On iki saat önce...
“O zaman,” dedi Tugay. “Benim kalbimi düzene sokmanız ve idam ipinden kaçırmanız gerekecek.”
Marco'nun gözleri bu cümlelerin ardından hafifçe açıldı ve kafası karışmış bir vaziyetteyken, “Peki ya seni idam ipinden kurtaramazsak?” diye sordu net bir sesle. “Çünkü bizden istediğin ölümünle eşdeğer.”
Tugay kaşlarını kaldırdı, çenesini havaya dikti ve derin bir nefes verdi. “O zaman ben kendimi bu yüzükle yok edeceğim ve bu dünyadan gittikten sonra gerçekleştirmeni istediğim iki dileğim kalacak.”
“Ben dilek perisi değilim TDÇ,” dedi Marco kızgın bir sesle. “Senin aldığın riskleri temizlemek benim görevim değil artık, benden bir şeyler istemekten vazgeç.”
“Hadi ama Marco!” Tugay'ın gülümsemesi, hiç zafer kazanmadan zafer kazanmış bir adam kadar itibar doluydu. “Adnan Atalar'ın en güvendiği adamı sendin, bunu boşa yapacak birisi değil.” Marco hiçbir şey söylemedi ve göğsü inip kalktı. “İlk dileğim, benim Avukat’ım.”
Marco başını iki yana salladı. “Kurtarmak istediğin bu aptal dünyaydı, ne zaman bir kadını da kurtarmak istemeye karar verdin?”
Kısa bir sessizlik oldu, Tugay'ın bakışları son kez bileğindeki kelepçelere indi. “O beni kurtarmak istediği zamana kadar dayanıyor olmalı, emin değilim.” Daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Çünkü süper kahraman olmak istiyordu, ben de onun süper kahramanı olabilirim belki.”
“Ne?”
“Hiç,” dedi Tugay, bakışlarını Marco'ya çevirerek. “İlk istediğim, bana bir şey olursa avukatımı bu ülkeden kaçırman ve onu İtalya'daki evime götürmen. Sana adresi Giray verecektir.”
Marco gözlerini kıstı, dikkatli bir şekilde dinlemeye devam etti.
“İkinci,” dedi ardından kendi içinde bir tercih aşamasındaymış gibi, Marco'nun tam gözlerinin içine baktı. Gördüğü aynı yolda yürüdükleri değildi ama inançtı; inanç biraz da güveni doğururdu. “Nida,” dedi sakince. “Onu koru ve avukatımla beraber İtalya'ya gitmesini sağla, ikizim ve Meryem Atalar da onlarla birlikte olacak.” Öne doğru eğildi, sessizce fısıldadı. “Kalbimden bile daha iyi koruduğum kardeşimin yerini sana söyleyeceğim, sen ise ben ölürsem ufacık bir acı bile hissetmeden onu kurtarmaya gideceksin.”
Dört saat önce...
İhanetin uğradığı yerlerde soğuk bir sessizlik olurdu çünkü ihanet, daima çığlık atacağı anı beklerdi.
O gün, Tugay gözlerini açmadan önce derin bir sessizlik vardı, ihanetin sessizliği.
Sandalyelerde oturan herkesin gözleri birbiri üzerindeydi, uzaktan gelen televizyonun sesi Tugay Demir Çeviker'in öldüğünü söylüyordu, Eftalya Atalar'ın ise asıl BL Örgüt kurucusu olduğunu. Sadece bu kadarla da sınırlı değildi, Eftalya Atalar'a suçu atan kişinin Tugay Demir Çeviker olduğunu söyleyeceklerdi.
Odanın içi ne kadar sessiz ise şehir bir o kadar gürültü altındaydı. Herkesin güvendiği örgüt lideri öldüyse, insanların güvenebileceği kimse kalmamış demekti.
Eftalya Atalar dışında.
Ondan ise herhangi bir ses yoktu. Eğer iki taraf da sessizliğe devam ederse zafer kazanılmadan biterdi çünkü BL Örgütü, kurucusu ve lideri olduğu sürece halkı yanına alabiliyordu.
Giray parmaklarıyla masanın üzerinde ritimler tutarken oldukça gergindi, hemen yanında oturan Defne'nin bir eli onun dizine yaslıydı ve sakinleştirmeye çalışıyordu ama pek imkânı yok gibi görünüyordu.
O an sessizliği bozan kişi Giray oldu.
“Sinan,” dedi kirpiklerinin arasından çaprazında oturan Sinan'a bakarak. “Aramızda ikizimden sonra Avukat’ı en iyi tanıyan sensin.” Sinan, soğuk bakışlarla Giray'ın yüzüne baktı. “Avukat, Krallık'a inanır mı?”
Sinan, “Krallık'ın söyleyeceklerine göre değişir,” diyerek ucu açık bir yanıt verdi.
Giray kaşlarını kaldırdı ve masanın üzerinden ona doğru eğildi. “Krallık bir oyun oynuyor, Tugay'ı öldü göstererek. Avukat’a büyük bir oyun oynayacaklar ve ihanet etmesine neden olabilirler. Sana çok basit bir şey soruyorum. Avukat bize ihanet eder mi, etmez mi?”
Giray, Sinan'ın direkt cevap vermesini bekledi ama Sinan bir süre düşündü. Sessizlik katlanarak artarken Marco duvara omzunu yasladığı yerden hafifçe doğruldu. “Neden bu kadar düşündüğü de tartışma konusu elbette.”
“Bence başka bir şey düşünüyor,” dedi Gamze, savunmaya geçerek ve Marco'ya karşı gelerek.
En sonunda Sinan, “Krallık çok yanlış yerden oyun oynuyor,” dedi ciddi bir sesle.
“Nasıl yani?”
“Eftal'i ihanete sürükleyecek olan Tugay Demir Çeviker'in ölümü değil,” dediğinde kendinden oldukça emindi, adı gibi. “Sevdiği birinin zarar görmesi olur. O zaman ne örgüt umurunda olur ne de herhangi birinin itibarı.”
Herkes dikkatli bir şekilde Sinan'a bakarken Javier öksürerek, “Bana Avukat kendi canından bile vazgeçer de ihanet etmez gibi geliyor,” dedi.
“Zaten kendi canından söz etmiyorum,” dedi Sinan, ardından solgun bir şekilde gülümsedi. “Tabii benim bahsettiğim, beraber büyüdüğüm Eftal, çocukluk arkadaşım Eftal. Son aylarda ise onu tanıyamıyorum. O yüzden bana böyle sorular sormayın.”
Giray gözlerini kapattı ve ellerini şakaklarına bastırıp, “İhanet, hepimizin yıkımı olur,” dedi tek nefeste.
Sinan ağzının içinde kimsenin duymayacağı şekilde, “Bazen sevdiğin birisi için zorunda kalırsın,” dedi.
İki saat önce...
Evin gizli katında hem örgüttekiler hem de Ölüm Timi hazırlık içindeydi. Silahlar kasalardan çıkarken, sandıklardan daha büyük silahlar çıkıyordu. Tugay Demir Çeviker üzerine giydiği siyah kargo pantolonunun ceplerine bıçakları yerleştirirken hem çok sakin hem de gergindi. Her hareketinde düşündüğü iki taraf vardı: Çocuklar ve Avukat.
Bakışları örgütteki herkesin üzerinde gezinirken kendisini dışarıdaki dünyaya ne kadar yabancı hissettiğini yeniden anlayabiliyordu. Şimdi buradan istediği zaman çıkabilecekti, dışarıya adım attığında siyah botları karların içine gömülebilecekti, bileklerinde kelepçeler yoktu, işkenceler uzaktı.
Özgürdü. Tugay Demir Çeviker, özgürdü.
Fakat tutsaklık, onun özgürlüğündeki insanı da öldürmüş gibiydi. Aslında hapishanedeyken daha cesur hissettiğini fark etti çünkü dört duvarı ezberlemek çok daha kolaydı fakat özgürlükte gökyüzü sınırsızdı. İnsanlar da öyle.
Düşünceler arasında birisi arkasından omzuna dokunduğunda ani refleksle sert bir şekilde ona dokunan kişinin kolunu tuttuğu gibi çevirdi ve elini boynuna dolayıp ona dokunan kişinin nefesini kesmek için hamle yaptı. O sırada bu kişinin ikizi olduğunu gördüğünde elektrik çarpmış gibi geriye çekildi, Giray ise büyük bir şaşkınlıkla ona baktı. “Ben,” dedi Giray gözlerini açarak. “Korkuttum mu?”
Tugay yutkunduğunda kalbi adrenalinden delicesine çarpıyordu ve sağ eli uyuşmaya başlamıştı. Ne yapacağını bilemedi, ağzından derin bir nefes verdi ve sonrasında, “Bana dokunmadan önce sesleneceksin,” dedi sert bir sesle. Birkaç saniye sonra gözlerini kapattı, sert konuşmasının haksızlık olduğunu fark ettiğinde gözlerini açıp ikizine döndü. Giray hâlâ şaşkındı. “Ani tepkilerden hoşlanmıyorum sadece,” dedi daha yumuşak bir sesle. “Seninle alakalı bir durum değil.”
“Anlıyorum,” dedi Giray düşünceli bir sesle. Onun da karşısında gördüğü ikizi Tugay'dı, beraber büyüdüğü o çocuktu ama bir o kadar da farklıydı. Bakışları değişmişti; daha soğuk, daha donuk, hatta gerçek bir katil kadar ürpertici bir adama dönüşmüştü. Eskiden ikizi Tugay'ın bakışlarından ne düşündüğü anlayabilirdi ama şimdi pek anlayamıyordu. Gözünü kırpmadan birini öldürebilecek kadar acımasız olduğuyla ve Krallık'ın konuştuğu o adamın gerçek yüzüyle asıl şimdi karşılaşıyordu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu Tugay, hem merakla hem de duymak istemeyerek.
“Hiç,” dedi Giray.
Tugay bir an bile düşünmeden, “Seni korkutuyor muyum?” diye sordu. “Ben korkunç biri miyim?”
O an, Tugay bu soruyu sorarken kendisini dönüştürdüğü adamı gördü. İkizine ondan korkup korkmadığını soruyordu, ikizinin gözlerinden gördüğü ise açıktı. Giray ondan korkuyordu. Bu, Tugay Demir Çeviker'in ikinci idam sehpası kararı gibi hissettirmişti.
Giray otuz bir yaşında bir adamdı, o korkuyordu; Nida gibi ufacık bir kız çocuğu belli ki Tugay'ı gördüğü zaman ondan kaçacaktı. Bunu düşünmek Tugay'ı kahrediyordu.
“Hayır,” dedi Giray sakince. “Sadece birazcık değiştiğini düşünüyordum ama bu çok normal. Hangimiz değişmedik ki?” Giray işi şakaya vurdu. “Uzun süre tatile gidip geri gelen insanlar gibi düşün, ben de fena değişmedim yani.”
Tugay güldüğünde eliyle hafifçe kardeşinin omzuna vurdu, o sırada arkasından onu kaçamak bir şekilde izleyen Defne'yi gördü fakat bu konu hakkında hiçbir yorum yapmadı. “Hatırlat da bütün bunlar bittikten sonra uzun bir tatile çıkalım, sen, ben,” ağız ucuyla gülümsedi, “belki şu kız arkadaşın da bizimle gelmek ister ha?”
“Ha?” dedi Giray. “Kim? Ne? Hangi kız arkadaş?”
Tugay dayanamayarak güldüğünde, “Üç dakikadır seni öldürecek miyim diye bizi izleyen bir kadın var, sanıyorum ki o senin kız arkadaşın Giray,” dedi Tugay.
Giray omzunun üzerinden Defne'ye doğru baktı. Umursamaz görünmeye çalışarak, “Ya şu kız,” dedi hafif alay geçer bir tonlamayla. “Sorma, âşık bana, peşimden koşturuyor. Ne yapayım, kıramıyorum.”
Tugay kaşlarını kaldırıp gözlerini açtı. “Öyle mi, kardeşim?” Tugay o an seneler önce o yılbaşı masasındaki kadar keyifli hissetti. “O halde sen hiç üzülme, ben onu örgütten atayım, sana daha fazla rahatsızlık vermesin.”
Giray dudaklarını ıslattı, boynunu birkaç kez çıtlattı ve bir şey söyleyecek gibi oldu, geri sustuğunda Tugay gülmeye başladı. O güldüğünde Giray da güldü. Tugay dalga geçerek ikizinin omzuna şakayla vurmak istedi fakat düşündüğünden daha sert vurduğunda Giray acıyla inleyerek omzunu tuttu. O sırada yeniden güldüklerinde bir kez daha sarıldılar, bu kez uzun süre birbirlerinden ayrılmadılar. En sonunda Tugay, Giray'ın kulağına doğru, “Savaşta aşk olmaz,” dedi öğüt verir gibi. “Daima hata yapmana neden olur, bunu unutma.”
Giray normalde sessiz kalacaktı fakat dayanamayarak o da ikizinin kulağına doğru, “Haklısın,” dedi sakince. “Peki buna savaşın ortasında gözyaşları uğruna patlatılan binalar ya da bahçeye ekilen çiçekler de dahil midir?”
Tugay dudaklarını birbirine bastırdığında geriye çekildi. Çok kısa bir süre birbirlerine baktılar ve yeniden güldüklerinde Tugay, “Ben sadece nazik bir adamım,” dedi alayla. “Avukat’ımın canının sıkılması beni üzdü, ağladığını gördüm, ne yapayım, patlattım birkaç bina.”
“Ayrıca onu mahkemenin ortasında bütün dünyanın sizi izleyeceği şekilde öptün, öyle mi?” Tugay, kulağa nasıl geldiğini duyunca gözlerini kıstı. “Bahçe aldın ilk önce, ardından yanına ev diktin, yetmedi bir uçak hediye ettin, örgütün başına geçirdin, kuralları siktir ettin, çiçekli elbiselerle salına salına ortamızda dolaşmasına izin verdin. Yetmedi, cümlelerini duvarlara yazdırdın hatta bu devirde mektuplarla, duvar yazılarıyla ona mesajlar gönderdin.” Giray gülmeye başladı. “Nezaketin gözlerimi yaşarttı ama uzaktan bakıldığında avukatın dışında başka bir kadının ayaklarının altına bu cenneti sermeye çalıştığını göremiyorum.”
