Altı sene öncesi...
Dışarıda sağanak yağmur vardı ve Tugay Demir Çeviker'in gözleri akşam güneşiyle beraber ortaya çıkan gökkuşağından ayrılmıyordu. İngiltere'nin havasını çoğu zaman severdi çünkü kapalı havalara kendini daha ait hissederdi.
Ta ki seneler sonra bir avukat ona güneşi gösterip o güneşi sevdirene kadar.
Sol elinde, parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı çevirirken dalgın düşüncelerle yanlışlıkla ateşini avcunun içine dokundurdu ve hafif bir inlemeyle beraber elinden sigarası düştü. O zamanlar avcunun içine değen sigara canını yakardı, şimdi kendi avcunun içini bilerek yakıyordu.
“Korkma bu kadar TDÇ,” dedi Marco karşısındaki sandalyede otururken. “Altı üstü bir yanık, ölmedin ya.”
Tugay yere düşen izmariti sakince yerden aldı ve uzanıp kül tablasında söndürdükten sonra, “Sadece dalmıştım,” dedi lakin avcunun içi hâlâ acıyordu. Halının üzerinde ufak bir delik oluşmuştu, o deliğe bakarken kapının önünden ses geldi, Marco duruşunu düzelttiğinde Tugay aynı şekilde oturmaya devam etti.
Birkaç saniye sonra kapı açıldığında içeriye Adnan Atalar, jilet gibi bir takımla girdi; elinde dosyaları tutuyordu, duruşu ciddiydi, saçları dışarıdaki yağmurdan dolayı dağılmıştı ama Marco ve Tugay'ı gördüğünde yüzünde bir gülümseme oluştu. Yorgun ve uykusuz bakışlarının arasından, “Çocuklar,” dedi. Çocuklar kelimesi basitti, Adnan Atalar'ın ağzından çıktığı zaman anlamlı geliyordu. “Bekletmedim, öyle değil mi?”
Tugay konuşmamayı tercih ederken Marco omuzlarını dikleştirip, “Hayır,” dedi. “Biz de laflıyorduk.” Aslında Tugay oldukça gergindi ve lafladıkları da yoktu.
Adnan Atalar göz ucuyla Marco'ya baktı, ardından Tugay'a döndüğünde belindeki silahını ve çelik yeleğini masanın üzerine bıraktı, ardından ceplerindeki kurşunları boşalttı.
Adnan Atalar'ın aslında iki yüzü vardı; kurucu ve baba.
Ve ikisi de fazlasıyla merhametli bir adamdı.
Marco boğazını temizlediğinde Tugay'a kaş göz yaptı fakat Tugay, Adnan Atalar'ın yüzüne bakmaya devam etti; baktığı yerde, hemen arkasındaki sehpanın üzerinde fotoğraflar vardı. Bir fotoğrafta Eftalya Atalar tek başına gülümseyerek kadraja bakıyordu. Üzerinde siyah bir elbise vardı, elinde ise rengârenk çiçekler.
Burası Atalar ailesinin İngiltere'deki eviydi, Eftalya Atalar burada, bu evin içinde doğmuştu.
Adnan Atalar, Tugay fark etmeden onun baktığı yönü anladı, ardından Marco'ya, “Bize biraz müsaade et,” dedi. “Benimle konuşmak için İngiltere'ye kadar geldiğine göre senin olduğun yerde konuşmayacaktır delikanlı.”
Marco rahat bir şekilde ayağa kalktı ve başıyla selam verip Tugay'a da kaşlarını kaldırdı, ardından odadan rüzgâr gibi çıkıp gitti.
Tugay çok iyi biliyordu, Marco kapıyı dinleyecekti.
Adnan Atalar da bunu bildiği için masasının üzerindeki bilgisayarını açtı ve geriden çalabilecek sert bir şarkı açtı. İkisinin de bakışlarından Marco'ya engel oldukları belli oluyordu.
Fakat Tugay konuşmak yerine sessizce Adnan Atalar'ı izlemeye devam etti; cesaretsizlikten ziyade tam olarak nereden başlayacağını bilmiyordu. Üzerine giydiği siyah tişörtü, deri ceketi ve altına giydiği siyah pantolonu onu karanlık gösterebilirdi ama Adnan Atalar ona baktığı zaman derinlerde yatan aydınlık o adamı tanıyabiliyordu.
Kendisine benziyordu.
Adnan Atalar oturduğu yerden kalkıp masanın çevresinde döndü, Marco'nun kalktığı koltuğa oturduğunda Tugay'ın hemen karşısında yerini aldı. O sırada Tugay göz ucuyla bir kez daha fotoğrafa baktı ama bu kadar o kısa sürdü ki kimse fark etmezdi.
Adnan Atalar dışında.
“Bu kadar düşündüğüne göre kafanda iki şey var,” dedi. “Ya beni öldürmek için geldin...”
Tugay'ın kaşları havalandı.
Adnan Atalar ciddiyetle devam etti. “Ya da kızıma olan aşkını itiraf edeceksin.”
Tugay'ın dudakları aralandığında sağ elinde tuttuğu viski bardağı anlık olarak titredi. “Ben,” dedi Tugay kolay kolay kekelemezdi fakat şimdi kekeliyordu. “Öyle bir şey...”
Adnan Atalar ciddiyet maskesini kaldırıp, “Şaka yapıyorum sadece delikanlı,” dedi ona takılarak. “Takılıyorum sana. Eğer âşıksan en yakın çıkış noktasından kaç diyecektim.” Adnan Atalar gülmeye devam etti ama Tugay kasılmıştı. “Çünkü benim kızım delidir, tehlikelidir ve tıpkı babasına benzer. O insana kafayı yedirtir.”
Tugay boş bulunup, “Nasıl bir tehlikeden söz ediyorsun?” diye sordu, ardından hızlıca devam etti. “Timi bile henüz bilmiyor, bu tarz işlerle pek alakası yok gibi görünüyor.”
“Kızımı mı araştırdın?”
Tugay yüzündeki ifadeyi değiştirmeden, “Ben herkesi araştırırım,” dedi. “Seni çok araştırdım.”
Adnan Atalar bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Tehlikelidir,” dedi. “Eğer kötü bir yola yürüyorsan seni o yoldan döndürmeye çalışmaz, seninle beraber o yola yürür. Bunun adı da tehlikedir. Delidir, o yolda kahkahalar atar.”
“Kafayı yedirtir çünkü o kötü yolu sevmemi sağlar,” dedi Tugay. Adnan Atalar tek kaşını havaya kaldırdı. “Sadece bir çıkarım.”
“Çıkarım.” Adnan Atalar kollarını önünde bağladı ve uzun uzun Tugay'ı inceledi. “Benden ne istiyorsun delikanlı?”
Tugay başını omzuna doğru düşürdü, kapıya doğru baktı, ardından öne doğru eğilip sessizce, tek seferde söyledi. “Bir örgüt kuracağım ve o örgütle Krallık'ı bitireceğim.”
Adnan Atalar birkaç saniye Tugay'ın yüzüne baktıktan sonra gülmeye başladı; kahkahası odanın içini doldururken Tugay ciddiyetle ona bakmaya devam etti. Neredeyse birkaç dakika güldükten sonra masanın üzerindeki viski şişesinden bardağa viski doldurdu, birkaç yudum içti ve sonrasında da gülümseyerek Tugay'a baktı. “Sen de bana benziyorsun.”
“Hangi konuda?”
“Gözü karalık konusunda.”
Tugay hafifçe tebessüm etti. “Henüz ne kadar gözümün kara olduğunu bilmiyorsun.”
Adnan başını salladı. “İstediğin çok uçuk bir hayal, neden Ölüm Timi'ne dahil olmuyorsun?”
Tek seferde yanıtladı. “Ben kimsenin emrinde çalışmam.”
“Ben bile olsam mı?”
“Sen bile olsan.”
“O halde,” dedi Adnan Atalar. “Neden Ölüm Timi varken bir örgüt kurmak istiyorsun?”
Tugay başını salladı. “Çünkü Ölüm Timi halkın kaçtığı bir topluluk, cinayet makinesi, Krallık'ın korkulu rüyası evet ama Krallık'ın yanında olduğu için bir başkaldırı değil, sadece sırta saplanan bir bıçak olabilir.” Nefesini verdi ve biraz daha eğildi. “Ben bir başkaldırı istiyorum, ben halk tarafından da desteklenmek istiyorum çünkü kesin olan bir şey vardır, hiçbir örgüt, hiçbir başkaldırı bir Krallık'ı yıkamaz, yıkabilecek olan sadece halktır. Ben o halkın gözünü açmak istiyorum.”
Adnan Atalar ciddiyetsiz bir sesle, “Bu istediğin imkânsıza yakın,” dedi.
“İmkânsızlıkları imkân dahiline getiririm o halde,” dedi Tugay düşünmeden.
“Ciddiye alınmazsın.”
“Ciddiye alınana kadar çabalarım.”
“Seni destekleyen bir güç olması gerek.”
“En büyük güç, inançtan gelir.”
Adnan Atalar başını iki yana salladı. “Bir kişiye hükmetmek kolaydır delikanlı fakat bir topluluğa hükmetmek çok zordur. Bunu nasıl başaracaksın? Ölüm sadece sessizleştirir halkı, birilerini öldürmeden nasıl sevgilerini kazanacaksın?”
Tugay gülümsedi ve viski bardağını kafasına dikip koca bir yudum içti, geri masaya bırakırken, “Ben insanım,” dedi. “Sen insansın ve onlar insan. Aynı gökyüzünü paylaşıyor, aynı hükümet tarafından yönetiliyor, aynı acıları çekiyoruz. Bazen seni anlayan biriyle konuşmak o insana sevgi duymana neden olabilir. Bir siyasi liderin söyledikleri çıkar uğruna gibi görünebilir ama ben siyasi bir figür değilim, öylesine bir insanım, onlar gibiyim ve anlıyorum.” Adnan Atalar farkında olmadan dik bir duruşa geçtiğinde ciddiyetle Tugay'ı dinlemeye devam etti. “Cümlelerin etkisi Adnan Atalar, onları hor görmemek gerekir çünkü bazen savaşlar tek bir cümleyle başlar, bazen de tek bir cümleyle son bulur.”
Adnan Atalar uzun bir süre Tugay'ın yüzünü izledi, zekâsı, düşündükleri ve inandıkları karşısında şaşırsa da bunu belli etmemeye çalışarak, “Neden?” diye sordu.
“Ne neden?”
“Neden Krallık'ı devirmek istiyorsun?”
“Aklı başında her insan ister bunu.”
“Hayır,” dedi Adnan Atalar. “Herkes ister ama herkes bir örgüt kurmak istemez, bunun altına giremez. Sen neden bu kadar ateşle dolusun? Neden bunu istiyorsun?”
Tugay'ın bakışlarından savaşan bir adamın gücü geçtiğinde birçok cevap verebilirdi. Çocuklara güzel bir dünya bırakmak için diyebilirdi, hayatım güzelleşmeli diyebilirdi, hırsıma yenik düştüm diyebilirdi.
Krallık annemi aldı benden, babam bir Krallık adamıydı da diyebilirdi. İntikam için diyebilirdi.
Ama dudaklarından tek bir cümle döküldü: “Annem benimle gurur duysun istiyorum çünkü hep önemli bir adam olmamı isterdi.”
Adnan Atalar'ın yüzündeki ifade değişirken merhamet açık bir şekilde okunur hale geldi. Beklediği cevap bu değildi, hiç olmamıştı. Birçok cevap alabilirdi ama aldığı cevabın kocaman bir adamdan değil de küçücük bir çocuktan gelmesi onu şaşkına uğratmıştı.
“Tek neden,” dedi yutkunarak. “Bu mu sahiden?”
“Başka bir neden daha var,” dedi Tugay gülümseyerek, gözlerinin içine neşe doldu.
“O nedir?”
Yarı alaylı yarı ciddi, “Süper kahraman olmak istiyorum,” dedi, Adnan Atalar gülmeye başladı. “Bir kız çocuğu bana süper kahramanların gerçek olduğunu söylemişti, ben de o süper kahraman olurum belki.”
Adnan Atalar gülmeye devam ederken, “Sen ne tuhaf bir adamsın, Tugay Demir Çeviker,” dedi. “Bir yandan bu kararına şaşırıyorum ama bir yandan da tam senden beklenecek bir hareket. Fakat biliyorsun değil mi? Süper kahramanlar iyi olur, sen bu yolda iyi adam olarak kalabilecek misin?”
Tugay sessiz kaldı, aklından geçenleri dile getirirse Adnan Atalar onun deli olduğunu düşünebilirdi. Kısa bakışmalarının ardından, “Bir deli olduğumu düşünüyorsun öyle değil mi?” diye sordu.
“Aksine,” dedi Adnan. “İnanılmaz akıllı bir adam olduğunu düşünüyorum ama bana anlatmadığım bir şeyler olduğuna da eminim. Bana söylesene Tugay Demir, senin birisi olmaya ihtiyacın mı var?”
Tugay yutkunduğunda, “Birisi olmaktan ziyade benim savaşmaya ihtiyacım var,” dedi başını sallayarak. “Çünkü artık kendi içimdeki savaşımı bitirmem gerek. Bu yolun sonunda kime dönüşeceğim önemli değil ama tek istediğim ne biliyor musun? Haksızlığa bıçak çekmek çünkü kimse haksızlığa bıçak çekmezse bir gün haksızlığa uğradığımızda kimse bizi savunamaz.”
“Ve sen susarsan, ben susarsam, onlar susarsa biz bir insan olmayız, kuklalara dönüşürüz, öyle değil mi?” Adnan Atalar gülümsemeye devam etti. “Peki diyelim ki bu örgütü kurdun, benden ne istiyorsun?” Tugay sustu. “Askeri destek mi?”
“Hayır, bu yola ikizimle çıkıp binlerce kişiyi çevreme toplayabileceğim zaten.”
“Silah?”
“Hayır, Krallık'tan çalınabilir.”
“Para?”
“Yine Krallık'tan temin edebilirim.”
Adnan Atalar'ın kafası karışmıştı. “Akıl mı almak istiyorsun benden?”
“Hayır,” dedi Tugay kibirli bir şekilde. “Ben akıl almaktan hoşlanmam.”
Kısa bir sessizlik oldu. “Krallık bilgilerini mi istiyorsun?”
Tugay başını iki yana salladı. “Senelerdir onların içindeyim, her bilgiye erişimim sağlanabiliyor.”
“O halde?” dedi Adnan Atalar çıkışarak. “Benden ne istiyorsun?”
Tugay'ın gözlerine inanç doğdu. “İki isteğim var senden.”
“Nedir?”
“Birincisi,” dedi Tugay, ardından başını omzuna doğru yatırdı ve çekingen bir ses tonuyla Adnan Atalar'a bakarken alacağı olumsuz cevaptan korktuğu açıktı. “Bana,” dedi kısık bir sesle. “Babalık yapabilir misin, Adnan Atalar?”
“Ne?” Öyle bir şaşırmıştı ki Tugay'ın cümlesiyle şaşkınlığını gizleyememişti.
“Bana babalık yap,” dedi. “İçinden gelmese de yap, merhamet göster, şefkatini gizleme, koru ama bu silahlarla, dövüşerek ya da dayakla olmasın. Sen harika bir babasın, o babalığın birazını bana da ver çünkü anne sevgisiyle büyüyen bir çocuk iyi bir insan olabiliyor ama baba sevgisiyle büyüyen bir çocuk kendini daha güçlü hissedebilir. Her şeyim var; hırsım, nefretim, ateşim, inancım fakat tek eksiğim gücüm. Eğer beni bir baba gibi korursan gücümü de sen verebilirsin çünkü diğer türlü yenilirim.”
Adnan Atalar duyduklarıyla beraber bakışlarını yavaşça kızlarının olduğu çerçeveye doğru çevirdi ve sonrasında Tugay'a yeniden baktığında, “Sen güç istemiyorsun,” dedi. “Sen ölmeden önce bir kez olsun baba sevgisini hissetmek istiyorsun.”
Tugay karşısındaki adamın zekâsının elbette ki farkındaydı fakat bu kadar çabuk anlayacağını düşünmemişti. “Her katilin bir zaafı vardır, Adnan Atalar, benim de zaafım aslında bu. Bir yola çıkacağım ve bu dünyada hissetmediğim hiçbir duygu kalsın istemiyorum.”
