logo

33. HAYAL SAVAŞÇILARI

Views 363 Comments 2

Bu zamana kadar Eftalya Atalar ve Tugay Demir Çeviker'in isim olarak ölümsüz olacağından hiçbir zaman emin olamamıştım ama şu andan itibaren, biz öldükten sonra seneler geçse bile adımızın kulaktan kulağa yayılacağı bir an yaşanmıştı. Bir avukat ve bir Suç Kralı’nın hikâyesiydi bu.

Ve annem her ne kadar hayatımın başrolü olamayacağımı söylese de benim de artık bir hikâyem vardı.

Bu bir evlenme teklifiydi. Tugay Demir Çeviker'e yakışır bir evlenme teklifiydi üstelik çünkü başka türlüsü olmazdı, bunu anlamalıydım. Ölümleri, savaşları, isyanları gür sesle haykıran adam, bu anı, böyle bir başkaldırıyı elbette ki sessizce gerçekleştirmeyecekti.

Fakat bana olan aşkını bütün dünyaya duyurabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi çünkü Tugay için bu biraz da başkalarının gözü önünde güçsüz duruma düşmek demekti. O bir örgüt lideriydi, yönetiyordu ve şimdi bir kadına boyun eğiyordu, dizlerinin üzerine çöküyordu, bu kez sadece cümlelerle değildi.

Kalbimin atışları kulaklarıma dolarken dudaklarımın heyecandan kuruduğunu hissettim. Ani ölümlerin yarattığı sarsıntıya alıştığım gibi ani mutluluklara da alışmam gerekirdi ama Tugay Demir Çeviker tam karşımdayken buna alışabilmem imkânsız gibi görünüyordu.

Onu ilk gördüğüm anı hatırladım. Gerçek bir tanışma yaşadığımız o anı.

Demir parmaklıkların arkasından gözlerini bir an bile ayırmadan beni izliyordu, alaylı ama bir o kadar da ciddi ifadesinin altında yatan merhametli adamı ilk gün bile görmüştüm ama o adamın hayatımın aşkı olabileceğini asla tahmin edemezdim. Bir avukat ve bir Suç Kralı’ydık; şimdi ise suç ortağıydık.

Tugay Demir Çeviker, bütün dünyanın ve benim gözlerimin önünde benim için dizlerinin üzerine çökmüştü. İnsanlar ne düşünürdü bilmiyordum ama ben çoktan bu hareketin anlamını biliyordum: teslimiyetti.

Bakışlarım yüzüğe kaydı, ardından onun yüzüne ve elim yavaşça bacağıma doğru gitti. Bir başkası evet, derdi. Bir başkası mutluluktan ağlayabilirdi, bir başkası bayılabilirdi. Evlilik tekliflerine kahkahalar eşliğinde evet denilirdi, gördüğüm buydu.

Belki de bir başkası hayır derdi, zor da olsa.

Fakat benim tek yapabildiğim elbisenin altında takılı olan jartiyerden küçük silahımı çıkarmak ve Tugay'ın alnına dayamaktı.

Tugay'ın dudakları aralandığında geriye çekilmedi fakat gözleri kocaman açıldı. Ben ise namluyu alnına dayarken, “Bu sürpriz için seni öldüreceğim,” dedim ve bunu söylerken sesimin titrediğini fark ettim. Elbette ki buraya hazırlıklı gelmiştim. “Bilerek rol yaptın ve ben şimdi seni öldüreceğim.”

Tugay gülmeye başladı. Ve elbette ki tek gülen Tugay'dı çünkü o beni tanıyordu.

Televizyon karşısındakiler ne düşünürdü hiç umurumda değildi. Beni teslim edebileceğine zerre inancım olmasa da güvence için silahımla buraya gelmiştim, eğer ufacık bir ihtimal de olsa bunu gerçekleştirirse ikimizi de öldürmek için. Çünkü onu öldürürsem ben de yaşayamazdım, biliyordum. Fakat asaletimle beni teslim etmesine de boyun eğecek değildim; yine bir başkası ne yapardı bilmiyordum ama ben onu öldürürdüm çünkü bütün bu cehennemi birlikte yaşarken beni tek başıma cehenneme terk edemezdi.

Tugay daha yüksek bir sesle kahkaha atmaya başladığında, “Senin neden benim yegâne Sevgili Avukat’ım olduğunu merak edenler olacaktı elbet,” dedi gülüşünün ardından. “Bu hareketin nasıl da büyük bir yanıt oldu.” Halbuki ben onu gerçekten vuracaktım ve o da aslında onu vurabileceğimi biliyordu ama gülüyordu. “Ben böyle bir deliden başka kimin önünde diz çökebilirim ki?”

“Ben gerçekten seni öldürecektim,” dedim sakin görünmeye çalışarak ama kalbim hâlâ delicesine atıyordu. “Öylece susup boyun eğeceğimi düşünmedin öyle değil mi?”

Tugay başını iki yana sallarken altdudağını dişlerinin arasına aldı ve hayranlıkla bana baktı. “Gün sonunda üçüncü tercihin daima beni öldürmek oluyor, bu da gözümden kaçmadı tabii.”

Haklıydı. Daha önce de ikimizi öldürmekle tehdit etmiştim. Katil olan o gibi görünse de benim her fırsatta ikimizden birinin kanını akıtma isteğim ister istemez beni güldürmüştü fakat sonrasında olayın gerçekliğinin farkına varmak gülüşümün sendelemesine neden oldu. O karşımdaydı, bu bir evlenme teklifiydi ve ben bir silah doğrultuyordum.

Boğazımı temizlediğimde, “Sanırım,” dedim silaha bakarak. “Bu gerçekten fazla oldu.”

Tugay sevdiğim gülüşünü bana gönderip, “Beni öldürebilirsin,” dedi rahat bir sesle. “Ama ilk önce benimle evlenmeyi kabul et, yüzüğü parmağına tak, sonra son kez öp beni, ardından canım senindir.” Başını salladı. “Zaten artık hep senin.”

Dudaklarımdan sadece, “Bu delilik,” döküldü fısıltı şeklinde.

“Evet,” dedi hızlı bir şekilde ve imayla silaha baktı. “Ve evlilik teklifi eden bir adama silah doğrultarak bunu daha da delirmiş hale getiren sensin, yine bir adım önümdesin.” Tugay dilini damağına vurdu. “Hadi ama güzelim, normal iki insan gibi şu merasimi tamamlayamaz mıyız? İndir şu silahı alnımdan, ileride çocuklarımıza bu fotoğrafı mı göstereceğiz?” Ciddi değildi elbette, bu hayatın içinde bir çocuğumuzun olabileceğini düşünmek bile aptallıktı ama öyle tatlı söylemişti ki ister istemez kalbimin yumuşadığını hissetmiştim.

Elimdeki silahı aşağıya indirmeden bir kez daha yüzüğe baktım ve sonrasında aylar önce Kerem'in yüzüğünü dümdüz etmesi aklıma geldi. O zamanlar parmağıma istemeyerek taktığım bir yüzük vardı ve Tugay aslında ilk günden bunu anlamıştı, şimdi ise âşık olduğum adam tarafından o yüzük, parmağıma yerleşecekti.

Ve ben biliyordum, o yüzüğü parmağıma takarsam hiçbir kuvvet yeniden çıkaramazdı. Bu kez geri dönüşü olmazdı, olamazdı. Benden her şeyden önce bir söz istiyordu, biliyordum; onu bırakmama, yollarımızı ayırmama, terk edip gitmeme sözü. Biz yapma sözü. Bizi ayırmama sözü.

Bizi, biz yapma sözü.

İki yolum vardı ama ben iki yolu bile düşünmeden, “Sor,” dedim. “Bir kez daha.”

Tugay tebessüm ettiğinde sakinlikle, “Evlen benimle,” diye mırıldandı ve sesi öyle çekiciydi ki bir anlık titrediğimi fark ettim. “Ve benimle yaşayıp benimle öl.”

Yüzümdeki gülümseme silindi, gözlerinin içine bakarken hafifçe öne doğru eğildim, ardından elim gömleğinin yakasını kavradı. Yavaşça tutup onu çöktüğü yerden kaldırırken gözlerini bir an bile olsun benden ayırmadı. Karşımda dimdik durduğunda başımı kaldırıp ona baktım ve sonrasında silahı sağ elime alıp kalbine yasladım. “Birincisi,” dedim. “Ne sen benim önümde dizlerinin üzerine çökeceksin ne de ben senin önünde.” İmalı gülüşüm onu da gülümsetti. “Gerekirse başkaları bizim önümüzde dizlerinin üzerine çökebilir ama biz bunu yapmayacağız, Tugay Demir Çeviker.” Gözlerine çok büyük bir hayranlık oturdu. “İkincisi, bir daha böyle bir sürpriz yaparsan gerçekten seni öldürürüm.” Tugay gülmeye başladı. “Üçüncüsü,” dedim, ardından kendimi ona biraz daha yaklaştırıp tek bir vücut haline gelmemizi sağladım. “Seninle yaşarım ama seninle hemen ölmek istemem çünkü hayallerimiz var. Daha çocuklarımıza bu fotoğrafları göstereceğiz, öyle değil mi?” Sol elimi havaya kaldırdığımda yüzükparmağımı işaret ettim. “Seninle evlenmemi istiyorsan o yüzüğü hemen parmağıma tak. Ardından,” fısıldayarak devam ettim, “beni öp çünkü seni öyle çok özledim ki.”

Tugay'ın kalp atışlarını göğüs kafesimde hissederken, “Bu evet demek,” dedi daha çok kendisini ikna etmeye çalışarak. Birçok erkeğin yüzünde oluşan o aptal ifade Tugay'da da vardı. Bahsettiği genç adamı şimdi görebiliyordum.

“Evet,” dedim. “Seninle evlenirim, Tugay Demir Çeviker, her şeyinle hem de, kim olursan ol.”

Tugay nefesini verdi ve geri alırken titrediğini fark ettim. Gözlerini gözlerimden ayırmazken elindeki yüzüğü havaya kaldırdı ve sonrasında eli titrerken yüzükparmağıma takmaya çalıştı. Aynı anda birkaç adamı gözünü kırpmadan öldüren adam, parmağıma yüzüğü takarken titriyordu. Bu beni güldürdüğünde o da güldü ve sonrasında zorlukla parmağıma yüzüğü taktığında mükemmelliği karşısında nutkum tutulmuştu. Minik bir güneş simgesi yüzüğün üzerindeydi; öyle zarif görünüyordu ki hayatımıza fazlasıyla zıttı.

Bir kez daha yutkundu, gözlerimin içine bakarken sol elimi havaya kaldırdı, tam yüzüğün üzerinden öptü, ardından sağ eliyle belimi kavrayıp beni kendisine öyle bir çekti ve dudakları dudaklarımın üzerini öyle bir buldu ki neredeyse dengemi kaybediyordum.

Sağ elimdeki silah hâlâ kalbine yaslı dururken dudakları büyük bir açlıkla dudaklarımın arasına yerleşti. Ne kadar beklesem de beni öptüğü anda uyuştuğumu hissettim ve gözlerimi kapattım. Nemli dudakları altdudağımı yavaşça emdi ve sonrasında dili dudaklarımın arasında gezindi. Bunu yaparken öyle bir nefes aldı ki özlem onun dudaklarındaydı. Belimi daha sıkı kavradı. Aldığı nefesi verirken ise bana doğru öyle bir tutku, şehvet ve aşkla, “Sevgili Avukat,” diye fısıldadı ki bütün seni seviyorumlar bu an kadar kıymetli olamazdı. Onun fısıldayışı dizlerimin boşalmasına neden olurken sol elimle ensesini kavradım, parmaklarımı saçlarına geçirdim ve öpüşüne karşılık verdim. “Nasıl da özgürüm şimdi bir bilsen…”

Bu kez ben onu öpmeye başladığımda yumuşak olduğumu düşünüyordum fakat silahın baskısını arttırdığımı fark ettim. Bu yüzümde bir gülümseme oluştururken Tugay yavaşça üstdudağımı dişlerinin arasına alıp çekiştirdi, sağ eli silah tutan elimin üzerine gitti. Derin bir nefes verdi, eli silahın gövdesinde dolaştı, sırtımdaki eli ise bel boşluğuma doğru inerken öpüşü sertleşmeye, dudakları daha fazla dudaklarımı arşınlamaya başladı. Yine izleniyorduk, yine herkesin gözü önündeydik ama o kadar umurumda değildi ki. Yasaklanan her şeye en büyük başkaldırı aslında bizdik; iki insanın birbirini istediği gibi sevmesini engelleyen Krallık'a en büyük tepki bizdik.

