logo

4. İLK TEMAS

Views 1477 Comments 43

Küçükken bir keresinde düşüp çok kötü bir şekilde avcumu kesmiştim. Yerdeki cam avcuma girmişti, öyle keskin bir camdı ki parçaları avcuma dağılmış, avcumun kanlarla dolmasına neden olmuştu. Vakit öğlendi, annem dışarıya çıkmama izin vermiyordu fakat ben patenlerimle kaymayı çok seviyordum. Annem patenlerin kız çocukları için değil, erkek çocukları için olduğunu söylerdi. Annem yokken evde paten sürerdim fakat o gün annem evdeydi, ben de o uyurken evden çıkmış, sahil kenarında o patenleri sürmek istemiştim.

Sonu elbette hüsrandı, önüme bir taş çıkmıştı ve o sahilin kalabalığının ortasında yere düşmüş, birkaç metre sürüklenmiştim. Avuçiçlerim yere sürtünmüştü, cam da parçalanarak avcuma girmişti.

Herkes çevreme toplanıp beni yerden kaldırmıştı. İlk başta patenlerimi çıkarmış, ardından banklardan bir tanesine oturup oradaki insanlara birazdan annemin beni gelip alacağını söylemiştim. Yavaş yavaş yanımdan uzaklaştıklarında ise can acısıyla dakikalarca ağlamıştım.

Kimseden yardım istememiştim o gün. Evim aslında beş dakika uzaklıktaydı ama eve gidersem annemden yiyeceğim azarlardan korktuğumdan avcum daha fazla kanamaya ve daha sonra sızlamaya başlamasına rağmen can acısıyla orada durmaya devam etmiştim. Babam akşam eve geliyordu, bu yüzden ben de akşama kadar eve gitmemiştim.

Sanki o an annemden azar işitmek, canımın acısından daha önemliydi. Bu his çok başkaydı. Akşama doğru acı hissetmemeye başlamış, durumunun iyiye gittiğini düşünmüştüm ve tam babamın iş çıkış saatinde eve gitmiştim.

Annem kapıyı öfkeyle açtığında ilk başta üzerimdeki kiri görüp küfürler savurmuştu. Ardından babam koşarak içerinden gelmişti. O esnada elimi gören annem saçlarını yolmaya başlamıştı.

Babamın yüzündeki endişeli ifade elimi gördüğünde artmıştı, direkt bileğimden tutup avcuma bakmış, kocaman gözlerle beni kucaklayıp hastaneye götürmüştü. Yol boyunca defalarca özür dileyip ağlamıştım ama babam da defalarca özür dilememem gerektiğini söyleyip neden bu zamana kadar beklediğimi sormuştu. Ona annemden korktuğumu söylediğimde ise her zaman olduğu gibi yanlış düşündüğümü söylemişti, halbuki o zaman bile yanlış düşünmediğimi biliyordu.

Hastaneye gittiğimizde doktor elime bakmış, sonra hemşireler gelip temizlemişti. Bu esnada doktor babama bu saate kadar nerede olduğumuzu sormuştu, babam ona gizlendiğime dair açıklamalar yapmıştı. Annem yerine utanıyordu fakat sesinde öyle bir korku vardı ki defalarca doktora bir şeyler yapılması gerektiğini söylemişti.

Hemen gelseydim olayın bu kadar büyümeyeceğini söylemişti doktor, hatta mikrop yayıldıysa elimi bile kesebileceklerini öğrenmiştim. Elbette bunu benim yanımda konuşmamıştılar ama küçüklüğümden beri kapı dinlemeye alışıktım. Hiçbir şey hissetmemiş, öylece elimi kesemeyeceklerini düşünmüştüm ama büyüdükçe o gün kangren olmama ramak kaldığını fark ettim.

Babam doktora elimi kurtarması için yalvarmış, defalarca ondan bu yönde söz istemişti. Zaten vitiligo rahatsızlığıyla bir savaş içinde olduğumdan bir de elimi kaybedersem insanların benden daha çok çekineceğini dile getirmişti. İnsanlar benden korkardı, annem daha fazla utanırdı ve babam daha fazla yıkılırdı. Çünkü aksini söyleseler de insanlar kusurları olan kişileri bakışlarıyla ezmekten, onlardan korktuklarını belli etmekten asla geri durmazdı.

Teyzemin çoğu zaman vitiligonun onlara bulaşmasından korkarak bana sarılmadığını bile hatırlıyordum, belki de annem de bu yüzden bana sarılmıyordu.

Bir operasyon geçirdim, avcumun içinden parça parça camları çıkardılar, temizlediler. Bunları beni uyuşturup yapmıştılar ama uyuşma geçtiğinde çektiğim acının haddi hesabı yoktu.

O gün babam eve gitmek istememişti, annemse sadece arayıp durumumu sormuştu. Hastaneye gelmemişti. Babam onu kanın tuttuğunu söylemişti ama bana öfkeli olduğu için gelmediğini biliyordum.

Bir gün sonra elim sarılı şekilde eve gönderilmiştim. Hastaneden çıkarken elimin durumunun zamanla belli olacağını dile getirilmişti.

İnanılmaz bir acıydı ve ağrıkesicilerle ayakta duruyordum ama acıdan ziyade sahilde bıraktığım patenlerime ağlıyordum. Eve geldiğimizde annemin yedek patenlerimi de çöpe attığını görmüştüm, katiyen bir daha paten ya da bisiklet sürmeyeceğimi söylemişti. Bu kez babam da karşı çıkmamıştı.

Annem bu süreçte bir kez olsun elimi tutup bana sarılmamış, hatta aksine benim aptal bir kız olduğumu söyleyip durmuştu. O zamanlar Meryem bir bebekti, henüz engelli değildi. Bana onu gösterip, “O hiçbir zaman senin gibi kusurlarla dolu olmayacak,” demişti.

Maalesef öyle olmamıştı, Meryem şu an engelliydi ve anneme göre iki kız çocuğu da kusurlardan ibaretti.

Zamanla neyse ki avcum iyileşti, avcumun içinde derin bir kesik izi kaldı ama elimi kesmek zorunda kalmadılar. Babam çok mutluydu; o olmasaydı elimin kesileceğinden emindim.

O günden sonra ne paten sürdüm ne bisiklet. İkisi de yasaklanmıştı evet fakat ben de onlara yaklaşmak istememiştim çünkü o kesiği her gördüğümde avcumun acısını hissedebiliyordum.

Ve şimdi karşımda Tugay Demir Çeviker vardı, eli dirsekten itibaren protezdi ve kestiklerini söylüyordu.

Ben bir cam parçasının avcuma girmesiyle dahi baş edememiştim. Evet, çocuktum ama bazen acıların çocuklukla alakası olmazdı ve o acıyı yetişkin bir birey de çekebilirdi. Tugay bana bu acıdan çok daha fazlasını yaşadığını söylüyordu.

Gözlerim siyah protez eline kaydığında parmaklarını hareket ettirebildiğini gördüm, pille çalışan bir eli vardı. Eline baktığımı fark ettiğinde parmaklarını daha hızlı hareket ettirmeye çalıştı ama o mekanik ses kulaklarımdaydı, dizime bir damla yaş düştüğünde ağladığımı fark ettim.

Buna hazırlıksızdım, o da hazırlıksız olacaktı ki protez olan sol elini benden gizledi. Donuk bakışlarla eldivenini aldı. "Bana acıma Sevgili Avukat," dedi. Sesinde keder vardı, ona acımış olmamın verdiği keder. "Bunu sana bana acıman için göstermedim, her çaresizliğin içinde bir çare olduğunu bil diye gösterdim. Sol elimi kullanıyordum; yemek yerken, yazarken ve daha birçok şeyde ama zaman ve bu acı bana sağ elimi de kullanmayı öğretti."

Gözlerimi masadan ayırıp ağır ağır ona baktım, gözlerinde yine o saygılı ifade vardı fakat çenesi kasılmıştı. "Bakma öyle," dedi gözlerini kısarak. "Sağ elimle daha iyi yazıyorum."

Burnumu çekip elimin tersiyle gözlerimi sildim fakat boğazıma oturan yumru bir türlü geçmiyordu. "Bunu neden yapt…" diye söze başlayacağım sırada neden yaptıklarını sormanın ahmaklık olduğunu fark ettim. "Bunu nasıl yaptılar?" diye sordum bu kez.

Hiçbir şey söylemeden öylece yüzüme baktı, sonra yeniden eldivenlerini giydi. Bileğine kelepçeyi geçirdi ve bana uzattı, sol elinin bilek kısmını sıkmamı istiyordu.

Geçen gün de kolayca bileğini o kelepçeden kurtarabilecekken bana duyduğu saygıdan ötürü bunu yapmadığını fark ettim.

Bir kelepçeye, bir ona bakarken ela gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Kelepçeye uzanmadım bile. İşaretparmağımı sol avcumun içindeki o kesik izine sürterek, "Uyuş…" dedim, sonra yutkunup boğazımı temizledim. "Uyuşturdular mı?"

Dudaklarını birbirine bastırıp başını iki yana salladı ve bunu yaparken aynı acıyı çektiğini gözlerinde gördüm.

"Bu canilik," diye fısıldadım acıyla. "Bu kadarı çok fazla. Seni uyuşturmadılar ve kolunu mu kestiler? Gizli gizli mi yaptılar bunu?"

Yine başını iki yana salladı.

"Çok…" diye fısıldadım, sonra avcumun içindeki o kesiğin aslında nasıl da önemsiz bir acı olduğuyla yüzleştim. "Çok acımıştır," dedim ve yeniden gözlerim doldu.

Çenesi kasıldı, daima yüzünde oluşan o tebessüm kuş olup uçmuştu. Başını omzuna doğru yatırdığında bakışları gözlerimden dudaklarıma, oradan boynuma ve göğüskafesime, son olarak da elime kaydı. Parmağımın hareketi duraksadığında gözünden hiçbir şey kaçmadığını fark etmiştim.

Yeniden bana baktığında gözümden bir damla yaş daha aktı. Mahkûmların işkence gördüğünü biliyordum fakat bir dünyayı dışarıdan görmekle o dünyada yaşamak ve olanı biteni dinlemek arasında dağlar kadar fark vardı.

"Çok acıdı değil mi?" diye sordum, sonra bunun cevabını neden merak ettiğimi anlayamadım. İçimdeki öfkeyi alevlendirmek miydi niyetim, Krallık’ın gerçek yüzüyle bir kez daha karşılaşmak mıydı yoksa onun benimle bir şeyler paylaşmasını istemem miydi?

Birkaç saniye daha yüzüme baktı, ardından ağır ağır başını iki yana salladı. Acıdı diyemedi, bunu benimle paylaşmak yerine güçlü görünmeye çalıştı fakat inanmayarak ona baktığımda yüzüne yine o bilindik gülümseme oturdu. "Acımadı," dedi hafif alaylı ve ciddiyetsiz. "Belki de uyuşturmuşlardır, öyle çok büyük bir acı değildi."

"Neyle kestiler?" diye sordum.

Boğazını temizledi, gözlerini sadece birkaç saniye kaçırıp, "Balta," dedi boğuk bir sesle. Henüz elini kestiklerini söylemediğinde bile çekmiş olabileceği acıya inanamamıştım ama baltayla kestiklerini söylediğinde resmen o acıyı hissettim.

"Çok acımıştır," dedim bir kez daha.