Aralarındaki bakışma uzun sürerken, “Peki ya diğer isteğin?” diye sordu, birinci isteğine bir cevap vermeden.
Tugay gülümsedi, dudağının kenarında hafif bir gamze belirdi. “Seneler sonra öğreneceksin onu,” diye mırıldandı. “Çünkü buna ikimiz de karar vermeyeceğiz.”
Adnan Atalar ne demek istediğini anladı mı anlamadı mı Tugay çözememişti ama ayağa kalktığında ve diğer tarafa doğru yürüdüğünde gözleriyle onu takip etti. Birkaç dakika sonra ise sanki iki isteğini de kabul etmiş gibi, “Örgütüne bir isim buldun mu?” diye sordu ciddiyetsiz bir sesle. Halbuki onu son derece ciddiye alıyordu.
“Evet.”
“Nedir?”
“BL.”
Adnan'ın kaşları çatıldı. “Açılımı ne?”
Tugay sustu.
“Bu adı nereden aldı?”
“Bir kız çocuğundan.”
“Neden bir kız çocuğundan?”
“Çünkü çocuklar masumiyettir, bu kanlı düzeni yıkıp geçebilecek ismi sadece bir çocuk verebilirdi.”
Adnan Atalar kafasını salladı, elinde tuttuğu bardağı yavaşça çalışma masasının üzerine koyarken “Peki ya sonra?” diye sordu. “Başarısız olursan zaten kaybedersin ama başarılı olursan? O zaman ne yapacaksın?”
Tugay hiç düşünmeden cevap verdi. “Öleceğim.”
“Ne?”
“Listenin sonuna adımı yazacağım ve istediğim her şeyi aldıktan sonra ölüp gideceğim. Öylesine bir adam olarak kimsesiz ölmeyeceğim, herkes tanıyacak beni. Öldükten sonra bütün manşetlerde adım yazacak, hafızalara kazınacak ismim, seneler sonra bile adımı anacaklar. Hayalin bu mu deme, birisi olamamak ne demek bilemezsin.”
“Peki ya ölmek istemezsen? Kaçacak mısın?” Adnan dikkatli bir şekilde Tugay'ın yüzüne baktı. “Genç bir adamsın, bu hayattan alacağın çok şey var ama sen delirmiş gibi bir ülke için savaşacak ve sonradan da ölüp gideceksin, kaybedecek hiçbir şeyin yok öyle değil mi?”
Tugay sustu.
“Babalık mı istiyorsun benden?” Tekrardan Tugay'ın karşısına oturdu ve elini hiç çekinmeden onun omzuna koydu. “Yolunda senin yanındayım fakat ölümünde değilim, evlat. Eğer bu yolda yaşamaya devam edersem sen de yaşa diye çabalayacağım fakat ölürsem...” Sessizlik, omzunu hafifçe sıktı. “İşte o zaman, belki de ikinci isteğin senin ölmeni engelleyecektir.”
Tugay donakaldığında aralarındaki sözsüz bakışma aslında birçok sırrın ortaya çıkışı demekti.
“Bir baba seni bu yoldan döndürürdü ama dünyamız o kadar kötü ki seneler sonra hepimiz öleceğiz, bunu görebiliyorum. İşte bu yüzden iki evladım için çabalıyorum ben de. Gün gelecek, benim evlatlarım da savaşmak zorunda kalacak.” Gururla Tugay'a baktı. “Umuyorum ki evlatlarımın seçtiği yol benimki değil, seninki olur çünkü sen umutlusun, ben ise sadece bir savaş askeriyim.”
“Ya savaşacağız ya öleceğiz,” dedi Tugay. “Başka çaremiz yok.”
“O halde şimdi sen de bana bir söz ver.” Adnan Atalar fısıldamaya başlamıştı. “Bir gün eğer ölürsem,” cümleyi söylerken neredeyse öleceğinden emindi, “ailemi koruyacaksın. Senelerdir yanımda olup büyüttüğüm oğlum Sinan'ı, beni hiç sevmeyen ama hâlâ âşık olduğum eşimi, savaşa çok erken yakalanıp sakat kalan Meryem'i ve...” Adnan'ın bakışları değişti, “…çocukken süper kahramanlara inanan Eftalya'yı.”
“Peki ya sen?”
“Ben öleceğim zaten.”
“Nasıl bu kadar eminsin?”
“Çünkü iyi bir adam olarak hayatına devam eden herkes bir gün kaybeder, kötülüğü tercih etmeyeceğim.” Başını hafifçe önüne doğru eğdi. “Umarım gururumla ölüp giderim, tek dileğim bu.”
O anda Tugay sanki bu konuşmanın gerçekleşeceğini biliyormuş gibi elini cebine attı ve iki tane yüzük çıkardı. Bir tanesini masanın üzerinden Adnan Atalar'a doğru kaydırırken, “Bu yüzüğün içinde zehir var,” dedi kendinden emin bir sesle. “Kendim için hazırlattım, her şey son bulduğunda bunu içip yok olmak için çünkü başkaları yok etsin istemedim. Bir tanesini de şimdi sana hediye ediyorum, bir gün seni çiğnemeye çalışırlarsa, gururunu yok ederlerse ve onurunu hiç ederlerse ne yapman gerektiğini biliyorsun.”
Adnan Atalar gülmeye başladı. “Bir babaya intiharı hediye ediyorsun.”
“Hayır, bir babaya onurunu hediye ediyorum.” Tugay da gülümsedi. “Şimdi bana söyle, benim yanımda mısın Adnan Atalar?”
Adnan Atalar bir cevap vermedi ama yüzüğü yavaşça sol ortaparmağına taktığında aslında bunun bir onay olduğunu çok açıktı. Tugay da aynı şekilde yüzüğü sol elindeki ortaparmağına geçirdiğinde ileride o elini kaybedeceğinden habersizdi.
Birbirlerine baktılar; bu onların ilk anlaşmalarıydı, son anlaşmaları ise en içler acısı olacak olandı, bilmiyorlardı.
Tugay başıyla selam verip ayağa kalktığında kapıya doğru yürümeden son kez dönüp Eftalya'nın fotoğrafının olduğu çerçeveye baktı, ardından kapıya doğru döndüğünde Adnan Atalar arkasından, “Tugay Demir,” diye seslendi. Tugay, eli kapının kolundayken omzunun üzerinden baktığında Adnan Atalar parmağındaki yüzükle oynuyordu. “Kızım Eftalya,” dedi. “Ya senden kaçacak ya da bir tek sana koşacak.”
“Nereden biliyorsun?”
“Çünkü o annesi kadar korkak ama benim kadar cesurdur; hangi yolu seçeceğine sadece kalbi karar verecek.”
Tugay yutkundu. “Sen hangisinin gerçekleşeceğini düşünüyorsun?”
Adnan Atalar bambaşka bir cevap verdi. “Seni intihardan bile vazgeçirebileceğini düşünüyorum.”
“Neden?”
“Çünkü bir tek Eftalya uğruna ölmek isteyeceksin ve bunun adı intihar değil, aşktır. Senin bile haberin yok ama sen benim kızıma âşıksın, gözlerinden belli.”
Tugay hiçbir cevap vermeden çıkıp gitmek istedi çünkü ne karşı gelirdi ne de kabullenirdi fakat o an dönüp, “Eftalya Atalar, bu evde doğdu değil mi?” diye sordu.
“Evet,” dedi Adnan Atalar.
“Saat kaçta doğdu?”
“11.29.”
Eftalya Atalar
Her şey bir pamuk ipliğine bağlıydı çünkü Defne'yi itiraf edersem Nida ölürdü ve Nida'nın ölümü demek, bir çocuğun ölümüydü.
Hayatım tercihler üzerine kuruluydu ve ben seçtiğim her yolun ardından biraz daha yok oluyordum, bunu fark ediyordum.
Tugay'ın avukatı olmayı tercih etmek beni bir cehenneme sürüklemişti ama ben o cehennemin ortasında bir adamı öpmüş, cenneti hissetmiştim. Örgütün lideri olmuştum, o örgütün lideri olmak herkesin gözünde beni vatan haini olarak göstermişti ama ben lideri olduğum örgüt için bile canımı verecek duruma gelmiştim. Ya katil olacaktım ya da kaçacaktım, istediğim herkesi öldürdüm, kendimden parça parça vazgeçtim ama savaşın da tadını çıkardım. Babamı kurtaramadım, kendi ellerimle öldürmeyi tercih ettim; onun ölümü beni daha fazla parçaladı. Annem beni sevmese bile onu kurtarmak istedim, kurtarmak için verdiğim çaba onu kaybettirdi. Meryem'i yanıma alıp kollarımın arasında korumak istedim ama asıl ölümün kollarına itekleyen bendim.
Bütün tercih ettiğim yollar bana kayıplarla gelmişti. En başa dönseydim, onun avukatı olmak yerine Hâkim Ali'yi öldürdüğümü itiraf eder miydim?
Ne olurdu?
Bir hapishanede çürüyüp giderdim belki, babam ise yine de idam edilirdi çünkü onurundan vazgeçmezdi ama annemle Meryem yaşamaya devam edebilirdi. Çünkü Meryem göze batmazdı, annem ise o mutlu hayatına devam ederdi. Biz Tugay'la birbirimizi hiç tanımasaydık, o yine aynı adam olurdu, yine şu an olduğu gibi savaşırdı ama ben bu kadar kaybetmiş bir kadın olmazdım.
Fakat biliyordum eğer onun avukatı olmasaydım da Adnan Atalar'ın kızı olmazdım, korkak bir avukatın hücrede çürüyen bedenini bulurlardı.
Şimdi yine bambaşka bir tercih karşımdaydı, fark etmiştim ki Tugay'ın avukatı olmayı tercih etmek dışında diğer bütün yollarımı sevdiklerim için inşa etmiştim.
Tugay'la birbirimize bakarken ona duyduğum özlemin yanı sıra ondan başka gidebilecek hiçbir yolumun olmadığını da görebiliyordum. Onunla cehennem gibi bir hayatı, onsuz öylesine bir hayata tercih ederdim ve o bana sanki bunu bilmiyormuş gibi bakıyordu.
Parmaklarım demirleri daha sıkı kavrarken en tepede, gökyüzünde yükseklikten dolayı titreyen vücudum bir yana, ona bakarken bütün kayıpları görebiliyordum. Yanımda duran Defne'nin inlemelerini bile duyamamaya başlamıştım, tek işittiğim kendi korkularım ve cesaretimdi.
“Tugay,” diye mırıldandığımda demiri daha sıkı tuttum. “Sen zaten bu sorunun cevabını çok iyi biliyorsun, öyle değil mi?”
Tugay'ın ela gözleri kısıldı, onu bu kadar iyi tanımak hem çok kötüydü hem de çok güzeldi; bir yandan acımasızlığını görebiliyordum bir yandan da merhametini. “Söylesene,” dedi Tugay kısık bir sesle. “Sana ihanet eden kimdi?”
Hafifçe tebessüm ettiğimde mutluluktan son derece uzaktım. “Her şeyin farkındasın,” dedim başımı sallayarak. “Beni en tepeye çıkardın, bu tepede sinyal çekmiyor, dinlenme ihtimalimi bu şekilde hiçe saydın, öyle değil mi? Yükseklik korkusu değildi mesele.” Tugay ciddiyetle bana bakmaya devam etti. “Bal gibi de biliyorsun her şeyi ama benden duymak istiyorsun. Bunun iki sebebi var.”
Tugay yutkunduğunda gözlerini bile kırpmadan beni izlemeye devam ediyordu. “Söyle o iki nedeni.”
“Birincisi,” dedim, bakışlarım yavaşça Defne'ye döndü. “Onun ihaneti gerçekleştirdiğine eminsin ama bana itiraf ettirmeye çalışıyorsun çünkü ikizinin âşık olduğu kadın benim itirafımla ölürse vicdanın Giray'a karşı daha çok rahatlayacak.” Tugay bir kez daha yutkundu ve ürperdiğini hissettim. “Hatta kafanın içindeki bir başka plan da ona itiraf ettirmeye çalışırken aşağı atlaması ve buna intihar süsü vermek öyle değil mi? Bu şekilde Giray'a karşı daha suçsuz hissedeceksin.”
Defne'nin acılı nefesinin ardından Tugay da ben de ona asla bakmadık. Ağzı geri kapatılmıştı ama açık olsa da ne söylerdi bilmiyordum.
“Söylesene Tugay, itiraf etsene, ikizimi karanlığa sürükleyen insan olmak istemiyorum desene. Aylardır ona dönüp de bu ihanetten söz edemedim desene. Marco'nun elinde bir silah bile yok değil mi? Bilerek Marco'nun elinde bir silah var diyorsun ki Gamze dememi bile engellemeye çalışıyorsun.” Tugay çenesini hafifçe kaldırdı ama gözlerindeki ifade köşeye sıkışmış gibiydi. Hafifçe tebessüm ettiğimde öne doğru eğildim, yüzüne doğru yaklaştığımda, “Tugay Demir Çeviker,” dedim fısıldayarak. “Ben Eftalya Atalar'ım, senin Sevgili Avukat'ınım, boşa seçmedin beni, unuttun mu benim aklımı bu kadar çabuk? Biz seninle bu kurnaz yolları beraber inşa ettik.”
Gözleri gözlerimde dolaştı, ardından dudaklarıma doğru indiğinde dudaklarını birbirine bastırdı. “Senin beni bu kadar iyi tanımanın sebebi biraz da benim.”
“Hayır,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Tek sebep tanımak değil, senin kalbin. Ben senin kalbini biliyorum.”
“O kalbe verdiğin zararın farkındasındır o halde,” diye mırıldandığında oturduğumuz yer rüzgârdan hafif hafif sallanıyor, cama yağmur taneleri çarpıyordu. Sesindeki kırgınlık, kalbimi acıtmıştı. “Şimdi o zarara karşılık bana bu itirafı borçlusun.”
Üstün bir şekilde gülümsedim. “Diğer nedeni sormayacak mısın?” diye sordum.
“İtiraf et,” dedi başını sallayarak. “Söyle, Defne ihanet etti de.”
“Diğer nedeni sor.”
“İtiraf et.”
“Korkak.” Çenesi kasıldığında gülümsemeye devam ettim. “Bir başkası öyle kolay Tugay Demir'e korkak diyemez değil mi? Sen korkaksın ama.”
Tugay başını yavaş yavaş iki yana sallarken, “Her ne sebep olursa olsun, korkup giden kadın mı söylüyor bunu?” diye sordu.
“Ben bir Suç Kralı’nın avukatı oldum,” dedim baskın bir sesle. “Geçtim, bütün ülkenin gözü önünde onu savundum, yetmedi kendi babamı ellerimle öldürdüm, o da yetmedi o örgütün lideri olmayı kabul ettim, bütün bunlar da yetmedi, kalbim bir Suç Kralı’na âşık oldu, gizlemedim, herkesin ortasında resmen sana olan aşkımı gösterdim. Birini öldüremezdim, katil oldum, hücreden korkardım, orada yaşamayı öğrendim, şiddetten kaçardım, şiddet gördüğüm halde birçok şeye sustum sırf senin için. Göğsümü damgaladılar benim,” diye hiddetle çıkıştım, “henüz sana âşık olduğumun farkında bile değildim, cesaretle göğsümü gerdim ben o damgaya. Küfürler edildi, bir fahişe olduğum söylendi, vatan hainliğim ilan edildi, bulunduğum yerde öldüreceklerdi beni ama ben yine de seninle kaldım. Her şeyimi kaybettim, savaşacak kimsem kalmadı, ben yine de senin için savaşmak istedim. Ben her şey oldum herkesin gözünde ama asla korkak bir kadın olmadım. Ya kalacaktım ya kaçacaktım, ben kalmayı seçtim, bir kere gittiysem o gidişimde kendimden kaç kez vazgeçtim sen bunu biliyor musun?”
