret Sevgili Avukat," dedi Tugay tepkisiz bir şekilde. "Artık beni koğuşa almayacaklarına eminim, hücrede kalmaya devam edeceğim."
"Etmeyeceksin." Kaşları havalandı. "Etmeyeceksin," dedim bir kez daha ve ona yaklaştım. İşaretparmağımı kaldırırken öfkeden gözlerim kararmıştı. "Buna izin vermeyeceğim." Dönüp gardiyanlara baktım. "Tugay ve beni görüşme odasına alın, müdürle konuşacağım."
Tugay kolumu tutup beni kendine çevirdi. "Bunu bana yardım etmen için söylemedim, tek derdim hızlı yürümendi. Sadece benimle biraz daha vakit geçirmeni istiyordum."
"Tugay," dedim sert bir sesle. Kolumu ondan kurtardım. "O hücrede sana yemek veriyorlar mı?"
"Hayır."
"Su?"
"Sınırlı ölçüde."
"Gece gökyüzü izni?"
"Asla."
Dişlerimi sıktım. "Yapayalnızsın," dedim kısık sesle. "Orada insan delirir."
"Delirmem," diyerek başını iki yana salladı. "Kâğıtlarım var senin verdiğin."
İçimde tarifi olmayan bir heyecan vardı ve cümleleri heyecanımı tetikliyordu ama sadece bu kadar da değildi, hislerim büyük bir bombanın patlamak üzere olduğunu söylüyordu.
Tugay Demir'in her cümlesinde başka bir ima vardı sanki.
"Yavaş yürümek istemenin nedeni sadece hücre değil, değil mi?" diye sordum. "Başka bir şeyler var."
Yine imalı imalı bana baktı. "Hisler Sevgili Avukat," diye mırıldandı. Yaşadıklarından ders çıkarmayı fazlasıyla abartmıştı, bir hücrede yaşamaya boyun eğemezdi. "Ayrıca daha uzun süre hücrede kaldığım da aç bıraktıkları da oldu. Problem değil, ben hücreyi seviyorum."
"Sevmekle, sevmek zorunda bırakılmak aynı şeyler değil," derken öfkeden gözlerim karardı.
Tugay bakışlarını bir kez daha parmağımdaki yüzüğe çevirdi, ardından göğsümdeki ve çenemdeki ize. "Anlıyorum."
Başımı omzuma doğru yatırdım ve kederle ona baktım. "Saçlarını Feridun Karaman yüzünden mi kestiler?" diye sordum dayanamayarak. "Ve o ensendeki damgayı da yine Feridun Karaman yüzünden mi yaptılar?"
Kısa bir sessizlik oldu, Tugay dakikalardır ilk defa gülümsemiyordu ve dakikalardır ilk defa yüzünde kederli bir ifade oluşmuştu. Arkamdaki gardiyanlara birkaç saniyeliğine baktı, ardından yeniden bana döndü. "Kötü mü görünüyor?" diye sordu kısık bir sesle. "Düzeltmeye çalıştım."
Omuzlarım düşerken, "Hayır," diyerek başımı iki yana salladım. "Sadece nedenini merak ediyorum. Bütün bunların nedeni o adamın ölümü mü?"
Net bir yanıt alamadım. Tugay bir kez daha koridorun sonuna baktı ve yine gülümsedi. "Bakıyorum da sen de zaman kazanmaya çalışıyorsun böyle lafa tutarak."
Kollarımı önümde bağlarken, "Cevap vermeyeceksin değil mi?" diye sordum.
"Sorguda mıyım Sevgili Avukat?" diyerek beni dalgaya aldı. "Öyleyse seninle baş başa sorgu odasına gitmek isterim."
"Of!"
"Of," dedi beni taklit ederek. Gözlerimi devirdiğimde aynısını yapmaya çalıştı. Başarısız olduğunda kendimi tutamayıp gülmeye başladım. "Sikeyim, yapamadım," dedi ardından dudaklarını yine sıkıca kapattı. "Tüh," dedi. "Yine küfrettim."
Gülmeye devam ederken yeniden yürümeye başladım ve bu kez onun minik adımlarına ayak uydurdum. O ne kadar yavaşsa ben de o kadar yavaş ilerledim. Bu Tugay'ın hoşuna gitmiş olacaktı ki yüzündeki gülümseme silinmiyordu.
"Ayrıca babamı koruduğun için teşekkür ederim," dedim ayaklarımıza bakarken. "Yani bunu yapmak zorunda değildin fakat yapıyorsun." Tugay sadece başıyla beni onayladı. "Ayrıca o gün revirdeki rezaleti de temizlediğin için teşekkür ederim." Yeniden başını salladı, bu kez kaşları çatıldı. "Bir de çiçekler için de teşekkür ederim tabii..."
"Görüyorsun değil mi?" diyerek lafımı böldü. "Bütün imkânsızlıkların içinde bile hayatını güzelleştiriyorum Sevgili Avukat. Her eve lazım bir Suç Kralı’yım ben."
Kıkırdadığımda yüzüme dikkatle baktı, bir anlık eli havalanır gibi oldu fakat kelepçeler engel olduğunda gözlerini kıstı.
"En sevdiğin renk ne?" diye sordum hevesle.
Çok kısa düşünüp "Beyaz," diye yanıtladı. "Senin?"
"Siyah," dedim kaşlarımı çatarak. "En sevdiğin sayı ne?"
"Yirmi dokuz." Gözlerini kaçırdı. "Senin?"
"Altı çünkü altıncı yaşım çok güzeldi!" Ellerimi birbirine çarpıp önüne geçtim ve geri geri yürümeye devam ettim. "Biliyor musun, yüzmeyi altı yaşında öğrendim. Babam öğretmişti, öğrenirken neredeyse boğuluyordum hatta ama sonra durmadan yüzmeye gitmek istedim ve bir süre sadece yüzdüm. Küçücük çocuk olmama rağmen vücudum kas doluydu. Ayrıca altı yaşındayken arkadaş edinmiştim, mahallemizdeki kızlar beni hiç dışlamıyordu. Bir de ilk oyuncağımı da altı yaşında annem aldı, aslında babam da alıyordu ama altı yaşında annem aldı."
Yeniden ellerimi çarptım. "O oyuncağı hâlâ saklıyorum. Bir gözü yok. Küçükken yüzünü boyamışım Tugay ama görmen lazım hâlâ güzel!" Ellerimi kalbime koydum ve gözlerimi kapatıp açtım. "Aslında sekiz sayısını da seviyorum ama sekiz yaşında çok kötü şeyler yaşadım. Aslında güzel şeyler de yaşadım ama genel olarak kötüydü. Bir de biliyor musun, kitap okumayı söktüğümde ilk okuduğum kitap bir katil kitabıydı, adam herkesi deşiyordu. Sen kitap okumayı sever misin?"
Güldüm. "Aslında aşk kitaplarına bayılırım ama yasaklandı, malum aşk yasak bu ülkede artık. Ne acı…" Derin bir nefes alırken önüme döndüm. "Yani filmler de öyle ama… Aa Tugay, biliyor musun ben oyuncu olmak da istemiştim fakat..." Anlık olarak nefesim kesildiğinde kaç saniyedir konuştuğumu düşündüm; ne kadar bilgi verdiğimi ve kaç sınırı aştığımı. Gözlerim büyürken Tugay’ın beni dikkatlice dinlediğini fark ettim. Yüzünde heyecanlı ve meraklı bir ifade vardı.
Telaşla bir anda hayatımda onsuz geçirdiğim günleri onunla paylaşmak istememin nedeni neydi? Bu duygunun adı neydi?
"Şey," dedim yanına geçerek. "Çok mu konuştum? Özür dilerim, ortam yoktur, ya çok konuşurum ya hiç konuşmam. Annem olsaydı şu an delirirdi." Bir keresinde Kerem'e de sarhoş olup anılarımdan söz etmeye başlamıştım, birkaç dakika sonra çok konuştuğumdan yakınıp uyumaya gitmişti. Kırıcıydı ama haklılardı. İnsanları sıkıyor olabilirdim.
Tugay'ın sağına geçtiğim için düzelterek beni soluna aldı. Gülümsemeye devam etti. "Hiç kimseyi bu kadar dinlemek istememiştim," diyerek bana karşı çıktı. "Ne çok konuşmasından bahsediyorsun, hiçbir şey anlatmadın ki. Devam et, dinliyorum ben." Omzumu silkerken sessizliğe yeniden gömüldüm fakat bu onu rahatsız etti. "Çocuk gibi bükme dudağını, öyle az konuştun ki çok konuşan insan görmemişsin sen. Ben çok konuşurum mesela." Ciddi olamazdı. Az ve öz konuşuyordu o, bunu görmüştüm fakat benim çenem düşmüştü.
