logo

19. YİRMİ DOKUZUNCU KİŞİ

Views 370 Comments 2

"Sözleşmemize yeni bir madde eklendi kurucunun başına bir şey gelirse liderin de bunu canıyla ödeyeceği yönünde." Gözlerimi kapattım, tekrar açarken çenemi havaya kaldırdım. "Özgürlüğünü diledim çünkü sen ölürsen ben de ölürüm artık. Unutma, mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz."

Kelimeler dudaklarımdan dökülürken ben de aslında verdiğim o sözün farkına yeni varıyordum. Bu hayatta her duyguyu abartma konusunda üstüme elbette yoktu fakat seçtiğim bu yol, hayatımda birkaç aydır olan bir adam için fazla değil miydi? Sanırım bu durumu bir filmde izleseydim ya da bir kitapta okusaydım veyahut bir arkadaşım dile getirseydi hepsinde de bunun yanlış bir yol olduğunu dile getirirdim.

Tamam, derdim. Ortak bir yola çıkmış olabilirler, aynı amaca hizmet ediyor olabilirler; hatta etraflarında kurşunlar uçuşurken birbirlerini delicesine arzuluyor olabilirler –en azından kadın açısından durum böyle olabilir– ama ölmek, özellikle biri ölüyor diye diğerinin de ölmesi fazla büyük bir adım değil mi? Her şeye tamam ama bir insan neden bunu yapar ki? Bana mantıklı nedenler sunulmalıydı. Böyle bir durumda kadının zaten hayattan zevk almadığını ve ölmek için nedenler aradığını düşünürdüm. Karşısına bunun için fırsat çıktı işte, derdim.

Hayattan çok zevk aldığım söylenemezdi, hiçbir zaman hayata aşırı bağlı da olmamıştım fakat kendimi öldürmeyi bir kez bile aklımdan geçirmemiştim, kendi babamı ellerimle öldürürken bile. Kendini öldürmek güçsüzlerin işidir diyerek klişe bir cümle kurmazdım. Güçlü insanlar da yaşamaktan vazgeçebilirdi o güçlerini taşıyamadıkları için. Ya da gücünün getirdiklerini kaldıramadıkları için. Fakat ben şunu diyebiliyordum: Yaşadım bütün acılara rağmen. Kendi romanımın son sayfasında benim için nasıl bir sürpriz hazırlandığını bilmeden vazgeçemem. Belki bir trafik kazası, belki bir kurşun, belki yaşlı bir kadın olarak yatağımda. Belkiler...

O yüzden bu durum bir kitapta ya da başka bir yerde karşıma çıksa ve sözkonusu kadın ölmek için bir neden aramıyorsa bu kez de derdim ki: Kadın bir oyun mu oynuyor adama yoksa? Onu mu deniyor? İnatlaşıyor mu?

Ama hayır, oyun oynamıyordum. İnatçıydım, onunla saatlerce de inatlaşabilirdim ama onun maddesinin üzerine çıkmak için inatlaşmıyordum; hayatımız bu kadar berbat bir haldeyken bir tümsek de ben eklemezdim. İkimizin de savaştıkları boyumuzu aşıyordu zaten.

Tezlerimin hepsi çürüdükten sonra gözlerimi devirip, O halde kadın aptal bir âşık olmalı… diyerek yüzümü buruştururdum. Çünkü yalnızca aşk gibi bir duygu insana böyle bir karar aldırabilir.

Kalbimde bir sızı hissettim. Derin bir sızı. Ne olduğunu anlayamadığım bir sızı. Acı değil, heyecan değil; kötü de iyi de değil. Sadece bir sızı. Gelecekte acıtmak için ya da heyecanlandırmak için bekleyen bir sızı.

Hayır, aşk olamazdı. Olmamalıydı. Ona karşı hissettiğim o yoğun çekimi görmezden gelemezdim, evet fakat aşk olamazdı. Hayır, bu konuyu daha fazla düşünmek istemiyordum.

O ölebilirdi, her an, her saniye, belki de şu an. Tam şu an, bir kurşunla. Düşmandan gelmek zorunda değildi, onun tarafında olan birinden de gelebilirdi çünkü tekrar dile getirmesek de BL örgütünde ya da çevresinde bir ajan olduğu ortadaydı. Ve ben, o ölürse ölmeye yemin etmiştim.

Sinan haklıydı, kendimi bulurken biraz da kaybetmiştim.

Tugay'ın gözlerindeki ifade aşama aşama değişirken az önce bana baktığında oluşan yoğunluğun yok olduğunu, yerine ise büyük bir dehşetin geldiğini fark ettim. Öyle hazırlıksız yakalanmıştı ki sanırım tanıdığımdan beri ilk defa onu bu kadar fazla bozguna uğratmıştım. Belki de bütün çizeceğim yolları bir şekilde tahmin etmişti ama bu kez onu hiç beklemediği bir yerden vurmuştum.

"Ne?" dedi kekeleyerek. İlk kez konuşurken zorlanıyor gibiydi. "Ne dedin sen?" Gerçekten söylediklerimi anlamıyormuş ya da anlamak istemiyormuş gibi baktı. Bana benden daha çok şaşırmış olamazdı değil mi? Hayır, gözlerinde gitgide değişen duygunun adı şaşkınlık değildi sadece. Ona uzak, çok uzak bir bakış.

"Sen ölürsen ben de öleceğim," diye mırıldandım ve dile getirirken ben de bir kez daha kendimle yüzleştim. "Karşılıklı bir anlaşma. Aynısını sen de benim için yaptın, öyle değil mi?"

Dudakları aralandı ve yutkundu. Kaşları yavaşça çatıldığında bana dolanan kelepçeli elleri yavaşça başımın tepesinden çıktı ve sarılmayı bıraktı. Gözlerimin içine bakarken hâlâ havai fişek patlıyordu. Gökyüzünden yansıyan ışıklar yüzünü aydınlatıyordu ve maalesef o ifadeyi gördüm.

Tugay bana ilk kez öfkeyle bakıyordu.

Gülümsemiyordu, sadece öfkeliydi. Korktuğumu hissettim çünkü bu bakışa maruz kalmak başkalarının ona bakınca ne gördüğünü gösterdi bana. Sanırım bu yine bir film ya da kitaptan sahne olsaydı, Tugay Demir Çeviker aslında ne kadar da korkutucu bir adammış, diye düşünürdüm. Sevgili Avukat diyen bu adam mı gerçekten? diye ikilemde kalırdım.

"Tugay," dedim kaşlarımı çatarak. Gözlerini bile kırpmadı. "Bana ilk defa bu şekilde bakıyorsun."

Bakışları değişmedi. Konuşmadan önce çenesini havaya kaldırdı, omuzları dikleşti. "O maddeyi…" dedi tane tane konuşarak, "…kaldıracaksın." BL örgütü lideri, Tugay Demir Çeviker. Sadece onu katil gibi görenlerin değil, örgüttekilerin de baktığında ne gördüğünü anladım.

Ben de çenemi kaldırmaya çalıştım ama öyle afallamıştım ki pek başarılı olamadım. "Hayır," dedim yine de karşı gelerek. "Kaldırmayacağım."

"Üzerinde tartışmak için dile getirmedim." Mesafeli ve buyurgandı sesi. "Yapman için dile getirdim. Hemen." Çenesini indirdi, gözlerimin içine baktı, ardından yüzüme yaklaştı. "Buradan çıktıktan sonra gideceksin ve o maddeyi kaldıracaksın. Hemen."

Geriye çekilmedim, ben de gözlerinin içine baktım. "Bunu yapmayacağım," dedim kelimelerin üstüne basa basa. "Asla o maddeyi kaldırmayacağım." Burnundan nefes verdiğinde çenesi kasıldı. "Bana şu şekilde bakmaktan vazgeç, senden korkmuyorum. Örgüttekiler senden çekinebilir ama ben çekinmiyorum."

Gözlerini kapattı birkaç saniyeliğine, ardından omzumun üzerinden arkaya baktı. Büyük ihtimalle Giray’a bakıyordu. O maddeyi eklememe engel olmayan oydu. "Giray'ın hiçbir suçu yok," dedim direkt. "Benim karşımda duramazdı, en azından beni o kadar tanıdığını düşünüyorum."

"Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" diye sordu gerçekten inanamıyormuş gibi. Az önce ağzımdan çıkanı kulağım duymuştu ve ne yaptığımla yüzleşmiştim ama bunu elbette ona yansıtmayacaktım.

"Duyuyor," dedim otoriter bir sesle. "Ayrıca bunu bir öneri olarak sunmadım, bilgin olsun istedim çünkü..."

"Bilgim olacak olan senin ölüm fermanın mı?" diye sorduğunda yutkundum. "Benim iznim olmadan sen nasıl kendi canınla benimkini bir tutarsın? Benim iznim olmadan benim aptal canım için ölebileceğine nasıl karar verebilirsin?" Sorusu karşısında afalladım. "Benim canımla senin canın aynı şey mi?"

"Sen görüyorsun ama," diye çıkıştım bir anda. Silah sesleri artıyor, zamanımızın kalmadığını belirtiyordu. Saklandığımız o aralıktan birazdan belki de zorla çıkarılacaktık. "Bana ve Giray'a bir şey olursa öleceğini söylüyorsun. O aptal sözleşmelerine koyuyorsun bunu ama ben söylediğimde..."

Hızlı bir şekilde yüzüme yaklaştığında neredeyse burnu burnuma değecekti. "Aynı şey mi?" diye sordu burnundan soluyarak. "Öyle rahat konuşuyorsun ki, köşkün bahçesini çiçekler ekmekle eşdeğer görüyor gibisin."

"Aynı şey. Köşkün bahçesine çiçekler ektirmek de karşı olduğun bir durumdu. Kurallarını dinlemeyeceğimi biliyordun."

"Sen delirdin mi?" diye sordu. Bunu ondan duymak başka bir zaman güldürebilirdi ama öyle ciddi sormuştu ki delirip delirmediğimi sorgulayıp emin olamadım. "Bahçeler seni mutlu ediyorsa bütün şehri bahçelerle donatırım, sen beni anlamadın ya da tanıyamadın galiba. Ben seni mutlu eden hiçbir şeye karşı değilim."

Ne Avukat’ım diyordu ne de Sevgili Avukat. Hiçbiri yoktu. Hitap yoktu. Buna alışık değildim. "Bana öfkeyle bakıyorsun," dedim dayanamayarak. "Seni bu kadar öfkelendiren sözlerini çiğnemem mi? Öyleyse bu örgütün lideri olduğumda senin kararlarına bile karşı çıkabileceğimi söylemiştim."

"Aynı şey değil," dedi. Anonslar artmıştı, birinin adımı seslendiğini duydum. Hiç olmaması gereken bir zamanda yaşadığım bu yüzleşme silah seslerinden daha korkutucuydu.

"Aynı şey. Sen yaptıysan ben de yaparım." Omzumu silktim. "Konuyu daha fazla..."

"Değil," derken sesi öyle baskındı ki gülümsediği zamanlar çok uzakta gibi geldi. "Siz ikinizin, Giray ve senin kaderini belirleyen bendim. Örgütteki herkes gönüllü siz ikiniz dışında. İkinizi bu yola ben soktum, başınıza bir şey gelirse benim yüzümden olacak. Sen de, ikizim de gönüllü değildiniz. Seni şantajla, onu vicdanıyla bu yola ittim. Bu benim size ödemek zorunda olduğum bir borç."

Gözlerim kocaman açıldı. Kelimeler dudaklarından dökülürken yaşadığı suçluluk duygusunu gördüm. "Ama sizin bana bir borcunuz yok, hiçbir şeyiniz yok." Gözleri yüzümün her zerresinde gezindi. "O maddeyi kaldıracaksın, beni duyuyorsun değil mi?"

"Ne şantajından söz ediyorsun be sen?" İki nefes verdim. İki nefeste, onun söylediklerini anladım. Anlamak öfkelenmeme neden olurken, "Şu an yanında hâlâ şantajın için duruyor gibi miyim?" diye sordum. "O aptal savcıyı öldürdüğüm anı istersen git, bütün televizyon kanallarına ver, umurumda bile değil ama biliyorum, bunu yapmayacaksın." İşaretparmağımı kaldırdım. "Kardeşine git ve şu an seni bırakmasını söyle, o bırakmayacak, insanları zorla yanında tuttuğunu mu sanıyorsun sen şu an? Bu nasıl aptal bir düşünce?"