Tugay'ın dudakları aralandı ama izin vermeden devam ettim. “Ve ben senin de hep nedenlerin olabileceğine inandım, sorgulamadım. Babanı öldürdüm ellerimle, bunu istedin, sorgulamadım. Babam Ölüm Timi'nin lideri, bunu biliyordun, söylemedin, sorgulamadım. Beni aldın yanına, avukatın yaptın, sevgilin yaptın, örgütünün lideri yaptın, hepsi bir plan dahilindeydi fakat yine de sorgulamadım. Neden biliyor musun? Çünkü sana inandım. Bana verecek hesapların vardı, ben o hesapları kendi içimde çözüme kavuşturdum. Neden biliyor musun?” Gülümseyip başımı salladım. “Vardır bir nedeni.”
Çenemi havaya kaldırdım. “Benim neden yoktu bir nedenim? Suçsuzum demiyorum, şu an sana avukatlık yapmıyorum ama sen benden gitseydin...”
“Ben senden asla gitmezdim,” dedi Tugay lafımı bölerek. “Bulurdum bir çaresini, seni terk etmezdim.”
“Demek ki yoktu bir çaresi,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Diğer nedenin kendi içinde beni aklamak. Defne ihanet etti diyeceğim ve sen, her ne düşünüyorsan kendi içinde beni aklayacaksın. Hayır, bu itirafa ihtiyacın olmadan da aklayamadın mı beni? Üste çıkmıyorum, verdiğim zararın farkındayım, belki de biz bir daha geri dönemeyeceğimiz bir yoldayız çünkü bana bir daha güvenmeyeceksin ama seni terk etmek bile sadece senin içindi, sen yaşa diyeydi.”
“Avukat,” dedi dişlerinin arasından. Mermaid değil, Eftalya değil, Avukat. Defne'ye baktı göz ucuyla, bütün konuşmalara şahit olması o kadar umurumda değildi ki onu görmezden geliyordum. “Beni senin gidişinden başka ne öldürebilirdi?”
“Nida'nın gidişi öldürebilirdi,” dedim hiç düşünmeden.
Tugay'ın zaten tahmininde olan bir cümle dudaklarımdan döküldüğünde geriye doğru çekildi ve elini sertçe saçlarına geçirdi, ardından yeniden öne eğildiğinde, “Anlat,” dedi keskin bir sesle. “Bana ne olduysa anlat.”
“O halde sen de anlatacaksın,” dedim. “Babanı neden öldürdüğümü, babamı, İngiltere'yi, geçmişi. Her şeyi.”
Tugay bir kez daha Defne'yi baktı ve sonrasında çaresizce elleriyle yüzünü ovuşturdu. Hem kırgınlığı hissediyordu hem de sevgiyi, bunu biliyordum. Hem affedemiyordu hem de gidemiyordu. Aslında onun da iki yolu vardı. Ya bana koşulsuz güvenecekti ya da güvenmemeyi tercih edecek, çekip gidecekti. “Ben ne yapacağım?” dedi, sesinde ilk defa bu kadar çaresiz bir tını vardı.
“İlk önce o cebinde bahsettiğin intihar yüzüğünü çöpe atacaksın,” dedim hiddetle. “Babama da hediye ettiğin o yüzükten söz ediyorum.”
Yüzünü ovuşturan Tugay'ın elleri duraksadığında gözleri direkt bana döndü, ardından gülmeye başladığında sesi yankılandı. “Sen,” dedi. “Cebimdeki yüzüğü intihar yüzüğü mü sanıyorsun?” Defne'ye döndü delirmiş gibi. “Duydun mu? Cebimdeki yüzüğü intihar yüzüğü sanıyormuş, ne komik değil mi?” Kaşlarım havada ona bakarken gözleri yeniden bana döndü, bir anda protez eliyle çenemi tuttuğunda havaya kaldırdı. “Benim cebimde taşıdığım yüzük, beni intihardan döndüren yüzük, asıl onu çöpe atarsam ölürüm. Doksan bir gün boyunca ölmemek için avcumda sıkıca tuttum ben o yüzüğü, onla uyudum; umuttu, inançtı, bir gün o yüzüğü çöpe atarsam asıl yerine intihar yüzüğü geçer, beni duydun mu?”
Aynı ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettim. “Ben seni...”
“Anlamadın, bütün şeytani planlarımı çözüyorsun ama benim de genç ve artık hayalleri olabilecek bir adam olduğumu unutuyorsun. Ben de insanım, benim de kalbim var, benim de artık bir hayatım olabilir. Aptallık mıydı? İstedim işte inandım, bütün inançların yanında en kuvvetli olan duygu buydu. Oturdum sen yokken sanki geri gelecekmişsin gibi bütün eksik kaldığım filmleri izledim, kitapları okudum, yetmedi dünyada neler olduğunu öğrendim. Yetmek istedim, sana yetemediğimi düşündüm çünkü. Sonra bir gün geri gelirsin diye bir yüzük beni hayatta tuttu işte. Suç Kralı, katil, ölüm makinesi, vatan haini, tek kollu korkunç adam... Ama bütün bunların ötesinde senin müvekkilin, en gerçek olan. Geri al lafını, çöpe at deme, yapma bunu.”
Hem beynim durmuş gibiydi hem de her şey o kadar hızlı bir şekilde zihnimin içinde dönüyordu ki nefeslenmek için elimi göğüs kafesime doğru götürdüm ve bakışlarım yavaşça aşağıya doğru kaydığında bütün yükseklik korkusunun verdiği baş dönmesinin yanında aşağıda duran adamı gördüm, diğerlerinden farklı, bir kişi daha fazla.
Giray. Giray hemen aşağıdaydı ve elleri saçlarında yukarıya doğru bakıyordu.
“Tugay,” dedim korkuyla, ardından Defne'ye baktım. “Giray gelmiş.”
Tugay benim ardımdan aşağıya baktığında ağzının içinde bir küfür yuvarladı ve Defne'ye öyle bir bakış attı ki çaresizliğin yanında nefreti de hissettim. Defne'ye bakarken bana, “İtiraf et,” dedi, “Defne ihanet etti değil mi sana?”
Bunu duymanın ağırlığını biliyordum, o ağırlıkla yaşamanın ne olduğunu da öyle ama istediğini eline verdim. “Defne,” dedim başımı sallayarak. “Defne o gün bize ihanet etti.”
Defne inleyerek ses çıkardığında olduğu yerde hareketlenmeye başladı ve oturduğumuz yer sarsıldı. Tugay zaten bildiği itirafı duyduğunda yüzünde herhangi bir değişim olmadı ama bakışlarındaki ifade daha çaresiz bir hal aldığında, “Peki,” dedi ağzının içinde ve sonrasında bana döndü. “Ben şimdi ne yapacağım?” Onu böylesine çaresiz görmek zor rastlanan bir durumdu. “Ben ne yapacağım?” diye sordu bir kez daha ve sonrasında şüpheye bile düşmeden elini arkasına attı ve bir silah çıkarıp Defne'nin alnına yasladığında Defne korkuyla âdeta haykırdı. “Bana şunu söyle, sence bu ihanete zorunlu mu kaldı senin gibi yoksa kendi isteği miydi?”
Yutkunduğumda her cümlemin Giray'ın hayatını etkileyeceğini biliyordum. Defne'ye baktım, bana öyle bir bakıyordu ki gerçekler ilk defa bu kadar canını yakıyormuş gibiydi. “Hayır,” dedim dürüstçe. “Zorunlu değildi, kendi isteğiyle ihanet etti bize.”
Tugay'ın emin olmadığı tek konu buydu, görmüştüm ve şimdi öyle bir öfkeyle bakıyordu ki elinde tuttuğu silahın kabzasını kavrayan parmakları bembeyaz kesilmişti. “Peki ya Giray?” dedi daha çok Defne'ye soruyormuş gibi. “Onu hiç mi düşünmedi?”
Yine dürüst oldum. “Onu sevmediğini söyledi.”
Tugay bunun ardından bana dönüp baktığında gözleri açıldı. “Hiç mi?” Öyle kırıcı bir soruydu ki dudaklarımı birbirine bastırıp susmaktan başka çarem yoktu. “Ama benim kardeşim,” dedi Giray'ı kastederek. “Defne'yi beni karşısına alacak kadar çok seviyor. Ama benim kardeşim bu kız için canını verir.” Sert bakışları Defne'ye döndü. “Onun seni sevdiğini biliyorsun değil mi?”
Defne başını aşağı yukarı salladığında gözleri dolmuştu. Ölüm korkusundan mıydı yoksa kendini mi affettirmeye çalışıyordu, anlamıyordum. İçimde bir yerlerde Defne'ye karşı nefret aradım fakat öyle bir duyguyu bulamadım; ihanet hissi vardı elbet ama bir yanım neden onun ölmemesini istiyordu bilmiyordum. Belki de Giray içindi, belki de nedenlere inana inana onun da nedenleri olabileceğine inanmaya başlamıştım.
Tugay, “Sikeyim,” diye inledi. “Birçok şey uyuşsa da birçok şey uyuşmuyor, hain sen olamazsın çünkü eğer hain olsaydın çok daha fazlasını yapacak kadar bilgi var elinde, bunu biliyorum.” Bir anda uzanıp sertçe Defne'nin ağzındaki bezi açtı, Defne büyük bir nefes verdi. “Sen hain değilsin,” dedi baskın bir sesle. “İhanet ettin ama en başından beri yanımızda olan o hain değilsin.”
Defne'nin gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığında korkunun gözyaşları olduğunu anladım. “Beni öldürürsen,” dedi Defne üstün bir sesle ama bir yandan da titriyordu. “Seni hayatı boyunca affetmeyecek, bunu çok iyi biliyorsun.” Bir anda bana döndü. “Beni öldürürse Nida ölür, bunu da biliyorsun.” Başını salladığında gözlerindeki korkunun yanındaki kin duygusu açıkça okunuyordu. “Beni öldüremezsin, ben senin yok edemeyeceğin bir bombayım Tugay Demir Çeviker, boşu boşuna o silahı alnıma dayıyorsun.”
Tugay'ın boğazından hırıltılı bir nefes döküldüğünde, “Fakat ben seni öldürebilirim, Defne,” dedim hiç ummadığı anda, ardından cebimde tuttuğum cam parçasını açığa çıkardım ve Defne'nin boynuna dayadığımda gözleri bu kez korkuyla bana döndü. “Çünkü tepedeyiz, şu an kimse senin burada olduğunu bilmiyor. Öldürürüm seni, ardından bunu sadece biz biliriz, gerisi emin olamaz. Giray'ın nefretini de ikizi değil, ben kazanırım.”
Defne kaşını kaldırdığında gözünden damlayan yaşı omzuna sildi ve sonrasında, “Beni neden öldürmemen gerektiğini sen de çok iyi biliyorsun aslında,” dedi hem tehditvari hem de bana anlaşmayı göstermek istiyormuş gibi.
“Tugay,” dedim Defne'nin yüzüne bakarken. “Nida nerede?”
“Bizimle,” yanıtını duyduğumda tebessümüm daha fazla genişledi, Defne ise yutkundu fakat korkusunu gizlemeye çalıştı.
“O halde bazı kurallar esnetiliyor gibi görünüyor ha?” diye sordum Defne'ye. “Bana seni öldürmemem için tek bir sebep sunsana, Defne.”
Defne sunabilecek birçok neden varken yine en acımasız olanını seçip, “Giray,” dedi sesi titrerken. “Onun senden nefret etmesini umursamıyor olabilirsin ama onun üzülmesini ister misin?” Bakışları Tugay'a döndü. “Beni şimdi öldürdüğünüz an, hiçbir gerçeği tam anlamıyla bilmeyecek.”
Çenem kasıldığında ona karşı nefret duygusunu hissetmeyi bekledim fakat yine yoktu; hissedemiyordum. Cam parçası boynuna dayalıyken kısık bir sesle, “Problem BL Örgütü değil, değil mi?” diye sordum. “Problem Tugay da değil, hatta Krallık'tan sen de nefret ediyorsun.” Hiçbir cevap vermeden bana bakmaya devam etti. “Problem benim, öyle değil mi Defne? Problem Sinan bile değil, problem tamamen benim.”
Bakışları yeniden Tugay'a kaydığında ifadesine yenilmiş bir kadın yüzü geldi, bir kez daha yutkundu ve sonrasında gözlerinden yaşlar yeniden dökülmeye başladığında bu kez korku değil, tamamen duygularından ibaretti. “Senelerimi örgüte verdim,” dedi Tugay'a bakıp ve sonrasında da bana dönerek. “Kimse beni buna zorunlu tutmadı elbet ama kaç kez ölümden döndüm, kaç kez boyun eğdim bilmiyorum. Beni burada tutan ise hiçbir zaman aşk değildi, savaşma isteği ve kardeşimin öcünü almaktı ama bir süreden sonra işler değişti.” Tugay'ı çenesiyle işaret etti. “Askerindik, her şey tamamdı ama sonrasında bir avukat geldi. Bu kıskançlık değil, onu örgüt lideri yaptın, hayır yine kıskançlık değil, o her şeyin üzerinde tutuldu, hayır hayır yine kıskançlık değil ama ben, o ve koruması tarafından vurulduğumda kimse yanımda değildi benim. Öldüğüm düşünüldü, gözlerimi açtığımda yanımda Giray'dan başka kimse yoktu. Örgütteki birçok kişinin götünü kurtarmışımdır ama hiçbiri beni umursamadı, hatta şu Gamze bile beni umursamadan Sinan'la yakınlık kurmaya devam etti. Eğer vurulan sen olsaydın,” gözleri bana döndüğünde bir damla yaş düştü, “bu örgütte taş, taş üzerinde kalmazdı, ben vuruldum, tek bir taş bile titremedi. Tek konuşulan ihanet oldu, hatta öyle ki uyandıktan sonra bile hâlâ şüpheli bakışlarla karşılaştım. Hiçbir anlamım kalmadığını düşündüğümde ise orada Sinan vardı, o masada duruyordu, beni vurmuştu ama oradaydı işte ve ben silik bir ruhtan ibarettim. Bütün emeğim, bütün ölümden dönüşlerim, bütün o askerliğim,” yeniden Tugay'a baktı, “hepsi hiç oldu. Yerime kimse intikam almadı, kimse beni düşünmedi. Giray bile.” Çenesini kaldırdı, hiç pişman değilmişçesine. “Ben de gururumu hiçe saydım, kendimi sattım ve seni onlara verdim.” Bakışlar yeniden bana döndü. “Ölseydin üzülmezdim fakat ölmeyeceğinden emindim çünkü anlaşmayı en başından itibaren biliyordum. Sen ve Sinan gittikten sonra her şey normale dönecekti.” Büyük bir nefes verdi. “Şimdi bir ihanet yüzünden beni öldürüyorsanız öldürün fakat bunu yaparken ikili oynamayın, başka bir ihaneti affettiğinizi de unutmayın.”
Konuşması son bulduğunda gözlerinde korku yoktu fakat bir başkaldırı olduğu çok açıktı. Sessizce ona baktığımızda gözlerimi Tugay'a çevirmedim ama derin nefesini işitebiliyordum. Cam parçası hâlâ boynuna dayalıyken o an aslında onu öldüremeyeceğimi çok iyi biliyordum. Bunu başaramayacağımı.
“Her şey bir yana,” dedi Tugay bütün konuştuklarına yorum getirmeyerek. “Bunu Giray'a yaptın.”
Kaşlarını kaldırdı. “İkizini iyi tanıyorsun, Tugay Demir Çeviker, bu şekilde ona konuşsam sence beni affetmez mi? Beni anlamaz mı?” Nasıl da zeki bir kadındı aslında. “Beni öldürmek istiyorsun çünkü ikizini senin himayenden aldığımın da farkındasın bir yandan. Sinan'ı öldürtmek istesem öldüremez miydim sanıyorsun?” Yeniden bana baktı. “Ben öldüremez miydim peki?” Dilini damağına vurup başını iki yana salladı. “İhanete karşılık ihanet daha harika bir plandı. O siktiğimin Krallık'ı umurumda bile değil, o X denilen herif de ve geriye kalan hiçbir şey. Tek bir şeyden eminim ben.” Öne doğru eğildi hafifçe, cam parçası boynuna neredeyse saplanacaktı ama korkmadı. “Ben örgüte hiç ihanet etmedim ama örgüt bana aylar önce ihanet etti.”
