logo

44. BAĞ

Views 544 Comments 19

Artık geri sayımın başladığını yüreğimden hissedebiliyordum. En başında yangın çok uzaklardaymış gibi geliyordu ama şimdi yangın sanki hemen birkaç adım uzağımdaydı ve ben geri geri kaçmak yerine o yangına yürüyordum. Burnuma ateşin kokusu geliyordu fakat zaten o yangını başlatan biz olduğumuz için kaçmak da hiçbirimize yakışmazdı, bundan çok emindim.

Zamanla Ölüm Timi’ndekiler ve BL Örgütündekiler bütünleşmişti. Çoğu zaman Gamze’nin timdekilerle yeniden derin sohbetlere daldığını görebiliyordum, aynı şekilde Javier’in örgüttekilerle arkadaşlığına şahit oluyordum.

Marco ve Sinan’ın arasında görünmez bir duvar olsa da birbirlerine karşı daima saygı içerisindelerdi. Aynı kadına karşı sevgileri olmasına rağmen birbirlerine hiçbir zaman yanlış hareketleri olmamıştı; bu saygının nedeni, ikisinin de duruşunun dik olmasından kaynaklanıyordu.

Fakat ne olursa olsun Sinan’ın Marco için en büyük korkusunun üzerine gidebileceğini düşünemezdim.

Sinan henüz küçükken annesi ve babası boğularak ölmüştü. Üstelik Sinan çok güzel bir hayatın içindeyken. Sinan’ın babası balık tutmayı çok severmiş, onun hikâyesini bana babam anlatmıştı. Sinan’dan hiçbir zaman dinleyememiştim. Sabahın erken saatlerinde yine Sinan’ı alıp balık tutmaya evlerinin ilerisindeki denize gitmişlerdi, mevsim kıştı ve o zamanlar kış mevsiminde balık tutulması yasaktı ama Sinan’ın babası da Sinan gibi gözü kara olacak ki yasakları dinlemeyerek o koya ailesini alarak gitmişti. Bir çadır kurmuşlardı ve Sinan henüz sekiz yaşındaydı.

Babamın anlattığına göre Sinan çadırın içindeyken annesinin çığlığını duymuş ama çocuk aklıyla bunun kahkaha olabileceğini bile düşünmüş. Bu konuda da durmadan kendisini suçlamasını anlayabiliyordum, sanki sekiz yaşında bir çocuk ailesini o an kurtarabilecekmiş gibi.

Dakikalar sonra ailesinden hiçbir ses gelmediğinde Sinan merak edip o koyun köşesine gitmiş fakat ne annesini ne babasını görebilmiş. Dakikalar saatlere dönüştüğünde ve artık öğle vaktini aldığında Sinan o köşede oturmuş ve sadece ağlamaya başlamış olacak ki oradan geçen ve devriye gezen askerler Sinan’ı bulmuşlar.

Sonrası ise bir çocuğun anlayamayacağı ama oradaki herkesin çözebileceği kadar hızlı gelişmiş. Kısa süren bir arama kurtarmanın ardından annesinin ve babasının cansız bedenleri bulunmuş, Sinan’ın ayaklarının dibine bırakılmış.

Kovanın içinde ise sadece iki balık vardı, demişti bir keresinde Sinan, çok sarhoş olduğu bir gün. Üçüncüsü yaşadı, o bendim.

O günden beri denizden kaçmış, sudan daima korkmuştu.

Fakat bugün o denize atlayıp Marco’yu kurtararak aslında ona verdiği değeri de açık bir şekilde göstermişti.

Silah sesleri devam ederken gözlerimi denizin içindeki Sinan ve Marco’dan ayıramıyordum. Marco vurulduğu için bütün gücü gitmişti ve yüzemiyordu; Sinan ise onu zorlukla iskeleye çekmeye çalışıyor, sıkıca tutuyordu.

Tugay en sonunda sırtına astığı tüfeği çıkardı ve yere bir dizinin üzerine çöküp kuleyi isabet aldığında tek gözünü kısarak oraya baktı, Gamze’ye ise onu korumasını söyledi. Yaklaşık on saniye sonra Tugay’ın silahından çıkan kurşunla kuleden bir adam aşağıya doğru düştü, onunla aynı anda Ada Hapishanesini koruyan görevlilerden birisini Gamze öldürdü.

Diğer adam sırtı dönük bir şekilde Tugay’a doğru ilerlerken hiç düşünmeden silahı kaldırdım ve onu vurdum. Kurşun kaburgasına denk geldiğinde bunu fırsat bilen Tugay onu alnından vurdu ve adam da yere düştü. Bir anda bütün kurşun sesleri sustuğunda gözlerim etrafı taradı fakat geriye kalan kimse yoktu.

“Hemen gitmemiz gerek,” dedi Tugay kendi kendine ve doğrulup iskeleye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bir an bile duraksamadan ben de oraya gittiğimde Sinan’ı iskelenin demirine sıkıca tutunmuş, tek koluyla Marco’nun beline sarılmış vaziyette buldum. Gözleri yukarıya tırmandığında Tugay yere doğru yatıp Marco’yu kendisine çekti, Sinan da bütün kuvvetini verdiğinde nefes nefeseydi fakat bunun nedeninin sadece yüzmek olmadığını çok iyi biliyordum.

Tugay zorlukla Marco’yu sudan çıkardığında Sinan kaskatı bir şekilde demire tutunmaya devam etti. “Sinan,” dedim soluk soluğa, ardından ben de elimi öne doğru uzattım. “Tutun bana.”

Sinan sanki o an nerede, ne vaziyette olduğunu fark etmiş gibi irkildi ve sonrasında sol elime sıkıca tutunarak kendisini yukarıya doğru itekledi. Gamze donuk bakışlarla ikisine bakarken suyun buz gibi olduğunu Sinan’ın buz tutan elinden anlayabiliyordum.

Tugay, Marco’yu iskelenin köşesine yatırdı. Marco sağ bacağından vurulmuştu ve acıyla inlerken bir yandan da öksürüyordu; ağzından sular akarken inlemeleri de kesilmiyordu. “Marco,” dedi Tugay kafasını dik tutmaya çalışarak. Marco bir kez daha öksürdü, ardından kusmaya başladığında ellerimi yüzüme yerleştirip o birkaç saniyede yaşananları izlemenin ağırlığını bütün kalbimde hissetmeye başladım. Marco ardı arkası kesilmeden yuttuğu bütün suları kusarken Sinan oturduğu yerden geriye çekildi ve titreyerek kollarını kendisine doladı.

Hızlıca üzerimdeki montu çıkarıp Sinan’ın omuzlarına attığımda Gamze de yere çöktü ve bir Marco’ya bir Sinan’a bakarken yüzündeki şaşkınlık ve acı gözle görülür şekildeydi. O an Sinan’ın ailesinin nasıl öldüğünü bildiğini fark ettim çünkü Sinan’ı hem büyük bir minnet hem de büyük bir korkuyla izliyordu.

Marco başını yeniden yere yatırdığında sıkıca kapattığı gözlerini açtı ve acıyla inleyerek, “Bacağım,” dedi dişlerinin arasından. “Çok acıyor.”

Tugay cebinden çıkardığı çakısıyla üzerindeki kazağın köşesini yırtarcasına kopardı ve Marco’nun vurulduğu yeri bütün gücüyle bağladı. Hâlâ oluk oluk kan akarken Sinan hız kesmeden titremeye devam ediyordu.

“Hemen gitmemiz gerek,” dedi Gamze endişeyle ama kelimeler ağzında dönmüyordu. “O kurşun orada kaldıkça daha fazla kan kaybedecek.” Gözleri yeniden Sinan’a döndüğünde başını hızlıca iki yana salladı. “Gitmemiz gerek,” dedi bir kez daha ve dizlerinin üzerinde sürünerek Sinan’ın yanına gidip elleriyle yüzünü avuçladı. “Şimdi gideceğiz, tamam mı? Sinan beni duyuyor musun?”

“Sinan,” dedi Tugay, Marco’nun yarasına kazaktan kalan diğer parçayı bastırırken. “Bana yardım etmen gerekiyor. Marco’yu taşıyalım.”

Sinan gözlerini boşluktan ayıramıyordu ve bizim aramızda değil gibiydi. Hayatım boyunca bir kez olsun onu bu şekilde görmemiştim ve şimdi büyük bir krizin eşiğinde olduğunu anlayabiliyordum.

“Sinan,” dedi Gamze bir kez daha ve onun yüzünü öyle sıkı tutup kendine çevirdi ki Sinan ona bakmak zorunda kaldı. “Buradasın, geçmişte değilsin. Benimlesin, bizimlesin. Beni duyuyorsun değil mi?” Tugay’ın bakışları endişeyle bana döndüğünde Marco bir kez daha acıyla inledi, ne olduğunu anlayamıyordu ama bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı.

“Yaşıyor mu?” diye sordu Sinan, Gamze’ye Marco’yu kastederek. Tek sorduğu buydu.

Gamze’nin gözleri dolduğunda omzunun üzerinden Marco’ya baktı ve gözünden bir damla yaş aktığında, “Yaşıyor,” dedi kısık bir sesle. “Ama şu an gitmemiz gerekiyor, lütfen kendine gel.”

Sinan çok kısa bir an Gamze’nin gözlerine baktı, başını onaylayarak salladı ve tutunacak bir yer aramaya çalıştı. Elimi yeniden ona uzattığımda ve doğrulduğumda benimle beraber ayağa kalktı. Tugay da Marco’yu zorlukla kaldırıp bir kolunu kendi omzuna attığında diğer kolu da Sinan’ın omzundaydı. Marco bütün ağırlığını ikisine verdiğinde normalden çok daha yavaş yürüyorlardı ama en azından ilerlemeye başlamıştık.

“Sikeyim,” dedi Marco ağzının içinden. “Gelmek üzerelerdir, haber gitmiştir.” Sinan ve Tugay daha fazla hızlanmaya çalıştı ama o kadar zordu ki her adımda Marco gücünü daha çok kaybediyordu. “Beni bırakın,” dedi en sonunda Marco dişlerinin arasından. “Bu şekilde zaman kaybediyorsunuz, yakalanacağız.”

“Yakalanırsak bu şekilde yakalanırız,” dedi Tugay baskın bir sesle. “Daha fazla konuşup kendini yorma, kardeşim.” Tugay’ın ilk kez Giray’dan başka birine bu şekilde hitap ettiğini duyuyordum, gözlerindeki endişe ise aslında Marco’ya ne kadar değer verdiğini gösteriyordu. Yolun başında kaybedeceği her şeye hazır olan Tugay Demir Çeviker zamanla, çizdiği yolda yanındaki herkesle bağ kurmuştu ve şimdi onları kaybetmekten korkuyordu.

“Bizi denizde yakalayabilirler,” dedim onların önünde yürürken.

“Başka bir yoldan gideceğiz,” diyerek Tugay alternatif sundu. “Ve teknenin ışıklarını açmayacağız.”

Karanlık. Çok daha fazla karanlık.

“Tugay,” dedi Marco artık sağlam bacağında da kuvvet kalmadığında. “Beni bırak, çok ciddiyim.” Dişlerini bir kez daha sıktı ve dudaklarından dökülen inleme acısını hissetmemize neden oldu. “Yolun sonuna gelmişken benim yüzümden yakalanmanızı istemiyorum.”

“Kapa çeneni Marco!” Sinan öyle bir öfkeyle solumuştu ki Tugay’ın bir şey demesine bile gerek kalmamıştı. “Yolun sonunda sen de yanımızda olacaksın.”

Bu cümleler aramızda geçen son cümlelerdi. Teknenin olduğu yere geldiğimizde ilk önce Gamze, ardından ben tekneye bindik. Sinan ve Tugay, Marco’yu zorlukla bindirmeye çalışırken uzaktan gelen arabaların sesi ve sonrasında yeniden kurşun sesleri kulaklarıma doldu. “Tugay,” dedim endişeyle. “Çabuk olun.” Yolun en ucundan bize doğru yaklaşan neredeyse beş araç vardı ve onlar bizi yakaladığı anda yaşama ihtimalimiz neredeyse sıfırdı.

Tekneye bindiklerinde Marco’yu yere oturttular ve Tugay koşar adımlarla teknenin motorunun olduğu yere doğru gitti. Arabalardan gelen kurşunlar ise tekneye isabet etmeye başlamıştı. “Eğilin!” dedim yüksek bir sesle ve hepimiz eğildiğimizde Tugay tekneyi çalıştırdı. Bir araç teknenin önünde durduğunda ve sürücü koltuğundan bir adam indiğinde o kişinin Ufuk olduğunu gördüm, sadece birkaç saniye göz göze geldik fakat o bir an bile düşünmeden elindeki silahı kaldırıp beni isabet aldığında hayatım sadece bir saniye içerisinde kurtuldu.

Kurşunlar tekneye art arda isabet ederken Tugay motoru çalıştırdı ve tekne yüksek bir ses çıkararak oradan uzaklaştı. Tugay tekneyi geldiğimiz yöne değil, diğer tarafa doğru sürmeye başladı. Diğer araçlar da kıyının olduğu yere geldiğinde kurşunların hepsi bizi hedef alıyordu. Eğildiğim yerde kıyıdan gitgide uzaklaştığımızı kurşun seslerinden anlayabiliyordum.