Dudakları dudaklarımın üzerindeyken geçmişteki o anımıza atıf yaparak silahı tuttu ve “Kalbimden vurdunuz beni,” dedi.

“Vurmadım sizi,” dedim kısık bir sesle.

“Vurdunuz bizi.”

Gülmeye başladığımızda yeniden dudaklarımın üzerine kapandı ve bu kez beni sertçe çevirdiğinde yüzü kameraya doğru döndü. Bir anda sağ elimdeki silahı aldı, havaya kaldırdı ve nefesini verirken sadece bir saniye arkama doğru baktı. Sonrasında bir kurşun sesi yükseldiğinde o kurşunun kameraya isabet ettiğini anladım; bu şekilde tek bir kurşunla yayın kesildi. Dudaklarım aralandığında gözlerim kocaman oldu, nefesim kesiliyordu. “Bu gerçekten en havalı hareketlerinden bir tanesiydi.”

Bakışları yavaşça bana döndüğünde, “Vay,” dedi gülerek, o silahın kurşunla dolu olduğuna odaklanarak. “Gerçekten de beni öldürecektin, ha?” Çevrede başkalarının olmasını umursamadan bir anda beni kaldırıp kucakladığında bacaklarım beline dolandı, kollarım ise boynundaydı. Sağ eli kalçamın altından kavrarken protez sol eli önüme gelen saçımı geriye doğru itti. “Koynumda bir katil yaşatıyorum. Sen kime çektin böyle?”

Elim saçlarının arasına daldığında, “Ben,” dedim ve gülmeye başladım. “Eftalya Atalar Çeviker. Kocama çekmişim.” Ardından daha gür bir sesle kahkaha attığımda aslında dalga geçiyordum ama Tugay gülmüyordu, hatta aksine hayranlıkla bakmaya devam ediyordu. Gülüşümün arasından, “Bunun hoşuna gittiğini...”

Yeniden dudaklarımdan öptüğünde kolları daha sıkı dolandı. Bir kez öptü, ardından bir kez daha ve bunu tekrar etti. Sonrasında yüzümün her zerresinden öperken o an hissettiğim, onun hissettiğiyle aynıydı: Özlem. Art arda yüzümün her zerresinden öperken dudaklarıma yeniden yöneldi ve sol elimle çenemi tutup yavaşça kaldırırken hiç ummadığım anda, “Sana öyle bir âşığım ki,” dedi kelimelerin üzerine bastırırken. “Sanki savaş çıkmış, o savaşı ben çıkarmışım ama benim tek isteğim senin benim eşim olman. Savaşın ortasında affedilemez bir şekilde beni bırakıp gitmişsin, yapayalnız kalmışım ama ben vardır bir nedeni demişim. Yetmemiş, hayaller kurmuşum, bütün imkânsızlıklara rağmen.” Söyledikleri gerçeklerdi ama bu şekilde söylediğinde hem imkânsızlığı görüyordum hem de aşkın deliliğini.

Bu kez sakin bir şekilde dudaklarıma doğru yaklaştığında arka taraftan birisi boğazını temizledi. “Bozmak istemezdim ama romantik dakikalar için götümüzün ardında çok fazla kurşun yok mu sence de TDÇ?”

Marco'nun sesiyle irkildim, Tugay ise ağzının içinde bir şeyler geveledi fakat beni yavaşça kucağından indirdiğinde ona hak verdiğini anladım. Gözlerini gözlerimden ayırmazken, “Haklı olman canımı sıktı,” dedi. Fakat benden uzaklaşmadı.

“O halde,” dedi Marco ve adım seslerini işittim. “Gidelim yoksa bu kez gerçekten patlayacağız.”

Tugay iki büyük nefes aldı ve sonrasında benden uzaklaşmanın imkânsız olduğunu düşündüğünden olsa gerek beni hafifçe geriye çekip aramıza mesafe koydu. Bakışları diğerlerine doğru kaydı. Onlara baktığında benim gördüğüm o ifade tamamen uzaklaşmıştı.

Marco ve Giray yan yana duruyordu. Gamze'yle Sinan ise hemen arkalarındaydı. Gözlerim direkt Sinan'la kesiştiğinde sakince beni izlediğini gördüm, aklından ne geçiyordu bilmiyordum ama omzumu indirip kaldırdığımda bana ailemden kalan tek varlığım olarak onaylayan bir gülümseme gönderdi.

Onun gülümsemesi sanki babamın bir gülümsemesiydi.

“Giray,” dedi Tugay ciddiyetle ve sonrasında üzerini düzeltti, boğazını temizledi. “Sen Javier ve Nida'mı tünelin olduğu yere getir, orada buluşalım.” Nida'mı. “Eğer hemen çıkış yapmazsak planımızı anlayabilirler.”

“Ülkeye dönüyoruz, öyle değil mi?” diye sordum.

“Evet,” dedi Tugay ve sonrasında imayla bana baktı. “Yoksa kalmayı mı tercih ederdin Avukat?”

“Fakat bu çok zor,” diye açıklama yaptım son sorusunu duymazdan gelerek. “Şu an çoktan bütün uçuşları iptal etmişlerdir, özel uçuşları da öyle. Ayrıca uçsak bile ülkedeki havalimanlarının hepsi gözetim altında, gözetim altında olan havalimanlarına girişimiz Krallık'ın elinde, Krallık'ın elinde olan...”

“Avukat sen hep böyle çok soru sorup çok mu konuşacaksın?” diye bana takıldı Marco lafımı bölerek. “Çünkü devam edersen söylediklerinden çok daha önce patlayacağız, gitmeliyiz.”

“Öncelikle,” dedi Tugay, Marco'ya dönüp. “Bir daha Avukat’ımın cümlesini yarıda kesme, bırak ne kadar uzun olursa olsun tamamlasın.”

“Avukat’ın cümleleri bitmiyor ki, noktayı göremedim, sürekli virgül var.” Sinan ve Gamze ister istemez güldü.

Gözlerimi devirdiğimde, “Olsun,” dedi Tugay ve sonrasında bana baktı. “Konuşabilirsin, çok zamanımız var, onlara aldırış etme.”

“Çok zamanımız mı var?” diye fısıldadı Gamze. “Beş dakika içinde buradan gitmezsek bizi mancınıkla Saray'a fırlatacaklar.” Sinan gülmeye başladığında Marco gözlerini devirdi.

“Konuşsana güzelim,” dedi Tugay gülümseyerek. “Boş ver onları, ben hallederim. Anlat, uçuşlar iptal, havalimanları gözetim altında, siktiğimin gökyüzü bizsiz üç ay geçirmiş, anlat canımın içi, kaç aydır duymadım seni, konuş biraz daha, sikeyim böyle hayatı, mahvettin beni, vazgeçemedim, vazgeçemem de zaten, konuş hadi dinleyeyim ömrümün sonuna kadar. Biraz daha anlat.”

Hem sitem hem kırgınlık hem kızgınlık vardı ama bunu bile öyle güzel bir şekilde dile getiriyordu ki ister istemez gülümsedim ve sonrasında aşacağımız daha çok yol olduğunu fark ettim. Yara bırakmıştım, ize dönüşmemeliydi, bunu görebiliyordum. Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki hangi birinden başlayacağımı bile bilmiyordum. Tek istediğim ona sarılmaktı. Ona sarılmak, kolları arasında öylece dünyayı sessize almak istiyordum.

Fakat bizi izleyen diğer gözlerden anladığım kadarıyla bu zaten imkânsızdı.

“Sadece,” dedim. “Nasıl gideceğimizi soracaktım.”

Tugay da bakışlarımdan ne düşündüğümü anladığında, “Herkes bizim havayoluyla ülkeye döneceğimizi düşünüyor, hatta bu canlı yayının ardından bir uçak ayarlayıp kaçacağım şeklinde haber uçurdum ülkeye,” dedi. “Zaten bu canlı yayın da biraz kaçışımızın zeminiydi, hem ülkedeki halka birliğimizi gösterdik hem yaşadığını kanıtladık,” kaşını kaldırdı, “çünkü seni destekleyen inanılmaz büyük bir topluluk var,” ben de şaşırdım, “hem de tüm dünyanın gözü önünde Krallık'a meydan okumuş olduk. İtibarları yerle yeksan oldu.” Gülümsediğinde başıyla diğer tarafı işaret etti ve bulunduğumuz yerden ayrılırken diğerleri de bize eşlik etti. “Eh, bu şekilde de sürpriz yapmış oldum çünkü Marco bana evlilik teklifleri sürpriz şeklinde olur, dedi. Ben de sana sürpriz yaptım.” Tugay Demir Çeviker sürprizlerinin nasıl korkutucu olduğunun farkında mıydı acaba?

İç sesimi duymuş gibi, “Kastettiğim sürpriz güllerle dolu bir masa, bir mum ışığı ya da kemancıydı, TDÇ,” dedi Marco ciddiyetle. “Kesinlikle işin sonunda alnına bir silah dayanacağı, bütün dünyanın sizi izleyeceği ve iki manyağın deliliğini göstereceği değildi. Senin ortan yok mu amına koyayım?”

“Çok klişe,” dedi Gamze ardımızdan yürürken. “Biri bana o çeşit bir evlilik teklifi etse kusarak kaçardım galiba.”

“Zaten kimsenin sana evlenme teklifi ettiği yok Gamze,” dedi Marco hızlı bir şekilde. “Ben Avukat’ı kastetmiştim.”

“Nereden biliyorsun kimsenin etmediğini?” dedi Gamze kaşlarını kaldırarak. Marco bakışlarını Sinan'a çevirdiğinde Sinan, ikileme düşmüş bir şekilde kaşlarını kaldırdı. “Ayrıca,” dedi Gamze, Sinan'ın üzerindeki dikkati dağıtarak. “Avukat da benimle aynı düşüncededir eminim.”

“Eftal küçükken hep sıradışı bir şekilde evleneceğini söylerdi zaten,” dedi Sinan, o an onun kafasına bir yastık atmak istemiştim ama ne yastık vardı ne de böyle bir ortamımız. “Tabii bunlar okuduğu süper kahraman hikâyeleriyle alakalı.”

“Sinan,” dedim uyarıcı bir ses tonuyla ve utançla Tugay'a baktım fakat o gülümseyerek bana bakıyordu. “Yani,” dedim gözlerimi kaçırarak. “Marco'nun sürpriz dediği gerçekten kötü ama böyle bir sürpriz…” Dişlerimi sıkıp Tugay'a baktım ve sonrasında Giray'a döndüm. “Orada sizi dinlediğimi biliyor muydunuz?”

“Evet,” dedi Giray sakin bir sesle. “Aslında her şey spontane gelişti fakat sen gerçekten Tugay'ın seni teslim edeceğine inandın mı?”

“Hayır.” Çok rahat bir yanıt vermiştim, o sırada herkesin gözü Tugay'ın beline sıkıştırdığı benim silaha kaydı. “Teslim edeceğine inanmadım ama teslim olacağını düşündüm.”

“Ne?” dedi Tugay kaşlarını kaldırarak.

“Sonra konuşuruz,” diyerek konuyu dağıttım. Köşedeki iki aracın yanına geldiğimizde plakaları yoktu ve yolun yarısına bile gelmeden bizi durduracaklarından emindim fakat Tugay sanki iç sesimi duymuş gibi arabanın alt tarafından bir plaka çıkardı ve hızlıca arabanın önüne taktı. Bu plaka büyük ihtimal temiz bir insana aitti. “Şimdi söyler misin, ülkeye nasıl döneceğiz? Nida nerede? Haber uçurdum da ne demek?” Kollarımı önümde bağladığımda bir an için yeniden o örgütün başındaki avukattım.

Tugay çenesini yavaşça aşağıya indirdiğinde, “Madem örgütün içinde bir hain var ve bizi yönetmeye çalışıyor,” dedi sakin bir sesle. “Biz de onun bizi yönetmesine izin vereceğiz ve istediğini eline vereceğiz. Bu şekilde hem yanlışa yönlendireceğiz hem de kendisinin köşeye sıkışmasına neden olacağız. Ülkedeki herkes havayoluyla döneceğiz diye biliyor, örgüte öyle haber uçurdum çünkü.”