Tugay bir şey söyleyeceği sırada lafını kesip, “Her şeyi anlıyorum,” dedim baskın bir sesle. “Anlamaya çalışıyorum ama ne var biliyor musun?” Yüzümü buruşturdum. “Sen geçip beni bıçaklasaydın affedilirdi, sen bir çocuğu, benim kardeşimi öldüren bir adamın yanında yer aldın. Bu cümleleri kuran keskin zekâ beni başka türlü de alt etmek için planlar üretebilirdi ama sen, kanı bozuk bir adamla anlaşma yapmayı kabul ettin. Bu konuda kendini nasıl affedeceksin Defne? Kardeşim diyorsun, kardeşin seni nasıl affedecek?”
Defne çenesini sıktığında gözleri bir kez daha doldu ve bu kez gerçek bir öfke vardı. “Çünkü başka kimsem yoktu, düşmana sığındım.” Konuyu kapatıp duruşunu dikleştirdi. “Şimdi hanginiz beni öldürüyorsanız öldürün ve sonrasında bu aptal hayatınıza devam edin, çabuk olun.”
Gözleri hem çok boş bakıyordu hem de fazlasıyla öfkeli. Bakışlarım boynuna dayalı cam parçasına döndüğünde büyük bir nefes verdim, ardından cam parçasını aşağıya doğru indirdiğimde benimle aynı anda, bunu yapamayacağını fark eden Tugay da silahını aşağıya indirdi.
“Ölüm korkusu olmadan bana bir cevap ver,” dedim başımı sallayarak. “O gün arabada Giray'ı hiç sevmediğini söyledin, bu doğru muydu peki? Yoksa öfkeden dolayı mıydı? Çünkü bana olan öfkenle hiçbir ilgisi yok bunun.”
Sessizlik oldu. Defne'nin hislerini anlamaya çalıştım ama bariz hiçbir sonuca varamadım. Neredeyse birkaç dakika sessiz kaldıktan sonra dudaklarından, “Sevdim,” döküldü ve sonrasında daha kırıcı olanı söyledi. “Ama hiçbir zaman onun bana duyduğu gibi bir sevgi değildi bu.”
“Sikeyim,” dedi Tugay dişlerinin arasından ve sağ elinin yumruk halini aldığını gördüm.
“Kardeşimin intikamını almam gerekiyordu,” dedi Defne, Tugay'ı görmezden gelip bana konuşarak. “Ve tek çarem ya Giray'a yaklaşmaktı ya da Tugay.” Dudaklarım aralandı. “Tugay'ın hiç umurunda olmadım ve sonrasında kafamın içinde tamamen duygusuz bir adam olduğunu düşünüp eledim.” İmayla gülümsedi. “Ve öyle değilmiş.” Gözlerinde kırgınlık mı vardı? “Ve belki de onunla olsaydım bu şekilde ötekileştirilmeyecektim öyle değil mi?” Başını salladı. “Giray'a yaklaştım, zorladı ama sonunda onu elde ettim. Onu elde etmek beni bu örgütün liderlerinden birisi yaptı. Güç, saygı ve sevgiyi kazandım. Onu sevdim elbet ama hiçbir zaman aşk değildi bu. Zamanla âşık olabileceğimi düşündüm ama o, biz âşık olsak bile sevgili ikizinin kurallarından dolayı bunu gizlemek istedi. Ben güç seviyordum, acımasızlık seviyordum ama Giray fazla merhametliydi.” Omzunu indirip kaldırdı. “Uymuyoruz işte birbirimize, hiç uymadık.” Başını salladı. “Eğer merak ediyorsanız o gün vurulmasaydım da seninle bir savaşım olurdu Eftalya, hatta belki de Giray'ı da yanıma alıp savaşırdım sizinle ama o gün, bütün dengelerimi kaybettirdi.” Gözlerini kapatıp büyük bir nefes aldı ve Tugay'a baktı gözlerini açıp. “Aslında senin kurallarını gerçekleştiren tek kişi bendim, duygusuzdum, sevemiyordum ve sadece bir askerdim. Sen de dahil hiçbiriniz bu kurallara uymadınız.”
Tugay dişlerinin arasından, “O,” dedi ikizini kastederek. “Senin aksine, sana öylesine âşık ki bana her şey son bulduktan sonra seninle evlenebileceğini bile söyledi.” Yutkundu, acısını hissediyordum, öyle bir acıydı ki belki de ikisinin paylaştıkları bizim bildiklerimizden bile çok daha fazlaydı. “Bunu hiçbir zaman hak etmedi.”
“O halde bırak da oyunuma devam edeyim, Tugay,” dedi Defne duygudan uzak bir sesle. “Onu kandırayım, o pembe bulutların çevresinde onunla dans edeyim ve bu bizim aramızda sır olarak kalsın.” Gülümsedi, duyguları o kadar karmaşıktı ki anlayamıyordum. “Şimdi de bana geçip kardeşime gerçekten âşık ol kuralı mı koyacaksın?”
Başımı ağır ağır iki yana sallarken, “Sana inanmak istemiyorum,” dedim kendimi tutamayarak. “Ona nasıl baktığını gördüm, ona bakışların...”
Defne lafımı bölerek, “Eftalya,” dedi baskın bir sesle. “Ben hayatımda sadece tek bir kişiye âşık oldum ve o, şu an burada değil.”
Dudaklarım aralandığında kalbim acımaya başlamıştı Giray için fakat tam o esnada dönme dolap yüksek bir ses çıkarıp hareketlendi ve yavaş yavaş aşağıya inmeye başladı. Aşağıya doğru baktığımda Giray'ın bunu yaptığını gördüm, kimse engelleyemiyordu, âdeta çıldırmış gibiydi.
“Ben,” dedi Tugay çaresizce, hatta hiçbir yolu yokmuşçasına. “Ben ne yapacağım?” Elinde tuttuğu silaha baktı, sonra Defne'nin yüzüne ve en sonunda aşağıya. Gözleri bana döndüğünde öyle çaresizdi ki yutkunmakta zorlandı, bunu Defne'den de gizlemedi. “Ben ne yapacağım?” diye fısıldadı bana doğru. “O benim kardeşim.”
Aşağıya yaklaşırken sadece birkaç saniye düşündüm ve sonrasında Defne'ye dönüp, “Bütün bunları Giray'a itiraf edeceksin,” dedim başımı sallayarak. “Yüzüne, her şeyiyle. Ve sonrasında çekip gideceğini söyleyeceksin.” Tugay'a baktım. “Onu biz tutacağız, hem bu şekilde o anlaşma diye bahsedilen kuralı çiğnememiş olacağız hem de sırtlanın inindeki yılanın zehrini elimizde tutacağız.” Defne ürkütücü bir ifadeyle güldü. “Şu an bunu yapmayacağını düşünüyorsun değil mi Defne? Güçlü olduğunu ve ne yaparsan yap alt edebileceğini.” Ben de onun gibi gülümsedim. “Ama ne var biliyor musun? Seni öldüremem fakat elinden sevdiğin birini alabilirim.”
“Kimsem yok,” dedi Defne rahat bir sesle.
Üstün bir sesle “Âşık olduğun o adam,” dedim, Defne'nin yüzündeki ifade değişti. “Çünkü ben, o adamın kim olduğunu çok iyi biliyorum.”
Defne'nin yüzündeki gülümseme silinirken ne diyeceğini bilemedi ve afallayarak, “Blöf yapıyorsun,” dedi fakat neredeyse aşağıya varmıştık. “Sadece tahmin edebilirsin, kim olduğunu hiçbir zaman bilemezsin.”
“Beni küçük görme,” dedim gülümsemeye devam ederken. “İstersen dene şansını ve sonrasında neler olduğunu gör.” Ona doğru yaklaştım, bir anlık korktuğunu hissettim. “Tugay'ın tek derdi sarayı kurtarmaktı ama ben o sarayın içindeydim, bütün her şeyi görebiliyordum, entrikaları anlayabiliyordum. Belki blöf belki de gerçek, bunu sen de hiçbir zaman bilemeyeceksin ama aşağıya indiğimizde söylediğin her cümle bir risk.” Defne'nin öfkeden kızardığını gördüm. “Şimdi sen bir karar ver asıl.”
Başka yüksek bir sesin ardından kabin en aşağıya geldiğinde kapılar açıldı ve kapıların açılmasıyla beraber Giray'ın yüksek sesini işittik. “Defne!” dedi korkuyla, ardından içeriye atılmak için hamle yaptı ama onu arkadan tutan tek kişi Marco'ydu.
Sadece birkaç saniye daha bakıştık Defne'yle ve kabinden ilk inen kişi ben oldum, benim ardımdan Tugay elindeki silahını beline sıkıştırmadan aşağıya indiğinde Giray o silahı gördü. Sonrasında kabine atladı ve hızlı bir şekilde Defne'nin bağlı olan ellerini açtı, ardından onu kendisine çekip öyle bir sarıldı ki kalbimdeki acı daha fazla katlandı. Alnından öptü, saçlarını okşadıktan sonra bir kez daha sarıldı. Omzunun üzerinden bana bakan Defne'nin yüzünden hiçbir ifade okunmuyordu.
İkisi beraber o kabinden indikten sonra gecenin karanlığında Giray bir anda ikimize döndü ve sonrasında Tugay'ın elinde tuttuğu silaha baktı. “Sen,” dedi dişlerinin arasından, ardından bağırmaya başladı ve Tugay'ın üzerine yürüdü, Tugay hareket bile etmedi. “Bunu ona bir kez daha yaptın, öyle mi? Bir kez daha ondan şüphelendin öyle mi?” Daha yüksek bir sesle bağırmaya başladı. “Ondan şüphelenemezsin! O bana, bize hiçbir zaman ihanet etmez! O arabada birinin ihanet ettiğine inanıyorsun ama o arabadaki herkes günlerce tutsak kaldı! Gamze geldi, Defne hâlâ o adamın elinde tutsaktı! Geldiğinde dayak yemişti! Hâlâ ondan nasıl şüphelenebilirsin?” Bakışları bir anda bana döndü. “Ve sen her seferinde benim âşık olduğum kadının suçlu çıkmasına nasıl zemin hazırlayabilirsin? Bunu nasıl engelleyemezsin? Beraberdiniz, o hücredeydiniz!” Diğerlerine döndü sertçe. “Hepiniz ondan şüpheleniyorsunuz!” Gamze'nin kolunu tuttu bir anda ve Marco'yla Sinan aynı anda öne doğru bir adım attı ama Giray'ın amacı canını yakmak değil, onu sarsmaktı. “Sana sordum, baş başaydık ve sordum, Defne konuşmuyor, hiçbir şey anlatmıyor, canı çok yandı mı dedim. Yandı, dedin bana. Şimdi buna nasıl boyun eğebilirsin?” Saçlarını kavrayıp herkese dönüp baktı. “Ondan uzak duracaksınız, Defne'den uzak duracaksınız.”
Tugay nefesini verdi ve benim bakışlarım Defne'ye kaydı, ardından tek kaşımı havaya kaldırdım. Bu kez onun iki yolu vardı, ya itiraf edecekti ya da inkar edecek ve âşık olduğu adamın zararını engelleyecekti.
“Giray,” dedi Defne yüzüme bakarak. “Beni dinle, sana söylemem...”
Giray bir anda Defne'nin yüzünü avuçlarının arasına aldı. “Bir şey söylemek zorunda değilsin,” dedi baskın bir sesle. “Hiçbir şey söyleme, savunma bile kendini, biliyorum ben. Anlatmadığın her şeyi de biliyorum, yaktılar canını ama bir de burada yanıyor canın.” Daha sıkı tuttu yüzünü. “Lütfen,” dedi Defne'ye, Defne ise ona ciddiyetle bakmaya devam etti. “Ben her şeyi biliyorum, sakın savunma bile. Bırak ne düşünürlerse düşünsünler.”
“Giray...”
Giray, Tugay'a döndü ve bir anda elinden silahı tutup çekti ve bana doğrulttu. “Bunu yapmam mı gerekiyor?” dedi bir anda. “Beni anlaman için.”
Tugay sakince Giray'ın yüzüne bakarken ben de aynı sakinlik içindeydim çünkü bunu yapmayacağını hepimiz biliyorduk ama yine de herkesin gerildiğini anlıyordum. “Giray,” dedi en sonunda Tugay. “Defne'yi dinle.”
“Dinleyecek bir şey yok!” diye bağırdı Giray ve silahı aşağı indirip geriye doğru bir adım attı. “Ne istiyorsun? Bütün bu cehennemin ortasında beni de kaybetmeyi mi? Eğer bunu istiyorsan...”
“Giray,” dedi Tugay bir kez daha. “Defne'yi dinlemekten kaçma çünkü bunu bilerek yapıyorsun.”
Giray kasıldığında dudakları aralandı ve sonrasında gülmeye başladı, ardından ciddileşti. “Neden kaçacağım ki?”
“Çünkü,” dedi Tugay. “İnsan hisseder.”
Giray başını inkarla öyle bir iki yana salladı ki gülüşü kahkahaya dönüştü. “Sen şu anda beni manipüle etmeye çalışıyorsun çünkü...”
“Giray,” dedi bir anda Defne baskın bir sesle. “O arabada ihanet eden kişi bendim, Eftalya ve Gamze'yi X'e verdim.”
Giray gözlerini Tugay'dan ayırmıyordu fakat Defne'nin cümleleri öyle bir tokat etkisi yaratmıştı ki yüzündeki gülümseme donup kaldı. Her şeyi beklerdim, Defne'ye bağırmasını, haykırmasını, hatta yeniden gülmesini ve belki de bana çıkışmasını ama bir anda elindeki silahı çıkarıp Tugay'ın alnına dayadığında irkilip öne doğru gittim çünkü bu kez bunu yapmayacağını düşünmüyordum, gözlerindeki ifade bana aksini söylüyordu. “Onu tehdit mi ettin?”
Tugay hiçbir şekilde hareket etmeden Giray'ın gözlerinin içine bakarken her ne görüyorsa öyle bir merhamet oturdu ki altdudağının hafifçe titrediğini fark ettim.
“Giray,” dedi Defne arkasından. “Beni kimse tehdit etmedi, doğruları söylüyorum.”
Giray yeniden Tugay'ın gözlerinin içine baktı. “Neden böyle söylüyor?” dedi sanki Tugay her şeyin suçlusuymuş gibi. “Neden bunu söylemesini istedin?”
“Giray!” diye bağırdı Defne bu kez. “Şu üç maymunu oynamayı bırak ve bana bak! Gerçekten o arabanın içinde Eftalya'yı ve Gamze'yi X'e verdim, onunla anlaşma sağladım, X'in bütün planına ayak uydurdum. Gamze bunu söylemek zorundaydı, Eftalya gizlemek zorundaydı çünkü eğer bunu yapmazlarsa Nida ölecekti fakat köşeye sıkıştım, şu an itiraf etmek zorunda kaldım!” Giray, Tugay'ın yüzüne bakmaya devam etti, elindeki silah titriyordu fakat aşağıya indirmemişti. “Çünkü benim intikamımı kimse almadı, kendi intikamımı kendim almak istedim! Onu bu örgütte istemedim!”
Giray'ın gözünden bir damla yaş düştüğünde Tugay'a çok kısık bir sesle, “Sen söyletiyorsun,” dedi, ardından canımı acıtan o cümleyi kurdu. “Lütfen. Ben söyletiyorum de.”
“Ve zaten sen bunu hissediyordun,” dedi Defne bir anda. “Gözlerinden anlamaz mıyım sanıyorsun? Şüpheleniyordun benden ama kaçtın, şimdi de kaçıyorsun, kendini kandırmayı tercih ediyorsun. Aptallığı bırak, açıkça sana itiraf ediyorum, o arabada ihanet eden bendim!”
“Lütfen,” diye fısıldadı Giray bir kez daha ve elindeki silah yavaşça aşağıya inerken gözünden başka bir yaş daha düştü. “Bunu sen yaptırırsan söz hiçbir şey demem, bir kez ben yaptırdım de, Defne ne derse desin inanmam.”
Defne öne doğru atıldı, ardından Tugay'ın önüne geçip silahın bir anda kendi alnına dayanmasına sebep oldu, Giray'ın tam gözlerinin içine bakarken, “Bana bak,” dedi, Giray onun gözlerinin içine baktığında öyle bir dudaklarını birbirine bastırdı ki elindeki silah daha fazla titredi. “Ben yaptım, Giray.”