O kadar kurşunun arasından Ufuk’un baskın sesini işittim. “Üçüncü kez kurtulamayacaksınız!”

Eğildiğim yerde bakışlarım diğerlerine döndüğünde hepsinin yüzünde aynı ifade vardı: Nefret. Kocaman bir nefret.

***

Hepimiz bir hastaneye gitsek fiziksel anlamda mahvolduğumuzu ne kadar görürdük merak ediyordum. Kendi imkânlarımızla yaptığımız pansumanlar bir yere kadar bizi götürebiliyordu ama bir yerden sonra artık onu da başaramayacağımızı çok iyi biliyordum.

Neyse ki Marco’nun bacağında kurşun kalmamıştı, bunun için bile sevinebilecek durumdaydık çünkü onu ameliyat edebilecek kimse yoktu. Kendi imkânlarımızla kanı durdurmuştuk fakat yarasının, yaramın ve Tugay’ın yarasının yarın bir gün zarar görüp görmeyeceğini bilmiyorduk. Şansa yaşamak bu demekti.

“Hepiniz beni böyle izleyecek misiniz?” diye sordu Marco yorgun bir sesle. Eve geleli dört saat olmuştu ve Marco inatla uyumuyor, acıyı gözleri açık yaşamayı tercih ediyordu. Lena, Javier, Gamze, Helen, Sinan, Red, Tugay ve ben odanın içinde sahiden de gözlerimizi ayırmadan onu izliyorduk. “Ölmüyorum, merak etmeyin.”

Javier endişeli bir sesle, “Gerçek bir doktor lazım,” dedi nefesini vererek. “Bu şekilde olmayacak.”

Red sargılı olan sol kolunu tutup, “Hepimize gerekiyor,” diyerek Javier’e katıldı. O an onun Ufuk’la çok yakın olduğunu ve içinde yaşadığı travmayı düşündüğümde göz göze gelmekten bile kaçındım. Ufuk’un ardından bir süre ortalarda görünmemişti ve nihayet aramıza katılmıştı. Nedeni belki de vurulmasıydı ama derinlerde Ufuk’un ona da çok büyük bir ihanet ettiğinden emindim.

“Nasıl hissediyorsun?” diye sordu Gamze üçüncü kez. “Ağrıkesiciyi vuralı iki saat oldu ama ağrın artarsa başka bir çözüm yolu bulabiliriz.”

Marco bakışlarını ayağının ucundaki Gamze’ye doğru çevirdiğinde uzun bir süre yüzüne baktı ve sonrasında gülümseyerek, “Ölmüyorum,” dedi imayla. “Ve bu ağrı benim için hiçbir şey.”

Helen endişeli bir sesle öne doğru çıktığında, “Neredeyse ağlayacaktın,” dedi, sesinde hem alaylı bir ifade vardı hem de korktuğu çok açıktı.

“Abartıyorsunuz.” Marco gözlerini devirdiğinde damarına bağlı olan seruma gözlerini dikti. “Buna da gerek yoktu ayrıca.”

“Lütfen artık çocuk gibi söylenmeyi keser misin?” diye çıkıştım dayanamayıp. “İlgi odağı olmaktan keyif aldığını düşünüyordum.”

Marco yüzünü ekşitti. “Güçsüz halimle değil, güçlü halimle dikkat çekici olmayı yeğlerim Avukat.” Bakışları arkamdaki Sinan’a kaydığında yüzündeki ifade değişti. “Bizi biraz yalnız bıraksanıza,” dedi üstten bir sesle. “Helen, Red, Javier, Lena. Bana mandalina getirmeye ne dersiniz?”

Dördü birbirine baktığında Helen öfkeyle nefesini verdi. “Her zaman olduğu gibi yine kaçıyorsun.”

“Helen!” diye çıkıştı Marco. “Dışarı. Hepiniz.”

Lena, Red ve Helen istemeyerek de olsa odadan çıktıklarında Javier kalmaya devam etti. “Sen de,” dedi Marco üstün bir sesle.

“Hayır.” Javier’in sesi kendinden o kadar emindi ki bir anlık afalladım. “Hiçbir yere gitmiyorum.” Hatta daha fazla inatlaştı ve odanın köşesindeki tekli koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. “Abimi yeterince yalnız bıraktım, yalnız bıraktığımda da başına ne geldiğini gördüm.” Abim.

Marco’ya duyduğu endişeyi, sevgisini ve bağlılığını hissedememek imkânsızdı. Onu kaybetmek istemiyordu, hiçbirimiz istemiyorduk. Marco kaşlarını kaldırıp kardeşine baktığında inatlaşabilirdi ama bundan vazgeçip derin bir nefes aldı ve verirken gözleri yeniden Sinan’a döndü. “Sana bir can borcum var.” Sinan önemi yok dermiş gibi omzunu kaldırıp indirdi. “Sana,” dedi Marco minnetle. “Gerçekten bir can borcum var çünkü sen olmasaydın ben ölecektim.”

“Ama ölmedin, Marco ve benim görevim korumaktır.”

“Senin görevin Avukat’ı korumaktı. Daima öyleydi, beni korumak değildi ve bunu yapmayabilirdin.” Marco, Sinan’ın su korkusunun nedenini bilmediği halde böyle konuşuyordu, bilseydi ne düşünürdü tahmin bile edemiyordum. “Üstelik yapmamak için birçok nedenin de vardı.”

Gamze kasıldığında ve geriye doğru bir adım attığında Sinan sakin gözlerle Marco’ya bakmaya devam etti. Tugay’la ben de birbirimize baktığımızda onun aklından geçenleri öğrenebilmek için yanıp tutuşuyordum. “Marco,” diye mırıldandı Sinan tebessüm ederek. “Hayata bu kadar kötü gözlerle bakmaktan vazgeç.” Kaşlarım havalandı. “Eğer merak ediyorsan söyleyeyim, o suya atlayıp kurtarabileceğim insan sayısı bir elin beş parmağını bile geçmez, ben de iyilik meleği değilim ama senin için bunu yapacağımla da yeni yüzleştim.” Çenesiyle Marco’yu işaret etti. “Ben bir askerim, görevlerimden birisi de yol arkadaşımı korumaktır. Bu bir borç değildi, unut bunu.”

Gamze hayranlıkla Sinan’ı dinlerken, “Vurulmak seni dramatik bir insana çevirdi,” diyerek takıldı Tugay. “Seni bırakabileceğimize gerçekten inandın mı?”

Marco gülümsedi. “Ben seni orada bırakır koşarak kaçardım, TDÇ. Bir de seninle mi uğraşacağım?”

Tugay da güldü. “Bunu yapmak için çok fırsatın vardı, o zaman neden yapmadın?”

“Bir anlık saflığıma denk gelmiş olmalısın.” Marco yeniden güldü ve bu kez acıyla nefesini verdiğinde yüzünü buruşturdu. “Yine de hepinize teşekkür ederim, benden kolay kolay duyamazsınız bu cümleleri.”

Tugay oturduğu yerden kalkıp Marco’nun omzuna dokundu. “Dinlen Marco, sana ihtiyacımız var.”

Tugay tam geriye çekilip odadan çıkacağı sırada Marco eliyle Tugay’ın bileğini tuttu. Aralarında sözsüz bir bakışma geçtiğinde, “Adnan Atalar’ın son emanetini sana vermem gerekiyor,” dedi sanki uzun zamandır düşündüğü bir şeyi sonuca bağlamış gibi. “Şerefsiz Ufuk’un söylediği gibi bazılarımızın soyadlarındaki harfler, Adnan Atalar’ın büyük kasasının şifresini açıyor ve o kasa sana bu yolda büyük kazanç getirecek.” Tugay dikkatli bir şekilde Marco’ya bakmaya devam ettiğinde, “Normalde bunu seninle paylaşmayı düşünmüyordum,” dedi. “Çünkü Ölüm Timi’yle beraber mezara gidecek bir sır, bir koruma, hatta hayatımızı kurtaracak o anahtar ama bugünden sonra bu odadaki herkesin de bilmesi gerekiyor.”

“Marco,” dedim ben de oturduğum yerden kalkarak. “Nedir o?”

“Krallık’a ait senelerin bütün belgeleri orada ama kimsenin ulaşmadığı belgeler. Devletin sakladığı bütün gizli sırlar o kasanın içinde. Onları ortaya çıkardığın anda halkın sokağa çıkmaması için tek bir nedeni bile kalmayacak ama sadece bu kadar da değil.” Marco yutkundu ve kısık bir sesle devam etti. “Hepimizin hayatının güvencesi de orada. Adnan Atalar bir gün bu günleri düşünüp her şey bittikten sonra kaçabileceğimiz bir uçak ayarladı. Ayrıca birisi İngiltere’de, ikisi de İtalya’da olmak üzere üç ev var. Yeni kimlikler oluşturmamıza yardım edecek insanların da isimleri orada mevcut.” Tugay’ın bakışlarından farklı bir ifade geçtiğinde benimle aynı şeyleri mi düşünüyor diye merak etmeden duramadım. “Kazandıktan sonra hepimizi kurtaracak o anahtarı Adnan Atalar seneler öncesinden kızı için hazırladı, yani artık senin için de.”

Tugay çok uzun bir süre sessiz kaldı. Bizim konuşmaktan kaçtığımız her şey şimdi Marco’nun dudaklarının arasındaydı. “Senin adına sevindim,” dedi Tugay en sonunda. “Mandalina bahçesi için bir yerin olacak.”

Marco kaşlarını çattı. “Bu da ne demek?” Tugay hiçbir yanıt vermedi. “Bu anahtar sadece benim için değil, hepiniz için geçerli.” Sinan’a, Gamze’ye ve ardından bana baktı. En çok bana. “Baban bunu en çok senin için yaptı.”

Dayanamayarak, “Benim babam idam edilirken bile onuruyla ölmek için zehirlenmeyi göze aldı Marco,” dedim derinden gelen bir sesle. “Ben bunu ne için yaptığını biliyorum ama şu an yaşasaydı ne isteyeceğini de biliyorum.”

“Siz ne saçmalıyorsunuz?” Yatakta doğrulmaya çalıştı fakat başarısız olduğunda acıyla bacağını tuttu. “Bana onur ve gururdan söz etmeyeceksiniz değil mi?”

Henüz kendi aramızda bile konuşmamıştık ama Tugay’la yine aynı şeyi düşündüğümüzden neredeyse emindim. Bir gün önce Defne’nin söylediği cümlelerin hâlâ kulaklarımda çınlamasının nedeni bunları söyleyenin Defne olması değildi, gerçekleri onun ağzından duymamdı. Aynı şekilde Tugay da zaten emin olduğu gerçeklerle bir kez daha yüzleşmişti.

Biz katildik. Biz ne olursa olsun bir ülkeyi cehenneme çevirmiştik. Biz masum olanların da canının yanmasına neden olmuştuk ve olmaya da devam ediyorduk.

Biz kendi savaşımız uğruna bir canı değil, yüzlerce canı göz ardı etmiştik. Biz belki de bir annenin, bir çocuğun veya bir babanın ölmesine neden olmuştuk. En başındaki vicdanımızı kaybetmiştik, acımasızlık ise aslında bizi korktuğumuz o insanlara dönüştürmüştü.

Her şeyin üzeri örtülebilirdi ama kalbimdeki suçluluk hissinin üzerini örtemezdim çünkü ne olursa olsun hâlâ vicdanım vardı; o vicdanım beni yönetmese de bir gün bana ağır bir tokat atacaktı, bunu biliyordum.

“Aslında hazır buradayken benim size sunmak istediğim bir teklif var,” dedi Tugay geriye doğru çekilip odanın içindeki herkese bakarak. “Sorgulamadan tek bir cevap verin. Aması, fakatı, nedeni olmasın. Tek bir yanıt istiyorum sizden.”

“Yine ne oluyor?” diye sordu Gamze eliyle saçlarını karıştırarak. “Gerçekten imdat diye bağıracağım artık.”

Tugay, Gamze’nin cümlelerini duymazdan gelerek, “Yolun sonundayız,” diye mırıldandı. “Ve köprüden önce son çıkıştasınız.” Herkesin gözünün içine tek tek baktı. “Şu an vazgeçmek istiyorsanız vazgeçebilirsiniz, sizinle imzaladığım anlaşmalar artık geçersiz.”

Gülümsediğimde onu o kadar iyi tanıyordum ki Defne o cümleleri kurduğu anda bunu çoktan planladığından bile emindim. Belki aylar önceki Tugay bu cümleleri kurmazdı ama şu an bu odadaki herkesle gönül birliği oluşturmuştu ve canlarına bir şey gelecekse bu kendi rızalarıyla olsun istiyordu. Bir de onların vicdan azabını çekmek istemiyordu.

“Ne sikik bir cümleydi bu böyle?” dedi Marco yattığı yerden.