Başımı ağır ağır salladığımda, “Bu şekilde kimin haber uçurduğunu çözeceksin, haini bulacaksın,” dedim.

“Küçük bir ihtimal çünkü aptal olduğunu düşünmüyorum bu kişinin fakat kumarı severim, ihtimaller çoğu zaman da kazandırır, Sevgili Avukat.” Derin bir nefes verdi. “Nida'yı Giray getirecek, ülkeye ise...” başını salladı. “Denizyoluyla döneceğiz.”

Benimle beraber şaşkınlıkla tepki veren diğer kişi Sinan'dı. “Ne?” dedi baskın bir sesle. “Buna ne gerek vardı?”

Tugay ona bakıp, “Başka bir çaremiz yok,” dedi.

“Bu çok gereksiz,” diye çıkıştı Sinan ve tedirgin bir şekilde ellerini ovuşturdu. “Başka bir yol bulmalıyız, denizyolu güvenli değil ve...”

“Sudan mı korkuyorsun sen Bebek Adam?” diye sordu Gamze gülümseyerek. “Merak etme, ben yanındayken boğulmana izin vermem.”

“Öyle bir şey değil, yani, ben…” Gözlerini kapattı, birkaç saniye nefes aldı. Açtığında, “Pekâlâ,” diye devam etti. “Eğer başka bir çaremiz yoksa...”

O an Sinan'ın aklından geçenleri okumak fazlasıyla can yakıcıydı çünkü babasını suda boğarak öldürmüşlerdi ve bunu öğrendiğinden beri Sinan yüzmeyi ne kadar severse sevsin olabildiğince uzak kalmaya çalışıyordu. Korku değildi, bu sadece acıydı. Saf bir acıydı.

“Başka bir yolumuz yok,” dedi Marco ve öne doğru bir adım attı. “Yoksa ben de o aptal beşik gibi sallanan kocaman demirlere meraklı değilim.”

“Buradan karayolu tünelle Fransa'ya geçeceğiz, Fransa'dan ise denizyoluyla ülkeye gideceğiz. Tünelin girişine kadar bu araçlarla gideceğiz, sonra araçları orada bırakıp bizim için ayrılan diğer araçlara geçeceğiz. Yol çok uzun değil. Vardıktan sonra bizi bir yük gemisi bekliyor, ünlü bir markanın kıyafetlerini taşıyor...”

“Ay, hangi marka?” diye atıldı Gamze. “Heyecanlandım.” Kendimi tutamayıp güldüğümde elbette ki tek gülen kişi bendim.

“Pek rahat gitmeyeceğiz ama en azından sıcak bir yerde olacağız, bir günün sonunda da ülkeye varacağız. O sırada ülkemizde ve burada aranıyor olacağız.” Tugay'ın yüzüne yine bir gülümseme oturdu, gözleri Giray'a kaydı. “Gemi bizi İzmir'de indirecek kardeşim, seneler sonra doğduğumuz yerde olacağız.”

Giray'ın bakışları parladığında, “Şaka yapıyor olmalısın,” dedi ve dakikalar sonra ilk kez yüzü gülümsedi. “Siktir, işte bu çok iyi oldu.”

Tugay da gülümsediğinde, “Orada çok önemli iki işim var,” dedi. “Sonrasında İstanbul'a dönebiliriz.”

“İzmir'e atanan yaver yaşıyor mu ki?” diye sordu Marco onun öldürüleceğini düşünerek.

“Çok ünlü bir milletvekili orada,” dedi Gamze başını sallayarak. “Galiba onun peşine düşeceğiz.” Gamze heyecanla ellerini birbirine çarptı. “Bu harika olacak.”

“Ben,” dedi Giray kardeşinin yüzüne bakarak. “Daha farklı bir şeyler olduğunu düşünüyorum.”

Tugay bir cevap vermek yerine konuyu değiştirerek, “Artık gidelim,” dedi ileriyi gösterip. “Yoksa yakalanacağız.”

Konunun kapandığı anlaşıldığında Giray kendi aracına bindi, Marco ise bizimle kalmak yerine onun peşinden gidip yanına oturdu. Sinan ve Gamze de bizim araçtaki arka koltuğa geçtiğinde dışarıda sadece biz kaldık.

Tugay tam sürücü koltuğuna doğru ilerlediğinde sakince sol kolundan tutup, “İki önemli işin ne?” diye sordum. “Bana da mı söylemeyeceksin?”

Bakışlarını bana çevirdiğinde yüzündeki sert ifadenin yerini yeller aldı ama hemen de cevap vermedi, hatta neredeyse yarım dakika üzerinde düşündü. Sonrasında ise kısık bir sesle, “Bir katil olduğum için annemden özür dileyeceğim, onu kurtaramadığım için özür dileyeceğim, gurur duyulacak birisi olamadığım için özür dileyeceğim,” dedi. “Onu son gördüğüm yere gideceğim, çünkü yarınımın garantisi yok. Belki de bu İzmir'i son görüşüm olacak.”

Yutkunduğumda verebileceğim birçok yanıtım vardı ama hangisini seçeceğimi bile bilmiyordum. “O zaten seninle gurur duyuyordur,” diyebildim sadece.

Tugay böyle konuları konuşmaktan zerre hoşlanmadığı için üzerini kapatarak, “İkinci önemli işim olarak kimi öldüreceğimi sormayacak mısın?” diye sordu.

“Birini öldürmenin senin için önemli bir iş olmadığını anlayacak kadar tanıdım seni,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Nedir diğer önemli işin?”

Tugay gülümsedi, başını omzuna doğru yatırdı. Ardından, “Seninle Kordon'da gün doğumunu izlemek,” dedi. “Bunu yaşamadan ölmeyelim, güzelim.” Şaşkınlıkla ona baktığımda masum isteğinin yanında bakışlarındaki umut kalbimi sıcacık yapmıştı.

“Tabii ki,” dedim afallayarak. “Tabii ki bunu yapalım Tugay ama sanki son kez İzmir'e gidiyormuşuz gibi davranmamıza gerek yok, öyle değil mi?”

“Elbette yok,” diyerek beni onayladı ama kafası karmaşık görünüyordu. “Sadece her zaman söylediğim gibi işte, an, şu an Avukat’ım, başka anımız yok bizim. Her ne düşünürsem şu an yapmazsam ne zaman yapacağım diye düşünüyorum. Bizim öylece küsmeye, ertelemeye, gitmeye geniş bir zamanımız yok, öyle değil mi?” Omzunu indirip kaldırdığında gözlerimin içine baktı. “Öyle değil mi, canımın içi? Ben bunları sana en başından öğretmedim mi?”

“Tugay,” dedim afallayarak. “Öfkeni, kırgınlığını bu şekilde dile getiriyor olman bile seni sen yapıyor fakat bazen ne yaparsan yap anı yaşayamazsın işte.” Mutsuz bir nefes verdikten sonra gözlerimi kırptım. “Hadi arabaya binelim.”

Hiçbir şey söylemeden bana ayak uydurdu ve ikimiz de araca bindiğimizde dikiz aynasından arkamızda kalan aileme ait eve baktım, doğduğum yere. “Burayı babam sana söyledi öyle değil mi?” diye sordum.

“Evet,” dedi hızlı bir şekilde.

Şımarık bir çocuk gibi davrandığımı bilsem de, “Evin içine girmeyi isterdim,” dedim kendimi tutamayarak. “Odalarda dolaşmayı, odamı görebilmeyi, babamın çalışma odasında neler olduğunu bilmeyi.” Emniyet kemerimi taktım bunun çok zor olduğunun sinyalini vererek. “Fakat ne yazık ki eminim birazdan bu ev mühürlenecek ve bir daha asla giremeyeceğim.”

Sessizlik olduğunda Tugay aracı çalıştırdı, Giray ve Marco ise önümüzden hızlı bir şekilde geçip dar sapak yola girdi. Onların peşlerinden değil, diğer tarafa doğru dönerken dikiz aynasından gördüğüm ev gitgide yok oluyordu; o yok olurken içimdeki boşluk gitgide büyüyordu.

“Bir gün geleceğiz,” dedi kendinden emin bir sesle. Öyle bir emindi ki imkânsız olduğunu düşünsem de ona inanmayı tercih ettim. “Doğduğun yerde en sevdiğin şarabı içeceğiz, en güzel şarkıları dinleyeceğiz Avukat, aksini düşünme bile.”

“Bunu nasıl yapacağız ki?” diye sordum.

Tugay bakışlarını bana çevirdiğinde, “Sen hâlâ öğrenemedin mi,” dedi baskın bir sesle, “Tugay Demir Çeviker'in sen ne istersen onu elde etmek için her türlü savaşa girişeceğini?”

Bakışlarım çekingen bir şekilde arkamıza doğru kaydığında Sinan ve Gamze'nin derin bir sohbet içerisinde olduğunu gördüm, bizi asla duymuyorlardı.

“İçeriye girdin mi?” diye sordum. “Evin yani.”

Cevap vermedi.

“Odamı görmek isterdim, her şeyiyle hem de. Biliyor musun, duvarlarda süper kahramanların posterleri vardı eğer sonrasında annem onları çıkarmadıysa. Masamı anneme inat olsun diye sulu boyayla pembeye boyamıştım, duvarları el izleriyle rengârenk yapmıştım. Bir de kuşum vardı, o öldü tabii ama boş kafesinin içine onun anısına küçük çiçekler atmıştım, hepsi kurumuştur elbette. Aa,” dedim heyecanla ona dönüp. “Giysi dolabımın içinde kıyafetlerim duruyor mudur acaba hâlâ? Pembe rugan ayakkabılarım o dolabın içinde diye biliyorum, parçalandı demişti annem sonra sakladığını fark edip çalmıştım ve dolabımın en gizli bölmesine saklamıştım. Annem yeniden bulmadıysa oradadır hâlâ. Bir de ben oyuncakları pek sevmezdim ama Spiderman hayranı olduğum için onun çıkartmalarını hep yastığımın altında saklardım. Spiderman'in sevgilisini tersten öptüğü sahne var ya,” kıkırdadım, “o sahneye âşıktım. Tuhaf. Aslında o evde çok kalmadık, çocukken arada sırada gelirdik fakat ben odamı çok severdim çünkü genelde babamla geldiğimiz için istediğim gibi yerleştirirdim. Tavanda yıldızlar vardı, şimdi olsa güneş koyarım.” Gözlerim yüzüğüme kaydı. “O zamanlar yıldızlar daha parlak gelirdi ama senden sonra güneş anlamlı oldu. Bir de benim coğrafya dersim kötüydü, babam seveyim diye yıldızlara anlam verirdi. Belki de oradan geliyordur. Senin coğrafya dersin nasıldı? Güzeldir tabii, senin her şeyin güzel. Ben dersler konusunda bazen çok inatçıydım, İngiltere'de sadece yarım dönem okudum, dil öğrenene kadar canım çıkmıştı. Bir keresinde bir İngiliz'e sütlaç yedirmiştim, kusacak gibi olmuştu. Sen kimsin de kusuyorsun? Hem sütlacın ham maddesi...” Sütlacın ham maddesi mi? Ben yine kaç dakikadır konuşuyordum? Gözlerimi utançla kapattığımda ve geri açtığımda Tugay'a baktım. “Sanırım bu kez gerçekten çok abarttım konuşmayı öyle değil mi?”

Tugay'ın gözleri hayranlıkla bana döndüğünde, “Sana yemin ederim,” dedi Tugay heyecanla. “Sütlacın ham maddesini bilmiyorum, lütfen onu da söyle, yarım kalmasın devam et. Biraz daha konuşmalısın, bu çok yarım kaldı.” Sesinde çok büyük bir özlem vardı.

Altdudağımı dişlerimin arasına aldıktan sonra, “Utanmayayım diye böyle yapıyorsun öyle değil mi?” diye sordum.

“Hayır,” dedi gözlerini açarak. “Sütlaç nasıl bir şey? İçine ne koyuluyor? Çay mı?”

“Sütlaç sütten yapılır, Tugay. Süt ve laç.”

Tugay yapay bir oyunculukla kafasına hafifçe vurup, “Ben aptalım,” dedi. “Sütle yapılır ve sonra...”