"Derdin başından aşkın," dedim yeniden omzumu silkerek. "Bir de geçip sana çenesi düşüklük yapıyorum."
"Avukat," dedi ilk defa başına sevgili koymadan. Gözlerimi açıp tedirginlikle ona baktım, öfkelenmiş miydi? "Sevgili Avukat," diye düzeltti hemen. "Hiç arkadaşın olmadı mı?"
"Bunu da mı söyledim?" diye sordum ellerimle yüzümü kapatıp.
"Yok," dedi utanmayayım diye. "Ben öyle tahmin ettim."
"Arkadaşlarım oldu ama beni pek sevmezlerdi, şimdi bir tane yakın kız arkadaşım var ama iş ilişkisi," diyerek kısa bir cevap verdim. "Ayrıca bence konuyu kapatalım, sınırları epey aşıyoruz."
"Sevgili Avukat, sınırların gelmişini geçmişini si…" Sustu, ardından derin bir nefes verdi. "Tamam, şöyle düşün. Ben müvekkilim, suçluyum, mahkûmum, Suç Kralı'yım; sen de avukatımsın, benim avukatımsın, altını çiziyorum." Göz kırptı. "Sadece benim avukatımsın şu an ama bunların dışında biz neden iki arkadaş olmayalım? Beni neden arkadaştan saymıyorsun sen?"
Dudaklarım aralanırken, "Arkadaş mı?" diye sordum. "Bu nasıl mümkün olabilir?"
"Neden olmasın?" Kaşlarını çattı. "Benim de pek arkadaşım olmadı, senin de olmamış. Ben on üç kişiyi öldürmüş bir katil olabilirim ama pekâlâ harika bir arkadaş da olabilirim. Söylesene, arkadaşı katil olan tek kişi sen misin?"
"Hımm," dedim başımı sallayarak. "Dünyada nadir bulunurmuş gibi geldi."
"Ben şimdi sana yüzlerce kişi bulabilirim beni haklı bulan. Arkadaşken bütün bu karmaşalardan, savaşlardan uzaklaşırız ve sadece ikimiz hakkında konuşuruz." Bu kez o önüme geçti, geri geri yürümeye başladı. Az önceki çocuksu hevesim sanki ona geçmişti.
"İkimizi de büyük bir yalnızlıktan kurtarıyorum, istemez misin benim gibi bir arkadaş? Madem yapayalnızım, bu yapayalnızlıkta gel benim arkadaşım ol."
Aynı şaşkınlıkla bakarken, "Nasıl bir arkadaşlıktan söz ediyorsun?" diye sordum.
Tugay gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdığında, "Aklın nerede Sevgili Avukat?" diye sordu.
Kaşlarım çatıldı. "Bence bu çok zor görünüyor." Bir kez daha durduk ve ayağımla yere bir şeyler çizmeye başladım. "Yani bana üzüldüğün için arkadaşım olmak istiyorsan bu daha kırıcı. Ayrıca aramızdaki sınırların durmadan aşılmasından da fazlasıyla rahatsızım, yani sonuçta ben senin avukatınım ve..."
Bir anda çenemde sol elini hissettim. Başımı hafifçe kaldırdığında göz göze geldik. Üstten bana bakarken elini çenemden çekmeden, "Senelerdir yapayalnızım Sevgili Avukat," dedi dürüstçe. "Ve bu bir hücre yalnızlığı değil, içsel yalnızlık. Şimdi hayatının belki de son günlerini yaşayan bir mahkûmum, insanlar beni öldürmek için savaş veriyor, ilk canımı alan kişiyi ödüllendirecekler; herkes bana nefretle bakıyor, yanımda olanların bazıları bile amaçları uğruna benimle." Başparmağı çenemde dolaştı, ürperdiğimi hissettim. "Arkadaş olunması zor bir adam olduğumu söylersen anlarım, ısrar etmem ama bütün bunların dışında sebeplerin varsa umurumda bile değil çünkü sen beni içsel yalnızlıktan kurtardın az önce. O parlayan güneş buna şahitti. Sen uzun süre sonra bana tuhaf bakmayan tek kişisin."
Yutkundum. "Arkadaş olunması zor bir adam değilsin," diyerek karşı çıktım. Elini çenemden hâlâ çekmiyordu ve kalbim atıyor, atıyor, atıyordu. "Sadece..." Sustum.
"Sadece mahkûmum diye mi?"
"Tugay sen bir katilsin," diye mırıldandım.
"E sen de katilsin," dediğinde yine fena patladım.
"Sen gerçek bir katilsin," derken kaşlarımı kaldırdım.
"Sen yapay bir katil misin?"
"Öyle değil," diye çıkıştım. "Bütün bunların dışında beni zorla avukatın yaptın. Tehdit ederek. Bir çiçek gönderdin diye beni zorla ve tehditle avukatın yapmadığın anlamına gelmiyor. Arkadaşlıklar zorunluluklarla başlamaz. Arkadaşlıklar sözleşmelerden geçmez, bana bir sözleşme imzalattın sen. Bir amacın var, bir savaşın. O yolda yanında olmamı istiyorsun, o yolun sonuna kadar da arkadaşım mı olacaksın? Peki ya sonra?"
Tugay çenesini havaya kaldırdı, omuzlarını dikleştirdi. "Seni avukatım yaptım, gerisi senin elindeydi, bunları sen istedin. Aslında seni avukatım yapmak büyük bir kumardı da. Güneşi gösteren kişi sendin, bunun için savaş verdin. Uzun süredir çikolata yememiştim, bana çikolata verdin." Başını salladı. "Hücrede kalmamı bile engellemeye çalışıyorsun. Seni seçtim, avukatım olmanı istedim fakat gerisi senin içinde yanan ateşle gerçekleşti. Durma, itiraf et."
Bana doğru eğildi, ardından biraz daha yaklaştı, dudaklarıyla dudaklarım arasında birkaç santim kaldığında dengem sarsılmıştı. Kulağıma yaklaştı, nefesi boynuma çarpıyordu. "Feridun'u astırmak ve kolunu kestirmek senin tercihindi Sevgili Avukat. Bunları ben istemedim, sen yaptın."
Yine ve yine fena patlamıştım. Geriye çekilip yüzüme bakmaya devam etti ve cevap bekliyormuş gibi kaşlarını kaldırdı.
"Babam için yaptım," dedim hızlı bir şekilde.
"Babanın sol kolu hâlâ yerinde," dedi o da hızla. "Fakat Feridun'dan intikam aldın. Benim için."
Altdudağımı dişlerimin arasına alırken kendimi tutamayarak, "Çünkü sana bunu nasıl yaptıklarını izledim," dedim sert bir sesle. "İki dakika on yedi saniyeye sığdırmışlar senin kolunun kesilişini. Bu çok ağırdı."
Tugay bunu bilmiyor olmalıydı, kaşlarını kaldırdı. Hayır, benim izlediğimden emindi, bu kadar kısa sürmüş olması onu şaşırtmış olmalıydı. "Acısı iki dakika on yedi saniyeden çok daha uzundu ama bu söylediğin bir yanıt değil," derken başını salladı. "Çektiğim acıyı…" İşaretparmağı tam kalbimin üzerine geldiğinde kaskatı kesildim. "…tam kalbinde hissettiysen bu seninle alakalıdır. Çektiğim acı, içindeki intikam ateşini alevlendirdi fakat az önce yaşananlar o intikam ateşinden çok daha büyüktü." Gülümserken gözleri ışıldadı. "Beş dakika seninle güneşi hissetmek, iki dakika on yedi saniyeden daha büyüktür."
O an ilk kez çektiği acıyı Tugay'dan dinlemek istedim; bunun ona hissettirdiklerini ve sonrasında olanları da. Fakat bunu ondan dinlemeyi kaldırabilir miydim, bilmiyordum.
Bir süre yüzüne baktım, ardından yeniden yürümeye başladığımda bana eşlik etti. Koridorun bitmesine çok az kalmıştı fakat hiçbir şekilde bu yolun bitmesini istemiyordum. "Seninle arkadaş olursam beni örgütünden sayacak mısın?"
"Hayır," dedi, sonra kaşlarını çattı. "Örgüt de neyin nesi? Benim adım Tugay ve seninle arkadaşken öylesine bir adamım, karıncayı bile incitemem. İmdat, kurtarın beni."