"Şu andan bahsettiğimi söyleyen kim?" diye sordu sert bir sesle. "Ben başlangıçtan söz ediyorum, en başından. Sana şantajla gelmeseydim ve avukatım olmanı isteseydim olacak mıydın?" Bir cevap bile vermemi beklemedi. "Olmayacaktın çünkü sana şantaj yapmadan önce bir teklif sundum. Sen o gün bana bir katile bakar gibi baktın, haklıydın da. Seni mecbur bırakmasaydım şu an burada olmayacaktın." Haklılığı daha fazla öfkelenmeme neden oldu. "Nerede, ne halde olacağını düşünmek bile istemiyorum ama..."

"Nerede, ne halde olacağımı gayet iyi biliyorsun." Kastettiğim Kerem Karaman'dı, bunu ikimiz de biliyorduk. Kerem’i kastettiğimi anlamak Tugay'ın sertçe nefes vermesine neden oldu. "Ama dile getirmemi istiyorsan..."

"Başlangıçta," diyerek sözümü kesti. "Seni bu hayata mecbur bıraktım. İp üstünde yürümene neden olan benim, ölürsen katilin ben olacağım, bunun elbette bir bedeli olmalı benim için. Ama senin ödemen gereken bir bedel yok, olamaz, olmayacak."

"Başlangıç şu anı değiştirmiyor," diye çıkıştım. "Sonrasında her şeyden vazgeçebilirdim, emin ol aranıza girdikten sonra o savcıyı öldürdüğümü, seni Krallık'a satma karşılığında itiraf edebilirdim. Ne senin şantajının bir önemi kalırdı ne de Krallık canımı yakardı. Aksine plaket verirlerdi bana Suç Kralı’nı yok ettiğim için. Aptal mı sanıyorsun beni? Aptal olmadığımı çok iyi biliyorsun. Senden kurtulmak çok kolaydı ve sen de aslında bunu çok iyi biliyorsun. Şantaj sadece avukatın olmamı hızlandırmak için seçtiğin bir yoldu. Bir anda avukatın olamazdım, kimse senin gibi bir adamın avukatı olmak istemezdi. Hatta aklı başında olan biri senin iki metre yanına bile yaklaşmayı düşünmez." Son söylediğim cümleden sonra duraksadım.

"Devam et," dedi ifadesiz bir sesle. "Kim olduğumu biliyorum, ne yaptığımı da neler yapacağımı da ve dışarıdan nasıl göründüğümü de. Devam et, bunlar önemsiz detaylar. Bakma öyle, neyi dizginliyorsun? Korkutucu bir adam olduğumun zaten farkındayım."

"Evet, öylesin," dedim dürüstçe. "Ama seni tanıdım ve benim için artık öyle değilsin. Bütün dünya için iğrenç bir katil olabilirsin ama benim için öyle değilsin. Benim tanıdığım Tugay Demir Çeviker öyle bir adam değil. Sen de beni hangi cehennemden tanıyorsun bu kadar bilmiyorum ama en başından bu yola gireceğimden emindin sen Tugay, yapabileceklerimi biliyordun." Gözlerimi kıstım. "Ben kendi isteğimle buradayım şu an, senin emrinde de değilim. Sana boyun eğeceğimi düşünüyorsan çok beklersin."

Başını hafifçe iki yana sallarken, "Şu andan söz etmiyorum," dedi tekrardan. "Bu söylediklerinin hiçbiri, seni mecbur bırakmasaydım bu hayatı seçeceğin anlamına gelmiyor. Söylesene, bunu yapar mıydın? Benimle tanışmasaydın şu an kurşunların ortasında olur muydun yine?"

"Evet, beni mecbur bırakmasaydın asla burada olmazdım," dedim dürüstçe. "Ama buradayım ve sen ölürsen ben de öleceğim. Bu kadar tepki vermenin nedeni ne? Şu an bir kurşun sırtımdan bana saplansa senin de kalbini delecek ve ikimiz beraber öleceğiz zaten. Aynı anda değil ama farklı zamanlarda, söz verdiğimiz için ölmek neden seni korkutuyor?" Güldüm ama mutluluktan tamamen uzaktı. "Hem belki ölmeyiz, aptal bir sözleşme maddesi olarak kalır. Boş versene."

"O bir sözleşme değil, söz demek," dedi Tugay. "Ben sözümden asla dönmem ve biliyorum sen de dönmezsin. Bunu neden yaptın?" İşte o soru. Beklediğimden daha korkunç bir şekilde gelmişti.

"Yapmak istedim ve yaptım," dedim. "Bir his bunu yapmamı söyledi."

"Bu bir yanıt değil." Hafifçe geriye çekildi, dudakları düz bir çizgi halindeydi. "Oyun oynamıyoruz," dedi keskin bir sesle. "Bizim hayatımız birbirimizle savaşamayacağımız kadar berbat bir halde ve ben seninle savaşmayacağım. O maddeyi kaldıracaksın."

"Ama ben gerekirse seninle savaşırım," dedim. "Kaldırmayacağım. Beni yenebilir misin?" Dikkatli bir şekilde ona baktım. "Başka bir şey var, bu kadar tepkinin altında yatan başka bir şey. Hangi planını bozdum? Neyi değiştirdim?"

"Finali," dedi hızlı bir şekilde.

"Ne?"

"Ben zaten öleceğim," dedi doğrudan ve bir kez daha yüzüme yaklaşıp çenemi kaldırdı. "Bu ip üstünde yürümek değil, ben zaten öleceğim. Senin yaptığın zaten ölecek bir adama kendini kelepçelemek ve uçurumdan atlamak. Aynı şey değil, beni anladın mı? Buna asla göz yummam ve savaşırsam kazanırım çünkü başlangıçta seni kazandım, sen bile farkında olmadan."

Kaskatı kesilirken, "Ne?" diye sordum bir kez daha. "Bu da ne demek?" Yüzüme bakmaya devam ediyordu. Çenemdeki elini sertçe ittim. "Bu ne demek?" diye sordum beklediğimden daha yüksek bir sesle. "Canınla kumar oynadığın yetmez gibi bir de canınla anlaşma filan mı imzaladın sen?" Gözlerim kocaman açıldı, öfke kanımı kaynatıyordu. Delirmişti, ölmek üzere olan bir adamın yapacağı bütün çılgınlıkları yapıyordu. Durmadan zamandan bahsediyordu. "Sen…" dedim korkuyla. "Bir hastalığın mı var?" Dehşet ve endişe kalbimi sıkıştırdı. "Ölmek üzere misin? Bu yüzden mi bu kadar gözü karasın?"

Arkama baktı. "Bunların cevapları senin o maddeden vazgeçmene yarayacak mı?" diye sordu.

"Ne demek istedin?" diye sordum transa girmiş gibi. "Başka bir şey var." Kaşlarım çatıldı. "Özgürlükten söz ediyordun, özgürlük dediğin ölüm müydü? İdam edilmek istiyorsun, bunun için çabaladığının farkındayım ama başka bir şey var." Ellerimi havaya kaldırdığımda bileğimdeki kelepçe sallandı. "Dünyanın en mantıksız cümlesini kurdun. Öleceğim ne demek?"

Onu konuşturmuyordum bile. Öylesine bir cümle kurmayacağını bildiğimden durmadan varsayımda bulunuyordum. "Özgürlüğe ne oldu? O hücrede konuşurken ölüm yok muydu?" Güldüm ama öfkeden ve korkudan titriyordum. "Biliyor musun, ben sana bir mektup yazdım dün." Elimi kalbimin üzerine koydum. "Yanımda getirdim, özgürlükten söz ettim, içinde hayaller de vardı. Sana verecektim bugün." Elimi sokup sutyenimin içinden mektubu çıkardım. Başka zaman olsa buna gülerdik ama o an ikimiz de gülemedik.

"Burada," dedim. "Sen inandırdın, ben yazdım ama şimdi bunu sana vermeme engel olan da az önce söylediğin şey. Aptalca bir şey." Elimdeki mektuba baktığında gözlerindeki öfkenin silindiğini gördüm ama kararlı duruşu asla bozulmadı. "Bana bir açıklama borçlusun," dedim. "Bu kez açıklama yapacaksın ve kaçmayacaksın."

Dakikalardır ne Avukat ne Avukat’ım ne Sevgili Avukat demiş ne de gülümsemişti. Ama bütün bunların dışında bana öleceğini söylemişti. Bu bir kurşunla öleceği anlamına gelmiyordu, bambaşka bir şeyler vardı, biliyordum. En başından beri planladığı bir şeyler vardı ve benim o sözleşmeye koyduğum madde yoluna taş döşememe neden olmuştu. İlk defa beklediğinden daha farklı davranmıştım. Belki de beklediğinden daha gözü kara.

Birileri o an kollarımdan tuttu ve geriye doğru çekiştirdi. Aynı şekilde onun da yanına adamlar geldi, Krallık'ın askerleriydi. Gözlerimiz birbirinden ayrılmazken o askerlere karşı gelmedi ama ben çırpındım. Çırpınışım askerlere değil, onaydı.

Marco karşıma geçtiğinde ve görüş açımı kapattığında hızla bileklerimdeki kelepçeyi kilitledi. O an silah seslerinin sustuğunu, arkama baktığımda yerde Ölüm Timi’nden ve örgütten birçok kişinin yattığını, örgütten kalanların ise ortalıklarda görünmediğini fark ettim. Sadece Sinan vardı, yanında Ölüm Timi’nden iki kişiyle duruyordu, bilekleri kelepçeliydi. Plan sona ermişti. Ölüm Timi’nin bu işten nasıl sıyrılacağını ya da örgütün Ada'dan nasıl kaçmayı başaracağını bilmiyordum, hatta düşünmek bile istemiyordum çünkü aklımda sadece o kurduğu cümleler dönüyordu. Başımı yeniden ona çevirdiğimde Marco'nun omzunun üzerinden göz göze geldik. Hemen arkasında, kapının ardındaki alevlerin kapı aralığından görünen o turuncu rengi gözlerimi alıyordu.

Az önce BL örgütünün indiği tavandan daha fazla Krallık askeri inmeye başladığında hapishanenin çıkış yollarının kapandığını, bizi en fazla oradan çıkarabileceklerini anladım.

"Avukat," dedi Marco ama bakışlarım Tugay'daydı. Vücudum titrerken avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum ama bunu yapmam hiçbir şeyi değiştirmezdi. "BL örgütü saldırı düzenledi, savunmaya geçtim fakat Krallık benim adamlarıma da saldırınca iki tarafı da yok etme emri verdim," dedi bana yalandan bir hikâye anlatarak. "Anlaştık mı? Sorguda bunları söyleyeceksin." Gözlerimi bile kırpmıyordum. "Avukat," dedi Marco, ardından görüş açımı kapattı ve göz göze geldik. "Anlaştık mı? Eğlenceliydi, zevk aldım ama beni patlatırsan aynı şekilde karşılığını bulursun."

Yeşil gözlerine baktım. Canımın acısıyla, "Onu ne yapacaklar?" diye sordum. "Diğer mahkûmlara?" Ne düşünüyordum? Öleceğim derken şu anı kastetmiyordu değil mi?

"Yaşayanları buradan götürecekler," dedi Marco ve beni ortaya doğru yürüttü görüş açımı kapatmaya devam ederek. "Ardından büyük ihtimalle şehirdeki başka bir hapishaneye alacaklar." Omzunun üzerinden Tugay'a baktığında bakışlarını hâlâ benden ayırmadığını fark ettim fakat gülümsemiyordu. Hâlâ bana gülümsemiyordu. "Bütün bunların ortasında kendini kurtarmak için bir yere saklandığını söylesek iyi olur yoksa silahların ortasında saçının teline bile zarar gelmemesi seni de hain gibi gösterir. Hatta bir iki el de sana ateş ettiğimi söylesen hiç fena olmaz."

Marco alaya alıyordu ama gerginliğini hissedebiliyordum. Yanımıza Krallık askerleri geldiğinde adım atmakta bile zorlanıyordum çünkü cesetler her yerdeydi. Helikopter sesleri artmıştı, kalabalığın sesi de. "Örgüt…" diye mırıldandım.

"Başlarının çaresine bakacaklardır," dedi askerler artmadan önce. "Sorgunun ardından Javier sana ulaşacak. Yirmi milyon dolar karşılığında köşkümüzü sana da açacağız elbette." Sırıttı, ben ise daha çok dibe battım. "Ölmüşsün gibi bakma Avukat," dedi sakin bir sesle. "Altı üstü birkaç patlama, onlarca ceset ve yangın." Omzunu silkti. "Hangi ölümlerden döndüğümüzü bilsen kalpten giderdin kesin."

Ondan her türlü şüpheleneceklerdi, Ölüm Timi de Krallık'ın radarına girecekti ne olursa olsun, bunun farkındaydım. Marco da farkındaydı, bunu göze alması ise tuhaftı. Bir tarafı olmadığını söylerken aslında açıkça gösteriyordu veya ben öyle sanıyordum.