Giray kısık bir sesle, “Seni,” dedi. “Buna zorunlu mu tuttular?”
“Hayır.”
“Peki Krallık mı zorunlu tuttu?”
“Hayır.”
Giray başını omzuna doğru yatırdı. “Bir nedeni olmalı,” dedi, “tek neden yediğin kurşunlar olmamalı. Bir nedeni olmalı.”
Defne hiç beklemediğim şekilde dürüst olarak, “Birçok nedenim var, Giray,” dedi. “Ve seni bu nedenlerle kandırabileceğimin de farkındayım ama bunları dinleme, bilme, önemseme. Ben X'le işbirliği yaptım.”
Giray dudaklarını ıslattı, silahı indirmek istedi ama Defne bileğini tutup alnına daha fazla yasladı. “Pişman mısın peki?” dedi Giray onu aklamak istermiş gibi.
“Değilim.” Öyle dürüst konuşuyordu ki Marco'nun bile hareketlenip yumruklarını sıktığını gördüm.
“Haklısın aslında,” dedi Giray bir anda, Defne kendini bile savunmuyorken onu savunmaya geçerek. “Sen vuruldun, kimse yanında olmadı sonra şu herif,” Sinan'ı işaret etti, “bizimleydi, kimse seni umursamadı, saygı duymadık ve...”
“Giray.” Defne bıçak etkisi yaratacak şekilde ismini söyledi. “Aklından geçeni sor, hissettiğini sor.”
Giray'ın çenesi titremeye başladığında o sorunun ne olduğunu hepimiz biliyorduk ama dile getirmesi gereken kişi Giray'dı. Sessizlik devam ederken dakikalara dönüşmeye başladı; yağmur hafif hafif yağmaya devam ederken gözlerim bir anlık diğerleriyle kesişti. Hepsinin yüzündeki ifade aynıydı: ihanet. Bana olan ihaneti değil, Giray'a olan ihaneti.
“Sorsana Giray,” dedi Defne bir kez daha. “Bütün bunları siktir et, bana o soruyu sorsana.”
“Ama soramam ki,” dedi Giray. “Sorarsam senden nefret ederim ben. Senden nasıl nefret edilir ki?”
Defne yutkunduğunda Giray'ı gerçekten sevdiğini görebiliyordum ama sahiden de bizim sandığımız gibi değildi çünkü bakışlarına oturan bir acıma duygusu da vardı. “Sor.”
“Sen benim bu hayattaki ilk aşkımdın.”
“Sor.”
“Ve bunu biliyordun.”
“Giray,” dedi Marco dayanamayıp.
“Biliyordun, her şeyimi biliyordun.”
Defne'nin sesi titremeye başladığında artık acıma, vicdan azabına dönüşmüştü, görebiliyordum. “Sor,” dedi sanki son kez.
Giray'ın dudaklarından tek bir soru döküldü. “Birazcık bile mi?” Çaresizlik. Birazcık bile sevse onu affedecekti, bu öyle çaresiz bir histi ki boğulduğumu hissettim.
Defne bir saniye bile düşünmedi. “Bunun adı aşk değildi, hiç olmadı. Başka birine âşıktım ben. Hep.”
O an kalbinin ortasına hançeri yiyen sanki bendim; senelerdir beraberlerdi, Giray için her şey demekti, biliyordum çünkü ona baktığında sanki canını bile verebilecekmiş gibiydi. Fakat bazen nedenler de olmazdı, bunu da anlayabiliyordum. Defne bir insandı; öylesine bir insandı ve bunu yapmıştı. Bir nedeni olsun isterdim, bir intikamı, bir öfkesi, hatta kandırsın istedim ama hayır Defne, Giray'ı sevmiyordu çünkü başka birine âşıktı.
Giray'ın gözünden sanki son bir damla yaş düştü, sanki son kez nefes aldı ve sanki son kez eli titredi. Büyük bir nefes verdi ve iç çekti, o iç çekişe bütün hisleri doldu sanki ve geri verdiğinde o hislerin ölümünü gördüm.
Elinde tuttuğu silah aşağıya doğru indiğinde başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve sonrasında gülümseyerek, “Biliyordum aslında,” dedi. “Ama işte insan aşk ne bilmeyince bir yalana bile inanabiliyor, ben o yalana inanmayı seçtim.”
Tugay başını önüne eğdiğinde gözlerini kapattı ve sonrasında, “Sen ne istersen o olacak,” dedi Giray'a. “Bu kez benim kurallarım geçerli değil, senin kuralların geçerli.”
Giray geriye doğru bir adım attı ve sonrasında bakışları bize kaydı. İlk bana döndü. “Onu öldürmek istiyor musun?” diye sordu. “Sana ihanet ettiği için.”
Hiç düşünmeden “Hayır,” dedim.
Bu kez Tugay'a döndü. “Onu öldürmek istiyor musun? Örgütüne bu hatayı yaptığı için.”
“Sen ne istiyorsan,” dedi Tugay sanki emirler Giray'dan geçiyormuş gibi. “Sen ne istiyorsan o olacak.”
Giray başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve sonrasında son kez Defne'ye baktı. “Gidebilirsin.”
“Ne?” dedi Marco sert bir sesle. “O ihanet etti.”
“İhanet ettiği insan onu öldürmek istemiyor,” dedi Giray sadece.
“O hata yaptı,” dedi Gamze bu kez.
“Hata yaptığı insan kararı bana bırakıyor,” diye mırıldandı. “Ben de gitmesini istiyorum.”
Defne bile bu yanıtı beklemediği için oldukça şaşkındı ve biliyordum, Tugay'a dönüp baktığımda onun da bildiğini gördüm. Defne'nin öylece çekip gitmesi içimizden bir düşmanın artık özgür olması demekti.
Ve bunun dışında Nida'nın ölüm fermanıydı.
“Tugay,” diye fısıldadım fakat beni duymazdan geldi.
“Öylece çekip gittikten sonra bize yapabileceklerini düşünebiliyor musun peki?” dedi Marco sert bir sesle. “O bizim yanımızdayken bile ihanet...”
Giray gülümseyerek Defne'ye baktı, ardından ona doğru bir adım attı; bu hareketi alnına dayalı olan silahtan daha korkutucu gelmişti gözüme. “Elinden geleni ardına koymasın,” dedi Marco'ya ama cümleleri Defne'ye yönelikti. “Bırakın her kötülüğü yapsın, sınırlarını göstersin bize. Şu an hiçbir şey yapamam ama bir gün ona neler yapabileceğimi de en iyi Defne bilir. Çünkü sevgimi bildiği kadar nefretimi de biliyor.”
Defne yutkunduğunda korktuğunu anladım; Giray tarafından sevilmeyi tatmıştı ama Giray tarafından nefret edilmek onun korkusuna dönüşmüştü.
“Peki ya sana yaptığı?” dedi Gamze kendini tutamayarak. “Bunun bir cezası...”
“Bir insanı seni sevmediği için suçlayamazsın, cezalandıramazsın, öldüremezsin,” diye fısıldadı. “Sevmiyorsa sevmiyordur; ben hiç sevilmemişim.”
Marco sertçe nefesini verdi. “Ona hâlâ kıyamıyorsun.”
“Hayır,” dedi Giray ve sonrasında elinin tersiyle Defne'nin yüzüne dokundu, okşadı; bir tokat etkisinden bile daha ağırdı Defne için çünkü beklediği bunlar değildi. Giray'ın her hareketi daha büyük bir vicdan azabıydı. “Ben artık kendime kıyamıyorum çünkü biliyorum, şu an ona ne yaparsam yapayım sonrasında bunun pişmanlığını yaşayacağım. Değer mi?” Eli çenesine kaydı, hafifçe kaldırdı, ardından gülümsedi ve geriye çekildi. “Değmez.”
Defne'nin dudakları aralandığında Giray, Defne'ye gitmesi için başıyla işaret verdi. O an gitmesini hiç istemesem de engelleyemedim, Tugay da engelleyemedi.
Defne'nin bir şey söylemesini bekledim, son bir cümle, belki bir veda, belki de bir özür. Ama hiçbiri yoktu; belki yüzü yoktu belki de düşündüğümden daha kötü bir insandı. Ağlamadı bile, hatta gözlerinde pişmanlıktan ziyade vicdan azabından başka hiçbir şey yoktu.
Giray'ın yüzüne bakarak geriye doğru adımladı ve sonrasında sırtını dönüp yürümeye başladı. Dönüp bir kez daha bakmasını bekledim ama bakmadı; karanlıkta kaybolurken sessizce arkasından bakmaya devam ettik.
“Eskiden üzerinde ceketi yok diye üşümesinden korkardım,” dedi, halbuki eskiden dediği dakikalar öncesiydi. Dudakları aralandı, bir şey söylemek istedi ama sonrasında hiçbir şey söylemedi.
Büyük bir nefes verdim, Gamze'yle birbirimize baktık ve sonrasında aynı anda, “Nida,” dedik. “O şu an büyük bir tehlikede.”
“Değil.” Giray çok netti. “Çünkü onu başka bir yere aldım, buraya gelmeden önce.”
Kaşlarım havalandığında Tugay, “En başından beri biliyordun aslında,” dedi.
Giray, “Ben aptal bir adam değilim,” dedi. “Sadece kendimi kandırmaktan keyif alıyordum ve ihtimallere tutunuyordum.” Gözlerini kıstı, sol kolunu kaldırdı ve saate baktı. “Hatta,” dedi rahat bir sesle. “Onu çok iyi tanıdıysam eğer şüphelendiğimin farkında olduğu için onu öldürebileceğimi düşünerek bir tedbir almıştır.”
“Nasıl yani?” dedi Gamze fakat bu soruyu sorduğu anda uzaktan, son hızda bize doğru yaklaşan arabaları gördüm. Tam beş araba bize doğru yaklaşırken gözlerim kocaman açıldı.
Giray başka bir ihanetle başını salladı. “İşte tedbir,” dedi. “Bir kez daha ihanet etti ve yeniden karşıma çıktığında onu öldüreceğimi bilerek yaptı bunu.”
Birbirimizle konuşmamıza fırsat bile kalmadan arabaların bir tanesinin içinden bize bir kurşun sıkıldı, kurşun arkamızdaki duvara isabet ettiğinde, “Sikeyim,” dedi dişlerinin arasından Tugay, ardından beni bir anda kendisine doğru çekip arkasına aldığında dönme dolabın demirinin arkasına geçti ve önüme etten duvar ördü.
Marco'yla Gamze sağa doğru koşarken Sinan bizim yanımızdaki demirin arkasına geçti. Giray ise hareket etmeden belindeki silahı çıkardı ve tek bir kurşun sıktı, o kurşun bir arabanın şoförüne denk geldiğinde araba takla attı. Gözünü öyle bir karartmıştı ki ne ölmekten korkuyordu ne de artık eskisi gibiydi.
Fakat bunları düşünmeye bile vaktim yoktu çünkü silah sesleri art arda yükselirken Tugay beni sertçe önüne çekti, belime sarıldı ve silahı sağ elinde sıkıca tuttu. Büyük bir nefes verdi, nefesi saçlarımda gezindi, ardından demirin arkasından çıkıp iki el ateş etti ve saklandığı yere geri girdi. O sırada beş araç bulunduğumuz yerde durdu ve içinden neredeyse kırka yakın adam indi.
Giray koşarak hemen karşımızdaki duvarın arkasına geçtiğinde kapana kısıldığımız çok belliydi.
Gamze bulunduğu yerden çıkıp iki el ateş etti ve yerine döndüğünde Marco'nun hafifçe onun önüne doğru geçtiğini gördüm. Kısık sesle, “Delirmiş gibi davranmayı bırak,” dedi. “Savunma yap, onları öldürmeye çalışma.”
“Bana emir verme,” dedi Gamze de sert bir sesle.
“Veriyorum.” Marco'nun kaşları çatıldı ama Gamze bu kez yine dinlemedi ve demirin arkasından fırlayıp iki üç el ateş ederek karşı demirin olduğu yere geçti.
“Al o emirleri,” dedi Gamze, ardından sırıttı. “Mandalinalarının içine koy Marco çünkü ben senin askerin değilim.”
Sinan derin nefes alırken Marco, Sinan'a dönüp kısık bir sesle, “Delilik yapmasını engelle,” dedi. “Stres anlarında ne yaptığını bilmiyor.”
Sinan, Marco'nun söylediğinden sonra kaşlarını kaldırdı, her ne kadar ikisinin arasında yaşananları bilmese de Marco'nun ona güvenmesi bozguna uğratmış olmalıydı. Bulunduğu yerden hızlıca ayrılırken kendisini korumaya aldı ve geri geri yürüyerek Gamze'nin hemen yanına gitti. Adamlar gitgide bize yaklaşırken ne kadar kendimizi savunursak savunalım hiçbir fayda etmeyeceğinin farkındaydım.
Ve bütün bu faydasızlığın ortasında bile Tugay'a dayalı olan sırtımdan dolayı kendimi güvende hissediyordum. “Tugay,” diye mırıldandım. “Kaçışımız yok gibi görünüyor, kapana kısıldık ve ben şimdi susmak istemiyorum. Senin hep söylediğin gibi, zamanımız yok bizim; an, şu an. Kolların bana dolanmışken öldürmek istemiyorum şu anı.” Nefesimi verdim ve geri alırken, “Özür dilerim,” dedim, “doksan bir gün boyunca bizsiz kaldığımız için ve özür dilerim, bir daha biz olmayacaksak bile seni üzdüğüm için.”
Tugay belime sarılı olan koluyla beni kendisine daha fazla yasladı, sıcak teni, tenimi kavurmaya başladı. Vücudumuz neredeyse tek bir vücut halini aldığında uzun boyundan dolayı çenesi saçlarımın tepesine dokundu. “Kalbin korkudan yerinden çıkacak gibi atıyor.”
“Korkudan değil,” kendimi tutamayarak. “Aylar sonra ilk kez bana sarılıyorsun ve bu beni korumak için. Aylar önce de bana ilk sarılışın aynı bu şekildeydi. Tarih tekrar ediyor, biz yine seninle yan yanayız.” Gözlerimi kapattım ve geri açtığımda sol elimi, sol protez elinin üzerine koydum. “Vardı bir nedenim, bu sence bizim için yeterli değil mi?” Omzumun üzerinden ona doğru baktığımda dudağıyla dudağımın arasında neredeyse birkaç santim vardı. “Tugay,” dedim dudaklarına doğru. Onun da sırtıma dayalı duran göğüs kafesi kalkıp iniyor, nefesi hızlanıyordu, kalbi ise hızlıydı. Sağ elini yavaşça tuttuğumda silahı elinden aldım ve sonrasında avcunun içinden öptüm, ben yokken oluşan bütün yanık izlerinden öperken gözlerimi gözlerinden ayırmadım. “Gözlerime bak,” diye fısıldadım. “Ne görüyorsun?” Tugay yutkunduğunda belime sarılı eli yukarıya doğru tırmandı. “Bak ve gör çünkü ben bu zamana kadar sen hiçbir şey söylemeden gözlerinin içine bakarak anladım her şeyi. Dile getirilmeyenleri, dile getiremediklerini.”
Tugay'ın dudakları aralandığında nefesi yüzüme çarptı. “En çok neyi gördün?” diye sordu.
Hiç düşünmeden, “Bağlılık,” dedim. “Ve kader.” Başımı salladığımda gözlerimi kapattım ve alnımı çenesine yasladım, kokusunu içime çektim. “Biz seninle bütün tercihlere, bütün yanlışlara ve bütün terk edilişlere rağmen yine birbirimize döneriz çünkü birbirimiz olmadan her savaşı kaybederiz. Biz birlikte olmazsak,” gözlerimi araladım ve ona baktım, bakışlarım dudaklarına indi ve hafifçe dudaklarına dudaklarımı dokundurduğumda minik bir inleme döküldü sesinden. “İkimiz de nefes alamayız. Sen benim suç ortağımsın, müvekkilimsin, aşkımsın,” dudaklarına doğru fısıldadım, “sen benim ailemsin. Bu hiçbir zaman değişmeyecek, her ne olursa olsun.”