Tugay, Marco’yu duymazdan geldi ve Sinan’a dönerek, “Ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Sinan hiç düşünmeden, “Hayır,” diye yanıtladı. “Sonuna kadar buradayım.”

Tugay’ın bakışları Gamze’ye döndüğünde Gamze alayla güldü. “Sen benim bu aptal savaştan kaçabileceğimi düşünüyor musun gerçekten?”

Javier’in gözleri abisindeydi, o ne derse onunla ilerleyeceğini düşünüyordum ama Marco’nun cevabını bile beklemeden, “Bu artık hepimizin meselesi,” diyerek çenesini kaldırdı.

Tugay bu kez Marco’ya döndüğünde Marco, Tugay’a baktı ve gözlerini kaçırdı. Ardından bir kez daha baktı ve sonrasında bir kez daha. “Ya,” dedi Marco öfkeyle. “Zaten yaralıyım.”

“Marco.” Tugay ciddiyetle yatağın ayakucuna doğru ilerledi ve ellerini ahşap başlığa yasladı. “Senin nasıl bir adam olduğunu biliyorum çünkü senelerdir tanıyorum.”

“Demek ki tam tanıyamamışsın,” dedi Marco devam etmesine izin vermeyerek. “Çünkü ben,” yüzünde gülümseme oluştu, “kardeşimi yarı yolda bırakacak bir adam değilim, hiç de olmadım.”

En başında bir savaşla başlayan yolları şimdi bağlarıyla güçlenmişti. Cümlesi hem kalbimi ısıtmıştı hem de Giray’ı düşündüğümde canımın acımasına neden olmuştu. Onun gittiğine bir tarafım hâlâ inanamıyor olsa da diğer tarafım onu suçlayamıyordu. Tugay içten içe onu özlüyordu, çok iyi biliyordum çünkü Marco’ya baktığında gözlerindeki ifade saf sevgiydi ve o sevginin altında Giray’a karşı duyduğu yoğun özlemi de hissedebiliyordum.

Bütün bunların yanında bizim de artık kaçacak yerimiz kalmamıştı, her şey bittiğinde ve kazanırsak ne yapacağımızı konuşacağımız noktaya gelmiştik çünkü o yangının kokusu, o savaş meydanı artık metrelerce uzağımda değil, bir adım ötemdeydi, bunu çok iyi biliyordum.

“Şimdi,” dedi Marco sessizliği bölerek. “Beni Gamze’yle yalnız bırakır mısınız? Onunla konuşmam gerekiyor.”

On Beş Gün Sonra…

Bizim için zaman kum saatine göre ilerleseydi şu an çoktan o kum saatinin dolduğunu söyleyebilirdim çünkü artık sonuna gelmiştik.

On beş gündür hem örgüt hem de tim yoğun bir çalışma içerisindeydi. Bütün sosyal medya mecralarından gerekli haberler yapılmış, halkın gerekli olan bütün kesimi yanımıza çekilmiş, savaşın artık tamamen başladığı gözle görülür şekilde resmileşmişti. Krallık, halktan korkmaya başlamış olacak ki sokaklarda dolaştırdıkları askerlerine halktan insanları gözlerinin yaşına bakmadan öldürtebiliyor, hatta insanların cesetlerini bile ortada bırakabiliyorlardı.

Bizleri destekleyen herkes BL Örgütünün tek bir adımını bekliyordu. O adımın ardından halk sokaklara dökülecekti. Ölüm Timi ise gerekli silahlandırmayı gizli saklı bir şekilde gücü kuvveti yerinde olan halktan insanlara yapmıştı. İşi bırakmak zorunda kalan polisler ve askerler silahlananların başlıca kesimleriydi.

Bu on beş günlük süreçte hem olabildiğince dinlenmeye çalışmış hem de yaşanan her şeyden haberdar olmaya çalışmıştım. Yara izim iyileşmişti, bir zorlama olmadığı sürece ağrı hissetmiyordum. Marco da artık iyiydi. Tugay o kadar yoğun bir şekilde çalışıyordu ki çoğu gün onu görebilmem zor oluyordu, ne zaman uyuduğunu bile kestiremiyordum çünkü aklı durmadan çalışıyordu ve sadece savaşa odaklıydı.

Fakat herkes bugünün son gün olduğunun bilincinde olduğu için evin içinde hem derin bir sessizlik ve huzursuzluk hem de bir o kadar heyecan ve korku vardı. Tugay ise çizmek istediği her yol için önce benden fikir almış, onaylamadığım her şeye hak vermiş, fikirlerime ise ayak uydurmuştu. Planlar ikimize aitti ve sanki ben yanında oldukça o daha fazla kuvvetleniyordu, bu bir gerçekti.

Yine herkes büyük masada toplanmıştı.

Son kez.

Son kez olduğunu bilmek ise masadaki derin sessizliğin katbekat artmasına neden oluyordu. Oturduğum sandalyede sakince masanın üzerindeki siyah benekleri izlerken hemen karşımda oturan Sinan’ın bakışlarının benden ayrılmadığını hissedebiliyordum. On beş günlük süreçte çoğu zaman o da savaş için çalışmış, neredeyse gizli yürütülmesi gereken her işi yapmıştı.

“Eftal.” Uzun süre baktıktan sonra sonunda benimle konuşmuştu. Gözlerimi yavaşça masadan ayırıp ona döndüğümde burukluğumu hissettiğini çok iyi biliyordum. Gözlerini kıstı ve hafif bir gülümsemeyle kimsenin duymayacağı şekilde, “Üzgün görünüyorsun,” diye mırıldandı.

Yalan söylemek ya da kaçınmak yerine, “Üzgünüm çünkü,” diye karşılık verdim. Diğerlerinin duyması umurumda değildi. Yanımda Marco oturuyordu, Sinan’ın yanında Gamze vardı, Gamze’nin hemen yanında Javier, Javier’in karşısında Red, Red’in yanında Helen, Helen’in yanında ise Lena yerini almıştı. Bu süreçte Lena, Giray gittikten sonra birilerinin ona savaşmayı öğretmesi için âdeta yalvarmıştı ama zaman o kadar kısıtlıydı ki ona öğretilen kadarı bile yeterli gelmeyecekti, bunu da çok iyi biliyordum. Arada sırada bize yiyecek bir şeyler hazırlıyor, halk sözkonusu olduğunda fikirlerini sunuyordu ama yeterli gelmediği için onun da üzgün olduğunu hissedebiliyordum.

“Neden?” Sinan aslında bu sorunun cevabını çok iyi bilse de sormayı tercih etmişti.

Dudaklarım aralandı, ona cevap vereceğim sırada Tugay’ın sağlam adım seslerini hemen arkamda hissettim. Birkaç kişi doğrulduğunda Marco elindeki mandalinayı yavaş yavaş soyuyor, bir şarkı mırıldanıyordu. Amacının umursamaz görünmek olduğunu biliyordum ama yüzündeki dalgın ifade ve neredeyse hiç konuşmuyor olması bile onun da üzgün olduğunu gösteriyordu.

Gamze’yle ne konuştuklarını bilmiyordum, her ikisine sormak da istememiştim ama artık eskisi gibi atışmıyorlar, hatta neredeyse yaşanacak olayları konuşmak dışında göz teması bile kurmuyorlardı.

Tugay hemen solumdaki sandalyesinin önüne geldiğinde ve ellerini sandalyeye yasladığında üzerine siyah boğazlı bir kazak giymişti, altında ise siyah pantolonu vardı. Gözleri yorgun baksa da o hepimizden daha hazır ve dirayetli görünüyordu.

Herkesle tek tek göz teması kurdu, ardından bana baktığında yüzünde o çok sevdiğim ve her zaman bana yansıttığı gülümsemesi belirdi. Günlerin özlemiyle ben de ona gülümsediğimde onunla uzun uzun konuşmaya o kadar ihtiyacım vardı ki zamanın durmasını bile istiyordum.

Tugay herkesin ortasında hiç çekinmeden bana doğru uzandı ve sanki konuşmak için izin istiyormuş gibi sol elimi kaldırıp avcumun içindeki yanık izinden öptü. Aynı şekilde ona gülümseyip elini tuttuğumda yeniden doğruldu ve derin bir nefes verdi. “Sanırım burada son kez oturduğumuzun herkes bilincindedir,” dedi. Sesinde bu kez her zamanki otoritesi yoktu, hatta daha dost canlısıydı, masadaki herkesi tek tek sevdiğine bile o an emin oldum. “Çünkü yarın her şeyin kesinleşeceği büyük bir savaş başlıyor.”

Kimseden çıt çıkmadı, herkes Tugay’ı pürdikkat dinliyordu.

“Bu on beş gün içerisinde açlıkla savaş veren evlere gerekli gıda yardımını yaptık, ailelerin Krallık’a emanet etmek istemediği çocuklarını güvenli alana ulaştırdık, hastanedeki kadınların birçoğunu kurtarabildik, Krallık’ın içinde olup bütün bunlardan sıyrılmak isteyen insanları yanımıza çektik ve en önemlisi ses çıkarmaktan korkan halka çığlık atması gerektiğini en sonunda gösterebildik. Artık Krallık tarafını desteklemeyen kimsenin Krallık’a bir gün bile tahammülü kalmadı çünkü günlerce ifşaladığımız belgeler gözlerini açmalarından ziyade artık durmamaları gerektiğini fark etmelerini sağladı.”

Gamze araya girdi. “Krallık da daha çok güçlendi, Sinan’ın öğrendiği kadarıyla ülke dışından askerler getirmişler ve az önce televizyonda Krallık’a başkaldıran herkesin direkt idam edileceğinin haberi geçti.”

Tugay ağız ucuyla güldü. “Bunlar artık halka çok işlemiyor, neden mi? Zaten ölmek üzere olan bir milleti ölümle korkutamazsın da ondan. Başkaldırmasalar yarın zaten ölecekler, başkaldırıp ölmeyi yeğliyorlar.”

“Bizim yeterli askerimiz yok, bunun farkındasındır,” dedi Sinan sakince. “Silahlandırdığımız insanlar oldu ama halk dediğin kişiler taşlarla ve sopalarla orada olacaklardır. Bir de onları korumaya çalışırken çok zedeleneceğiz.”

“Ama daha kalabalığız,” diyerek fikrimi belirttim. “Krallık’ı destekleyen halkın evlerinde oturmaya devam edeceğine eminim. Onlar da azınlık olduklarının farkındalar.”

“Ve aslında bizim yarın tek yapmamız gereken X ve Ufuk denen o haini avcumuzun içine alabilmek,” dedi Tugay.

Mandalinasını soyup kabuklarını masaya atan Marco, “O iki şerefsizi yargıya teslim edeceğimizi söylemeyeceksin değil mi?” diye sordu.

Tugay yeniden güldüğünde bu kez ürperticiydi. “Ufuk’u cayır cayır yakmadan, X’i ise ellerimle boğmadan bu işi bırakacağımı mı düşünüyorsun?” Dilini damağına üç kez vurdu. “Yarın yargıya teslim edilmesi gerekenler, Bakanlar ve Krallık’ın öncü isimleri. Çoğu zaten kaçtı.” Kendimi tutamayıp güldüm. “Çünkü kaybedeceklerine eminler. Kaçmayanlar ise bir yerlerde saklanıyor. Hepsi farkında, Başkan öldükten sonra Krallık bir çocuğun ellerine kaldı ve itibarları o noktadan sonra sarsıldı.”

“Evet,” diye katıldı Javier. “Duvarlar BL cümleleriyle dolu, her yerde timsah amblemleri var ve Krallık artık bunları temizlemekle bile uğraşmıyor. Ama şu da var ki onların da en büyük amacı siz ikiniz olacaksınız.” Javier bizi gösterdiğinde ensemden bir ürperti indi. “Çünkü ikinizi alırlarsa halkın sindirileceği de aşikâr. Size çok güveniyorlar.”

İkimiz de bu noktada sessiz kaldığımızda Tugay’la aramızda kısa bir bakışma gerçekleşti.

Dayanamayıp, “Bu kadar işkence çeken bir halk artık sindirilemez, Javier,” diyerek başımı iki yana salladım. “Beş altı gün önce çocuğuna süt alamadığı için intihar eden bir annenin haberini aldım ben. Yüksektekiler en aşağıyı göremiyorlar, onlara karşı duyulan kinin farkında değiller. Bu ülkede artık ölüler çöp torbalarının içine koyuluyor, mezarlıklar dolu, yer kalmadı. Ne kadar sinebilirler? Sinseler bile nereye kadar? Aşağılanan her halk bir gün başkaldırmak zorunda kalır.”

Javier ağır ağır başını salladığında Tugay onaylayarak, hatta takdir ederek bana baktı. “Peki halkı yarın alevlendirmeyi nasıl başaracaksın?” diye sordu Marco. “Krallık bütün televizyon kanallarında masumiyetini koruyup sessizliğini paylaşıyor.”

Tugay çenesini havaya kaldırdı. “Giray ve benim yollarımızın ayrıldığını herkes duydu, duyurduk. Halk da biliyor Krallık da fakat yarın işler değişecek.”

“Nasıl yani?”