İki asker beni kolumdan çekti, bir tanesi ise Marco'nun önüne geçti. Yukarıdan bir ip sarktığında ve beni o şekilde çıkaracaklarını anladım. Son gördüğüm şey Marco'nun Tugay'ın olduğu tarafa yürümesiydi. Tugay'ın bakışları ise biraz önce babamın asılı olduğu boş idam sehpasına dönmüştü.

***

Babam gözlerimin önünde kalp krizi geçirdiğinde elime telefon alıp bir ambulansı bile arayamadığım için senelerce ihtimallerin acısını çekmiştim. Ölseydi bunun benim yüzümden olacağını bilmenin yükü çok fazlaydı. Şimdi ise bir mezarın başındaydım, mezardaki kişi babamdı ve onu öldüren kişi gerçekten bendim.

İhtimaller acıtırdı ama gerçekler ihtimallerden daha yaralayıcıydı. Mezarlıklar ise içinde ruh barındırmayan ve kalanların vicdan azaplarını gizleyen bir hapishaneydi.

Babamı gömerken, toprak atarlarken, izlerken çektiğim o vicdan azabı onunla beraber toprağın altına gizleniyordu. Hiçbir cümle şu an yaşadıklarımı anlatamazdı, zaten cümle kurup konuşacak durumda da değildim.

Dört saatlik bir sorgudan geçmiştim. Marco ne söylediyse onu dile getirmiştim, kalan soruların yanıtlarını bilmediğimi söyleyip geçmiştim. Belki başka zaman olsa afili cümleler kurabilirdim ama o an oradan kaçmayı istemek dışında başka bir niyetim yoktu. Dört saatin sonunda şehir dışına çıkma yasağı, gözetim ve Tugay Demir Çeviker'le kısıtlı zamanlarda görüş izni çıkmıştı.

Tugay'ı da sorguya çektiklerini biliyordum ama nerede olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Ada Hapishanesi kül olmuştu, Ada'nın yarısı da yanmıştı. Bütün Krallık yanlıları Ada'dan kaçmıştı, geriye BL örgütünü destekleyenler kalmıştı, bir de Ada'nın çevresini saran alevler. Şehri ikiye bölen Ada artık Cehennem Adası olarak anılıyordu.

Sorgudan çıktıktan sonra Sinan'ı beni beklerken bulmuştum, onun sorgusu elbette benden daha kısa sürmüştü. Ne onun ne de benim konuşmaya hali vardı. Oradan çıkıp nereye gideceğimizi bilmeden aracımıza bindiğimizde Krallık'ın bizi takip ettiğini fark etmemiz çok da uzun sürmemişti. Onlardan kurtulmak için verdiğimiz çabanın ardından ise Javier’le karşılaşmıştık. Omzu sargılıydı, çatışmada vurulduğunu ama çok da önemli olmadığını söylemişti.

Bizi şehrin hiç bilmediğim bir köyüne getirdiğinde terk edilmiş müstakil evlerin tam ilerisinde kocaman bir köşk görmüştüm. Simsiyah, kocaman, üç katlı. Ölüm Timi’nin ini olduğunu bilmesem de gördüğüm an onlara ait olduğunu anlardım çünkü duvarına kocaman bir kum saati çizilmişti. Sadece bu kadarla da sınırlı değildi, köyün girişinde bekleyen Ölüm Timi’nden birkaç kişiyi görmüştüm.

Krallık burayı biliyordu ama Ölüm Timi öyle korkutucu bir topluluktu ki buraya girmeye bile cesaret edemiyorlardı. Javier'e, Köyü sahiplenmişsiniz, dediğimde gülerek, Başkaları Ölüm Köyü, diyor demişti. Bizim için ise Şirinler Köyü. Çünkü kendimiz gibi olabildiğimiz tek yer burası. Bizim şehrimiz burası Eftalya.

Sahiden de minik bir şehir oluşturmuşlardı. İlerlerken futbol sahasını, basketbol sahasını, biraz ilerisindeki çocuk parkını, onun yanındaki minik bir eğlence mekânını görmüştüm. Mekânın başka zaman olsa güleceğim bir ismi vardı: Vitamin. Marco yine imzasını atmıştı.

Eğlence mekânının yanında bir kafe, kafenin hemen yanında ilkyardım merkezi gibi bir çadır vardı. Onun arka tarafında atış alanları. Hemen solunda dövüş salonu, sağında ise evcil hayvanlar için ayrılan bir alan. Hayvanların hiçbirinin tasması yoktu, her yerde mama ve su vardı. Köpekler ve kediler birlikte huzurla yaşıyordu.

Şu an ise Ölüm Timi’ne ait olan mezarlıktaydık. Kendilerinden ölenleri gömdükleri bir yerdi, hiçbirinin ismi yoktu, neden olarak ise bir gün yakalanırlarsa öldükten sonra cesetlerini rahat bırakmaları için bu şekilde bıraktıklarını söylemişti Javier. Ölüm Timi’nden olmamasına rağmen babam da buraya gömülüyordu.

Hemen arkamda Sinan vardı, eli omzumdaydı. Karşımda Giray, Defne ve Gamze. Red’le Ufuk vurulmuştu ama hayattaydılar. Kaçarken dört kişiyi daha feda etmişlerdi, çatışmada ise beş kişi ölmüştü. Örgüttekilerin sayısı azalıyordu ama neyse ki duygusal bağ kurduğum kimseye bir şey olmamıştı.

Marco birkaç saniye önce aramıza katılmıştı ama o da hiçbir şey söylememişti. Babamı gömerken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ocak ayının ilk günü, güneş doğmak üzereyken, karla karışık yağmurun altında babamı toprağa verdim. Gözyaşları içinde feryat etmem ve belki de kabullenmemem gerekiyordu ama hayır, hiçbiri yoktu. Acıyordu, acıyla yaşıyordum ama babamın ölümü bana bir şey öğretmişti: En korktuğum şeyle yüzleştiğimde bile ayakta durmaya devam edebiliyordum.

Ne kadar ayakta kalabilirsem tabii. Gücümün tükendiğini hissetmiyordum ama yaşadıklarımın ağırlığı ya doğru düşünmeme neden olmuyordu ya da gerçekten deliriyordum.

Kollarımı kendime doladım, üzerimde Sinan'ın ceketi vardı fakat üşümüyordum. Ölüm Timi’nden birkaç kişi ve Giray toprak atıyordu. Sinan da onlara katıldığında ben de atmak istersem diye küreği uzattı. Onu reddettim çünkü adım atsam düşeceğimi biliyordum.

"İyi misin?" diye sordu Sinan. Dakikalar sonra biri konuşmuştu. "Onunla yalnız kalmak istiyorsan..."

"Hayır," dedim hızla. "Yalnız kalmaya yüzüm yok şu an." Yalnız kalırsam yüzleşeceklerimden korkuyorum. Sinan'ın omzumdaki eli sıkılaştı, Giray nefes verdiğinde Marco'yla göz göze geldik. "Teşekkür ederim," dedim Marco'ya. "Onu buraya gömmemize izin verdiğin için."

Marco omuzlarını silkti. "Toprak yeryüzünündür Avukat," dedi sakince. "Bizim bulunduğumuz yerin toprakları ise baban gibi adamları daima kabul eder."

Fazla yüksek olmayan bir tümsek, baş kısmına çakılan minik bir tahta. Senelerce yaşaması için çaba verdiğim babam toprağın altındaydı. Kendimi tutamayıp ileriye doğru bir adım attım ama tam da düşündüğüm gibi yürümekte zorlandığımda yavaşça yere çöktüm çünkü babam, Düşecek gibi olduğunda bunu belli etme, dinleniyormuş gibi davran. İnsanlar o zaman güçsüzlüğünü görmez Eftal, derdi.

Üzerimde hâlâ kanlı elbise vardı ve şimdi de babamın toprağına bulanmıştı. Elim toprağa dokundu; nemli, koyu ve cansız. Parmaklarımın arasında ufalandı, ardından elimi kaldırıp kokladım. Babam gibi kokma ihtimali olabilir miydi? Hayır, toprak sadece toprak kokardı. Babamın kokusu ise artık yoktu.

Bir şeyler söylemek istedim, onunla bir şeyler paylaşmak fakat ne zihnimden ne dudaklarımdan tek kelime döküldü. Küsmüşüz gibi, hiç konuşamayacakmışız gibi. Kaç saniye ya da kaç dakika o şekilde kaldığımı bilmiyordum ama gökyüzünün tamamen aydınlandığını toprak parlamaya başladığında anladım. Başımı kaldırdığımda ise sadece Sinan'ın, Marco'nun ve Giray'ın kaldığını gördüm. Diğerleri gitmişti.

Ağlayamadım çünkü babamın mezarının başındayken sarılıp ağlamak ve acımı paylaşmak istediğim kişi yine babamdı. O olsaydı yaşadıklarımı anlatır, bir çıkış yolu sorardım. Zaten dün de öldüğünü bir saniyeliğine unutup hislerimden ona söz etmeyi düşünmüştüm. Babama sorayım bunu, o kesin mantıklı bir yanıt verir, derken bulmuştum kendimi. Sadece bir saniye, o bir saniye hayatımdan on seneyi almıştı çünkü ölmüş birinin öldüğünü unutup ona koşmak istediğinizde bir kez daha gerçekler yüzünüze tokat gibi çarpardı.

"Avukat," dedi Marco. "Tahtaya ne yazmamı istersin? Biz genelde isimleri yazmıyoruz, mahlasları oluyor ya da baş harfleri. Babanın bir mahlası var mı, bilmiyorum ya da istersen direkt ismini de yazabiliriz fakat..."

"Onurlu bir adam," dedim kısık bir sesle. "Onurlu bir adam yazın. Mahlası yoktu ama bu şekilde anılmak istedi ve beni de onurunun altında ezilmeye mahkûm etti."

Ne bir cevap bekledim onlardan ne de bir tepki. Zorlukla ayağa kalkıp o mezarın başından uzaklaştığımda bildiğim tek şey vardı. Bir kez daha o mezara gidersem işte o gün ya ölmek üzere ya da hayatımın en güzel gününü yaşıyor olacaktım. Diğer türlüsü güçtü, diğer türlüsü yok oluş demekti.

***

"Ağlamıyorsun bile," dedi Sinan.

Ölüm Timi’nin verdiği bir odada kalıyordum. Bir yatak, küçük bir dolap, bir makyaj masası, büyük bir pencere, deri tekli koltuk vardı. BL örgütüne ait olan köşkteki odamdan daha az ihtişamlıydı. Zaten ihtişama gerek yoktu ama Tugay'ın özellikle o odayı hazırlattığını daha net anlayabiliyordum. Diğer köşkten gelen eşyalar hâlâ valizinin içinde, dolabın yanında duruyordu.

"En azından bir tepki vermen gerektiğini düşünüyorum Eftal."

"Tepkim yok." Gözlerimi kapatıp yorganı çeneme kadar çektim. "Ne yaparsam yapayım yaşanan hiçbir şeyi geri alamam. Meryem'i özledim sadece," dedim zorlukla konuşarak. "Günlerdir onu görmedim, düştüğüm bu çukurda onu peşimde sürüklemek istemiyorum ama Nigâr Sultan'ın yanında da güvende değil." Gözlerimin içine baktı, aklından ne geçtiğini anladım. "Hayır, onu görmeye gitmeyeceğim."

"Çünkü baban konusunda yüzleşmekten korkuyorsun." Bunu dile getirmesi acımasızdı ama haklıydı. "Birinin Meryem'e bunu söylemesi gerekiyor. Nigâr bilmediğini söylüyor ama bir anda televizyon açıkken öğrenirse neler olabileceğini düşünebiliyor musun? Bunu ona senin söylemen gerekir."

"Ne diyeceğim?" Sırtımdan bir ürperti geçti. "Babamızı öldürdüm mü diyeceğim? Ona yalan söylemem." Başımı iki yana salladım ve yeniden gözlerimi kapattım. "Uyumak istiyorum, olur mu? Çok yoruldum." Bütün yorgunlukları barındırıyordu bu cümlem.

Sinan gitmedi. "Neden Tugay Demir Çeviker'in hapishane tahliyesine eşlik etmedin?" diye sordu. Yasal prosedürlerden ötürü Tugay'ın şehirdeki hapishaneye tahliyesinin öğlen gerçekleşeceğinin haberini vermişlerdi, dilersem avukatı olarak eşlik edebilirdim. Reddetmiştim. Normalde asla reddetmezdim fakat gidemezdim. Onunla son konuştuklarımızı aklımdan atmaya çalışsam da orada kanlı canlı bir şekilde durduklarının farkındaydım ve içimde gitgide büyüyen bir volkan var gibiydi. "Bir şey mi oldu?"

