logo

39. ÖLÜM KAPANI

Views 718 Comments 9

İhanet, bir gün kendi evine döneceği günü beklerdi.

Soğuk kışkırtıcıydı ama kışkırtıcı olan sadece soğuk da değildi; kalbimin kulaklarımdaki atışı korkumun daha fazla artmasına neden oluyordu. Oyunun sonuna yaklaştığımızı hissedebiliyordum. Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçebilirdi ama o an gözlerimin önünden geçen sadece Adnan Atalar’dı, babamdı; her şeyin başlangıcı ve belki de bitişi olan o adamdı.

Bana bir keresinde babamın ihanetle ilgili, akrep gibidir, dediğini anımsıyordum. Günü geldiğinde zehriyle kendini öldürür akrepler; eğer bir insanın ihanet ettiğini görürsen bir gün o ihanetin kendi sonunu da getireceğini bilmelisin.

Öyle yürekten inanmıştım ki bu söylediğine her ihanetle karşılaştığımda o insanın kendi kendini yok edebileceği günü beklerdim. Bugün ise beklemek için zamanım yoktu çünkü o yolun sonunu görebiliyordum.

Gözlerim tek tek karşımdaki herkesin yüzünde gezindi, Tugay’ın bakışlarından ise kaçtım çünkü oraya bakarsam neler göreceğimden emindim. Belki hissizlik, belki de hissizliğin içindeki o acı. Bir ihtimal korku? Hayır, o korkusunu öyle bir gizlerdi ki bunu ben bile zor görürdüm.

Boğuk bir nefes verdiğimde bakışlarım yavaşça Defne’ye döndü; onun gözlerinde gördüğüm saf bir acıydı. Kime acı duyduğundan emin değildim ya da onu kararlarından vazgeçiren neydi onu da anlamıyordum ama o bana bakmak yerine hainden gözlerini ayırmıyordu.

Giray’ın yüzünde Tugay’da olabilecek olan ifadeden çok daha uzakta bir ifade vardı. Öfkesi aldığı her nefesten belli oluyordu, gözleri ise odağını kaybetmiş gibi bir benim üzerimde, bir de hainin üzerinde geziniyordu. Öyle ki o an boğazıma dayanan keskin jiletin hissini çok sonradan fark edebilmiştim.

Silahlarda kurşunlar yoktu fakat jilet şu an boynumdaydı; nabzımın üzerindeydi, benim hayatımdaydı.

“Dizlerinin üzerine çök, Avukat Eftalya Atalar.” Hainin emir veren sesi, bomba seslerinin arasına kurşun gibi isabet etti. Bu sesi tanıyordum lakin daha önce bu kadar sert bir sesle bana konuştuğunu hiç hatırlamıyordum. Nasıl da güzel rol yapıyormuş dedi bir tarafım, diğer tarafım ise inatla duyduğu sesi reddetmek istiyordu çünkü ihanetin bedeliyle beraber getirdikleri de fazlasıyla ağır olurdu.

“Biliyorsun değil mi?” diyen Marco’nun sesinde hâlâ o keder vardı ama o gizleyemiyordu, korkuyu da işitebiliyordum. “Avukat’a zarar verdiğin an, sen de öleceksin.”

Hainin nefesini verdiğini işittim, gülümsüyor olmalıydı ki Giray’ın çenesi kasıldı. “Defalarca ölümle burun buruna geldim, Marco T ve bilmeni isterim ki ben bugün ölmeyeceğim ama birileri ölecek, ondan eminim.”

Kendinden öylesine emin bir sesi vardı ki, nerede duysam Krallık’ın baş savunucusu olduğunu düşünürdüm. Onlar kadar acımasız, onlar kadar sert.

Yutkunduğumda dizlerimin üzerine çökmek yerine çenemi havaya kaldırdım ve Tugay’la göz göze geldim. Benimle aynı anda, bir an bile şüphe etmeden o da çenesini kaldırmıştı. Sanki bana çökme dizlerinin üzerine diyordu, bunu yapma, eğer yaparsan ben de dizlerimin üzerine çökmek zorunda kalırım.

“Adnan Atalar’ın kızı, eski Avukat Eftalya Atalar,” dedi bu kez hain. “Dizlerinin üzerine çökmeni emrediyorum.”

Tugay yarım adım attığında arkamda hareketlenme oldu, o hareketlenmenin ardından Tugay duraksadı. Hainin kim olduğunu biliyordum ama arkamı dönüp bakmak istediğimde jilet daha sert dayandı, sanki ben onunla göz göze bile gelmemeliymişim gibi. Sanki bunu hak etmiyormuşum gibi.

“Bunu yapacağını biliyordum.” Kime söylediğini anlayamadım ama birkaç saniye sonra Defne’nin başını ağır ağır iki yana salladığını fark ettiğimde hainin konuştuğu kişinin Defne olduğunu anlamam uzun sürmedi. Nabzım o kadar hızlıydı ki dudaklarımın arasından nefes almaya çalıştığımı o an fark edebilmiştim. Ölecek miydim? Ölüm bu kadar yakındı biliyordum ama bu şekilde ölmek bana yakışır mıydı?

“Benim gördüğüm o çocuk, aynı çocuk değildi,” dedi Defne titreyen bir sesle. “Sen aynı adam değilsin, hiç olmadın ve beni de kandırdın.” Defne’nin gözünden bir damla yaş aktığında ihanetin bir kez daha onun tarafında yer aldığını görebiliyordum ama bu kez ihaneti, tarafını tuttuğu kişilere karşıydı.

Babam haklıydı, ihanet akrep gibiydi; bir gün kendisini zehirliyordu. Defne gitgide zehirleniyordu.

Anlayamıyordum ya da anlamak istemiyordum bilmiyordum ama uzaktan burnuma dolan is kokusu, ateşin gitgide yükselmesi birkaç saat içinde Ölüm Timi’ne ait yerin baştan aşağı kül olacağını sanki bana gösteriyordu. Kaçış nasıl gerçekleşecekti? Bu kez kurtuluş var mıydı? Gözlerim bir umut yeniden Tugay’a döndü ama Tugay bana bakmak yerine boynuma dayalı olan jileti izliyordu. Her hareketimde biraz daha keskinleşen o jileti tenimde hissedebiliyordum.