Ellerini masaya yasladı, öne doğru eğildi ve oldukça ürpertici bir gülümsemeyle, “Yarın saat 17.00 civarı Giray Pusat Çeviker meydanda idam edilecek.”

Ben bunu zaten biliyordum ama diğerleri şaşkınlıkla Tugay’a döndüğünde ne söylediğini anlamaları uzun sürdü.

“Birazdan Sinan, sosyal medya ağlarımızla bu haberi ifşalayacak ve Giray’ı Krallık’tan kurtarmak için halktan yardım isteyeceğiz. Bu onlar için son damla olacaktır çünkü bir çıranın yanışını zaten bekliyorlar. Krallık da bu haberi aldığında ne yapmaya çalıştığımızı anlayacak, gizli gizli değil aleni bir davetiyeyle onları ayağımıza getireceğiz. Sabahın ilk ışıklarıyla meydanın dört bir yanını keskin nişancılarla ve askerlerimizle dolduracağız, orayı bir ölüm kapanı haline getireceğiz. Asla ilk hamleyi biz yapmayacağız ama onlar yaptığı an her şey başlamış olacak.”

“Peki dağılacak mıyız?” diye sordu Gamze.

“Ben ve Sevgili Avukat’ım direkt halkın içinde yer alacağız, Marco ve Ölüm Timi kapanı oluşturacak, Sinan en kuvvetli keskin nişancımız, geriye kalanlarla birbirimizi koruyacağız. Ama unutmayın, bizim amacımız sadece X ve Ufuk’a ulaşmak. Özellikle…” Tugay dişlerini sıktı. “Özellikle Ufuk’a ulaşmak.”

“Ve bu noktada,” dedim herkese dönerek. “Defne de bizimle olacak.”

Gamze’nin gözleri kocaman açıldı. “Ona güvenemeyiz.”

“Zaten ona güvenmiyoruz Gamze ama Ufuk’u en iyi tanıyan o, işbirliğini ise çoktan gerçekleştirdi.” Ben de masaya yaslanıp eğildim. “Asıl onu dışarıda tutarsak bize zarar verip vermeyeceğini anlayamayız.”

Yeniden bir sessizlik oluştuğunda herkesin aklından geçenleri okumayı bir yandan istiyor bir yandan da bunu istemediğime karar veriyordum. Normalde bir yolun sonuna geldiğinizde sonunda çiçekler de olsa zehir de olsa vardığınız için mutlu olurdunuz fakat ben o mutluluğu asla hissetmiyordum.

“Yani,” dedi Marco ağzına mandalinadan bir parça atıp doğrularak. “Yarın bu cehennemin son günü. Belki bir sonraki gün daha büyük bir cehennem ya da bir cennet olacak ama bu belki de birlikte oturduğumuz son masamız, öyle mi?”

Aksini düşünen kimsenin olmadığı aşikârdı. “Evet,” dedi Tugay doğrulup sandalyeye ellerini yaslayarak. “Tam da bu yüzden bugün istediğiniz her şeyi yapın, yarın gün aydınlığında belki de bugün yaptığınız birçok şeyi artık yapamayacak olacaksınız.”

“Ne güzel, gideyim de kırlarda koşup çiçek toplayayım. O kadar özgürüm ki sonra da bir bara gider beş altı tane bira içerim, nasıl fikir?” Marco dalga geçer gibi güldü. “Kendimi zaten bok gibi hissediyorum TDÇ, benim aklımla oynama.”

Tugay güldüğünde, “İstersen bir odayı senin için bara dönüştürelim Marco,” diye yanıt verdi. “Ne dersin?”

“İnanamıyorum,” dedi Gamze üzgün bir sesle. “Gerçekten de bu masada son toplanışımız gibi hissediyorum. Her şeyin sonuna geldik, neden bu kadar üzgün hissediyorum?” Normalde böyle konular bu masada konuşulmazdı ama zaman, Tugay’ın otoritesinden ziyade sevgiyi da ortaya çıkarmıştı. Gamze masadaki herkesin yüzüne tek tek baktığında yutkundu. “Normalde asla bu kadar duygusal bir kadın değilimdir ama boğazıma yumru oturuyor.”

Tugay’dan hiç beklemezdim ama o da, “Ben de üzgünüm,” dediğinde kaşlarım havalandı ve bakışlarım ona döndü. Benimle beraber herkes ona baktığında kimsenin böyle bir şey duymayı beklemediği çok açıktı. “Senelerdir çoğunuzu tanımadım ama benim başlattığım bu savaşta yanımdaydınız ve özgürlük için benimle beraber ilerlediniz.” Buruk bir şekilde baktı. “Ne olursa olsun yarın ilk önce kendi canınızı düşünün ve ona göre ilerleyin. Bu masada oturan tek bir kişiyi bile kaybetmek istemem. Hepinizin gözünde robottan, hatta hissiz bir adamdan farkım olmadığını biliyorum ama yaşadığım sürece kalbimde bir yerlerde daima olacaksınız çünkü aksi iddia edilemez bir şekilde benim yol arkadaşlarım oldunuz. Hepinize gerek benim için gerek de Sevgili Avukat’ım için can borcum vardır.” Gözlerimin içi yanmaya başladığında bu konuşmanın beni bu kadar yaralayacağını hiç düşünmemiştim. “Umarım her şey son bulduğunda ve biz kazandığımızda son kez bu masada değil ama belki bizim yarattığımız bir barda,” Marco’ya göz kırptı, “oturup biralarımızı içeriz. Çünkü sandığınız kadar korkutucu bir adam değilim, buna emin olabilirsiniz.”

Gözlerim dolduğunda bakışlarımı ondan kaçırdım ve boşluğa baktım. Herkesin hem şaşırdığını hem de bu cümlelerin ağırlığını hissettiğini çok iyi biliyordum.

“Bu dünyada değil, başka bir dünyada karşılaşsaydık yine hepimiz birbirimizi bulurduk,” dedim kendimi tutamayarak. “Ben artık bundan da eminim. Ve o dünyada güzel bir arkadaş grubu olacağımıza da çok eminim.” Gözlerim Gamze’yle kesiştiğinde onun da gözlerinin dolduğunu gördüm, hatta Sinan’ın bile gözleri dolmuştu. “Ama bu dünyada da bu kadar ihanetin, hainin, kanın ve ölümün olmasına rağmen sizle tanıştığım için çok şanslıyım, ben de hepinize çok teşekkür ederim, her şey için üstelik.”

Bu cümlelerimin ardından Gamze oturduğu sandalyeden hızlıca kalkıp bana doğru geldi. Kalkmama fırsat bile tanımadan bana sıkıca sarıldığında gözümden bir damla yaş süzüldü ve ben de sarılmasına karşılık verip ayağa kalktım. Birbirimize belki de düşündüğümüzden çok daha uzun süre sarıldığımızda bunun adı veda gibiydi, her ne olursa olsun. Çünkü kazansak da kaybetsek de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını çok iyi biliyordum. “Teşekkür ederim, Avukat,” dedi Gamze ağlamaklı bir sesle. “Bu dünyada bana arkadaş olduğun için.”

“Ben teşekkür ederim,” dedim başımı boynuna gömerken. “Dostluğun için ve keşke daha fazla zamanımız olsaydı dostluğumuzu paylaşmak için.”

Geriye çekildi ve elleriyle yüzümü tuttu, ardından Tugay’a dönüp baktı ve hem çekimser hem de umutlu bir sesle, “Sana da sarılabilir miyim?” diye sordu. “Çünkü sen de bana evini açtın, yaşamak için neden verdin ve bilmeni isterim ki hiçbir zaman bir robot olduğunu düşünmedim.”

Tugay hiç düşünmeden kollarını açıp gülümsediğinde Gamze, Tugay’a sarıldı ve âdeta bir kız kardeş gibi başını yaslayıp iç çekti. Tugay da ona sarıldığında derin bir nefes verip yutkundu. Sandığından çok daha fazla etkilendiğini görebiliyordum, buna o da hazır değildi.

“Sikeyim,” dedi Marco ağzının içinde ayağa kalkıp. “Şuna son verin de işimize bakalım.” Ama ilk kez Marco’nun sesindeki kederi net bir şekilde duyabiliyordum.

Gamze geriye çekildiğinde Tugay, Marco’ya dönüp baktı ve sonrasında yanına gitti. Bir an ne yapacağını o da bilemedi fakat sonra Giray’a sarılır gibi, bir kardeşe sarılır gibi Marco’ya sarıldı. “Sen de benim kardeşim oldun, Marco,” dedi Tugay kısık bir sesle. “Sen olmasaydın bu savaşta eksik kalırdım.”

Marco bir süre kaskatı kesildi ama sonra o da bir kardeşe sarılır gibi Tugay’a sarıldığında gözlerinin dolduğunu gördüm ve bakışlarımı direkt onlardan ayırdım. “Yarın ölmemeye çalış,” dedi Marco. “Yoksa seni ben öldürürüm.” İkisi de güldüğünde Javier de koşa koşa gelip bana sarıldı ve o an herkesin birbiriyle vedalaştığını gördüm.

Javier’den sonra Sinan yanıma geldiğinde onun kollarına kendimi bıraktım ve gözümden bir damla yaş daha aktı. “Biliyorsun değil mi, yarın da hep seni koruyor olacağım Eftal çünkü benim önceliğim daima ilk seni korumak.”

“Sinan,” dedim sıkıca sarılırken. “Çok dikkatli ol, lütfen. Seni kaybedemem.”

“Söz veriyorum senin için çok dikkatli olacağım.”

“Ve ben de sen beni korurken zor duruma düşme diye elimden geleni yapacağım.”

Geriye çekildiğimizde Gamze’yle Marco karşı karşıya gelmişlerdi. İkisi birbirine durağan, kırgın ama bir o kadar da senelerin verdiği yaşanmışlıkla baktılar. Marco belki seneler önce yapması gerekeni şimdi yapıp Gamze’yi kendisine çekerek sımsıkı sarıldı. “Özür dilerim.”

Gamze de ona sarıldığında tek bir cümle kurdu. “Ölme, yaşaman gereken güzel bir hayat var.”

Onların vedası bambaşka bir vedaydı ve günler önce ne konuştularsa şimdi onun ağırlığını yaşıyor gibilerdi. Marco’nun ağırlığı daha farklıydı, Gamze ise daha arınmış görünüyordu. Marco’ya değer veriyordu ama o değer, eskisi gibi bir değer değildi, bunu anlayabiliyordum.

Marco çok geç kalmıştı. Seneler kadar geç kalmıştı.

Marco, Gamze’nin acılarına tuz basacağı kadar geç kalmıştı.

Ve vedalaşırken bile özür dileyeceği kadar geç kalmışlığının farkındaydı.

“Ben yarın ne yapacağım?” Lena’nın ağladığını duyduğumda sorusuyla beraber gözlerimiz ona döndü.

Tugay gülümsedi. “Sen sabah bir tekneyle yurtdışına kaçacaksın,” dedi sakince. “Güzel bir hayat kurman için bir fırsat tanınacak.”

Lena’nın kaşları çatıldı ve ciddiyetle, “Hayır,” dedi. “Bunu asla yapmayacağım. Sizinle beraber orada olacağım ve gerekirse öleceğim.”

“Buna gerek yok Lena,” dedim başımı sallayarak. Giray gittikten sonra Lena sessizleşmişti. Zaten çok konuşkan bir kadın değildi ama Giray’dan sonra daha fazla içine kapanmıştı. Birçok şeye şahit olsa da şahit olduğu her şey onda daima sır olarak kalmıştı. Merak ettiğim Giray’ın gitmeden önce onunla vedalaşıp vedalaşmadığıydı fakat onlar, her şeyin sonuna yaklaşırken o kadar kısa bir sürede tanışmışlardı ki hem Giray çok yaralıydı hem de Lena korkuyla doluydu. İkisinin güzel zamanları olsun isterdim ama bakıldığında bunun için de geçti.

Hayat, zamanın acımasızlığıyla ve yaraların derinliğiyle ölçülürdü. Onlar çok yanlış bir zamanda tanışmış iki kişilerdi.

“Hayır,” dedi bir kez daha Lena ve Tugay’ın gözlerinin içine baktı. “Zorla götürseniz o tekneden atlarım, kaçıp o savaşa katılırım. Ne olursa olsun sizinle orada olacağım, öleceğimi bilsem bile savaşmaya değer çünkü.” Tugay ne derse desin geçersiz olacağını anladığında onu onaylayarak başını salladı, Lena ise gülümseyip, “Teşekkür ederim,” diye mırıldandı.

Dakikalar sonra o kasvetli veda havası yok olduğunda ve bir tarafa dağıldıklarında buruk da olsa herkes keyfine bakmaya çalışıyordu. Marco, Javier ile köşede bira içiyordu, onlara eşlik eden Helen’di. Sinan’la Gamze bir koltukta oturmuş derin bir sohbet içerisindelerdi. Red ve Lena ise yemek yapmak için mutfağa gitmişlerdi.

Biz ise masanın olduğu yerden ayrılmamıştık.