"Acımadı," dedi ve yeniden yüzüme baktı.

"Müvekkiller avukatlarına yalan söylememeli," dedim sertçe fakat sesimdeki acı geçmiş değildi.

"Ve avukatlar ağlamamalı," dedi sözümün üzerine. "Özellikle benim avukatımsan, benimleysen." Gülümsemeye devam etti. "Şimdi sana ağladığın için daha fazla çiçek göndermek zorunda kalacağım, bu zekiceydi. Gözlerinden akan yaşları mı sayayım Sevgili Avukat? Her yaş için bir çiçek gönderebilirim."

Gülerek burnumu çektim, ardından saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Gerçekten seram çok küçük, bana artık çiçek gönderme. Onları sığdıramıyorum."

"O halde bahçe almalıyız sana," dedi düşünceli bir sesle. "Çünkü ben sana dilediğimce çiçek göndermek istiyorum."

"İstediğin olsun diye bana bahçe mi alacaksın?" Bir kez daha güldüm. "Bu çok bencilceydi."

"Eh," diye mırıldandı. "En azından bencilliğimi sana çiçekler göndermek için kullanıyorum Sevgili Avukat." Bu kez içten bir şekilde gülümsedi. "Çiçekleri bu denli seviyorken neden bu kadar karanlık giyiniyorsun?" Sorusu karşısında kasıldım. "Eminim dolabında birçok çiçekli elbisen vardır ve rengârenk kıyafetlerin." Kaşlarını çattı. "Seni o şekilde görmek için sadece bahçe almam yetmeyecek gibi."

"Çiçekli elbiselerim yok," dedim hemen ve utançla gözlerimi kaçırdım. "Ayrıca ben bir avukatım, öyle giyinmek pek yakışmaz." Nasıl da annem gibi konuşmuştum ama.

Tugay gülmeye başladığında öne eğildi ve o an yakınlığımızdan hiçbir şekilde rahatsız olmadığımı fark ettim. Genelde insanlarla çok yakın temas kurmaktan kaçınırdım ama şu an bir bacağım Tugay'ın iki bacağının arasındaydı ve o öne eğilmiş, aramızdaki iki karışlık mesafeden benimle konuşuyordu.

"Ben de bir mahkûmum," dedi gülerek. "Ve çikolataları çok severim." Gözlerim büyüdü. "Silahları sevdiğimi söyleseydim şaşırmazdın ama çikolata dediğimde şaşırdın." Göz kırptı. "Kuralları yıkmak için bu yola çıktım Sevgili Avukat. Sen de yık kuralları ve o çiçekli elbiselerden bir tanesini giy. Ben görmesem bile sen aynada kendini gör. Eminim çok yakışacaktır."

Yüzümü buruşturdum. "Bu imkânsız."

"Ne kadar imkânsız?"

"İmkânsız işte."

"Ne kadar işte?" dedi taklit ederek. "Özgürlüğüm kadar mı? Yoksa güneşi görme ihtimalim kadar mı?"

"Bu da ne demek?"

Başını omzuna doğru yatırdığında gülümsemesi silinmedi. "Biz mahkûmlar sadece beş dakikalığına gökyüzünü görebiliyoruz Sevgili Avukat, unuttun mu? Bu da ancak geceleri mümkün oluyor. İnan bana yıldızları ezberledim ama güneşi ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezsin." Bunu unuttuğum için kendimi bıçaklamak istiyordum fakat o bana kırılmamıştı. "Bulutları severim ve yine bir kuralı yıkmak gerekirse gece adamı değilimdir."

Onun pilot olduğunu hatırladım ve canımın acıdığını hissettim. "Bulutları çok sevdiğin için mi pilot oldun?" diye sordum kendimi tutamayarak.

Yüzündeki gülümseme silinmedi ama dudaklarını ıslatırken bakışlarını arkamdaki duvara çevirdi ve bir süre cevap vermedi.

"Senelerdir güneşi, bulutları, aydınlığı görmedim," dedi donuk bir sesle ama hâlâ gülümsüyordu. "Ve artık güneşi görmek imkânsız gibi geliyor." Yeniden bana baktı, gözlerinin içinde bir ateş vardı. Bir şey bana o ateşin benim için yandığını düşündürdü. "Söylesene Sevgili Avukat," dedi o sırada umutsuz bir sesle. "Seni çiçekli elbiseler içinde görmem, güneşi görmem kadar imkânsız mı?"

Ne cevap vereceğimi bilemiyordum ama kalp atışlarımın hızlandığının farkındaydım. Gerginlikten olmalıydı çünkü Tugay'ın bir sonraki cümlesinin ne olacağını asla kestiremiyordum, sürprizlerle doluydu. O sürprizlerin kalbimi hızlandırması ve beni germesi ise tuhaftı.

Beni geriyordu, evet. Geriyordu değil mi?

"Sanırım," dedim gözlerimi kaçırarak. "Sanırım o kadar imkânsız diyeceğim ama…"

Başını eğip görüş açıma girdiğinde göz göze geldik. "En azından özgürlüğüm kadar imkânsız değil, güneşi hissediyorum çünkü. Hâlâ bir umut var diyebiliriz."

O kadar dikkatli bakıyordu ki odağımı değiştirsem bile yine gözlerini görebilecekmişim gibi geliyordu. "Sende çiçekleri sevecek bir tip de yok aslında," diyerek lafı değiştirdim.

"Sevmiyorum ki," dedi omuzlarını silkerek.

"O zaman neden çiçek gönderiyorsun?"

"Çünkü sen seviyorsun."

Gözlerimi kıstım, beni taklit etti; tek kaşımı kaldırdım, aynısını yaptı; dudaklarımı birbirine bastırdım, o da yaptı. Kendimi tutamayıp güldüğümde o da güldü, ardından beni hapsolduğum yerden kurtararak dik bir duruşa geçti, aramıza mesafe koydu.

Aramıza biraz mesafe girdiğinde rahatlamam gerekiyordu fakat aramızdaki bir ipin koptuğunu hissettim, bu da beni rahatsız etti.

Elimi saçlarıma geçirip karıştırdım. Ardından ayağa kalkıp gardiyana, "Onu revire götüreceğiz," diye emir verdim. "Aç kapıyı."

"Efendim," dedi gardiyan. "Yasaklar..."

"Revire götüreceğiz," dedim bir kez daha.

"Bunu yapamam çünkü..."

"Müvekkilimi revire götüreceğim!" diye bağırdığımda bakışlarım gardiyana döndü. "Kapıyı aç!"

Gardiyan kaşlarını kaldırdığında bakışları Tugay'a kaydı, sonra hızla kapıyı açtı. Yeniden Tugay'a dönüp baktığımda gülümseyerek beni izlediğini gördüm. Oturduğu sandalyeden kalkarken gardiyan ona doğru yürüyordu. Kelepçeleri takacaktı ki hemen, "Gerek yok," dedim. "Bu hapishanede kurallara kulak asılmıyorsa biz de öyle yapacağız."

Tugay üstten üstten bana bakarken dik durmak için hareketlendi fakat zorlandığında yüzünü buruşturdu. Ona yardım teklif etmeyi düşündüm fakat direkt olarak bu fikirden vazgeçtim çünkü bundan hoşlanmayacağına emindim; zaten çoktan yanımda yürümeye başlamıştı.

Onun adımlarına ayak uydururken boy farkımızla bir kez daha yüzleştim, sonrasında ise bana sırıtarak bakan yüzüyle.

Kapıdan çıktığımızda gardiyan da bizimle yürümeye devam etti, hemen arkamızdaydı. "Gardiyan?" dedi Tugay bana bakarak. "Çok havalı değil miydi sence de?" Omzunu hafifçe omzuma dokundurdu. "Yine öyle bağırman için yeniden mi yaralanmam gerekiyor?"

"Sen bir manyaksın," diye ağzımın içinde gevelediğimde duvarları kavlanmış koridorda yürüyorduk ve çığlık sesi duyuyordum, bir adam haykırıyordu acıyla. İşkence görüyordu, bunu biliyordum. Çığlık sesi duymak irkilmeme neden olmuştu ama Tugay da gardiyan da öyle rahattı ki… Onların alışık olduğu bu ses beni gittikçe daha fazla korkutuyordu.

"Sayılır," dedi gözlerini bir an olsun benden ayırmadan. Ben arada sırada dönüp ona bakıyordum ama o, bana bakmadığı her an gidecekmişim gibi davranıyordu. Ya da her zaman tetikteydi, tam ayırt edemiyordum. "Ve şu an bunu yapmana gerek yok, beni iyileştirmeni istemedim. Revire gitmemiz yasak, kendini Krallık’ın önüne atıyorsun. Tek istediğim işkenceleri engellemendi."

"Tugay Demir Çeviker'in avukatı olarak kendimi onların önüne yeterince attığımı düşünüyorum."

"Bir daha söylesene avukatım olduğunu," dedikten sonra sırıttı. "Daha havalı göründün." Gözlerim büyüdü. "Tugay Demir Çeviker'in avukatı, benim avukatım. "

Gülerken gözlerimi kaçırdım. O esnada gardiyan önümüze geçip bize yol göstermeye başladı. Tugay'ın bileklerinde kelepçeler vardı fakat takılı değildi, bunu sadece üçümüz biliyorduk. Her an birine zarar verebilirdi, bana zarar verebilirdi, kendine de öyle ama bütün bunları yapmak yerine bana bakmaya devam ediyordu.

"Kurallar yazılıdır Tugay Demir," dedim baskın bir sesle. "Yasaklar ise Krallık’ın sözlü uyarılarıdır. Değiştirilmeyen bazı maddeler vardır anayasada, o maddelerden biri de mahkûmların iyileştirilmesi konusunda." Başka bir yöne döndük, bu koridor daha temiz görünüyordu. "Kısacası ben seninle kurallara göre ilgileneceğim."

Kaşları havalandı. "En azından bu hayatta hâlâ hukuktan bahsedebilen birileri var," dedi. "Hiçbir zaman yanlış seçim değildin."

"Yani beni seçmenin tek nedeni hukuka aykırı davranmamam mı?" diye sordum revirin önüne geldiğimizde. O sırada revirin sol tarafında bekleyen iki gardiyan büyük bir şaşkınlıkla bize bakıyordu. Yavaş yavaş yayılacaktı Krallık yanlısı Eftalya Atalar'ın Krallık karşıtı Tugay Demir Çeviker'in avukatı olduğu.

"Hayır," diye net bir yanıt verdi.

"Peki ne?"

"Vardır bir nedeni," dedi ezberden o cümleyle. "Vardır bir izi, vardır bir lekesi Sevgili Avukat."

Sorgulayan gözlerle ona bakarken gardiyan revirin kapısını açtı, ardından içeriye geçmemiz için bekledi. Tugay ellerini kaldırıp kapıyı işaret etti. Yüzünde alaylı bir ifade vardı fakat yine bana kibarlık yaptığını göstermeye çalışıyordu.

Önden revire girerken bütün imkânsızlıklara, bileğindeki o kelepçelere, ortama ve Krallık’a rağmen nasıl bu şekilde olduğumuzu sorguladım. O bir mahkûmdu, bense avukatıydım; aramızdaki ilişkinin müvekkil ve avukat ilişkisinden ibaret olması gerekirken her şey normalmiş, dışarıdaymışız gibi davranması ve benim de bu şekilde hissetmem tuhaftı.

Biz çoktan o resmiyet duvarını yıkıp geçmiştik.