“Senelerce seni yanımda tuttum.” Giray’ın baskın sesi ve keskin çenesi cümlelerini seçerken dikkat ettiğini gösteriyordu. Belki de dudaklarına sıralanan onlarca hakareti benim canım için yutuyordu.

“Ve sen söylemeden söyleyeyim,” dedi hain. “Bir an bile olsun benden şüphelenmedin değil mi? Hatta hiç şüphelenmedin.” Büyük bir nefes verdi ve sonrasında öyle sert bir şekilde beni omuzlarımdan bastırdı ki yere dizlerimin üzerine düşerken dudaklarımın arasından tiz bir çığlık çıktı. “Dizlerinin üzerine çökmeni emrettim Avukat Eftalya Atalar! Burada emirleri ben veriyorum!”

Tugay’ın boğazından hırıltılı bir nefes yükseldiğinde boynumdaki jileti umursamadan öne doğru büyük adımlar attı ve belindeki silahı çıkarıp haine doğru tuttu. Hain ise sadece kahkaha attı.

“Harikasınız,” dedi soğukkanlı bir şekilde. “Tugay Demir Çeviker,” diye mırıldandığında dilini damağına vurdu. “Güçlüsün, hırslısın, kuvvetlisin, manipülatifsin, özgürlük için her şeyi yok edebilirsin ama,” nefesini verdi, “bir kadın da seni şurada yok edebilir, değil mi?” Bir kez daha dilini damağına vurdu. “Seneler önce yapayalnızdın ve Avukat’ın babası seni yanına aldı, Adnan Atalar elini sana uzattı.” Babamın adını duymak dizlerimin üzerine çöktüğüm yerde ellerimin titremesine neden oldu. “Veya sen ona yalvardın yanına alınmak için bilemiyorum, o kısımları sen daha iyi biliyorsun.”

“Senin,” dedi Tugay bakışlarını bana çevirmeden dişlerinin arasından. “Hiçbir şey bildiğin yok.”

“Kasanın şifresi 020817,” diyen hain kendinden oldukça emindi. “Bu tarihin anlamını söylememi ister misin?”

Giray bakışlarını Tugay’a çevirdi, ardından eli ensesine doğru gitti. “Giray Pusat Çeviker,” dedi bu kez hain. “Hayattan tek beklentin eğlenceydi çünkü yaşamayı gerçekten seviyordun.” Burnunu çekti. “Fakat sonra iki tane yola girdin, o iki yol senin hayatını tamamen değiştirdi. Birincisi Defne Tufan’a âşık olmaktı.” Kahkaha attı, ardından bıçak gibi kesildi. “İkincisini bilmek ister misin?” Bakışlarım direkt Tugay’a döndü, gelecek olanı biliyordum, hain bel altı vurmayı çok iyi beceriyordu. “İkinci yol doğduğun gün başladı, maalesef Tugay Demir Çeviker’in kardeşi oldun.” Sesi buz kadar soğuktu, bir katilden farkı yoktu. “Şimdi her şeyi bıraktığını söylersen gitmene izin veririm, neden biliyor musun? Çünkü bu örgütte, hatta herkesin arasında en çok sevdiğim kişi sensin, Defne’me iyi baktın ve bir gün bile beni dışlamadın.”

Ellerimi yere bastırdığımda avuçlarımın içine çamurlar bulaştı, yağmur az önce yağmıştı ve yeniden yağacak olursa yangın daha fazla büyüyecekti, bunu çok iyi biliyordum. Hareket etmek bir yana dursun, konuşursam boynumdaki jilet, nabzımı sonsuza dek susturacakmış gibi hissediyordum.

“Defne’me?” dedi Giray kaşlarını kaldırarak. “Sen nasıl bir kansızsın ulan?” diye sordu ve bakışlarından öyle bir ifade geçti ki zihnindeki bütün ışıklar sanki yandı, geçmiş gözlerinin önüne geldi ve yüzünde dünyanın belki de en masum ama bir o kadar da en korkutucu gülümsemesi oluştu. Gözleri yavaşça Defne’ye döndüğünde tek bir cümle kurdu: “Âşık olduğun kişi X değildi.”

Defne gözlerini kapattığında ve başını iki yana sallayarak ağlamaya başladığında aklından neler geçiyordu anlamıyordum ama Marco’nun küfrü düşüncelerimin arasına girdi. “Buna artık bir son ver.” Defne’nin bu cümleleri kime söylediği açıktı. “Bana hiç mi değer vermiyorsun?”

“Neden ağlıyorsun?” diye sordu hain. “Planımıza güzel bir şekilde ayak uydurmadın mı?” Dilini damağına vurdu. “Hayır, sen bana da ihanet ettin Defne, anlayamıyorum, bunu hak edecek ne yaptım?”

“Sen bu değilsin,” diyen Defne, sanki hain için çabalıyor gibiydi ya da hiçbirimizin bilmediği bir yönünü görüyormuşçasına konuşuyordu.

“Bugün bir kazanan olmayacağının farkındasın değil mi?” Marco’nun sorusundaki güven, elinde tuttuğu o silahtan geliyordu, anlamak zor değildi. “Avukat’a zarar verdiğin an, kafanda öyle bir delik açacağım ki…”

“Marco T,” dedi bu kez. “Çok küçük bir çocukken, annen kendini öldürdükten sonra…”

“Siktiğimin şerefsizi,” dedi Marco ve arkamda hareketlenme oldu, ikisi arasındaki itişmeyle bir anda boğazımdaki jilet boynumu keskin bir şekilde kestiğinde acıyla haykırdım ve elim boynuma doğru gitti. Avcuma kan dolduğunda ve aynı hızda kan, göğüs kafesime doğru ilerlediğinde elim nabzımı bulmaya çalıştı. Hayır, ölüyor muydum?