Güldüğümde o da bana eşlik etti. "Peki sınırları çok aşacak mısın?"
"Hangi sınırlar?" İmalı imalı ona baktım. "Söz veremem," dedi ve yeniden geri geri yürümeye başladı. "Zaten siktiğimin kelepçeleri var, daha ne kadar sınır olabilir ki?" Gözlerimi büyüttüm. "Tüh kere tüh," dedi yeniden. "Yine küfrettim."
Kahkaha attım. "Çok tuhaf birisin," dedim dürüstçe. "Bu çok dikkatimi çekiyor." Dikkatle ona baktığımda onun da beni izlediğini fark ettim. "Çocukluğunu çok merak ediyorum. Gerçekten senin de hiç arkadaşın yok muydu?"
Gözlerini koridorun sonuna çevirdi. "Pek yoktu. En yakın arkadaşım annemdi, bir başkasına ihtiyacım olmuyordu."
"Annenle güzel bir ilişkin vardı o halde?" dediğimde sadece başıyla onayladı. İçsel bir savaş verirken kıvrandığımı anladı ve ağzımdaki baklayı çıkarmam için kaş göz işareti yaptı. "O videoda annenden söz ediliyordu," dediğimde sesim çok kısık çıkıyordu. "Yani annenin ölümünden..." Gözlerini gözlerimden bir an bile olsun ayırmadı ama elalarına acının bulaştığını gördüm. "Yani bu çok acı ama umarım bunu ona yapanlar..."
"Öldü," dedi kısaca.
"Kaç yaşındaydın?"
"On dört."
"Yani anneni sonradan o şekilde görmek, o yaşta bir çocuk için..."
"Başından sonuna kadar oradaydım," dediğinde kaskatı kesildim ve o da bakışlarını başka yöne çevirdi. "Her anını izledim, kurtarmak da imkânsızdı. Ve evet, aynı baltayla kolumu kestiler ama annemi gördüğüm an kadar canımı yakmadı bu." Bakışları yeniden bana döndü. "O yaşımdan beri de savaş içindeyim, her anlamda."
Hayır, Tugay'ın ağzından onun çektiklerini dinleyemezdim.
"Anlıyorum," derken Tugay’dan yayılan o mutsuz havayı hissedebiliyordum. "Benim de kardeşimi gözlerimin önünde vurdular, henüz ufacık bir çocuktu ve şu an engelli. Yani sevdiğin birinin gözlerinin önünde canının yanmasının ne demek olduğunu çok iyi bilirim, seni anlıyorum." Sessiz kaldı, herhangi bir şaşkınlık belirtisi bile yoktu.
Koridorun sonuna kaç adım kalmıştı bilmiyordum fakat artık bittiğini görebiliyordum. Avcumda duran beyaz laleyi evimin hangi köşesine koyacağımı düşünmeye başlamıştım; ona hiçbir zarar gelmemeliydi.
"İki yüz otuz sekiz," dedi sonra bir adım daha attı. "İki yüz otuz dokuz." Koridorun sonuna gelmeden önce derin bir nefes aldı, ardından açıklığa çıktık. "İki yüz kırk," diyerek bakışlarını bana çevirdi. "Seninle az önce geçirdiğim beş dakika ve iki yüz kırk adım," dedi içten bir tebessümle. Gülünce öyle güzel bir adama dönüşüyordu ki aksini iddia edenle savaşa girebilirdim. "Son nefesimi verirken bile aklımda olacak çünkü yaşadığımı hissettirdi."
"Böyle konuşma," dedim kaşlarımı çatarak. "Tekrar izin almaya çalışacağım ve yarın yeniden geleceğim, duruşma için konuşmamız gerek."
Bakışlarında bambaşka bir ifade gördüm, hem mutsuzluk hem de heyecan içeren bir ifade; heyecanın yanında alevlenen bir öfkenin de izleri vardı. Anlayamamıştım ama gözleri çıktığımız açıklıkta geziniyordu, birkaç saniye daha kazanmaya çalışıyordu, bir planı vardı.
"O halde," dedi Tugay arkama bakarak. "Arkadaş mıyız Sevgili Avukat’ım?"
Gözlerimi kısıp onu dikkatle inceledim. "Arkadaşız şimdilik," dedim başımı sallayarak. "Sevgili Müvekkil’im."
Tugay derin bir nefes aldı, ardından bana doğru bir adım attı. Omuzlarını dikleştirdi, bakışlarındaki o güzel ifade yok oldu, karanlık bulutlar tepesindeydi artık. Hayır, yanılmamıştım, bugün bombalar patlayacaktı, bunu görebiliyordum. Tugay'ın bir planı vardı.
"O halde," dedi ve o sırada yan tarafımızdan başka gardiyanın geçtiğini gördüm. Gardiyanlardan bir tanesi Tugay'a aşağılayarak baktı, Tugay ise aldırış etmeden sırıttı. "O halde," dedi bir kez daha. "Arkadaşın senden ilk özrünü diliyor ve ilk kıvılcımı başlatıyor." Geriye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha. "Yanımdan bir an bile olsun ayrılma Sevgili Avukat çünkü sadece benim yanımda güvendesin."
Gardiyan, "Damgalı eşek," diyerek Tugay'ı aşağıladığını sandığında ve güldüğünde omzunun üzerinden dönüp bize bakmadı bile. "Ne de güzel damgaladım ama seni."
"Ne?" dediğimde Tugay başıyla bana selam verdi, bileklerini havaya kaldırdı ve bir klik sesinin ardından sol elini kelepçeden kurtardı. Yanımızdaki gardiyanlardan bir tanesi şaşkınlıkla bize bakarken Tugay arkasını döndü, az önce laf atan gardiyanı omzundan tutup çevirdi ve arkasına geçti. Ellerini adamın yüzüne yerleştirdi, kolunu boynuna doladı. Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşmişti.
"Beni hatırladın demek gardiyan," diye mırıldandı kulağına. "Evet, ensesini damgaladığın o mahkûmum ben ve şimdi seni öldüreceğim." Gardiyanın gözleri kocaman oldu. Tugay bir anda geriye çekilip adamın boynunu tuttu ve tek hareketle boynunu kırdığında gardiyan ayaklarımın dibine düştü. Ölmüştü.
Ufak bir çığlık attığımda uzakta olanları izleyen ve tarafsız sandığım gardiyan Tugay'ın üzerine atıldı. Tugay ise dirseğiyle gardiyanın yüzüne vurdu, ensesinden tutup duvara doğru sürükledi. Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde adamın başıyla yangın düğmesine sertçe vurdu, cam kırıldığında kafasıyla bu kez düğmeye vurdu ve yangın sirenleri ötmeye, ışıklar yanıp sönmeye ve sular akmaya başladı.
Hemen ilerimizdeki koridorda hareketlenme başladı ve düzeneklerden sesler geldi. Büyük bir şaşkınlıkla ona bakarken ensesinden tuttuğu adamı yere fırlattı, sonra önüme geçip birkaç saniye gözlerimin içine baktı. "Özür dilerim," dedi başını sallayarak. "Bir yerine bir şey olmadı ya."
Kocaman gözlerle ona bakarken, "Ne yaptın?" diye sordum. "Neler oluyor?" Henüz birkaç dakika önce sakin sakin yürüyorduk ve birden yaşananlar... Ağzım kocaman açılmış ona bakıyordum.
"Başka zamanım yoktu," diye açıkladı. Gardiyanların bizim olduğumuz tarafa doğru koşmaya başladığını gördüm. Bütün bu kargaşanın ortasında Tugay kolumdan tutup çekti ve koşmaya başladık.
Az önce iki yüz kırk adımda yürüdüğümüz koridoru belki altmış adımda geçtiğimizde şaşkınlıkla etrafıma bakıyordum fakat Tugay bu planı çoktan hazırlamıştı, bunu hareketlerinden anlayabiliyordum.
Koridorun sonundaki merdivene doğru gittiğinde ve tırmanmaya başladığında ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. Amacı kaçmaksa bu imkânsızdı, kapılarda dedektörler vardı. Dışarı bir adım attığı an tepedeki keskin nişancılar onu alnından vururdu.
"Tugay…" diye inlediğimde merdivenin son basamağını da çıkıp sola döndü, ardından duvara yaslanıp beni de önüne aldı. Bir eli belime sarıldığında sırtım göğüskafesine yaslandı, nefesi boynumdaydı. "Tugay," diye inledim yeniden. "Neler oluyor?"