“Sevgili Avukat,” dedi Tugay o sevdiğim sesiyle ve gözlerimi ona çevirdiğimde sandalyesini bana doğru çevirmiş, eli yanağında beni izlediğini gördüm. “Bu gece benimle bir randevuya çıkmak ister misin? Baş başa.” Bana doğru yaklaştı ve ela gözleriyle öyle bir baktı ki mest olduğumu hissettim. “Sadece ikimiz, başka kimse olmadan.”

“Randevu mu?” dedim hem heyecanla hem de merakla. “Bu evden çıkabilmemiz imkânsız.”

“Ve ne der Tugay Demir Çeviker?” dedi göz kırparak. “İmkânsızlıklar imkân dahilinde. Ben seninle bir randevuya çıkmak istersem dünyayı bile ayaklarının önüne sererim, bilmiyor musun beni?”

Artık sadece heyecanı hissetmeye başladığımda, “Ben seninle her şeye varım Tugay,” dedim ona doğru eğilip. “Ne istersen yaparım, bir an bile düşünmem.”

Tugay başını omzuna doğru yatırdı ve sevgi dolu bir gülümsemeyle, “O halde odaya çık ve hazırlan, ardından benimle Eftalya Bahçesi’nde buluş. Seni orada bekliyor olacağım, güzelim.”

***

Zamanın durmasını istiyordum ama hava kararmış ve akşam olmuştu.

Zamanın durmasını istiyordum ama biz çoktan yolun sonuna biraz daha yaklaşmıştık.

Zamanın durmasını istiyordum, hatta zamanın geriye gitmesini istiyordum. Hayır, Tugay’la hapishanede tanıştığım o güne değil, Tugay’ı barda gördüğüm o güne gitmek istiyordum. O gün onunla tanışmak istiyor, zamanımın çoğunu onunla geçirmek istiyordum.

Hayır aslında ben çok daha öncesini, çocukluğumuzu istiyordum. Pembe rugan ayakkabılarımın olduğu ve onun da gözlüklü olduğu zamanlara dönmek istiyordum. Çünkü çocukluğumuza dönersek onunla çok daha fazla vaktim olabilirdi, bunu çok iyi biliyordum.

Tugay yatak odasına beyaz ve üzerinde pembe çiçekleri olan göğüs dekolteli, uzun, çiçekli bir elbise bırakmıştı. Sanki çiçekli bir gelinliğe benzeyen bu elbise o kadar güzeldi ki aynada kendime bakarken saçlarımda, kaşlarımda, hatta kirpiklerimde çoğalan beyazlar bile gözlerime çarpmıyordu. Tek görebildiğim bütün bu savaşın ortasında bile o çiçekli elbiseyi giyebilecek cesarette olduğumdu.

Evet, bütün bu savaşların ortasında bile bu elbiseyi giyip böyle gülümseyebilmek, heyecanlanmak, hatta kalp atışlarımı kulaklarımda duyabilmek cesaret demekti.

Omuzlarımdan dalga dalga dökülen saçlarımı arkaya doğru attım ve çenemi kaldırıp aynadaki kadınla bir kez daha bakıştım.

“Seni sevebiliyorum artık,” dedim kendime. “Seni sevebilmek de bir cesaret, Eftalya Atalar.”

Ayaklarıma elbiseme zıt gelen siyah postallarımı giyip gülmeye başladım ve yatak odasından çıkıp merdivenlerden aşağıya indim. Diğer odalara hiçbir şekilde bakmadan evden ayrıldım ve bahçeye doğru yürümeye başladım. Gökyüzünde ay en parlak haliyle yerini almıştı, yıldızlar tatlı düğmeler gibi gökyüzünü süslüyordu.

Neyse ki bu akşam yıldızlar vardı.

Yarının ne getireceğini bilmiyordum. Belki ölümü getirecekti bana, belki de büyük bir kazancı. Belki savaşın çaresizliğini ve belki de özgürlüğü. Belki de vazgeçişleri. Belki de aynada gördüğüm kadını son kez sevebilmiştim ya da son kez bu elbiseyi giyiyordum, hiçbir fikrim yoktu ama bugünü son günümüzmüş gibi değil, sanki her günümüz böyleymiş gibi yaşamak istiyordum.

Eftalya Bahçesi’ne yaklaştıkça uzaktan onu görmeye başladım. Bütün bu imkânsızlıkların ortasında bana öyle güzel imkânlarla bir masa hazırlamıştı ki dünyanın en güzel manzaraları bile bu andan daha güzel olamazdı.

Bahçenin tam ortasında bir masa vardı, etraf çiçeklerle doluydu ve iki sandalye karşı karşıya duruyordu. Yaklaştıkça daha fazlasını gördüm ve daha fazlasını görmek kalbimin hem acıyla burkulmasına hem de heyecandan daha fazla atmasına neden oldu.

Masada bir şarap şişesi, iki kadeh ve tabaklar vardı. İki mum yanmıyordu, belki de rüzgârdan sönüyorlardı. Tugay sandalyede oturuyordu ama beni görür görmez ayağa kalktı. Yine bütün bu kötülüklerin ve çirkinliklerin ortasında o kadar iyi bir adam ve o kadar güzel bir eş gibi görünüyordu ki nefesimi kesen ondan başka kimse olamazdı. Üzerine bütün resmiyetiyle siyah bir takım elbise giymişti. İçinde ise tıpkı şarabı üzerine döktüğüm günkü gibi beyaz gömlek vardı.

Ben ona yaklaştıkça yüzündeki gülümseme ışıldadı ve sol protez elini öne doğru uzatıp beni o masaya davet etti. O an geçirdiğimiz bütün zamanlar gözlerimin önünden geçiyordu. Hücrede kaldığımız gün, güneşi gösterdiğim an, bir hastane odasında dans edişimiz, onu terk edişim, bana piyano çaldığı an, evlilik teklifi, daima arkamda sağlam bir duvar gibi duruşu ve ne olursa olsun benden hiçbir zaman vazgeçmeyişi.

Elimi sol elinin içine bıraktığımda her zaman olduğu gibi avcumun içini çevirdi ve yanık izimden öptü. “Sevgili Avukat’ım,” dedi bütün kalbiyle, kalbimin tam ortasına düşen büyük bir kıvılcımla. “Hatırlıyor musun, bir keresinde seninle özgürlüğümüzün geldiği gün bir deniz kenarında şarap içeceğimizi konuşmuştuk.” Hiçbir şey söylemeden güzel yüzüne bakmaya devam ettim. Tugay masayı işaret etti. “Seni bir deniz kenarına götüremedim affet ama en sevdiğin çiçeklerin ortasında seninle bir şarap içebileceğimi düşündüm. Çiçekler de özgürlüğümüzün bir simgesi değil mi biraz da olsa?”

Taranmış saçları, tıraşlı yüzü, bana bakarken daima parlayan gözleri… Nefes alacağım son gün ise son günümde de bu yüzü görebildiğim için şükredebilirdim. Çünkü onu izlemek, hayatın sonsuza dek devam edebileceğini hissettiriyordu.

“Çok güzel olmuş,” dedim sakin kalmaya çalışarak. Masanın üzerine bile çiçekli bir örtü sermişti. Bu kadar ince düşünmek, Tugay Demir Çeviker demekti. Kendimi işaret ettim, elimi elinden çekerek kendi etrafımda döndüm ve gülmeye başladım. “Ben de gelin gibi oldum sanki, ne diyorsun?”

Tugay tek kaşını kaldırdı ve sonra o da gülerek, “Zaten gelinliğin çiçekli olacaktı, başka bir şey mi düşünüyordun?” diye sordu. Çevik bir hareketle yanımdan geçti ve küçük tahta sandalyeyi çekerek oturmam için işaret etti. “Hanımefendi, emrinizdeyim.”

“Teşekkür ederim,” dedim sandalyeye oturup saçlarımı arkaya atarak. Bu hareketimin ardından kendi kendine gülmeye devam etti ve sandalyesine oturdu. Ne tarafa baksam çiçekler vardı, gökyüzüne döndüğümde yıldızları görüyordum, hava rüzgârlı bile değildi; sanki bir yaz havasıydı. Konuştuğumuz o deniz kenarı gibiydi ama deniz yoktu, olmasaydı da olurdu çünkü Tugay vardı. “Cennetin nasıl olduğunu tam olarak bilemeyiz ama ben burada kendi cennetimde gibi hissettim.”

“Ben de kendi cennetimdeyim,” dedi beni işaret ederek. “Ve tam şu an zamanın durması gerekiyor.”

Dirseğimi masaya yaslayıp elimi çeneme yerleştirdikten sonra, “Bunu ne zaman düşündün?” diye sordum.

“Günlerdir aklımdaydı,” diye yanıtladı beni. “Birkaç gündür sana vakit ayıramadım, özür dilerim. Bir şekilde kendimi affettirmem gerekiyordu.”

“Savaş filan işte ya,” diyerek dalgaya aldım. Gülmeye başladığında ben de ona katıldım. “Çok da önemli işler olmasa gerek.”

“Her insanın rutin yaşadığı olaylar silsilesi,” diyerek o da beni dalgaya aldı. “Ama bu akşam öyle değil elbette.” Şarap şişesini açtı ve kadehlerimizi doldururken gözlerini benden ayırmadı. “Günlerdir sana hangi çiçeği hediye edeceğimi düşünüp durdum çünkü günlerdir sana tek bir çiçek bile vermediğimi fark ettim. Kendime kızdım, affettirmenin bir yolu olmalı dedim ve sonrasında sana yüzlerce çiçeği vermeyi daha uygun gördüm.” Şarap bardağını önüme koydu ve kendi bardağını tokuşturdu. “Buradaki bütün çiçekler senin için ve bu bahçede açmaya devam edecek bütün çiçekler de daima senin hediyen olacak.”

Kadehi elime aldım ve ben de kadehine tokuşturup bir yudum aldığımda aynısını tekrar etti. “Deniz kenarı fikrinden çok daha güzel oldu, hayallerimiz önceden daha sınırlıymış.”

Buruk bir şekilde gülümsedi, o buruk gülümsemenin nedenini biliyordum ama düşünmekten kaçıyordum. Çünkü özgürlüğümüz yoktu, özgürlüğümüzde bir deniz kenarında şarap içme ihtimalimiz yoktu, o özgürlükte bize rahat da yoktu. Tam da bu yüzden bu masa bu bahçenin ortasındaydı ama benim için onun olduğu her yer bir deniz kenarı kadar huzurluydu, bunu bilmesi gerekiyordu.

Masanın üzerindeki kendi elleriyle yaptığına emin olduğum yemeklerden tabağıma koymaya başladı. Çok iyi görünen bir tavuk sote, yanında pilav, salatası ve… Elmalı kurabiyeler. Küçükken yediğim için annemden tokat yemek zorunda kaldığım elmalı kurabiyeler. Bunu Tugay’a ne zaman anlatmıştım hatırlamıyordum ama unutmamıştı ve özel olarak masada yerini almıştı.

“Bunu sen mi yaptın?” diye sordum merakla gözlerimi açıp.

Yüzünü buruşturdu ve çok tatlı göründü. “Uğraştım diyelim.”

Kıkırdadım ve yemeklerden önce kurabiyelerden bir tanesine uzanıp ısırdım. Tadı o kadar güzel olmuştu ki ağzımdan tuhaf sesler çıkarken, “Daha neler,” dedim ağzım dolu dolu. “Bu çok iyi olmuş.”

Tugay savaşı kazansa bu kadar zafer kazanmış bir ifadeyle bana bakamazdı galiba. Hevesle gözlerini açtığında, “Gerçekten mi?” diye sordu.

“Gerçekten. Çocukken yediklerimden çok daha güzel.” Koca kurabiyenin hepsini ağzıma atıp yemeye başladığımda bu hareketime gür bir kahkaha attı ve onun kahkahası benim yine en güzel melodim haline geldi. Fakat ağzımdaki lokma bitmemişken içine düştüğüm karamsarlık beni öyle bir çepeçevre sardı ki yutkunmakta zorlandım. Tugay bir şeylerin ters gittiğini anladığında kendimi tutamayıp, “Yaprak sarması,” dedim son lokmayı yutarken. “Ben de her ne olursa olsun sana yaprak sarması yapmalıydım.”

Tugay’ın da yüzündeki ifade değiştiğinde bir süre yüzüme baktı ve her ne görüyorsa, “Boş ver,” dedi omzunu kaldırıp indirerek. “Yaprak sarması bana uğursuz geliyor. Belki de yememem gerekiyordur.”

Şarabımdan birkaç yudum aldıktan sonra, “Hapishanedeyken benden yaprak sarması istemiştin, hatırlıyorsun değil mi?” diye sordum. Tugay beni onayladı. “Sana hiç söylemedim ama ben sana yaprak sarması yapmıştım fakat Kerem gelip hepsini yere fırlattı.”

Tugay’ın gözlerine ilk önce öfke, ardından heyecan oturduğunda, “Ben umursamadığını düşünmüştüm,” dedi. “Keşke o zaman bana bunu söyleseydin.”

“Utandım.” O da şarabından içti ve yüzümün asıldığını fark edince eliyle yavaşça yanağımı okşadı.