Gardiyan arkamda kalan Tugay'ın yanına geçti hemen. Revire adım attığım an revirin temizliğiyle, sakinliğiyle ve boş boş oturan doktorla karşılaştım. Dört sedye vardı, dört perde, iki kapı ve o kadar temizdi ki buraya hiçbir mahkûmun gelmediğine, gelse bile iyileştirilmek üzere yatışı verilmediğine emindim.

Doktor başını önündeki, Krallık’a ait olan kitaptan kaldırdığında gözlerim hemen yarım ay dövmesini buldu. Onun gözleri ise Tugay'la beni.

Bir anda ayağa kalkıp sert bir sesle, "Neler oluyor burada?" diye sordu. Kendini korumak istiyormuş gibi direkt olarak sandalyesinin arkasına geçti. Üzerindeki beyaz önlükte bir tane bile leke yoktu çünkü sadece burada oturuyordu, mahkûmlardan bir tanesini bile iyileştirmeye çalışmadığını biliyordum. "Sizin burada ne işiniz var?" diye sordu. Gözleri Tugay'a kaydı, sonra gardiyana ve en son bana. "Ne hakla buraya girersiniz?"

Birkaç adım atıp gardiyanın ve Tugay'ın iyice önüne geçtim ve doktorun da ben yaklaştıkça geriye gittiğini gördüm. "Avukat Eftalya Atalar," dedim kendimi tanıtarak. "Müvekkilim Tugay Demir Çeviker'in yasalar gereğince tedavi edilmesini emrediyorum."

Doktor öyle büyük bir şaşkınlıkla baktı ki Tugay'ın arkadan güldüğünü işittim. "Yasak," dedi doktor gözlerini büyüterek. "Bunu benden nasıl isteyebilirsin?"

“Yasak olduğuna dair belge göster,” dedim sert bir sesle. Dudakları aralandı. “Buradasın ve burada olduğun sürece sadece gardiyanları tedavi etmekle yükümlü değilsin. Kuralları değil, yasaları dinleyerek seninle konuşuyorum. Şu an müvekkilim Tugay Demir’i tedavi edeceksin. Ardından ister beni şikâyet et, ister yapay bir kural belgesi çıkar, umurumda değil, şu an bunu yapmazsan yasal olarak sonuç vermese de bir yola gireceksin.”

Doktor büyük bir şaşkınlıkla yüzüme bakmaya devam ederken gülümsedim. "Anlaşıldı," dedim, ardından Tugay'a döndüm. "Sedyelerden birine geç lütfen, doktor seninle ilgilenecek."

Tugay dilini dudağında gezdirirken beni uzun uzun süzdü, ardından dönüp doktora baktı. Gözlerindeki ifade değiştiğinde korkutucu yüzünü bana göstermediğini fark ettim. Yine gülümsüyordu ama o kadar baskın bir gülümsemeydi ki bu, göz ucuyla doktorun yine gerilediğini gördüm.

"Evet," dedi Tugay çenesiyle beni işaret ederek. "Kendisi benim avukatım olur."

"Bu…" dedi doktor ama dili dönmekte zorlanıyordu. Tugay ise konuşmasını beklemeden sedyeye oturdu, gardiyan da onunla beraber ilerliyordu. "Bu öylesine bir mahkûm değil." Bakışlarım doktora döndü, eliyle sıkıca sandalyeyi tutuyordu. "Herkes bir yana ama bu adamı tedavi edersem işime son verirler."

"Zaten işine son verecekler," dedim gözlerimi devirerek. "Çünkü senden daha iyi adamlarını yerine getirecekler ve bu böyle devam edecek."

Tugay yüzüstü uzanıp kelepçeli ellerini başının üzerine yerleştirdi, gardiyan yavaşça sırtını açtı. O an revirde bile bir pencere olmadığını ve beyaz floresan ışıklarıyla aydınlatıldığını gördüm. Bu çok acımasızcaydı, bu kadarı fazlaydı. Mahkûmlar buraya gündüz vakti gelir de güneşi görürler diye revire bile pencere yapmamışlardı.

Doktor gardiyana, "Kelepçeleri takılı mı kontrol et," dedi.

"Takılı." Gardiyan bu sırrı üçümüzün arasında tutmaya devam ediyordu.

Sakin adımlarla Tugay'ın olduğu tarafa yürüdüm, ardından kollarımı göğsümde bağlayıp ona doğru eğilerek, "Uslu dur," diye emir verdim. "On üçüncü cinayet istemiyorum."

Tugay göz ucuyla bana bakıp, "Abartıyorsun," dedi. "Birkaç saattir kimseyi öldürmedim." Tek kaşımı kaldırdığımda başını salladı ve beni onayladı.

Doktor bize doğru yürüyordu. "Bu yaptığın yüzünden alacağın cezayı biliyor olmalısın," dedi bana. "Bana tehditle iş yaptırıyorsun, mahkûmu iyileştirmek istiyorsun, yasakları çiğniyorsun." Gözleri Tugay'ın sırtına kaydı, yüzünü buruşturdu. "Üstelik işkence görmeyi hak eden biri için bunu yapıyorsun."

"Hak edip etmediğine sen karar veremezsin," dedim ters bir sesle. "Tek yapman gereken onu iyileştirmek ve iyileşene kadar burada tutmak." Doktor inanmayarak bana baktı. "Bu şekilde dönerse hücrede mikrop kapar, bunu istemiyorum."

"Krallık bunu uygun görüyorsa..."

"Ben ne uygun görüyorsam," diye düzelttim cümlesini.

Tugay'ın yine sırıtarak bana baktığını gördüm. Gardiyan bile aynı ifadeyle bana bakıyordu. Biliyordum yaptığımın başıma büyük bir dert açacağını, Krallık karşıtı bir mahkûmun avukatı olduğumun daha hızlı ve fazla yayılmasına neden olacağını; hatta belki de bu durum yüzünden avukatlığım zedelenecekti fakat Tugay'ın sırtı bu haldeyken öylece çekip gidemezdim.

Doktor öfkeyle çekmeceden eldivenlerini çıkardı. Gardiyana bakıp, "Buraya kimse getirilmiyor mu gerçekten?" diye sordum.

"Yaralanan gardiyanlar ve çalışanlar sadece," dedi gardiyan kısık bir sesle. "Bir de bayılan mahkûmları ayıltmak için buraya getirirler."

"Yani işkencelere devam etmek için onları yaşatıyorlar," dedim daha kaba bir ifadeyle dile getirerek. Gardiyan cevap vermedi ama haklı olduğumu biliyordum.

Doktor diğer odaya geçtiğinde ilaç getirmeye gittiğini biliyordum, ne olursa olsun şu an beni şikâyet etmeyecekti ve bunun nedeni benden çekinmesinden öte yanımda Tugay olmasıydı. Ona güvenmiyorlardı, her an her şeyi yapabilirdi. Açıkçası şu an ben de güvenmiyordum, öyle bakıyordu ki her an kalkıp doktorun boynunu kırabilirdi.

"Bak," dedim ellerimi sedyeye sağ elinin yanına yerleştirerek. "Duruşmana bir hafta var Tugay ve bu kadar kısa zamanda ne yapabilirsem onu yapmak istiyorum ama bana yardımcı olman gerekiyor." Kaşları havalandı. "Birini öldürmek yok, kavga yok; kurallara uyacaksın." İmalı imalı bana baktı, dudaklarını gülmemek için birbirine bastırdı. "Tamam, yasalara uyacaksın," dedim. "Çünkü seni kurtarmanın bir yolunu bulmaya çalışacağım."

İşte bu beklenmedikti, gözlerinde bunu görebilmiştim. "Nasıl?" diye sorduğunda sırtına bakmamak için ekstra çaba veriyordum.

"Dosyandaki cinayetlerin hiçbiri kanıtlanmamış," dedim. "Ve hiçbirini itiraf etmemişsin, hepsi bir suçlamadan ibaret. Hoş reddetmemişsin de ama reddedersen…" Yüzündeki ifade değişince sustum. "Krallık’ın yanında olmaktan söz etmiyorum Tugay," dedim sakin bir sesle. "Bahsettiğim o cinayetleri işlemediğini söylemek." Hiçbir şey söylemedi. "Belki ilk duruşmada seni kurtaramam, belki ufacık bir ihtimal ama orada bir yerlerde o ihtimal var, anlıyor musun beni?" Yine hiçbir şey demedi. "Gardiyanları öldürmen dosyana işlemeyecektir," diye fısıldadım. "Çünkü o işkenceler de yasal değil fakat geçerli bir yasayı gözlerinin önünde çiğnersen seni asla kurtaramam."

"Bu ne demek?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Kuralların değil, yasaların geçerli olduğu bir yerde birini öldürmekten söz ediyorum," dedim onun anlayabileceği şekilde. "Zarar vermekten bahsediyorum. Ortalıkta BL örgütünün kurucusu olduğunu bağırmandan bahsediyorum, insanları gözle görülür bir şekilde ayaklanmaya sürüklemeden bahsediyorum. Krallık’tan birine herkesin gözü önünde zarar vermen örneğin. Bu bizi bitirir." Anlıyordu ve anlamak onu rahatsız etmişti. "Bunları yaparsan seni asla kurtaramam, duydun mu? Bana söz ver, artık bir kişiye bile zarar vermeyeceksin."

Yutkundu, doktorun odaya girdiğini duydum, bakışları o tarafa kaydı fakat bir söz vermedi. "Tugay," dedim fısıldayarak. "Lütfen." Gözlerindeki ifade yoğunlaştı. "Bunu benim için de yap çünkü yaptığın her şey beni de etkileyecek, anlıyor musun?" Doktor pamuk alırken Tugay’ın yüzüne doğru eğildim. “Artık işkence çekmek istemiyorsan,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Ve dik yürümek senin için bu kadar önemliyse, hatta özgürlüğü istiyorsan rol yapacaksın."

"Bütün bunları neden söylediğini biliyorum Sevgili Avukat," dedi o da kısık bir sesle. "Konu ne işkenceler ne kendi kurtuluşun ne de özgürlüğüm." Nefesi yüzümü okşadı. "Konu, tek bir hatamda direkt beni idam sehpasına çıkaracak olmaları, öyle değil mi?" Kalbim acıyla kasıldığında artık gülümsemiyordu. "Boynuma bir urgan geçirip beni asmamaları için çabalayacaksan sadece, o aşamaya gelene kadar ben zaten kendi canıma kıyarım, bunu dert etme."

Gözleri ela, saçları kumral, yüzündeki izlere rağmen güzel bir adamdı fakat gözlerinde o kadar büyük bir dünya vardı ki o dünyada patlayan bombaların, savaşların, ölen insanların izlerini bile görebiliyordum.

Doktor yanımıza geldiğinde dikelmek durumunda kaldım fakat omuzlarım düşük kalmıştı, bunun nedeni ise son cümleleriydi. Tugay öyle bir adamdı ki Krallık tarafından öldürülmektense gururu için kendi canına kıyardı; bu huyu babama benziyordu.

Doktor pamuğa bir ilaç sürdüğünde Tugay'ın sırtına baktı ve o bakınca ben de bakmak zorunda kaldım. Parçalanmış sırtında hangi noktayı tedavi edeceğini bilmiyordu, bunu gözlerinden anlayabiliyordum. Eli havada bir süre öylece kaldı, ardından en derin olan yaraya pamuğu sertçe bastırdı. Tugay dişlerini sıkarak inledi ve sağ eliyle benim elimi kavradı. Parmakları öyle sıkı tutunuyordu ki şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. İlk temasımız bir sedyede acıdan dolayı olmuştu.