Eliyle ağzımı kapattığında kulağıma, "Sadece sus," diye fısıldadı. "Saatlerce konuşmanı dinleyebilirim ama şu an sus Sevgili Avukat." Kolu öyle sıkı dolanmıştı ki vücutlarımız bir bütün halindeydi.
Birkaç saniye içinde gardiyanlar hızla merdivenleri çıkmaya başlamıştı. Bizim olduğumuz tarafa değil de sağa döndüklerinde Tugay belimdeki elini uzaklaştırdı. Yeniden önüme geçtiğinde bu kez eli elimi buldu ve sola doğru koşmaya başladı.
"Kaçamazsın," diye inledim. "Buradan kaçamazsın!"
Hiçbir cevap vermedi. Bir kapının önüne geldiğimizde kapı açıldı, bir gardiyanla karşılaştık. Göz göze geldiğimiz an adamın yarım ay dövmesini gördüm, o dövmeyi görmemle Tugay'ın adamın yüzüne sert bir yumruk geçirmesi bir oldu. Gardiyan belindeki silaha ulaşmadan Tugay onu arkadaki masaya yatırdı ve ensesinden bastırırken elindeki silahın yere düşmesine neden oldu.
"Beni tanıdın mı?" diye sordu Tugay. "Elektrik verdiğin o mahkûmum ben."
"Piç kurusu," diye bağırdı gardiyan öfkeyle.
Tugay gardiyanın başını kaldırıp sertçe masaya çarptı. "Bütün mahkûmların koğuşlarını aç," diye emir verdi bilgisayarı işaret ederek. "Yoksa o silahla beynini patlatırım senin."
"Siktir git," dedi gardiyan. "Siktir git! Senden emir alacağıma..."
Tugay yerdeki silahı aldı ve bir an bile düşünmeden adamı bacağından vurdu. Adam acıyla inleyip yere çöktüğünde Tugay yeniden onu yakasından tutup kaldırdı ve az önce belki de keyifle oturduğu sandalyesine yerleştirdi. "Bütün koğuşların kapısını aç yoksa beynini patlatmadan önce bütün uzuvlarını parçalarım senin."
Gardiyan çok çabuk teslim olup hızla bilgisayardan birkaç tuşa bastı. Saniyeler sonra hapishanenin içinde kapıların açılma sesi yankılandı, hemen sonrasında ise mahkûmların bağırışları, silah sesleri ve daha fazlası.
Tugay gülümseyerek geri çekildi, silahın kilidini açtı, yüzüne kan sıçramasın diye başını bana çevirdi ve isabet aldıktan sonra silahı ateşledi. Gardiyanın beyni patladığında koluma ve yüzüme kan bulaştı. Tugay'ın da eline kan sıçramıştı fakat gözlerini bir an bile olsun benden ayırmıyordu.
Neye dikkat etmem gerektiğini, ne olduğunu, ne uğruna gerçekleştiğini hiçbir şekilde anlamıyordum; tek gördüğüm Tugay'ın hapishanede büyük bir savaş başlattığıydı ve Krallık yanlısı olan, ona işkence çektiren bütün gardiyanları öldürdüğüydü.
Tugay silahı beline sıkıştırdı, ardından masanın üzerindeki peçetelerden aldı ve elini sildi. Sonra bir peçete daha alıp bana yaklaştı. Yüzüme gelen kanı silmeye başladığında bunu daha önce birkaç saat önce hayal ettiğimin ve başıma geldiğinin farkındaydım.
"Özür dilerim," dedi sakin bir sesle ve yanağımdaki kanı temizledi. "Bu gerçekten büyük terbiyesizlikti."
Büyük bir şaşkınlıkla ona bakmaya devam ederken mutsuz bir şekilde dudaklarını büktü. Hızlı adımlarla benden uzaklaştı ve odadaki bir dolabın kapağını açtı. Kaskatı kesilmiş bir halde tam karşıma bakarken yeniden önüme geldi, üzerime bir ceket geçirdi. Bu gardiyan ceketiydi ve baldırlarıma kadar geliyordu, oldukça büyüktü.
Sakince ceketi üzerime oturttu, ardından kocaman bir pantolonu eğilip bacaklarımdan geçirdi. Şaşkınlığımın farkındaydı ve bu üzerimi giydirmeye başlamasına neden olmuştu. Fazlasıyla bol gelen pantolonun belini kemerle iyice sıktı, sonra ceketi üzerine bıraktı.
Ben ona bakmaya devam ederken saçlarıma uzandı. Saçlarımı tepeden toplayıp başıma bir şapka geçirdi, yüzümü gizledi. "Saçlarına bu şekilde dokunduğum için çok üzgünüm," dedi gerçekten mutsuz bir sesle. "Fakat hayal ettiğimden daha yumuşakmış."
"Ne yapıyorsun?" diye fısıldayabildim en sonunda.
"Seni gizliyorum," dedi başını sallayarak ve geri çekilip şapkamı daha aşağıya indirdi. "Olabilecek her zarardan."
"Ne yapıyorsun?" diye sordum bir kez daha. "On dört kişiyi öldürdün."
"On beş," diye düzeltti, ardından başını iki yana salladı. "Ve ne yaptığımı sonra konuşuruz Sevgili Avukat, sadece yanımdan ayrılma yeter."
Korkuyor muyum? diye düşündüm fakat hayır, korku yoktu; hatta endişe de. Yaşananlara ya da ölen insanlara bile üzülemiyordum çünkü ülke bu haldeydi. Silahlar konuşuyordu, insanlar öldürülüyordu, bütün bu gardiyanlar günlerce mahkûmlara işkenceler ediyordu.
Bu kez elimden izinsiz tutmak yerine elini uzatıp tutmamı bekledi. Yutkunduğumda bakışlarım uzattığı sol eline kaydı. Bu, onun suç ortağı olmak, ona ayak uydurmak demekti; bu, direnişte benim de adımı geçirmek demekti fakat başka yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Karşılık olarak sol elimi açıp avcumun içindeki beyaz kâğıttan laleyi gösterdim. Bu ikimizin arasındaki bir simge gibiydi. O kadar kargaşaya rağmen o çiçek elimden bir an bile düşmemişti.
Tugay gülümseyerek avcumun içindeki beyaz laleyi aldı, ardından üzerimdeki gardiyanın ceketinin önünü açtı. Göğüskafesim yeniden ortaya çıktığında laleyi çikolata sıkıştırdığım yere, iki göğsümün ortasında yerleştirdi. Bütün bu cehennemin ortasında heyecandan delirecek gibi olmuştum.
"En güvenli yer," dedi göz kırparak. Parmaklarının birkaç saniyede tenimde gezinmesi nasıl bu kadar heyecanlandırabilirdi? "Öyle değil mi?" Yeniden fermuarı çektiğinde teslim olmuştum. Hareket bile edemiyor, sadece ona ayak uyduruyordum. Tugay Demir'in üzerimdeki etkisini bu şekilde tanımlayabilirdim.
Gözlerim üzerimdeki cekete kaydığında başımı iki yana sallıyordum. "Bunu daha önce planladın," dedim tek nefeste.
"Evet," dedi sakin bir sesle. "Adımlarımın yavaşlığının bir diğer nedeni de buydu, o gardiyanın vardiya saatini bekliyordum." Bakışlarımı ona çevirdiğimde gülümsedi ve önüme gelen bir tutam saçı da şapkamın içine gizledi. "Fakat en büyük neden, seninle geçirmeye devam etmek istediğim o güzel zamandı. Masumiyet hemen kana bulansın istemedim."
Başımı iki yana salladım. "Bunu ne zamandan beri planlıyordun?"
"Bir süredir."
"O halde sana güneşi göstereceğimden emin miydin?"
"Emindim," dedi büyük bir güvenle. "Ben kendimden çok sana güvendim."
Aklına yetişemiyordum ve daha bilmediğim neler olduğunu düşünüyordum. "Bunu benimle paylaşabilirdin," diye fısıldadım.
"O zaman benim gibi biriyle arkadaş bile olmak istemezdin," derken ela gözlerini kıstı. "Ayrıca bütün bunlara karşısın. Sen hukuk insanısın, ben bir suçluyum. Seninle sadece müvekkil ve avukat ilişkimiz varken büyük bir savaş içerisindeyiz." Yeniden üzerimdeki cekete baktı. "Ve şu an canımı sıkan tek şey, o güzel beyaz lekeyi kapatmak zorunda kalmak. Başka hiçbir şey canımı sıkamaz."