“Süt, pirinç, şeker, nişasta başta geliyor ama pişirmesi çok önemlidir. Bir de onu yaparken...” Gözlerimi kocaman açtım. “Sana bir gün yapayım mı?” Fakat bunu söylediğim anda pişman olmuştum çünkü ondan giderken bıraktığım yaprak sarmasının hasarı henüz gözlerinden uzaklaşabilmiş değildi.

“Hayır,” dedi Tugay net bir sesle. “Sütlaçtan da nefret etmek istemiyorum bir gün.”

Gözlerim kucağıma doğru kaydığında bakışlarım beyaz eldivenimin üzerine taktığım yüzüğe odaklandı. İşaretparmağımla yavaşça okşarken özel bir işçilikle yapıldığının farkındaydım. “Bu yüzük özel işleme gibi,” dedim kısık bir sesle. “Ne zaman yaptırdın?”

Tugay büyük bir nefes verdi ve geri aldığında dudakları aralandı. Bir şey söyleyecekmiş gibi olduğunda ve vazgeçtiğinde, “Bu yüzüğün,” dedi derin bir sesle. “Bir hikâyesi var, sevgilim ve ben baş başa olduğumuzda anlatacağım, hatta ben anlatmayacağım, sana bir başkası anlatacak.”

Tek kaşım havalandı. “Bu hikâye beni üzecek mi?”

“Hayır,” diye mırıldandı. “Aksine iyi hissettirecek.”

Israr edip başının etini yemekle sessiz kalmak arasında gidip gelirken hemen arkamızdan Gamze'nin “Eftal,” diyen sesini işittim. “Evinden almak istediğin bir şeyler var mı?”

“Pembe rugan ayakkabılarımı alsam güzel olurdu aslında.” Arabanın içini sessizlik kapladığında Gamze'nin üç aydır yaşadığım evi kastettiğini çok sonra anladım fakat Tugay çoktan gözlerini gözlerimin üzerine dikmişti. “Hayır,” dedim elimle geçiştirerek. “Zaten pek bana ait değillerdi ama Sinan almak istiyorsa uğrayabiliriz.” Omzumun üzerinden ona baktığımda olumsuz anlamda başını iki yana salladı, gözlerinin içi parlıyordu âdeta ve bunun nedeninin Gamze mi yoksa ülkeye dönmek mi olduğunu anlayamıyordum. “Sadece kütüphaneye haber vermem gerekiyor, onları öyle yüzüstü bırakmak...”

“Zaten senin kim olduğunu artık biliyorlardır, Eftal,” dedi Sinan lafı ağzıma tıkarken. Tugay dikiz aynasından Sinan'a baktığında haklılığı karşısında sessizliğin koynuna girdim. “Fakat sana öfkeleneceklerini düşünmüyorum çünkü asıl seni tanıdılar.”

“Ne olursa olsun bir katille, bir kaçakla, bir vatan hainiyle aylarca birlikte çalıştıklarını düşünecekler, bu onlar için kötü oldu.”

Tugay çekingen bir sesle, “Onlara senin adına bir hediye gönderdim,” dedi, şaşkınlıkla bakışlarım ona döndü. “Kitaplarla haşır neşir olan insanların bizi anlamaması imkânsız, elbet seni de anlayacaklardır. Sen cahil olanların düşüncelerinden kork çünkü en çok onlar keskin bıçak taşır, düşünme yetileri yoktur.” Başımı ağır ağır salladığımda, “Babanın asılmasına neden olan kitabı hediye ettim onlara, babanın hikâyesiyle birlikte,” diye mırıldandı. “Elbet seni anlayacaklardır. Kitabın bir köşesine de mail adresini iliştirdim, belki sana ulaşırlar.”

“Tugay,” dedim gözlerim açılırken ve bütün o üzerime serilen mutsuzluğun yerini neşe alırken, “Telefon,” diye inledim ve arkaya doğru elimi uzattım. “Lütfen bana bir telefon uzatır mısınız? Bakacağım.”

Gamze hızlı bir şekilde cebinden telefonu çıkarıp bana uzattığında telefonun ekranında yazılı olan İngilizce cümleyle karşılaştım.

“Nefret kolaydır, sevgi cesaret ister.”

Birkaç saniye cümlenin üzerinde donakaldıktan sonra göz ucuyla Gamze'ye baktım fakat o Sinan'la sohbete dalmıştı. Sinan'ın su korkusunu bilmeden küçükken kaç kez denizde boğulduktan sonra bunu yendiğinden, hatta bir süre yüzme hocalığı yaptığından söz ediyordu ona cesaret vermek istermiş gibi. Sinan ise büyük bir dikkatle onu izliyordu.

Ekranı açtıktan sonra maile tıklayıp direkt kendi hesabıma giriş yaptım fakat hiçbir mesaj gelmediğini gördüm. Dudaklarımı birbirine bastırırken Tugay'ın beni izlediğini biliyordum ama onun üzerimdeki gözlerine odaklanmayarak mailden çıkıp herhangi bir sosyal medya uygulamasına tıkladım ve aramaya ikimizin adını bile yazmadan en başta bizim haberimiz tokat gibi yüzüme çarptı.

İki delinin akıl almaz aşkı!

Gülmeye başladığımda, “Bize bir kitap sözü gibi başlık girmişler,” dedim alayla. Ekranı aşağıya kaydırırken haberin içeriğini bile okumadan fotoğraflara baktım. Bir tanesinde Tugay dizlerinin üzerine çökmüş gülümsüyordu, diğerinde ben ona silah doğrultmuştum ve sonrakinde öpüşüyorduk, benim parmağımda yüzük vardı. Dışarıdan hem çok korkutucu hem de fazlasıyla trajik görünsek de bu benim daha fazla gülmeme neden olmuştu.

Oradan çıkıp insanların ne yorumlar yaptığına baktım.

Eftalya Atalar harika bir avukattı ve şu an ülkesine ihanet eden ucuz bir kadına dönüştü, umarım Krallık bu sürtüğe cezasını ödetir.

Bu ikisi seneler önce oturup dur biz bir de ülkeyi karıştıralım mı demiş? Hiç normal değiller, işin komiği başardılar da...

Kahkaha attım ve devam ettim.

Tugay Demir Çeviker. Benimle evlenmen için hukuk kitabını yiyebilirim, bana gel.

Bu adamın karizması şaka mı?

TDÇ diye çığlıklar atmama çok az kaldı.

Ben o kadar sene mahkûm yatsam yüzüm göte döner, bir de adamdaki havaya bak.

Eftalya Atalar'ın yüzünün son halini gördünüz mü? Lekeleri çok kötü bir hal almış.

Arada geçen haberleri atlıyor, sanki özellikle fiziksel olarak beni eleştirenleri seçiyordum.

Kadının saçları bembeyaz olmuş resmen, biraz daha beyazlarsa görünmeyecek hahajaaj...

Bu aşk değil, hâlâ TDÇ'nin tehdit edildiğini düşünüyorum ahahahha... Başka türlüsü çok güç efenim. Kadın çok korkunç ve çirkin.

Her şey tip değil ya zeki kadın sonuçta.

Gerçekten aranızdan bazılarınızın magazin programcısına bağlaması hiç normal değil. Ülke elden gidiyor, siz ne peşindesiniz? BU İKİ MANYAĞI DURDURACAK BİR İNSAN EVLADI YOK MU?

Eftalya Atalar, sen harika bir kadınsın, karakterine bayılıyorum! Resmen adama diz çöktürdü!

Arkadaşlar bu resmen Krallık'ı dalgaya almak demekti. TDÇ resmen siz beni arıyorsunuz ama ben evleniyorum, dedi hahahahaha.

İkisinin hayal aleminde yaşaması çok korkunç, ne Krallık tarafındayım ne BL Örgütü fakat gün sonunda kim kazanırsa kazansın bu çiftin kaybedeceği çok açık.

Deli oldukları bu kadar savaşın içinde böyle hayallerinin olmasından bile belli.

Aşkın gözü kör gerçekten de...

Eftalya Atalar ve Tugay Demir Çeviker. Siz hiçbir zaman mutlu olamayacaksınız.

Telefonu sertçe arkaya doğru uzattığımda elimle saçlarımı karıştırdım ve sonrasında arabanın tavanındaki aynayı indirip kendime baktım. Saçlarımın büyük tutumları beyazlamış, yüzümün yarısından fazlası beyazlar içinde, zayıfladığım için göz altlarım çökmüş, dudaklarımdaki renk gitmişti...

Sol elimin üzerinde Tugay'ın elini hissettiğimde başparmağı yüzüğümü okşadı. “Söylemedin,” dedi. “Az önceki evinde ayna odanın neresindeydi? Böyle bir güzelliği kaç tane ayna karşılıyordu?”

Sertçe aynayı kapatıp, “Hiç,” dedim sadece.

“Hiç?”

“Hiç ayna yoktu, olmaması gerekiyordu. İyi ki yoktu.”

“Eftal,” dedi Gamze arkamdan. “Bu yorumları...”

“Umurumda değil,” dedim utançla, şımarık bir kadın gibi kafama taktığım detaylardan kaçarken. “İstediklerini söyleyebilirler.”

“Ama hakkında yazılan o kadar güzel cümleler var ki,” dedi Gamze. “Sen sadece gidip en kötülerini okuyorsun. Senin hakkında atılan tweet sayısı beş yüz altmış bin, Tugay için bile bu kadar değil. Okumak istemez misin? Bak birisi diyor ki, asaletinden...”

“Gamze,” dedim sert, uyarıcı bir ses tonuyla. “Lütfen konuyu kapatır mısın?”

Arabanın içinde sessizlik oluştuğunda bir katil olmaktan, işimi kaybetmekten, hatta kaçak birine dönüşmekten fazla neden güzelliğe karşı bir kırılganlığım olduğunu anlamıştım. Annem tarafından güzel olmadığım söylenilerek, değiştirilmeye çalışılarak, kusurlarımla dalga geçilerek büyütülmüştüm. Bu yüzden kimsenin beni olduğum gibi sevebileceğine inanmıyordum, özgüvensizlikse pekâlâ özgüvensizlikti ama her cümle, aynaya baktığımda kendimi biraz daha canavar gibi görmeme neden oluyordu.

Özgüven çocuklukta başlardı ve bir anne, güzellikle size bakmazsa hiçbir aynada gördüğünüz aksiniz size güzel gelmezdi.

Teşekkür ederim anneciğim, benim yüzümden öldün ve ben de senin yüzünden kendime küstüm.

Dakikalarca sessizliği paylaştıktan sonra araç sonunda tünelin oraya gelmişti ve köşedeki arazide duran büyük minibüsle gözlerim kesişmişti. Tugay aracı biraz daha geride bırakırken hepimize inmemizi emretmişti. Biz indikten sonra aracın içinde biraz daha oyalanıp arazide bomboş duran minibüsün yanında bizimle beraber yerini almıştı. Hava kararmak üzereydi, serinlik gökyüzündeki yerini almıştı ve yağmur da yeniden çiselemeye başlamıştı.

Üzerimdeki elbiseden olsa yavaş yavaş üşümeye başlamıştım. Kollarımı kendime dolarken hemen yanımdaki Sinan göz ucuyla bana bakıp ardından yüzüğüme dönerek, “Eftalya Hanım,” dedi hem ciddiyetle hem de alayla. “Salyangoz suratlı Kerem Karaman yaşasaydı da bu günlerinizi görseydi, öyle değil mi?” Bu cümlenin ardından asık suratım düzelirken kendimi tutamayarak kahkaha attım ve Sinan'ın omzuna hafifçe omzumla vurdum. Gamze'yle Tugay minibüsün içinde bir şeyleri ayarlıyorlardı. “Senin hep deli olduğunu biliyordum da bu kadarı pes dedirtti.”

“Sinan,” dedim gözlerimi kaçırıp bu kez yavaşça kolumu koluna dokundurarak. “Çocukluğumdan beri biliyorsun beni, normal bir hikâyem olacağını düşünmüyordun, öyle değil mi?”

“Elbette düşünmüyordum ama,” yüzünü tamamen bana döndürdü ve sonrasında omzumu sıkıca tuttuğunda verdiği güven daha içten bir şekilde gülümsememe neden oldu. “Mutluluk için bile bu kadar savaşmak zorunda kalacağın aklımın ucundan geçmezdi.” Gözlerimi birkaç kez kırptığımda omzumu sıvazladı. “Biliyorsun değil mi? Her ne koşulda olursa olsun ben daima Eftal'imin yanında olacağım.”