“Önemi yok, Sevgili Avukat. Tek derdimiz yaprak sarması olsun.” Kurabiyelerden bir tanesini daha bana doğru uzattı. “Bugün geçmişin olumsuzluklarından değil, geçmişin güzelliklerinden konuşmak istiyorum.” Normalde gelecekten konuşmamız gerekirken biz hâlâ geçmişe sığınıyor, geleceğimizden kaçıyorduk. “Sana hazırladığım şu ev hâlâ bitmedi,” dedi bahçenin arkasında kalan yarısı inşaat, yarısı bitmiş evi göstererek. “Ama en azından konuştuğumuz bir şeyi gerçekleştirmek için bir odasını sadece bizim için hazırladım.”

Gözlerim irice açıldı. “Nasıl yani?”

Tugay heyecanımın yeniden geldiğini görünce keyiflendi. “Bir odasına piyanomu koyacaktık ve o odada sana piyano çalacaktım, hatırlıyor musun?” Öne doğru eğilip fısıldadı. “O oda hazır ve eğer sen de istersen yemekten sonra sana bir kez daha piyano çalmak istiyorum. Ve eğer yine istersen bir kez de olsa sana ait olan o evin içinde seninle uyumak istiyorum.”

“Bana,” dedim kekeleyerek. “Sahiden yine piyano çalacak mısın?”

“Evet,” dedi Tugay kadehini kadehime vurarak. “Hem de Angel şarkısını, üzerinde pek çalışamadım ama sol elim olursan yine her şeyi halledebiliriz gibi görünüyor.”

Kadehimi kadehine vurup, “O halde bana piyano çalmana,” dedim.

“O halde güzelliğine,” dedi bir kez daha vurup.

Yeniden vurdum. “Bu gecenin güzelliğine.”

“Gökyüzündeki yıldızlara.”

“Bana hediye ettiğin bütün çiçeklere.”

“Geçmişimize.”

“Bütün zamanlarımıza.”

“Çocukluğumuza.”

Tugay derin bir nefes verdi. “Bu hayatın bana verdiği tek hediyeme. Sana, sevgilim. Sana.” Kadehi kafasına dikti ve son yudumuna kadar içti, masaya geri bırakıp bir kadeh şarap daha doldurdu.

“Geleceğimize.” Dudaklarımdan dökülen kelimenin ardından ben de kadehi kafama diktim ve büyük yudumlarla içtikten sonra masaya geri koydum. Kısa bir süre sessizlik oluştuğunda Tugay’a değil, önümdeki tabağa bakarak ve yutkunarak, “Tugay,” dedim. “Ne yapacağız?” Sorumu anladığını biliyordum ama bir de açıkça söylemek istedim. “Kaybedersek ne olacağı belli ama kazanırsak da kazanmış olmayacağız değil mi? Ne yapacağız?”

Şarabından içerken zaman kazanmak istiyormuş gibiydi. En sonunda bardağı bıraktığında, “Aynı şeyi düşündüğümüz için bunu konuşmaktan kaçıyoruz zaten,” dedi, ardından ekledi. “Tek kaçışımız bu çünkü. Başka kaçışımız olmaz bizim.”

Gözlerimi kapattım, büyük bir nefes verdim ve geri açtığımda gözlerinin içine baktım. “Ben bir avukatım, artık o cübbeye yakışmasam da. Benim işim suçlarla, yargılarla ve adaletle. Her şey son bulduğunda eğer kazanırsak biz hem kazanmış hem de kaybetmiş olacağız çünkü bu avukatın ellerinde kan var, istemesem de masum insanların bile kanı var. Bütün ülke, hatta bütün dünya biliyor bunu. Belki de bizim uğrumuza kaç insan canından oldu…” Yutkunduğumda dikkatli bir şekilde beni dinliyordu. “Bizim savaşımız özgürlükle, adaletle, gerçek bir yargıyla. Bunlar için savaşıp kazandığımızda kaçmak bize yakışır mı Tugay? O zaman uğruna savaştığımız her şeyi yok etmiş olmaz mıyız?” Başımı iki yana salladım. “Yolun başında bu kadar ellerimin kana bulanacağını düşünmezdim ama şimdi cübbeme bakmaya bile utanıyorum.” Öne doğru eğilip kısık bir sesle devam ettim. “Ne olursa olsun biz katiliz ama her şeyden önce ben onurlu bir şekilde ölmek isteyen Adnan Atalar’ın kızıyım, onursuz bir şekilde kaçmak bana yakışmaz.”

Tugay üçüncü kadehi doldurdu ve onu da hızlıca içtiğinde, “Babamı neden senin öldürdüğünü dinlemek ister misin?” diye sordu. “Çünkü o gün orada sen de vardın. Senin mendilin, senin lekelerin, babanın cümleleri ve benim babamın nefreti Tugay Demir Çeviker’i yeniden doğurdu.”

“Orada mıydım?” diye sordum dehşetle. “Anlamıyorum.”

“2 Ağustos 2017, o zamanlar savcı olan babamın ödül töreni vardı ve orada babanla sen de vardın.” Zihnimi zorladım ama alkolden de olsa gerek net bir sonuca ulaşamadım. “Hatırlamadın,” dedi ve dudakları büküldü. “Biz seninle defalarca aynı yolda bile yürümüşüzdür ama ben seni görmüşümdür, sen bana bakmamışsındır bile Sevgili Avukat. Bu kalbimi kırıyor ama kalbimi kıran sen değilsin, kader. Kaderin bizi tanıştırdığı zaman.”

“Özür dilerim,” dedim bocalayarak. “Babamla defalarca törenlere katıldım ve bahsettiğin zamanları tam hatırlayamıyorum, hatta benim zihnim kötü olan her şeyi silmeye odaklıdır.”

“Bu kadar kötülüğün ortasında beni de silmen gerekirdi o zaman,” dedi gülümseyerek.

“Sen o kötülükleri bile güzelleştirdiğin için silinmiyorsun.” Ben de üçüncü kadehe geçtim. “Lütfen biraz daha anlatır mısın, hatırlamıyorum.”

“Babamla senin babamı öldürdüğün o tuvalette onu öldürmek için yüzleştim fakat öldüremedim. Aksine, o gün kendimi öldürecektim fakat baban beni kurtardı. Hem de nasıl biliyor musun? Bana birisi olma şansı vererek.” Sandalyesini hemen sol tarafıma çekti ve bana daha yakından bakmak istiyormuş gibi yaklaştı. “Ben de bundan seneler önce tanıdığın adam değildim, Sevgili Avukat. Eğer olsaydım zaten seni kaderimizi beklemeden çoktan hayatım yapardım ama ben hiçbir şeydim, hiç kimseydim, üzeri çizilmiş bir insan olarak büyüdüm ve buna inandırıldım. Tek gayem babamdan kurtulmaktı ama bunu bile başaramadım. Hiç kimse olduğumu söyledi bana, haklıydı çünkü ben hiç kimseydim. Bir amacım yoktu, varlığım yoktu.” Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı ve elinin tersiyle yanağımı okşadı. “O gün ağzım yüzüm kan içindeyken bana bir mendil uzattın. Seneler sonra, sen babamı öldürdükten sonra o mendili sana geri verdim çünkü benim babam Meryem’i de o hale getiren adamdı. Ben öldüremedim, birisinin benim de intikamımı almasını istedim ve o sendin. Ben kaderin bana gelmesini beklemeden kendi kaderimizi çizmeye çalıştım, ellerine ilk kanı bulaştıran ben oldum özür dilerim ama sen çocuk Tugay’ın intikamını da aldın çünkü ben bunu hiçbir zaman başaramazdım, onu öldüremeyecek kadar korkaktım ve ne yazık ki şu an bile bütün dünyayı ipe sersem yine o adamı öldüremem çünkü onun karşısında sadece bir çocuğum.”

Yutkunduğumda, “Onu öldüreceğimi nereden bildin?” diye sordum. “Çünkü ben her kim olursa olsun bunu zaten yapacaktım.”

“Babanın davasına hangi hâkim gelse onu yok edecektin ya da boyun eğecektin. İki yolum vardı, ben yine kumar oynadım ve karşılığında hapse girsem bile babamın senin babanın davasına atanmasını sağladım. Beni haksız çıkarmadın, o adamı yok ettin.”

“Tamam ama bunu nereden bildin?” diye sordum bir kez daha.

“Anlatamam ki bu hissi sana,” dedi. “Seni tanıyordum ama tanımıyordum da. Öyle bir his ki sana senelerdir âşıktım diyemem ama seni sanki doğduğundan beri tanıyordum, tanımaktan öte bir bağ, bir tamamlanış, bir bütün. Hayatımın bütün dönüm noktalarında varsın. Kendimi öldüreceğim o gün de oradaydın, çocukken diğer çocuklar beni dışladığında da orada olup benimle sohbet ettin ve süper kahraman olacağını söyledin. Sen benim bütün çıkmazlarımdaydın, orada kaderimdeydin ama ben korkaktım. Arkadaş da olabilirdin, aşk da olabilirdin, aile de olabilirdin, her şey olabilirdin ama ben çok korkaktım. Hiçbir şey ve hiç kimseydim ama baban ve sen, bana birisi olma şansını verdiniz. O gün savaşmaya karar verdim, özgürlüğü istedim ve bunları istemek benim yaşama tutunmamı sağladı.”

“Keşke o güne dönüp bir kez daha tanışsam seninle,” dedim elimi yüzüne koyup okşayarak. “Belki bir şeyler farklı olurdu.”

“Olmazdı.” Yüzünü elime yasladı. “Beni ölümden döndürenle yeniden ölüme götüren aynı şey oldu ama bencillik miydi, seni de istedim yanımda özür dilerim. Ellerine,” elimden öptü, “kanı bulaştıran ben oldum, özür dilerim. Seni bu savaşın ortasına iten ben oldum, özür dilerim. Her şey için özür dilerim.”

“Tugay,” dedim ellerimle yüzünü sıkıca tutarak. “Şundan vazgeç, derhal. Çünkü sen olmasan da ben en sonunda babamın kızı olduğum için bu yola girecektim, sen sadece olması gerekeni bana gösterdin. Baksana bana, boyun eğer miydim o insanlara? Elbet bir noktadan sonra bu kadına dönüşecektim ama şimdi seninle dönüştüm, sen bana kocaman bir aşk verdin bu kötülüklerin içinde.” Bana pişmanlıkla bakıyordu. “Ve her ne yaparsan yap, sana hiçbir konuda kızgın değilim, her ne yaptıysan olması gerektiği içindi, biz olduğumuz içindi.”

Başını ağır ağır salladığında, “Ve ben bu adam oldum, Tugay Demir Çeviker,” dedi. “Şimdi bu adama, bu savaşın sonunda yense kaçıp gitmek yakışır mı? İki yüz var, birisi aynada gördüğüm o korkak adamdı, biri de camdaki yansımada gördüğüm o çocuk Tugay’dı. Birisi oldum ve bu savaşın sonunda akıllarda o birisine yakışır şekilde kalacağım. Çünkü aynadaki adam hep korkup kaçtı ama çocukken camda annemi beklediğim zamanlar yansımada gördüğüm çocuk çok cesurdu.”

Gülümsediğimde gözlerim dolmuştu. “Eğer biz kaçarsak savaştığımız her şeyi yok etmiş oluruz.”

“Yok etmiş oluruz,” diye tekrar etti beni.

Bir geleceğimiz yoktu çünkü bu savaşı kazansak bile yargılanmamız gerekiyordu. Yargıdan kaçmak demek adaletten kaçmak demekti. Bizim bütün savaşımız adalet için değil miydi? Onurumla bir hücrede çürümeyi, korkup kaçan bir kadın olmaktan daha çok yeğlerdim.

Biz savaşı kazandığımızda teslim olacaktık.

“Tugay,” dedim.

“Efendim canımın içi?”

“Biz kötü insanlar değiliz ama değil mi?”

Tugay gülümsediğinde bir kez daha elimden öptü. “Dünya o kadar kötü insanlarla dolu ki biz yeterince kötü değiliz.”

“Peki sence biz bir film ya da kitap karakteri olsaydık sevilir miydik? Yani anlaşılır mıydık? Yoksa katil mi derlerdi bize?”

Güldüğünde geriye çekildi, şarabından birkaç yudum içti ve sonra düşünüyormuş gibi nefesini vererek, “Biz, bizi yazan kişiyi bile delirtecek kadar kafayı yemiş iki inatçı insanız Sevgili Avukat,” dedi sırıtarak. “Ona bile sözümüzü geçirmeye çalışırdık. Ve geçirirdik de.”

Gülmeye başladığımda, “Bence sevilirdik,” dedim. “Ve anlaşılırdık da.”

Şaraplarımızı yeniden yudumladık ve Tugay bana yemeklerden zorla yedirmeye başladı. Bir lokma bitmeden başka bir lokmayı ağzıma tıkarken gülüşümü durduramıyordum ama bunu yapmaktan hiç vazgeçmiyordu.