Tugay gözlerini kaçırdığında ensesini ovuşturdu, eline yarımay damgası dokunduğunda gülümsemesi donuklaştı ve başını sallayarak kendisine gelmeye çalıştı. “Şimdi sen böyle tek tek söylediğinde kulağa delirmişim gibi geliyor,” dedi ve bakışlarını yeniden Giray'a çevirdi. “Fakat Sevgili Avukat’ım beni delirten kişinin kendisi olduğunu bile eminim bilmiyor.”
Giray göz kırptı. “İyi,” dedi alayla. “Bütün bunlar bittikten sonra dördümüz bir tatile çıkalım o halde, oturup deliliklerimizi konuşuruz.”
Tugay başını iki yana salladı. Normal şartlarda örgüt içinde duygusal ilişkiler tamamen istemeyeceği bir şey iken şu an karışmak istemiyordu. Sonucunun ikisi için de zararlı olduğunun farkındaydı ama artık biliyordu, insan yaşanması gereken duyguları engelleyemezdi.
Sinan yanlarına sakince yaklaştığında ve hiçbir şey söylemeden çelik yelekleri verdiğinde diğerlerine de dağıttı. Tugay, Sinan'ın yüzüne baktığı an, o bakışlarını çevirdi ve hızlı bir şekilde diğer tarafa yürüdü. “Benden hoşlanmıyor,” dedi Tugay, çelik yeleği eline alırken. Düşündüğünden daha hafif gelen çelik yeleğe bakarken her şeyden şüphe etmemesi gerektiğini de kendine hatırlattı.
“Sadece Avukat’a çok değer veriyor,” dedi, Giray. “Askeriyeden tanıyorum, soğuk bir yapısı vardır ama sağlam adamdır, en azından Avukat için kurşunların önüne atlayacak birisi.” Tugay hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam etti. “Yine de...” Duraksadı ve boğazını temizledi. “Sana bir şey söylemem gerekiyor.”
“Nedir?”
“Bak,” dedi Giray. “Avukat’a güvendiğini biliyorum, inandığını da öyle ama onu en iyi tanıyan insan Sinan ve bize en yakını olarak bir şeyler söyledi.” Tugay'ın elleri duraksadı ve kaşları çatılırken Giray'a sert bir şekilde baktı. “Böyle bakma, bunu söylemek zorundayım.” Giray düşünmeden devam etti. “Avukat’ın, sevdiği birisi için ihanet edebileceğini söyledi, Tugay. Zorunda kalırsa bunu yapabilirmiş yani. Sana ihanet edecek demiyorum ama kendini her şeye hazırla.”
Tugay tek bir cümle kurdu. “Avukat’ım bana asla ama asla ihanet etmez.”
“Sevdiği birisi için...”
“Onun için de etmez. Hiçbir şekilde ihanet etmez.” Çenesini havaya kaldırdı. “Sinan o kadar da iyi tanımıyormuş demek ki.” Giray bir şey söyleyecek gibi oldu ama yeniden sustuğunda başını iki yana salladı. “Benim avukatım ne aptal ne de hain. Gözümle görsem yanlış gördüğümü düşünürüm, kulağımla duysam kendimi kandırdığıma inanırım. Bunun adı güvenden öne inanç, ben ona inandım ve bilmek istiyorum, hiç de aptal bir adam değilim.”
Giray omzunu indirip kaldırdı. “Öyle diyorsan öyledir,” dedi. “Ama onu kurtarmaya giderken eğer Nida'nın başına bir iş gelirse...”
“Gelmeyecek,” dedi Tugay başını sallayarak. “Çünkü Krallık ilk önce Nida'nın yanına gideceğimden neredeyse emindir, ona göre gardını alacaktır. Ben ilk önce Nida'nın yanına gidersem belki de tuzağa düşeceğim ve Avukat’ı da o an yok edecekler ama Avukat’ın yanına gidersem bu beklemedikleri bir taraftan gelen darbe olacak.” Öne doğru eğilip sessizce mırıldandı. “Avukat’ın ve benim aynı anda yok olmamız demek, BL'nin bitişi demek. BL bittikten sonra ne Nida yaşar ne Meryem.” Giray yutkundu ve şaşkınlıkla ikizine baktı.
“Bu,” dedi Giray. “Onlar çocuk. Bu çok kötü ve sen bu kadar kötüsünü...” Sustu, bir şey söylemek istemedi ama Tugay anladı.
“Kötülüğün içinde yaşadıkça ya o kötülüğe dönüşüyorsun ya da kötülükler yoluna ışık tutuyor, kardeşim,” dedi Tugay. “Ben her ikisine de sahibim çünkü zaman, beni bu adama dönüştürdü.”
Uzaktaki Marco ıslık çaldı ve herkesin ona dönmesine sebep oldu. “Pekâlâ,” dedi Giray. “Gidelim ve Avukat’ı kurtaralım o halde.”
Şimdi
İki kurşun.
İki kurşun, yok olan her şeyin başlangıcı ya da yitip giden her duygunun geri dönüşü demekti.
İki adam vardı.
Tugay Demir Çeviker.
Giray Pusat Çeviker.
Bir kurşun Defne'ye isabet etti; Giray'ın âşık olduğu kadındı ve yerde kanlar içerisinde yatıyordu.
Bir kurşun, saniyeler önce, Avukat Eftalya Atalar'ın sırtına isabet etti, giderken, terk ederken, yok olurken ve bir daha belki de geri dönmeyecekken; belki de dönemeyecekken.
Zaman, ölümün sizi çok kısa bir zamanda yakalaması kadar kısaydı ama Tugay için, avukatının gözlerinin önünde dizlerinin önüne çökmesi ve karların içine yüzüstü düşmesi o kadar uzun sürmüştü ki kulaklarındaki çınlama, attığı her adım, elindeki silahın varlığını bile unutması ve her şeyin bir kâbus olmasını dileyerek kapattığı gözleri, hapishanede uğradığı işkencelerden çok daha ağırdı.
Karlar yağıyordu, çocuklardı; ilk tanışmaları soğuk bir kış mevsimindeydi, kız çocuğunun rugan ayakkabıları vardı.
Karlar yağıyordu, yılbaşıydı; bir şarap lekesi yeniden yollarının kesişmesine neden olmuştu.
Karlar yağıyordu, güneş doğmuştu; Avukat’ı tam karşısındaydı, gökyüzünü ilk gördüğü andı.
Karlar yağıyordu, özgürdü; Avukat’ına yeniden kavuştuğu zamandı.
Ve karlar yağıyordu, Avukat’ı gidiyordu; bir kurşun sıkıldı, beyaz karlar kanın rengine boyandı, Avukat’ın gözlerini kapatmadan önce gördüğü son görüntü ise ne olursa olsun, onun üzerine kapanan Tugay Demir Çeviker'in vücuduydu.
İhanet, Tugay Demir Çeviker'in en korktuğu ikinci duyguydu artık.
Aşk, ilk korkusuna dönüşmüştü çünkü farkındaydı; Tugay Demir Çeviker özgürlüğü için dünyayı, aşk için kendi dünyasını yakardı.
Eftalya Atalar
Babacığım, sana gelmek istiyorum, bana kollarını açar mısın?
Babacığım, neden öyle bakıyorsun? Ölmem gerekiyor, bu dünyanın aptal düzenini kaldıramıyorum.
Babacığım, ben sandığın kadar güçlü değilim anla beni, kalbim sevgiyi ve acıyı aynı anda kaldıramıyor.
Babacığım, adımı neden Eftalya koydun?
Babacığım, ben artık Eftalya isminden nefret ediyorum.
Babacığım, ölmem gerekiyor ama ölmemeliyim çünkü onurlu bir ölüm olmayacak, sana yakışmayan bir kız çocuğu olamam.
Babacığım, adımı değiştir çünkü o bana Eftalya dedi, ben artık Eftalya olmak istemiyorum.
Babacığım, beni kurtar, gücüm tükeniyor, ben artık ölüyorum.
Babacığım, bir kez daha itiraf edeceğim, bu kez sana vereceğim bu sırrımı.
Dinle.
Dinle babacığım, beni öldüren bir kurşun değil, aşk. Ben Tugay Demir Çeviker'e âşık oluyorum ve bu aşk beni hem yaşatıyor hem öldürüyor. Babacığım, aşk bazen nefesimi kesiyor, bazen nefesim oluyor.
Tugay benim yollarıma sadece çiçekler ekmiyor, ölmek üzere olan kalbimdeki çiçekleri bile yeniden canlandırıyor.
“Çok acı çekiyor.” Bir erkek sesi, bağırıyordu, hayır fısıldıyordu, hayır hayır, beni sarsıyordu. “Çıkar o kurşunu, o işkence çekiyor.” İşkence çekmekten sırtı paramparça olan adam, sırtıma giren bir kurşunun bana işkence çektirdiğini düşünüyordu. “Çıkar!” Onu ilk defa benim yanımda böylesine bağırırken duyuyordum, sesi tokat gibi duvarlara çarpıyordu. “Ona bir şey olursa seni öldürürüm.” Bana bir şey olursa kimseyi öldürmemesi gerekiyor, asıl ölmesi gereken insan benim. Bunu çok iyi bilmesi gerekiyor.
Sessizlik oldu, karanlıktı. Gitti mi? Beni bırakıp gitti mi? Neredeydim?
Babam oradaydı, biliyordum. Aydınlık değil, karanlıktı; onu hiçbir zaman aydınlıkta hayal etmemiştim zaten. Oradaydı, hissedebiliyordum, uzanıp dokunmak istiyordum ama başka bir karanlığın içine düşüyordum. O karanlığın içinde çocuktum, yanımda Meryem vardı, vuruluyordu. Kurtarmak istiyordum, yine başka bir karanlığın içine gömülüyordum. O karanlıkta annem bana sert bir tokat atıyordu, kaçarken takıldığım yer, Kerem'le nişan fotoğraflarımdı. O beni öpüyordu, babam için boyun eğiyordum.
Karanlıkta koşuyordum, onu görüyordum, Tugay'ı, uzanmak istiyordum. Elimi uzattığımda bana dokunmuyordu, öylece bakıyordu; o bakarken sırtımda büyük bir acı vardı, avazım çıktığı kadar bağırdığımda sanki birisi sırtıma bıçak batırıyordu. Çığlıklarım kulaklarımı acıtıyordu, “Baba!” diye bağırdığımda o yok oluyordu, “Anne!” diye bağırdığımda o hiç gelmiyordu, “Meryem,” dediğimde o bana koşamıyordu.
“Tugay!” dediğimde o bana bakıyordu ama sanki acım diniyordu, birisi elimi tutuyordu, çığlıklarım sessizleşiyordu. “Tugay!” diye haykırdığımda bir şeyin devrilme sesi geldi, sanki kıyamet kopuyordu, bağıran iki kişi vardı, birisi bendim, diğeri Tugay'dı. Bu hayal olmalıydı, o benim için artık endişelenmezdi. Endişelenmemeliydi. Gitmeliydim. Artık gitmem gerekiyordu.
Babacığım, çok utanıyorum, beni de sen öldürür müsün?
“Baba,” diye ağlamaya başladığımda idam sehpasında sallanan vücudu gözlerimin önündeydi, ağzından kanlar geliyordu. Kızını güçlü sanıyordu, güçlü değildim. Yalnızdım, artık yapayalnızdım, kimseyi koruyamıyordum, Sinan'ı bile koruyamıyordum. “Baba!” diye haykırdığımda birisi sırtımdaki yangının üzerine sanki soğuk su döktü fakat sonrasında daha büyük bir yangın başladı, avazım çıktığı kadar bağırdığımda bir şeyin kırılma sesi geldi.
“Ona bir şey olursa,” dedi o ses, sevdiğim ses, “hepimizi bu evin içinde yakarım, tek başına gitmesin diye. Onu kurtaracaksınız.”
“Bizim yanmamızın sebebi...”
“Onu kurtaracaksınız!” diye haykırdı gür bir sesle. “Başka yolu yok, eğer ona bir şeye olursa kendim de dahil kurşunun önüne geçip ona saplanmasını engellemeyen herkesi yok edeceğim.”
“Sen,” dedi bir erkek sesi. “Aklını kaçırdın.”
Başka şeylerin daha devrilme sesi geldi, hayatım boyunca, en işkence çektiği anlarda bile onun böylesine deliye döndüğünü duymamıştım.
Ve işte karanlık yeniden başlıyordu, en başından. Babama yalvarıyordum, boğuluyordum, aynı acıları duyuyordum, azap gibiydi; yolun sonunda beni kurtaran kişi bir şekilde Tugay oluyordu ama bitişte arkasını dönüp giden kişi yine o oluyordu.
Ben ölüyordum. Ben ölüyordum çünkü biz bitiyorduk.
***
Birinin kalbinin atış sesini duyuyordum. Hızlı hızlı atıyordu, bir cihazdan geliyordu. Burnuma kanın ve ilaçların kokusu geliyordu. Zihnimin gerisinde neler olduğunu bile düşünemeyecek kadar acı içindeydim ama sesler o kadar netti ki, bu belki de aklımın oyunuydu. Nefes alıyordum ama sanki nefes alan ben değildim, uzanıp yüzüme dokunmak istiyordum ama değil kolumu kaldırmak, parmağımı bile hareket ettiremiyordum.
“Birkaç saat bekleyeceğiz,” dedi bir kadın sesi. “Yapabilecek bir şey yok.”
Kısa bir sessizliğin ardından o güzel sesi yeniden duydum. “O halde birkaç saat boyunca kimse bu evden dışarıya çıkmayacak.” Gerçekten evi yakacaktı, bana bir şey olursa herkesi bu evin içinde kendisiyle beraber yakacaktı. Bu bir kâbus olmalıydı, aksi düşünülemezdi.
“Sakin olman gerekiyor,” diyen bir erkekti. “Acımasızlık...”
“Ona bir şey olursa,” dedi. “Acımasız sanılan Tugay Demir Çeviker'in kime dönüşeceğini hep beraber göreceksiniz.” Sesi yumuşadı bu kez. “Hiçbir şey olmayacak,” diye fısıldadı. “Ölmeyeceksin, izin vermeyeceğim buna.”