"Sadece gitmek istemedim." Olayın üzerinden iki gün geçmişti. Zaten Tugay da ne bir çiçek ne bir not ne de ufacık bir haber göndermişti bana. Bu kez o da sessizliğe gömülmüştü. Normal şartlarda bir fırsatını bulurdu ama bu kez o da hayalet gibiydi. Gözlerim kapalıydı ama Sinan'ın beni izlediğini biliyordum. "Avukatı olarak sürekli onun yanında olamam, benim de dinlenmeye ihtiyacım var Sinan."

Derin bir nefes verdi, ardından hareketlendiğini hissettim. "Ben bu Eftalya'yı tanıyorum." Bu hayatta beni en iyi tanıyan insanlardan biriydi. Tabii hâlâ aynı kadınsam. "Fırtına öncesi sessizlik bu. Bir delilik yapacaksın."

Alayla güldüm. "Kıyamet koptu da fırtına mı korkuttu seni Sinan Yaman?" Sinan da güldü. Uzanıp elini tuttum. "Benim için endişelenme. Sadece yorgunum, dinlenmeye ve yaşadıklarımı da sindirmeye ihtiyacım var." Sinan'ın gülüşü mutsuz bir ifadeye dönüştü. "En azından hayatta güzel şeyler de oluyor." Gülümsedim ama mutluluktan uzaktı. "Babam yanmadı, onun artık bir mezarı var, değil mi?"

"Eftal," dedi Sinan. Tutunduğum dala üzülmüştü muhtemelen. "Sen hayatımda tanıdığım en güçlü kişisin. Yemin ederim. Adnan amca seninle öyle gurur duyuyordur ki…" Bakışlarımı kaçırdım, onun da sesinin titrediğini fark ettim. Beraber büyümüştük, biraz da kardeş gibiydik, Sinan babamın manevi oğlu gibiydi. Burnunu çekerken hareketlendi, yüzünü benden gizledi.

"Özür dilerim," dedim zorlukla. "Senin de babanı öldürdüğüm için."

Uzun bir sessizliğin ardından Sinan yatağa oturdu ve bana sarıldı. Kısık bir sesle ağlamaya başladığında hem babama hem bana hem de bu olanlara üzüldüğünü biliyordum. Kollarımı ona doladım, gözlerimi kapatıp alnımı omzuna yasladım. Gözyaşlarım kurumuş gibiydi, kalbim ise kurak. Bir ölüm daha kaldıramazdım, bir terk ediş daha olursa beni yaşatmazdı.

"Eftal…" dedi Sinan ne diyeceğini bilemeyerek.

"Beni hiç bırakma olur mu?" dedim bencilce. "Sevdiğim başka kimseyi kaybetmek istemiyorum artık." Söz de cevap da vermedi ama sarılmaya devam etti.

***

Merdivenin basamağında dururken köşkün içini saran klasik müzik, mutfak diye düşündüğüm yerden gelen tuhaf koku, duvarların rengârenk boyalarla yapılmış el izleriyle dolu olması, hepsi hazırlıksız yakalandığım detaylardı. Kahkaha sesleri, televizyondaki bir komedi dizi, vuruşmalar... İki gün boyunca yine yataktan çıkmamış, Sinan'dan başka kimseyle konuşmamıştım ama iki günün sonunda bulunduğumuz yere alıcı gözüyle baktığımda Ölüm Timi’nin köşkünde değil de bir eğlence merkezinde gibi hissetmiştim.

Basamaktan kendimi aşağıya bıraktığımda mutfaktan üzerinde önlükle çıkan Javier'le karşılaştım, yanında da Red vardı, Red saçlarını mavi yapmıştı bu kez. Baktığım noktayı gördüğü an, "Ah, Avukat," dedi Red. "Selam, ben artık Blue." Javier güldü. "Her vurulduğumda saçımın rengini değiştiririm de." Kaşlarım havalandı, gözleri beni inceledi. "Sen de harika görünüyorsun, sonunda yataktan çıkıp Şirinler Köyü’müzü dolaşmaya mı karar verdin?"

"Burası bizim köyümüz yalnız," dedi Javier gözlerini devirerek ve o da bana döndü. Saçının önündeki o beyaz tutam gülümsemeye devam etmeme neden oldu. "Ev, nefes alınamaz şekilde kalabalık. Sanırım abim bir yerlerde mandalinaları ağzına tıkarak kriz geçiriyor." Ona da gülümseyerek başımı büyük salonun olduğu tarafa çevirdim. "Kafayı yemek istiyorsan oraya geç. İki yakışıklıyla güzel bir vakit geçirmek istiyorsan da bize katıl."

"Javier," dedi mutfaktan çıkan güzel bir kız. Boyu bir ellilerde olmalıydı, sapsarı saçları omuzlarından dökülüyordu, üzerinde askılı, rengârenk bir pijama takımı vardı. Dudakları epey etliydi, burnu hokka gibiydi. Teni ise bembeyazdı. Fakat bembeyaz teninde boynundan aşağıya doğru bir dikiş izi vardı. Omzundaki kum saati dövmesi ise Ölüm Timi’ne ait olduğunu gösteriyordu. Ölüm Timi’nde koca koca adamların yanında böyle ufak tefek güzel bir kız görmek beni mutlu etmişti. Onun arkasından ise simsiyah saçlı, ölü bakışlı, etrafa tiksinen bakışlar atan başka bir kız daha çıktı. Hızla merdivenlere yöneldi ve yanımdan rüzgâr gibi geçti.

"Ona aldırış etme," dedi Javier. "Soğuktur ve hepinizden nefret ediyorum bakışları atar ama özünde pamuk kalplidir."

Sarışın kız söylediklerini yarıda kesti. "Demek hayranı olduğun avukat sonunda odasından çıktı." Sekerek yanıma geldi, ardından bir anda omzuma atılıp sarıldığında gözlerim kocaman açıldı. Javier ve Red, yani Blue birbirini dürttü. "Merhaba, ben Helen D," dedi. "Fakat bana Hell derler cehennem yani." Kıkırdadı ve yanağıma öpücük kondurdu. "Şaka yapıyorum, istediğini söyleyebilirsin!" Kuş cıvıltısı gibi sesi vardı. "Gerçekten çok güzel bir kadınmışsın, boyun kaç? Bir yetmişten uzun gibisin." Konuşmama fırsat bile vermedi. "Elbisene bayıldım fakat senin BL örgütüne zıt bir şekilde çiçekli elbise âşığı olduğunu duymuştum, beni hüsrana uğrattın."

Şaşkınlıktan neredeyse dilimi yutacaktım. Javier daha fazla şaşkın kalmamı istemeyerek, "Kendisi kardeşimiz olur," dedi. "Küçük kardeş işte."

Helen gözlerini devirdi. "Öz değil," dedi yüzünü buruşturarak. "Marco ve Javier kadar çirkin olmadığım için bunu anlamışsındır gerçi. Babam öldükten sonra annem beni dayımın yanına bırakmış. Kuzeniz aslında ama kardeş gibi büyüdük. Her neyse…" Koluma girdi ve beni yürütmeye başladı. "Şirinler Evi’mizi gezdin mi?" İzin bile almadan beni salona doğru yürüttüğünde mutfak kapısındakiler gülüyordu. "Benim odam senin odanın iki yanında, geceleri..."

"Hell," dedi arkamızdan bir ses. Marco'nun sesiydi. "Beyninin etini yiyeceğin başka birini buldun demek." Bakışlarımı arkama çevirdiğimde Marco'yu ilk kez üniformaları dışında başka kıyafetlerle gördüm. Altında siyah bir eşofman, üzerinde beyaz bir tişört vardı. Kolları boydan boya dövmelerle kaplıydı. "Avukat," dedi başıyla bana selam vererek. Elbette elinde mandalina vardı ve havaya atıp tutuyordu. "Sonunda gömüldüğün yatağından çıkmışsın. Gerçi Hell’le tanıştıktan sonra oraya dönmek isteyebilirsin."

"Kapa çeneni Marco yoksa o yüzüne bir bıçak izi de ben bırakırım," dedi Helen. Gözlerim bir kez daha açıldı. Dışarıda herkes Ölüm Timi’nden bu denli korkarken bu aralarındaki tavır şaşırtıcıydı. "Bu zamana kadar beni bu güzellikle tanıştırmadığın için seni mahvedeceğim zaten." Salona girdiğimizde hiç beklemediğim anda kafama minik bir top çarptı. Dehşetle etrafıma baktığımda biri ellerini kaldırıp bana doğru koştu.

"Özür dilerim," dedi iki metre bir adam. Ufuk'tan bile uzundu. Saçları üç numaraydı, kaşı çizikti, boynundan çenesine doğru dövmeler vardı. Esmer tenini aydınlatan şey masmavi gözleriydi. Marco yerdeki topu alıp ona attığında çevik bir hareketle havada kaptı. "Denk getirmek istediğim kişi Marco'ydu ama maalesef sana denk geldi."

Salonda neredeyse yirmiye yakın insan vardı ve öyle tuhaf bir ortamdı ki küçük dilimi yutacaktım. Ölüm Timi’ne ait olanlar pijamalarıyla, eşofmanlarıyla, hatta şortlarıyla ortalığa dağılmıştı. Bir tanesi havaya atıp tutarak cips yiyordu, iki kişi oyun oynuyordu. O kadar rahatlardı ki… Bir top daha kafamın yanında geçtiğinde eğilmek zorunda kaldım.

Ölüm Timi’nin arasında BL örgütünden olanları görebiliyordum. Ortama çok zıt duruyorlardı, hepsi tek tipti, hatta bazıları bu ortama alışmamış gibi etrafına bakıyordu. BL örgütü ne kadar kurallarla doluysa Ölüm Timi o kadar kuralsızdı. Bu köşk tımarhaneye dönmüştü ama oldukça da komikti.

Salonun duvarlarında da el izleri vardı, altında da isimler. Deri koltuklar ortadaydı, duvarda kocaman bir televizyon vardı. Masa koltukların arkasındaydı, sandalyeler rengârenkti. Düzen yoktu. O masada oturan Giray'ı ve Sinan'ı gördüm; Sinan gülerek bir şeyler anlatıyordu, Giray ise onu susturarak heyecanla devam ediyordu. Önlerinde bir kâğıt vardı, bir şeyler karalıyorlardı. Sinan'ın bulunduğu yerde mutlu olduğunu görebiliyordum.

"Ben Omar V," dedi iki metre adam. "Sen de şu deli avukat olmalısın." Derin bir nefes alırken Helen ona ortaparmağını gösterdi, Omar ise öpücük attı. İkisinin arasında bir şeyler olabileceğini düşünmüştüm, ta ki Omar'ın arkasından bir kız çıkıp onun omzuna atlayana kadar. Bir seksen boylarında, ince bir kadındı. Elini sallayarak bana selam verdi.

"Sanırım," dedim şakaklarımı ovalayarak. "Bünyem bu kadar değişikliği kaldıramamaya başladı."

"Millet!" dedi Javier elinde kocaman bir tencereyle girerken. "Size harika bir şey hazırladım!" Omar kusar gibi ses çıkardı, yanındaki kadın geri kaçtı. Giray ve Sinan kapının olduğu tarafa döndüğünde benimle göz göze geldiler. Giray hemen ayağa kalktı, Sinan ise gözlerini büyüttü. O sırada arka taraflardaki koltukta oturan Defne'yle göz göze geldim. Keyfi yok gibiydi.

"Ben tokum," diyen Gamze'nin sesiyle irkildim. "Zıkkımın kökünü yesem daha iyi zaten. Hayvanlara zarar vermenizden nefret ediyorum." Keyfi yerinde gibiydi, Ölüm Timi’ne ait gibi bir havası vardı, saçları da sanki kanıtıydı. Sadece yarım saniye Marco'ya baktı, hemen gözlerini çevirdi. "Buradan da nefret ediyorum zaten."

Javier tencerenin kapağını açtığında Gamze öğürdü. Başımı eğip baktığımda içinde gördüğüm solucan mıydı yoksa ben kafayı mı yiyordum, bilmiyordum. Javier bakışlarını bana çevirdi. "Vitamin," dedi ciddiyetle. "Gerçekten güç kazandırıyor."

"Ne?" dedim zorlukla. "Onlar solucan mı? Siz solucan mı yiyorsunuz?"

"Hanımefendi ben sadece dana eti ve insan eti yerim," dedi Omar koltuğa uzanırken. "Çoğul konuşmazsanız iyi olur."