Tugay yutkunduğunda gözlerinde öyle bir ifade vardı ki yine bana hiçbir şey söylemeden birçok şeyi anlatıyordu. “Başka,” diye fısıldadı. “Başka ne görüyorsun gözlerimde?”
Gülümsedim. “Söylemediğin her şeyi.” Ve kendimi tutamayıp devam ettim. “Bir kez bile olsun dile getirmediğin o aşkı.” Kendimi kandırmak mıydı? Hiç sanmıyordum, insan yanılmazdı.
Gözlerimin içine bakmaya devam etti, sonrasında dudaklarıma odaklandı ve yeniden gözlerime tırmandığında gülümsedi; onun gülümseyişini gördüğüm anda sanki derin bir suyun içinde boğuluyormuşum gibi hissettim ve bunun nedeni mutluluktu çünkü Tugay, aylar sonra o en sevdiğim gülümsemesiyle bana bakıyordu. Her zaman olduğu gibi, beni her gördüğünde gülümsediği gibi. Sanki ben sana âşığım der gibi, sanki biz yeniden biz olmuşuz gibi.
Bana doğru yaklaştı, o da dudaklarını hafifçe dudaklarıma dokundurdu ve sonrasında öpmeden nemli dudaklarını hafifçe dudaklarımın üzerinde gezdirdikten sonra, “Baban haklıydı,” dedi en sonunda. “Bunun adı intihar değildi, en başından beri hem de.”
“Hangi konuda haklıydı?”
Sustu ve sonrasında bir anda beni tutup çektiği gibi açık alana götürdü. Elimden aldığı silahı şakağıma dayadıktan sonra o silahlı adamların karşısına çıktı ve gözlerini bile kırpmadan silahın kilidini indirdi. Neredeyse karşımızdaki kırka yakın silah bize doğrultulmuşken, “Anlaşmayı kabul ediyorum,” dedi ne anlaşması olduğunu bile bilmeden. “Ama eğer siz anlaşmaya uyum sağlamazsanız hem suç ortağımı öldüreceğim hem de ardından kendimi öldüreceğim. Sonucunda da istediğiniz hiçbir şeye ulaşamayacaksınız çünkü Türkiye'nin bizi canlı istediğini ve size de karşılığında neler vadettiğini biliyorum.”
İngiliz olanlar birbirine bakıp ne söylediğini anlamaya çalıştı fakat Türk olanlardan sadece bir tanesi, “Seni burada tam olarak tanımıyorlar Tugay Demir Çeviker,” dedi. “Senin o kurnaz zekânı da bilmiyorlar ama biz biliyoruz, bir planın olduğu ortada.”
“Plan,” dedi keskin bir sesle. “Anlaşmayı kabul etmiş olmam. Büyükelçiliği ara ve anlaşmayı kabul ettiğimi söyle, ardından telefonunu bana ver ve bir saat sonra bana ulaşmalarını söyle.”
“Sen kendini...”
“Dediğimi yap amına koyduğumun çocuğu,” dedi Tugay kulağımın dibinde hiddetle. “Ve benimle daha fazla muhatap olma, yormayın çenemi.”
“Kendini ve o sevgilini öldürmeyeceğini herkes bilir,” dedi öfkeyle adam. “Sen kimi kandırıyorsun?”
“Bana,” dedi. “Öldürmemem için tek bir neden söyle.” Adamın kaşları çatıldı. “Sizin elinize düşmektense ikimiz de ölmeyi yeğleriz.” Bakışları bana döndü ve imayla, “Öyle değil mi sevgilim?” diye sordu.
Hiçbir cevap vermeden adamlara bakmaya devam ettim fakat çoktan sevgilim kelimesinin büyüsüne kapılmıştım. İşte böyleydi, silahlar patlardı, birçok kurnaz plan yapılırdı, ölüme bir nefes kadar yakın olurdum ama tek kelime beni pamuk gibi edebilirdi. Dünyamızın ve Tugay Demir Çeviker'e âşık olmanın kısa özeti tam olarak buydu.
“Ya da,” dedi. “Ben anlaşmayı kabul ederim ve asıl istediğime ulaşırım.”
Anlaşma neydi bilmiyordum, hiçbir fikrim yoktu fakat yine de Tugay'a güvenmeyi tercih ediyordum.
Adam birkaç saniye düşündü, ardından arkasını dönüp telefonla konuşmaya başladı. Birkaç dakika telefonla konuşurken Tugay şakağıma dayadığı silahın namlusunu gevşetti ve kimse görmüyorken dudaklarını kulağıma doğru yaklaştırıp nefesini vererek aşağıya indi, enseme minik bir öpücük kondurdu. Daha çok bir veda öpücüğü gibiydi.
Adam yeniden arkasını döndüğünde sadece bir saniye Tugay'ın yüzüne baktı ve yanındaki adamlara başıyla hareket verdi. Adamlardan bazıları şaşırırken diğerleri ne olduğunu anlamaya çalıştı. İngilizce geri çekilmelerini emrettiğinde bütün şaşkınlıklarına rağmen başlarındaki adamın söylediğine ayak uydurdular ve geri geri yürüyerek arabalarına doğru ilerlediler.
Tam o esnada bizimle konuşan adam ise telefonu havaya doğru attı, Tugay'a. Tugay, sekteye uğramadan telefonu havada kaptığında, “Bir saat sonra aranacaksın,” dedi kinle. “O zamana kadar kaçabileceğini düşünme çünkü bütün sınırlar artık kapalı, bu ülkeye kilitli kaldın.”
“Çok da sikimde,” dedi Tugay ciddiyetsiz bir sesle. “Küfür ettirmeyin bana, nazik bir adamım çünkü.”
“Bu adam gerçekten deli,” dedi diğer Türk.
Adam dişlerinin arasından öfkeli bir nefes verdiğinde cevap vermek istemedi ve geriye doğru yürüyüp o da aracına geçti. Birkaç dakika sonra bütün arabalar uzaklaştığında, “Neler oluyor?” diye sordum, Tugay ise bana dolanan kollarını uzaklaştırdı.
“Hiç,” dedi Tugay ve gözlerinden bambaşka duygular geçti. “Sadece benim ne kadar deli bir adam olduğunu kimse bilmiyor, sen bile bilmiyorsun. Ben de bir kez daha bütün dünyaya bu deliliği kanıtlamak istiyorum.” Bakışları bana döndü, dudakları şakağıma dokundu, içten bir öpücüğün ardından nefesini verdi. “Canını yakmadım ya?” dedi soru sorar gibi. “Bu deli adama bakma sen, sadece sürprizleri ve şaşırtmayı seviyor. Bütün dünyanın bizi konuşmasından haz alıyorum, hepsi bu.”
***
Bütün yaşananlara rağmen kalbimde söz geçiremediğim bir heyecan vardı ve nedenini bir türlü anlayamıyordum. Hayatımız öylesine bir koşuşturma içindeydi ki durup dinlenmek bir yana dursun, bir ihaneti sindirmek için zamanımız bile yoktu. Tıpkı ölümü sindiremediğimiz gibi.
Fakat ben ve Tugay, benim terk edişimi fazlasıyla sindirebilmiştik; bunu görebiliyordum.
Buckingham Sarayı'nı uzaktan gören bir çimenlikte oturuyordum, hemen yanımda Gamze vardı. Sinan bize su almak için gitmişti, Giray ve Tugay köşedeki bankta konuşuyorlardı. Onları baş başa bırakmak fazlasıyla mantıklı gelmişti. Marco ise bizden biraz daha uzakta yere uzanmış sigarasını içiyordu. Tamamen dağılmış ve bir o kadar da toparlanmıştık.
Nida, Javier ile beraber güvende bir yerde demişti, Giray. Zaten ağzından çıkan tek cümle bu olmuştu, gerisi kocaman bir sessizlikle geçmişti. Gün doğmak üzereydi ve ben artık yolun sonuna geldiğimizi fark ediyordum.
Onların gitme zamanı gelmişti belki de ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Hem çok riskliydi hem de kalamıyordum; hem çok fazla cesaret istiyordu hem de her şey aslında Tugay'ın iki dudağının arasındaydı.
“Ne düşünüyorsun Eftal?” dedi Gamze omzuyla omzumu hafifçe itekleyerek. “Ben ne düşündüğümü söyleyeyim mi?” Başımı çevirip kaşlarımı kaldırdım. “Şöyle bol soslu bir döner, yanına da güzel bir ayran olsa ne güzel olurdu diye düşünüyordum,” dedi ve kendimi tutamayarak gülmeye başladım. “Harika, seni güldürdüm.”
“Dönere bayılırım,” dedim havadan sudan konuşmak isteyerek. “Özellikle bol soslu olacaksa.”
Gamze sırıttı ve sonrasında gözleri saçlarıma kaydı. “Beğendim, saçlarını.” Sadece başımı salladım. “Biraz zayıflamışsın ama daha çekici görünüyorsun.” Yine başımı salladım. “Lekelerini kapatmıyorsun şu an, beyaz saçlarınla kar kraliçesine benziyorsun.” Gülümsedim. “Siyahlar içinde de fazla asilsin.” Derin bir nefes verdim. “Ama zerre mutlu değilsin, Eftal, gözlerinden okunuyor bu.” Yutkunduğumda yerdeki çimlere baktım, bocalıyordum, birçok konuda her şeye hâkim gibiydim ama bir o kadar da korkuyordum. “Ve bilmek istiyorsan söyleyeyim, Sevgili Avukat’tan bir milim bile uzaklaşmamışsın, sen hâlâ Tugay'ın güzeller güzeli avukatısın.”
Gülümseyerek ona döndüğümde bu kez omzumla onun omzuna dokundum. “Sırrımızı sakladığın için teşekkür ederim,” dedim içten bir sesle. “Bana bütün bu savaşın ortasında Sinan'dan sonra gerçek bir dost oldun sen. Beklemezdim, ummazdım ama hissediyorum.”
“Aşk itirafı gibi oldu,” dedi ve Gamze yeniden güldüm. “Ve Sinan bebek, sen, ben harika bir üçlü değil miyiz?” Gözleri kocaman bir şekilde bana baktı. “Biz onunla sık sık konuşuyorduk, hiç bahsetti mi sana?”
“Evet,” dedim kekeleyerek ve birkaç metre ötemizde gözleri kapalı bir şekilde uzanan Marco'ya baktım. “Evet, elbette bahsetti ve seninle konuşmayı seviyor Gamze ama...” Nasıl söyleyeceğimi bilemediğim için ikileme düşmüştüm. “Beni ilgilendirmez, ikili ilişkilere dahil olmak da âdetim değil ama Sinan benim için çok değerli biliyorsun değil mi?”
Gamze kusar gibi bir ses çıkardı. “Bana şimdi damat annesi konuşması yapmayacaksın değil mi?”
“Hayır,” dedim kıkırdayarak. “Aslında ikiniz için de o konuşmayı yapacağım.” Çenemle Marco'yu işaret ettim, Gamze işaret ettiğim yeri biliyordu ama bakmadı. “Onu tamamen unuttun değil mi, Gamze?”
Ucu açık bir yanıt vererek, “Unutmak mümkün değil çünkü kurucu onu burnumun dibine getirdi,” dedi nefesini vererek.
“Gamze,” dedim uyararak. “Kastettiğimin bu olmadığını biliyorsun.”
Gamze nefesini verdi, gözlerini benden kaçırdı. “Bizim Defne ve Giray'dan tek farkımız ortada bir ihanet olmamasıydı, Eftal,” dedi dürüstçe. “Ve neyse ki Marco, Defne kadar oynamadı bana. Kendisine âşık edene kadar da geri adım atmadı. Belki de hiç âşık olamam sandı, duygusuz sandı, belki de istediği sadece takılmaktı bilmiyorum ama Giray'ın söylediği gibi, sevilmemenin cezası olmaz, aynı şekilde sevilmediğin yerde de kalmazsın. Çok öncedendi, unuttum elbette. İçimde ukde kalmadı mı?” Çok kısa bir an düşündü. “Kaldı elbette ama daha çok kin duygusuna dönüştü, beni nasıl sevmez duygusu yüzünden Marco'yla savaş içerisindeyim, bir de şu klasik biz olsaydık acaba nasıl olurduk düşünceleri işte.” Dudaklarımı büktüm. “Ama bunların üzerinden de çok zaman geçti, emin ol ben ona hâlâ âşık olsaydım, Sinan'a bunu yapmazdım. Çok flörtöz biriyimdir, erkeklerle takılmayı da severim ama Sinan'ın bunu hak etmediğinin de bilincindeyim, merak etme.”
“Peki,” dedim kendimi tutamayarak. “Marco ya seni sevmişse? Ya seviyorsa?”
“Ne?”
“Ya sana yalan söylediyse? Yalan söylemeyi geç, sonradan âşık olduysa sana?” Gamze bu ihtimal karşısında şaşkınlıkla bana baktı. “Kısacası şu an Marco gelip sana âşık olduğunu söylese ne yaparsın?”
Gamze burnundan nefes verip, “Bu,” dedi kekeleyerek, ardından Marco'ya baktı. “Sen şu herife baksana,” dedi hiddetle. “Bir kalbi varmış gibi mi görünüyor? Bu imkânsız, Eftal. Lütfen konuyu kapat.” Bakışlarım Marco'ya döndüğünde derin bir uykuda gibiydi. Onun hemen yan tarafından elinde su şişeleriyle bize doğru yaklaşan Sinan'ı gördük. “Lütfen bir daha ikimizin konusunu da açma, dile gelmesi demek Sinan'ı kaybetmeme neden olabilir.” Ardından yüzünü buruşturdu. “Sanki kazandım da.”
Sinan karşımıza oturduğunda elindeki suları önümüze bıraktı, ardından hiç ummadığım anda bir çikolatayı Gamze'nin önüne bıraktı. Gözlerim açıldığında, “İngiltere'den bir gün dönersem bu çikolatadan almamı söylemiştin,” dedi Sinan. “Döner miyim bilmiyorum ama buradayken sana vermek istedim.”
Gamze heyecandan minik bir çığlık attığında Sinan'ın boynuna atıldı ve teşekkür ederek yanağından öptü. Tam o esnada bakışlarım Marco'ya döndüğünde onları izlediğini gördüm, benim onu fark ettiğimi anladığı anda bakışlarını kaçırdı ve uzandığı yerden doğrulup üzerini silkeledi.
“Lan,” dedi Sinan'a doğru. “Bana da bir mandalina alamadın mı?”
Sinan güldü. “Maalesef yoktu.”
“İngilizler bazen haddini aşıyor, TDÇ'ye söyleyeyim de Türkiye'den sonra buraya da bir ayak bassın.” Dayanamayıp gülmeye başladığımda tek gülmeyip gözünü deviren kişi Gamze'deydi.
“Eftal,” dedi Gamze buraya oturduğumuzdan beri söylediğini belki altıncı kez söyleyerek. “Gitsene Tugay ve Giray'ın yanına, belki sana ihtiyaçları vardır.”
“Gamze.” Gözlerimi devirdim fakat ben de gitmek istiyordum. “Neden beni onların yanına göndermeye çalışıyorsun?”
Marco oturduğu yerden kalkıp bize doğru yaklaşırken gözlerim uzakta sohbet etmeye devam eden Tugay ve Giray'a takıldı. Kendi içimde onların yanına gitme ikilemi yaşarken Tugay'a verilen telefonun çalmaya başladığını işittim. Hepimizin bakışları o yöne döndüğünde Tugay telefonun ekranına baktı ve sanki konuşmak istemiyormuş gibi büyük bir nefes verdi.
Kendimi tutamayıp ayağa kalktığımda ve gerginliğinin sebebi neyse çözmek istediğimde Marco ardımdan, “Avukat,” dedi.
“Efendim?”
Yüzüme baktı, sanki binlerce sır biliyormuş gibi. Ardından ben de onun yüzüne baktım, buraya gelmeden önce yaptığımız konuşmayla paylaştığımız sırlarımı bilerek. Beni İngiltere'ye gönderen, her şeyi ayarlayan ve Ölüm Timi'nin bütün sırlarını veren kişi Marco'ydu.
Hatta aramızdaki o sözsüz anlaşma, benim onun patronu olduğumdu; ben aksini iddia etsem de.
“Ne yapacağına karar verdin mi?”