Doktor ve gardiyan büyük bir şaşkınlıkla ellerimize baktığında elimi çekmem gerektiğini çok iyi biliyordum ama bunu yapmak bir yana, çektiği acıyla daha sıkı tutunsun diye elini daha sıkı kavradım. Öte yandan onları şaşırtan şeyin Tugay gibi birinin böyle bir hamlede bulunması olduğuna da emindim.

Parmakları elimi daha sıkı kavradı ve avcu, avcumdaki o izin üzerine denk geldi. Yeniden paten sürüyormuş gibi hissetmesem de paten gördüğümde üzülmeyeceğim bir gün gelecekmiş gibi hissettirmişti bu durum bana.

Doktor hırıltılı bir nefes verdikten sonra pamuğu başka yaralarına da sürmeye başladı, Tugay'ın çektiği acıyı sıktığı dişlerinden ve belirginleşen çene kemiğinden anlayabiliyordum ama çıtı çıkmıyordu. İnleme bile yoktu, tek yapabildiği elimi sıkıca tutmaktı. Ancak elimi çektiği acı kadar sıksaydı büyük ihtimalle parmaklarım kırılırdı. Bunu yapmadı, tutuşu sıkıydı ama canımı yakmıyordu. Sıcak eli güvende değil ama umutlu hissettirmişti.

"Bir ağrıkesici veremez misiniz?" dedim doktora.

"Hayır," dedi Tugay direkt. "Onların verdiği hiçbir ilacı istemiyorum." Çünkü güvenmiyordu.

Doktor bir cevap verme gereği bile duymadı, sadece işine devam etti. Tugay elimi tuttuğunu yeni fark ediyormuş gibi gözlerini elime kaydırdı, ardından kaşları çatıldı. Başparmağı sakince elimin tersinde dolaştı. Kasıldım ama bu rahatsız olduğum için değildi. Yüzünde gülümseme oluştuğunda ise kalp atışlarım hızlandı.

Ve o an elimi okşamadığını, aksine parmağını yüzükparmağıma doğru ilerlettiğini anladım. Başparmağı nişan yüzüğümün üzerinde duraksayıp ince halkaya dokunduğu anda rahatsız hissetmeye başladım. Öyle ki elimi çekmek istedim.

Tugay elimi çekmek istediğimi fark ettiğinde gözlerime baktı. Yine yüzündeki o gülümsemeyle, "En azından sol değil, sağ elinde Sevgili Avukat," dedi. "Bu bile benim sol tarafı daha çok sevmem için bir işaret."

Elimi bıraktığında boşluğunda soğuğu hissettim, bu çok tuhaftı ve maalesef rahatlamış hissettirmesi gerekirken öyle olmamıştı.

Kerem'i hatırladım, son tartışmamızı, olanları, parmağımdaki yüzüğü, Tugay'ın avukatı olduğumda gerçekleşecekleri ve işin en tuhaf kısmı, Tugay'ın duruşmasında onun karşısındaki savcının Kerem olacağını. Bunların hepsi üst üste gelmişti, çığlık atarak kaçmam gerekiyordu ama ben öylece cansız bir manken gibi durmuş Tugay'ın yüzüne bakıyordum.

Tugay bir an bile çekinmeden, "Dışarıdaki dünyada hâlâ aşk var sanırım doktor," dedi alayla. "İnsanlar parmaklarına yüzük takacak kadar birbirlerine âşık olabiliyorlar demek."

Doktor hiçbir cevap vermedi, sadece başının üzerinde birleşik duran ellerine baktı kelepçelerin yerinde olup olmadığını kontrol etme amacıyla.

"Öyle mi Sevgili Avukat?" diye sordu bana. "Anlatsana, bütün bu savaşların ortasında aşk nasıl yaşanabiliyor?"

Boğazımı temizlerken kollarımı göğsümde bağladım ve ellerimi ondan gizledim. "Bence gereğinden fazla soru soruyorsun," diye mırıldandım. "Artık susman gerekiyor."

Doktor pamuğu başka yaralarına da sürdü fakat Tugay’ın acıdan uyuştuğunu anlayabiliyordum çünkü yüzünde yine o gülümseme oluşmaya başlamıştı. "Sadece merak ediyorum," dedi masum bir tonla ama hiç de masum değildi. "Uzun zamandır içerideyim ve merak ediyorum. Eskiden olduğu gibi mi her şey?"

Doktor pamuğu bastırdı fakat Tugay aldırış etmedi. "Ben hiç âşık olmadım," dedi dürüst bir ses tonuyla. "Çünkü aşk benim dünyama uygun değildi, bu imkânsızdı." Göz kırptı. "Güneşi görmek kadar imkânsız ya da çiçekli elbiseleri." Yutkundum. "Ve zaten ömrünün uzun bir kısmını mahkûm olarak geçiren bir adamın bir de bir kadına mahkûm olması çok acınası olurdu." Dalga geçiyormuş gibi davranıyordu ama gerçekten böyle düşündüğünün farkındaydım. "Yine de bana aşkı anlatırsan senden dinlerim Sevgili Avukat."

"Yine akli dengen yerinde değilmiş gibi mi davranıyorsun Tugay Demir Çeviker?" diye sordu doktor kin dolu bir sesle. "Bunu artık kimse yemiyor."

Kendimi tutamayıp, "Gerçekten akli dengesi yerinde değil," dedim ve Tugay gülmeye başladı. Ciddiyetle ona bakarken gülmeye devam etti. Sırtı parçalanmıştı, az önce eline olanları benimle paylaşmıştı fakat bütün bunlar olmamış gibi gülüyordu.

Onun bu haline ben de gülmeye başladığımda gardiyan da doktor da şaşkınlıkla bize baktı fakat onlara aldırış etmedim, ta ki revirin kapısı aniden açılana kadar.

Gülerek kapıya baktım, kapıyı açan gardiyan öndeydi, arkasından bir adamı taşıyan iki gardiyan girdi. Adamın yüzü yara içindeydi, ağzından kan geliyordu ve yarı baygındı. Bacağı teklerken gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Ama yüzümdeki gülümsemeyi soldurup kalbimin ortasına büyük bir bıçak saplanmasına neden olan durum çok daha başkaydı.

Gardiyanların taşıdığı kişi babamdı.

"Baba…" diye fısıldadığımda gardiyanlar babamı Tugay'ın hemen yanındaki sedyeye yatırıyordu. "Baba," diye fısıldadım bir kez daha. Birinin fısıltılarımı duyup duymadığını bilmiyordum. Bacaklarıma sanki bıçaklar saplandı, zar zor ayakta duruyordum.

"İşkence sırasında yine bayıldı," dedi onu getiren gardiyanlardan biri. "Ve bu kez atak geçiriyor, acil müdahale istendi çünkü idam edilecek. İdama kadar ölemez." Kulaklarım uğuldamaya başladığında vücudum titriyordu. Oradaydım, bir yabancı gibiydim ve babamı ilk defa işkence çektikten hemen sonra, o bunu benden gizlemeyemeden görüyordum. Hayır, diyordu, bana işkence etmiyorlar Eftal, öyle bir şey sözkonusu bile olamaz.

Yalan söylemişti, işkence görüyordu, Tugay gibi kırbaçla vurmamışlardı ona, yüzünde muşta izleri vardı. Onu dövmüşlerdi. Onu öldüresiye dövmüşlerdi. Revire gelirken duyduğum çığlıklar babama aitti.

"Baba!" dedim daha yüksek sesle, ardından öyle hızlı bir şekilde ona doğru atıldım ki kimse beni tutamadı. İlk önce yüzünü tuttum, ardından elini ve sonra bacaklarını. "O benim babam," dedim babamın gözlerine bakarak. Ama onun gözleri kayıyordu, beni göremiyordu. "Baba!" diye bağırdım bir kez daha, ardından gardiyanlardan birinin beni çekmeye çalıştığını fark ettim.

Doktor babamın yanına doğru yürüdüğünde gardiyandan kurtulmaya çalıştım. "Baba!" diye yeniden haykırdığımda beni tutan gardiyanın karnına sert bir dirsek geçirdim. Babamın elini tuttum, ardından yüzüne yaklaştım. Nefes alıyordu ama hiçbir şey söyleyemiyordu, göremiyordu, hatta duyamıyordu sanki.

Bu kez iki gardiyan beni tuttuğunda avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Beni engellemeleri umurumda bile değildi. O an Krallık’ın kuralları da umurumda değildi. Hiçbir şey umurumda değildi. Krallık’ın nezdinde bu şekilde bağırmanın bile hapisle sonuçlandığını, bunun bir başkaldırı olarak görüldüğünü bilmem rağmen umurumda değildi.

"Baba!" diye bağırdım. Kollarımdan tutan gardiyanlardan kurtulmaya çalıştım ama imkânsızdı. Doktor babamın yanında durmuş bana bakıyor, bir şeyler söylüyordu ama onu duyamıyordum. "Öldü mü?" diye haykırdım, arkamdaki gardiyanlara tekmeler savurmaya çalıştım ama ya çok çabuk toparlanıyorlardı ya da benim gücüm kalmamıştı.

O sırada görüş açıma Tugay'ın yüzü girdi, ayaktaydı, gözlerimin içine bakarak bir şeyler söylüyordu ama ağlamaktan onu duyamıyordum bile.

"Avukat! Avukat, avukat!" diye sesleniyordu. "Beni dinle, bana bak." Ellerindeki kelepçelerden kurtulmamıştı fakat elleri yüzümü kavramıştı; bir eli soğuktu, bir eli sıcak. Oradaydı, yüzümü tutmuş beni sakinleştirmeye çalıştırıyordu. "Avukat!" diye bağırdı Tugay bir kez daha.

Son bir kez daha çırpındım ancak yine kurtulamadım ellerinden. Arkamdaki gardiyanlar destek istediklerini bildirdiler. Bizimle gelen gardiyan ise Tugay'ı tutuyormuş gibi davranıyordu ama onun bizim tarafımızda olduğunu biliyordum.

"Baba," dedim ağlayarak ama baktığım kişi Tugay'dı. "Öldü mü?" diye sordum, cevap beklemeden konuşmaya devam ettim. " Onu öldürecekler, işkencelerle öldürecekler." Artık çırpınmak için gücüm kalmadığından olduğum yer kalıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim.

"Yapma," diye mırıldandı Tugay. Parmakları yüzümde gezindi, gözümden akan yaşlar, onun avuçiçlerine doluyordu. Eldivenleri vardı ama birçok insandan daha samimiydi dokunuşu. "Yapma, yansıtma, bunu yapma, ne yapacaklarını biliyorsun."

Krallık gözünüzün önünde birini öldürse bile ses çıkaramaz, tepki veremezdiniz. Bu direniş demekti ve attığım çığlıklar, revirdeki kameraya direniş olarak yansımıştı.

O an benim umurumda değildi ama Tugay'ın umurundaydı.

"Onu öldürecekler," diye fısıldadım acıyla. Mantıklı düşünemiyordum, ilk defa babamı bu halde görmenin acısıyla mantığımın sesini duyamıyordum. Tugay kelepçelerden kurtulsun ve o revirdeki herkesi öldürsün istedim bir anlığına, hatta bunun için yalvarabilirdim.