Gözlerim korkuyla yukarıya doğru tırmandığında o hengamenin arasında Tugay öne doğru atıldı ama aynı hızda jilet, Tugay’ın omzunu kestiğinde bu kez çığlığım gökyüzünü dolduracak kadar büyüktü. Sonrasında yerde sürüklendiğimi hissettim ve bir sırta yapıştırıldım, jilet ise boynuma daha keskin bir şekilde yaslandı. Göğüs kafesime doğru kan sızarken Tugay’ın sağ eli omzuna gitti ve onun da avcunun kanla dolduğunu gördüm. Çırpınmaya başladım fakat çırpınmak jiletin daha fazla boynumu kesmesine neden oluyordu.

“Beni!” dedi hain arkamdan bütün gücüyle kendine bastırırken. “Dinleyeceksiniz!”

“Marco,” dedi Tugay elini omzuna bastırırken. Yeniden bana döndüğünde yüzüne öyle bir acı oturdu ki o acıyı daha önce yüzünde görmüş müydüm hatırlamıyordum. Onun da canının yandığı her halinden belliydi fakat sakinliğini korumak zorundaydı. “Bırak, konuşsun.”

“Bırak konuşsun,” dedi hain taklit ederek. “Marco T, söylesene mandalinaları neden bu kadar çok seviyorsun?” Sessizlik oldu, boynumdaki kesikten daha fazla kan akmaya başladı. Burnuma dolan paslı demir kokusu gözlerimin dolmasına neden oldu. Jilet damarıma denk gelmemişti ama her kanın kokusunu aldığımda ölüme biraz daha yaklaştığımı hissediyordum. Gözlerim Tugay’a döndüğünde onun da bakışları benim üzerimdeydi. Dudaklarını oynatarak bir şeyler söyledi ama anlamak imkânsızdı çünkü her yeri buğulu görmeye başlamıştım.

“Çok küçük bir çocukken Adnan Atalar tarafından büyütüldün,” dedi üzerine bastıra bastıra. “Sen ve X beraberdiniz, biriniz yan çizdiniz ama biriniz daima Adnan Atalar’ın evcil köpeği olmaya devam etti. O kişi sendin.” Büyük bir nefes verdi, nefesi saçlarımdaydı ve acıdan mı yoksa o nefesinden mi bilinmez, midem bulanıyordu. “Sana bir şans verdi, Ölüm Timi gibi bir yerin lideri oldun ama birisi olmak onun malı olmanın dışına çıkartmadı. Öyle ki Ölüm Timi’ndeki bazı kişilerin soyadlarındaki harfler bile Adnan Atalar’ın o büyük kasasının şifresiydi.”

Dudaklarım aralandığında gözlerim yeniden Tugay’a döndü ama onun da bunu bilmediği çok açıktı. “Sandığınızdan çok daha fazlasını biliyorum,” dedi hain. “Çünkü söylediğim gibi, senelerdir sizinleydim ve senelerdir birçok şey öğrendim. Kurdu kuzu sürüsünün içine yerleştirdiler, o kurt bendim.” Aşağılayıcı bir şekilde devam etti. “Ve ben bütün kuzuların zaaflarını biliyordum. Tek bir kişi dışında.” Jilet daha fazla dayandı. “Sen Tugay Demir Çeviker, senin hakkında bildiğim çok az şey vardı çünkü içine kapanıktın, ne düşündüğün anlaşılmıyordu, yalnızdın ve gözü karaydın. Fakat şimdi bir zaafın var, o zaafın benim ellerimin arasında. Şimdi karar sırası sende, özgürlük mü yoksa Avukat’ın mı? Seç. Eğer özgürlüğü seçersen Krallık’ı devirmek için istediğin her şeyi yapabilirsin ve tam şu an gidebilirsin, sonrasında ben de ölürüm ama eğer Avukat’ını seçersen avcumun içindesin demektir, ikinizi de yok edeceğim. Ve ben vereceğin yanıtı çok iyi biliyorum.”

Silik bir şekilde başımı iki yana salladığımda Tugay’ın gözleri bir an olsun bana dönmüyordu. Sağ elini yavaşça sol omzundan çekti, duruşunu dikleştirdi ve gözlerini kıstı. Söylemesi gereken beni seçmediğiydi, beni öldürmesi gerektiğini söylemeliydi çünkü olması gereken aslında buydu. Senelerini verdiği bir planı vardı, o plan sadece benim yüzümden bozulmamalıydı.

Ölümden o an korkuyor muydum, işte bunun cevabını veremezdim ama tek bildiğim kaybetmeyi hiç istemediğimdi. “Tugay,” diye mırıldandım yavaşça. Bakışları bana dönmedi. “Ölümüm en büyük kazancın olacak, düşün bunu.”

Bakışlarını bana öyle bir çevirdi ve baktı ki cümleler bıçaktan daha keskin bir şekilde dudaklarımın arasında kaldı. Fakat bakışlarını kaçırmadı, neredeyse bir dakika boyunca bana baktıktan sonra, “Ayağa kalk Sevgili Avukat,” dedi baskın bir sesle. “Biz artık dizlerimizin üzerine sadece birbirimiz için çökeriz.

“Cevap bu değil.” Sırtım hâlâ yaslıydı ve hâlâ yerdeydim. Art arda başımı sallıyordum, istediğim kesinlikle bu değildi; zaafı olmak değildi. İstediğim bu savaşı kazanmaktı.

“Tugay,” dedim ağzımın içinde son kez. “Bunu yapman gerekiyor çünkü…”

Tam o esnada gözlerimin önünde Giray, Defne’yi kendine öyle bir çekti ve elindeki silahı şakağına dayadı ki cümlem yarıda kesildi. “Herkesin bir zaafı vardır,” dedi Giray. “Şimdi de senin zaafını görelim.” Defne korkuyla gözlerini açtığında çevremizi saran ateş gitgide bize yaklaşıyordu ve Giray’ın silahı tutan eli bir an bile olsun titremiyordu. “Bunu yapamayacağımı mı düşünüyorsun?” Giray gülümsedi. “Ben bu silahla kendimi bile vurmayı düşündüğüm günden sonra çok şey değişti, gözünün yaşına bile bakmam.”