“Bilmiyorum,” dedim ve o an bu sorunun cevabının sadece Marco'yu değil, Gamze'yle Sinan'ı da ilgilendirdiğini fark ettim. Göz ucuyla dönüp Tugay'a baktığımda sanki o beni istese giderdim ama ne şekilde giderdim bilmiyordum. Bütün ülke beni ölmüş, ihanet etmiş sanıyorken, X geri dönüşümü beklerken, Nida konusunda köşeye sıkışmışken nasıl gidilirdi bilmiyordum.
Ama Tugay, gel dese giderdim.
Bunu bilmek ise yıpratıyordu.
“Benim önerimi ciddiye alır mısın bilmiyorum,” dedi Marco sakin bir sesle. “Ama eğer ne düşündüğümü soruyorsan kalbinin sesini dinlemeni isterim.” Sonrasında ise öyle büyük bir imayla Gamze'ye baktı ki bakışlarının soğukluğu altında donacağımı sandım. “Çoğu insan kalbimin olmadığını düşünse de bir kalbim var ve ben onu hiç dinleyemedim.”
Bizi duymuştu, bütün konuşmaları biliyordu ve şimdi, Gamze'ye bir kalbi olduğunu söylüyordu; zaten ben de onun kalpsiz olduğunu düşünmüyordum.
Tugay'a verilen telefon bir kez daha çaldığında dikkatim dağıldı ve önüme dönüp o tarafa doğru yürümeye başladım. Hemen arkalarına gittiğimde ikisi de beni fark etmedi ve Tugay telefonu açtı. “Evet.” Karşı taraf her ne söylüyorsa Tugay'ın yüzünde bir gülümseme oluştu ve İngilizce devam etti. “Benim şartlarım gerçekleşirse sizin de istediğiniz gerçekleşecek.” Çok kısa bir yanıt. “Tamam.” Tugay, Giray'a baktı. “Hiçbir kolluk kuvvetini istemiyorum, sadece basından bir kişi olacak, bir de iki adamınız. Basın, o anları bütün televizyon kanallarına verecek çünkü kendimi aklamak istiyorum herkesin gözü önünde.” Aklamak? Neler oluyordu? “Evet, eğer bu şartları kabul etmezseniz ya da edilmediğini fark edersem sizin de istediğiniz gerçekleşmeyecek.” Uzun bir yanıt duydu. “Hayır, başka ne amacım olabilir ki?” Tugay yine güldü. “Beni gözünüzde çok büyütüyorsunuz, ben ise sadece intikam almak istiyorum ve yaşadıklarımın cezasını ödemesini istiyorum çünkü ihaneti sevmem, ihanet etmem, kendime de ettirmem.” Kısa bir sessizliğin ardından, “Yarın,” dedi. “Saat 11.29'da. Adresi mesaj olarak atacağım.”
Telefonu kapattı, tuşlara bastı, büyük ihtimal adresi attı ve sonrasında da telefonu yere atıp siyah botlarıyla sertçe ezdi. Camı kırıldığında Giray omzunun üzerinden Tugay'a baktı, hemen arkasında duruyordum, beni görmedi ama bir şey söyleyecek gibi olduğunda geri sustu. Sanki vazgeçmiş gibi. Birkaç saniye sonra ise, “Son kararın mı?” diye sordu. “Buraya gelme nedeninden asla vazgeçmeyeceksin, öyle değil mi?”
Tugay duraksadı, Giray'ın yüzüne baktı. “Hayır,” dedi duygusuz bir sesle. “Çünkü ben o doksan bir günü silmedim Giray, silemem de.”
Boğuk bir nefes verdiğimde bu konuşmaya şahit olmanın ağırlığıyla çekip gitmek ve daha fazlasını duymamak arasında ince bir çizgideydim. Bir adım geri gittim ama güç benden uzaklaşmıştı ki kaçamadım oradan.
“İkiz olduğumuz için aynı inançla atıyor kalplerimiz ve aynı yerden yaralandık ikimiz de kardeşim, kaderimiz bu kadar ortak olmamalıydı.” Giray'ın cümleleri bir diken gibi kalbimin üzerine saplandığında beni Defne'yle aynı gördüğüne inanmak istemiyordum; Tugay'ın beni Defne'yle aynı gördüğünü duymak istemiyordum.
“Beraber doğduk,” dedi Tugay derin bir nefes vererek. “Ve beraber yaralandık.”
“Ve beraber öleceğiz.” İkisi de birbirine bakıp gülümsediğinde Tugay daha dik bir duruşa geçti.
“Zaten,” dedi. “Bu hayatta eğer ölürse benim de öleceğim tek sen kaldın, başka kimse yok.”
Giray kırgın bir şekilde başını önüne eğdiğinde, “Derin bir nefes aldım,” dedi kendinden söz ederek. “Ve bir derin nefesle sildim bütün acıyı. Bir nefese bütün ihanetler, bütün kandırmalar, bütün acılar sığdı fakat ben cesaret edemedim, intikam alamadım.” Giray, Tugay'a baktı, gülümsedi; gülümseyişi şefkatliydi ama dudaklarından çıkan cümleler bir o kadar yaralayıcıydı. “Sen bari al intikamını, sen bari yaşat bunu.”
Benden intikam almaktan mı söz ediyordu? Tugay arkamdan iş çevirmezdi, bilirdim; onun intikamı cümlelerinde gizliydi.
“Yapmak zorundayım,” dedi Tugay. “Bu şekilde hem o terk edilişin intikamını alacağım hem de bütün herkesin gözü önünde kendimi aklayacağım.” Kısık bir sesle devam etti ama duydum. “Eftalya Atalar'ı büyükelçiliğe teslim edeceğim ve onun askeri olduğumu, beni kullandığını söyleyeceğim. Bunu da onun hayatının başladığı yerde yapacağım, karşılık olarak beni serbest bırakacaklar, daha doğrusu ilk başta alacaklar beni, ardından kaçacağım. Sonrasında ise kayıplara karışacağım.” Sesi öylesine dürüsttü ki bir yalan aradım fakat ulaşamadım; hayır, şu an bambaşka bir planı olduğunu zaten biliyordum. Kulağa çok mantıklı gelse de benden böyle büyük bir intikam almazdı. İngiltere'ye gelme nedenini tam olarak söylememişti evet, kafasından geçenleri de asla tahmin edemiyordum ama bu değildi; ben Tugay Demir Çeviker'i tanıyordum.
“Tugay Demir Çeviker kaçacak öyle mi?” dedi Giray yarı alaylı yarı ciddi. “Sen kolay kolay vazgeçmezdin aslında.”
“Vazgeçmeyeceğim ki,” dedi Tugay gülerek. “Zamanı geldiğinde geri döneceğim ama şu an değil.” Ayağıyla yerdeki çimleri itekledi, tam o anda ezilmiş, düz bir hal almış yüzüğü gördüm. Yüzüğü. Bana bahsettiği yüzük. “Ben terk edildim, Giray. Her şey affedilir de umutlarımın elimden alınması affedilmez. Her şey affedilir de güvenimin elimden alınması affedilmez.” Giray'a baktı. “Ya o beni bitirecekti, içsel olarak ya da ben onu. Şimdi ikimizin de kaybetmesini sağlıyorum çünkü biz artık mutlu olamayız.”
Yutkunduğumda gözlerim yerdeki yüzükten ayrılmıyordu. Ben farkında değilken gözümden bir damla yaş düştüğünde bunu yapabileceğine inanmak istemiyordum. Hatta inanmıyordum da ama zaten adama bir anlaşmadan söz etmişti, deliliğini benim bile bilmediğimi söylemişti, sanki her şey önceden planlanmış gibiydi.
“Seni hiç affetmeyecektir,” dedi Giray yere bakarken.
“İnanır belki,” dedi nefesini verirken. “Yine bir nedenim olabileceğine. Çünkü ben de hep inanmayı seçtim.”
Geriye doğru birkaç adım attım, ardından diğerlerinin yanına yürürken tökezledim, tutunmak istediğimde ise elim boşluğa takıldı. Benimle ilk konuşan adam mı gerçekti? İngiltere'ye ilk geldiğinde umurunda değilmiş gibi davranmıştı, o muydu gerçek olan? Sonrası mı roldü?
Hayır, ben Tugay'ı tanırdım, aleni alırdı intikamını öyle arkamdan iş çevirmezdi. Yürürken bir kez daha tökezledim, Sinan yanıma gelip kolumdan tuttu, bir şeyler söyledi fakat zihnimin sesinden başka hiçbir ses duymuyordum. Hayır, Tugay Demir Çeviker'in intikamı öyle hain bir şekilde olmazdı, gözlerimin içine bakıp intikam alırdı benden. Kendimi yere bıraktığımda diğerleri de bana bir şeyler söyledi ama kulaklarım uğulduyordu. Hayır, bunu yapmazdı; umurumda değildi teslim olmak, arkamdan iç çevirip de beni teslim etmezdi.
Hayır, kalbim diyordu ki yapsa bile vardır bir nedeni. Öfkelenmeliydim belki, oyunsa da bağırıp çağırmalıydım ama bir yanım öylesine bir nedeni olabileceğine inanıyordu ki ellerimi kulaklarıma yasladığımda aynı anda kaç tane düşüncenin zihnimde döndüğünün farkında bile değildim.
“Hayır,” dedim kendi kendime. “Yapmaz.”
Yapmaz demek kolaydı. İnanç ve güven biraz da bu aşamada devreye giriyordu. O halde neden ağlıyordum? Çünkü korkuyordum, yapmayacağını bilsem bile korkuyordum çünkü bunun adı korkuydu. Hayır, teslim olma korkusu değildi, onu kaybetme korkusuydu.
Ben onun nedenlerine inanıyordum, o da benim nedenlerime inanırdı, biliyordum.
Hesap mı sormalıydım? Hayır, soramazdım. Kaçmalı mıydım? Bana yakışmazdı. Hiçbiri olmazdı, yapamazdım.
Önümde birisi eğildiğinde bu kişinin Tugay olduğunu gördüm, saniyelerdir kimseyi görmeyen gözlerim onu gördü, kimseyi duymayan kulaklarım onu duydu. Ağlamıyordum, gözyaşı yoktu. Ona gülümsedim, yapmazdı biliyordum. Gülümsediğimi görünce bir anlık afalladı ve sonrasında, “Biraz konuşalım mı?” dedi sakin bir sesle. “Sana bir teklifim var.”
Evet, şimdi planını söyleyecekti bana, biliyordum. Belki de Giray'a bile anlatmadığı bir planı vardı, benimle paylaşacaktı.
“Elbette,” dedim, ayağa kalkmak için hamle yaptım fakat doğrulamadığımda Tugay elini uzattı. Bu kez sol protez eliydi, bu kez sağ eli değildi. Sıkıca kavradığımda ve ona tutunarak ayağa kalktığımda ben kalkar kalkmaz elini çekti. Neredeyse yüz metre ileriye kadar benimle sessizce yürüdü; az önce tökezleyen bacaklarım onun yanında kuvvetliydi. O bunu bilmiyordu bile fakat ben biliyordum, onun yanında düşersem tutacağını bilmek bile dengemi sağlamaya yetiyordu. Herkesten tamamen uzaklaştığımızda heyecanla, “Seni dinliyorum,” dedim. “Teklifin ne?” Yüzümdeki gülümseme mi korkutucuydu yoksa gerçekten tamamen aklımı mı kaybetmiştim bilmiyordum ama birkaç saniye sessiz kaldı.
Ve sonrasında oldukça sakin bir sesle, “Benimle Türkiye'ye dönmeni istiyorum,” dedi istekten daha çok bir rica gibi. “Benimle geri dön, yeniden başlayalım her şeye.”
Beklediğim bu değildi, yüzümdeki gülümseme yavaşça silinirken, “Teklifin bu muydu?” dedim.
“Evet,” dedi hiç düşünmeden. “Benimle Türkiye'ye geri dönmeni istiyorum.” Peki ya neden böyle bakıyordu? Bu cümleyi kursa cümlesini bitirir bitirmez onunla gidebileceğimi söyleyecek olan ben neden susuyordum? Bir şeyler ters gidiyordu, anlıyordum.
“Tugay,” dedim kendimi tutamayarak. “Kötü bir şey var, öyle değil mi?”
Sanki beni duymuyormuş gibi, “Gelmek istemiyor musun?” diye sordu. “Burada yaşamak mı istiyorsun?”
“Tugay...”
“Benimle Türkiye'ye gelmeyi kabul edersen sana bir sürprizim de olacak,” dediğinde bu kez yutkundum. “Eğer geleceğim diyorsan,” bir adım attı, yerimden bile hareket etmedim ama onun sıcaklığının bana bu kadar yakın olması kalbimi yaktı. “Yarın, doğduğun evde…” Doğduğum ev? “İngiltere'de doğduğun evde,” dedi Tugay. Elbette, kendi doğduğum evi bile unutmuştum. “Saat 11.29'da benimle buluş.”
Saat 11.29.
Gülümsediğimde gözlerimde neşe olmadığının farkındaydım. “Neden o ev?” diye sordum. “Ve neden böyle bir saat?”
“Hiç,” dedi Tugay. “Sadece hayata gözlerini açtığın yerde başka başlangıçlar da senin için güzel olur diye düşünüyorum.”
“Başlangıç mı, bitiş mi?” diye sordum.
Cümlemi sorgulamadı bile. “Buna,” dedi. “Sadece sen karar verebilirsin, güzelim.”
Sessizlik oluştuğunda ela gözlerine bakıp ne düşündüğünü anlamaya çalıştım ama yine öylesine kalın bir duvar örmüştü ki hiçbir şey anlayamıyordum. En sonunda, “Öyle olsun,” dedim omzumu indirip kaldırarak. “Gelirim sen neresi diyorsan.”
“Ama,” dedi Tugay ve bana biraz daha yaklaştı. Sol eliyle çenemi kaldırdığında gözlerimi net bir şekilde görmek istedi. “Renklerinle istiyorum seni orada, çiçekli elbisenle, beyaz eldiveninle,” çenemdeki eli saçlarıma kaydı, “o güzel kahverengi saçlarınla,” yeniden yüzüme dokundu, “lekelerinle. Her şeyinle, benim tanıdığım o kadın olarak gel.”
Bir kez daha, “Öyle olsun,” dedim. “Fakat sen Tugay?” Gözlerim dolmuştu, neden dolduğunu bilmiyordum, kalbim delicesine atıyordu, tam olarak hangi duyguyla atıyordu onu da bilmiyordum. “Sen benim tanıdığım Tugay'ım olarak mı orada olacaksın?”
Elini yavaşça yüzümden çekti ve gözlerimin içine bakarak, “Ben,” dedi, baskın bir sesle. “Daima senin en başından beri tanıdığın Tugay'ın olarak kalacağım.”
***
Kalbim her attığında sanki bir diken batıyor ve her nefes aldığımda sanki ağzıma kan tadı doluyordu. Birine güvenmek kumardır, derlerdi; hayır bu yalandı. Birine güvenmek başlı başına intihar demekti.
Ve ben şu an bile isteye belki de intiharıma gidiyordum.
Saat 11.20'ydi, doğduğum eve çok az kalmıştı ve Tugay'ın evime gönderdiği siyah bir araçtaydım. Aracı kullanan kişi Giray'dı fakat ağzını bıçak bile açmıyordu; ben de hiçbir şekilde konuşmayı tercih etmemiştim. Ne konuşacaktım? Ne soracaktım?
Bakışlarımı yanımdaki cama çevirdiğimde kapalı havadan dolayı camdaki yansımada kendimle yüzleştim, ardından gözlerimi dikiz aynasına çevirdim. İki kadın da nasıl farklıydı aslında. Camdaki yansımada gülümsüyordum, aynadaki yansımada ise gülümsesem bile kalbimin acısını hissedebiliyordum.
Üzerimde beyaz, pembe çiçekleri olan bir elbise, sol elimde beyaz timsah desenli eldivenim vardı ve saçlarımı kendi rengine boyamıştım. Elbiseyi ve eldivenimi Tugay göndermişti. Yüzümdeki o kötü lekeler ortadaydı, öyle ki artık kendi ten rengim görünmeyecek kadar beyaz lekelerle doluydum. Burnum tamamen bembeyazdı, dudaklarımın kenarı ve sol yanağımda da öyle. Omzumdan göğüs kafesime kadar iniyordu, göğüs kafesimden kollarıma. Saklaması bile artık zordu, hem neyi saklıyordum ki?