Kapı açıldı ve içeriye üç gardiyan daha girdi. Girdikleri an yarım ay dövmelerini görmüştüm. Tugay'ın arkasına geçen bir gardiyan sertçe dizinin arkasına tekme attı ve Tugay'ın dizlerinin üzerine çökmesine sebep oldu. O sırada arkamdaki gardiyanlar beni revirden çıkarmak için harekete geçti.

"Hayır, öldürmeyecekler," dedi Tugay net bir sesle. "Ben babanın yanındayım, onunlayım." Babamı tanıyordu, onunla arkadaş mıydı?

"Onu öldürecekler…" derken âdeta revirden sürüklenerek çıkarılıyordum.

Tugay'ın arkasındaki gardiyan ağızlığı çıkardı ve ağzına takmak istedi fakat Tugay direndi. "Söz veriyorum," dedi. "Onu öldürmeyecekler, söz veriyorum."

Kapıdan çıkarılırken son gördüğüm ağızlığı ona zorla taktıkları ve az önce iyileştirmeye çalıştığım sırtına sert bir tekme geçirip onu yüzüstü yatırdıklarıydı.

Ardından kapı kapandı.

***

Son sürat giden arabanın içinde nefes alamıyordum. Kar yağıyordu, koşturan insanların arasından geçerken onlara çamur sıçratıyordum. Umurumda değildi. Çalan telefon da umurumda değildi, kendi canım da o an umurumda değildi.

Tek düşündüğüm babamdı, o hali gözlerimin önünden gitmiyordu. Ardından beni Ada Hapishanesinin önüne bırakmışlardı ve dik durmak için büyük çaba vermem gerekmişti.

O revirin ortasında attığım çığlıklar yolun sonuydu çünkü biliyordum, bu bir direniş demekti. Birkaç gün değil, belki de birkaç saat içinde bu yayılacak, görüntüler Krallık’ın eline ulaşacaktı, ardından benim de ipimi keseceklerdi.

Babamın duruşmalarında oldukça sakin kalabiliyorken bugün kalamamıştım.

Babamın kuralı buydu, ne olursa olsun önce kendi canımı düşüneceğime dair söz verdirmişti bana. O söz sayesinde ben o duruşmalarda babam suçlu bulunurken bile Krallık Selamı’nı verip yoluma devam etmiştim.

İki kolunuzu kaldırıyordunuz, üst üste getiriyordunuz ve kocaman bir çarpı işaretiyle Krallık yanlısı olduğunuzu belli ediyordunuz. Bu Krallık Selamı’ydı.

Ve ben bugün o çarpı işaretini parçalayıp geçmiştim.

Arabayı sertçe durdurduğumda yağan karın altında duran Sinan'la göz göze geldim. Yanında Ufuk da vardı. Örgütün yanıma verdiği koruma. Onu unuttuğumu fark ettiğimde dudaklarımdan bir küfür döküldü, arabadan inip sertçe kapıyı kapattım.

"Eftalya," dedi Sinan bana doğru koşarken, Ufuk da peşinden geldi. "Üzerine bir mont bile giymemişsin, üşüyeceksin. Neler oluyor?"

"Her şey mahvoldu," dedim Sinan'ın yüzüne bakarken. Ufuk başıyla selam verdi, karşılık verdiğimde sıcacık gülümsedi. "Her şey mahvoldu," dedim ikisine. "Kalemimi kıracaklar, her şeyi mahvettim."

Sinan endişeyle nefesini verirken ters ters Ufuk'a baktı, ardından kollarımı tutup bana doğru eğildi. "Bana ne olduğunu anlat Eftal," dedi baskın bir sesle. "Anlat, bir çaresine bakayım ve seni kurtarayım."

"Kurtaralım," dedi Ufuk düzelterek.

"O çeneni kapatman gerektiğini söylemedim mi?" diye çıkıştı Sinan. "Neden buradasın?"

"Çünkü ben diplomatik bir korumayım," dedi Ufuk. Sinan dişlerini sıktığında Ufuk gülümsedi, ardından bir adım öne çıkıp elini uzattı. "Merhabalar Eftalya Hanım," dedi ciddiyetle. "Bugün korumanız olarak ilk günüm fakat Sinan'ı benden kim koruyacak, bilemiyorum."

"Senin şimdi belanı..."

"Lütfen," dedim ikisine bakarak. "Şu an gerçekten sırası değil." Buz gibiydi hava, öyle ki Ufuk da Sinan da konuşurken ağızlarından dumanlar çıkıyordu ama benim vücudum cayır cayır yanıyordu. Bakışlarım Sinan'a döndü. "Bugün hapishanenin ortasında Krallık’ın yaptıklarına karşı çıktım, bağıra bağıra hem de." Sinan kasıldı. "Ve kamera da vardı, şahitler de." Sinan'ın dudakları aralandığında Ufuk daha rahat görünüyordu. "Çoktan görüntüler yayılmaya başlamıştır ama o zamana kadar ulaşmam gereken bir dosya var."

Sinan büyük bir şaşkınlıkla bakarken yaptığımın ne kadar büyük bir şey olduğunu gözlerinden görebiliyordum. "Bunu neden yaptın?" diye sordu, sonra yutkunup hızla üzerindeki ceketi çıkardı ve omzuma attı. Üşümemi engellemek istedi. "Sen asla böyle hatalar yapmazdın."

"Çünkü babamı..." Ufuk'a baktım, ardından sustum. "Dinle," dedim konuyu kapatarak. "Feridun Karaman'ın odasından idam yasası dosyasını çalacağız." Sinan'ın gözleri irileşti. "Kimlerin onay verdiğini görmek istiyorum, bugün bunu yapmazsam hiç yapamam. Tek istediğim ben odasına girdiğimde onun dikkatini dağıtmanız ve o odadan çıkarmanız."

Sinan eliyle yüzünü sıvazladı. "Neyin peşindesin Eftal?" diye sordu. "Bunlar çok büyük tehlikeler."

"Sinan," dedim sert bir sesle. "Ne diyorsam o." Bakışlarımı Feridun Karaman'ın ofisine çevirdim. "İçerideki korumaları geçebilecek tek kişi benim, dikkat dağıtacak kişiler de sizsiniz." Sinan onaylamaz bakışlarla beni izliyordu fakat Ufuk direkt olarak başını salladı. "Bir çaresini bulun," dedim binaya ilerlerken.

"Tek başına gidemezsin," dedi Sinan, arkamdan geliyordu. "Onların arasına seni tek başına göndereceğime ölmeyi yeğlerim, bunu çok iyi biliyorsun."

"Sinan," dedim ve elimi kaldırıp onu durdurdum. "Bir şey olacaksa ikimize de olsun kafasından çık, dışarıdayken beni daha rahat koruyabilirsin değil mi?" Sinan endişeyle yüzüme baktı. "Sadece bir çaresini bul," dedim geri geri yürümeye devam ederken. Ardından ceketini ona attım. "Ve dikkatli ol."

Cevap vermesini beklemeden asansöre doğru ilerledim, artık peşimden gelmeyeceğini biliyordum ama bunu yaptığı için kendinden nefret edeceğini de. Sinan daima sözümü dinlerdi ve sözümü dinlediği her an için benimle sonradan kavga ederdi. Yine edecekti fakat bunun bir önemi yoktu.

Asansör üçüncü katta durduğunda hızla indim, ardından sola dönüp iki korumayla göz göze geldim. İkisi de hazır ola geçerken korumalardan bir tanesi, "Eftalya Hanım," diyerek selam verdi. Bu Kerem'in korumalarından biriydi. Kendi korumasını buraya gönderdiyse bir şeylerden şüpheleniyor olmalıydı.

"Feridun Bey içeride mi?" diye sordum gülümsemeye çalışarak.

"Evet," dedi koruma. "Geldiğinizi haber vereyim." Henüz haber uçmamıştı, bu da güvende olduğumu gösterirdi.

En azından şimdilik.

Koruma içeriye girip kapıyı kapattı ve birkaç saniyenin ardından kapıyı açıp beni içeriye davet etti. Başımı sallayıp içeriye girdim. Feridun Karaman bilgisayarının başında kâğıtlarla uğraşırken adım seslerimi duyunca gözlerini bana çevirdi. Beni gördüğünde gözlerinin içi ışıldadı. Bu ışıldamadan nefret ediyordum çünkü o kadar iğrenç bir adamdı ki Kerem yokken benimle evlenmek üzerine şaka bile yapabiliyordu.

"Merhaba," dedim karşısında dururken.

"Ah, Eftalya," dedi Feridun, ardından sırtını sandalyeye yasladı. Mahkûmlar sırtındaki yaralar yüzünden yaslanamazken Krallık’takiler sırtlarını çok rahat yaslayabiliyordu. "Otursana, bir kahve söyleyeyim."

Masanın önündeki koltuğa oturduğumda, "Çok kalmayacağım," dedim gülümsemeye çalışarak. "Sadece buradan geçerken uğramak istedim, Kerem de belki buradadır diye düşünmüştüm."

"Kerem az önce çıktı aslında," dedi Feridun eli telefona gitmeden önce. "Soğuk bir şeyler ister misin? Alkol?" Sırıttı. "Bu aramızda sır olarak kalabilir."

Yüzümü buruşturmak yerine gülümsemeyi zorlukla tercih edip, "Gerçekten teşekkür ederim," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ben sadece sizi görmek istedim."

"Kayınbabanı mı görmek istedin yoksa Feridun Karaman'ı mı?" diye sordu. "İkisi arasında dağlar kadar fark var, öyle değil mi?"

"Sanırım her ikisini de," dediğimde ellerimi koyacak yer bulmakta zorlandım. Feridun gülümsedi ve aramızdaki sessizlik kışkırtıcı bir hal almaya başladı. Kaşını kaldırdı, gülümsemeye çalıştım, sonrasında ise gözlerini kıstı.

"Bir şey var," dedi ve başını omzuna doğru yatırdı. "Kerem'le mi bozuksunuz?"

"Hayır, Kerem'le her şey yolunda." Ve lanet olsun ki oğlun bir sinir hastası. "Ben sadece nişandan beri görüşmeyince..."

Dışarıdan yüksek bir müzik sesi geldi, bütün kapalı camlara rağmen ofisin içini doldurdu. Romantik bir şarkı çalıyordu. Müzik sesini duymak, özellikle bu devirde yüksek sesle, herkes için şaşkınlık verici bir durumdu ve sokaktan yükselen şarkının sesi, Feridun'un gözlerini kocaman açmasına neden oldu.

Kapı bir anda açıldı ve korumalardan bir tanesi içeriye girdi. "Efendim, dışarıda Ufuk diye bir adam var," dedi tedirginlik içinde. "Ve sizin için şarkı yazdığını söylüyor." Feridun ellerini masaya vurarak ayağa kalktı. "Size hayran olduğunu söyledi, ayrıca sizi tanıyormuş."

"Ufuk kim ulan?" dedi Feridun öfkeyle. "Beni nereden tanıyormuş?"

"Efendim," dedi koruma başını önüne eğerek. "Kahve makinesinden tanıdığını söyledi..." Gülmemek için kendimi tutarken boğuk bir nefes verdim, Feridun bana dönüp baktığında hızla ifademi toparladım. "Bir de, 'O bizim beraber içtiğimiz sütlü kahveyi unutamaz,’ dedi. Her zaman üç şeker atarmışsınız efendim."