Ay gitgide aşağıya iniyor, gece yarısını çoktan geçiyordu. Kaçıncı kadeh şarabımda olduğumu bilmiyordum ama artık etrafı bulanık görmeye başlamıştım ve uzun zamandır yemediğim kadar yemek yemiştim. Mesela bütün elmalı kurabiyeleri yemiştim. Annemin tokadı olmadan, kimse bana karışmadan, yarın yokmuşçasına.

Yarın gerçekten hiç yokmuşçasına.

Kendi kendime gülmeye başladığımda kendimi tutamayıp, “Yarın yaşanacaklara bak, bir de şu ana bak,” dedim ellerimi karnıma koyup sandalyeye yaslanarak. Göbeğime baktığımda gözlerim kocaman açıldı, o kadar çok yemiştim ki hamile gibi şişlik oluşmuştu. “Tugay! Hamileyim!” Kahkaha atmaya başladığımda ayağa kalktım ve elimi sırtıma koyarak hamile gibi yürüdüm. “Hamileyim, ikizimiz olacak, biri erkek biri kız. Hissediyorum, kocamanlar!” Yeniden kahkaha attım ve masanın etrafında dönüp, “Acaba hamile olsam çekilmez biri mi olurdum yoksa tatlı mı?” diye sordum. “Bence ben hiç çekilmez birisi olmazdım, çok aşermezdim de ama nazlanabilirdim. Aslında sana nazlanmayı çok seviyorum, o yüzden de olabilir. Sana bir şey itiraf edeyim mi? Anne olmak bu hayatta en korktuğum şeylerden birisidir ama seninle bir geleceğim olacağını bilsem anne olmak isterdim, o kadar güzel büyütürdük ki çocuklarımızı. İstediklerini yerlerdi, giyerlerdi ve gezerlerdi. Korkak büyümezlerdi, cesur olurlardı. Dikbaşlı ama bir yandan da saygılı.” Tugay kollarını kavuşturmuş beni gülümseyerek dinliyordu, dayanamayıp kendimi onun kucağına bıraktım. Gülmeye başladığında eliyle belimi sardı ve beni kendine daha çok çekti. “Belki biz yargılanırız ama sonra af çıkar?” Bu bizim için imkânsızdı ama hem hayal kuruyordum hem de kafam güzeldi ve ne dediğim umurumda bile değildi. “Af çıktıktan sonra biz çok güzel bir aile kurarız ve o ailenin yapıtaşlarını muhteşem yaratırız ne dersin? Belki ben yeniden avukat olurum?” Tugay’ın yüzündeki gülümseme silinmemek için savaş veriyor gibiydi, gözlerinde acı vardı. “Avukat olmam imkânsız değil mi? İmkân dahilinde değildir bazı şeyler ama belki olurum. Eftalya. Avukat Eftalya Çeviker.”

Nefesimi verdiğimde yine çok konuştuğumu fark etmiştim ama bu kez hiç umurumda değildi çünkü her ne dediysem hiçbirinden pişman değildim, olmayacaktım da. “Eftalya Çeviker,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Buna o kadar bayıldım ki bir kez daha söyle lütfen.”

“Olmaz,” dedim omzumu kaldırıp indirerek. “Bunun için resmi olarak da evlenmemiz gerekir.”

“Evlenelim hadi.”

“Nasıl yani?”

“Şimdi.”

“Nasıl ya?”

Boğazını temizledi, çenesini kaldırdı ve ciddiyetle, “Siz,” dedi. “Adnan Atalar’ın kızı Avukat Eftalya Atalar, Yeşim Çeviker’in oğlu Tugay Demir Çeviker’i kocalığa kabul ediyor musunuz?”

Canım hem çok acıyor hem de bir o kadar mutlu hissediyordum ki boğulacağımı hissettim. Annesini ve babamı söylemişti, bizi büyütürken yara bırakanların adını geçirmemişti. Ve bu kadar imkânsızlığın ortasında bile beni gülümsetecek bir şeyler yapabiliyordu fakat gözlerim dolduğunda ve aniden ağlamaya başladığımda, “Evet,” dedim kısık bir sesle. Ardından daha yüksek bir sesle, “Evet!” diye bağırdım. Yaşlar yanaklarımdan süzülüyordu ve nefesim kesilene kadar ağlıyordum. Bizim Tugay’la evlenmemiz bile imkânsızdı şu an. Bizim hayallerimiz bile aslında nasıl da imkânsızdı, nasıl da yaralayıcıydı.

“Siz,” dedim ağlaya ağlaya ama bir yandan da gülüyordum. “Yeşim Çeviker’in oğlu Pilot Tugay Demir Çeviker, Adnan Atalar kızı Avukat Eftalya Atalar’ı karılığa kabul ediyor musunuz?”

Tugay elleriyle yanaklarımı silerken, “Evet,” diye fısıldadı. “Son nefesime, hatta sonsuza kadar evet. Bütün kalbimle evet.”

Burnumu çektiğimde, “Evlendik,” dedim. “Artık Eftalya Atalar Çeviker’im.”

Tugay alnıma uzun bir öpücük bıraktı ve beni kendine çekip sarıldı. Başım omzuna gömülmüş bir şekilde kucağında bir süre öylece kaldım. İlk önce çiçekleri izledim, ardından yeniden gökyüzüne baktım ve bugün hiç bitmesin diye içimden dualar ettim. “Tugay,” dedim en sonunda yaslandığım yerde. “Hadi bana piyano çal.”

Bir cevap vermek yerine beni kucakladığı yerden kaldırdı ve yürümeye başladı. Başım omzundan ayrılmazken gözlerimden yaşlar sessiz sessiz dökülmeye devam ediyordu ve bu yaşların nedenini çok iyi biliyordum.

Bunun da adı bir vedaydı.

Biz bugün Tugay’la aslında birbirimize de veda ediyorduk.

Bu bizim belki de birlikte son günümüzdü, birlikte son mutlu anımızdı.

Unut, dedim kendi kendime. Hatırlama nerede olduğunu, hangi zamanda olduğunu. Yarını yok et, her şeyi unut, şu an sadece burada kal Eftalya. Yalvarıyorum sadece şimdide kal, burada kal, zamanı durdur zihninde, daha ileriye gitme.

Tugay inşaat evin kapısını açtı ve sola doğru yürümeye başladı. İçerisi kiremit ve boya kokuyordu, her yer her yerdeydi fakat bir odadan içeriye girdiğinde burada duvarların boyanmış olduğunu gördüm, üstelik bembeyaz bir renge. Tam ortada kocaman bir yatak ve köşede bir piyano vardı. Piyanonun hemen yanında küçük bir dolap ve dolabın üzerinde pilot üniformasıyla benim avukat cübbem.

Bunları gördükten sonra gözyaşlarım daha hızlı bir şekilde akmaya başladı. Bu ev bizim sırlarımızdı, hayallerimizdi, yaşayamadıklarımızdı.

Burası Avukat Eftalya Atalar Çeviker ve Pilot Tugay Demir Çeviker’in yuvasıydı ama hiçbir zaman tamamlanmamıştı, tamamlanmayacaktı da. Çünkü bizim de hayatımız yarımdı, kaderimizden olsa gerek geleceğimizin üzeri çiziliydi.

Tugay piyanonun önündeki sandalyeye oturduğunda beni de yanına oturttu ve elinde getirdiği şişeyi ayağının ucuna koydu. Aylar önce bir kez daha bana piyano çalmıştı, o günü unutmam imkânsızdı ve şimdi yine burada benim için piyano çalacaktı. Yanında otururken başımı yavaşça omzuna yasladım ve gözlerim yeniden üniformasıyla avukat cübbeme kaydı. “Keşke bir kez de olsa seni uçak kullanırken görebilseydim,” dedim dayanamayarak. Ağlamaktan sesim kısılmıştı ama bir yanım o kadar huzurlu ve mutluydu ki tarifi yoktu. “Bu da mı imkân dahilinde değildir?”

Tugay yanağını saçlarıma yasladığında kendinden emin bir şekilde, “Kazandığımızda…” dedi kaybetmemiz imkânsız gibi. “Yani Krallık devrildiğinde ve her şey kuralına göre ilerlemeye başladığında son isteğimiz olarak yargılanmadan önce bunu isteriz belki ne dersin?” Hevesle ona dönüp baktım ve yüzümde gülümseme belirdi. “Reddetmezler belki. Bir kez o uçağa birlikte bineriz, sen yanıma oturursun ve ben de o uçağı kullanırım. İster misin bunu?”

“Çok,” dedim heyecanla. “Çok isterim. Her şeyden çok isterim Tugay.”

“O halde olmuş bil Sevgili Avukat çünkü bu imkânsız değil, senin için imkân dahilinde.”

“Teşekkür ederim,” dedim. “Varlığın için.”

Saçlarımın tepesine öpücük kondurdu, dik bir duruşa geçmeden önce şaraptan büyük yudumlar içti. Benim kadar olmasa da onun da kafası güzeldi, bunu anlayabiliyordum. İki elini de piyanonun üzerine yerleştirdi, ardından beni bir bacağının üzerine oturtup sol elimin üzerine sol protez elini koydu. “Sadece beni takip et,” dedi kısık bir sesle. “Bu bizim şarkımız.”

Sağ eliyle piyanonun bir tuşuna bastı, sol elini hareket ettirdiğinde benim de parmağım onunla beraber hareket etti. Birkaç tuşa basmaya başladığında ve parmakları tuşların üzerinde dans ettiğinde ben de ona ayak uydurmaya çalıştım; kulaklarıma ise günler önce çatı katında dinlediğimiz Judas Priest’in Angel şarkısı doldu. Her ritim kalbime bir darbe vururken Tugay çenesini omzuma yasladı. Müziğin sesi gitgide yükselirken kendisini tamamen melodiye kaptırdı ve neredeyse tek eliyle o güzel şarkıyı çalmaya başladı.

Bu hayatımdaki en güzel andı, bu hayatımda duyduğum en güzel sesti, bu adam benim âşık olduğum kişiydi, bugün benim cennetimdi ve bu ev benim hayallerimdi.

Dudakları omzuma dokunduğunda ritimlere devam etti ve omzumdan kulağıma doğru çıkarken şarkının sözlerini yeniden kulağıma fısıldadı. “When I close my eyes, I hear your velvet wings and cry. (Gözümü kapattığım zaman kadife kanatlarını ve ağlayışlarını duyarım. ) Boynuma bir öpücük kondurdu ve kendisini bana biraz daha yasladı. “Hold me inside your wings and stay. Angel take me far away. (Beni kanatlarının içinde tut ve kal. Melek beni uzağa götür.) Dudakları enseme doğru ilerledi ve parmaklarının dans edişi yavaşladı, enseme küçük öpücükler kondurduğunda diğer omzuma doğru ilerledi. “Remember how we chased the sun. (Güneşi nasıl kovaladığımızı hatırla.) Sol omzumdan öptü ritim yeniden yükseldiğinde bütün yaşananların hırsını piyanodan, müzikten çıkarıyor gibiydi ama sanki öpücükleri her zamankinden daha derindi, daha anlamlıydı, daha doğruydu, daha gerçekti ve daha berraktı. Birbirimizi öylesine hissetmek istiyorduk ki sırtımı ona yasladım ve gözümden akan yaşları umursamadım.

Odanın içini dolduran melodi bütün savaş seslerini bastırırdı; o an anladım. “Seni çok seviyorum,” diye fısıldadım başımı geriye yatırıp boynunun girintisine sığınırken. “Ve sana âşığım. Daima.”

Duraksadığını hissettiğimde parmakları da yavaşladı ve şarkının son ritimlerine geldiğinde dudaklarını boynuma gömdü. Hem kokumu içine çekip hem de öperken sanki şarkı bitmesin diye olabilecek en yavaş şekilde çalıyordu, belki de o da zamanı durdurmak istiyordu; bu şekilde durabileceğine inanıyordu.

Keşke dursaydı.

Tam şu an o aptal zaman dursaydı.

Piyanonun tuşuna son kez bastığında çenesini omzuma yeniden yasladı ve tek vücut olmuş halde öylece bekledi. İkimiz de sessizce bir süre öylece kaldık. “Bizi bugüne hapsedemez miyim?” diye sordu sesinde kederle. Bakışlarım ona döndüğünde gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördüm. “Beni boş ver, seni hapsedemez miyim her şeyden korumak için?”

Elimin tersiyle yanağını silip onu öptüm. Ardından alnından, diğer yanağından, burnundan öptüm ve dudaklarımı dudaklarının üzerine yasladığımda ona sıkıca sarıldım. Tugay öpücüğüme karşılık verdiğinde beni çevik bir hareketle kucağında döndürdü ve bacaklarım iki yana açık bir şekilde kucağına oturmamı sağladı. Bir eli yüzümü tutarken diğer eli saçlarıma karıştı ve sonra sırtıma, belime ve oradan kollarıma uzandı. Bacaklarıma doğru ilerlediğinde beni, bütün vücudumu sanki bir kez daha tanımak istiyormuş gibiydi.