Defne’nin gözlerinden art arda yaşlar akarken karşısına bakıyordu ve sanki yanıtı çoktan biliyor gibiydi. Onlarca adam bize savaş açmak için bekliyordu, buradan çıkışımız yoktu ve hainin zaafı eğer Defne ise biz kurtulabilirdik.

Ama cevap, hainin kahkahasında gizliydi. Öyle gür bir kahkaha attı ki ben çoktan kaybettiğimizi kabullendim. “Ve ben,” dedi. “Tek bir zaafım, tek bir bağlılığım, tek bir sevgim var. O da Krallık’a karşıdır.” Soluk bile almadan devam etti. “Öldür, ardından ölüsünü yak çünkü artık benim işime yaramaz.” Defne acıyla bağırdığında ve çırpınmaya başladığında saldıracağı kişi çok açıktı, Giray ise ona sarıldığı yerden bir an bile ayrılmıyor, şakağındaki silahını çekmiyordu. “Ve o bana ihanet etti, tıpkı size ihanet ettiği gibi.”

“Ben sadece senin için çabaladım!” Defne öyle bir bağırıyordu ki kulaklarımı acıtacak kadar yüksekti. “Ben sadece seni yeniden kazanmak istedim ve anlaşmamız asla bu şekilde değildi!” Defne bütün gücüyle çırpınmaya devam ederken Giray artık onu öldürmek için değil, sanki ölümünün önüne geçmek için tutuyor gibiydi çünkü eline silah geçse kendini öldürebilecek kuvvet onda vardı. “Sen aynı kişi değilsin, hiç olmadın. Beni kandırdın! Bizi kandırdın! İkimizi kandırdın!”

“Sen benimle yollarını ayırdığında her şeye son verdin, Defne.” Bıkkın bir nefes verdi. “Şimdi Tugay Demir Çeviker, tercihini söyleme zamanı. Sevgili Avukat’ının ölümü mü yoksa özgürlüğün mü?”

“Tugay,” diye inledim acıyla. “Yap şunu!” Bana öyle bir baktı ki sanki özgürlüğüm sensin, diyordu, bana bir kez daha öyle bir baktı ki sanki ölürsen özgürlüğün ne anlamı kalır, dedi.

“Kaybedeceksin.” Tugay’ın dudaklarından dökülen kelime o kadar netti ki ne derse inanırdım. “Çünkü benimle alakalı bildiğin birçok şey olabilir ama bilmediğin tek bir şey var: her zaman ama her zaman ben kaybederken bile kazanırım ve o zihinlerinizde daima böyle hatırlanacağım.” Yüzünde bir tebessüm oluştu, o tebessüm güven verdi. Kazandık demiyordu ama ben kaybetmem dediği her halinden belliydi.

“Ne demek istiyorsun?”

Tugay başını omzuna doğru yatırdı ve bakışlarını bana çevirdiğinde, “Ayağa kalk,” dedi direkt. “Bıçaklar ve silahlar bizim itaat sebebimiz değildir, güzelim çünkü ölürken bile boyun eğmememiz gerektiğini çoktan öğrenmedik mi? Eğer bir itaat gerçekleşecekse biz sadece birbirimize itaat ederiz, öyle değil mi canımın içi?”

O an yine iki yolum vardı ve ben yine onu dinlemeyi seçtim; Tugay’ı dinlemek belki de kazandırmazdı ama kaybettirmeyeceğinden de neredeyse emindim. Biz ölebilirdik ama savaşı kaybetmezdik.

Ellerimi yere bastırdığımda avcumdaki kanla yerdeki çamur birbirine karıştı. Hain neden izin verdi bilmiyordum, belki de düşünceliydi, yüzünü göremiyordum ama çöktüğüm yerden ayağa kalktığımda boynumda hâlâ bir jilet yaslıydı fakat artık boynumdan akan kanlar umurumda değildi. Birisi Tugay’ın boynuna jilet dayasa ve bir tercih hakkı sunsa onun ölümünü seçmeyeceğimi çok iyi biliyordum. Şimdi ondan bunu istemek belki de bencillikti.

Bir savaş kazanılacaksa insan ölürken de o savaşı kazanırdı, en büyük örneği, babam Adnan Atalar’dı.

Tugay çenesini havaya kaldırdı ve sağ elini yavaşça cebine yerleştirdi. Bu hareketi bile arkamdaki hainin hareketlenmesine neden oldu. “Eğer öleceksek,” dedi yüzündeki o anlamsız tebessümle, “bir örgüt kurucusu ve lideri olarak ölmeyi yeğleriz, değil mi Sevgili Avukat?” Sağ eline eldiveni geçirirken yüzü öylesine sakindi ki gerçekten de o kadar sakin miydi düşünmeden edemedim. “Değil mi Sevgili Avukat’ım?” diye sordu yeniden ve tek kaşını kaldırıp bana baktı. “Diğer türlü mahkûm Tugay Demir Çeviker ve Avukat Eftalya Atalar’dan hiçbir farkımız kalmaz ama bak bize, karşımızda bir ordu bile dursa bize meydan okumayı beceremiyor.”

Onun kadar sakin olmak, hatta onun gibi gülümsemek istiyordum fakat bu şu an imkânsıza yakındı. Planı neydi bilmiyordum, ölüm olduğu kesindi ama ölmeye karar verirken bile duruşundan hiçbir şekilde ödün vermiyordu.

Sol eline de eldivenini geçirirken başını iki yana salladı ve dilini damağına üç kez vurdu. “Sol kolumu neden kaybettiğimi de biliyorsun değil mi?” Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Çok net bir şekilde söylemek gerekirse bir sırrı saklamak için kaybettim, o sırrın sahibi ise Sevgili Avukat’ımdı.” Sol eline de eldivenini giydikten sonra beline sıkıştırdığı silahını çıkardı ve şarjörünü kontrol etti. Boynumdaki jilet ise yavaşça hareketlendi, canım acıyordu. “Ve ben bir pilottum, aslında ölümüm kolumu kaybettiğim gün gerçekleşti çünkü mesleğimi kaybettim.” Başını kaldırdı, ellerini önünde birleştirdi, duruşunu dikleştirdi, omzundan ise kan akıyordu. “Bir zamanlar kolumu uğruna kaybettiğim Avukat Eftalya Atalar’dı, şimdi ise canımı BL Örgüt Lideri Sevgili Avukat’ım için feda edebilirim, hiç problem değil.”