Soğukkanlıydı fakat bir o kadar sıcaktı, katildi ama bir o kadar da canımı umursuyordu. Korkusuzdu ama bir o kadar da sevdiklerinin canına bir şey olacak diye korkuyordu. Elbette kendimi sevdiği biri olarak nitelendirmiyordum ama yüzünden tedirginliğini anlayabiliyordum.
Hapishanenin içinde siren sesleri ötmeye, anonslar geçilmeye başladı. "HERKES KOĞUŞUNA DÖNSÜN YOKSA CANINIZDAN OLACAKSINIZ!"
Mahkûmlar bu anonsa alayla gülmüş olacak ki sesleri daha fazla yükseldi.
Tugay bir kez daha elini uzattığında yine tutmamı bekledi. Ya onunla beraber ya da yalnız, dedi iç sesim ve ben yine ilk seçeneğin yolundan ilerlediğimde sıkıca elini tuttum.
Protez elinin soğukluğunu benim elimin sıcaklığı örttü. Gözlerini kıstığında aynı şeyi düşünmüş olacak ki, "Hissetmiyorum sanma Sevgili Avukat," dedi ve diğer eliyle elimin üzerine dokundu. "Sıcaklık sadece dokunularak hissedilmez. Ben sana dokunmadan da sıcaklığını hissediyorum, en başından beri hem de."
Yutkunduğumda gülümsedi, ardından döndü ve kapıya ilerledi. Çıktığımız anda suya girdik. Her yer su altındaydı çünkü yangın düğmesine basmıştı. Paçalarımıza kadar suya batmıştık. Bunun dışında bir mavi, bir kırmızı ışık yüzümüze vuruyordu. Tugay hızlı adımlarla az önceki merdivene doğru yürümeye başladığında elimi öyle sıkı tutuyordu ki, Acaba ne kadar sıkı tuttuğunun farkında mı? diye düşünmeden edemedim.
Merdivenlerin son basamağından indiğimizde ise cehennemle karşılaştım.
Mahkûmlar ortadaydı, gardiyanlarla savaş içindeydiler. Çoğunda silahlar vardı ve öldürüyorlardı. Aynı şekilde gardiyanlar da gözlerini kırpmadan mahkûmların canını alıyordu. Yerlerde ölü, yaralı insanlar vardı. Koridorun duvarlarına bile yazılar yazılmıştı, camlar kırılmıştı, duvarlardaki Krallık simgeleri parçalanmıştı.
Ülkede iç savaş çıkmak üzereydi, hapishanedeyse çoktan çıkmıştı ve bunu Tugay başlatmıştı.
"Babam," diye inledim korkuyla. "Babam!"
Tugay bunu da düşünmüştü. "Güvenli bir yerde," dedi sakin bir sesle. "Her şeyden haberi var." Bütün o kargaşanın ortasında sahilde yürüyormuş gibi duvar kenarından ilerledi. Ayaklarımın dibine düşen insanların üzerinden atlıyordum ve Tugay her adımımızdan önce bir kamerayı elindeki silahla vuruyor, etkisiz hale getiriyordu. İzlenmemizin önüne geçiyordu.
Gardiyanlardan bazıları mahkûmların tarafındaydı ve diğer gardiyanlarla kavga ediyorlardı, Tugay'ın yanında olan gardiyanlardan bazılarını onların arasında görebiliyordum. Başka uzun koridora çıktığımızda burası daha kötü bir haldeydi. Duvarlarda BL yazıyordu, cümleler BL'nin cümleleriydi. Yerlerde bile BL yazıyordu ve Tugay'ın adım attığı yerlerdeki mahkûmlar daha fazla cesaretleniyordu.
"Bir kişi ölür, bin kişi dirilir; susma, çığlıklar başka ölü zihinleri de diriltir!"
BL
"Bu hapishanede on üç yaşında bir çocuk açlıktan öldü. Korktuğun an o çocuğun acısını hatırla!"
BL
"İntikam acıdan doğar; bizi acıya alıştırdılar, şimdi onlar intikamlarımıza alışacak!"
BL
Bir anons daha geçildi: "ŞİMDİ BUNA SON VERMEZSENİZ HEPİNİZ İDAM EDİLECEKSİNİZ!" Sanki hepsini idam etmeyeceklerdi. "AF DİLERSENİZ KRALLIK SİZİ AFFEDECEK." Affetmezdi, bunu herkes biliyordu, bu yüzden bir kişi bile geri adım atmıyordu.
Bir gardiyan bize silah doğrulttuğunda hızla eğilerek Tugay'ı da çektim. Kurşun arkamızdaki duvara isabet ettiğinde Tugay oraya baktı, ardından bana bakıp belindeki silahı çıkardı ve tek seferde gardiyanı alnından vurdu.
"On altı," dedi dişlerini sıkarak, sonra bana baktı. "Bak gerçekten isteyerek yapmıyorum. Görüyorsun, zorunda bırakıyorlar beni." O sırada bir mahkûm üzerimdeki üniformadan olsa gerek kolumdan kavrayıp çekiştirdiğinde Tugay onu öyle bir itti ki mahkûm duvara yapıştı. "Siktiğimin salağı," dedi Tugay dişlerini sıkarak. "Gardiyanın elini mi tutup yürüyeceğim burada?"
Mahkûm, Tugay'ı yeni görmüş olacak ki gözlerini kocaman açtı ve ellerini kaldırarak özür dileyip kaçtı. Şaşkınlıkla ona bakarken daha sonra bu ana gülmeyi aklımın bir köşesine yazdım ve Tugay'la yürümeye devam ettim.
"Küfrettim yine," dedi az önce dört kişiyi öldürmemiş gibi. "Bugün çok abarttım." Hâlâ eğlenebiliyor, sakin sakin böyle cümleler kurabiliyordu. Onun yerinde olsam bu kadar kargaşanın sahibi olarak aklımı kaçıracağıma emindim.
Koğuşların olduğu kısma ulaştığımızda orayı ilk defa görüyordum ve o görüntü kalbimi sıkıştıracak kadar kötüydü. Ranzalar iki katlıydı fakat yattıkları yer resmen taştandı, yerler betondu, pencere yoktu. İçerisi bir insanın yaşayamayacağı kadar kötü bir haldeydi. Yastıkları yoktu, köşede görünen tabaklar kir içindeydi.
Onları insan yerine koymuyorlardı; insanı geç, hayvan yerine bile koyulmuyorlardı.
Mahkûmların bu nefreti, bu kini o an o kadar haklı geldi ki ben kuştüyü yatağımda yatarken bu insanların bazılarının suçsuz yere buralarda yatmaları canımı yakmıştı.
Babam her zaman, Bir resmin içinde olmakla dışarıdan bakmak farklı olaylardır, derdi. Bu cümlenin ne anlama geldiğini yeni anlıyordum ve neden gururundan vazgeçemediğini de görebiliyordum.
Yerinde olsam ben de vazgeçmezdim, diye düşündüm.
Koğuşların olduğu yerden işkencelerin olduğu yere geçtiğimizde açık olan kapıdan yerdeki kan izlerini, zincirleri, kırbaçları, buzları, ateşin izlerini gördüm. Belki de birini yakarak öldürmüşlerdi.
Korkuyla başımı çevirdiğimde farkında olmadan Tugay'a sokuldum ve elini daha sıkı tuttum. Bu kısım daha sakindi ve gardiyanlar azdı; aslında hapishanede gardiyanlar mahkûmlardan daha azdı. Bu yüzden mahkûmların direniş çığlıkları daha fazla duyuluyordu.
Tugay başka merdivenleri tırmanmaya başladığında nereye gittiğini anlamıştım: müdürün odasına.
"Ne yapacaksın?" diye sordum.
"Gerekeni," dedi sadece. Merdivenin son basamağında durduğunda buranın sessiz olduğunu fark ettim. Hiçbir mahkûm buraya gelmemişti, belki de her şey plan dahilindeydi. Müdür odasında saklanıyordu. Ah, evet, Tugay'ın mahkûmları çıkarması bile planlıydı, gardiyanların büyük çoğunluğunu müdürün odasından uzak tutmak için yapmıştı.
Tugay bir anda beni yine kendine çekti, bu kez kolunu boynuma sardı ve sırtımı tamamen ona yaslamama neden oldu. Başını eğip baktı ve derin bir nefes aldı. "Sevgili Avukat," dedi. "Çok özür dilerim, bunu yapmak zorundayım."
"Neyi?" derken gözlerim kocaman açıldı.