Hareket etmek istediğimde acı, kürek kemiklerime saplandı ve haykırdığımı işittim, belki de bu zihnimin içindeydi. Bir el, soğuk bir el yüzüme dokundu, o dokunduğunda canlı olduğumu hissettim; belki bu da benim hayal dünyamdaydı. Karanlık yeniden beni kucağına çektiğinde artık ne babam vardı ne annem ne Meryem ne de Tugay.
Karanlıkta ben vardım, her şeye rağmen çabalayan, çırpınan, savaşan fakat en sonunda yenilen Eftalya Atalar vardı, adından nefret eden.
Öleceğimi hissediyordum ya da belki de zaten ölmüştüm.
***
Anılar aklımın içindeydi, her yerdeydi, biliyordum. Sırtımdaki acı hayal değildi, bir kurşunun acısıydı. Şimdi her şey çok netti, öncesine kadar.
Bir kurşun sıkıldı, o kurşun benim ihanetimden daha öldürücü olamazdı ama yıkabilmişti. Sırtımdan akan kan sıcacıktı, düştüğüm yer buz gibiydi; gördüğüm gözler Tugay Demir Çeviker'e aitti. Sonra birçok kurşun sesi daha duydum, Tugay'ın üzerime kapandığını gölgesinden hissettim. Sırtımda bir kurşun yokmuşçasına sağ elini yanağımın altına yerleştirdi, sanki karların soğuğundan korumak istermiş gibi fakat sonrasında beni kucağına çektiğinde kurşun sesleri daha fazla arttı.
Bilincim kapanıyordu ama kapanmasını istemiyordum çünkü onun gözlerine bakabiliyordum; bir şeyler söylemek istiyordum ama söyleyemiyordum, o da söylemiyordu. Gözümden bir damla yaş aktığına kadar hatırlıyordum çünkü o yaş, kurşunun acısından dolayı değil, seçtiğim yolun acısındandı.
Beni yaşatmak istiyormuş gibi bakıyordu, az önce onu öldürmüşüm gibi bakmamışçasına.
Az önce bana Eftalya dememiş gibi. Az önce ben sağ tarafında yer almamışım gibi.
Gözlerimi açmak istedim ama imkânsızdı. Gitmeliydim, yok olmalıydım çünkü bildiğim tek bir şey vardı; seçtiğim yoldan geri adım atmayacaktım.
***
“Kaç tüp kan verdin?” Artık sadece uğultular yoktu, sesleri de net bir şekilde işitebiliyordum; adımları, nefesleri, hatta kan dışında kokuları. Gözlerimi açamıyordum, gücüm yoktu, vücudum acıdan yanıyordu, birilerinin ağrılarımı geçirmesi gerekiyordu ama bunu söyleyemiyordum.
“Sana söylüyorum TDÇ.” Bu ses Marco'ya aitti. “Kaç tüp kan verdin ona?” O. O buradaydı. Hâlâ yanımdaydı. Bana kanını vermişti ama ses yoktu, cevap vermiyordu. Marco devam etti. “Biraz uyuman gerekiyor, Helen'i duydun, şu an uyanmaz.” Yine cevap yoktu. “Nöbet tutuyorsun burada.” Yine cevap yoktu. “Ve neyin nöbetini tuttuğunu biliyorum, o iyi, birazdan kendine gelecektir, kurşun neyse ki içorganlarına denk gelmemiş.”
Bunun ardından dakikalar, belki de saatler sonra yeniden o güzel sesini duydum. “Giray'ın bu odaya girmesini engelle.”
Beni Giray'dan koruyordu. Beni kardeşinden koruyordu. Defne? O nasıldı? Giray neredeydi? Sinan neredeydi? Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum, hem acıdan hem de yaşanılanlar yüzünden. Her şey bir kâbustan ibaret olmalıydı, gözlerimi açmalıydım ve özgürlüğünün ilk gününde bir masada şarap içmeliydik. Saatler öncesine gitmeliydik, onun bana bir çiçek verdiği ana dönmeliydik, zamanı tam o an durdurmalıydık.
“Defne'nin durumu çok ağır,” dedi Marco kısık bir sesle. “Giray yanından ayrılmıyor.” Hareketlenme hissettim, sanki Tugay bana biraz daha yaklaştı, sanki nefesi elimin üzerindeydi.
“Marco,” dedi Tugay, keskin bir sesle. Sesinden duygularını anlayamıyordum. “Giray'ın bu odaya girmesini engelle, eğer Defne'ye bir şey olursa...”
“Peki ya Sinan?”
Kalbim sıkıştığında gözlerimi açmak istedim, Sinan'ı yeniden korumak istedim, kendimi siper etmek istedim çünkü biliyordum; o ihanet etmezdi, o buna zorunlu kalmıştı. Neyin zorunlu tuttuğuyla ilgilenmiyordum, tek bildiğim bu hayatta bana geçmişimden yadigâr, çocukluk arkadaşım, yol arkadaşımı da kaybetmeyeceğimdi. Benim yüzümden, benim için girdiği bu yolda onu da kaybedemezdim. Birisi kaybedecekse o ben olmalıydım.
Bunun adı feda ya da fedakârlıktı; bir kez daha bir kaybın acısıyla yüzleşmektense kendimi feda edip her şeye sırtımı dönebilirdim.
Babamı kaybetmiştim, seni de kaybetmek istemiyorum diye Sinan'ın omzunda ağlamıştım. Kendi babamı ellerimle öldürmüştüm, Sinan'ın da ölüme gitmesine neden olmayacaktım çünkü biliyordum; eğer ben bu yola en başından girmeseydim, o da bu kadar olayla savaşmayacaktı, ihanete zorunlu kalmayacaktı.
Benim yüzümden sevdiğim bir kişi daha ölmeyecekti, kaybetmeyecekti.
Bu yüzden Tugay'ı kaybetmeyi seçtim, kendimden vazgeçtim.
“TDÇ,” dedi Marco. “Sinan'ı ne yapacaksın?”
Korkumu hissetmesini istedim, ona bir şey olursa yok olacağımı bilmesini istedim, benim yüzümden ölürse eskisi gibi olamayacağımı bilmesini istedim.
Derin bir nefes aldı, aldığı nefes sanki benim ciğerime battı. “Ardiyede bağlı bir şekilde tutmaya devam et,” dedi Tugay acımasız bir sesle. “Ve kapısını daima kilitli tut.”
“Nereye kadar?” Marco'nun sorusu kurşundan daha acıydı. “Onu Giray'dan mı kaçıracaksın? Peki ya yaptığının bedeli?” Marco'nun sesi öfkeliydi. “Ne yapılması gerektiğini biliyorsun, TDÇ. Bütün bu aptal kuralları sen koydun. Senin dışında, senin emrin olmadan örgütünden birisinin canına zarar gelirse o kişi bunu canıyla öder. Defne'ye bir şey olursa Sinan'ı da öldürmek zorundasın.” Marco'nun ağzından sanki nefret saçılıyordu. “Eğer onu öldürmezsen ne senin adaletin kalır ne de ikizinin varlığı.” Tugay bir kez daha nefesini verdi. “Her ne sebep olursa olsun gözünü kırpmadan Defne'yi vurdu, bunun adı ihanet.” Adım sesleri işittim, Marco sanki bana yaklaştı. “Aynı şekilde bu ihanetin ortağı, senin Sevgili Avukat’ınsa...”
“Eftalya,” dedi Tugay, düzelterek. Kurşundan daha acı gelen başka bir kelime daha. İsmim sesine yakışmıyordu, ismimin anlamı artık denizkızıydı. “Adı Eftalya.”
Marco kısa bir sessizliğin ardından, “Bu ihanetin ortağı itiraf ettiği gibi Eftalya ise onun da cezası ölüm,” dedi net bir sesle. “Ve şöyle bir bakıyorum da ölmesin diye çaba veriyorsun, ölürse hepimizi yakmakla tehdit ediyorsun. Kendin bu şerefe erişmek istediğin için mi yoksa ihaneti bile affettiğin için mi?”
Sandalyenin itilme sesini duydum, Tugay'ın sert adım sesleri sonrasında hareketlenme oldu. Birkaç saniye sonra Marco, “Sikeyim,” dedi. “Kaç tüp kan verdin sen? Ayakta duramıyorsun, saatlerdir bir adım bile uzaklaşmadın şu sandalyeden. Kendine gel artık! Ayrıca o siktiğimin yüzüğü neden parmağında?” Ne? “Sen her zorlukta o yüzüğe mi tutunacaksın TDÇ?” Bana bir şey olursa o da ölürdü, Tugay bana bir şey olduğu an kendinden vazgeçecekti, yüzük de bunun kanıtıydı.
Ağlamak istiyordum. Sadece ağlamak istiyordum. Öyle bağıra çağıra değil üstelik, elimi kalbimin üzerine koyup, sessizce ve belki de günlerce. Nasıl her şey bu kadar tersine dönerdi, nasıl her şey çok büyük bir kâbusa dönüşürdü anlamıyordum. Zaten kâbustan ibaret değil miydik?
“Marco,” dedi Tugay kısık bir sesle. Sesinde acıyı hissettim, işkence çekerken acıyı işitmediğim Tugay'ın sesinde sanki şimdi çaresizliğin acısı vardı. “Yapmadı.”
“Neyi yapmadı?”
“Yapmadı,” dedi Tugay bu kez fısıldayarak. “Bakışlarından bile her duygusunu tanıyacak kadar izlediğim zamanlarım oldu, üstelik uzun uzun izleyemedim, vaktimiz yoktu. Aklıma kazıyıp hücreye geçtiğimde saatlerce bakışlarını düşündüğüm zamanlar onu tanıdım. Öyle kısıtlı zamanda tanıdım ama biliyorum.” Kendinden emin değildi, söylediğinden emin değildi, zihninde yaşattığı benden emindi. “Yapmadı, ben aptal bir adam değilim, bir kez daha ihanete uğrayacak kadar aptal değilim ben.”
Marco uzun bir sessizliğin ardından, “O halde neden Sinan'la konuşmaktan kaçıyorsun?” diye sordu. Cevap yoktu. “Çoğu şeyden ben de emin değilim, TDÇ,” dedi Marco. “Ama tek bir şeyden eminim şu an, Eftalya sana gerçekten ihanet ettiyse bile kendine nedenler yaratacak kadar ona güvenmişsin, senin gibi bir adam için ne acı bir tablo.” Acımasızlık, Marco'nun sesiydi. “Bu yolda sana ortak olmuş bir arkadaş tavsiyesi, eğer inandığın koca bir yalansa o yalan bir gün seni öldürür.”
Adım sesleri işittim, ardından sessizlik oldu ve sonrasında da Tugay'ın derin nefesini işittim. “İnandığım koca bir yalan,” dedi kendi kendine ya da bana. “O kadar tutsaklığın içinde bile özgür hissettiremezdi.” Kalbim sıkıştığında şu an durmasını istedim; çaresizliği, çaresizliğimdi. “Fakat özgür hissettirenim, bana şu an asıl tutsaklığı gösterdi.” O artık gökyüzüne ulaşabilecek kadar yakınken ve istediği gibi nefes alabiliyorken, ruhunu demir parmaklıkların arkasına göndermiştim. Konuşamıyordum, cevap veremiyordum ama dile gelsem bile ne söyleyebilirdim ki? “Senin mahkûmun derken bunu kastetmemiştim, Eftalya,” dedi. “İnan bu değildi ama dinle, kurtuluşu olmayan bir mahkûmiyetmiş sana tutsak olmak.” Kurtulmak mı istiyordu? Kurtulmalıydı, beni şu an öldürmesi gerekiyordu, bunu istiyordum.
Kapının kapanma sesi geldi, gittiklerine inandım fakat bir kez daha sandalyenin çekilme sesini işittim, bu kez derin nefesler hemen yanımdaydı. “Bir kez,” diye fısıldadı. “Bir kez gözünü aç ve bana bak, bir saniye bile sürse yeter. Ben aklıma kazırım, bakışlarından anlarım, gerçeği görürüm.” Gözlerimi açmak için âdeta çırpındım, bir kez onun yüzüne bakmak istedim, hatta açtığımı bile düşündüm ama gördüğüm sadece kocaman bir karanlıktı. İnlediğimde bunu duydu mu, bilmiyordum. Son duyduğum saniyeler sonra, “Bakışlarını görmeme gerek yok,” dediğiydi. “Yalan, gözlerine yabancı zaten senin.”
Defne’nin odası
“Bana ihanet etmediğini biliyorum.” Defne'nin elini tutan Giray belki yüzüncü kez aynı cümleyi tekrar ediyordu. “Bana ihanet etmediğini biliyorum. Gerçekten biliyorum.” Gözünden bir damla yaş aktığında omzuna sildi, üzerinde hâlâ Defne'nin kanının kokusu vardı. “Etmedin, etmezsin.” Bir yaş daha aktığında kalp ritimlerinin sesi, tutunduğu tek daldı. “Etmemelisin.” Acıyla nefesini verdi ve çocuk gibi ağlamaya başladı. “Etmedin değil mi?” Başını iki yana salladı. “Defne, aç gözlerini, ben bu hayatta bir tek sana âşık oldum, biliyorsun.” Vücudu titrerken Defne'nin soğuk eline dudaklarını yasladı ve uzun uzun öptü. “Ama korkuyorum,” diye fısıldadı, kimsenin duyamayacağı şekilde. “Çünkü benden habersiz o eve gittiğini de biliyorum.” Acı, Giray'ın kalbindeydi. “Bunu sadece ikimiz biliyoruz Defne ama neden oraya gittin?”
Giray'ın yaşadıkları, herkesin yaşadığının iki katıydı çünkü içini yiyip bitiren acının yanında şüphesi de vardı; şüphe insanın kalbini gitgide çürütürdü çünkü renklerden bile şüphe etmeye başlanırdı, özellikle kişi sevdiği bir insan tarafından ihanete uğrarsa.