“Tugay,” dedi Giray ve o an onun hâlâ Defne’yi tuttuğunu gördüm, silah ise çoktan aşağıya inmişti. Öyle bir şaşkındı ki Defne’yi bırakmak aklına bile gelmiyordu.

Tugay büyük bir nefes verdi, ardından bir nefes daha ve sonra silahın kilidini açıp namluyu kendi şakağına dayadı.

Bunun adı intihardı ve ben artık nefes bile almıyor gibiydim.

“Yok artık,” dedi hain gülerek. “Kendini mi öldüreceksin? Bu kadar cümle bunun için miydi?”

Tugay da gülümsedi. Şakağına dayalı bir silah vardı, bunun adı gerçekten intihardı ama o gözlerini bir an olsun kırpmıyordu. Şimdi burada belki de benden hemen sonra kendi canına kıyacaktı; bunu bilmek gözlerimin dolmasına neden oldu ama bir an bile olsun çenemi aşağıya indirmedim.

“Evet,” dedi Tugay hiç düşünmeden. “Ama öncesinde seni de bitirmem gerekiyor çünkü onurun, gururun ve savaşın sadece Krallık için.”

Sağ elinde tuttuğu telefonu havaya kaldırdı ve sonra rehberden bir numaraya bastı. Telefon üçüncü çalışta açtığında, “Alo?” diyen sesini işittik. O sesi tanıyordum, Krallık başa geçmeden önce muhalefet partisinin lideriydi. Aynı zamanda babamın yakın bir arkadaşıydı; Krallık başa geçtikten sonra kendisi ülkeden çıkmak zorunda kalmıştı. BL Örgütünün planları istediği gibi ilerlerse yeniden ülkeye demokrasiyi getirmek için onlarla anlaşma imzalayacaklardı. Ve göründüğü kadarıyla o anlaşma çoktan gerçekleşmiş gibi görünüyordu.

“Merhaba Fethi Toraman,” dedi Tugay bariton bir sesle. “Ben Tugay Demir Çeviker.” Bir elinde silah, şakağına dayalı, bir elinde telefon savaşın başlangıcı. “Size attığım bir ses kaydı ve görüntüler vardı, hatırlıyorsunuz değil mi?” Tugay’ın yüzünde gülümseme belirdi. “Her ikisini de halka sunabiliriz.”

Arkamda hareketlenme olduğunda hainin boynuma dayadığı jiletin gevşediğini hissettim.

“Zamanının henüz gelmediğini söylemiştin,” dedi Fethi Toraman.

Tugay kısık bir sesle güldü. “Şakağıma bir silah dayalı, o silahı da ben tutuyorum. Üzülerek söylemeliyim ki artık ölü bir adamım ve eşim de artık ölü bir kadın fakat geride kalan herkesin bütün gerçekleri bilmesini ve Krallık’ın gerçek yüzünün ortaya çıkmasını istiyorum.”

O an anlamıştım. Tugay, X’ten gizlice kaydettiği ses kaydını şimdi halka yayınlatacaktı ve bu şekilde biz kaybetsek bile Krallık’ın da itibarının yerle yeksan olmasına neden olacaktı.

Sessizlik oluştu. Fethi amcayı tanıdığım kadarıyla babam kadar dingin ve o bir o kadar da zeki bir adamdı. Tek farkları babam daha cesurdu, Fethi amca ise her şeyi adaletle çözmek konusunda fazlasıyla istikrarlı bir adamdı.

“Tugay,” dedi Fethi amca. Kısa bir nefesin ardından devam etti. “Eğer sağ kalırsan bana ulaş.”

“Eğer sağ kalırsam,” dedi Tugay ve bakışlarını bana çevirdi. “İlk yapacağım şey, size ulaşmak olmayacaktır ama elbette sizi de arayacağım.”

Tugay telefonu kapattığında protez eliyle tuttuğu silahını şakağına daha fazla bastırdı. “Ne diyorduk?” diye mırıldandığında kaşlarını havaya kaldırdı. “Tercihlerden mi söz ediyorduk? Birazdan tercihe bile gerek kalmadan Krallık’ın son kalesini de yıkmış olacağım. O kale ne biliyor musun? Halka karşı oluşturulan güven. Belki bir kesim gözlerini kapatmaya devam edecektir ama unutmaman gereken bir şey de var; en sessiz halk, en yüksek çığlığı çıkarabilecek olan halktır ve sizi destekleyen insanların sessizliği benim bile kulaklarımı acıtıyor. Güven duvarları yıkılıyor, onurunu ve gururunu artık başka bir Krallık için yıkman gerekecek.”

Hainin nefes alışı değişti ve dudaklarından hırıltılı bir nefes döküldükten sonra beni sertçe kendine çekip kolunu boynuma doladı. Fakat birkaç saniye içerisinde telefonundan ses yükseldiğinde hızlıca telefonunu çıkardı. Birkaç tuştan sonra o ses kulaklarıma doldu, göz ucuyla baktığımda ise sosyal medyaya servis edilen o ses kaydını duydum.

Tugay, “Krallık ve örgüt arasındaki savaşın halkı mahvettiğiyle yüzleştim bugün,” diyordu acılı bir sesle. Sadece beni destekleyenler değil, Krallık'ı destekleyenler de aç, mutsuz ve ölümle burun buruna. Kimse mutlu değil. Bütün bunlar son bulduğunda ne olacak? Krallık kazansa ülke bir mezarlığa dönüşecek, örgüt kazansa nasıl devam edeceğini bilemeyecek. İki tarafın da elinde ister istemez masum insanların kanı var, BL Örgütünü destekleyenleri düşünmemeni anlarım ama Krallık'a gönülden bağlı o kadar kişi var, onları da düşünmek zorundasın. Biz seninle aramızdaki savaşa devam ettirebiliriz ama ülkeyi yok edersek bir daha kurtuluşu olamayacak. Ben barış ve adalet istiyorum, sen ise halkını düşünmesi gereken bir Başkan'sın. Bu aptal oyunun sonucunda boş ver, mantıksız konuştuğumu söyleyemezsin bana.