Dudaklarımı birbirine bastırdıktan sonra büyük bir nefes verip onu kendime çekip sarıldım ve sonrasında, “Ailemden kalan tek kişi sensin,” dedim içten bir sesle. “Lütfen hep yanımda ol ve benim de senin yanında kalmama izin ver çünkü sen olmadığında ben o kadar yarım hissediyorum ki.” Geriye çekildiğimde yutkundu ve bakışları gözlerimin içine odaklandı. “Biz üç kardeştik aslında. Bak Meryem gitti, ikimiz kaldık. Babam yaşasaydı bizi birbirimize emanet ederdi zaten.”

Sinan uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra ellerini omuzlarımdan çekti ve geriye doğru bir adım atarak, “Evet,” dedi. “Evet, Eftal, biz ikimiz kaldık sadece.”

“İki kardeş,” dedim. “Sen benim dostumsun, kardeşimsin. Seni mahkûm ettiğim her şey için çok özür dilerim çünkü görüyorum ki sen burada hiç ama hiç mutlu değildin.”

“Aslında,” dedi Sinan. “Sen mutlu olsaydın, ben de burada mutlu olmanın bir yolunu bulabilirdim.”

Gözlerimi kısıp, “Yalancı,” dedim ve hafifçe omzundan itekledim. “Gamze'ye karşı ilgini fark etmediğimi sanma.”

“Eftal,” dedi kaşlarını çatarak. Onun kız arkadaşlarıyla hiçbir zaman tanışmamıştım, bahsetse bile bir kez bile yüz yüze getirmemişti. Genelde konusu açıldığı zaman kapatırdı fakat ilk kez bir kadınla onu bu kadar yakın görüyordum.

“Utandın,” dedim kıkırdayarak. “Utandın!”

“Hayır,” dedi fakat gözlerini kaçırdı. “Böyle konuları konuşmayı sevmem, biliyorsun.”

“Ama flört ediyorsunuz işte,” diye direttim. “Söylesene ondan hoşlanıyor musun? Hoşlanıyorsun öyle değil mi? Eğer böyle bir şey varsa sessiz kalma, açıl ona, ne kadar susarsan o kadar üzülürsün, aşk doktoru Eftalya Atalar söylüyor bütün bunları.”

Sinan başını ağır ağır sallarken, “Geç kalma mı demek istiyorsun?” diye sordu bana. “Ben bu tarz konularda pek cesur biri değilim.”

“Nasıl yani?” dediğimde tam olarak neyi anladığını çözememiştim. Marco'yu bilme imkânı yoktu.

“Hey,” dedi Gamze aramıza dalarak ve sonrasında omuzlarımda bir ceketin ağırlığını hissettim. Omzumun üzerinden arkama doğru baktığımda Tugay'ın kendi siyah paltosunu benim omzuma bıraktığını fark ettim. Sonrasında ise pembe atkımı boynuma doladı.

“Ne?” dedim atkıya bakıp gülerek.

“Ne kadar dünyanın en kötü rengine sahip atkı olsa da,” dedi gözlerini devirerek. “Sen tarafından bana verildiği için saklanacak elbette.”

“Tugay,” dedim gülerek. Tugay ise atkıyı omzumdan arkama doğru attı ve sonrasında saçlarımı paltomun içinden çıkardı. Parmakları önüme gelen saçlarımda dolaştı, elinin tersi yüzümü buldu, gözlerine öyle bir hayranlık oturdu ki yüzündeki gülümseme sanki harika bir tabloyu izler gibiydi. “Ne oldu?” dedim yanaklarım kızarırken.

“Bazen sana bakarken gerçeklik algımı yitiriyorum,” dedi, dalga geçtiğini düşündüm ama son derece ciddiydi. “Nasıl bir mucize olduğunun farkında olmaman ise içler acısı, güzelim.”

“Şu an bu cümleleri ben üzüldüğüm için söylediğinin farkındayım, Tugay,” dedim ellerimi ovuşturarak. “Fakat üzülmedim, lütfen bana bu konuda acıma.”

“Avukat,” dedi keskin bir sesle. “Ne acımasından söz ediyorsun? Senin için ölüyor olmam gözlerimi kör etmedi ya.” Başımı inanmayarak iki yana salladım. “Bir ressam düşün, tamam mı?” Heyecanla devam etti. “Ve iki kadın çizdiğini düşün. Bir tanesi kusursuz, herkesin standartlarında canlandırdığı o kadın. Yola çıktığında görebileceğimiz türden. Fakat diğer çizdiği kadının yüzünde renk paletinden beyaz lekeler var,” işaretparmağı omzuma doğru indi, “omuzlarında, kollarında, vücudunda.” Bakışları saçlarıma döndü. “Saçlarında. Herkesin standart kusursuz güzelliğini sadece bir dakika izlersin ama o beyaz renk paletinin olduğu kadını saatlerce inceleyebilirsin çünkü kusur gibi görünen lekelerine rağmen çok kusursuz, farklı, gizemli. Sana bakarken, seni izlerken her seferinde daha fazlasını buluyorum ben. Her gün ressam biraz daha renk veriyor sana ve ben her gün biraz daha hayran kalıyorum. Seni hiç tanımadığımı varsayalım, senin için ölmediğimi varsayalım. Ben yine seni görsem hayran kalırdım ve seni hiç tanımıyorken kaldım da.”

“Anlamadım,” dedim kekeleyerek, kalbim dört nala koşuyordu sanki.

“Hiç birini gördüğünde içinden o kişiyle konuştun mu?”

“Ne?”

“Birini görürsün, o kişiyi tanımıyorsundur ya da cümleleri söyleyecek cesaretin yoktur ama iç sesinle o kişiye bir şeyler söylersin. Bunu hiç yaptın mı?” Cevap vermemi beklemeden devam etti. “Ben yaptım, seni o yılbaşı gecesi barda gördüğüm gün. Çarptığında ve sana baktığımda iç sesimin söylediği ilk cümle neydi biliyor musun?” Gülümsedi, sıcacıktı gülümsemesi. “Çok güzelsin, bir mucize kadar.”

“Gerçekten mi?” dedim elim kalbime doğru giderken.

“Neyi anlamıyorsun?” diye sordu gerçekten aklı ermiyormuş gibi. “Gerçek bir sanat eseri, yalnız ilahi olgunluğun göstergesidir, demiş Michelangelo.” Derin bir nefes verdi. “Tanrı bir sanatçıysa sen en güzel sanatısın benim için, Sevgili Avukat’ım.”

“Tugay,” dedim âdeta inleyerek ve gülümsediğimde gözlerim dolmuştu. “Diğer insanların dediklerini hiç mi umursamıyorsun?”

“Diğer insanlar kim?” dedi umursamaz bir sesle. “Onların kör gözlerini sikeyim, bize ne onlardan güzelim?” Dilimi üç kez damağıma vurdum, Tugay da yüzünü buruşturdu. “Tüh işte tüh, sensiz çok küfüre alıştım ben. Derhal beni terbiye et.” Gülmeye başladığımda o da bana katıldı, çenemden bir makas aldı. Az önce hissettiğim bütün o kötü hisler toz bulutu olup uçup gitti.

Kusurlardan ibaret bir kadındım, izlerim vardı ve Tugay kusurları öyle güzel anlatmıştı ki şimdi hangi cümle bu cümlelerin önüne geçebilirdi?

“Şey,” dedim. “Ben de sanırım seni o barda gördüğümde içimden bir şeyler söyledim.”

“Ya,” dedi Tugay merakla. “Ne söyledin? Sarhoştun, pek hatırlamazsın sanıyordum.”

Dudaklarımı ıslattığımda utançla gözlerimi kaçırdım ve sonrasında, “Şey,” dedim yere ayağımla şekiller çizerek. “Yani alkolden galiba ben senin gibi bakmadım olaya.” Tugay kollarını önünde bağladığında ciddiyetle yüzümü inceledi. “Ben biraz şey baktım olaya. Şey...”

“Ne?” dedi Tugay ve sonrasında kaşları hafifçe havalandı. “Ne?” dedi bir kez daha ama gülüşünü bastırmaya çalışıyordu.

“Anla işte,” dedim karnına yavaşça vurarak. “Keşke beni şu an öpse diye düşünmüştüm galiba. O anı hayal meyal hatırladığımda tek düşündüğüm kucağına tırmanmak istediğim.” Tugay öyle bir kahkaha attı ki gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım, o ise art arda kahkahalar atmaya devam etti. “Of,” dedim utançla. “İtiraf etmemem gerekiyordu, aptalım ben.”

“Merak etme,” dedi Tugay. “Düşündüğünün çok daha fazlasını sonrasında ben senin için düşünmüşümdür, için rahat olsun.”

Dudaklarım kocaman açıldığında, “Geliyorlar!” dedi arkamızda minibüsün içinde oturan Sinan, hemen yanında ise Gamze vardı, Sinan'ın aldığı çikolatayı yiyordu.

“Onlar değil mi?” diye sordum Tugay'a ve sonrasında Nida'yı göreceğimin verdiği heyecanla ellerimi birbirine çarptım. “Heyecanlandım, Nida'yı görünce...”

“Avukat,” dedi Tugay lafımı bölerek. O kolay kolay lafımı bölmezdi. Bir şeyler söylemesini bekledim ama o söylemek yerine sessizleşti.

“Ne?” dedim afallayarak. “Ne oldu?”

“Çocuklar,” dedi Tugay. “Yetişkinlerden çok daha zor affeder bazen. Bunu biliyorsun değil mi?”

Cümlelerini idrak etmekte zorlanırken Giray'ın kullandığı araç, minibüsün arka tarafında durdu ve ilk inen kişi Marco oldu, bir elinde mandalina, bir elinde Barbie bebek tutarak. “Öncelikle,” dedi hepimize doğru, sesi ince çıkıyordu, hızlıca düzeltti. “Öncelikle,” dedi kendi sesine yönelerek. “Bu küçük hanım tarafından saatlerdir Barbie Stella olmaktan çok yoruldum.” Hızlı adımlarla bize doğru yürüdü ve sonrasında elinde tuttuğu Barbie'yi Tugay'ın eline tutuşturdu. “Git Ölüm Timi yönet, milleti öldürmeden önce yataklarına kum saati bırak, adamların boynunu keserken kan banyosu yap ama gel burada minik bir kıza Stella olup,” sesini inceltti, “ay sen ne kadar güzel olmuşsun, bebiş!” sesini kalınlaştırdı, “diye konuş. Benden buraya kadar.”

Tugay gülmemek için kendini zor tutarken, “Ne var?” dedi sert bir tepki olarak. “Ben de Prenses Helena oluyorum ve her gün Prens Hugo için büyü yapıyorum ama senin gibi söylendiğim yok.”

“Çünkü o senin kız kardeşin amına koyayım,” dedi Marco kısık bir sesle ama gözlerinden Nida'yı ne kadar sevdiğini görebiliyordum. “Benim için ise tatlı, minik, şirin prenses bir kız çocuğundan başka hiçbir şey değil.”

“Daha ne olacaktı Marco?” diye sordum. “Fazla abartıyorsun.”

“Tim'dekilere Barbie'den söz ederseniz yataklarınızda kum saatini bulursunuz.”

Araçtan Javier indiğinde elini bize salladı, beni gördüğü anda gözleri kocaman açılıp, “Avukat!” diye bağırdı sanki aramızda kilometreler varmış gibi. Sonrasında ise sanki bir film sahnesi gibi koşup boynuma atıldı. “Hadi ama, şu asalete bak, sonunda matem havası son bulacak, çiçekler açacak.” Tugay boğazını temizlediğinde Javier geriye çekilip sırıttı.

Javier'in ardından Giray ve onun kucağındaki Nida indiğinde kalbime huzurun dolduğunu hissettim. Dudaklarımdan, “Nida,” adı dökülürken o hücrede geçirdiğimiz günler bütün kötülüklere rağmen benim yaşama sebebimdi. Üzerinde tıpkı benim gibi çiçekli bir elbise vardı, yüzündeki lekeler benim kadar olmasa da çoğalmıştı ve saçları dalga dalga omuzlarından dökülüyordu. Son gördüğüm halinden oldukça iyiydi, kilo almıştı, boy atmıştı, yüzüne renk gelmişti.