“Defne,” diye mırıldandı Giray, yalvarır gibi. “Ölürsen bana bıraktığın acı katlanılamaz olacak. Çünkü bir yandan beni gerçekten sevip sevmediğini hiçbir zaman bilemeyeceğim ve sen artık bu dünya üzerinde nefes almıyor olacaksın.” Giray, uzanıp elini Defne'nin saçlarında gezdirdi. “İnsanın âşık olduğu insan ölür mü, Defne? Ölmemeli. İnsanın âşık olduğu kişi ihanet eder mi Defne? Etmemeli.” Giray geriye çekilip kendi bacağına sert bir yumruk geçirdi. “Aptallık ediyorum bir de seni suçlayarak. Güveniyorum ben sana, deliriyorum sadece.” Yeniden ağlamaya başladı. “Aç gözlerini, ihanet etmedim de, gerekirse seni alıp giderim buradan.” Omzunu indirip kaldırdı. “Gidemem ki, gidecek bir dünya yok bizim için.”
Defne nefes almıyor gibiydi, ağzında oksijen cihazı vardı, çok kan kaybetmişti, Helen yaşayamayacağını söylüyordu fakat Giray bunu bilmiyordu.
Bilmiyordu ama hissediyordu çünkü annesi demişti ki, çok sevdiğin bir insanın öleceğini hissedersin. O, annesi ölmeden bir gün önce rüyasında annesinin öldüğünü görmüştü, bunu da kimse bilmezdi.
“Defne,” dedi Giray, diğer elini kalbine yerleştirerek. “Benim kalbim en son bu kadar acıdığında küçük bir çocuktum, şimdi de sen acıtıyorsun. Biliyorum, ölmezsin çünkü ölmemek için birbirimize söz verdik.” Başını salladı, boynunu çıtlattı. “Asıl ölürsen bana ihanet edersin. Yaşanacak hayallerimiz var. Sikerim bu dünyayı, senin için başka bir dünya yaratırım ben.”
Alnını Defne'nin eline yasladı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “Öptüm, sevdim, beraber uyudum, omzunda ağladım; bilirim kalbini. Aç gözlerini, ölme, aç gözlerini yalvarırım, seni her şeyden korurum ben, her şeye ve herkese rağmen.”
Sinan’ın Tutulduğu Oda
Saatler sonra eski eşyaların koktuğu ardiyenin kapısı açıldığında Sinan, bir sandalyede elleri arkada bağlı, ağzı bantlı bir şekilde oturuyordu. Karanlıkta nerede olduğundan bile emin değildi ama odanın ışığı açıldığında gözleri ilk başta etrafı seçemedi fakat sonrasında köşedeki eski fotoğrafları gördü; eski oyuncakları, eski kız çocuğu giysilerini, yedek pilot kıyafetlerini, oyuncak uçakları, çocukken çizilen uçak resimlerini.
Tugay Demir Çeviker'in evinin ardiyesinde olduğu aşikârdı ve saatler sonra içeriye giren kişi Tugay'dı. Onlarca kişiyi öldürürken gözünü kırpmayan Tugay Demir'in bu odaya girmesi de onun için çok büyük bir cesaretti.
Kapının önünde durdu, çenesini havaya kaldırdı; içindeki o çaresizliği tamamen gizledi, yansıtmadı, o zaten Eftalya Atalar dışında kimseye diğer yüzünü göstermezdi; BL Örgüt kurucusu olarak oradaydı.
Birkaç adım attı, köşedeki diğer sandalyeyi aldı, Sinan'ın karşısına geçip oturmadan önce ağzındaki bandı yırtarcasına çekip çıkardı, sonrasında karşısındaki sandalyeye kuruldu. Bir bileğini diğer dizine yasladı, rahat görünmeye çalışıyordu ama üzerindeki beyaz atlette hâlâ Eftalya'nın kan lekeleri vardı.
Cebinden bir sigara çıkardı, ucunu yaktığında Sinan tek bir soru sordu. “Eftal nasıl?”
Tugay büyük bir duman çekti, havaya üfledi, ardından bir tane daha çekti. Cevap vermeden önce Sinan'ın gözlerinin içine baktı, gülümsedi; o kadar soğuk bir gülümsemeydi ki Sinan bir anlık korktuğunu hissetti. “Seni öldüreceğimi biliyorsun, değil mi?” diye sordu Tugay buz gibi bir sesle.
“Eftal nasıl?” dedi Sinan yeniden. Ölümden o an korkmuyordu, çaba verdiği kişi Eftalya'ydı.
“Ve onu da öldüreceğim,” dedi bu kez Tugay. Kelimeler ağzından çıkarken kendi kalbi ona alayla gülüyordu. “Hatta onu ilk önce senin gözlerinin önünde öldüreceğim ki iki katı daha fazla işkence çek.”
Sinan burnundan nefesini verdiğinde bu kez soğuk bir şekilde gülme sırası ondaydı. “Öldüreceksen neden o vurulduğunda üzerine kapandın Tugay Demir Çeviker?” Sinan başını iki yana salladı. “İkimiz de çok iyi biliyoruz, sen onu öldüremeyeceksin.”
Tugay sigarasından büyük bir nefes çekti, dumanı üfledikten sonra, “Sinan Yaman,” dedi korkutucu bir sesle. “Aklının alamayacağı kadar işkenceye maruz kaldım, edilmedik hakaret kalmadı, halkın yarısının nefretini kazandım, sokakta adım atsam beni yakacaklarının bilinciyle nefes aldım. Eğer beni iyi bir adam sanıyorsan...”
“Sen iyi bir adam değilsin kesinlikle,” dedi Sinan direkt. “Fakat sen Eftalya Atalar'a âşık bir adamsın, dünyanın en kötü adamı da olsan bu bir gerçek. Gözlerinden görüyorum, yarattığın savaş meydanında yenilmene sebep olacak bir kadın var, o kadın Eftalya Atalar. Onu öldürecek misin? Gerçekten bunu yapacak mısın? Saniyeler sonra kendini de öldüreceğine eminim.” Başını iki yana salladı. “Kimse dile getiremez bunları sana, bak ben getiriyorum, açıkça söylüyorum.”
Tugay'ın elleri buz kesti, sonrasında sigarayı yere atıp oturduğu sandalyeden hızla kalktı, elleri Sinan'ın oturduğu sandalyenin kollarını kavradığında ona doğru yaklaşıp, “Eğer Defne ölürse,” dedi dişlerini sıkarak. “Seni Giray'ın ellerine bizzat ben vereceğim ve sadece sana işkence çektirmesini izleyeceğim.”
Sinan, Defne'nin adını duyduğu an umursamaz görünmeye çalışsa da çatallı bir sesle, “Defne,” dedi. “O ölmedi mi?”
Tugay sesindeki bu tonlamayı duyduğu anda tek kaşını havaya kaldırdı ve o an kendisiyle bir kez daha yüzleşti. Karşısındaki sandalyede bir adam oturuyordu, o adamı tutsak etmişti, kendisi de özgürdü ve onu tehdit ediyordu. Elektrik çarpmış gibi geriye çekildiğinde, “Neden yaptın?” diye sordu. Dönüştüğü kişi, ona işkence çektirenlerle aynı kişiydi.
Sinan hiçbir cevap vermedi.
“Nida nerede?” dedi bu kez Tugay.
Sinan yine hiçbir cevap vermedi.
“O,” dedi Tugay, nefesini vererek. “Eftalya…” gözlerini kapattı, geri açtığında Sinan'ın gözlerinin içine baktı, “…bana ihanet etmedi, biliyorum.”
Sinan yine cevap vermedi.
Tugay dişlerini sıktığında bu kez öyle sert bir şekilde eğildi ve sandalyeyi çekti ki Sinan neredeyse düşecekti. “Söylesene!” dedi gür bir sesle. “İhanet etmediğini söylesene!”
Sinan, yutkundu, ardından gözlerini kıstığında, “Eftal'i tanımamışsın,” dedi başını iki yana sallayarak. “O sevdikleri için her şeyi yapar.”
Tugay, Sinan'ın gözlerinin içine düşündüğünden daha uzun süre baktı, ardından gülümseyerek geri çekildiğinde büyük bir nefes verdi. “Bütün dünya,” dedi. “Bütün dünya uğraşıyor...” Belki de ben aptalım, diye düşündü kendi kendine ama sesli dile getirmedi. “Sinan,” dedi baskın bir sesle. “Vazgeçtim, seni Giray değil, bizzat ben öldüreceğim ve kimse ama kimse engelleyemeyecek çünkü sebep her ne olursa olsun, sen ihanet ettin, belki de masum bir cana zarar verdin.” İşaretparmağını kaldırdığında Sinan ilk kez korkuyu hissetmeye başladı çünkü karşısındaki adam korkutucuydu. “Özgürlüğümün ilk gününü cehenneme çevirdiğin için senin hayatında da daima cehennem olacak.”
Tugay Demir Çeviker gerçekten acımasız bir adamdı; çoğu zaman kalbindeki merhameti hissedemeyecek kadar.
O merhamete birisi dokunmazsa şayet.
Eftalya Atalar
Küçükken yere düştüğümde ve dizim kanadığında üfleyip buz koyan kişi, Sinan Yaman'dı.
Annem tarafından evden kovulduğumda gecenin bir körü benimle saatlerce soğukta oturup güldürmeye çalışan kişi, Sinan Yaman'dı.
Meryem vurulduğunda kendimi suçlamalarımın önüne çoğu zaman geçebilen kişi, Sinan Yaman'dı.
Yalnızken ve yanımda kimse yokken bir dostun sıcaklığını hissettiren kişi, Sinan Yaman'dı.
İnsanlar benimle dalga geçerken onların üzerine yürüyen kişi, Sinan Yaman'dı.
İlk avukat olduğum zaman, bir sanık tarafından uğradığım bıçaklı saldırıda önüme geçip siper olan ve karnından bıçaklanan kişi, Sinan Yaman'dı.
Babamın gözünü kırpmadan beni emanet ettiği kişi, Sinan Yaman'dı; bir kez olsun onu koruma görevi ise bana kalmıştı ve ben bu görevin bedelini en acı şekilde ödemiştim.
Keşke bir bıçak kesiği olsaydı, sadece bir kurşunla çözülebilseydi fakat bu diğerlerinden çok daha acı bir tecrübeydi.
O benim çocukluğumdu, kim çocukluğunu ölüme göndermek isterdi ki? Kendimden, canımdan, kolumdan vazgeçebilirdim, ama bir kez daha babamda olduğu gibi sevdiğim birinden vazgeçemezdim.
Dizlerimde geçmiş yara izleri varsa nedeni, Sinan Yaman'dı; o olmasaydı, vücudum kesik izleriyle dolu olurdu. İkimiz de ilkyardımı çocukken öğrendik, kendinden bile önce ilk yardım ettiği de ben oldum. Sen dediğimde, önce sen diye cevap verdi.
Şimdi önce Sinan'dı, sonra ben bile değildim; ben artık yoktum.
Kapının açılma sesini duymamla zihnimin içindeki bir uçurumdan aşağıya atladığım an beraber gerçekleşti. Bunun adı intihar değildi, bunun adı ihtiyaçtı; düştüğüm uçurum, Tugay Demir'in varlığına olan muhtaçlığımdı.
Ellerimi hissedebiliyordum, vücudumu, soğuğu, yattığım zemini, yastığa sinen o silik erkeksi kokuyu. Hatta gözlerimi açabileceğimi de biliyordum ya da güçlendiğimi düşünüyordum, bilmiyordum ama henüz onunla, adımlarından bile tanıyabildiğim adamla göz göze gelmeye şu an cesaretim yoktu.
Cesaretim, bir babanın yemeğine zehir koyacak kadar güçlüydü ama şu an Tugay Demir'in yüzüne bakamayacak kadar güçsüzdü çünkü o zehri koyarken bile ben aslında Eftalya Atalar'dım fakat şu an, Tugay'ın karşısında kendimi hiçbir şey gibi hissediyordum.
Sandalyenin çekilme sesini işittim, ardından oturduğunu anladım. Birkaç nefes verdi, ardından, “Şu an uyanık olsan dile getirmeyeceğim ve belki de bir daha söyleyemeyeceğim cümlelerim var,” dedi. “Şimdi söylemezsem bir daha söyleyemem çünkü kendimi biliyorum. Aslında şöyle bir bakılırsa ben özgürüm, sen yanımdasın, kelepçeler yok, gardiyanlar yok, sınırlı zamanımız yok fakat ben, yine ve yine sana dokunamıyorum, uzansam tutamıyorum.”
Öyle söyleme, Tugay, sen konuşmazsan, biz konuşmazsak ben yapayalnız hissederim. Dinle, dostumu korudum, sen korumaz mıydın? Tek hatam yalan söylemekti fakat başka çarem yoktu. Ama sen nasıl böyle kolay inanabildin? Benim önüme binlerce tez sundular, ben birine bile inanmadım çünkü sana güvendim, sen ihanetime nasıl inanabildin?
Yoksa inanmadın mı?
“Ne yapacağım ben?” diye sordu. Öyle çaresizdi ki yaşadığı hisleri tarif bile edemiyordum. “Ben Tugay Demir Çeviker,” dedi kendi bile kim olduğundan emin değilmiş gibi. “Ne yapacağım ben? Sana soruyorum evet, çaresizliğimin nedeni sensin ama ben yine de sana gelip ne yapacağımı soruyorum, çaresizliğin kaçıncı boyutu bu? Bak orada oturuyorsun, üzerimde mahkûm üniforması var, karşımda sana yakışmayan koyu kıyafetlerle yüzüme ciddiyetle bakıyorsun ama bir tarafın beni merak ediyor. Tek solukta senden yardım istiyorum, işkencelerimi engeller misin, Sevgili Avukat diyorum, çare oluyorsun. Şimdi söylüyorum, işkencelerimi engelle, Eftalya Atalar. Bir çare bul, bu kez fiziksel şiddetten bile daha ağır çünkü.” Sandalyesini sertçe çekti, sağ eli, elimi tuttu, kalbimin atışı hızlandı. “Ben Tugay Demir Çeviker'im, her şeyin başlangıcıyım, herkese meydan okuyabiliyorum, sana ise çaresizim, işkenceyi sen çektirdin, yine senden yardım istiyorum, bana bir yol göster.”
Benim yüzümden çaresizdi, çare aradığı kişi ise yine bendim.