Kısa bir sessizlik oluşmuştu ve X’in o nefret dolu sesini işittik.

“Sen konunun hâlâ ülke kısmında mısın piç herif? Bu ülke de halk da masumiyet de zerre sikimde değil. Krallık'ın onuru ve gururu da öyle. O babamın zamanında böyleydi, onun kadar aptal değilim, hiç olmadım.”

Tugay’ın acı dolu başka bir sesi daha geldi.

“Gerçekten tek niyetim barıştı.”

Ses kaydı durdu, ekran karardı ve sonrasında görüntüye Tugay’ın yüzü girdi. Sosyal medyada paylaşan hesap anonim bir hesaptı ama güçlü olduğu gitgide yükselen beğeni ve yorum sayısından belliydi. Hainin elinde tuttuğu telefona art arda aramalar ve mesajlar geliyordu; bu arama ve mesajlar da gitgide videonun yayıldığını gösteriyordu.

Tugay çalışma masasında oturuyordu, önünde 1984, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, Hayvan Çiftliği, Otomatik Portakal, Dava gibi nice kitap duruyordu. Sol tarafta bir adalet terazisi vardı fakat terazinin bir tarafı kırılmıştı. Önünde üst üste dizilmiş kâğıtlar tutuyordu, kâğıtların yanında dosyalar vardı. Arkası simsiyah perdeyle örtülüydü, kadrajda sadece kendisi yer alıyordu. Yüzünde maske yoktu, sakallarını kesmişti ve ellerinde eldivenleri duruyordu, üzerinde ise simsiyah bir takım elbisesi vardı. Videoyu tam olarak ne zaman çektiğini kestiremiyordum ama parmağındaki benim ona aldığım yüzük, yakın zamanda çektiğini gösteriyordu.

Yüzüğü çıkarmamıştı.

Yüzünde ciddi bir ifade vardı, herkesin bildiği o ifadesi ve bir o kadar da rahattı. Ela bakışları tam olarak kadraja bakıyordu ve kaşları hafif çatıktı. Saçları taranmıştı, yüzünde canlı bir renk vardı. Bu videoda neler diyecekti, tahmin dahi edemiyordum ama sonrasında yaşanacakları az çok bilebiliyordum. Tugay gözünü karartmıştı; bu hamlesi herkesi yok etme üzerine kuruluydu.

“Hepinizin bildiği gibi ben BL Örgüt Kurucusu, Tugay Demir Çeviker’im. Krallık’ın size söylediği gibi çocuk katili değilim, tecavüzcü değilim, hırsız…” Duraksadı, yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. “Sadece Krallık’tan çaldım çünkü ben de sizin gibi halktan birisiydim ve benim olanı benim dışımda üstlerimin kullandığını fark ettiğimde gözlerim açılmıştı.”

“Hepinizin bildiği gibi ben Sivil Havacılıkta uzun bir süre ülkem için pilotluk yapan Tugay Demir Çeviker’im. Krallık’ın size söylediği gibi onlara ihanet etmedim.” Yine gülümsedi. “Henüz. Şu ana dek.” Önündeki kâğıtları karıştırdı ve pilotluk belgesini gösterdi. “Senelerimi ülkeme adadım, birçok devlet çalışanı canını bana emanet etti ve birçok uçuş gerçekleştirdim.”

“Hepinizin bildiği gibi ben on dört yaşında katil olan Tugay Demir Çeviker’im. Krallık’ın size söylediği gibi bir kadını öldürmedim, bir masumu öldürmedim, hatta bir hayvanı da öldürmedim. Ben bir çocuk istismarcısı olan, mahallemizde yaşayan oyuncakçı Halit Gürtekin’i öldürdüm.” Başka bir kâğıdı kaldırdı ve adamın sicilini gösterdi. “Kendisi bir tecavüzcüydü.”

“Ve şu an sizin de bilmediğiniz bir şey daha var.” Başını omzuna yatırdı. “Herkes Hâkim Ali’yi tanıyor, herkes Hâkim Ali’nin nasıl öldürüldüğünü de biliyor ama kimse Hâkim Ali’nin oğlunu bilmiyordu.” Çenesini kaldırdı. “Krallık’ın baş adamı Hâkim Ali’nin biyolojik oğlu Tugay Demir Çeviker’im. Annem Yeşim Çeviker’in soyadını kendi rızamla aldım ve öyle bir babanın oğlu olmak istemedim çünkü henüz çok küçükken babam, annemi öldürdü, ardından bir baltayla…” Sustu. Gözleri kadraja bakarken bunları paylaşmanın onun için çok zor olduğunu biliyordum ama artık konuşma sırası biraz da Tugay’daydı.

“Ben hepinizin bildiğini sandığı ama hiçbirinizin tanımadığı o Tugay Demir Çeviker’im. Krallık mensubu bir babam vardı, senelerce Krallık için çalıştım ve sonucunda işte buradayım. BL Örgütünü kurdum, başkaldırdım ve hepiniz beni sadece söylentilerle tanıdınız. Şimdi ise gerçek beni biliyorsunuz.” Yine gülümsedi. “Bilebildiğiniz kadarıyla.”

Sırtını koltuğa yasladığında hepimiz nefesimizi tutmuş onu dinliyorduk, hainin yerinde X olsaydı, Kerem olsaydı sinir krizi geçirirdi ama hain sakinliğini korumaya devam ediyordu.