"Yenilebilir cinsten," dedi Javier kendinden emin bir sesle ve Omar'a ters ters bakarak. "Gerçekten güç kuvvet veriyor. Bak bir kez dene, pişman olmazsın."

Marco'nun sesi tam arkamdaydı. "Neden sadece mandalina yemek istediğimin yanıtını görüyorsundur umarım Avukat." Kendimi tutamayarak güldüğümde Javier tencereyi masanın ortasına götürmüş, herkesin ayağa kalkmasına neden olmuştu. "Ve hayır, yarasa yemiyoruz. O seneler önceki salgınının nedeni biz değiliz." İmalı imalı Javier'e baktı. "Yani umarım biz değilizdir."

"Şaka yapmıyor bu arada," dedi Helen yanımdan. "Gerçekten bazılarımız solucan yer. Ölüm Timi’nde her milletten insan var, karmaşık kültürler bizi bu hale getirdi." Sırıttı ve masaya ilerledi. Sinan onu gördüğü an gözlerini kocaman açtı, Helen ise koşup Sinan'a sarıldı bu kez. "Bugün daha iyi görünüyorsun!" dedi sevgiyle. "Gece seni korkuttuysam kusura bakma ama bu yaşattığının bedeli..."

"Bana neredeyse bıçak saplayacaktın," dedi Sinan dehşetle.

"Ama saplamadım." Helen sırıttı, ardından kahkaha atarak Javier'e baktı. "Gece korkunç bir an yaşadık. Uyku sersemi yanlışlıkla benim odama girmiş. Bir anda yatağımda yanıma bir adam devrilince... ne yapayım, çıktım üzerine, çektim bıçağı. Biliyorsunuz, çektiğim hiçbir bıçağı geri koymam ama kendisi o kadar masum baktı ki saplayamadım. Zaten sonra da aramızda bir savaş başladı. İyi dövüştük."

"Sanırım devamını dinleyemeyeceğim," dedi Gamze Sinan'a. "Sana onlarca kez dördüncü oda benim demiştim." Sinan başını iki yana salladı.

O sırada, "Sinan," dedi Javier. "Yemek ister misin?" Sinan yüzünü buruşturduğu an anladım, aralarında en masum kalan Sinan olduğu için durmadan onunla uğraşıyorlardı. Sinan, Javier'e bakıp geriye kaçarak güldüğünde Helen bir kaşığı tencereye batırıp Sinan'a uzattı. Sonrası yine bir dövüşe dönüşecekti. İkimizin de pek arkadaşı yokken onlarca arkadaşımız olmuştu, bu benim için pek önemli değildi ama Sinan’ın keyif aldığı bir duruma dönüşmüştü.

Giray bulunduğu yerden ayrılıp yanıma geldi. "Aklından ne geçtiğini biliyorum Avukat," dedi dehşetimi görmezden gelmeyerek. "Ama bir süre burada kalmak zorundayız çünkü yeni bir yer riskli olur." Omzumun üzerinden bizi dinleyen Marco'ya baktı. "Ölüm Timi biraz bizden farklıdır, onlar..."

"Kuralsızız GPÇ ve sıkıcı değiliz," dedi Marco sözünü keserek. "Canımız ne isterse onu yaparız, herkes istediği an gidebilir örneğin. Hadi gidin." Sırıttı, mandalinadan bir parça ağzına attı. "Yirmi milyon dolarınız olmasa adım bile atamazdınız bu arada buraya."

"Bana olan sevgin gözlerimi dolduruyor Marco T," dedi Giray yapay bir mutsuzlukla. "Başkaları bu iki topluluğun birleştiğini duysa korkar ama biz burada tencere içinde solucan tartışması yapıyoruz, ne korkutucu bir birlik."

"Birlik derken? Birlik, bizlik… Bu romantik, aşk dolu kelimelerden vazgeç. Ben tamamen tarafsızım." Kendini sandalyeye bıraktığında ayaklarını masaya uzatıp çapraz birleştirdi. "Zaten bütün gözler artık üzerimizde sizin yüzünüzden."

"Ben mi sana söyledim bize yardım et diye."

"Sadece eğlenmek istedim."

"Eğlendin mi bari?"

"Sayılır." Omzunu silkti. "Dikkat et de yakında Krallık'ın tarafına geçip sizinle de eğlenmeyeyim." Giray burnundan nefesini verdi, Marco ise keyifle mandalinasını yedi. "Kim daha çok para verirse ben o taraftayım GPÇ. Para için her haltı yerim, karaktersiz bir herifim, aklında bulunsun bütün bunlar."

Giray gözlerini devirip bana baktı, ardından baştan aşağıya süzdü. Üzerimde koyu kahverengi bir elbise vardı; boğazlı, bütün lekelerimi kapatacak cinsten. Bir şeylerin yolunda olmadığını anlamıştı. "Dinlenebildin mi?" diye sordu.

"Evet," dedim hızla. "Dışarıda durumlar nasıl?"

"Ada tamamen kapatıldı. Krallık'ın oradaki bütün binaları patladı, hususi evleri de dahil. Hapishane kül oldu. Bunun dışında destekçiler ve karşı gelenler de arttı. Herkes senin nasıl olduğunu merak ediyor, adın iki gün boyunca sosyal medyada gündemdeydi. Herkes babanı bizim kaçırdığımızı düşünüyor elbette ama sen sorguda bilmiyorum dediğin için bir kanıtları yok. Bunların dışında Krallık tarafı yine sessiz çünkü rezil oldular. Bizim eski köşkü yıktılar ve..."

"Eski köşk derken?" dedi Marco lafa girerek. "Yeni köşkünüz burasıymış gibi. Canımı sıkmaya başladın."

Giray onu umursamadı. Ardından Marco'nun duymayacağı şekilde bana doğru eğilerek, "Nida konusunu hallettim," dedi kısık bir sesle. "Tugay'a ise her şeyden söz ettiğim bir mektup yazdım. Yeni hapishane çok rahat, muhbirlerimiz daha rahat iletişim kurabiliyorlar." Demek ki Tugay isteseydi bana haber gönderebilirdi. "Cevap vermedi ama eline ulaştığını biliyorum. Bütün bunların dışında Derya tarafı sessiz kalmaya devam ediyor. Sosyal medyada ise bir topluluk tarafından Tugay'ın tecavüzcü diye adı yayılıyor. Bu konu hakkında sessiz kalmak gerektiğini düşündüm ama sen bir şeyler düşündüysen..."

"Hayır," dedim hemen. "Hiçbir şey düşünmedim. Mektubunda Derya'nın yaptığından da söz ettin mi ona?"

"Evet," dedi Giray. "Şaşırdığını düşünmüyorum." Giray boynunu çıtlattı birkaç kez, gerilmeye başlamıştı. "Kısacası harika bir başarı kazandık ama bir yandan da fena battık." Rahatlatmak istermiş gibi gülümsedi. "Ve için rahat olsun diye söylüyorum, bizi desteklemeyenler bile Adnan Atalar'ın onurlu bir adam gibi öldüğünü düşünüyor. Onun adı da özgürlüğün bir simgesi haline dönüştü, sen ise en büyük nefersin Avukat. En zıt düşüncedeki insanlar bile içten içe sana hayranlık besliyor."

Marco bir anda konuya girerek, "Magazinlerden de söz edecek misin?" diye sordu. Arka tarafta biri çığlık attı, bu Omar'ın sırtına zıplayan Helen'di.

"Mesela avukat ve mahkûm aşkını konuşan kişilerden." Gözlerim büyüdü, bu tarz konuşmaların döndüğünü biliyordum ama yayıldığını ve büyüdüğünü duymak şaşırtmıştı. "Aşk üçgeninden? Derya fanlarının ve Eftalya fanlarının çoğaldığından? Ah, bir de senin aslında Kerem'e âşık olduğun ama TDÇ'nin seni zorla tuttuğu teorilerini de okudum." Gülmeye başladı Marco. "Her şey mahvolmuş, ülke bitmiş, insanlar aşk konuşuyor. Yok daha neler artık." İmalı imalı bana baktı. "Gerçekten kafayı yemişler, değil mi Avukat?"

"Gerçekten," dedim gözlerimi kaçırarak. "Ne aşkı yahu?" Giray ve Marco birkaç saniye bakıştı. "Eğlence arıyorlardır, istediklerini yapsınlar. Hayat zaten iğrenç, bırakalım masallarla mutlu olsunlar."

"Değil mi, değil mi?" dedi Marco başını sallayarak. "Eh, sen bugün gittiğinde TDÇ'ye uygun bir dille bu masallardan da söz edersin o halde. Görüşme saatin kaçtaydı?"

Boğazımı temizledim, sandalyeyi çekip oturdum. Ardından ellerimi masaya yerleştirip, "Gitmeyeceğim," dedim. "Giray zaten gerekenleri söylemiş."

"Ha?" dedi Giray şaşkınlıkla.

"Gitmeyecek misin?" diye sordu Marco. "Hastane odasında beş dakika için mandalina bile yemeye razı gelen Avukat şimdi neden görüşmeye gitmeyecek?" Giray'a baktı. "Bilmediğim bir plan mı dönüyor?"

"Hayır," dedim hemen. Giray ise sessizce beni izlemeye devam etti. "Tugay Demir avukatı olmadan da başının çaresine bakabilen bir adam, kendi adaleti de var." Marco kaşlarını kaldırdı, Giray ise sandalyeyi çekip yanıma oturdu. O sırada Omar, Marco'nun kafasına bir kez daha top attığında Marco daha fazla dayanamayarak ayaklanıp ona doğru atıldı.

Birkaç saniye sonra Giray, "Avukat," dedi kaşlarını çatarak. "Bir problem mi var?"

"Ne gibi?"

"Yani," dedi boynunu çıtlatarak. "Biraz tuhaf görünüyorsun." Kaşlarım çatıldı. "Yani garip bir şeyler dönüyor ortada. Ben tam olarak..."

"Tugay'a sözleşmeye eklediğim maddeyi söyledim," dedim bir anda. Giray kaskatı kesildi. "Senin söyleyemeyeceğini biliyordum, merak etme."

"Ne…" dedi Giray. "Ne dedi?"

Derin bir nefes aldım. Kalbimde bir boşluk vardı ve nefes aldığım an o boşluk sanki huzursuzlukla kaplandı. "Bana örgüt lideri Tugay Demir Çeviker yüzünü gösterdi," dedim. "Ama sorun bu değil, bana ilk kez öfkelendi." Giray biliyordum der gibi kendini sandalyeye bıraktığında gözlerini korku kapladı. "Yani, o, çok öfkelendi… Buz gibi bir öfke. Bağırıp çağırmadı, öfkeden gözü dönmedi ama... gülümsemedi bana. Normalde ateşlerin ortasında bile gülümseyen adam, bana gülümsemedi."

"Çünkü fazla ileri gittin," dedi Giray.

Giray'a bana söylediklerini anlatacak gibi oldum fakat hemen bundan vazgeçtiğimde ellerimi birleştirerek bakışlarımı masaya çevirdim. "Sana bir şey soracağım," dedim net bir sesle.

"Evet?"

"İkizinin bir hastalığı var mı?"

"Ne?"

"İkizinin ölümcül bir hastalığı var mı?" Giray şaşkınlıkla bana baktı. "Bir cevap versene Giray, bildiğin bir şey var mı?"

"Hayır," dedi ama sesine korku bulaşmıştı. "Öyle bir şey yok, ölümcül bir hastalığı..." Sesi kısıldı. "Ne oluyor? Bu da ne demek?"

"Peki kendi canıyla bir anlaşma imzaladı mı?"

"Zaten canıyla kumar masasında."

"Öyle değil," diye tepki verdim. "Beni anladın. Kendini satmaktan söz ediyorum, fark etmez. Bilmiyorum…" Elimi saçlarıma geçirdim, duştan çıkıp saçlarımı bile taramamıştım, bu yüzden karmakarışıktı. "Bildiğin bir şey var mı, yok mu?"

"Avukat," dedi Giray korkuyla. "Ne oluyor? Daha iki gün önce hapishanesini yaktı bu adam. Ne anlaşması, ne ölümü?"

Burnumdan nefesimi vererek güldüm. "Hapishaneyi neden yaktı Giray?"

Giray afalladı. "Hem Krallık'a tepki için hem de baban adına..."