Eli, elimden uzaklaştı, ardından yüzüme gelen saçlarıma dokundu, saçlarımı sevdi; her saç telime sanki sevginin ışıklarını bıraktı. O benim saçlarımı okşadı, Tugay benim saçlarımı okşadı, özgürdü fakat ben gözlerimi açıp da ona gülümseyemiyordum. Asıl mahkûmiyet sahiden de bu değil miydi?
“Söylesene, Eftalya,” dedi, adımdan onlarca kez daha nefret ettim. “Bütün dünya, herkes, sen bile kendini benim sağıma geçirmeye çalışırken ben neden bununla bile savaşıp seni sol tarafımda tutmak için çabalıyorum?” Sol elimi hafifçe kaldırdı, avcumun içini öptü, ardından avcum kalbinin üzerine denk geldi; atışlarını hissettim. “Eftalya bana bir şey söyle, bugün sana çiçek vermediğim için kendimi neden eksik hissediyorum? Hissetmemeliyim. Sana artık çiçekler de vermemeliyim, öyle değil mi?” Kısa bir nefes verdi. “Hayır, bir çaresini bulacağım. Zarar vermeyeceğim çiçeklerine, zararsız güzelliklerle sunacağım onları sana çünkü çiçeklerin hiçbir suçu yok.”
Açma gözünü Eftalya, diren, yapma bunu.
Yüzümde soğukluk hissettim, cansızlık. Protez eli yüzümdeydi, saçlarımdaydı, ardından nasıl oluyordu da gülümsediğini hissedebiliyordum bilmiyordum, konuştuğunda sesinde tebessüm vardı sanki. “Özgürlüğümle ilgili korkularım vardı,” dediğinde başka bir zaafını daha benimle paylaşıyordu. “O hapishaneye girmeden önceki adamla alakam yok, kalmamış. Bu aramızda kalsın, biliyorum, beni duymuyorsun şu an ama içerisi sanki daha güvenliydi, hücre bile daha korunaklıydı.” Kısık bir sesle devam etti. “İnsanlar, kalabalıklar, yerler, gökyüzü, karlar, sesler... Uyuyamıyorum, hapishanede bile daha çok uyuyabiliyordum, şimdi hiç uyuyamayacağım, biliyorum. İkizim bana dokundu diye neredeyse nefesini kesiyordum, ışıklar kapalıyken duramıyorum, koridorda yürürken sürekli arkama bakıyorum halbuki özgürüm, artık kimse arkamdan yaklaşamaz ama öyle değil işte. Eskiden uzun uzun duş almayı çok severdim şimdi beş dakika bile sürmüyor çünkü her an en savunmasız anımda, silahım yokken yakalanacağımı düşünüyorum. Şimdi toplum içine karışmam imkânsız ama karışırsam onlardan farklı olacağım diye çekiniyorum, bir hayvanın başını okşarken bile sert olacakmışım gibi geliyor, bir bebeğe gülümsediğimde benden korkacak gibi.” Durdu, protez eli çeneme uzandı, oradaki lekelerimi sevdi. “Kulağa acınası geliyor bütün bunlar, biliyorum ama benim korktuğum acınası bir insana dönüşmek değil, gerçekten kötü bir adama dönüşmek. Hepinizden farklıyım, eskisi gibi değilim ve bu beni daha acımasız bir adam yapıyor. Dünyaya ayak uyduramıyorum, içimdeki kötülüğü yenemiyorum, hapishane kalbime işlemiş, içinden çıkamıyorum.”
Hareketlendiğini hissettim, birkaç saniye sonra, “Nida yok,” dedi. “Fakat onun karşısına çıksaydım, bana tıpkı Giray gibi bakacaktı. Tek elim olmadığı için değil, ben artık eskisi gibi değilim, biliyorum. Onu korkuturum, herkesi korkuturum.” Durdu, çenemdeki eli de durdu. “Fakat sen hiçbiri gibi değildin. Sen beni bu halimle kabul ettin. Kötü bir adamdım, olmadığıma inandın, elimde kanın izleri vardı, ellerimde çiçekleri gördün. Belki de çiçekler, biraz da kendimi affettirmek içindi bilmiyorum ama o kan izleri seni hiç rahatsız etmedi. Sen vardın, özgürlüğüm bu yüzden sendin çünkü korkutmuyordu ama şimdi seçtiğin yol nedeniyle yoksun.” Protez eli çenemden uzaklaştı. “Özgürlük artık bu yüzden korkutuyor. Sen olsan, seninle uyurdum, ışıklar bile kapanabilirdi, şimdi öyle çaresiz hissediyorum ki, bu özgür adamın dönüşeceği o kötü adamın neler yapabileceğini kestiremiyorum.”
Bu cümleler, Tugay Demir Çeviker'in ben kendimdeyken kuracağı cümleleri değildi, farkındaydım. Tamamen gardını indirmişti, yalındı, düşünmeden konuşuyordu, sessizlik yoktu. Öyle içinden geldiği gibi konuşuyordu ki içi olmak, onu iyileştirmek istedim ama gözlerimi açsam bu adam yok olurdu, biliyordum. Bu yüzden belki de son kez onu tanıdığım gibi hissetmeliydim.
“Ama ben yine de verdiğim sözleri tutacağım,” dedi ve hareketlendiğini hissettim. Saniye dakikaya dönüştüğünde boynuma bir zincir temas etti, göğüs kafesime vuran soğukluk bu kez bir kolyenin soğukluğuydu. “Seneler sonra beni bir hücreden çıkarıp güneşi gösterdin, o gün karanlığımdaki tek ışık aslında sendin; ölsem unutmam, şimdi ölecek olsam gözkapaklarıma çizilen son görüntü o güneşi gördüğüm an olurdu.” Sağ eli kolyenin üzerinde gezindi. “Ve geceydi, hücredeydim, o gün ilk kez hücre bile ışıl ışıldı çünkü karanlık sen geldikten sonra yok olmuştu. Ay ve güneş, güzelim, ay ve güneş, gökyüzünün parçaları ve sen benim özgürlüğüm, gökyüzümdün.” Kalbim yeniden delicesine atmaya başladığında kalbimin bile utanmaz olduğunu düşündüm. “O güzel lekelerinin üzerine bir kolyenin yakışacağını söylemiştim, şimdi sözümü tuttum. Karların üzerinde güneş açtı, iyileştirmesi, karların parlamasına neden oldu.”
Doğrulduğunu hissettim. Özgürlüğünde baş başa kaldığımız ilk andı, parmakları tenime dokunuyordu, sesi tam yanımdaydı, kelepçeler yoktu, gardiyanlar da, hatta biz bir odanın içinde baş başaydık ama ben gözlerimi açmaya bile cesaret edemiyordum. Uzansam dokunacaktım, gülüşünü istediğim kadar izleyebilecektim, saatlerce konuşabilecektim ama mahvolmuş durumdaydık.
“Ölmeyeceğini biliyorum,” dedi rahat bir sesle. “Hissediyorum ama ölürsen sözümüzü de tutacağım, yine o zehir parmağımda, yok edeceğim kendimi senin ardından. Çünkü birimiz ölürsek diğerimiz de kaybederiz, değişmez kuralımız.”
Sanki hissetmiş gibi, ne düşündüğümü biliyormuş gibi nemli dudaklarını şakağımda hissettim, uzun bir süre orada bekledi, ardından dudakları saçlarıma dokunduğunda kapalı gözkapaklarıma rağmen gözümden bir damla yaş düştü, direnemedim, onu bir kez görme arzusuyla gözlerimi araladığımda acı sol tarafımdaydı.
Onun odasındaydım, günler önce geldiğim odasında. Duvarda pilot fotoğrafları, çocukluk fotoğrafı, giysi dolabının üzerinde pilot üniforması, komodinin üzerinde uçak oyuncakları... Onun yatağında uzanıyordum.
Nefesimi verdiğimde saçlarımdaki dudakları duraksadı, nefesini tuttu, ardından oldukça yavaş bir şekilde geriye çekildiğinde pencereden vuran ışık yüzümü aydınlatıyordu; oda karanlıktı, Tugay karanlıktan korktuğunu söylemişti ama şimdi burada, karanlıkta benim yanımda durabilmişti.
Dolu gözlerle gözlerinin içine baktım; özlem, tutku, heyecan, korku, endişe hepsi iç içe geçerken bakışlarındaki merhamet benimle göz göze geldi, o kısacık saniyede onu terk etmedi. Büyük bir nefes verdiğinde alnını alnıma yasladı, uyanmış olmamın, yaşamaya devam etmemin rahatlaması içerisinde olduğunun farkındaydım. Tenim karıncalanıyordu, tenim ona dokunma arzusuyla yanıyordu.
“Tugay,” diye fısıldadım, gözümden bir damla yaş daha aktı. Yutkunduğunda eğildiği yerden ayrılmadı, yüzüyle yüzüm arasında bir karışlık bir mesafe vardı. Adını söylemek bile daha fazla ağlamama neden olurken, “Tugay,” dedim bir kez daha fısıldayarak. “Özür dilerim.” Tek diyebildiğim buydu, başka hiçbir şey değildi.
Gözlerimi açtığım için mi huzurlu görünüyordu yoksa özürden dolayı mı anlayamamıştım, yan bir şekilde uzandığım yerde elimi kaldırıp ona dokunmak istedim ama gücüm yetmediğinde başımı iki yana salladım. Hiçbir şey söylemedi, benimle hiçbir şey paylaşmadı.
Dudaklarını ıslattığında bakışlarındaki o merhamet uzaklaşmadı ama Tugay Demir Çeviker bana gülümsemedi. Bu kez gerçekten gülümsemiyordu, kendini engellediğinden ötürü değil, bana gülümseyemediği için.
“Özür dilerim,” dedim bir kez daha. “Ama dinle beni, tek bir şey söyleyeceğim.” Zorlukla da olsa elimi kaldırdığımda sırtımda inanılmaz bir acı vardı fakat aldırış etmedim. Parmaklarım yüzüne dokunduğunda yeni çıkmaya başlayan sakalları tenime dokundu, kalbim delicesine hızlandı. “Vardır,” dedim solgun bir sesle. “Gerçekten vardır bir nedeni, inan bana.”
Sanki bir kez sarılsak geçecek gibiydi.
Tugay bir kez daha yutkundu, ardından yüzüne yerleştirdiğim sol elimi indirdiğinde gözlerime öyle bir bakıyordu ki sanki her şeyi gözlerimden okuyordu. “Her şeyi mahvettin,” dedi Tugay, cümleler bıçak gibi göğsüme saplanıyordu. “Her şeyi mahvettin canımın içi, gözümün içe baka baka üstelik. Öyle bir mahvettin ki, ölçüsü nasıl biliyor musun? Çiçeklere dokunamıyorum, hissettirdiklerinden soldururum diye.”
“Ama,” dedim başımı sallayarak. “Ben senin hep bir nedenin olabileceğine inandım.” Gözümden bir damla yaş daha düştüğünde onun karşısında bu şekilde ağlamak istemiyordum ama durduramıyordum. “Ben seni bütün dünyanın önünde aklamaya çalışırken bile bir nedenin olabileceğine inandım.”
“Ben seni paramparça edebilecek bütün nedenleri sikip attım çünkü,” dedi dişlerinin arasından. Hâlâ sakin kalmaya çalışıyordu. “Sen beni bütün dünyanın önünde aklamaya çalıştın, başarılı olamadın ama dinle, daha kötüsü ne biliyor musun? Bir insanı kendi içinde aklamaya çalışmak... Benim seni aklamaya çalıştığım gibi. Bunu başar...” Başımı art arda iki yana salladığımda kelimeler ağzına dizildi.
Tüh, dedim, içimden. Küfür ettin. Ardından bunu içimden söylediğim için kendimi tutamayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım; sırtım yangın yeri gibi acıyordu, nefesim ağladıkça kesiliyordu ama duramadım, yapamadım.
“Gitmek,” dedim gözyaşlarımın içinden. “Gitmek istiyorum.” Biz Tugay Demir Çeviker ve onun Sevgili Avukatı’ydık, şimdi bambaşka iki insana dönüşeceksek ben burada kalmaya devam edemezdim. Doğrulmak istediğimde acıyla yatağa geri düştüm. “Sinan'ı alıp gitmek istiyorum, duramıyorum burada. Her şey mahvoldu, gideceğim. Bizi bırak.” Meryem'i hatırladığımda içimde tuttuğum o acı daha fazla ortaya çıktı. Haykırdığımda, “Bırak!” diye bağırdım. “Kardeşim nerede?” Kapıya baktım, kalkıp gitmek istedim ama hareket bile edemiyordum. Sanki Tugay'ın çaresizliği şimdi bendeydi, onun söylediklerinin, hissettiklerinin ağırlığı benimleydi, bunu kaldıramıyordum. Kardeşim belki de ölmüştü, kaldıramıyordum. Söylediğim yalanı kaldıramıyordum, Sinan'a bir şey olma düşüncesini kaldıramıyordum. Hiçbir şeyi kaldıramıyordum. Konuşsam hiçbir şey söyleyemiyordum, sussam kalbim ateş altında kalıyordu. “Yeter!” dediğimde yaşanan her şeye haykırışımdı. “Bu boktan hayatı da getirdiklerini de istemiyorum, ben artık Eftalya Atalar olmak istemiyorum, bana bir daha Eftalya deme!” Başımı iki yana salladığımda göz göze geldik. “Bana bir daha Eftalya dersen seni öldürürüm!” Acı beni tamamen delirtmişti. “Hani o kurşun kalbimi delerdi, neden burada beni iyileştirmelerini sağlıyorsun, bıraksana öleyim!”
Tugay'ın dudakları aralandı ve bir şey söyleyeceği sırada asıl cehennem, çok daha kötüsü kulaklarımıza doldu. “Defne!” diye bir ses duyuldu evin içinden, benim haykırışlarımı bile susturabilecek kadar büyük bir sesti. Giray'ın sesiydi. “Hayır, Defne, hayır!” diye bağırdı bir kez daha. Bir şeylerin düşme sesi geldi, haykırış ve ağlama sesi ardından birçok adım sesi kulaklarıma doldu. Tugay'ın gözleri irileşti, dik bir konuma geçti ve sırtını bana döndüğünde âdeta arkasına aldı. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye devam ederken, artık sırtımdaki acıyı bile hissetmiyordum çünkü farkındaydım.