Tugay kadraja bakarak üzerindeki ceketi çıkardı ve siyah gömleğinin kollarını yavaşça yukarıya doğru sıyırdı. Sol elindeki eldiveni çıkardı ve protez elini ortaya çıkarıp havaya kaldırdı. “Gerçekleri konuşma vakti. Yine birçoğunuzun bildiği gibi, Krallık benden sol kolumu annemin öldürüldüğü baltayla aldı ve timsahlara yem etti. Uyuşturmadan, bir an bile şüphe etmeden kolumu bilincim açıkken kestiler. Pilotluğum son buldu, ben ise o timsahı sembolüm haline getirdim.” Çenesini aşağı indirdi. “Senelerce hapishanede türlü işkencelere maruz kaldım. Çoğu gün aç bırakıldım, bazı günler öleceğimi bile hissettim; sırtım parçalandı, sırtımı bile iyileştirmediler. Ada Hapishanesinde ben de dahil birçok mahkûmu canice işkencelere uğrattılar, işkencelerin sonunda katledilen birçok insan oldu. Bu insanlar tek bir ortak paydada buluşuyordu: Krallık karşıtlığı.”

Tugay elindeki belgelerle tek tek isimler saymaya başladı. O belgelerde ölenler vardı ve hepsi milletvekiliydi. “Ölüm nedeni,” diyordu videoda. “Krallık karşıtlığı. Ölüm şekli, ecel!” En sonunda bir ismin üzerinde durdu ve onun adını söylerken gururu sesinde işittim. “Adnan Atalar,” dedi keskin bir sesle. “Ölüm nedeni, Krallık karşıtlığı. Ölüm şekli, idam!” Tugay dilini damağına vurdu üç kez. “Hayır, ölüm şekli idam değil, ecel. Çünkü Adnan Atalar, onuruyla ve kendi isteğiyle boynunda bir urgan varken öldü, Krallık onu öldüremedi.”

Bu kez başka belgelere geçti ve bu insanlar Krallık tarafındaydı. “Halit V. İçişleri Bakanı,” diyordu belgeyi kaldırarak. “Sekiz senedir Krallık için zaten çalışıyordu, evinde üç tane çocuk işçi var, bu çocuklar kimsesiz çocuklar.” Başka bir belgeyi havaya kaldırıyordu, bütün isimler halkın tanıyıp güvendiği isimlerdi. “Aliye C. Dışişleri Bakanı, altı senedir Krallık için çalışıyor, öncesinde sadece milletvekili maaşıyla dokuz tane villası, üç tane teknesi, otuz tane arsası ve yüz elli çalışanı var. Artı olarak yolsuzluktan soruşturması açılmış ama kapatılmış.” Tugay nefesini verdi ve eline başka bir belge aldı. Her kanıt, onun ellerindeydi. “Gürsoy B. Sağlık Bakanı. İllegal işlerden üç tane soruşturması var, artı olarak sahibi olduğu hastane imara aykırı.” Daha nice ismi tek tek ve hızlı bir şekilde sıralarken bakışlarında oldukça güven veren bir ifade vardı.

Krallık mensubu herkesin listesini bitirdikten sonra belgeleri köşeye itekledi ve eldivenlerini yeniden takmadan parmaklarını masanın üzerinde birleştirdi. Protez elini özellikle insanlara sergilediğinin farkındaydım ve bunun ona ne kadar ağır geldiğini de biliyordum çünkü biraz da olsa zayıf tarafını göstermiş oluyordu.

“Şu an birçok aile reçetesiz yiyecek alamazken Krallık mensupları ve onları yönetenler tam anlamıyla kral sofralarında besleniyorlar. Şu an hastaneye girmek için bile sıra bekleyen insanlar varken her Krallık mensubunun ve yönetenlerin özel doktorları var. Sizden çocuklarınızı eğitmek için aldıklarını söylediler ama kendi gözlerimle gördüğüm…” Önündeki tabletin ekranını çevirdi ve mahzenlerdeki birkaç görüntüyü gösterdi. “Bu mahzenlerde tutuluyorlar. Kadınların doğurganlığı yasal olmayan yollarla ellerinden alınıyor, mahzene düşmeyen çocukları ise kendi evlerine alıp çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar.”

Tugay çenesini havaya kaldırdı. “Kimseden beni sevmesini beklemiyorum, kimseden bir saygı beklediğim de yok, öyle ki benim başlattığım yangın, benim de payım olduğu şekilde masum insanların zarar görmesine neden oldu. Tam da bu yüzden anlaşma sağlamak için Krallık’ın ayağına gittim ve aldığım karşılığı siz de dinlediniz. Şimdi burada herkesin gözü önünde tek tek canı yanan herkesten özür diliyorum. Ben bir taraf değilim, ben sizin içinizden biriyim ve şu an bu video yayınlanıyorsa bilin ki can güvenliğim tehlikededir, ölümüm ise Krallık tarafından olacaktır.”

Tugay önündeki Hayvan Çiftliği kitabını eline aldı ve oradan bir replik okudu. “Tıpkı Hayvan Çiftliği’nde dediği gibi: Yaşadığımız hayat nasıl bir hayattır? Açıkça söylemekten korkmayalım: Şu kısa ömrümüz yoksulluk içinde, sabahtan akşama kadar uğraşıp didinmekle geçip gidiyor. ” Tugay başını aşağı yukarı salladı. “Benim istediğim halk yoksulluk içinde savaşırken yönetenlerin boğazlarından geçen tek bir lokmanın bile hesabının sorulması.”