O sırada Tugay başımdaki şapkayı çekip çıkardı ve saçlarımın omuzlarımdan dökülmesine neden oldu. Çenesi başımın tepesine dayandığında kolu boynuma daha sıkı dolandı fakat sıkmıyordu. Derin bir nefes aldı, verdi ve bir kez daha aldı. "Artık en sevdiğim koku var," diye mırıldandı nefesini verirken.
"Ne?" diye sordum. Anlamıyordum, delirmişti.
"En sevdiğim koku şu an lavanta çünkü laleler kokmaz." Gözlerim iyice büyüdü. "Fakat bu yarın değişebilir, her şey sana bağlı."
"Tugay," diye fısıldadım, diğer kolunu belime sardı. "Sen delirmişsin." En son ilgilendiğim çiçekler lavantalardı. "Şu an, şu konumda bunu mu söylüyorsun?"
"Başka hangi konumda söyleyebilirim?" diye sordu Tugay. "Bizim zamanımız mı var?" Haklıydı ve kahretsin, bu çok kötüydü. "Ayrıca daha doğru bir konum bilmiyorum ben."
"Sen aklını kaçırmışsın."
Hiçbir cevap vermedi, keskin bir nefesin ardından merdivenden benimle beraber çıktığında karşımızda sekiz gardiyan gördüm. Müdürün odasını koruyorlardı. Hızla silahlarını bize doğrulttuklarında gözlerim kocaman açıldı. Tugay o an elindeki silahın namlusunu şakağıma dayadı ve kolunu boynuma daha sıkı dolandı.
"Kollarımın arasındaki Krallık yanlısı bir avukat," diye bağırdı. "Ve ufacık bir zararınızda onun beynini dağıtırım!"
O an korkacağımı ya da avazım çıktığı kadar bağıracağımı sandım ama öylesine rahattım ki. Her şeyin bir oyundan ibaret olduğunun farkındaydım fakat bu kadar rahat görünmek dünyanın en saçma izlenimini yansıtacağından çırpınmaya başladım. "İmdat!" diye haykırdım. "Kurtarın! Beni öldürecek!"
Tugay rol yaptığımı anlamamış olacak ki sıkıca sardığı kolunu hafifçe gevşetti ve namlunun soğuğunu şakağımdan birazcık uzaklaştırdı. Gardiyanlar birbirine bakmaya başladığında, "Eftalya Atalar!" diye haykırdım. "Feridun Karaman'ın eski avukatıyım! Meclisteki birçok kişinin avukatlığını yaptım! Beni esir tutuyor!"
Gardiyanlar silahları havadayken bize bakıyordu ve Tugay onlara doğru yürüyordu. "Çekilin," dedi kapıyı işaret ederek. "Yoksa onun beynini dağıtmakla kalmam, Krallık'ın tüm bilgilerini yayarım."
Gardiyanlardan bir tanesi cebinden telefonu çıkardığında direkt adımı arattığını anladım. Diğerlerine telefonunu gösterdi. Bütün internet aramalarında adım, Krallık'a yaptığım iyiliklerle geçiyordu, avukatı olduğum davalarla, aldığım ödüllerle ve niceleriyle.
Bu yüzden beni kaybetmek istemezlerdi ve o an Tugay’ın bu planı beni de dahil ederek yaptığını anlamıştım. Planı bugün uygulamıştı çünkü ben olmasaydım müdürün odasına giremezdi.
"İndirin silahları," dedi internete bakan gardiyan. "Doğru söylüyor."
"Çekilin," dedi Tugay ve şakağıma silahı daha fazla dayadı. Tek hareketiyle benim de beynimi patlatabilirdi ve ben senelerce tanıyormuş gibi güveniyordum ona. Beni öldürebilirdi, hatta daha kötüsü gerçekten onlardan biri olarak görebilirdi ama buna inanmıyordum. Bu olayın ardından Tugay’ın defalarca bu yaptığı yüzünden özür dileyeceğinden ya da keyifle gülüp suç ortağım olduğunu söyleyeceğinden emindim.
Peki ya ben neden ona ayak uydurmuştum?
Gerçekten her şeyi o an itiraf etsem ve planlarından bahsetsem veya gardiyanlar kapıyı açmasa bana zarar verir miydi?
Gardiyanlar iki yana açıldıklarında Tugay beni önünden çekmeden kapının önüne geçti ve gardiyanlara kapıyı açın emri verdi. Bir tane gardiyan kapının kolunu çevirdi ve kilitli olduğunu fark etti ardından başını iki yana salladı. Bu sırada içeriden müdürün küfür sesleri yükseliyordu, biriyle konuşuyordu. "Kapımda!" diye haykırıyordu. "Geldi! Beni öldürecek! İşkenceleri abarttığınızı söyledim! Destek çağırın! Yetemiyoruz!"
Tugay güldü, ardından kapıya öyle sert bir tekme geçirdi ki eski tahta kapı kırıldı, kilidi yere düştü ve kapı yere devrildi. Hemen masaya baktım ama müdürü göremedim, içeri girdiğimizde meşeden masanın altına saklanan müdürle karşılaştım.
"Geldi!" diye haykırdı telefondakilere. "Geldi! Odama kadar girdi! İmdat!"
Tugay beni kendinden uzaklaştırmadan belime daha sıkı sarıldı ve masanın arkasına doğru yürümeye başladığında şakağımdaki silah boynuma indirdi. Önüme gelen saçımı silahın ucuyla arkaya doğru itti. Şaşkın bir nefes alırken Tugay'ın dudakları şakağıma dokundu, bir öpücük gibi değildi, daha ziyade özür diliyor gibiydi.
"Çık dışarı Erdem Tekin," dedi Tugay Demir. "Zamanın geldi."
"Yalvarırım," dedi müdür telefona. "Yalvarırım, beni öldürecek." Fakat karşıdan ses gelmediğinde telefona baktı, yüzüne kapatmışlardı. Müdür ellerini kaldırıp masanın altından çıkarken kapıdaki gardiyanlar toz bulutu olup uçmuşlardı ve müdürü kaderine terk etmişlerdi.
Krallık'ta kimsenin birbirine sadık olmadığının bir başka kanıtıydı bu.
"Hiçbir emri ben vermedim," dedi müdür korkuyla. Orta boylardaydı, onu tanıyordum fakat onun beni tanıyıp tanımadığından emin değildim çünkü gözleri benim üzerimde bile gezinmiyordu. Tek düşündüğü kendi canıydı. "Kerem Karaman'ın emirleriydi, onu engellemeye çalıştım, her şeyi yaptım. Hatta bak…" Bir anda titreyen elleriyle kâğıtları karıştırmaya çalıştı. Sonra çıkarıp bir kâğıt gösterdi. "…senin için revire götürme emri verdirdim, ben yaptım."
"Kes lan sesini şerefini siktiğim," dedi Tugay sert bir sesle. "Camın arkasından kaç defa beni izlediğini bilmediğimi mi sanıyorsun?" Müdürün korkudan gözleri dolduğunda başını iki yana sallamaya devam etti. "Otur," dedi Tugay sandalyeyi işaret ederek. Ardından beni kendinden uzaklaştırdığında sırtım boşluğa düştü, bu hoşuma gitmemişti. Silahı kaldırdı, köşedeki güvenlik kamerasına sıktı ve o kamerayı da iptal etti.
Elinde duran şapkamı bana verdiğinde sakin bir şekilde saçlarımı toplayıp şapkayı başıma geçirdim. Müdürün ilk kez bakışları bana kaydı. "Otur!" diye bağırdı Tugay ve onu ilk kez bağırarak duymak korkudan titrememe neden oldu çünkü en korkutucu yüzünü görüyordum.
Müdür dehşetle sandalyeye otururken bana, "Sen," diye mırıldandı.
"Hepiniz o kadar salaksınız ki açıp dosyama bile bakmıyorsunuz," dedi. "Tanıştırayım, kendisi benim avukatım olur."
"Nasıl olur?" dedi müdür şaşkınlıkla. "Bu nasıl olur?"
"Kes sesini, ben istersem her şey olur." Kollarımı önümde bağladığımda çenemi kaldırıp müdüre baktım, içim sızlamıyordu bile. Belki yarın bu hareketlerime pişman olacaktım fakat şu an pişmanlık mümkün bile değildi. Çünkü aynı müdür babama da işkence çektiriyordu.
"Ne istersen yaparım," dedi müdür kısık bir sesle. "Ne istersen."
Tugay elindeki silahın namlusunu müdürün ensesine dayadı. "Başkan'ı ara," dedi net bir sesle. "Ve hoparlöre al."
Müdür gözlerini kocaman açtı. "Telefonlarımı açmıyorlar ve seni konuşturursam sonradan işime..."