Defne ölmüştü. Onu kaybetmiştik. Giray'ın haykırışlarında kaybı, aşkı ve nefreti gizliydi.
Bir kapı çarptı ardından bir şeyler daha düştü sonrasında benim bulunduğum odanın kapısı sertçe açıldığında Tugay'ın kolunun arasından gördüğüm kişi Giray'dı. Saçları dağınık, üzerinde kanlı kıyafetleri, gözleri kıpkırmızı, yüzü öfkeden ve nefretten gergindi.
Elinde ise bir silah. Bize dönük bir silah. Tek bir cümle söyledi: “Onu öldüreceğim.”
Giray'ın arkasından herkes odaya girdiğinde Ölüm Timi'ndeki ve örgütteki herkes tam karşımdaydı, Defne dışında. O yoktu, gerçekten gitmişti. Marco kafasını iki yana salladığında hepsinin gözlerindeki o korkuyu görebiliyordum, Tugay'ın ise sağ eli yumruk halini almıştı.
“Çekil!” diye haykırdı Giray gür bir sesle. Camları bile titretebilecek bir haykırıştı fakat ben korkuyu hissetmiyordum. Tek istediğim Tugay'ın çekilmesi ve o kurşunun kalbime isabet etmesiydi.
“Hayır.” Tugay'ın sakin ve net yanıtı. “Önce beni öldürmen gerekir, kardeşim.”
Giray büyük iki adım attı ve namluyu Tugay'ın alnına dayadığında iki kardeş artık düşman gibiydi. “O halde seni öldürmekle işe başlayacağım.” Öyle soğukkanlıydı ki, ağzımı açıp bir şey söylemek istediğimde bile kusacağımı hissettim. O silah benim alnıma dayalı olmalıydı, beni vurmalıydı.
“Giray,” dedi Marco arkadan.
“Karışma!” diye haykırdı Giray. “Şimdi üçe kadar sayacağım, Tugay Demir Çeviker. Ya çekilirsin ya da seni de öldürürüm.”
“Üçe kadar saymana gerek yok,” diyen Tugay omzunu kaldırıp indirdi. “Çünkü çekilmeyeceğim, şimdi hemen bitir şu işi.”
Giray bir an bile düşünmeden silahın kilidini açtığında acıyla haykırarak, “Çekil!” diye bağırdım. “Ona izin ver, beni öldürsün, bu artık son bulsun.”
Giray beni duymadı bile. “Onu,” dedi Tugay'ın gözünün içine bakarak. “Defne'nin ölmesine sebep olduğu halde burada tutacaksın, öyle mi? Onu öldüreceğim, ardından aptal korumasını da yok edeceğim, sonrasında siktir olup gideceğim. Ne seni göreceğim ne bu örgütünü. Seni öldüremem mi sanıyorsun? Ben şu an seni öyle bir öldürürüm ki canım bile acımasız Tugay Demir Çeviker, çünkü kardeşim değilsin artık.” Dudaklarından nefret dökülüyordu. “Her şeyin sorumlusu sensin, senin getirdiklerindi; şimdi her şeyi ben yok edeceğim, getirdiklerinle beraber.” Tugay hiçbir şey söylemeden sakince durmaya devam etti. “Eğer şu an tercih ettiğin onun yaşaması ise...”
“Evet, tercih ettiğim onun yaşaması,” dedi Tugay hızlı bir şekilde. “En azından bir süre,” diye devam etti. Sesindeki o soğukluk ürpermeme neden oldu.
“Bir süre,” dedi Giray çenesini kaldırarak. “Bir süre sonra onun ve korumasının beynini dağıtmama...”
“Sinan'ı öldürmene izin vereceğim,” dedi Tugay başını sallayarak. “Onu ise…” kastettiği bendim, “…henüz değil.” Kalbim sıkıştı. “Ben aptal bir adam değilim, bu yola neden çıktığımı unutmadım ve kazanana kadar durmayacağım. Eğer ona bir şey olursa BL Örgütü kalmayacak çünkü herkes beni öldü biliyor, onu ise kurucu. İtibarım yok, onun itibarına ihtiyacım var. Şimdi o benim tutsağım olacak, istediğim gibi yöneteceğim.” Omuzları dikleşti. “İstediğimi alana kadar durmayacağım, istediğim de Krallık'ı yok etmek. Yok ettikten sonra ne mi olacak?” Bakışları bana döndü. Gözlerinde merhamet yoktu, hisler yoktu, az önceki adam yoktu. “Onu ben öldüreceğim, bir an bile şüphe etmeden. Çünkü herkes bilir, Tugay Demir Çeviker ihaneti her ne sebep olursa olsun asla affetmez.”
Zamanın durduğunu hissettim; ölüm korkusundan değil, sesindeki o gerçek duygulardan. Öyle inanarak söylemişti ki, bir an bile şüpheye düşmeden beni öldürebileceğine emindim. Asıl mahkûmiyet şimdi başlıyordu, bu odadaki herkes bunun farkındaydı, görebiliyordum. İşin tuhafı, ölüme hazırdım ama ölüm şeklimin bu şekilde olması, sevdiğim adam tarafından gerçekleşecek olması kalbimi acıtmıştı. Ona artık sevdiğimi söyleyemezdim, işitmek ise hayal gibiydi. Tugay haklıydı, az önce kurduğu güzel cümleler, son güzel cümleleriydi. İhanetin nedeni olmazdı, benim bu mahkemeden idam kararım çıkmıştı.
Marco'yla birkaç saniyeliğine göz göze geldik; gülümsedim, gözümden yaşlar akarken üstelik. Zafer kazanmış bir kadın gülümsemesi değildi, yenilmiş bir kadının gülümsemesiydi.
Giray'ın tuttuğu silah yavaşça aşağıya indiğinde donuk bakışları bir saniye de olsa bana dokundu ardından Tugay'a yeniden baktığında, “Eğer öldürmezsen,” dedi. “Onun nefesini ben keseceğim.” Geriye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha, sonrasında kaşlarını kaldırdı. “Ve artık sen de benim hiçbir şeyim değilsin, siktiğimin anlaşmasını çöpe at, sen ölürsen de umurumda değil, ben ölürsem de umurunda olmayayım çünkü artık senin için çalışmıyorum.”
***
Beş gün.
Beş koca gün geçmişti ve bir daha Helen dışında hiçbirinin yüzünü görmemiştim, Tugay'ın bile. Helen de pansuman için geliyor, hiçbir şey söylemeden geri gidiyordu. Sadece bir kez Sinan'ın nasıl olduğunu sormuştum, hiçbir cevap alamamak şaşırdığım bir durum değildi.
Beş koca gün, ilk girdiğimde huzur bulduğum odanın içinde geçmişti. Zorlukla da olsa ayağa kalkıp lavaboya gitmek, aynada kendimle yüzleşmek ve ilaçlar yüzünden uyumak dışında yapabildiğim hiçbir şey yoktu. Mahkûm gibiydim, Tugay'ın tutsağı belki de.
Bakışlarımı pencereye çevirdiğimde gecenin karanlığında bile cama vuran kar tanelerini görmek mümkündü. Öyle hızlı yağıyordu ki sokak lambasının ışığının altında beyaz karlar daha parlak görünüyordu.
Çıplak ayaklarım zeminle buluştuğunda ellerimle komodinden destek alarak doğruldum. Belimdeki acı azalmaya başlamıştı ama yürürken hâlâ dik duramıyordum, çoğu gece nefesim kesiliyordu. Kurşunun tam olarak nereye isabet ettiğini bilmiyordum, kimden geldiğini de. Düşmanlardan mı? Örgütten birisi mi? Ölüm Timi mi? Tugay?
Yavaş adımlarla pencereye doğru ilerlerken elim Tugay'ın günler önce boynuma taktığı kolyeye uzandı. Yarısı güneş, yarısı ay olan tılsım şeklinde bir kolyeydi. İçi açılabiliyordu ve açıldığı yerde iki yüzünde de ayna vardı. Bir aynanın üzerinde 020817 yazıyordu, diğer aynanın üzerinde ise 260105. İki tarih olduğunu anlayabiliyordum fakat neleri simgelediğini çözemiyordum.
Pencerenin pervazından dışarıya baktığımda gördüğüm bahçede tek başına oturup sigara içen Giray'dı. Onu görmeyi ben de beklemiyordum ama çaresiz bir şekilde karların ortasına oturmuş, öylece gökyüzünü izliyordu. Giray'ı sevmek uzun zamanı almamıştı; onun bu dünyaya layık olmadığını anlayabiliyordum, kardeşi için çıktığı bu yolda kendi mutluluğunu kaybetmesi bir yana aşkını da kaybetmişti.
Pencerenin kenarından ayrılıp banyodaki lavaboya ilerlediğimde buz gibi suyu açıp yüzüme çarptım. Her soğuk vurduğunda üşüdüğümü hissediyordum, üzerimdeki kalın polar kazağa rağmen. O kazak Tugay Demir Çeviker'e ait olmalıydı, baldırlarımın altına kadar uzanıyordu. Altımda ise siyah bir eşofman vardı.
Gözlerimi soğuk sudan ayırıp karşımdaki aynaya baktığımda gördüğüm yüz bana fazlasıyla yabancıydı.
Beyaz lekeler çenemden yanağıma, oradan sol gözümün altına doğru ulaşmaya başlamıştı. İnce çizgiler şeklindeki lekeler artık karları anımsatmıyordu, kötülüğü anımsatıyordu. Saçımın sol tarafında büyük bir tutam bembeyazdı, kahverengi saçlarıma zıt beyazlığıyla yaşlı bir kadınmışım gibi bana göz kırpıyordu. Sadece bu kadar da değildi, göğsümdeki leke karnıma, omzuma, hatta yavaş yavaş elimin tersine kadar ulaşmaya başlamıştı.
Ben tamamen çirkin bir kadın olmuştum, lekeden ibarettim; güzel hissedebileceğim bir bakışım da yoktu artık.
Aynada gördüğüm kişiye nefretle bakarken bu odanın içinde kısılmaktan, sessizce yaşanacakları beklemekten bıktığımı fark ettim. Sertçe arkamı dönüp duşakabini açtığımda ve raftaki jileti çekip aldığımda elimin kanayacak olmasını bile umursamadan ucunu kırdım. İşaretparmağım kanamaya başladığında ve yere kan izlerimi bıraktığımda neşteri avcumun içine aldım. Gözlerimi kapattım, büyük bir nefes verdim; bunu yapabilirdim.
Yeniden düşünmedim, kendi içimde mahkemeye bile sokmadım. Banyodan çıkıp günler sonra odanın kapısını da açtığımda koridorun buz gibi soğuğu yüzüme vurdu. Kapalı kapılar vardı, Tugay hangisindeydi bilmiyordum ama üzerinde düşünürsem bunu yapamazdım, biliyordum.
Sırtımdaki o ince sızıyı umursamadan hızlı adımlarla merdivenlere yöneldiğimde ve basamakları inmeye başladığımda aşağıdaki salondan televizyonun sesi geliyordu, bir spiker konuşuyordu, dudaklarında benim adım vardı. “Tugay Demir Çeviker öldükten sonra BL Örgütü tarafında sessizlik hâkim,” diyordu. “Asıl kurucu Eftalya Atalar'ın nasıl bir yol izleyeceğini kimse kestiremiyor, BL Örgütünü destekleyenler ise kendilerine sığınacak bir yer arıyorlar. Hangi taraf olursa olsun, Krallık herkese kucağını açtı.” Televizyonu kim izliyordu bilmiyordum, ülkede her şeyin çukura battığını fark etmek zor değildi ama ben Tugay Demir Çeviker'i tanıdıysam büyük bir gürültüyle geri döneceğinden ise neredeyse emindim.
“Aslında BL Örgütü tam anlamıyla sessiz değil,” dedi diğer spiker. “Duvar yazısına devam ediyorlar, bunu kurucu Eftalya Atalar'ın Tugay'ı yaşatmak için yaptırdığına neredeyse eminiz. Ekrana gelen ve duvara yazılan şu cümleye bakın, halktan birisinin yapmadığı aşikâr.”
Salonun önünden geçerken adımlarım duraksadı, bir tarafım direniş gösterdi, diğer tarafım o direnişe karşı geldi ama ben yine bildiğimi okuduğumda geriye doğru iki adım attım, başımı eğdiğimde ise televizyondaki görüntü tam karşımdaydı ve kalbim artık delicesine atıyordu.
Tugay Demir Çeviker bana çiçekler almamıştı, Tugay Demir Çeviker geçen günlerde bana almadığı çiçekler adına bu kez ölümsüz çiçekler hediye etmişti hem de binlerce.
“Ekilen bütün çiçekler bugün hissedilenlerle ölürdü, kâğıttan bütün laleler sararırdı fakat çizimler, biz izin vermediğimiz sürece silinmezler, solup sararıp gözyaşına dönüşmezler. Duvara iki dalı olan orkide çiz, bu kez sol tarafını canlı bırak, sağ tarafını cansız çünkü aşk her zaman sol tarafını seçmek demektir.”
TDÇ
Altında orkide çizimi vardı, bu kez sağ taraf cansız, sol taraf canlıydı. Görüntüler dönmeye başladığında spiker, “Bu cümle bile BL destekçilerini harekete geçirdi,” dedi öfkeyle. “Her duvara orkide çizilmeye başlandı, bunun BL Örgütü tarafından yapıldığına inanıyoruz, hatta destekçiler kendi arasında bir gün iki taraf da canlanırsa Tugay'ın geri döneceğini konuşuyor. Aptalca bir istek.” Başını iki yana salladı. “Bir mesaj içeriyor, kime olduğu belirsiz. Belki de halktan birisi bunu çıkardı, kimse emin değil. Tek emin olduğumuz şehirdeki duvarların orkidelerle süslendiği, sanki bir hediyeymiş gibi.”
Tugay bana çiçek almamıştı ve benimle konuşurken buna bir çözümü olduğunu söylemişti. Şimdi tercih ettiği yöntem bir toprağa çiçek ekmek değildi, kâğıttan yapılma bir lale de değildi. Bana çiçek vermediği gün adına her yere orkide çizdiriyordu. Yolumuzun başlangıcındaki orkideydi, o orkidenin sol tarafı cansızdı, sağ tarafı canlıydı; Tugay canlandırabileceğimi söylemişti ve ben canlandırmıştım. Şimdi sağ taraf cansızdı çünkü o taraf inançtı. Sol taraf ise canlıydı ve kalbimizi simgeliyordu. Bütün ülkenin gözü önünde bana tek bir şey söylüyordu: sağ tarafı yeniden canlandırmamı istiyordu. Bütün herkes farkında olmadan Tugay'ın dileğini benim için duvara çiziyordu.