"Tugay'ın planı her zaman bir tane ama planlarının getirdikleri onlarca olabiliyor, hiç buna dikkat ettin mi? Hapishaneyi yaktı, orada yaşadıklarını yaktı, babamın intikamını alarak Krallık'a gözdağı verdi, Ada'yı da yok etti ama en büyük nedeni neydi biliyor musun?" Ona doğru eğildim. "O hapishaneden kurtulmaktı çünkü biliyordu, idam sehpasına o hapishanede çıksaydı ve oradan kaçmaya çalışsaydı Ada'nın ortasında olduğu için yakalanma ihtimali daha yüksek olacaktı. Tugay o hapishaneyi yaktı sırf transfer olup şehirdeki bir hapishaneye gelebilmek için. Bu şekilde idam anında daha kolay kaçabilecek." Giray'ın kaşları havalandı. "Ayrıca çipler Ada Hapishanesinin sistemine bağlıydı, bu şekilde o sistemi de çökerttiğine eminim. Planları tıkır tıkır işledi, kazançları da."

Bunlardan haberi olmadığı açıktı ama renk vermemeye çalıştı. Tugay ya en başından planladıkları bir oyundan vazgeçmişti ya da hepimizi şaşırtacak bir hamle yapacaktı. "Ne demeye çalışıyorsun?" dedi Giray. "Ölüm dedin, ardından idam diyorsun. Tugay idama göz mü yumacak yani?" Bir anda masanın diğer köşesindeki bir defteri çekti, sayfaları karıştırdı ve yirmi dokuz kişinin olduğu ölüm listesini önüme sundu. "Bu adamların yarısı hâlâ hayatta, bunları yok etmeden asla böyle bir yol izlemez. Her ne düşünüyorsan bence mantıksız tarafından bakıyorsun."

Dirseklerimi masaya yasladım ve kâğıda boş gözlerle bakarken, "Kastettiğim bu değil," dedim. "Ama..." Sustum, ne söylersem söyleyeyim, onun omuzlarına daha fazla yük bindireceğimden emindim. Bakışlarım kâğıttaki isimlerin üzerinde gezindi. Bazılarının üzeri çizilmişti, bazıları ise yaşamaya devam ediyordu. Tam yirmi dokuz kişi, bir kişi daha eklenmemişti. Kendisi için önemli olan yirmi dokuz isim o listedeydi.

Bir kişi hariç. Yirmi dokuzuncu sırada çarpı işareti vardı, bu gözüme takıldı. Boş bakışlarım dikkat kesildiğinde yavaşça dirseklerimi masadan çektim, ardından yeniden listeye göz gezdirdim. Ölmesini isteyeceği bütün isimler oradaydı. "Giray," dedim yirmi dokuzuncu kişiyi göstererek. "Bu kim?"

"Bilmiyorum," dedi. "Hiçbirimiz bilmiyoruz." Bu listeyi ilk gördüğümde yirmi dokuzuncu kişinin ben olacağımı bile düşünmüştüm ama hayır, işler daha farklıydı.

"Kişisel olarak problem yaşadığı biri olabilir mi?"

"Sanmıyorum," dedi Giray. "Onları listeye eklemez. Sorduğumda final olduğunu söylemişti, bitiş çizgisi. Ardından her şeyin son bulacağını." Giray gülümsedi. "Yirmi dokuzuncu kişiye gelip onu öldürsek de şu siktiğimin savaşı son bulsa artık."

Final. Bitiş çizgisi. Finali değiştirmek. Zaten ölecek olmak. Uçurumun kenarı.

Ellerim buz kestiğinde boynumda sımsıkı bir el hissettim beni boğan ve yerden yere vurmak için hazır bekleyen. O kalbimdeki boşluk huzursuzluktan acıya döndü; bilmek, görmek ve anlamak elime bir silah alıp onu vurabileceğim kadar öfkelendirdi beni ama bir yandan da gözyaşları içinde yere çökmeme neden olacak kadar yok etti.

Ölüm listesindeki yirmi dokuzuncu kişi kendisiydi. Her şey son bulduğunda kendini öldürecekti ya da öldürtecekti.

En başından beri planları bunun üzerine kuruluydu, kurallarından asla vazgeçmezdi ve ben sözleşmeye eklediğim bir maddeyle intihar planını alaşağı ettim. Hislerimi dinleyerek attığım bir adım gerçeklerle yüzleşmeme neden oldu. Bir anda ayağa kalktım. "Bana bir aracın anahtarını ver," dedim Giray'a. "Tugay Demir Çeviker'le görüşmeye gideceğim ve asıl finali ben ona göstereceğim."

***

Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu ve boğazımda kocaman bir yumru vardı. Hayır, ağlamadan önce oluşan bir yumru değil, öfkeden bağıramadığında ya da konuşamadığında oluşan bir yumruydu bu.

Yeni hapishanenin görüş masasında otururken Tugay'ın verdiği kararın, yani o yangını çıkarmasının ne kadar doğru bir karar olduğunu çok daha iyi görebiliyordum. İçeriye girerken doğru düzgün arama bile yapamamışlardı, küçük bir hapishaneydi, gardiyanlar toydu, müdür korkaktı. Fakat en korunaklı ikinci hapishane olarak geçtiği için buraya almışlardı. Yine tek kişilik hücreye alındığını beni içeriye alan gardiyandan öğrendim, adamın sesindeki hayranlık ise Giray'ın muhbirlerinden biri olduğunu gösteriyordu.

Fakat bir o kadar da nefret edenlerle doluydu hapishane elbette. Bir gardiyan karşımda durup gözünü bile kırpmadan öleceğimi söylemişti, hatta kendisinin bile bunu yapabileceğini. Birkaç ay önce tepki vereceğim cümlelere şöyle bir gülüp geçmiştim. Halk ise Tugay'ın bu hapishaneye alındığını bilmiyordu ama buna rağmen hapishanenin dış duvarlarına BL yazılmıştı.

Kutu gibi odanın içinde bir masa vardı demirden. Daha çok sorgu odasına benziyordu çünkü tepemizden bir ampul sarkıyordu, ayrıca bir tarafı camla kaplıydı. Dinleyicilerimiz mi olacaktı? Sanırım bu umurumda değildi, şu an hiçbir şey umurumda değildi.

Yaklaşık on dakikadır bekliyordum. Görüş saatinden on beş dakika geç girmiştim, yolda hiç beklemediğim bir nedenden gözyaşları içinde kaldığım için. Sinan sormuştu ama söylememiştim. Hayır, kendime bile yeniden dile getirmezdim bu nedeni.

Zaten daha zamanımız vardı; hoş olmasa bile bir şekilde yaratmanın yolunu bulabiliyorduk biz. Bir tarafım Tugay'ın gelmeme ihtimalini düşündü. Günlerdir ses çıkarmamıştı, çiçekler yoktu, mektuplar yoktu. Belki de kontrolümü kaybettiğim için beni tamamen gözden çıkarmaya karar vermişti ama beni gerçekten tanıyordu, görüşe gelmezse bir yolunu bulup yine de onunla konuşacağımı biliyor olmalıydı.

Fakat hiçbir şey düşündüğüm gibi olmadı yine. Sorgu odasının kapısının önünde sesler işittim, birileri yaklaşıyordu. Ardından onun sesini duydum, Tugay'ın. "Hiç uyumadığım belli oluyor mu?" diye soruyordu gardiyana. Gardiyanın ne dediğini duyamadım ama Tugay bu kez de, "Çok mu?" diye sordu. Büyük ihtimalle bu odanın duvarlarını da Ada Hapishanesinin duvarları gibi kalın sanıyordu fakat sesinin tamamen içeri ulaştığını bilmiyordu. "Çok mu berbat görünüyorum?" diye sordu. Yalnızlıktan bu soruyu sorduğu kişinin gardiyan olması omuzlarımın düşmesine neden oldu. Ölüm Timi’nin olduğu köşkte hiçbirimiz yalnız değildik, öyle ya da böyle konuşacak birileri olabiliyordu ama Tugay burada yapayalnızdı. "Her neyse, ne önemi kaldı ki?"

Kapı birkaç saniye sonra açıldığında içeriye ilk önce gardiyan girdi ve Tugay'ın geçmesi için eliyle işaret verdi. Onunla beraber kollarından tutan iki gardiyan içeriye girdiğinde bakışları bana dokunmadı, gözleri yerdeydi. İki gardiyan Tugay'ı karşımdaki sandalyeye oturttuğunda kelepçeli ellerini havaya kaldırıp masanın üzerine koydular, ardından masanın üzerindeki demire bağladılar. Sol elinde eldiven vardı, sağ eli çıplaktı. Üniformasının rengi değişmişti, artık asker yeşiliydi. Tugay masaya bakarken ben gözlerimi ondan ayırmadım, kalp atışlarım sanki duvarlarda yankılanıyordu. Normalde beni gördüğü an gülümserdi, Sevgili Avukat derdi. Hiçbir şey söylememişti, bana bakmamıştı bile.

İki gardiyan dışarı çıktı, diğeri de normal şartlarda içeride kalması gerekirken çıktı ve kapattı. Baş başa kaldığımızda başını kaldırıp bana bakana kadar bekledim ama gözleri ellerinden ayrılmıyordu. Bir kez başını kaldırmalıydı çünkü onu görmek istiyordum. Onu görmeliydim. Ellerimi masanın üzerine yerleştirdiğimde parmaklarımla ritim tuttum, ardından bacak bacak üstüne atıp ayağımla ritim tutmaya devam ettim. Saniyeler dakikalara dönüşürken başını kaldırıp bir kez bile bana bakmadı. Alevlerin ortasında aramızda metreler varken bile gözlerini benden ayırmayan adam tam karşımda oturmasına rağmen benimle göz teması kurmuyordu.

"Görüşe gelmeyeceğini düşünmüştüm," dedim kendimi tutamayarak.

Sağ elini hareket ettirdi. "Böyle bir saygısızlık yapmayacağımı bilmen gerekir, çocuk değiliz sonuçta," dedi net bir sesle. "Ama gelmeni beklemiyordum."

"Öyle mi?" Kaşlarımı kaldırıp kollarımı önümde bağladım. "Neden?"

Duraksadı, dudaklarını ıslattı. Gözleri ellerinden masaya, masadan da bana kaydığında dakikalar sonra gözlerimin içine baktı. O an gerçekten hiç uyumamış olan o adamı gördüm. Yorgundu. Hayır, Tugay aslında hep yorgundu ama gülümsemesi yorgunluğunu gizliyordu ve ben bu gerçeği o an fark ediyordum. Gözleri gözlerimde gezindi, sımsıkı atkuyruğu yaptığım saçlarıma ve üzerimdeki kahverengi elbiseye. Boğazıma kadar örttüğüm elbiseye. Bu onu rahatsız etmiş olacak ki, "Bu kadar çabuk karar vermeni beklemiyordum," dedi. "Ama görüyorum ki bir karar vermişsin."

"Çiçekli elbiseleri sadece kendimi sevdiğimde giyiyorum," dedim dürüstçe. "Şu an kendimi çok sevdiğim söylenemez." Gözlerimin içine baktı, artık orada öfkeyi göremiyordum ama köşeye sıkışmış gibiydi. "Geldim çünkü mahkemenden önce bir de benimle bir mahkemen olacak." Buna elbette ki hazırlıklıydı fakat bir o kadar da hazırlıksız olduğunu yutkunduğunda anladım. "Korktun mu? Hiç sanmıyorum, seni ölüm bile korkutamaz çünkü."

Aramızda hem yüksek hatta bir gerilim hem de temas etsek ateş çıkacak bir elektrik vardı.

"Sesin öfkeli geliyor." Mutluluktan tamamen uzak bir şekilde güldüm. "Bak," dedi gözlerini kapatıp geri açarak, ardından masanın üzerinden hafifçe öne doğru eğildi. "Dışarıdan bakıldığında benim dört duvar arasında olmam, yalnız kalmam daha korkutucu görünebilir ama senin yaşadığın hayat alışık olmadığın için benimkinden daha ürkütücü. Çoğu verdiğin karar hayranlık uyandırıcı. Buradaysan, adım attığım her yerde senin de adımların olsun istediysem bunun nedeni o güzel zekân."

Duraksadı. Kaşlarımı kaldırmış, onu dinliyordum. "Ama bazen yaşadığımız bu hayatın içinde farkında olmadan mantıksız kararlar verebiliriz, üzerinde birkaç dakika düşünsen farkına varacağın mantıksız kararlar. Benim istediğim o kararlardan seni vazgeçirmek, soğuk savaş başlatmak değil. Zaten bok gibi hayatlarımızda bir de birbirimizle mi uğraşacağız?" Tane tane konuşuyordu. "Benim nedenlerim mantıklı ama senin nedenin bile yok. Yapmak istedim ve yaptım, diyebiliyorsun. Sonuçlarını bile göremiyorsun."

"Görüyorum," diyerek sözünü kestim.