Bakışları Tugay'a döndüğü anda, “Baba!” diye bağırdı ve Giray'ın kucağından zorlukla inip Tugay'a doğru koştu. Tugay da dizlerinin üzerine çöktüğünde onun omuzlarına atılıp, “Baba,” dedi bir kez daha. “Seni çok özledim ve burayı hiç sevmedim, gidelim mi artık?” Tugay, Nida'nın alnından öptükten sonra saçlarında ellerini gezdirdi ve sonrasında kucaklayıp doğruldu. Nida'nın bir elinde çikolata, diğer elinde ise Ken oyuncağı duruyordu, acaba onun adını ne koymuştu? “Biliyor musun, gelirken biz kocaman bir inek gördük!” Heyecanla konuşmaya başladı. “Yoldan karşıdan karşıya geçiyordu, Giray abim hemen geçmesine izin verdi, o da kafasını bize sallayıp selamladı. Bence gülümsedi ama Marcito onun gülümsemediğini söylüyor.” Nasıl da çok konuşuyordu...

“Marco,” diye düzeltti Marco.

“Marcito abi zaten neyi doğru biliyor ki babacığım, öyle değil mi?” Kıkırdadı ve başını Tugay'ın omzuna yasladı. “Bir de sonra ilerlerken benim çişim çok geldi, durduk, tuvalete bir girdim kocaman bir kadın bana bakıyor. Ne bakıyorsunuz hanımefendi dedim, şaşırdı.” Güldü bir kez daha. “Kadın bence yabancıydı, İngilizce bilmediğimi düşündü ama senin öğrettiğin kadarıyla biliyorum, daha birçok kelime de öğrendim. Giray abim yanımda konuşurken...” Gözleri açıldı. “Defne ablam gitmiş, nereye gitti o?” Etrafımıza baktı sadece bir saniye, benimle göz göze geldi ve sonra öylesine görmezden geldi ki Tugay dudaklarını birbirine bastırdı. O sırada bakışları Sinan'a kaydığında başını yasladığı yerden kaldırıp yutkunarak ve çekinerek, “Sen kimsin?” dedi Sinan'a. “Senin gözlerin yeşil mi?” Elindeki erkek oyuncağı kaldırdı. “Bak Prens Hugo'nun da gözleri yeşil!”

Sinan sakince Nida'ya yaklaşıp, “Selam küçük hanım,” dedi elini uzatıp sıkmasını bekleyerek. “Benim adım Sinan ama çoğu zaman Prens Hugo da derler, o oyuncağı benden çaldıklarını biliyor muydun? Ayrıca benim gözlerim mavi.”

Nida kıkırdadığında yeniden Tugay'ın omzuna başını yasladı fakat bu kez hayranlıkla Sinan'ın yüzüne bakmaya devam etti. “Kimsin ki sen?” dedi. “Daha önce görmedim hiç.”

“Ben Eftalya'nın korumasıyım,” dedi Sinan gülümseyerek. “Genelde prensesleri korurum, o da senin gibi prenses olduğu için.”

Nida gözlerini kocaman açtı. “Ne? Koruma mı?” dedi ağzını doldura doldura. “Yani sen bizi bütün kötülüklerden korur musun?”

“Elbette,” dedi Sinan gülerek.

“Ya,” dedi Nida, Tugay'a doğru. “O niye hiç bizimle değildi?” diye sordu. “Çok sevdim.”

“İşe bak,” diye çıkıştı Marco. “Sesini incelten ben, etek giyen ben, Barbie olan ben ama hayranlığı kazanan Sinan Hugo.” Gamze kahkahayı bastığında Giray'la Sinan da güldü. “Abileri ayrı, kardeşi ayrı manyak.”

Tugay boğazını temizlediğinde Giray sertçe arkadan Marco'nun omzunu itekledi.

Daha fazla dayanamayarak, “Nida,” dedim ona doğru bir adım yaklaşarak. “Bana selam vermeyecek misin?”

Nida yüzüme bakmadan hatta duymazdan gelerek, “Baba,” dedi Tugay'a doğru. “Ne zaman gideceğiz?”

“Nida,” dedim bir kez daha. “Bana küstün mü?”

Tugay elini Nida'nın yüzüne yerleştirdikten sonra kısık bir sesle, “Yapma,” diye fısıldadı. “O üzülüyor ve seni çok seviyor, biliyorsun.”

Nida başını iki yana salladıktan sonra, “Bizi bıraktı o,” dedi büyük bir öfkeyle. “Anneler terk etmezdi hani baba? Anne değilmiş demek ki.”

Yutkunduğumda Gamze arkama geçip elini sırtıma yerleştirdi ve yavaşça okşadı. Nida benimle küsmek bir yana dursun artık zerre sevgi beslemiyormuş gibiydi. Çocuktu, biliyordum, hatta annesi olmamalıydım zaten ama Tugay'a hissettirdiklerim bir yana dursun Nida'ya hissettireceklerimi düşünmemiştim bile.

“Gidelim mi?” diye sordu Giray konuyu dağıtarak.

“Defne ablam gelmeyecek mi?” Nida'nın sorusu balyoz gibi Giray'a doğru sertçe savruldu.

En keskin ses tonuyla, “Gelmeyecek, Nida,” dedi. “Bir daha asla gelmeyecek, bin kez mi söylemem gerekiyor bunu sana?”

Nida korkuyla biraz daha Tugay'a sığındı, Tugay ise protez olan sol eliyle Nida'nın yüzünü okşarken, “Nida'm,” dedi, demek ki o eline alışmıştı. “Defne ve Giray abin artık ayrıldılar, herkes kendi yollarına bakacak. Onu artık görebilmemiz imkânsız.”

“Ama imkânsızlıklar imkân dahilinde!” dediğinde Tugay gülerek burnuna fiske vurdu ve sonrasında onu kucağından indirip elbisesini düzeltti.

“Hadi bakalım, minik Çeviker,” dedi omuzlarından tutup çevirerek. “Şu siyah minibüse geçiyoruz ve en güzel yeri bize ayırıyorsun. Hemen geliyorum.”

“Kaça kadar sayayım?” diye sordu Nida.

“Dört kez beşe kadar say,” dedi Tugay şefkatle. “Hemen gelmezsem Prens Hugo iki sarayını size bahşedecektir, prensesim.”

Nida güldükten sonra hoplaya zıplaya minibüse doğru ilerledi, arkasından bakarken kalbimin içinde büyük bir oyuğun genişlediğini hissediyordum. Yerimden hareket bile etmezken gözlerimin dolduğunu görüşüm bulanıklaştığında fark ettim, diğerleri minibüse doğru ilerlerken Nida yüksek sesle saymaya devam ediyordu ve sadece on saniye kalmıştı.

Tugay'a dönüp bakmadan tek diyebildiğim, “Onda iz bıraktım,” demekti. “Çünkü ben de çocuktum zamanında, biliyorum bu izi.”

Tugay kolunu belime sardıktan sonra omzuma minik bir öpücük kondurdu ve sonrasında, “Nida'nın gönlünü almak kolaydır ve bana çektiyse sana gülmekte zorlanmayacaktır,” dedi, tereddütle.

“Nasıl gönlünü alacağım ki?”

“Senin gönlünü hiç almadılar mı çocukken?”

“Almadılar.”

Tugay nefesini verdi. “Benim de almadılar ki.” Çaresizlik.

“Sadece işte pembe rugan ayakkabılar,” dedim omzumu silkerek. “Babam uzun bir süre seyahate çıkmıştı, geri döndüğünde ise elinde o ayakkabılar vardı. Bütün kızgınlığım uçup gitmişti onun omzuna atılırken.”

Tugay'ın gözleri kısıldı, bakışlarından geçen ifadeden ne düşündüğünü anlayamadım ama sonrasında hiçbir şey söylemeden beni kendine çektiğinde ve şakağımdan öptüğünde, “Öğreniriz bir çocuğun gönlünü almayı,” dedi içten bir sesle. “Bize öğretmeseler de.”

Başımı salladığımda ikimiz de minibüse doğru yürüdük ve Nida'nın son saniyesinde minibüse binmeye başarabildik. Karşılıklı koltuklardan ters yönde oturan Sinan ve Gamze'ydi, sürücü koltuğunda Marco vardı, Marco'nun yanındaki koltuklarda Giray ve Javier. Hemen karşımızdaki koltukta Nida ortaya oturmuş, kollarını açmış, Tugay'ı bekliyordu.

Tugay soluna oturduğunda bana da Nida'nın sağına oturmak düştü. Ne tuhaftı ki Tugay'ı tanımadan önce kimin soluna ya da sağına geçtiğime asla dikkat etmezdim fakat şimdi görüyordum ki dikkat etmek bir yana dursun kimin kalbi kırılsa, kim düşman olsa ya da sırtını dönse sağına geçiyordum. Belki de bu Tanrı'nın bizim için hazırladığı bir gerçeklikti, hepimiz yaşıyorduk ama ben Tugay'a kadar bunu fark edemiyordum.

Nida, Tugay yanına oturunca kollarını beline dolayıp başını göğüs kafesinin altına yasladı ve sırtını bana döndü. Aralarındaki o korkunun ve kırgınlığın geçtiği çok bariz bir şekilde ortadaydı, Nida'nın Tugay'a düşkünlüğü çok açıktı. Tugay ise ona her baktığında sanki biraz daha gençleşiyor ya da yaşamak için bir heves buluyordu.

Marco aracı çalıştırdıktan sonra, “Malzemeler arabanın içinde öyle değil mi?” diye sordu silahları kastederek.

“Sandviçler!” diye bağırdı Nida. Dünyayı bir çocuğun gözlerinden görmek.

“Evet, Marco,” dedi Giray kısık bir sesle. “Sür arabayı.”

Tam o esnada az önceki arabanın olduğu yerden uzaklaştığımızda bir patlama sesi duyuldu, geriye doğru baktığımda Tugay'ın indiğimiz arabayı patlattığını anladım. Nida korkuyla irkilip geriye bakmak istedi ve “Neydi o?” diye sordu.

“Hiç,” dedi Tugay arkamızda kalan kocaman yangını görmezden gelerek. “Sadece havai fişek.”

“Ya da kocaman bir sandviç patladı,” diye atıldı Javier gülerek. Nida da güldü.

“Ben en çok neyi merak ediyorum biliyor musunuz?” dedi Marco dikiz aynasından bize bakarak. “Olur da bir gün Nida'nın yanında sandviçleri yemek zorunda kalırsak ona bunu nasıl açıklayacağımızı.” Nida'nın kaşları havalandı. “Onu öyle bir cennetle büyütüyoruz ki sandviç manyağı olduğumuzun farkında bile değil.”

“Nasıl yani?” dedi Nida heyecanla. “Çok mu yiyorsunuz siz?”

“Yediriyoruz da,” diyen Marco bu cümlesinin ardından inleyerek ses çıkardı, büyük ihtimal Giray tepki vermişti.

“Sandviçleri yemek zorunda kalmayacağız,” dedi Tugay net bir sesle. “Başka bir yolunu bulacağız ama yemek zorunda kalmayacağız çünkü Nida, abisinin obur olmadığına yeni yeni ikna oluyor, bunu bozmak istemem.” Çünkü Nida, abisinin kötü bir adam olmadığına yeni yeni ikna oluyor, silah kullanırsam bu bozulur ve Nida benden korkar.

“Eğer bir gün bu yaşanırsa sizin ne yaptığınızı umursamadan ben o sandviçi çıkarır yerim.” Baskın sesiyle kaşlarımı çattım. “Ve bu konuda son derece ciddiyim, benden hassas bir yaklaşım bekleme sakın TDÇ. Canımdan önemli değil hiçbir şey.”

“Zaten senden böyle bir isteğim olmayacak, Marco,” dedi Tugay da aynı baskınlıkla.

“Marco'nun bugün huysuzluk düğmesine kim bastı?” diye sordu Gamze dişlerini sıkarak. “Al sandviçlerin hepsini sen ye, biz yemiyoruz, kötüyü çağırma artık.”

“İlk önce sırtında sakladığın iki sandviçi çıkar sen,” diye atıldı Marco.

“Diyenin ceplerinde keskin sandviçler var, bak sen şu işe.”

“Hey,” dedi Tugay sert bir sesle. “Kapatacak mısınız artık konuyu?”

Kendimi tutamayarak, “Aslında Marco haklı,” dedim ve Tugay'ın bakışlarının bana dönmesine neden oldum. “O bu şekilde yanımızda olduğu sürece nasıl engelleyeceğiz ki?”