Kocaman bir bahçem vardı, hayatım boyunca saklayacağım kâğıttan bir lalem fakat şimdi duvarlara benim için bir de çiçekler çiziliyordu. O gülümsemiyordu, bana Eftalya diyordu, gözlerimin içine bakarken yabancıydı fakat yine ve yine, ne olursa olsun, o Tugay Demir Çeviker'di; kalbimi attırmanın, bana bütün bu cehennemin ortasında kırgınlıklarıyla bile hiç kokmayacak çiçeklerin güzelliklerini sunabiliyordu. O kırgınlığını bile bir çiçekle bana gösterebiliyordu.
Beni öldürecekti öyle mi? İşte artık bu komik bir şakadan ibaretti.
Canlandırmamı mı istiyordu? Ona, onun gibi verebileceğim bir yanıtım vardı çünkü aksini iddia etmek istesem de ben de Eftalya Atalar'dım, en güçsüz anımdan bile geri döndüğümde başkaldırmayı ve direnmeyi kendi kendime öğretmiştim. Ben Eftalya Atalar'dım, zorunlu bırakıldığım her şeyi kabullenip onu önüme siper alacak kadar büyümüştüm; madem BL Örgütünün kurucusuydum, ona göre davranacaktım.
Ben Eftalya Atalar'dım; yaşadığım ve yaşattığım hiçbir şey öylesine değildi, bu hayatta sadece ve sadece savaşmaya devam edecektim, hem kendim için hem sevdiklerim için.
Adımlarım hızlandığında dış kapıyı sertçe açtım ve kendimi bahçeye attığımda çıplak ayaklarım karların içine gömüldü. Bir an bile şüphe etmeden sırtı bana dönük olan Giray'a doğru yürüdüğümde birisinin ona yaklaştığını biliyordu fakat dönüp bakmak istememişti; bunun adı belki vazgeçişti belki de yok oluştu, bilemiyordum.
Tam arkasında durduğumda en azından tedirgin hissetmesini bekledim ama böyle bir duygusu da yoktu. Avcumda sıkıca tuttuğum neşterden yere kan damlaları düşerken karlar yeniden benim kan izlerimle lekelendi.
Bir adım attım, ardından bir adım daha. Bu kez tam karşısında durduğumda Giray gözlerini diktiği boşluktan bakışlarını bana çevirdi. Yüzünde, bakışlarında herhangi bir değişim olmadı, öylece yüzüme bakmaya devam etti.
Nefes bile almadan avcumu açtığımda yere daha fazla kan damlaya başladı. “Beni öldürmene izin veriyorum, kimse de seni engellemeyecek,” dediğimde sesimdeki cesaret onu bozguna uğratmıştı. “Bıçak yok, silahı da bulamazdım zaten. Banyodaki jileti çıkarıp getirdim sana. İster boynumdaki şah damara sapla ister bileğimdeki, umurumda değil ama öncesinde söylemem gereken tek bir şey var.”
Giray beni baştan aşağı süzdüğünde gözleri avcumdaki neştere kaydı. “Üzerine giydiğin cesaret gömleği ihanetinizi gizlemiyor, Eftalya Atalar,” dedi acımasız bir sesle. “Çekil gözümün önünden.”
Söylediklerini duymazdan gelerek, “Kerem Karaman'ın öldürüldüğü gün,” dedim geçmişe giderek. “O gün seni bir kurşundan kurtarmıştım ve bana bir can borcun olduğunu söylemiştin.” Dudakları aralandığında kaşları havalandı, bunu unutmuş olma ihtimali yoktu fakat anlık olarak bozguna uğradığı ortadaydı. “Şimdi o can borcunu ödeme vakti. Bu da benim canım değil, Sinan'ın canı.” Onun adını duyduğu an çenesi kaskatı kesildi. “Şimdi beni öldür fakat onu canını borcun karşılığı bağışla. Bırak gitsin, ona zarar vermene izin vermeyeceğim.”
Giray uzun bir süre yüzüme baktıktan sonra yavaşça oturduğu yerden doğruldu, altındaki kot pantolon ıslaktı, üzeri ve saçları da öyle. Bir adım attığında tam karşımda durdu ve sonrasında avcumdaki neşteri çekip aldı, havaya kaldırdı. Onun da parmaklarının arasından kan akmaya başladığında uzun bir süre yüzüme baktı ve sonrasında, “Can borcu,” dedi. “Defne'yle ödenmedi mi Avukat?” Sertçe nefesini verdi ve hızlı bir şekilde elindeki neşteri avcunun içine alıp sıktığında geri aşağıya indirdi. “Savaşmamız gerekiyorsa savaşacağız ama şu an değil. Şimdi benden uzak dur ki asıl cesaret seni yakmasın.”
Omzuma çarpıp yanımdan geçtiğinde ve bahçenin diğer tarafına doğru yürüdüğünde kar yağışı hızlandı, vakit sabaha karşı olmalıydı ki gökyüzü daha açık mavi bir renge dönmüştü. Kalbim sıkışarak yeniden o eve baktım.
İki yolum vardı yine. Ya savaşacaktım ya kaçacaktım.
Eftalya Atalar, yine ilk seçeneği seçti ve adımlarım yeniden evin içine yöneldiğinde ne yapmak istediğimi biliyordum ama nereye gittiğimden tam olarak emin değildim. Kapıyı kapatmadan koridorda yürüdüğümde o aptal televizyonda hâlâ benim adım vardı, başka kimsenin adı yoktu. Spikerler aşağılık bir kadın olduğumdan, ülkeyi cehenneme sürüklediğimden söz ediyorlardı. Kadın spiker utanç kaynağı olduğumu dile getiriyordu, kendi babamı bile öldürecek kadar acımasız olduğumdan bahsediyordu. Demir gibi sağlam olmam gerekirdi, güçlü durmalıydım fakat ben yıkık döküktüm, sırtımı yasladığım Tugay'la aramıza ise uçurumlar girmişti.
Koridordan aşağıdaki merdivenlere doğru ilerlediğimde tırabzana tutunan ellerim titriyordu, sırtımdaki sargı ise gitgide geriliyordu. İhanet ettim diyen kadının sırtından vurulması ne tuhaftı.
Basamakları indikçe burnuma eskiyen ahşabın kokusu doldu. Bir düğmeye bastığımda karşımda tahta, eski bir kapıyla karşılaştım, tozlar havada uçuşuyordu. Ardiye, demişti Tugay Demir, ardiyedeydi Sinan ve büyük ihtimal şu an önünde durduğum kapı içeride Sinan'ın kilitli kaldığı odaydı. Ne olursa olsun onu bu odadan çıkaracak, özgür olmasını sağlayacaktım. Sonrasında yaşanacak her şeyi de yeniden sırtlanabilirdim.
Elim eski demir kapının koluna tutundu ve aşağıya indirdiğimde elbette kilitli olduğuyla yüzleştim. Elim hızlı bir şekilde kapının pervazında dolaştı, anahtarın gizli olarak oralarda tutulacağını düşündüm fakat yoktu. Zorlukla yere eğildim, eskimiş parkelere hafifçe vurdum ve gizli bir bölme, bir boşluk aradım fakat yoktu. Öfkeyle nefesimi verdiğimde seneler önce Sinan'ın bana kilitli kapıyı açmayı öğrettiği aklıma geldi.
Tek ihtiyacım olan bir bıçak ve teldi; bu ikisini bulduğumda onu kurtarabilecektim. Kulağımı bir kez kapıya dayadım, herhangi bir hareketlenme hissetmedim fakat biliyordum, o içerdeydi, adımın Eftalya olduğu kadar emindim, hayır, adımın da canı cehennemeydi.
Gözlerimi kapatıp birkaç büyük nefes verdim, ardından bıçak ve tel bulmak için hızla arkamı dönüp yürümek istediğimde sert bir vücuda çarptım; dudaklarımın arasından tiz bir çığlık koptu, tamamen düşecekken bir el beni belimden yakaladı ve sonrasında arkamdaki duvardan destek alarak sırtımı yasladığımda onun ela gözleriyle karşılaştım. Tugay Demir Çeviker'in her gördüğümde hayran kaldığım ela gözleri.
Tam karşımda upuzun boyuyla, yorgun bakışlarıyla, uzayan saçları ve sakallarıyla duruyordu. Üzerinde siyah bir atlet vardı, altında gri, bol bir eşofman. Belimi tutan eli beni bırakmadı, aksine daha sıkı bir şekilde belime dolandığında vurulduğum yere dikkat ederek beni kendisine yasladı. Vücudumuz arasında ufacık bir boşluk kalmayana dek bana yaklaştığında ve burnu neredeyse burnuma değecekken durdu. Sarı floresanın ışığı yüzüne çarpıyordu ve ben o an mantıklı düşünemiyordum. Burada neden durduğumu bile unutacak duruma gelmiştim çünkü gözlerini bir an bile olsun benden ayırmıyordu.
Kahretsin ki onu çok özlemiştim, onu öyle çok özlemiştim ki bir kez gülümsese hissettiğim bütün acı son bulacakmış gibi geliyordu. Bir kez gerçekten sarılsak, o özgürken bir kez daha sarılsak geriye hiçbir acı kalmayacaktı, hissediyordum.
Çok acıydı ama o özgür olduktan sonra yalnızca bir kez sarılabilmiştim. Ben Tugay'ı doyasıya öpememiştim, ben Tugay'ın elinden de istediğim kadar tutamamıştım, şımarık bir kız çocuğu gibi yanağından öpüp utana sıkıla gözlerimi bile kaçıramamıştım. Biz hiçbir şey yaşamadan, birbirimize doğru düzgün dokunamadan yitip gitmiştik.
“Gördün mü?” diye fısıldadığında kaçabilecek ufacık bir noktam bile yoktu, zaten kaçmak da istemiyordum. “Duvarlara orkide çizmeye başlamışlar, ülkenin her tarafında duvarlarda çiçekler var.” Başını omzuna doğru yatırdı, bu hareketi karnımın içine sıcak bir ateşin düşmesine neden oldu. “Gördün mü?” diye sordu bir kez daha. “Aşkın iyileştirici gücüne inanıyorlarmış. Gördün mü? Birisi çiçekler alamadı diye duvarlara hiç ölmeyecek çiçekler ekmiş, canlı olurlarsa kırgınlıkla bile olsun solup seni üzmesinler diye. Çünkü biliyormuş bunu yaptıran kişi, sen çiçeklerin ölmesine çok üzülürmüşsün.”
“Hımm,” diye mırıldandığımda bir elim yavaşça göğüs kafesinin üzerine denk geldi, kalbi hızlı atıyordu. “Sanırım bunu yaptıran kişi bu kez de sağ tarafın canlanmasını istiyormuş, önceden de solu canlandırmak istemişti.” Biraz daha yaklaştım, dudağıyla dudağım arasında neredeyse hiç mesafe kalmadığında, “Cansız olanı canlandıramaz mıyım sanıyorsun?” diye sordum, birkaç ay önce onun bana sorduğu soruyu yineleyerek. “Ama önce benim canlı kalmam gerekiyor, öyle değil mi Tugay Demir Çeviker?” Dudaklarım neredeyse dudaklarına sürtündü. “Öldürsene şimdi beni, ne duruyorsun?”
“Örgüt,” dediğinde, “Başlatma örgütüne,” dedim ve parmaklarım üzerindeki atleti kavradı. “Nefesimi kesmek istesen tam şu an bunu gerçekleştirebileceğini ikimiz de biliyoruz.” Dudaklarım bu kez çenesine sürtündü. “Ve yine ikimiz de biliyoruz, sen beni öldüremezsin.” Parmaklarım yukarıya doğru tırmandığında işaretparmağımın ucuna bir şey takıldı. Kaşlarım çatıldığında hiçbir tepki vermedi, hafifçe geriye çekildiğimde elimi atletinin yakasından boynuna yerleştirdim ve bir zincirle karşılaştım, ardından zinciri ortaya çıkardığımda benimkiyle aynı ama erkeklere göre olan ay ve güneş kolyesini taktığını gördüm. Kendimi tutamayıp gülümsediğimde bakışlarım yeniden gözlerine döndü, bu kez kolyesinden tutup onu kendime doğru çektiğimde dudaklarım yeniden dudaklarına sürtündü. “Sana güneşi gösteren kadını o kadar iyi tanıyorsun ki,” dedim. “O kadar iyi biliyorsun ki aslında beni.”
“Nasıl bir tanımaktan söz ediyorsun?” diye sordu.
“Biliyorsun,” dedim hiddetle.
Başını iki yana salladı ardından, “Sen,” dedi kelimenin üzerine bastıra bastıra. “Bana ihanet etmezsin, bilmez miyim gözünü kırptığında bile ne düşündüğünü bildiğim kadını?”
Büyük bir nefes verdiğimde gözlerimi kapattım, kaçmamam gerekiyordu. “O halde...”
Bir anda belimdeki eli yavaşça yukarı tırmandı, ardından ensemdeki saç köklerime uzandığında parmakları enseme sıkıca tutundu. “Tugay Demir Çeviker,” dedi kısık bir sesle, başımı geriye doğru yatırdı, karın kasları gerildi. “Sevgili Avukat’ını çok iyi tanıyordu.” Gözlerine kırgınlık oturdu, çok büyük bir kırgınlıktı. “Sevgili Avukat’ı ona asla yalan söylemezdi.” Ensemdeki eli gevşedi fakat parmakları yavaşça saçlarımda gezindi. “Fakat Eftalya…” İsmimi söylerken yutkundum. “…sen bana yalan söyledin, bir an bile gözünü kırpmadan beni yok edeceğini bildiğin o cümleleri söyledin, ilk özgürlüğümde beni yarım bıraktın.” Eli saçlarımdan, yüzü yüzümden uzaklaştı. Geriye kalan sadece belime sarılı olan eliydi. “Seni öldüremeyecek olmam senin beni bir kez öldürdüğün gerçeğini değiştirmiyor, hangi sebep olursa olsun.” Kaşları çatıldı, sesine öfke bulaştı. “Şimdi hâlâ devam ediyorsun, hâlâ onu kurtarmak için beni çiğniyorsun.” Kastettiği Sinan'dı.