Kendimi ona daha fazla yasladığımda ve sanki daha çok sarılabilecekmişim gibi onu kollarımın arasına hapsettiğimde dudaklarımız birbirinden bir an olsun ayrılmıyordu. Aceleci değildi, sakindi ama o kadar anlamlı ve derin bir öpücüktü ki onu her zerresiyle istememe engel olamıyordum. Dili dudaklarımdan içeriye doğru kıvrıldığında ve hırıltılı bir nefes verdiğinde sol eli yüzümdeyken sağ eli elbisemi yukarıya doğru sıyırdı ve bacağımı okşamaya başladı. Bacağımdan yavaşça kalçama doğru çıkarken benim de ellerim üzerindeki ceketi tek hamleyle sıyırıp yere fırlattı.

Bunun ardından Tugay hiç düşünmeden ben kucağındayken dudaklarımız ayrılmadan ayağa kalktı ve beni yeni boyandığına emin olduğum beyaz duvara yasladı. Bacaklarım beline dolanmış bir şekilde gömleğinin düğmelerini açmaya çalıştım ama heyecandan ellerim titriyor, bunu yapmakta güçlük çekiyordum.

Bu kez Tugay beni duvardan ayırıp piyanoya yasladı ve tuşlardan öyle yüksek bir ses çıktı ki bu başka zaman rahatsız edebilirdi ama şu an hiçbir şekilde umurumda olmamıştı. Bir an bile dudaklarını benden ayırmadan sağ eliyle gömleğinin düğmelerine uzandı ve o da açmakta zorlandığında gömleğini yırtarcasına tek hamleyle üzerinden çıkardı. Ellerim çıplak vücuduna dokunduğunda kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyor, vücudumun her noktası arzuyla onun için kıvranıyordu.

Nefeslenmek için geriye çekildiğimizde bakışlarımız kesişti. Sadece bir saniye birbirimizden ayrı kalabildik ve dudaklarımız yeniden birleştiğinde Tugay beni kucağına bir kez daha çekti. Birkaç adımda yatağa geldiğinde ve beni sakince yatağın üzerine bıraktığında hem çok hırçın hem de bir o kadar sakindi ve bu beni daha fazla çıldırtıyordu.

Yan bir şekilde yatağa yattığımda dudaklarını benden ayırdı ve gözlerimizin yeniden kesişmesine neden oldu ama bu kez beni izlemeyi tercih etti. İlk önce gözlerim, sonra dudaklarım, saçlarım ve vücudum… Bakışlarını her noktamda gezdirirken sağ eli kemerine gitti ve bakışlarını benden ayırmadan işkence çektirecek kadar yavaş bir şekilde kemerini çıkardı. Göğüs kafesim kalkıp inerken dudağımdaki kan tadını hissedebiliyordum ama umurumda da değildi.

Pantolonunu çıkardığında ve altında sadece baksırıyla kaldığında bir dizini yatağa yaslayıp beni hiç beklemediğim bir anda çevik bir hareketle ters çevirdi. Dudaklarımdan hafif bir inleme döküldüğünde elbisenin fermuarını yavaşça aşağıya doğru indirdi ve elbiseden kurtulmamı sağladı. Karşısında sadece iç çamaşırımla kaldığımda eğildi ve sırtıma öpücükler kondurmaya başladı, ardından belime doğru indi, belimden kalçama ve sonrasında sağ elini karnıma yaslayıp kalçamı hafifçe kaldırmamı sağladı. Dudakları kadınlığımın olduğu noktayı tek seferde bulduğunda iç çamaşırımın üzerinden öptü. Bu kez yüksek bir sesle inlediğimde Tugay da nefesini yüksek bir sesle verdi. Kalçamdan aşağıya indi, bacaklarımdan öptü ve beni yeniden döndürdüğünde üzerime tamamen çıktı.

Elleri artık hissetmediğim ellerimi bulduğunda başımın tepesinde birleştirdi ve bu kez de dudakları boynuma dokundu, sonrasında iki göğsümün arasından, lekelerin olduğu yerden öptü ve yavaş yavaş aşağıya inerken ellerimi de kendisiyle beraber hareket ettirdi. Dudakları karnımdan kasıklarıma doğru inerken nefesini verdi ve bu benim çıldırmama neden olduğunda kalçamı havaya doğru kaldırarak, “Tugay,” dedim dişlerimin arasından. “Seni istiyorum, seni çok istiyorum.”

Yine tam iç çamaşırımın üzerinde durduğunda iki bacağımın arasındayken bakışlarını bana doğru çevirdi ve dişleriyle iç çamaşırımı kenara çekip dudaklarını kadınlığıma bastırdı. Âdeta çığlık attığımda ve başım geriye doğru gittiğinde saçlarım yataktan aşağıya doğru sarkıyordu. İlk önce dudaklarıyla, ardından diliyle beni çıldırtırken sağ eli göğüslerimin üzerinde geziniyordu. Nefes bile alamadığımı hissettiğimde dudaklarımdan yalvarışların döküldüğünü hissedebiliyordum ama ne dediğimi ben bile anlayamıyordum. Hızlandığında ve nefesi hırıltılı bir hal aldığında artık vücudum titriyor, arzudan kıvranıyordum. “Tugay!” dedim yüksek bir sesle. Bir yalvarıştan çok daha fazlasıydı, bunu biliyordum.

Tugay dudaklarını uzaklaştırdı, yüzüyle yüzümü aynı hizaya getirdi ve dilini dudaklarında gezdirdikten sonra, “Senin için deliriyorum,” dedi dişlerinin arasından. “Her zerren için ölüyorum.” Tamamen ilkel bir içgüdüyle onu kendime çektiğimde ve yatağa yanıma yatırıp üzerine çıktığımda gözleri şaşkınlıkla açıldı. Normalde belki de gücüm yetmezdi ama o kadar savunmazdı ve ben öylesine çıldırmıştım ki onu her parçamla içimde istiyordum, başka bir yolu yoktu. Başka bir yolumuz yoktu.

Benim zaten ondan başka bir yolum da olamazdı.

Erkekliğinin üzerine oturmadan önce iç çamaşırımdan kurtuldum ve kucağına tamamen oturup ona doğru eğildim. Bu kez ellerini ben tuttuğumda ve başının tepesinde birleştirdiğimde dudaklarıyla dudaklarım arasında bir nefeslik mesafe varken, “Kaçınılmaz bir gerçek var, o da ne biliyor musun?” diye sordum nefes nefese. “Biz bu hayata birbirimiz için geldik, Tugay.”

Gülümsediğinde gözlerindeki tutku ve şehvet aklımı kaybedeceğim ve kendimi artık durduramayacağım kadar fazlaydı. Kalçasını hareket ettirdiğinde ve erkekliği kadınlığımı zorladığında gülümsedim ama sabrımızın sonunda olduğumuzun da farkındaydım.

Dudaklarım dudaklarının üzerine kapandığında ve ellerim baksırına doğru ilerlediğinde o çoktan baksırı çıkarmak için kıvranmaya başlamıştı. Dişlerimi dudaklarına geçirdiğimde ve erkekliği kumaş olmadan bana temas ettiğinde ağzının içine doğru nefesimi verip çıldırmış gibi titremeye başladım. Tugay doğrulduğunda ve beni kucağına çektiğinde vücudumuz bir bütündü. “Yanımda prezervatif yok,” diye fısıldadı Tugay.

Uzun zamandır kadınsal rahatsızlığımdan ötürü doğum kontrol hapı kullandığımdan hamile kalmam zaten imkânsızdı ama bunu açıklamak yerine sırtüstü uzandım ve onu davet edermiş gibi bekledim. Tugay tamamen üzerime çıktığında gözlerimin içine baktı ve dudaklarını dudaklarıma yaslarken beni çıldırtacak kadar ağır bir yavaşlıkla içime girdi ve öyle yüksek sesle inledim ki tırnaklarım Tugay’ın sırtına saplandı. İlk önce yavaş yavaş beni keşfetmeye başladı ama sonrasında hızını artırmaya başladığında dudakları dudaklarımdan uzaklaşıp boynumu buldu. Nefeslerimiz birbirine karışırken inlemelerim odanın içini dolduruyordu.

O an dünya üzerindeki bütün sesleri sanki sustu, savaşlar bitti, kötülükler son buldu, artık hiçbir şey umurumda değildi. O ve ben vardık, bu dünya üzerinde ikimizden başka kimse yoktu. Hatta o içimdeyken kendimi asıl şimdi tamamlanmış hissediyordum, yarımdım ve onunla bütün oluyordum. O benim ruh eşimdi, bu hayattaki ortağımdı, kaderimdi, benim için yaratılmıştı ve evrenin bana en güzel hediyesiydi.

Hiçbir şey umurumda değildi, kulaklarımda sadece onun sesleri vardı, dünyanın geri kalanı şu an yıkılabilirdi ama bize kimse dokunamazdı, bundan emindim.

Elleri ellerimi yeniden bulduğunda ve sıkıca tuttuğunda protez olan elini de ben kavradım. Hızı arttığında dudakları dudaklarıma dokunmadan alnını alnıma yasladı ve sanki vücutlarımızı daha fazla bütünleştirebilecekmiş gibi kendimi ona itekledim. “Tugay,” dedim inlemeyle. Daha sert bir şekilde içime girdiğinde, “Tugay!” diye haykırdım ve başımın hazdan döndüğünü hissettim.

Tugay beni bir anda kaldırdığında bu kez kucağındaydım ve kalçalarımdan tutarak beni hareket ettiriyordu. Kucağında gidip gelirken kollarıyla beni sıkıca sardı ve saçlarım iki yanımdan dökülürken, “Seni çok seviyorum,” dedim nefes nefese ve yüzünü ellerimin arasına aldım. “Seni çok seviyorum.”

“Sana,” dedi dişlerini sıkarak ve hızını artırdı. “Âşığım.”

Kucağındayken artık vücudumu hissetmiyor, titriyor ve kulaklarıma çığlıklarımdan başka hiçbir ses gelmiyordu. Zirveye doğru ulaştığımı hissedebiliyordum ama o zirveden nasıl düşeceğimi bilmiyordum. Tugay’ın omuzlarına tırnaklarımı geçirdiğimi o an fark edebilmiştim ama bundan vazgeçemiyordum. “Tugay,” dedim zirveye ulaştığımda. “Tugay,” dedim bir kez daha. O da nefesini sertçe vermeye başladığında aynı anda zirveye ulaştığımızı hissetmiştim. Başım geriye doğru gittiğinde ve vücudum bir yay gibi gerildiğinde Tugay bir anda hızını kesti ve bekledi, ardından son kez öyle sert bir şekilde içime girdi ki benim haykırışımla onun hırıltısı birbirine karıştı ve ben zirveden aşağıya doğru düşmeye başladım, o da aynı şekilde titremeye başladığında hâlâ içimdeydi.

Başım Tugay’ın omzuna doğru düştüğünde kalbimin sesi kulaklarımdaydı, nefesimi düzenlemek imkânsızdı ve kaç saniye o şekilde kaldım hiçbir fikrim yoktu. En sonunda beni yatağa yatırdığında, hatta bir bez bebekmişim gibi hareket ettirip göğüs kafesine çektiğinde hâlâ nefes alış verişimi düzeltmeye çalışıyordum.

Neredeyse beş dakika sonra, “Zamanı benim için durdur,” dedim Tugay’a. “İmkânsızsa da başar bunu, bugün durdur, yarın olmasın.”

Tugay’ın elbette zamanı durdurması imkânsızdı ama dakikalar sonra beni yeniden öptüğünde ve yeniden sevişmeye başladığımızda bu kez her parçasıyla oldukça sakindi. Ardından bir kez daha seviştiğimizde bana doyamıyormuş gibi açtı. Ve bir kez daha seviştiğimizde bu kez yetmiyormuş gibi her zerremi kana kana içiyordu.

O gece kaç kez birlikte olduk sayamazdım ama zamanı durdurduğuna defalarca şahit oldum. O dakikalarda dünya üzerinde sadece ikimiz vardık, bu zamanı durdurmak demekti ve aynısını o da hissediyordu, biliyordum.

Saatler sonra gökyüzü artık gecenin koynundan sıyrılmaya başladığında uykuya dirensem de kurtulabilmenin imkânsız olduğu bir noktada o sersemlikle beni öpüşleri bir vedadan da farksız değildi. Vücudunun her zerresini ezberledim, o da ezberledi; doyamadık ama doymak istedik, tam yaşayamadık ama yaşamak istedik. Biz geleceğimizdeki bütün anlarımız için o geceyi birlikte paylaştık.

Ve tam uykuya dalmak üzereyken vücutlarımız çıplak bir şekilde sarıldığımızda, “Seni bırakıp gittiğim günden beri benimle yatsan da uyumuyorsun çünkü bırakıp gitmemden korkuyorsun, biliyorum,” diye fısıldadım. “Lütfen bu gece uyu.”

Bir cevap vermedi, bakışlarımı ona çevirdiğimde uykuya dalmış olduğunu gördüm. Derin bir uykudaydı ve onu bırakıp gitmeyeceğimden emindi.

Çünkü artık ikimiz de biliyorduk; bizi ölümden başka hiçbir şey ayıramazdı ve belki de ölüm bile ayıramazdı.