"Görmüyorsun," dedi. "Görmüyorsun ve bakma bana öyle, ilk defa sadece bileklerim kelepçeli gibi değil, sanki tamamen kelepçelendim. Sen şu şekilde bakınca böyle hissediyorum."

"Görüyorum," diyerek ben de masada ona doğru eğildim. "Ve artık biliyorum. Bahsettiğin kelepçeyi, uçurumu, finali." Gözlerimiz birbiriyle kesiştiğinde ela gözlerinden gerçeklerin geçtiğini gördüm. "Sen…" dedim fısıldayarak, "…kendi ölüm listendeki yirmi dokuzuncu kişisin." Sesim titremeye başladı, öfkedendi. "Her şey son bulduğunda öleceksin, öyle değil mi? En başından beri planın buydu."

Dudakları aralandı. Şaşkınlıktan değildi, bunu elbet bir gün fark edeceğimi biliyordu. Dudakları aralanmıştı çünkü o an ne diyeceğini bilemedi ya da gözlerimde ne gördüyse bu onun konuşmasını engelledi. Masanın üzerindeki elim yumruk halini aldığında Sinan'ın bahsettiği o fırtına öncesi sessizliği hissedebiliyordum.

Durdu, yüzüme baktı. "Ölmeni istemiyorum," dedi kısık bir sesle. "Yazdığın tek madde, tek söz beni alaşağı etti, her şeyi yok etti." Dişlerini sıktı, bu öfkeden çok çaresizlikten gibiydi. "Ölmeni…" dedi üstüne basa basa, "…istemiyorum."

Kahkaha atmaya başladığımda dışarıdan deli gibi göründüğümü biliyordum ama bu çok da umurumda değildi. "Ölmemi…" dedim kahkahalarımın arasında, "…istemiyormuş."

"Anlamıyorsun," dedi ciddiyetle. "Bak, güçsüz tarafımı kimseye göstermek istemiyorum, kendimi çıplak hissederim ve..."

Bir anda sertçe elimi masaya vurdum. "Sen neden bahsediyorsun be?" diye bağırdım. "Ben bu yola zaten ölecek bir adamı kurtarmak için mi çıktım?" Öyle bağırıyordum ki dışarıdaki herkesin bizi duyduğuna emindim ama yine umurumda değildi. "Ben bu yola planlarına göre ilerleyeceğim ve askeri olacağım bir adam için mi çıktım?"

Bir kez daha elimi masaya vurdum, geriye bile çekilmedi. "Özgürlükten söz ettin bana sen, hayaller kurdurdun, bana hayatı bir şekilde sevdirdin, umudu anlattın, bütün imkânsızlıkların ortasında geçip karşıma gülümsedin her ne olursa olsun. Beni her şeye inandırdın ve şimdi de yirmi dokuzuncu kişi olarak karşımda durup planına ayak uyduracağımı mı sanıyorsun?"

Ellerim yumruk halini aldığında ayağa kalktım, arkamdaki sandalye yere düştü, yüzüne yaklaştım. "O maddeyi sözleşmeye eklemeseydim bundan hiçbir zaman haberim olmayacaktı, değil mi? Bana özgürlükten söz edecektin, hayaller kuracaktım ama sonra puf. Yok olacaktın, toz bulutu gibi uçacaktın. Ölecektin. Ne saçmalıyorsun sen?" Gözlerini bile kırpmadan beni izliyordu. "Sen ne yaptığının farkında mısın? En başından beni şantajla buraya sokmuşsun da yoksa aslında bunu seçmezmişim de. Ne anlatıyorsun sen?" Öfkeden titriyordum. "Asıl bütün bu savaşların ardından sen ölsen ben pişman olurum böyle aptal, korkak, pislik, aşağılık..." Dişlerimi sıktım. "Sensin bütün bunlar. Senin gibi bir adamı savunduğum için ben pişman olurum. Ne bakıyorsun? Korkacak mıyım senden? Korkmuyorum!"

Bütün o söylediklerime tek yanıtı, "Bu korkaklık değil," oldu. "Sana kendimi anlatmayacağım."

Ellerimi masaya bir kez daha vurup üstten ona baktım. "Bütün özgürlük, umutlar, hayaller, hepsi yalandı o zaman," dedim net bir sesle.

"Değildi," dedi. "Hepsi gerçekleşecek."

Yeniden güldüm ama gözlerim öfkeden dolmuştu. "Sen gerçekten benimle dalga mı geçiyorsun? Hayatımda gördüğüm en korkak adamsın sen, başka da hiçbir şey değilsin."

Derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı, ardından ayağa kalkıp sandalyeye tekme attı. "Bunun korkaklıkla bir ilgisi yok," derken yüzü yüzüme o kadar yaklaştı ki titreyen vücudum daha fazla titredi. Gözlerinde yine bana çok uzak bir duygu vardı fakat sesini yükseltmemişti. Bağırmamıştı bile ben ne kadar bağırırsam bağırayım. "Ama güçsüzlükle alakası var. En güçsüz tarafımı mı görmek istiyorsun?"

"Senin en güçsüz tarafın bencilliğin," dedim acımasız bir sesle. "Bencilsin!"

"Evet, bencilim," dedi kabullenerek. "Ama güçsüz tarafım bu değil. Bana baktığında ne görüyorsun sen?" Cevap vermemi bile beklemedi, gözleri yüzümün her zerresinde gezindi. "Gerçekten ne görüyorsun? Korkak bir adam mı? Hadi oradan, korkak olmadığımı bal gibi biliyorsun." Burnumdan nefesimi verdim. "Ben bir katilim, saymayı bile bırakacak kadar çok adam öldürdüm. O adamların kötü olması hiçbir şeyi değiştirmez. Aileleri vardı, çocukları vardı, ben kaç aileyi katlettim? Farz et ki öldürdüğüm senin babandı, benim için kötüydü ama senin için değildi. Bir çocuğun babasının katiliyim."

"Babam onuruyla yaşayan bir adamdı," dedim savunmaya geçerek. "Onuru için yaşamıyor olsaydı böyle ölmek o kadar da üzücü olmazdı. Hem yaşadığımız dünya..."

"Onuru için yaşayan tek adam senin baban mı Avukat?" Başını iki yana salladı. "Benim zayıf noktam annem. Küçücüktüm ona onurum için yaşayacağıma söz verdiğimde. Şimdi insanları öldürüp öylece hayatıma devam edebilmek mümkün mü? Kendimle bu yola sürüklediğim kaç hayatı kararttım ben? Gözlerimi bile kırpmadan o kadar insanı öldürmem ya da öldürecek olmam siktiğimin merhametini yok ettiğim anlamına gelmez. Seneler önce iki seçeneğim vardı. Ya o kötü adam olacak ama en sonunda bedelini ödeyecektim ya da çekip gidecek, kaçacaktım. Bedelini ödemeyi kabul ederek bu yola çıktım. Her şeyi geçtim, sen bir avukatsın, benim gibi bir adam her şey bittikten sonra serbest mi kalır? Ben yok olmak için çizdim bütün bu yolları. Senin gördüğün adam değilim, şerefsiz bir katilim, ellerimde kan izleri var, katledilmiş aileler. Dışarıda insanlar birbirini öldürüyor, kimbilir kaç masum can onların arasında yok oluyor. Düzen böyle deme, düzeni de sikerim, ben yarattım bütün bunları. Savaşın ortasında da kalmadım, savaşın ateşini yaktım. Şimdi bir ateş daha yakarım, öldürürüm insanları soğukkanlılıkla, gocunmam ama her şey bittiğinde bununla yaşanmaz. Anladın mı beni? Gördün mü asıl olanı?"

Kötü bir adam olmak zor değildi ama iyi bir adamın kötü bir adam olmak zorunda kalması insanı tüketirdi, bunu görebiliyordum. Belki annesine verdiği o söz olmasa bütün bunların ortasında kendi canından bile vazgeçmezdi. Hepimiz zaaflarımızdan ibarettik, onun zaafını ve güçsüz yönünü artık görebiliyordum. Delirmediğinin ya da bir anlık heyecanla bu yollara girmediğinin de bir kanıtı az önceki açıklamasıydı.

"Anlıyorum," dedim boğuk bir sesle. Gözümden bir damla yaş aktığında elimin tersiyle sildim. Ağladığımı fark etmemiştim. "Her şeyi anlıyorum ama bir şeyi asla anlamıyorum. Bütün bunların ortasında ben neyin bedelini ödeyeceğim?" Bir damla yaş daha aktı. "Planların arasında özgürlük hayallerine beni bulaştırıp, bana kendimi sevdirip çekip gitmek vardı yani," dedim kendimi tutamayarak. "Vicdanın o kadar insanı öldürdüğünde rahat değil ama bana bunu yaptığında rahat mı edecekti? Yoksa bu umurunda değil mi?"

"Hayır," dedi fısıldayarak. "Hayır," dedi bir kez daha, ardından bir anda kelepçeleri çekiştirdi bana uzanmak için. "Hayır, amına koyayım, hayır. Bu hayatta birçok şey planladığım gibi ilerledi, birçok olay kurallarıma uygundu ama sen değildin, hiç olmadın. Ummadığım yerden vuran sendin. Bu siktiğimin hayatında özgür kaldığımda seni karşıma alıp şarap içmenin hayalini kurmanın planını elbette yapmadım, gözlerinin içine baktığımda istedim bunu. Bu yola çıktığında mahvolacağından emindim, bu yüzden canına bir şey olursa kendi canımdan da vazgeçmeyi göze aldım. Bedeli buydu, sonradan bedel olmaktan da çıktı ama seni öpmek istemek, seninle dans etmek benim planlarım dahilinde değildi. Kendimi tanıdığımı sanıyordum ama senden sonra tanımadığım noktaların da olduğunu gördüm. Mükemmel değilim, kusursuz değilim, siktiğimin hislerine engel olamıyormuşum ben de. Seninle şu hapishanede geçirdiğim beş dakikalık zamanımı, özgürlüğümdeki beş yılıma değişecek duruma geldim ve bu duruma geldiğimi fark ettiğimde her şey için çok geçti."

"Her şey için çok mu geçti?" dedim zorlukla konuşarak.

Dişlerini sıktı, bir kez daha kelepçeleri çekiştirdi dokunmak isteyerek. "Seni hayatıma almanın bir saatli bombayı da hayatıma dahil etmek olacağını çok önceden biliyordum ama sen Sevgili Avukat…" Sonunda söylemişti, dizlerimin üzerine çöküp ağlayabilirdim. "Sen o saatli bombayı kalbimin ortasına yerleştirdiğinde bu tamamen planlarımın dışındaydı."

Gözlerin içine baktım ve bir kez daha çekiştirdi kelepçeleri. Söylediklerini tek tek düşünmeye çalışıyordum, her birinde bambaşka anlamlar buluyordum ama en kötüsü bütün bunlara rağmen ölme fikrinden vazgeçmemiş olmasıydı. "Fakat," dedim zorlukla konuşarak. "Bütün bu söylediklerine rağmen planından vazgeçmiyorsun öyle mi?" Sessizce ağlıyordum, avuçları açık bir şekilde masanın üzerindeydi, sanki ona sığınmamı istiyordu. "Demek ki yeterli değil hiçbir şey."

"Senin hayatına da saatli bir bomba gibi girdim ben," dedi hızla.

"Kendini bir saatli bomba gibi görüyorsun, bedellerden söz ediyorsun ama hayatımı kurtardın her anlamda."

Kendinden tiksiniyormuş gibi yüzünü buruşturdu. "Kendini kandırmak bu. Karşıma geçip, Evet, kim olduğunla yüzleştim, sen bir katilsin, diyemeyecek misin? Sana neden durmadan benden korkup korkmadığını soruyorum, söylesene. Bak sesli dile getirdim, sen de sesli dile getir. Sen de herkesin gördüklerini söyle." Dudaklarından çıkanlarla gözleri birbirinden farklıydı. Bir gün ona katil olduğunu ve belki de onursuz bir adam olduğunu söylersem tamamen yıkılacağını biliyordum çünkü onun iyi yüzüne inanan tek kişi bendim bu hayatta. Elime bir silah vermişti, zaafını.

"Seni asla zaaflarından vurmam Tugay," dedim başımı iki yana sallayarak. "Hem yalan da söyleyemem. Benim sana bakınca gördüğümün senin kendinde gördüklerinle alakası yok. Hiçbir kuvvet değiştiremez bunu, ülke değiştirememiş, sen bile değiştiremezsin."

"Büyük konuşuyorsun."

"Konuşurum," dedim baskın bir sesle. "Hem kendimizde gördüklerimizden söz edeceksek ben senden daha onursuz biriyim, üstelik onlarca kişiyi öldürmediğim halde."