“Anlamıyorsun,” dedim başımı sallayarak. “O benim...”
“Ve sen benim,” dedi lafımı yarıda keserek. Sesi öyle baskındı ki ürperdiğimi hissettim. “Sen benim, Eftalya, gökyüzümdün. Bir insanın gökyüzüne öyle kolay gece gelmez, sen benim gökyüzüme birkaç cümleyle geceyi getirdin, güneşi gösteren kişiyken üstelik.”
“Biz zaten gecenin ortasındayız, Tugay,” diye çıkıştım.
“Sen varsan ne gecesi?” dedi. Belime sarılı kolu da uzaklaştığında geriye doğru çekildi, uzaklaşınca ürperdiğimi hissettim. “Seçebileceğin birçok yolun olabilirdi fakat senin ilk tercih ettiğin yol sevdiğin birisi için herkesin gözü önünde güvenimi, itibarımı yerle bir edip yalandan bir ihanetle taçlandırarak benden vazgeçmekti. Sikerim yalanın gelmişini geçmişini, vazgeçtin benden.” Alayla güldü, sıcacık gülümsemesini özlemiştim ama yoktu. “Bunu daha önce de yaptın, bir mektupla yine vazgeçtin benden. O zaman da bunu nişanlı olduğun için yaptın, kaçmayı seçtin. Gurursuz değilim, benim inancım bakışlarındır fakat iki gün önce benden gerçekten vazgeçiyormuş gibi baktın.”
Tam gözlerimin içine bakarken vücudumun titrediğini hissediyordum, yüzleşmenin bu kadar kısa zamanda, bu kadar ağır bir şekilde karşıma çıkabileceğine hiçbir şekilde imkân verememiştim. “Sinan'ı öldüreceksin,” dedim yutkunarak. “Öldürecektin. Öldürmeliydin.” Sesim titremeye başlamıştı. “Gözümün önünde senin, çocukluk arkadaşımı öldürmeni izlememi mi bekliyordun Tugay?” Başını omzuna doğru yatırdı. “Bunun gerçekleşmesine izin verseydim benim yaşayacağım azap nasıl olurdu farkında mısın? Nasıl bakacağız birbirimizin yüzüne? Peki ya sen? Örgütüne bile lider yaptığın kadının çocukluk arkadaşını öldürdüğünde gerçekten o kötü adam olmayacak mıydın?” İşaretparmağımı kaldırdım. “Ben üçümüzü de kurtardım.”
“Benim dünyamda senin eksenin dışındaki her yer kurak, Eftalya. Bir tek senin ekseninde çiçekler var,” dedi hızlı bir şekilde.
“Bu da ne demek?”
“Öldürülmesi gerekiyorsa öldürürüm, susturulması gerekiyorsa sustururum. Bu yola benimle çıkarken tam da böyle bir adam olduğumu bilerek ilerledin. Ne bekliyordun?” Sağ elini kaldırdı, parmakları çenemi kavradı, hafifçe kaldırdı. “Ben ülkeyi cehenneme sürükleyen o adamım güzelim, gözümü kararttığım noktadan sonra hiçbir şeyi önemsemedim, itibarımı zedeleyen kimseyi de önemsemem. Eğer önemsersem zaten kaybederim. Senin arkadaşın, benim itibarımı sikti attı hem de başına ne geleceğini bile bile.”
Elimle bileğini tuttum ve çenemden uzaklaştırdığımda, “Onu gerçekten öldüreceksin, değil mi?” diye sordum. Tugay, sadece konu ben olduğumda itibarını çiğneyebiliyordu, konu ben değilken itibarı öyle önemliydi ki, gözlerindeki ifade gerçekten Sinan'ı öldürebileceğini söylüyordu.
Sağ elini gri eşofmanının cebine attı ve bir anahtarı parmağına takıp havaya kaldırdığında gözlerini gözlerimden bir an bile olsun ayırmadı. “Şimdi yeniden tercih zamanı Eftalya Atalar,” dedi ismimin üzerine bastıra bastıra, canımı yakarak. “Günler önce senin görüş odasında bana sunduklarının bir benzeri gerçekleşiyor.” Gözleriyle anahtarı işaret etti. “Bu anahtar, Sinan'ın kilitli kaldığı odanın anahtarı. Şimdi sağ tarafı seçersen onu kurtarabileceksin, öldürmeyeceğim ve ikiniz sabahın bu kör vaktinde buradan çekip gideceksiniz. Herkese kaçtığınızı söyleyeceğim, bir daha da karşıma çıkmayacaksın, seni daima Eftalya olarak hatırlayacağım.”
Göğüs kafesime, kalbimin tam ortasına kocaman bir taş oturmuştu. Bakışlarım anahtara döndüğünde içeride çocukluğum nefes alıyordu. “Diğer seçenek?” dedim boğuk bir sesle.
Protez olan sol elini bana doğru uzattı, yüzüne günler sonra o bildiğim, sevdiğim gülümseme geldiğinde bana bahsettiği geceyi hissettim; o geceye sanki güneş doğdu, gülümsemesi, nefesimin kesilmesine neden oldu. “Elimi tutacak, Sevgili Avukat’ım olarak yoluna devam edeceksin ve ben ne karar verirsem vereyim koşulsuz şartsız benimle aynı yolda yürüyeceksin. Tıpkı benim senin kararlarının arkasında ne olursa olsun yürümeye devam ettiğim gibi.” Yüzüme doğru yaklaştı. “Seç Sevgili Avukat, seç Eftalya Atalar. Sol mu sağ mı?”
Beş gün önce...
Defne'nin yattığı odada kasvetli bir hava hâkimdi, Giray bir an bile hareket etmeden ve Defne'nin elini de bırakmadan öylece yatağının yanına oturmaya devam ediyordu. Hemen arkasında ise onu izleyen ikizi vardı biliyordu; Tugay, Sinan'ın yanından yeni gelmişti, artık kafasındaki yapbozun parçaları tamamen oturmaya başlamıştı.
Saniyeler dakikalara dönüştükten sonra, bütün imkânsızlıklara rağmen Giray'ın tuttuğu Defne'nin eli silik bir şekilde hareketlendi. Bu Defne için çok büyük bir umut var demekti.
Bu ana şahitlik eden sadece ikisiyken Giray şaşkınlıkla kapalı gözlerini açtı, ardından dudakları aralandığında, “Hareket etti,” dedi büyük bir şaşkınlıkla. “Hareket etti, bana bir karşılık verdi.” Omzunun üzerinden ikizine baktı, yüzündeki gülümseme dururken gözünden bir damla yaş aktı. “Tugay,” dedi hem acıyla hem kırgınlıkla. “O hareket etti, hâlâ bir umut var.” Defne'nin elini zorlukla bıraktığında ayağa kalktı ve “Helen'e söylemem gerekiyor,” dedi. “Bir şeyler yapmamız gerekiyor ve...” Giray tam Tugay'ın yanından geçecekken Tugay, Giray'ın kolunu tutup onu durdurdu.
“Bekle,” dedi sakin bir şekilde. “Başka bir planım var.”
“Ne?” diyen Giray'ın sesinde şaşkınlık vardı.
Tugay sadece birkaç saniye düşündü fakat o birkaç saniye zihninin içinde dönen binlerce tilkiye bile boyun eğdirecek kadar uzun sürdü. “Herkese,” dedi baskın bir sesle. “Defne'nin öldüğünü söyleyeceğiz, ardından onu buradan alıp daha güvenli bir yere götürecek ve orada bakacağız.”
Giray kulaklarına inanamıyormuş gibi Tugay'a baktı. Tugay, Defne'nin üzerinden bakışlarını ayırmadı. “Bir hain var, ihanet eden birisi ve bu ne Sinan ne de…” Gözleri kısıldı. “…ne de Eftalya.” Giray hâlâ inanamıyormuş gibi ona bakmaya devam etti. “Birisi Sinan'ı ihanete sürükledi ve Defne'ye zarar vermesini istedi çünkü Defne zarar görürse senin yıkılacağını ve ikimizin arasının bozulacağından emindi. Ayrıca bunu planlayan kişi, yükü özellikle Sinan'a verdi ki Eftalya arada kalacak, benim karşımda duracaktı. Bu şekilde senin de Eftalya ile aran bozulacaktı. Üçümüz BL'yi yönetiyoruz, üçümüze de darbe vurmaya çalıştı. Hain zeki birisi, hiç sanmadığımız kadar hem de. Krallık'ın deviremediğini içeriden bizi çökerterek başaracak ve bu yolda da ilerliyor.” Bakışları ikizine döndü, gözlerinin içi kıpkırmızıydı. “Hepimiz dağılmış vaziyetteyiz, Sinan ne ile tehdit edildi tam emin değilim, Defne'yi vurması da affedilemez bir hataydı fakat unutmamak gerekiyor, onun en büyük sadakati Eftalya Atalar'a.” Büyük bir nefes verdi. “Madem hainin istediği dağılmamız, biz de dağılıyormuşuz gibi davranacağız.”
“Bunlar,” dedi Giray büyük bir şaşkınlıkla. “Bunları nasıl anladın?”
“Sinan'la konuştum,” dedi. “Bir insanın gözlerinin içinden asıl duyguları görebilirsin, eğer o duygular daha önce sende de oluştuysa. Onun bakışlarında feda vardı, ben de daha önce feda ettim kendimi, oradan biliyorum.” Tugay bir an bile çekinmeden Defne'yi işaret etti. “O ölmeyecek, ölmemesi için çabalayacağız ve gözlerini açtığında onunla ben konuşacağım, o zamana kadar da saklayacağız.”
Giray büyük bir nefes verdiğinde, “Ya gerçekten Sinan hainse?” dedi.
“O halde yine istediğini eline vermek gerekir öyle değil mi?” diye sordu Tugay. “Büyük bir savaş başlatacaksın Giray, silah çekeceksin, gözünü kırpmadan bana ve Eftalya'ya o namluyu döndüreceksin. Artık benimle olmadığını söyleyeceksin, düşmanıma dönüşeceksin. Bütün bunları da Defne öldükten sonra yapacaksın.” Giray yüzünü buruşturdu. “Rol yapabilmen zor değil çünkü zaten canının yandığını ve benimle Eftalya'yı öldürmek istediğini biliyorum.” Giray hiçbir şey söylemedi. “Fakat beni şu an dinlersen o piç kurusundan bir adım önde olmamızı sağlayacaksın.” Kısık sesle konuşuyordu, Defne baygındı ama uyanık olma ihtimalini bile riske atmak istemiyordu. “Ve bunu sadece sen ve ben bileceğiz, bizden başka kimse de bilmeyecek.”
Giray bir an bile şüpheye düşmeden, “Avukat?” diye sordu. “Ona söylemeyecek misin?”
Tugay başını omzuna doğru yatırdığında, “Ona bir tercih hakkı sunacağım,” dedi. “Verdiği yanıt, sırrımıza ya ortak olmasına neden olacak ya da onu bu kargaşadan korumama.” Yutkundu, gözlerinde acı vardı. “Kızını korumak konusunda Adnan Atalar'a söz verdim, son nefesini vermeden önce. Hiçbir kuvvet beni sözümden geri döndüremez.”
“Bir kumar oynuyorsun,” dedi Giray başını sallayarak.
“Bir kumar oynuyorum,” dedi Tugay onaylayarak. “Ve Tugay Demir Çeviker kaybederek başladığı kumar masasından bile kazançla kalkacak bir adam, ben bu kumarı da kazanacağım.” Çenesini havaya kaldırdı. “Ben istemediğim sürece kimse beni yenemez. Düşmanı karın üzerinde yürütmek lazım Giray, adım izleri silinmeden de yeni karların yağmaması gerek. Önümde yürüyecek, karlar yağmayacak ve ben onun kim olduğunu adımlarından bulacağım. İşte o gün, kendi kanında boğulduğu gün olacak.”
Giray başını salladı, nefesini verdi ve çok kısa bir an birbirlerine baktılar. “Varlığını,” dedi Giray dayanamayarak. “Yanımdaki varlığını özlemişim.”
Tugay ona dönüp gülümsedi; ikisinin de üzerinde kan lekeleri vardı, gözleri korkutucu bakıyordu ama o an ikisi de sanki çocuktu.
Tugay elini cebine attı, ardından iki tane kolye çıkardığında Giray'a gösterdi. “Birisi benim,” dedi. “Birisi Eftalya'nın.” Başını salladı, ardından itiraf etti. “İkisinde de izleme cihazı var.” Giray şaşkınlıkla gözlerini açtı. “Olur da gitmeyi seçerse, giderse, yok olursa veya onu elimden alırlarsa nerede olduğunu bilmek istiyorum, bana ihtiyacı olursa da ona ulaşmak. Dedim ya Giray, söz verdim babasına, onu bırakamam, ölsem bırakmam.”
Giray imayla ikizine baktığında, “Söz verdin, babasına,” dedi tekrar ederek. “O yüzden bütün bunlar demek.”
“O yüzden bütün bunlar,” diye tekrar etti Tugay, ardından geriye doğru bir adım atıp odadan çıkmak için hamle yaptı fakat tam o anda Giray'ın sesi adımlarını durdurmasına neden oldu.
“Tugay Demir Çeviker,” dedi. “Her kumarı kazanamıyor.” Tugay omzunun üzerinden kardeşine döndü. “Benimle seneler önce yılbaşında girdiğin iddiayı kaybettin kardeşim, görüyorum.”
Uzun bir sessizlik oldu, aralarındaki sözsüz bakışma bir tarafın yenilgisi, diğer tarafın ise beklediği zaferiydi.
“Haklısın,” dedi en sonunda Tugay. “Seninle girdiğim iddiayı kaybettim, ben yenildim, sana bira borcum var; bir gün içelim ve duvara da o söylediğim cümleyi yazdırayım: Gülüşü ömrümü uzatmasın, gülüşü uğruna ölebileceğimi hissettirsin.”
Paragraf Yorumları