Eline başka bir kitap aldı. “Otomatik Portakal’da dediği gibi: Seçme hakkına sahip olmayan kişi kişiliğini yitirmiş demektir. Benim istediğim sadece sizin de bir seçme hakkınızın olması ve bu ülkeye gerçek bir demokrasinin gelmesi. Bakın, Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eserde dediği gibi: Daha ne kadar bu saklambaç oyununa devam edeceksiniz? Vatanseverlikten, halka olan sevginizden, kültür hizmetlerinden bahsediyorsunuz. İyi de insanlar için, anavatan için, kültür için tam olarak ne yapıyorsunuz? Benim istediğim sizden savaşmanız değil, bu adaletsizlik karşısında dur demeniz. Bütün bu kitaplardan neden alıntılar okuyorum biliyor musunuz? Çünkü hepsi ülkemizde yasaklandı. Neden? Çünkü kimse kendisini kötü bir şekilde kitap sayfalarında okumak istemez. Onlar kim olduklarını biliyorlar. Onlar bu kitap sayfalarındaki kötü adamlar olduklarının farkındalar ve beni iyi dinleyin, bir ülkede kitaplar yasaklanıyorsa o ülke yozlaşmaya terk edilmiştir. Bir ülkede filmler yasaklanıyorsa o ülkede gözler körleşmeye başlamıştır. Bakın, bir ülkede müzikler bile susturuluyorsa o ülkede mutluluk namına hiçbir şey kalmamıştır. Bizim ülkemizde tebessüm bile yasak artık, bunu görün.”

Büyük bir nefes verdi. “Adnan Atalar, Krallık karşıtı olarak öldürüldü ama asıl nedeni yasaklı kitap olan 1984’ü okumaktı. O kitapta da dediği gibi: İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu. Eğer düşüncenizde benim sayemde değil, başka bir günde bile olsa değişiklik varsa kendinizi deli diye adlandırmayın, adlandırılmasına izin vermeyin çünkü sizden istedikleri tam olarak bu. Delirmenizi istiyorlar çünkü akıl sağlıklarıyla oynadıkları herkesi çok daha iyi yönetebiliyorlar.”

Tugay sırtını sandalyeye yasladı, eldiveninden çıkardığı yüzüğümüzü parmaklarının arasında çevirdi ve önce sol protez eline taktı; bunun imkânsız olduğunu fark ettiğinde avcunun içine yerleştirdi. Bunu bile bilerek yapmıştı, biliyordum. “Görüyorsunuz ya,” dedi yüzüğü göstererek. “Benim elimden mutluluğumla beraber her şeyim alınmak istendi fakat şimdi size namusum, şerefim ve haysiyetim üzerine söz veriyorum,” bakışlarını net bir şekilde kameraya çevirdi, “demokrasinin geldiği gün ben ve Sevgili Avukat’ım Eftalya Atalar hukuka uygun şekilde yargılanacağız; o yargılandığımız gün sizin bayramınız olacak çünkü bu ülkeye gerçekten adalet gelmiş olacak.”

Gözümden bir damla yaş aktığında dudaklarımda silik bir tebessüm vardı, biliyordum.

“Benim mutluluğum,” dedi Tugay videoda. “Hayatım boyunca bu yüzüğü parmağıma bile takamadığım kadar yarım kalacak fakat özgürlüğümü soracak olursanız Sevgili Avukat’ım nefes aldığı sürece ben kendimi özgür hissedeceğim. Size gelecek olursak eğer…” Gözleri tam ekrana bakıyordu, keskin bakışları öylesine kendinden emindi ki, her cümlesi zihnime kazınmıştı. “Savaşmayı seçtiğiniz o gün, hepimizin buluştuğu o gün, eğer ölmezsem sizin özgürlüğünüze kavuştuğunuz gün olacak, söz veriyorum.”

Video sona erdiğinde ses kaydı yeniden dinletilmeye başlandı ve bakışlarımı Tugay’a çevirdiğimde bu geçen birkaç dakikada bile bakışlarında ufacık bir değişim olmadığını gördüm. Aynı videodaki adam gibi bakıyor, aynı o adam gibi duruyordu. İkimiz adına da söz vermişti, ben bir hukuk kadınıydım, o ise bir pilottu. Yargılanacaksak ikimiz de yargılanacaktık ama bu savaşı da kazanmış olacaktık.

“Şimdi,” dedi Tugay art arda çalan telefonu görmezden gelerek. “Bizi öldür, halka gerçek katilin kim olduğunu göster, göster ki benim ne kadar haklı olduğumu herkes bilsin.”

“Belki de halk buraya geliyordur.” Defne’nin cümlesiyle bakışlarım ona döndü, benimle beraber jileti tutan el de titrediğinde Tugay’ın habersiz olduğu direkt Defne’ye bakışından belliydi. Defne dolu gözlerle haine bakarken yüzünde belli belirsiz bir tebessüm vardı. “Beni gözden çıkaracağını biliyordum,” dedi. “Ve ben de seni gözden çıkardım.”

Bir ıslık sesi Defne’den yükseldi ve o esnada arazinin sol tarafından yavaş yavaş araçlar ve insanlar görünmeye başladı. İlk önce beş kişilerdi, ardından on kişi oldular ve sonra elli… Daha fazlasını sayamayacağımı fark ettiğimde yeterince kalabalıklardı. Hatta öyle kalabalıklardı ki neredeyse Krallık’ın adamlarını ikiye katlardı. Birçoğunun elinde taşlar vardı, bazılarında sopalar, ellerinde ise eldivenler.

Halktan insanlar buraya geliyordu ve çağıran Defne’ydi.

İnsanlar sabit bir şekilde durduğunda emir bekledikleri çok açıktı, öyle kızgın bir kalabalıktı ki Krallık kadar profesyonel olamazlardı ama öfkeleri onlardan çok daha fazlaydı.

Tugay yavaşça bakışlarını bize doğru çevirdi, ardından öne doğru bir adım attı, şakağındaki silahı indirirken yüzünde zafer kazanmaktan öte zafere doğru ilerleyen bir adamın gülüşü vardı. “Şimdi beni halkın gözleri önünde öldürmeyi mi tercih edeceksin yoksa kaçmayı mı?”

Sadece beş saniye. Beş saniyenin sonunda hain beni kendine doğru çevirdi ve boynuma jileti öyle bir dayadı ki onunla dakikalar sonra göz göze gelmek beni bozguna uğratmıştı.

Tam karşımdaydı, bakışlarında artık o masumiyet yoktu, nefret okunuyordu.

Ufuk bütün ihanetiyle canımı yakan o cümleyi söyledi. “Meryem ellerimin altında can verdi, Sevgili Avukat. Onu ben öldürdüm.”