Tugay, "Başkan'ı ara!" diye haykırdığında korkudan bir kez daha titrediğimi hissettim. Müdür direkt telefonu eline aldı ve rehbere girip birkaç tuşa bastı, sonra da telefonu hoparlöre aldı.
Üçüncü çalışta telefon açıldı. "Destek sağlanıyor," dedi Başkan'ın telaşlı sesi. "Beş dakika sonra orada olacaklar. Üç helikopter, altı çevik kuvvet, iki TOMA, altı profesyonel tetikçi gönderdik." Sadece bir kişi içindi bu kadar önlem. Tugay Demir bir kişiden çok daha fazlasıydı.
Tugay'ın yüzünde bir gülümseme oluştu, ardından telefona doğru eğildi. "İyi günler Sayın Başkan," dedi sakin bir sesle. "Ben Tugay Demir Çeviker, BL örgütünün kurucusuyum, sizin ise korkulu rüyanız."
Kısa bir sessizlik oluştu, ardından telaşlı bir koşuşturma, konuşma sesleri geldi. Tugay daha fazla gülümsedi. "Bu yaptığının bedelini…" dedi Başkan. Dişlerini sıkarak konuştuğu anlaşılıyordu. "…ne şekillerde ödeyeceğinin farkında mısın?"
Tugay telefonu eline aldı, diğer elinde duran silahı müdürün ensesine daha fazla yasladı. "Ensemdeki damganın bedelini ne şekillerde ödeyeceğinizin farkında mısın?" diye sordu tehditkâr bir sesle. "Sence de fazla sessiz kalmadım mı?" Gözlerini kıstı. "Hediyemi beğendin mi? Söylesene, şu an telefonu hangi elinde tutuyorsun? Umarım sol elindir." Tugay güldü. "Çünkü bir dahaki konuşmamızda sol elinde tutamayacaksın."
Başkan küfretti, ardından yeniden hareketlenme sesleri geldi. "Ne istiyorsun?" diye sordu.
"Krallık'ın çöküşü dışında mı?" diye sordu Tugay. "İstediğim şey aslında çok basit ama sizin canınızı çok yakacak."
Başkan bir kez daha, "Ne istiyorsun?" diye haykırdı.
Tugay gülümseyerek bana baktı ve o an benim de yüzümde bir gülümseme oluştuğunu fark ettim. "Birazdan çatıda olacak gösteriyi bütün millete televizyondan izletmeni istiyorum." Gözlerimin içine baktı, en derinlere. "Bu yayın iki dakika, on yedi saniye sürecek."
Kısa bir sessizlik oldu, ardından Başkan gülmeye başladı. Öyle bir gülüyordu ki Tugay'ı aşağıladığı her halinden belliydi ama derinlerde ondan çok korktuklarını biliyordum. BL kâbusları haline gelmişti.
"Senin delirdiğini söylüyorlardı," dedi Başkan gülerek. "Fakat bu kadarını beklemezdim."
Tugay da güldü. "İnan delirmek aklımı daha fazla çalıştırıyor," diye cevap verdi. "Ve dediğimi yapmazsan hayatını bitireceğimi de bilmen gerekiyor."
"Nasıl bitirecekmişsin?" diye sordu Başkan. "Yine Krallık'ın gizli sırlarıyla mı tehdit edeceksin? Öyleyse..."
“Çatıdaki görüntüleri yayınlamazsan seks kasetin yayılacak,” dedi Tugay. “Örgütüm şu an o kaseti internete yaymak için bekliyor.” Başkan’ın tarafında sessizlik oluştu, Tugay ise devam etti. “Ve bu seks kaseti bir erkekle Başkan, bunu ikimiz de biliyoruz. Söylesene, bütün eşcinselleri kılıçtan geçirip eşcinsel olmak nasıl bir his? Kabullenmeni kolayca sağlayabilirim o kaseti yayarak ve senin için bu, hayatının bitmesi demek, biliyorum.”
Gözlerim kocaman açıldığında elimle ağzımı kapattım. Müdür de şaşkınlıkla dönüp baktığında Tugay silahın namlusunu bastırıp yüzünü çevirmesine neden oldu. Sessizlik düşündüğümden daha uzun sürdü ve Tugay kahkaha attı. "Telefonu hoparlöre almıştın, değil mi ahmak herif? Artık bütün Krallık senin gerçekte kim olduğunu öğrendi. Şimdi onları tek tek temizleyeceksin, en güvendiğin insanları öldürmek zorunda kalacaksın. İçten tükeneceksiniz, çürüyeceksiniz." Tugay kinle telefonu kendine yaklaştırdı. "Sizi…" dedi kelimenin üzerine bastırarak, "…öyle bir bitireceğim ki ölmek için dualar edeceksiniz."
Güç kazanılırdı fakat güç aynı oranda kaybedilirdi de. Krallık'ın gitgide güç kaybetmesine neden olan hamleler Tugay'dan gelmişti ama bu son yaptığı bütün itibarı zedeleyen türdendi çünkü Krallık’a göre eşcinsel olmak sapkınlıktı ve Başkan sapkın ilan edilecekti.
Kendi aralarında iç savaş çıkacaktı.
Başkan öfkeyle haykırdığında ellerini masaya vurduğunu duydum, ardından birilerini odasından kovdu ve bir şeyleri fırlattı. Sinir krizi geçiriyordu, Tugay ise telefonun ucunda kahkaha atıyordu. Öyle keyifliydi ki… Dakikalar önce Kerem onu yumruklamıştı, günler önce sırtını kırbaçlamışlardı, seneler önce kolunu kesmişlerdi fakat öyle intikam alıyordu ki üzerine ders bile verebilirdi.
"Sanırım bu yayın kuruluşlarının hepsinde gösterimi yayınlayacağın anlamına geliyor," dedi Tugay gülüşlerinin arasında. "Ha bu arada alt başlığa da şunu yazacaksınız: ADA HAPİSHANESİNDEKİ MAHKÛMLAR İŞKENCEYE UĞRADIKLARI İÇİN AYAKLANMA BAŞLATTI!"
Başkan haykırmaya devam ediyordu. "Seni öldüreceğim!" diye bağırdı. "Senin etlerini koparacağım! Seni yaşadığına pişman edeceğim!"
"Sıraya geç sikimin başkanı," dedi Tugay bıkkın bir sesle. "Hepinizin ağzında aynı laf var ama icraata gelince bomboşsunuz." Müdür yeniden büyük bir şaşkınlıkla Tugay'a döndü fakat Tugay bu kez daha sert itince alnını masaya vurdu. "Ha bir de," dedi Tugay. "Örgütümün selamı var, evindeki hizmetlilerine dikkat et çünkü birisi yemeğine zehir koyabilir."
Tugay telefonu kapatıp masaya fırlattığında müdüre baktı ve namluyu ensesine daha fazla bastırdı. "Lütfen," diye inledi müdür ağlamaya başlayarak. "Ben kötü bir adam değilim, hiç olmadım. Krallık'la zaten içsel olarak problemlerim var. Ben sana zarar vermeyi hiç istemedim, bunları yapanlar..." Tugay daha fazlasını dinlemek istemeyerek tetiği çekti ve müdürün cümlelerinin yarıda kesilmesine sebep oldu.
Masanın üzeri kanla kaplandı, Tugay'ın yüzünün yarısına kan sıçradı. "Sağ taraftaki listeden bir kişinin daha üzeri çizildi," dedi soğukkanlılıkla. Elinin tersiyle yanağını sildiğinde kan yüzüne daha fazla bulaştı.
Hapishane can pazarına dönmüştü, sesler hâlâ aynı yükseklikteydi, burnumda kan kokusu vardı ve bünyem artık daha fazlasını kaldıramayacakmış gibi geliyordu. Elim karnıma gitti, kusmamak için direniyordum fakat odada öyle kan kokusu vardı ki kendimi tutamıyordum.
Tugay'ın bakışları bana döndü, bana gösterdiği kimliğinin ardındaki diğer yüzünü artık tamamen görebiliyordum. Bana çiçekler gönderen adam, özürler dileyen adam, elimin tersini nazik bir şekilde öpen adam, göğüskafesimde kâğıttan lale taşımama neden olan adam ve aynı gün içinde dört kişiyi öldüren adam, büyük bir ayaklanma başlatan adam, Başkan'ı tehdit eden adam, başkaldıran adam.
Hepsi aynı kişiydi, bir yüzü tertemizdi, bir yüzü kanla kaplıydı.