"Saçmalıyorsun," diye çıkıştı.

Acımasız bir sesle, "İyi dinle şimdi. Ben babam için kendi gururumdan vazgeçmiştim, bir adama, Kerem Karaman'a boyun eğiyordum," dedim dürüstçe. Bu kasılmasına neden oldu. "Şiddet gördüm, dövüldüm, yeri geldi ona kendimi sundum..." Tugay gözlerini kapattı ve omuzları öfkeyle sarsıldı. "Sen olmasaydın hâlâ onunla nişanlıydım, belki de evleniyordum, babam sağ olacaktı ama ben içsel olarak gerçekte kim olduğumu bilmeden ruhumu öldürecektim. Haklısın, şantaj yapmasaydın asla seninle aynı yolda yürümezdim. Hatta belki de şu an bir yerlerde senin öldürülmen gerektiğini savunacaktım. Bu yüzden şu an o şantaj için minnettarım çünkü kendime saygı duymayı öğrendim. Annem olmamayı öğrendim mesela. Kadınlığımı kullanarak her şeyi başarabileceğimi söyleyen anneme benziyordum ben be! En çok kaçtığım kişiye dönüşmüştüm." Başımı iki yana salladım. "Şu an gerçekten yaşıyorum, burada olmasaydım yaşayan bir ölü olacaktım. Bir bedel ödemen gerektiğini düşünüyorsan hayır, sen bana hiçbir şey borçlu değilsin ama onurdan ve gururdan söz ediyorsak ben iğrenç biriydim."

"Ben sana o kadar şey borçluyum ki…" dedi kendi kendine söyler gibi. "Bütün zamanlarımda."

"Bu yolda ödediğim bedeller, önceki hayatımda ödediğim bedellerden daha gururlu. Tugay…" dedim ellerimi ellerinin üzerine koyarak. Dudaklarımız neredeyse temas etmek üzereydi. "Ben kendi ellerime babamı öldürdüm, yas tutmama bile izin vermediler. En çok korktuğum şeyi göze aldım, babam öldü benim. Damgaladılar beni, seramı yaktılar, birçok kişi için bir mahkûmun fahişesiyim, ülkenin yarısı beni öldürmek istiyor. Kardeşimin yüzüne bakamadığım için onun yanına gidemiyorum. Lekelerim çoğalıyor, daha fazla çirkinleşiyorum. Yolda gelirken insanların yazdıklarını okudum. Derya’nın çok güzel, benim ise çirkin olduğumu söylemişler. Senin bana âşık olup tercih ettiğin bir evren oluşturmuşlar, orada sana aptal demişler. Hayır, saçmalıyorum, şu an bunların konuyla ilgisi yok ama kendimi sevmeye çalışırken bunları görmek de bir bedel benim için. Daha sana anlatmadığım başka bedellerim de oldu. Ama yine de gururlu hissediyorum, pişman değilim, utanmıyorum."

Yutkundum, Tugay'ın gözlerindeki ifade tamamen değişmişti. Başı omzuna düşerken bana öyle hayran baktı ki bütün o okuduğum kötü yorumlar yok olup gitti sanki. "Avukat," dedi keskin bir sesle. "O aptal yorumlar bir yana, sen benim bu dünya üzerinde gördüğüm en güzel kadınsın, her şeyinle."

"Bunu yapma," dedim karşı gelerek. "Bunun için söylemedim, onların kurduğu evrende aşk vardı, biz gerçeğin içindeyiz. Zaten o insanlara da kızmıyorum, sadece eğlenmek istiyorlar, ben de çocuk gibi bunları takacak değilim, ağladım ama..."

"Güzelim benim," dedi Tugay. Ardından gülümsedi. O bana gülümsediğinde kalbimdeki o boşluk, o huzursuzluk, o acı sanki yok oldu. Ağladığımı söyledim, o bana gülümsedi; öfkesi yok oldu o an. Tugay o an bile bana gülümsedi. "Bütün o kör insanların sayısı kadar sana güzel olduğunu söyleyebilirim ama buna gerek yok, bakışımdan anlamıyor musun? Ben sana saç telinden tırnaklarına kadar hayranım. Hangi dünyanın içinde olursak olalım bu böyle ve sadece fiziksel değil."

"Beni mutlu etmek için söylüyorsun," dedim karşı gelerek. "Kibarlık yapıyorsun ama bak ben umursamadım." Hayır, umursamıştım. Yol boyu, bardağı taşıran damlaymış gibi, çocuktan farksız bir şekilde çirkinim diye ağlamıştım. Belki iki gün önce bunu okusam dert etmezdim ama bugün aynaları bile kıracak kadar kendimden nefret ediyordum.

"Kendinin farkına varman için evin her odasına iki tane ayna koyduracağım,” dedi.

"Bana hayallerden söz etme artık," dedim. "Bunu yapma. Anlamsız geliyor. Senin finalinde öleceğin hayallere ihtiyacım yok benim." Ellerimin tersiyle gözlerimi sildim, çenemi kaldırdım, omuzlarımı dikleştirdim. "Her neyse, bedeller ödedim seninle beraber ama hiçbiri için pişman değilim, olmayacağım. Hepsini istediğim için yaptım. Fakat beni şu an ne pişman eder biliyor musun?" Yanımda getirdiğim el çantamı masaya koydum, gözlerimi ondan ayırmadım. "Bir kez daha gururumu ayaklar altına almak, senden önce yaptığım gibi."

Her hareketimi inceliyordu, her hamlemi, her nefesimi. Ben çantanın fermuarını açarken, “Sana gurursuz hissettirmek bu hayatta isteyeceğim son şey,” dedi tek nefeste. “Bunu mu yaptım?”

Hiçbir cevap vermeden çantamdan bir kâğıt ve kalem çıkardım. Masanın sağına koydum, ardından çantanın gizli bölmesinden dörde katlanmış mektubu çıkarıp sola koydum. En son çantanın en altındaki süngeri ve plastiğe sarılan keskin bıçağı çıkardım. Tugay'ın kaşları havalandığında hafifçe hareketlendi. Bıçağı da tam ortamıza koyduğumuzda ellerimle masadan destek alarak öne eğildim.

"Sağdaki kâğıt," dedim işaret ederek. "Avukatlığından feragat ettiğim bir sözleşme." Tugay'ın bakışları hızla kâğıttan bana döndü. "Benimle bu soğuk savaşa devam edeceksen ve tek taraflı bir ölümden söz edeceksen hemen seninle bütün anlaşmamı bitirip çekip gideceğim. Ne sen benim uğruma öleceksin ne de ben senin uğruna. Sonsuza kadar mahkûm kal, umurumda bile değil. Tek başına ölmek isteyen bir adamın avukatı olmak istemiyorum kesinlikle. Şimdi burada dersen ki aynı düşüncedeyim, nefes bile almadan şu kalemle imzamı atacağım ve bir daha karşına çıkmayacağım. O aptalca diline doladığın bedelden kurtulmuş olacaksın, yaşadığım kayıplarla yok olup gideceğim. Yüzümü görmeyi bırak, adımı bile duymayacaksın. Artık avukatın olmayacağım."

Tugay'ın dudakları aralandı, hızlı bir şekilde nefes almaya başladığında göğüskafesi kalkıp iniyordu. "Bunu yapamazsın," dedi sadece.

"Neden?" diye sordum. "Yoksa şantaj mı yaparsın bana?" Güldüm, huzursuz bir gülüştü. "Git, istediğin yere beni ifşa et, söz veriyorum karşılık vermeyeceğim. En kötü bir hücrede çürüyüp giderim, zaten yabancı değilim artık." Omzumu silkerken dehşetle bana bakıyordu.

Gözleri soldaki kâğıda kayarken art arda başını iki yana sallıyordu. "Sol taraf?" dedi kısık bir sesle.

"Evet, sen seversin sol tarafı," dedim. "Burada benim mektubum var, birkaç gün önce özgürlüğümüzdeki aptalca hayallerimi barındıran cümlelerim. Sol tarafı seçersen ikimiz de sözlerimizden dönmeyeceğiz, vicdan ise onun için ölebiliriz, bedel ise onun için de ama bunu birlikte yapacağız. Karşılıklı anlaşmamız devam edecek, bu da yirmi dokuzuncu kişi için değil, birbirimiz için olacak." Bakışlarımı ona çevirdiğimde beni izlediğini gördüm. " Mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz, demiyor muydun sen? Senin sınırların yoksa benim de sınırlarım artık yok Tugay Demir. Bu yolun sonunda ya ikimiz yok olacağız ya da ikimiz kazanacağız." Gözlerimi kıstım.

"Sen…" Ne diyeceğini bilemedi, kâğıtlara baktı. "Sen gerçekten..."

"Kendinden daha deli biriyle karşı karşıya gelince nasıl da bozguna uğradın, değil mi?" diye sordum. "Ama hadi itiraf et, beni seçmenin bir nedeni de bu deliliğim değil miydi? Bak, sana zirveyi yaşatıyorum."

"Ben deli değilim," dedi afallayarak. "Beni sen delirteceksin."

"O halde ödeşmiş oluruz." Bakışlarım bıçağa kaydı, ellerimin bile buz kestiğini, adımlarımın sarsıldığını hissettim.

"Üçüncü tercih ne?" diye sordu. "Bir bıçak mı?"

"Ah," dedim rahat görünmeye çalışarak. Elime yavaşça bıçağı aldığımda parmağımı keskin tarafında gezdirdim hafifçe ve gözlerimi ona çevirdim. "Bunu seni şimdi burada öldürmek için getirdim."

Tugay'ın gözleri kocaman açıldı, duvarlara baktı sonra cama ve en sonunda gözlerime. Gülerek onu deneyip denemediğimi anlamak için yüzümü inceledi fakat yüzümde tek mimik bile hareket etmiyordu. "Oyun oynuyorsun şu an," dedi fakat aynı şekilde bakmaya devam ettim. "Bu da ne demek?"

Kaşlarımı kaldırdım, elim titriyordu ama aldırış etmedim. Bıçağı ona çevirdim, bıçağa bakarken zerre korkusu yoktu ama ucunu kendime çevirdiğimde ve tam kalbimin üzerine denk getirdiğimde büyük bir korku bakışlarına oturdu. Kelepçeli ellerini çekiştirdi. "Gerçekten," dedim kısık bir sesle. "İçinde ufacık bile bir şüphe olmadan ölmek istiyorsan o kadar konuştuklarımıza rağmen finali beklememize ve seni ölüm listeni tamamlayarak huzura kavuşturmamıza gerek yok. Planların devreye girmeden şimdi bu bıçağı kendime saplayacağım ve senin de ölmene neden olacağım."

Gözleri kocaman açıldı yine. Blöf mü yapıyordum yoksa gerçekten o bıçağı saplar mıydım, ufacık bir fikrim bile yoktu ama onun dürüst davranacağından neredeyse emindim. "Ben en sevdiğim insanı öldürdüm, mezarına bakmaya bile utandım. İşte o andan sonra delirdim. İnançlarımı benden alırsan zaten yok olurum. Ben Eftalya Atalar'ım, şimdi gerçekten tanıştın benimle."

Gözleri göğüskafesime dayadığım bıçağa, masadaki kâğıtlara ve gözlerime yöneldi. Bütün ülkenin korktuğu Tugay Demir Çeviker gözlerimin içine korkuyla bakıyordu. Abartmayı severdim her şeyi, en başından söylemiştim ama bu kadarını beklemediğini biliyordum. Ben de kendimden beklemezdim bu kadarını. Kimse kendinden beklemezdi.

"Asıl savaşım sensin," dedi fısıldayarak. "Bütün bunların ortasında ben bir de savaşıma koştum isteye isteye. Ve aslında bile bile. Hem ölüm hem özgürlük. Beni delirteceksin çünkü deliriyorum sana ve böyle delirirken nasıl kurtulabilirim bu savaştan?"

Çenemle masayı gösterdim. "Sana üç seçenek sunuyorum Tugay. Birincisi bir daha yüzümü görmeyeceğin, sesimi bile duymayacağın ve sözlerin de silinip gittiği, ölmediğimiz yapayalnız bir yol, avukatın olmadığım bir dünya. Ki zaten kendin çok da güzel idare edebiliyorsun, biliyorum." Gülümsedim. "İkincisi benimle yürüyeceğin yol, sonucunda ölmek istediğin için değil, birbirimize söz verdiğimiz için gerekirse yok olacağımız bir yol. Üçüncüsü ise şimdi burada her şeyden beraber vazgeçtiğimiz bu yol. Belki de son kez bir tercih yapma zamanı Sevgili Müvekkilim."