Feridun dişlerini sıkıp ellerini sertçe masaya vurdu. "Bu nasıl bir terbiyesizlik!" dedi masanın yanından geçerken. "Engelleyemediniz mi?"

"Onunla görüşmezseniz kendisini yakacağını söylüyor efendim," dedi koruma ellerine bakarak. "Size hayranmış, büyük bir hayranlık."

"Bu terbiyesizlik…" derken Feridun'un yüzündeki o gururlu ifade midemi bulandırmıştı. Bakışları bana kaydı. "Hemen geliyorum Eftalya, bir hayranımı göndermem gerekiyor da."

Ufuk nasıl da iyi biliyordu Krallık’ın dikkatini dağıtmayı. Bu binanın önünde Ufuk sadece kendini yakacağını söyleseydi asla kılı kıpırdamazdı Feridun’un ama hayranlık ve okşanan ego onu bulunduğu yerden kaldırmıştı.

"Sorun değil," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ben beklerim sizi."

Feridun bir baş hareketinin ardından korumasıyla odadan çıktı. Kapı kapanır kapanmaz masasına geçtim ve kâğıtlara baktım. Hepsi yasalarla ilgiliydi ama idam yasasıyla ilgili bir şey görmemiştim. Parmaklarım bu kez direkt olarak bilgisayarını buldu. Açık ekrandaki dosyalara tek tek baktım ama idamla alakalı hiçbir şey göremeyince e-postalara girdim.

Ve gördüm, en üstteki e-postaya İDAM YASASI isimli bir dosya ekliydi, kocaman bir şekilde gözlerimin önünde duruyordu. Hızlı bir şekilde dosyayı kendime e-posta olarak attım. Dışarıdaki müzik sesi kesilmişti, ellerim titrerken kendi e-posta adresimi yazmakta bile zorlanıyordum. Bakışlarım kapıya kaydı. "Hadi," diye fısıldadım kendime. En sonunda dosyayı kendime gönderdim, ardından hemen onu gönderilenlerden sildim.

Gülümsedim, yerime geçmek için bir adım attım fakat gözlerim yeniden bilgisayara kaydı. İki seçeneğim vardı: Ya yakalanma riskine yeniden girecektim ya da yerime oturacaktım.

Elbette ilkini seçtim ve arama kısmına onun adını yazdım.

TUGAY DEMİR ÇEVİKER

Sadece bir e-posta vardı. Başlık BL ÖRGÜTÜ KURUCUSU TUGAY DEMİR ÇEVİKER olarak atılmıştı, dosyayı gönderen ise Kerem'di.

İçinde ne olduğuna bakmadan hemen o dosyayı da kendime attım, o sırada adım seslerini işittim. E-postayı gönderilenlerden silerken kapının koluna bir el uzandı, konuşmalar yakınlaştı ve kapı açıldı. Dosya silindikten hemen sonra sırtımı kapıya dönüp pencereden dışarıya baktım.

Bir nefes, iki nefes, üç nefes.

"Eftalya?" Başımı çevirdim, Feridun Karaman kollarını düzeltiyordu. "Bizi gördün mü?"

"Bakındım ama göremedim," dedim meraklanmış gibi. "Hallettiniz mi?"

"Evet," dedi Feridun çenesini kaldırarak. "Bir fotoğraf çekilip gönderdim ya." Sandalyesine ilerlerken ben de oradan ayrıldım. "Çok seviliyoruz, biliyorsun. Kıyamıyorum böyle hayranlarıma." Beni süzdüğü sırada kapıya doğru yürüyordum. "Gidiyor musun? Otur bir şeyler içelim, var senin bir karın ağrın."

"Ah," dedim elimi saçlarımdan geçirerek. "Aslında evet, vardı. Kerem'e hediye almak istiyordum, size danışacaktım ama beklerken aklıma aniden geldi." Kerem'e tüy bile almazdım. "Eminim çok sevecektir."

"Ne alacaksın?" diye sordu Feridun. "Otursana yahu."

"Çok heyecanlandım," dedim elim kapının koluna giderken. "Hemen gidip almam gerekiyor, çok üzgünüm. Sonra yeniden konuşuruz, olur mu?" Cevap vermesini bile beklemeden odadan çıkıp hızlı adımlarla asansöre ilerledim ve bindiğim gibi sırtımı yaslayıp derin bir nefes verdim.

Birkaç dakika sonunda binadan çıktığımda Sinan'ın arabamın önünde beklediğini gördüm. Koşar adımlarla yanına gidip, "Sürücü koltuğuna geç," dedim etrafıma bakmadan. "Hemen gidelim." Koltuğa oturdum, Sinan da sürücü koltuğuna geçip gazı kökledi. "Ufuk nerede? Harika bir iş çıkardı."

"Kusmaya gitti," dedi Sinan. "Feridun Karaman'ı yanağından öperken fotoğraf çekilmiş."

Başımı iki yana sallayıp gülmeye başladığımda köşede duran Ufuk'u gördüm, Sinan yavaşlayarak durdu. Arka koltuğa geçtiğinde, "Teşekkürler Ufuk," dedim. "Çok akıllıcaydı."

"Ne demek Eftalya Hanım," dedi Ufuk, eli ağzındaydı. "Umarım bozulan psikolojim için de bir desteğiniz vardır."

Gülerek ona baktığımda Sinan, "Göster fotoğrafı," dedi dikiz aynasından Ufuk’u inceleyip. "Göster de yüzünün ne tarafına işeyeceğimizi bilelim."

"Sinan," dedim uyarıcı tonda, ardından çantamdan telefonu çıkarıp e-postalara girdim. Tugay'ın dosyasına evde bakmaya karar verip İDAM YASASI dosyasını açtım. O sırada Ufuk, Sinan'a bir şeyler söylüyordu ama ne dediğine odaklanamayacak kadar önümdeki tek sayfadaydı aklım.

İdam yasasına onay verenlerin hepsi elimdeydi. Bu isimlerden bazılarını BL'nin ölüm listesinde görmüştüm ama beni şaşırtan Kerem'in gerçekten de söylediği gibi ret oyu vermesiydi.

Ve Feridun Karaman'ın idam yasasını onaylaması.

***

Çiçekleri sevmemin en büyük nedeni, öldükleri zaman canlarının acıdığını hissetmememdi.

Küçükken bir kedim vardı, iki yaşındayken hastalıktan ölmüştü. Ardından bir kuşum olmuştu, o da kaçmıştı. Tavşanım olmuştu, bana zarar vermişti. Köpeğimiz vardı, komşumuz bir gece çok havladığı için av tüfeğiyle vurup öldürmüştü ve onun yaptığı kanıtlanamamıştı. Tek gören bendim ve o zaman bile çocukların beyanını ciddiye almıyorlardı.

Köpeğimizin ardından her şeye küsmüştüm ve bir daha hiçbir canlıyı sevmeyeceğim konusunda yeminler etmiştim.

Babam köpeğimizin ölümünün ardından bana papatya getirmişti. Dümdüz beyaz bir papatyaydı, saksıdaydı fakat ölmek üzere gibiydi. Lise bire yeni geçmiştim, ders yoğunluğunun arasında babam masama bu beyaz papatyayı bırakıp ona bakmamı söylemişti.

Ölür, demiştim. Yaşatırsan sadece bir dalı ölür, diğer dalları yaşar, demişti.

Toprağı kurur, demiştim. İyi bakarsın, demişti.

Ömrü kısa olur, demiştim. Başka çiçeklere fırsat verirsin, demişti.

Çiçekleri sevmiyorum ki, demiş, Onlar huzurlu hissettirmez, diye de diretmiştim.

Sonuçta bir kediye ve köpeğe sarılmakla ya da bir kuşun sesini duymakla bir tutulamazdı.

Onlar da canlı, demişti babam. Vermen gereken tek şey biraz bakım, biraz su ve çokça sevgi Eftalya. Onları ne kadar seversen, o kadar güzel büyürler. Çiçekler geleceğimizi şekillendiriyor, lütfen bu papatyayı çok sev, onu güzelce büyüt. Geleceğini şekillendir.

Babamın o papatyayı verirken ona bu kadar bağlanacağımı düşünmediğine emindim. O papatyaya çok iyi bakmış, dalları çıktıkça çok mutlu olmuş ve başka papatyalar da edinmiştim. Ardından başka başka çiçekler. Her gün eve yeni bir çiçekle geliyordum, annem söyleniyordu fakat babam onu susturuyordu. Bir papatya, ardından gül, sonra zambak, orkide... O kadar büyüdüler ki babam şu an içinde oturduğum küçük serayı kurdu benim için.

Annem çiçeklere bağlanmayı bir hastalık gibi gördü ama ben onların tek bir dalına bile zarar gelse mahvoluyordum ve onları iyileştirmek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Zaten hayatım boyunca bağlandığım her şeyi çok abartırdım. Babamı abartıyordum, çiçekleri abartıyordum, tek dostum Sinan'ı abartıyordum… Fakat bir gece orkidem kurudu diye saatlerce ağladığımda babam dur çizgisini bana göstermişti.

Çiçeklerin de ömürleri var Eftalya, demişti. Fakat kökleri daima canlı kalır, onlar insanlar gibi değil, ağlama artık.

Ne zaman tamamen ölürler peki baba? diye sormuştum.

Yandıklarında, demişti. Çünkü onlar yandığında kökleri de yanar.

Gözlerim çiçeklerin üzerinde gezinirken bilgisayar ekranının ışığı yüzüme yansıyordu. Akşam olmuştu, serada kimse yoktu ve önümdeki dosyada Tugay'ın adı yazıyordu. Feridun'dan kendime attığım bu dosyada ne vardı bilmiyordum ama içimden bir ses, o dosyada her ne varsa artık hayatımın eskisi gibi devam etmeyeceğini bana âdeta haykırıyordu.

İki seçenek vardı önümde yine: Ya o dosyayı açacaktım ve yüzleşecektim ya da vazgeçip dosyayı silecektim.

Elbette ben yine ve yeniden ilkini seçtim.

Şarabımdan birkaç yudum içtikten sonra masada tırnağımla ritim tutmayı bırakıp dosyanın üzerine iki kere tıkladım ve sadece bir eklentiyle karşılaştım.

Bir video vardı. 2 dakika, 17 saniye.

Yutkunurken omurgamdan bir ürperti indi, elim ensemi bulduğunda göğsümdeki o beyaz lekenin daha fazla yayıldığını hissettim sanki, oysaki bu sadece bir yanılsamaydı.

Derin bir nefes verdikten sonra videonun üzerine iki kere tıkladım ve kendi cinayet videomdan sonra hayatımı değiştirecek ikinci video oynamaya başladı.

Video güvenlik kamerası kaydıydı, yukarıdan çekilmişti ve Tugay Demir bir sandalyede oturuyordu. Ellerini sandalyenin kollarına kelepçelemişlerdi, bacaklarını da ve üzeri çıplaktı, altında sadece şortu vardı.

Elleri. Elleri sağlamdı. Sol elini henüz kesmemişlerdi.

Gözleri karşısındaydı, dikkatlice birine bakıyordu ya da birilerine bilemiyordum ama video oldukça hışırtılıydı. Sesi daha fazla açtığımda arkadaki insanların kendi aralarındaki konuşmalarını işittim. Cezadan söz ediyorlardı, BL'den ve… bir isimden.

Hâkim Ali. Seneler önce öldürdüğüm o hâkimin ismiydi.