Tugay derin bir nefes verdikten sonra, “Life is Beautiful filmini izledin değil mi?” diye sordu İngilizce, Nida'nın anlamamasını isteyerek. Henüz İngilizce'si bu kadar gelişmemiş olmalıydı. “Orijinal adı, La Vita E Bella. O film dünyaya bir çocuğun gözünden bakmayı öğretiyor ve filmin sonuna kadar çocuk, bir nazi kampında az sonra sabuna dönüştürülme ihtimali olduğunu bilmeyerek yoluna devam ediyor. Bunu başaran da babası. Kamp bir oyuna dönüşüyor, yiyecekler ödüle, Alman askerleri şeker gibi insanlara. Guido babası olarak bunu başardı, ben de başarabilirim diye düşünüyorum.”

Yutkunduğumda, “Tugay,” dedim ve aynı şekilde İngilizce devam ettim. “O filmin sonunda bir feda var.”

“Ve emin ol bizim savaşımız çok daha sıcak,” diye katıldı Giray konuşmaya. Sessizliğini korumaya devam ediyordu ama böyle bir konuda bana katılmasına şaşırmamıştım. “Onu silahların ortasında bırakalım demiyorum ama en azından gerçekleri anlatmalıyız.”

“Hangi gerçekleri?” Tugay'ın sesi sertti. “Yanıma geldiği ilk günler benimle uyumaktan bile korktuğunu bilmiyor musunuz siz?” Kalbime büyük bir acı saplandı, o günlerin hiçbirinde yanında değildim. “Kâbuslarında beni katil olarak görüyor çünkü X şerefsizi onun zihnine bu şekilde işledi. Gözleriyle görmedi ama hayal gücünde korkunç bir adamdım ben. Bir keresinde saçlarını sevmek için elimi kaldırdığımda geriye kaçtı, bunu yaşayan bendim. Şimdi geçip ona gerçek bir katil olduğumu mu söylememi istiyorsunuz? Hayır, Nida için gerekirse boyun eğerim ama asla onun gözünde korkunç bir adama dönüşemem.”

“Nida, dedin!” diye bağırdı Nida hiddetle. “Nida dedin! Benim hakkımda konuşuyorsunuz! Anlamıyorum, ne konuşuyorsunuz?”

Tugay hepimizin yüzüne tek tek bakıp sonrasında Nida'nın saçlarının tepesine bir öpücük kondurdu. “Bir şey yok canımın içi,” dedi içten bir sesle. “Sadece onlara bir filmden söz ettim, filmde rahatsız edici ögeler var, senin bilmeni istemem.”

“Korkunç bir film mi?”

“Sayılır.”

“Zombiler mi var?”

“Hayır.”

“Hayaletler?”

“Hayır.”

“Katiller?” Tugay sustu ve Nida başını salladı. “Gerçekten de korkutucuymuş.”

***

Beyaz, orta büyüklükte yük gemisinin içindeydik ve henüz kıyıdan ayrılmamıştık. Karşımızda orta boylarda, tıknaz, beyaz saçlı bir adamla Tugay Fransızca bir konuşma içerisindeydi. Tugay'ın kaç dil bildiğini bilmiyordum ama Fransızca’yı İngilizce kadar olmasa da akıcı konuşuyordu. Tıknaz adamın bizim tarafımızda olduğunu anlayabilmek zor değildi çünkü yarım kollu tişörtünün kol kısmında kocaman bir timsah dövmesi vardı, aynı şekilde boynunda ve sol elinin tersinde de. Tugay'ı gördüğü anda gözleri dolmuş, ona sarılmış ve benim karşımda saygıyla öyle bir eğilmişti ki hem utanmış hem de onun gözündeki kendimi görebilmiştim.

Geminin içinde çalışan üç adam daha vardı ama onlar kökenleri gereği televizyondan bile bihaber oldukları için bizi tanımaları imkânsızdı.

Tugay konuşması bittiğinde adamın omzuna hafifçe dokundu ve bakışlarını bize çevirdi. En önde ben duruyordum, hemen arkamda diğerleri vardı. Nida sıkıca Gamze'nin elini tutmuştu, ellerinde bebekleriyle bizi izliyordu. Anladığım kadarıyla Tugay ve Giray'dan sonra en yakın olduğu diğer isim de Gamze'ydi ve bu çok normaldi.

“Alt katta bizim için ayrılan bir yer var,” dedi Tugay. “Yolculuk bir gün sürecek, bir gün boyunca oradan çıkmamamız gerekiyor.”

“Bizim için derken umarım kastettiğin sen, Avukat, Nida, Javier, Gamze, Sinan, Giray'dır,” dedi Marco. “Ve benim için ayrı bir oda tahsis edilmiştir, deniz manzaralı.”

Tugay elbette ki ona aldırış etmedi fakat bıyık altından gülerken adama bakıp onaylayarak başını salladı. Adam önümüze geçip yürümeye başladığında biz de peşinden ilerledik. Yanımızda altı sırt çantası vardı ve sadece iki tanesi kıyafetle doluydu, emindim. Diğerlerinin ağırlığından anladığım kadarıyla silahlarla doluydu. Öyle ki Nida'nın küçük, pembe sırt çantası en masum olanıydı.

Adam geminin kilitli bir kapısını açtı, merdivenlerden aşağıya inerken biz de onu takip ettik ve indikçe küfün kokusu gitgide arttı. İkinci katın da altına indiğimizde yosun kokusu burnuma dolmuştu. “Baba,” dedi Nida zorlukla. “Bana gemi derken bunu mu kastediyordun?”

Tugay arkasına dönüp, “Elbette hayır,” dedi. “Fakat son dakika yer ayarladığımız için birazcık kötü bir oda verecekler bize.” Tugay parmaklarını kaldırdı masum bir şekilde. “Birazcık sadece. Özür dilerim, son dakikaya bıraktım her şeyi.”

Nida, Tugay'ın yüzüne baktı ve gülümseyerek, “Olsun,” dedi içten bir sesle. “Siz olacaksınız sonuçta. Daha önce buralardan çok,” o harfini uzattı, “çok daha kötü bir yerde kaldım, orada fareler vardı, burada yok galiba. Fareler tatlı hayvanlar.” Sırıtıp Gamze'ye baktı. “Değil mi Gamito? Beşinci fareyi de besliyorum biliyor musun? Keşke onları da getirebilseydim, onlar benim tek arkadaşlarım.” Bir çocuğun gözünden dünyaya bakmak bazen güzeldi fakat bazen de içler acısı olabiliyordu, Nida fazlasıyla yalnız bir çocuktu.

“Evet, prenses,” dedi Gamze gülerek. “Onun ismini ne koydun?”

Nida hevesle kahkaha attı. “Tugito, Girito, Marcito, Gamito ve...” Göz ucuyla hemen yanındaki Sinan'a baktı ve Gamze'ye sokuldu. “Sinito.”

“Ölüto Timi'nin duvarları yıkıldı şu düştüğüm hali gördüğünde. Biz rezil olito.”

Gözlerimi devirip, “Ölüto Timi'nin kurucusu burada olsaydı duvarların yıkılmasına göz yumardı, Marcito,” dedim net bir sesle. “En azından senin adın verilmiş, benim adım bile verilmedi.” Gözlerimi kısıp Nida'ya baktım, beni izlerken ona baktığım anda ilgilenmiyor gibi başını çevirmişti. “Zaten benim adımdan olmuyor ki. Eftalyato...” Kusar gibi ses çıkardım. “Eftalto,” yine öyle ses çıkardım. “Yok olmuyor, asla gerçekleşmez, ben bunu hak etmedim bile.”

Nida kendini tutamayarak “Eftalito,” dedi masum bir şekilde. “Oluyor işte üzülmesene.”

Kalbimin üzerinde güneş açtığında Tugay da gülümseyerek bana baktı. “Ya!” dedim heyecanla. “O halde bir sonraki fareye benim adımı verecek misin?”

“Hayır, çünkü onun gitmesini istemiyorum.” Net yanıtı, keskin cevabı... O Tugay Demir Çeviker'in büyüttüğü bir kız çocuğuydu, nerede görsem anlardım.

Adam en sonunda bir odanın önünde durduğunda asma kilidin kapısını açmak için anahtarı deliğe geçirdi ve kilidi yüksek bir ses çıkararak açtıktan sonra eski tahta kapıyı itekledi. Kapı açılır açılmaz dışarıya nazaran daha ferah bir koku burnuma doldu, büyük ihtimal içeriyi temizlemiş olmalıydı.

İlk önce Tugay, ardından da biz içeriye girdiğimizde orta büyüklükte bir odayla karşılaştım. Üç tane küçük yuvarlak gemi penceresi vardı, denizi görüyordu fakat karanlık olduğu için tek seçebildiğim denize vuran ayın beyazlığıydı. En köşede eskimiş eşyalar düzenli bir şekilde dizilmişti, yerde ise üç tane yatak açılmıştı. Sol tarafta su ve atıştırmalıklar vardı, sağ tarafta ise bir torba mandalina.

Tugay alayla, “Marco,” dedi. “Bak, senin mandalinalarını unutmadım.”

Marco kocaman bir ağızla odanın içine bakarken, “Gerçekten,” dedi hiddetle. “Hür irademle sizinle bu kıç kadar odada kalacağımı mı düşünüyorsunuz?” Kocaman gözlerle dönüp Tugay'a baktı. “Ben kardeşim Javier'i bir köşk karşılığında satmayı düşünecek kadar lüks ve paragöz bir adamım, şimdi bu yerde sana benim uyuyacağımı düşündüren nedir?” İşaretparmağıyla yastığı gösterdi. “Bu yastık kaz tüyü bile değil.”

“Of,” dedi Gamze sert bir şekilde Marco'ya bakıp. “Hayatının sonuna kadar burada yaşamayacaksın, bir gün geçireceksin sadece. Ayrıca daha önce hiç böyle yerlerde yaşamamış gibi davranmayı bırakacak mısın?”

“Ben sefaleti yaşadım diye sefalete boyun eğmeyeceğim,” dedi Marco ve sonrasında adama dönüp İngilizce, “Lütfen bana deniz manzaralı, kaz tüyü yastığı olan bir oda verebilir misin?” diye ricada bulundu.

Adam anlamayarak Tugay'ın yüzüne baktığında Tugay gülerek Fransızca bir şeyler söyledi, Marco'yu göstererek. Adam da güldüğünde mandalina torbasına doğru ilerledi, bir tane mandalinayı çıkardı ve sonrasında Marco'ya uzatıp Fransızca bir şey söyledi. “Ne diyor?” dedi Marco, Tugay'a.

“Al, diyor. Vitamin, sinirine iyi gidermiş.” Hepimiz gülmeye başladığımızda Nida, Gamze'nin elini bırakıp odanın içinde zıplamaya başladı ve kendi etrafında dönerek yer yatağına kendini bıraktı. Kıkırtısı odanın içini doldururken daha yüksek sesle kahkaha attım.

Trajikomik bir şekilde uzun bir zamandır bu kadar mutlu olduğumu hissetmiyordum, ufacık bir odaydı, gemideydik, kaçak olarak ülkeye girmeye çalışıyorduk ve ben kendimi fazlasıyla huzurlu hissediyordum.

Marco mandalinayı adamın elinden sertçe aldığında adam başıyla selam verip odadan çıktı ve bizi baş başa bıraktı.

“Güvenilir biri mi?” diye sordu Sinan, Tugay'a, adamı kastederek.

“Evet,” dedi Tugay hiç düşünmeden ve üzerindeki ceketten kurtuldu. “Kendisi çok güvendiğim birisinin eski dostudur.”

“Kim o?” dedim.

Tugay başını salladı. “Adnan Atalar.”

Yutkunduğumda sıcacık bir güven duygusu bana sarıldı, sıcacık kolları hem babama hem Tugay'a aitti.

Tugay herkese döndü. “Öyle ya da böyle,” dedi özellikle Marco'ya. “Bir gün boyunca burada olacağız çünkü başka çaremiz yok. Bana sorarsanız o kadar karanlık odalar gördüm ki burası fazlasıyla huzurlu görünüyor.” Bakışları bana döndü, sanki sen varsın dermiş gibi. “Problemi olan çıkıp geminin sivri burnunda uyuyabilir.” Gömleğinin ilk iki düğmesini açtıktan sonra kollarını da kıvırdı. “Ya da bir gün boyunca susabilir.”