Araç durduğunda Giray hiçbir şey söylemeden kapıyı açtı ve dikiz aynasından sadece bir kez bana baktı; belki bir veda gibi ama gülümsediğinde nefreti aradım. Hayır nefret yoktu, aksine gerçek bir sevgiyi hissettim. “Giray,” dedim belki bir daha onu göremem diye düşünerek. “Defne adına ben özür dilerim, belki ben olmasaydım...”
“Teşekkür ederim, Avukat,” dedi. “Sen olmasaydın ben hayatım boyunca belki de kendimi kandıracaktım.” Arkasını döndü ve bana baktı. “Ve ne var biliyor musun?” Gülümsedi yeniden. “Bu aptal dünyamızda bizi kurtaracak tek duygu sevgi çünkü sevgi, bütün güzel duyguların annesidir.”
Ben de gülümsediğimde uzanıp onun kolunu sıktım ve büyük bir nefes vererek araçtan indim. Hemen karşımda uzun zamandır uğramadığım iki katlı evimizi gördüm. Çok fazla vakit geçirmemiştim ama bu evin içinde doğmuştum. Annem hastaneye gitmek istememiş, buradaki doktorlara güvenmemişti. Eve çağrılan bir hemşireyle ve babamın gözyaşlarıyla doğmuştum; büyüdüğümde annem öfke anındayken hastaneye gitmeme nedenini belki ölürüm diye ümit ettiğini söylemişti. Yalandı elbet ama bu ev bana istenmeyen bir çocuğu da hatırlattığı için ürpermiyor değildim.
Küçük adımlarla eve doğru ilerlerken hemen önünde duran minik serayı gördüm, içinde duran bütün çiçekler solmuştu çünkü biz hiç gelmemiştik ama beni şaşırtan ve adımlarımın bıçak gibi kesilmesine neden olan o seranın içindeki çiçeklerin ölümü değil, seranın duvarına yazılan bir cümle ve çizimdi.
Orkide çizilmişti, iki dalı da canlıydı; ölmemişti, yanmamıştı, kurumamıştı.
Ve altında tek bir cümle yazıyordu:
“Kendi cehennemimin ateşini söndürüyorum çünkü cennet bana geri geldi.”
TDÇ
Elim enseme doğru gittiğinde sarsak adımlarla o tarafa doğru yürümeye başladım ve o sırada Tugay'ı gördüm; bu kez kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı.
Üzerinde siyah bir takım elbise vardı, gördüğümde nefesimi kesen o takım elbise. İçine siyah bir gömlek giymişti ve ellerinde timsah amblemi olan siyah eldivenleri vardı. Saçları taranmıştı ve öylesine nefes kesici görünüyordu ki ona bakarken yutkunmak zorunda kaldım. Yüzü öylesine huzurlu görünüyordu ki ben bir rüyanın içinde miydim yoksa kâbus muydu anlamıyordum. Kendimi tokatlasam belki kendime gelebilirdim ama beynim durmuş gibiydi. Hiçbir şeye yetişemiyordum, ta ki hemen karşısındaki bir kamerayı görene kadar.
Tugay'ın hemen karşısında bir kamera duruyordu, bir de basından bir adam. Dikkatli bir şekilde Tugay'ı çekiyordu ve kameranın görmediği yerde de iki takım elbiseli adam bekliyordu.
Ne yapıyordu? Bu deliliğin kaçıncı seviyesiydi?
Tugay nefesini verip sola doğru baktığında beni gördü ve yüzünde o hep sevdiğim gülümseme oluştuğunda gözlerinin içinin bile parladığını fark ettim. Başını hafifçe sallayıp saygıyla selam verdiğinde iki adam da dönüp bana baktı.
Tugay cebinden bir sigara çıkardı ve sonrasında kolundaki saate baktı. “Henüz iki dakikamız var,” dedi rahat bir sesle. Şu an bütün kanallarda onun bu konuşmasının döndüğüne emindim çünkü basının gözlerinden okunan heyecanın haddi hesabı yoktu. “Bir sigara yakmak istedim.” Sırıttı Tugay. Onun bu hallerini ben biliyordum ama şu an onu izleyenler ne düşünüyordu kimbilir? “Hem heyecanımı yenmesi için hem de...” bakışları bana döndü, “dünyanın en güzel kadınına karşı bir sigara yakmak istedim.”
Bu benim ölümümdü. Bu şu an benim ölümümdü çünkü neredeyse kalbim yerinden çıkacaktı.
Tugay gülmeye başladığında başını omzuna doğru yatırdı. Sigarasından bir duman daha çekip kameraya doğru döndü. “Size bir sır vereyim,” dedi rahat bir sesle. “Onlarca adam öldürdüm, bakın yüzlerce demiyorum, onlarca adam öldürdüm, beni artık yüzlerce insanı katleden sosyopat gibi göstermeyin, çok kırılıyorum.” Köşedeki iki takım elbiseli adam birbirine baktı. “Ayrıca öldürdüğüm insanların da etlerini yemiyorum, Krallık eti yiyeceğime inandınız mı gerçekten?” Yeniden gülmeye başladı. “Şu an beni dinleyen herkes deli olduğumu düşünebilir fakat heyecanıma verin, ben de genç bir adamım, kalbim atabiliyor böyle durumlarda. Bir de siz şimdi bu kadar insan toplandınız, benim sunacağım teslimiyeti bekliyorsunuz değil mi?” Tugay kahkaha attı. “Ne kadar aptalsınız, hem beni zerre tanımadınız hem de bütün dünya oturmuş bir deliyi izliyorsunuz. Merak etmeyin, hafızalardan silinmeyecek anlar vereceğim size.”
“Ne saçmalıyor?” dedi takım elbiseli adamlardan bir tanesi.
“Size yalan söyledim,” dedi Tugay alayla. “Ve bu yalan, Tugay Demir Çeviker'in dönüm noktası olacak, herkesin gözü önünde.”
“Deli işte,” dedi diğeri. “Aldırış etme.”
Tugay yeniden saatine baktı. “Bir dakika kaldı,” dedi ve sigarasından bir duman daha çekti. “Size bir şey anlatayım mı? Dünya üzerinde açan ilk çiçeğin orkide olduğu söylenir. Eğer orkide açmasaymış diğer bütün çiçekler de var olmazmış. Bu yüzden başlangıcı simgeler. Uzun bir süre buna inandım.” Bakışları yeniden bana döndü. “Fakat sonrasında başka bir çiçekle tanıştım, adı Eftalya.” Öyle bir gülümsedi ki gözlerinin içindeki ateşte kavrulacağımı sandım. “O bu evde açan ilk çiçekmiş, saat 11.29'da doğmuş, o doğduktan sonra diğer bütün çiçekler de kokusunu ondan almış.” Büyük bir nefes verdi, öne doğru bir adım attı. “Bir başka dünya umurumda değil, değiştiriyorum kuralları. Benim dünyamın da ilk açan çiçeği Eftalya, o olmasaydı başka hiçbir çiçek var olamazdı.”
“Tugay,” diye fısıldadım, ben fısıldadığım anda Tugay'ın kolundaki saat ötmeye başladı, saat 11.29'du, benim doğduğum saatti.
Tugay beni duymazdan gelip kameraya doğru döndü. “Bugün,” dedi, “herkes itirafım için beni izliyor, biliyorum ve itiraf edeceğim. Herkes teslimiyeti bekliyor, biliyorum, teslim olacağım. Herkes delirmiş olabileceğimi düşünüyor, biliyorum, çok daha fazla delireceğim.”
Bakışları bana döndüğünde yutkundu, yutkunuşunda heyecanını hissettim. Burası doğduğum yerdi, hayata başlangıcımdı, doğduğum saat 11.29'du ve sanki Tugay bana şimdiden yeniden bir başlangıç vadediyor gibi bakıyordu.
“Ben hiç değişmeyecek olan o Tugay Demir Çeviker'im,” dedi, ardından sol elini bana doğru uzattı. Tam o esnada basının arkasından Giray çıktı ve onu geriye doğru ağzını kapatıp çekerken iki adamın olduğu yerden de Gamze ve Marco belirdi. Dudaklarım aralanırken Tugay gülümsemeye devam edip beni yanına davet etti. “Gelmek istemez misin?” diye sordu nazik bir şekilde. “İlk kez iki genç insan olarak kayıtlara geçelim, benim güzelim. Hem belki de sana hiç söylemediklerimi bütün dünyanın gözü önünde duymak istersin.”
Şu an bana öl dese bile ölürdüm, bunun farkında mıydı acaba?
Düşündüğümden daha hızlı adımlarla yanına gittiğimde ellerim buz gibiydi fakat bu umurumda bile değildi; heyecandan titriyordum ama bu da umurumda değildi.
“Şimdi söz verdiğim gibi itirafımı gerçekleştiriyorum,” dedi Tugay sol elimi nazik bir şekilde tutup avcumun içini çevirip öperken. “Ben bir Suç Kralı’yım, katilim, BL Örgüt kurucusuyum, çoğu insan için öylesine umursanmayan, tek kolu olmayan bir adamım, çoğu insana göre korkunç biriyim, bazılarına göre deliyim, bazılarına göre ise ölmesi gereken biriyim ama her şeyden önce ben, tek bir kadının karşısında boyun eğen o adamım.”
Dudaklarım aralandı, konuşamadım bile.
“Şimdi söz verdiğim gibi teslimiyetimi gerçekleştiriyorum,” dedi Tugay, ardından hiç ummazken karşımda yavaşça dizlerinin üzerine çöktü. Nefes almakta bile zorlandığımda gülümsedi. “Ben bir Suç Kralı’yım, katilim, bir ülkeyi inançları için cehenneme çeviren bir adamım, kimse için kendimden vazgeçmem ama şimdi herkesin gözü önünde bir kadına teslim oluyorum, onun karşısında ceketimi ilikliyorum ve bir tek onun önünde dizlerimin üzerine çöküyorum, bütün dünya da aynısını yapana kadar bir an bile durmayacağım.”
Tuttuğu sol elim titremeye başladığında kendi kendime kahkaha atmaya başladım.
Altı saat öncesi...
Tugay ve Giray bankta oturmuş sessizce ileriyi izliyorlardı; Tugay ikizini tanırdı, o bir süre yaşadıklarını sindirir, ardından kendi içini açardı ama sanki aynı acıyı kendi de hissediyordu çünkü ikiziydi, kalpleri bile ortaktı; bu ortak varoluş onların aynı anda ölmesine bile neden olabilirdi.
Giray elinde dönüp duran yüzüğünü son bir kez çevirdi, ardından parmaklarının arasında yavaşça, acıta acıta ve kendi canını da yok ederek ezmeye başladı. Tugay yaptığını izlerken hiçbir şekilde engellemedi ama farkındaydı, kendi umutları tükenmemişti, ikizinin ise umutları son bulmuştu.
“Sana yaşatılan...”
Giray, Tugay'ın lafını kesti. “Sana belki de ilk defa akıl vereceğim,” dedi ve gözlerini ikizine çevirdi. “O sana âşık. Avukat sana âşık ve sana âşık bir kadının yaptığı her davranış da senin içindir, bunu biliyorsun.” Duruşunu dikleştirdi. “Anlaşmayı iptal et, kendini teslim etme çünkü biliyorum, buraya gelirken aklında olan seni belki de sevmediğiydi.” Giray boğuk bir nefes verdi. “Biz ikimiz annemiz dışında sevgisizlikle büyüdük kardeşim ama umutlarını köreltme çünkü sevgi, her zorluğu yener.” Tugay, ikizine büyük bir merhametle baktığında Giray devam etti. “Bu hayat bok gibi, bizim hayatımız cehennem gibi ama senin bu hayatta ilk kez yüzün gülümsüyor, ben senelerdir ilk kez seni böyle görüyorum, bunu kaybetme.”
Tugay başını önüne doğru eğdiğinde kısık bir sesle, “Bir savaş başlattım, çoğu kez kazandım ama bir kadın benden gitti diye her şeyden vazgeçme noktasına geldim,” dedi. “Bunun adı nedir?”
“Bunun adını ikimiz de biliyoruz,” dedi Giray. “Şimdi o anlaşmadan vazgeç, kendini teslim etme.”
Tugay çok kısa bir an düşündü ve sonrasında, “Ben,” dedi. “Onu yeniden gördüğüm ilk an vazgeçtim zaten çünkü gözleri bana bakarken bir tek gülümsüyor; bunu biliyorum.”
“O halde?” dedi Giray tereddütle.
“Elime altın bir tepsi sunuldu,” dedi Tugay. “Ben de o tepsinin üzerini süsleyecek, asıl Tugay Demir Çeviker'i bu kez herkese gösterecek, değil sınırları zorlamak, dünyaya silinmez bir anı bırakacağım.”
Giray bıkkın bir nefes verdi. “Bu kez kimi yakacaksın?”
“Kimseyi.”
“Kimi öldüreceksin?”
“Kimseyi.”
“O halde?”
Gülümsedi Tugay. “Eftalya Atalar'ı onlara teslim edeceğimi söyleyeceğim ve sonrasında bütün dünyanın gözü önünde ilk defa birini öldürmeyecek, yakmayacak, aksine güzellikleri sunacağım. O güzelliklerin ise tek nedeni benim avukatım olacak.”
Giray'ın gözleri kocaman açıldı. “Sen bu kez...” Şaşkınlıkla devam etti. “Gerçekten haddini epey aşacaksın öyle değil mi?”
Tugay hafif bir tebessüm daha etti. “Ben bu hayatta sadece tek bir kişinin önünde dizlerimin üzerine çökerim, bunu bütün dünyaya göstereceğim. Yetmeyecek, bir itirafla bütün dünyaya başkaldıracağım; dünya görecek ki benim de bir kalbim var ve anlayacaklar, ben kazanacağım, biz kazanacağız. Bu sadece size değil, Avukat’ıma bile sürpriz olacak. Dünyaya gözlerini açtığı yerde, tam doğduğu saatte bir de benimle yeniden hayata başlamasını sağlayacağım çünkü kaybettiği hiçbir şeyi geri getiremezsem de yeni bir hayatla onu mutlu edebilirim.”
Şimdi
“Şimdi söz verdiğim gibi daha fazla delirdiğimi göstereceğim,” dedi ve yavaşça eli cebine doğru gitti. Sağ elim kalbime doğru gittiğinde Tugay cebinden bir yüzük çıkardı, hayır o ezilen yüzük değildi, üzerinde güneş deseni olan zarif bir yüzüktü. “Ben,” dedi. “Bir Suç Kralı’yım, katilim, kötü adamım, korkulacak biriyim ama bütün bunların yanında Eftalya Atalar için ölebilecek kadar delirmiş bir adamım. İnanıyorum, vardır bir nedeni. Bilirim seni, tanırım.” Yutkundu, sesi heyecanla titriyordu, karşımda genç bir adamdı. “Görürüm, hissettiğimden ise kimse vazgeçiremez beni, sen bile.”
Vardır bir nedeni demiştim, o bana inanıyordu; benim ona inandığım kadar inanıyordu.
“Ben,” dedi üzerine bastıra bastıra. “Birçok insana göre birçok kötü cümleyim ama senin için tek bir cümle olmak istiyorum.” Başını salladı. “Bir mahkûmum, güneşi senelerdir görmemişim, beş dakika güneşi görme hakkım var ama ben yine de dönüp seni izliyorum ve bunun adı aşk. Ben sana gökyüzünden bile vazgeçecek kadar âşığım çünkü gökyüzüm sensin, özgürlüğüm de öyle.”
Gözlerimden yaşlar dökülmeye başladığında Tugay da gülümsedi, o en sevdiğim gülümsemesiyle üstelik. “Şimdi bu aptal düzene, dünyaya, savaşa rağmen bu yüzüğü tak parmağına, bütün dünyaya ikimiz de deliliğimizi duyuralım.” Yutkundu ve nefesini verdi. “Evlen benimle Sevgili Güzel Avukat’ım ve sadece benimle yaşayıp benimle öl.”
Paragraf Yorumları