Mikrofona birisi konuştu, kameranın açısı değişti, camın arkasındakileri gördüm. Krallık mensuplarını, tanıdığım o isimleri. Kerem'i gördüm, Feridun Karaman'ı, eski başkanı ve yardımcısını. Başkan henüz ölmemişti, bir gece vakti uykusundayken onu henüz öldürmemişlerdi.

Mikrofona konuşan Kerem Karaman'dı. "İtiraf et ve kurtul," dedi Kerem, sesi boğuk geliyordu ama yüzünde keyifli bir ifade vardı. "Yoksa canın çok yanacak Tugay Demir Çeviker."

Kamera ikiye bölündü, artık iki tarafı da görebiliyordum. Tugay sesini bile çıkarmadan cama bakıyordu, camın ardındakiler de gözlerini ondan ayırmıyordu.

Başkan mikrofonu aldı. "Bana yazdığın mektubu aldım," dedi sakin bir sesle. "Ve sonuna attığın BL imzasını da gördüm." Vücudum kaskatı kesildi çünkü o zamanlar BL'yi kimse bilmiyordu. "Bu BL'de neyin nesi? Açıkla."

Tugay gülmeye başladı, ardından yere tükürdü; tükürdüğü yerde kan vardı. Onu dövmüşlerdi ama kamera net olmamasına rağmen daha genç, daha dinç olduğunu görebiliyordum. Henüz işkence görmediği fazlasıyla belliydi.

"Şanslısın başkan," dedi Tugay baskın bir sesle. "Çünkü BL adını öğrenen ikinci kişisin."

"Birinci kişi kim?" diye sordu Feridun Karaman.

Tugay gülümsedi, başını omzuna doğru yatırdı ve cevap vermedi çünkü birinci kişi bendim, bir mendil aracılığıyla BL örgütünü ilk öğrenen bendim. Bunun nedenini bilmiyordum fakat Tugay kendi örgütü dışında BL'yi ilk benim öğrenmemi sağlamıştı.

"Birinci kişi kim piç kurusu?" diye bağırdı Kerem. "Söylesene."

Tugay yine sustu.

"Bir direniş mi başlatacaksın?" diye sordu başkan. "Bunu başarabileceğini mi sanıyorsun?"

Burası bilindik sorgu odaları gibi de değildi. Rahatsız edici bir havası vardı, kameranın net olmayan görüntüsüne rağmen yerlerde dolaşan fareleri görebiliyordum; Tugay'ı sanki burada çürümeye terk etmişlerdi ya da edeceklerdi.

"Bir direnişten daha fazlasını başlattım," dedi Tugay. "Ve zamanla, başlattığım bu direnişim sizi öldürecek." Hafifçe öne eğildi. "Beni engelleyemeyeceksiniz," dedi üstüne basa basa. "Çünkü ben sadece bir kişi olmayacağım hiçbir zaman."

"Hapishaneye girecek birine göre fazla cesursun," dedi Feridun alayla. "Bunu nasıl başaracakmışsın?"

"Zamanla," dedi Tugay sakin bir sesle. Karşısındaki Krallık mensuplarına baş kaldırıyordu. “İlk önce insanlar fısıldayarak konuşacak BL’yi, ardından arabalarınızın camına notlar bırakacaklar, zamanla duvarlarda cümlelerimi göreceksiniz ve gitgide fısıltılar yükselecek, bağırışlara dönüşecek. Bir kişiyi engelleseniz bir başkası ortaya çıkacak, susturamayacaksınız. Zamanla sizden olanlar bile benimle birlik olacak, sizi bitirecek." Tugay gülümsedi. "Geceleri uyuyamayacaksınız, hatta bir gece vakti yataklarınızda ölü bulunacaksınız ve bunun için beni suçlayamayacaksınız çünkü hapishanede olacağım." Krallık mensupları birbirine baktı ve alayla güldüler, onu ciddiye bile almadılar.

Tugay görmediği halde, "Güldüğünüzü biliyorum," dedi başını omzuna indirerek. "Gün gelecek gülemeyeceksiniz ve benden kaçacak delik arayacaksınız. Ve ben sabırlı bir adamımdır."

Dik duruşu, net bakışları, üstün cümleleri. Tugay Demir Çeviker bu üçünden ibaretti ve izlerken yüzümde bir gülümseme oluşmuştu. Gurur gülümsemesiydi bu belki ya da belki de onun bu dik duruşuna hayranlık, bilemiyordum fakat videoyu durdurup onu birkaç dakika izlediğimde bu başkaldıran tavrının benim üzerimde de etki bırakmaya başladığını fark ettim.

Başımı iki yana salladım, videoyu yeniden açtım ve yüzümdeki gülümsemeyi sildim.

Başkan yeniden mikrofonu aldı. "Bırak bu masalları Tugay Demir," dedi aşağılayarak. "Algı dağıtmaya çalışma, Hâkim Ali'yi senin öldürdüğünü biliyoruz."

Elim boynuma gittiğinde kanımın çekildiğini hissettim. Hâkim Ali ölmüştü, onu ben öldürmüştüm ve bu video o cinayetten sonra çekilmişti.

Tugay sustu. Benim öldürdüğümü biliyordu ama bunu söylemiyordu.

Krallık mensupları emin olamıyordu, birbirlerine baktılar. Kerem mikrofonu kapatıp onlara bir şeyler fısıldadı, duyamıyordum ama bu iddiayı ortaya atan o gibiydi. Belki de Tugay'ı hapse attıran da Kerem'di. Ona duyduğu nefret videodan bile anlaşılıyordu.

"Sen öldürdün, değil mi?" dedi Kerem yeniden mikrofonu açtığında. "Seni parçalayıp timsahlara yem edeceğim, hatta bunu gözlerinin önünde yapacağım."

Tugay yine cevap vermedi. "Hâkim Ali'yi ben öldürdüm," diye fısıldadığımda beni kimse duymadı, duyamazlardı ama gerçeği sadece Tugay ve ben biliyorduk.

"Cevap ver," dedi başkan. "Yoksa cezalandırılacaksın."

Tugay yine hiçbir şey söylemedi. O kadar sessizdi ki dışarıdan bakan onun gerçekten Hâkim Ali’yi öldürdüğünü düşünebilirdi, halbuki ben öldürmüştüm ve Tugay bunu biliyordu.

"İtiraf et ve kurtul," dedi Feridun ciddiyetle. Üzerine gidiyorlardı çünkü o zamanlar Hâkim Ali'yi öldüren kişiyi bulmaları, halktan büyük alkış toplayacaktı. Ve Krallık alkışlara, kendi onurlarından daha fazla önem verirdi. "Yoksa Krallık’tan birinin canına kıymanın sonuçlarını biliyorsun Tugay Demir."

Zihnimde sirenler çalmaya, tırnaklarım avuçiçlerime batmaya başladı; sanki seradaki çiçekler tek tek kurudu, geriye kalanlar ise yaşamak bile istemedi.

Tugay yine sustu. Susmamalıydı, bir başkası olsa itiraf ederdi ama bunu yapmadı. Neden yapmadı? Hâkim Ali'nin ölmesini istediği için mi? Onu öldürmeyi isteyen o muydu yoksa beni mi koruyordu? Hayır, beni korumak için bir nedeni yoktu.

Tugay'a neden bunu yaptıklarını sormuştum, hatta nasıl olduğunu fakat anlatmamıştı. Bunları ondan dinleseydim şu anki gibi dik duramazdım çünkü birinin acılarının sebebini dinlemek dünyadaki en büyük kederlerden biriydi.

"Susacak mısın?" diye sordu başkan düz bir sesle. Tugay susmaya devam etti. Krallık mensupları tekrar birbirine baktı ve Kerem arkasında duran birine baş hareketi yaptı. Birkaç saniye sonra Tugay'ın bulunduğu odaya bir adam girdi.

Elinde bir balta vardı.

"Bu baltayı hatırlıyor musun?" dedi Feridun Karaman. Tugay dönüp o baltaya bakmadı fakat kasıldığını, hatta nefesini bile tuttuğunu anladım. "Evet Tugay Demir Çeviker, annenin de canını alan o balta bu." Tugay'ın daha fazla kasıldığını fark ettim, benim de nefesim kesiliyordu. "İnsanlar ölüyor Tugay," dedi Feridun. "Fakat dünya o kadar kötüleşti ki annen gibi insanlar da öldürülüyor." Tugay olduğu yerde hareket etmeye başladı. "Sadece biraz para için annen hırsızlar tarafından bir baltayla doğranarak öldürüldü, sence bu aptal dünyayı dize getirmek gerekmiyor mu? İşte biz bunun için varız, anlıyor musun?"

Tugay başını iki yana sallarken daha fazla hareketlendi fakat ağzını bir an bile olsun bıçak açmadı, o sırada videoyu durdurdum. Videoyu durduğum yerde, santimlerce uzağımda duran Tugay'ın gözlerinin dolduğunu bana düşündüren neydi? Dolması gerektiği düşüncesi miydi yoksa annesinin ölümü müydü?

Ülkede hırsızlık arttıktan sonra ölümler de çoğalmıştı, insanlar artık yolda giderken bir anda sizi çevirip boynunuzu kesip cebinizdeki parayı alabiliyordu çünkü açlık vardı, savaş vardı ve herkes kendi ailesini hayatta tutmaya çalışıyordu.

Fakat bir baltayla doğranmak çok daha büyük bir şeydi ve Tugay'ın canını daha fazla yakmak, belki aşağılamak ya da itiraf ettirmek için son kozlarını oynayarak o baltayı karşısına çıkarmışlardı.

Videoyu yeniden açtım.

"Annen öldürülürken orada mıydın?" diye sordu Kerem, sesi ürkütücü geliyordu. Her şey çok ürkütücüydü.

Tugay yine sustu. Fakat ben biliyordum, Tugay oradaydı. İtiraf etmemişti, o günü anlatmamıştı ve belki de hiçbir zaman anlatmayacaktı ama Tugay'ın yüzünden orada olduğunu anlayabiliyordum. Kurtarmaya çalışmış mıydı annesini? Kaç yaşındaydı? Ona zarar vermeden nasıl bırakmışlardı? Yoksa vermişler miydi? O hırsızlar şimdi neredeydi?

Gardiyan elinde baltayla Tugay'ın karşısına geçti. Tugay baltaya bakmamak için direndi, gözlerini camdan ayırmadı. Ne düşündüğünü anlayabilmek imkânsızdı.

"Sol elini kullanıyorsun," dedi başkan sakin bir sesle. "Uçağı kullanırken hep sol elini kullandın, iş yazılarımı hep sol elinle temize çektin, sol elinle yemek yedin, sol elinle saçlarını karıştırdın." Mikrofona biraz daha yaklaştı. "Sol elinle o direniş cümlelerini yazdın, sol elinle bir ayaklanma başlattın ve biliyorum, insanları sol elinle öldürüyorsun."

"Hayır," diye fısıldadım. Krallık mensupları bir tiyatro oyunuymuş gibi camın arkasından onu izliyordu. Acımasızca kolunu mu keseceklerdi? Hayır, bu kadarı çok fazlaydı. Kendi eli için savaşmasına bile izin vermeyeceklerdi çünkü bağlanmıştı.