O BL örgütünün kurucusuydu, artık bunu çok daha net görebiliyordum.
Her nasıl bakıyorsam Tugay’ın bana ilk sorduğu soru, “Benden korkuyor musun?” oldu.
“Hayır,” diye yanıt verdim.
“Benden iğreniyor musun?” diye sordu bu kez de.
“Hayır,” dedim yeniden.
Tugay yutkundu, az önce bütün o soğukkanlılığıyla Krallık’ın pimini çeken kendisi değilmiş gibi bana yaklaştı, ardından sağ elini kaldırarak bileğinde sallanan kelepçeyi gösterdi. “Beni anlıyor musun Sevgili Avukat?” diye sordu imalı imalı.
Elimi karnımdan çektim, dik durmaya çalıştım. "Seni artık çok daha iyi anlıyorum ve görüyorum Tugay Demir," dedim. "Fakat bütün bunlar yaşanırken neden yanında olduğumu anlamıyorum."
Tugay derin bir nefes aldı. "Vardır bir nedeni," dedi ezberden o cümleyle. "Vardır bir lekesi, vardır bir izi." Sonra yeni bir kelime daha getirdi. "Vardır bir hayali."
Sorgulamadım ya da üzerine gitmedim. O da sorgulamama izin vermeden yeniden arkama geçti ve bir kez daha kolunu belime sardı, göğüskafesini sırtıma yasladı. Diğer kolu boynuma dolandığında silahı şakağımdaydı. Vücudu sıcacıktı, kolları kuvvetliydi ve bütün bunların ortasında kendimi güvende hissetmem tam bir saçmalıktı.
Tugay alt kattaki kameraları iptal etmişti, bu kattaki kameraları ise benim için etkili bir hale getiriyordu. Olası bir yakalanma durumunda onun tarafından esir tutulduğumu göstermeye çalışacaktı, bu beni kurtaracaktı.
"Sevgili Avukat?" dedi kulağıma doğru, odadan çıkmadan önce.
"Evet?"
"Belki kulağa çok aptalca gelecek ama şu an sana sarılıyorum, öyle değil mi?" Güldüğünü işittim. "Tuhaf bir ilk sarılmaydı ama güzeldi, bizim dünyamıza renk getirdi."
"Sarılmak böyle bir şey değil Tugay Demir," dedim fakat sırtımı daha fazla ona yasladım. "Doğrusunu öğren de gel."
"Doğrusunu öğretirsen öğrenirim," dedi. Nefesi yanağımı okşadı, çıkmaya başlayan sakalları tenimde dolaştı. "Belki daha normal bir zamanda, silahlar yokken. Ne dersin?"
"Sınırlar Tugay," dedim ama belimdeki eli daha da sıkılaştı. "Sınırlar."
Güldü. "Geçmişten bugün için sana yazdım seneler önce ve ne dediysem gerçekleşti," dedi tek nefeste. "Şimdi de gelecekten konuşuyorum Sevgili Avukat. Biz o sınırları çoktan aştık, sen bana sarıldın, sadece henüz bundan haberin yok."
İddialaşabilirdim fakat bunu yapmak yerine sessizliğe gömüldüm, Tugay da zaten cevap beklemeden beni tıpkı bir esirmiş gibi odadan çıkardı ve yürütürken çırpınmam gerekse de bunu yapmadım. Yukarıya çıkan merdivenlere geldiğimizde beni bırakmadan devam etti, halbuki merdivenleri hiçbir kamera çekmiyordu ama bana sarılmayı bırakmadı.
Üst kata çıktığımızda duvar kenarından ilerledi, ardından köşedeki iki kameraya kurşun sıkıp onları da etkisiz hale getirdi. Sonra beni özgür bıraktığında yeniden boşluğa düştüğümü hissettim.
Sola doğru ilerledi, yere çöküp bir taşı hareket ettirdi. O taşın altından bir kol çıktı, kolu çevirdiğinde ise kapı açıldı. Gözlerim yeniden büyürken içeriden mahkûmlar çıkmaya başladı, ellerinde büyük bir çarşaf tutuyorlardı. Mahkûmlardan biri de babamdı.
"Baba," diye mırıldandım fakat o beni görmedi bile. Tugay'ı takip etmeye başladılar. Arkalarından öylece bakarken şaşkınlık vücudumdan uzaklaşmıyordu. Onların aksine ağır adımlarla takip etmeye başladım, aşağıdaki sesler ise gitgide kesilmeye başlamıştı; büyük ihtimal gardiyanların çoğunu yok etmişlerdi.
Tavan arasına çıktık; altı tane mahkûm vardı, bir de Tugay ve ben. Tugay çatı katının kapısının önünde bekledi, dönüp mahkûmlara baktı. Başıyla selam verdikten sonra ayağıyla sertçe kapıyı tekmeledi. Bu kez tek seferde açılmayan kapı üçüncü tekmede kırıldığında rüzgâr yüzümüze çarptı. Hava kararmak üzereydi, kar yağmaya başlamıştı.
Mahkumlar tek tek çatıya çıktığında Tugay ve ben sona kaldık. Başıyla geçmem için işaret verdiğinde çıktım, arkamdan o da geldi. İçinde babamın da olduğu altı mahkûm çatının köşesine gittiğinde ellerinde hâlâ bir çarşaf tutuyorlardı, Tugay ise hemen arkalarındaydı.
Onlardan birkaç adım geride durduğumda kameraların çekmeyeceği açıdaydım fakat onlarlaydım, onlardan hiç ama hiç farkım yok gibiydi.
Altı mahkûm ikiye ayrıldı ve ortalarına Tugay geçti. Aşağıya baktığında mahkûmlardan ses gelmeye başladı, tavanı açmışlardı; artık bütün mahkûmlar güneş olmasa da gece olmadan önce gökyüzüyle kavuşmuştu. Az önce bizim bulunduğumuz yerdeydi neredeyse bütün mahkûmlar. Hepsinin dilinde ise aynı kelime vardı: "Özgürlüğe, özgürlüğe, özgürlüğe!"
Kameralar Tugay'ı çekiyordu, ilk kez yüzünü gizlemiyordu. Onunla beraber babamın yüzü de oradaydı, diğer tanıdık olan karşıt görüşlü üst mahkûmların da. Şu an bütün halk televizyonlarında onları izliyordu. Tugay'ın çenesi havaydı, eldivenli elleri Krallık'a meydan okuyormuş gibi iki yana açılmıştı. Bileğinde kelepçe sallanıyordu.
Tek bir hamleyi bekliyordu bütün mahkûmlar. Heyecandan kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, nefesimi tutmuştum. Öyle alt edilemez görünüyordu, damganın intikamını öyle bir almıştı ki yüzümde gülümseme oluşmuştu.
Tugay sadece bir anlığına omzunun üzerinden bana baktı, yüzünün yarısında hâlâ kan vardı fakat bana baktığında öyle içten gülümsedi ki ilk defa bu ülkenin kurtulacağına inandım. Onun gücünün büyüklüğü altında kurtuluş o kadar da imkânsız görünmüyordu. Benden onay bekliyormuş gibi kaşlarını kaldırdı, gülümseyerek başımı salladığımda yeniden o özgüvenle önüne döndü.
Aşağı bakıp başını salladı, ellerini indirdikten birkaç saniye sonra bir müzik sesi Ada Hapishanesinin içini doldurdu. Bella Ciao çalıyordu, yasaklanan ilk şarkılardandı. Böyle yüksek sesle müzik dinlemek artık ülkede yasaktı fakat Tugay Ada Hapishanesini bu şarkıyla dolduruyordu. Az önce anons geçilen hoparlörden bu şarkı yayılıyordu artık.
Köşedeki keskin nişancılar büyük bir şaşkınlıkla olanları izliyor, hiçbir tepki veremiyorlardı çünkü sadece bir kurşun, bütün halkın Krallık'ın işkencelerine şahit olması demekti.
Tugay bir kez daha başını salladığında o altı mahkûm birbirine baktı, ardından ellerindeki çarşafı çatıdan aşağıya sallandırdılar. Birbirilerine yapıştırılarak oluşturulan çarşaftan beyaz bayrak, bir direnişin sembolüydü ve üzerinde yazan cümleyi bütün halk naklen izliyor, okuyordu; arkadaki şarkıyla beraber. Cümle kömürle yazılmıştı, altında bir timsah simgesi vardı.
İşkenceler yıldıramayacak, acılar susturamayacak, gücümüz tükenmeyecek, savaşımız hiçbir zaman bitmeyecek.
Özgürlüğe!
BL
Paragraf Yorumları