Tugay'ın boğazından hırıltılı bir nefes döküldü. Hiçbir şey demiyordu, yalvarmıyordu, direnmiyordu, sadece susuyordu. Bütün öfkesini, acısını, savaşını içinde yaşıyordu; bir küfür bile etmedi, sessizce ona verecekleri cezayı bekledi.

"Şimdi sana iki seçenek şansı sunacağım," dedi başkan sakin bir sesle. "Birincisi: Elindeki bize ait olan dosyaları ver ve seni serbest bırakalım."

"Hayır," dedi Tugay sadece. Düşünmedi bile, canı o an umurunda değildi. "O dosyalar benim canımı bağışlayacak çünkü bana bir şey olursa o dosyaların yayılacağını ve Krallık’ın aldığı yaranın iyileşmeyeceğini biliyorsunuz." Krallık mensupları gerildi. "Halkınızın bile size güvenmeyeceğini de."

Krallık mensupları yeniden mikrofonları kapatıp bir şeyler konuştular. Başkan gergindi, yardımcısı da öyle fakat Feridun'un ve Kerem'in rahatlığı oturduğum yerde rahatsız bir nefes almama neden oldu.

"O halde Hâkim Ali'yi öldürdüğünü itiraf et," dedi bu kez başkan.

Tugay sustu. Seneler sonra bir tehdit olarak önüme getirdiği cinayetim, aslında seneler önce iki dudağının arasındaydı.

"Bu iki şansı da kaçırırsan elinden olacaksın," dedi başkan ve sesi öylesine net geldi ki damarlarımdaki kanın akışının durduğunu hissettim.

Tugay yine sustu. Aslında çözüm çok basitti: Hâkim Ali'yi öldürmediğini itiraf etse ve adımı verse kurtulabilirdi, elini kurtarabilirdi ama o susmayı tercih etti.

Krallık mensupları birbirine baktı, ardından Kerem mikrofonu eline aldı. "Kendini zeki sanıyorsun," dedi. "Ama aptalın tekisin, hem de bir sokak ortasında BL broşürlerini dağıtırken yakalanacak kadar." Başımı iki yana salladım. Hayır, o kadar basit olamazdı, Tugay'ın bunu yaparken bile bir planı olmalıydı. "Dinle beni aptal herif, ya şimdi itiraf et ya da parçalarını tek tek timsahlara yem etmemi izle."

Tugay yine sustu, ardından ellerini yumruk yaptı. Hiçbir şey söylemedi, öyle bir sessizliğe gömüldü ki Krallık mensupları artık onun konuşmayacağından emin oldu.

"Üçe kadar sayacağım," dedi başkan gözlerini kısarak. "Ve susmaya devam edersen..."

Başkanın lafını ağzına tıktı. "Gözlerimi çıkarın, görmeye devam edeceğim," dedi korkusuz bir sesle. "Kulaklarımı kesin, duymaktan vazgeçmeyeceğim. Dilimi koparın, konuşmanın başka bir dilini bulacağım." Sol eline baktı. "Kolumu yok edin, diğer elimle var olmaya devam edeceğim."

"Bu korkusuzluk değil, aptallık," dedi başkan.

"İşkenceleriniz umurumda bile değil," dedi Tugay dikkatlice cama bakarken. "Çünkü kolumu keseceğiniz baltayı ben elime ağır geldiği yaşlarda taşıdım. Acı çektirmek ya da ağzımdan bir laf almak için kullandığınız annem de şu an bu şekilde durmamı isterdi." Bir anda sesi yükseldi. "Korkmuyorum, canım acımıyor ve yalvarmayacağım! Bana istediğiniz her kötülüğü yapın çünkü biliyorsunuz ki benim zaafım sevdiklerimdir ve maalesef bu hayatta sevdiğim bir insan bile kalmadı, hepsini çoktan kaybettim." Çenesini kaldırdı. "Her şeyini kaybetmiş bir adamım, en acımasız tarafım da işte burada ortaya çıkıyor. Siz elimi kesersiniz, ben sağ elimle yazmayı öğrenirim. Siz beni timsahlara yem edersiniz, ben timsahı kendi simgem haline getiririm."

Eldiveninin üzerindeki timsah simgesini hatırladım ve bütün örgüt üyelerinin elleri olsa bile eldiven taktığını. Tugay hiçbir zaman yaşadıklarını drama çevirmemişti, aksine yaşadıklarıyla önüne ışık tutmuştu. Timsahlardan korkabilecekken BL'nin simgesi yapmıştı onu. Asıl güç tam olarak buydu.

Tugay Demir Çeviker'in zekâsı birçok insanın savaş açıp kazanamayacağı kadar büyüktü.

Başkan başını hayal kırıklığıyla iki yana sallayarak, “Üç,” dedi. Mutlak sonu biliyordum. Evet, Tugay bana yalan söylemişti, biraz bile uyuşturmamışlardı. Canlı canlı, bilinci yerindeyken kolunu kesmişlerdi. "İki." Tugay çenesini havaya kaldırdı, ellerini daha sıkı bir yumruk yaptı. Başkan, "Bir," dediğinde sessizlik oluştu.

Tugay ne Hâkim Ali'yi benim öldürdüğümü söyledi ne de dosyalarını onlara verdi; bu şekilde hem onlara tutsak oldu hem de onları kendine tutsak etti.

"Büyük bir kayıp," dedi başkan. Eli baltalı gardiyan Tugay'a ilerledi. Eski bir baltaydı, bir köy evinde ağaçları kestikleri cinstendi, bozuk görüntüye rağmen paslandığını görebiliyordum.

Gardiyan baltayı havaya kaldırdı, Tugay gözlerini kapatmadan hemen önce kameraya baktı. Videoyu durdurdum; o an zaman dursun istedim çünkü sonrasını çok iyi biliyordum. Sonrasında onun elini kesiyorlardı; yazdıkları için, direnişi için, cümleleri için, itiraf edemedikleri için ve diğer birçok şey için.

Ama o kameraya bakarken acıyla yutkundum ve yine gözlerimin dolduğunu fark ettim. Kameraya bakan gözlerinde maalesef korku ve acı vardı, bunu gizleyemiyordu. Hayır, Tugay'a korkusuzluk öyle bir anda yüklenmemişti.

Tugay zamanla korkusuz bir adama dönüşmüştü.

Elimi kaldırıp ekrana dokundum, parmaklarım yüzünün bir kısmında gezindi, ardından sol eline uzandım. Keşke o an orada zamanı durdurabilseydim. Ne yazık ki bu imkânsızdı ama videoyu çok uzun bir süre açamadım ve yüzünü dakikalarca izledim, hatta öyle çok izledim ki her karışını ezberledim. Bakışlarını, dudaklarını, çenesini, saçlarındaki kıvrımları. Sol elinin kesilmeden önceki görüntüsünü. Sımsıkı yumruklarını.

En sonunda videoyu açtığımda gardiyan bir an bile düşünmeden baltayı havaya kaldırıp Tugay'ın sol koluna indirdi. Acı dolu bir çığlık bekledim ya da haykırış fakat baltanın sesinin ardından sadece bir inleme sesi döküldü Tugay'ın dudaklarından.

Tugay Demir Çeviker bağırmadı, haykırmadı bile.

Ve video bitti. Emindim, 2 dakika 17 saniyenin ardından belki 18 belki de 20. saniyede Tugay’ın acı dolu haykırışları duvarlarda çınlamıştı. Fakat benim duyabildiğim sadece sessiz inlemesiydi. Daha fazlasını zaten şu an kaldıramazdım.

Tugay'ın acısını sadece 2 dakika 17 saniyeye sığdırmışlardı fakat benim için bu süre tüm hayatıma mal olacak kadar uzundu. O an gerçekten göğsümdeki beyaz lekenin daha fazla genişlediğini hissettim, hayatımın daha da değiştiğini ve aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını.

O an anladım, küçükken patenden düşüp elim kesildiğinde çektiğim acının, Tugay'ın çektiği acının çeyreği bile olmadığını.

Vardı bir izi, vardı bir lekesi, vardı bir nedeni. Sanırım bu cümledeki nedeni artık biliyordum ve ne olursa olsun, Tugay'a canımı kurtardığı için bir borcum vardı.

Ağlamaya başladım, o videodaki yerin kokusu nasıl burnuma gelebilirdi, bilemiyordum ama kendimi orada, camın arkasındaki Krallık mensuplarıyla Tugay'ı izliyormuş gibi hissettim. Bir adamın elini kesmişlerdi, canları bile acımamıştı; bunu bir tiyatro haline çevirmişlerdi ve ben senelerce onlara hizmet etmiştim.

Bilgisayar ekranını kapattığımda Sinan'ın karanlıkta elinde bir çiçekle içeriye girdiğini gördüm. Saksıdaki çiçeği önüme koydu, ardından notu da bıraktı. "Yine geldi," dedi sorgulayıcı bir tonda. "Bunu her gün tekrar edecek gibi görünüyor."

Lavanta çiçeğiydi, rengi mordu ve oldukça güzel görünüyordu. Mor lavanta da bağlılığı simgelerdi. Tugay çiçeklerle bana bağlılığını gösteriyordu ve ben artık sadece çiçekler sayesinde değil, az önce izlediğim o video sayesinde de bağlılığını hissediyordum.

Ben onu tanımıyorken o bana bağlılığını göstermişti.

"Eftalya," dedi Sinan. Elini omzuma yerleştirdi. "Neden ağlıyorsun? Neler oluyor?"

Hiçbir cevap vermeden titreyen ellerle hızlı bir şekilde notu açtım ve yine onun cümleleriyle yüzleştim.

Sevgili Avukat’ım,

Genelde lavantaları bir mezara giderken yanımda götürür, kaybettiğim kişinin toprağının üzerine koyardım fakat ben yaşadıklarımdan ders çıkarırken onları iyileştirmeyi tercih ederim.

Neden lavantalar bana bir mezarlığı hatırlatsın ki? Bence bana seni hatırlatmalı, böylelikle her gördüğümde birinin ölümünü değil, senin yaşadığını hatırlarım. Ölü bir yüz değil, canlı bir yüz beni gülümsetebiliyor, bu yüz sana aitse.

Mutsuz musun, ne yapıyorsun ve nasılsın, hiçbir bilgim yok. Bir anda kapına gelip seni görememek kalbimi kırıyor çünkü son gördüğümde iyi değildin. Derin bir nefes almanı istiyorum çünkü revirdeki olayı hallettim, kimse sana zarar vermeyecek.

Baban iyi ve artık senin için onu kendimden bir parça gibi koruyacağıma söz veriyorum.

Senden bir şey isteyebilir miyim?

Hayır, bu kez yaprak sarması olmayacak, merak etme.

Senden isteğim, bana güneşi göstermenin de bir yolunu bulman, imkânsızlıkları imkânlı bir hale getirmen çünkü bütün bu imkânsızlıkların, bütün bu mahkûmiyetin ortasında bana gülümsüyorsun ve bu, güneşi görmenin o kadar da imkânsız olmadığını haykırıyor bana. Tıpkı çiçekli elbiseler gibi.

Buradayım ve savaşmaya devam edeceğim. Seni yeniden görmeyi ise sabırsızlıkla bekliyorum.

Özgürlüğümüze,

BL

Bakışlarımı Sinan'a çevirdim, çenemi havaya kaldırdım. Ardından sakin bir sesle, "Ufuk'a söyle, örgüte götürsün bizi," dedim. "Feridun Karaman'ı bitirmek için bütün bilgileri vereceğim ve ben de onlarla gideceğim."