***

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıyordum çünkü ilk kez bizi hem bu kadar bir arada hem de bir o kadar savaştan uzak görebiliyordum.

Odanın ortasında daire şeklinde oturuyorduk. Javier, Marco, ben, Tugay, Sinan, Giray ve Gamze. Nida buraya girdikten yarım saat sonra uykuya esir düşmüş, ben ve Tugay'ın uyuyacağı yatağın içinde kıvrılmıştı. Sinan ve Gamze birlikte uyuyacaktı, Marco, Javier ve Giray ise birlikte. Aslında yataklar birbirine çok yakındı ama Marco asla uyumayacağı ve kimseyi de uyutmayacağı konusunda diretmişti. Elinde sekizinci mandalinası soyarken kaşları çatıktı.

Gamze bana baktığında onun da gülmemek için kendini tuttuğunu anladım. İkimiz de aynı şeyi düşünüyor olmalıydık ki bulunduğumuz konum fazlasıyla komikti.

“Ee,” dedi Marco dakikalardır olan sessizliği bölerek. Geceydi, gökyüzü daha karanlıktı ve bizim bulunduğumuz odayı aydınlatan sadece bir mum ışığıydı. “Hazır böyle daire oluşturmuşken cin çağıralım bari.” Yapay bir kahkaha attı. “Amerikan gençlik dizisi.” Yine o kahkahasını attı. “İlk kim ölür, söylememe gerek yok galiba.” İmayla Gamze'ye baktı fakat Gamze keyifle gülümsüyordu, elinde sandviçinin yarısını tutuyordu. Gerçekten hepimiz ayak uydursak o cini çağırmak için bizi ikna edeceğinin farkındaydım.

Bulunduğumuz oda çok sıcak olduğundan Tugay gömleğinin bütün düğmelerini açmıştı, çekici görüntüsünün altında yatan ve bulunduğumuz konuma ayak uydurmakta zorlanan halini görebiliyordum. Gençliğini tam olarak yaşamadığının farkındaydım, hoş ben de yaşamamıştım ama Tugay daha çok kendisini bunları da sevmediğine ikna etmişti. Bu yüzden olsa gerek belki de huzurlu hissettiği için tuhaf bir duygu içindeydi.

“İndikten sonra,” dedi Tugay ciddiyetle, işe yönelerek. “İzmir'de sadece bir gün geçireceğiz, ardından Büyükşehir’e dönüp geriye kalan işleri halledeceğiz. İngiltere'ye sadece Avukat için gitmedim.” Kelimeleri çok netti. “Ve ülkeye döndükten sonra artık kaçağı oynamayı bırakacağız, bunun yerine Krallık'ın karşısında başka bir güç olacağız, bunu da...”

Kendimi tutamayarak, “Bunları şu an konuşmasak,” dedim sakince. Eldivenlerimi çıkarmış, köşeye koymuştum, yüzüğüm ise parmağımdaydı. Tugay ise bana zıt bir şekilde sol elinde hâlâ eldivenini tutuyordu. Bir yanım da o eldiveni korkmasın diye Nida'nın yanında daima taktığını söylüyordu. “Yani,” dedim yutkunarak. “Belki kulağa aptalca gelecek fakat çok uzun zamandır kendimi bu kadar savaştan uzak ve bu kadar genç hissetmemiştim.” Gamze başını salladığında Sinan ve Giray'ın da bana katıldığını bakışlarından anlayabiliyordum. “Delicesine eğlenelim demiyorum, buna halimiz elbette yok ama her şeyi unutup şu anın tadını çıkarsak.”

“Avukat Eftalya Atalar hayranlığından komalık olacağım,” dedi Javier hevesle.

“Haklı.” Giray yaşananlardan sonra öylesine sessizdi ki bana katılması ve bunu dile getirmesi şaşırtmıştı. “Siktiğimin savaşını şu an duymak istemiyorum, hatta bir şişe viski olsa çok daha iyi hissedebilirdim çünkü kendimi eski günlerde gibi hissediyorum.” Herkes sırtını duvara yaslamıştı, Tugay'ın sol eli çıplak bacağımın üzerindeydi, bacaklarını çapraz birleştirmiş, rahat bir şekilde oturuyordu. Diğerleri de bizim kadar rahat görünüyordu. “Ya da siz istediğinizi konuşun, ben katılmayacağım.”

“Hayır,” dedi Gamze de Tugay'a çekingen bir bakış atarak. “Kimse ayrılmasın, oturalım işte. Şu an yapacak başka neyimiz var ki?”

“Konu gerçekten Amerikan gençlik dizisine doğru gidiyor,” diyen Marco'ydu ama o da keyif alıyor gibiydi.

Tugay herkesin yüzüne bakıp, “Benlik bir problem yok,” dedi ama onun o an ortama ayak uyduramayacağını düşünerek tedirgin olduğunu anlayabiliyordum. Bu ise bana çok kötü hissettirmişti. Gamze ve Javier çekingen bakışlarını ona göndermeye devam ettiler. “Problem yok,” dedi Tugay tekrardan. “Hatta şu an,” bir anda sol elindeki eldiveni çıkardı ve diğer tarafa attı, “beni BL Örgüt lideri olarak görmeyi bırakın.”

Heyecanla gözlerimi açıp ona baktığımda kuralsız Tugay Demir Çeviker'in ne kadar harika göründüğünü biliyordum.

Javier ise öyle bir gaza geldi ki, “İşte bu!” diye inledi ve Tugay'ın omzuna sertçe yumruk attı. “Harikasın adamım! Harikasın ahbap! Bu ucube sisteme böyle direneceğiz işte!” Tugay'ın gözleri kocaman açıldığında Marco gülmeye başladı. Ayarını kaçırdığında fark ettiğinde, “Hey,” dedi Javier geri yerine sinerek. “Şaka yaptım, adamım...”

“Adamım demeyi bırakacak mısın?” diye kıkırdadı, Gamze.

Tugay, Javier'den gözlerini ayırmadan ona doğru yaklaştı ve sonrasında elini kaldırıp omzuna o da vurduğunda daha sertti. “Sen muhteşemsin, ahbap!” dedi onu taklit ederek. “Ama bir daha o kadar sert vurursan senin o lanet olasıca elini kırarım, dostum.” Amerikan dublajı bir yana, hepimiz kahkaha attığımızda Giray da oldukça mutlu görünüyordu.

“O halde bir oyun oynamayalım mı?” dedi Gamze heyecanla.

“Yok artık,” dedi Marco. “Şişe çevirmece oynayalım mı diyeceksin?”

Gamze, Marco'ya dönüp dilini uzattı. “Şişe çevirmeceyi sadece cesareti olanlar oynayabilir, Marco. Eğer bunu oynamaya karar verirsek sen zaten korkaklığından ötürü dışarıda kalırsın.”

Marco burnundan büyük bir nefes verdiğinde Javier ellerini çarparak, “Adam asmaca oynayalım mı?” diye sordu. Hepimiz büyük bir şaşkınlıkla ona baktığımızda Gamze başını iki yana salladı. “Pardon, bu biraz trajikomik oldu...” Yine kendimi tutamayıp güldüğümde diğerleri de bana katıldı.

“Of,” dedi Gamze. “Ne oynayacağız? Köylü vampir oynayalım mı?”

“Bilmiyorum farkında mısın ama bu yedi kişi de katil, yarısı örgüt lideri, bir tanesi yan dal olarak avukatlık yapıyor. Yedi yalan makinesinin arasındayız, vampiri bulana kadar ülkede devrim gerçekleşir.”

Gamze kısa bir süre düşündü ve sonrasında, “Maalesef bozuk saat misali doğruyu gösterdi Marco,” dedi. “O halde cin mi çağıracağız?”

“Şakası bile hoş değil,” dedi Javier. “Şu cin muhabbetini kapatacak mısınız?”

“Javier,” dedi Giray dayanamayıp. “Adam dili kesmekten zevk alan bir katile göre fazla korkak değil misin?”

“Hey, adamım,” dedi Javier, Giray'a. “Gözümün gördükleri beni korkutamaz ama görmedikleri beni öldürebilir. Lütfen kendine gel derhal yoksa senin o lanet olasıca kıçını büyükbaban Gerald'ın mezarına gönderirim.” Giray uzanıp Javier'in ensesinden iteklediğinde Javier güldü.

“Büyükbaba Gerald kim?” dedi Sinan.

“Bilmiyorum ki,” dedi Javier. “Genelde filmlerde böyle konuşurlar. Hoşuma gitti.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve sonrasında heyecanla gözlerimi açıp, “Sayko!” diye bağırdım. “Saykoyu biliyor musunuz?”

Tugay ve Gamze dışındaki herkes bildiklerini söyledi hatta Giray hevesle, “Bu çok iyi,” dedi. “Şimdi zekâlar ortaya çıkacak.”

Tugay kaşlarını çattığında geride kalmışlığın verdiği hisle, hatta eksiklikle bana baktı. Gamze ise, “O ne ya?” dedi. “Nasıl bundan geri kalabilirim? Derhal bana açıklayın.”

“Hey seni lanet olasıca kadın, elbette bu oyunu sana anlatıp...” Gamze, Javier'e öyle uyarıcı bir bakış attı ki Javier sustu.

“Tamam,” dedim heyecanla. “Ama iki avımız olmasın, Tugay'a oyunu anlatacağım, Gamze avımız olsun.”

“Ben niye av oluyorum pardon?”

“Çünkü ben BL Örgüt Lideri Tugay Demir Çeviker'im,” dedi Tugay bana göz kırpıp.

“Ama bu haksızlık!” dedi Gamze. “Az önce istifa etmiştin.”

“Şimdi geri aldım.” Gülerek bana baktı ve yaklaştı. “Anlatsana şu oyunu bana.”

“Tamam,” dedim ve sonrasında Sinan'a kaş göz yaptım, Sinan bu hareketimin ardından Gamze'nin kulaklarını arkadan sarılıp kapattığında Gamze inleyerek ses çıkardı, ben ise Tugay'ın kulağına doğru eğildim. “Sayko aslında oyunun kuralını bilmek.” Tugay kaşlarını çattı. “Şöyle...” Biraz daha yaklaştım ona. “Herkes iki solundakinin özelliklerini söylüyor ve Gamze sırayla hepimize sorular soruyor. Oyunun en önemli kuralı yalan söylememek. Mesela Giray, senin özelliklerini söylüyor, sen Marco'nun, benimkini Sinan söylüyor, Marco, Gamze'nin özelliklerini...”

“Sikeyim,” dedi Marco ağzının içinde.

Onu duymazdan gelip, “Sorduğu her soruya dürüst bir cevap vermelisin ama Marco'ya göre. Eğer yanlış bir şey söylersen Marco sayko diyor ve yer değiştiriyorsunuz. Sorular zaten evet ya da hayır denilen türden. Örneğin Marco'nun üzerindeki şu an siyah, Gamze sana üzerindeki siyah mı diye sorduğunda hayır dersen Marco sayko deyip yer değiştirmek zorunda.” Tugay anlayarak başını salladı. “Karmaşık görünüyor ama çok basit, oynadıkça ortaya çıkacak. Gamze ise oyunun kuralını bulmaya çalışacak. Bu kadar.”

“Pekâlâ,” dedi Tugay ve heyecanlandığını hissettim. “Oynayalım bakalım.”

“Ben de bir filmde görmüştüm ve daha önce hiç oynamadım ama heyecanlı görünüyor.” Hevesle yerimden kıpırdandım, ardından Sinan'a başımı salladım. Sinan onayımın ardından Gamze'nin kulaklarını açtı. Söylenmelerinin arasında neyse ki oyuna ikna ettik ve ona da kısaca şifreyi söylemeden oyunu anlattım. Tek yapacağı bize sorular sormak ve oyunun kuralını çözmekti.

En sonunda oyun başladığında Gamze hepimize dik dik bakmaya başladı ve sonrasında, “Çok basit sorular soracağım, öyle değil mi?” diye sordu.

“Evet,” dedim.

Marco'ya döndü ve bir anda, “Sen lanet olasıca bir pislik misin?” diye sordu. Marco, Gamze'nin özelliklerini söylüyordu.

Marco sırıttı. “Evet.”

“Sayko diyememesi ne acı ama...” dedi Javier gülerek.

“Eh, en azından doğruyu söyledi, gerçekten de dürüstmüşsünüz.” Bakışları Sinan'a döndü. “Sen inanılmaz seksi ve çekici bir insan mısın peki?” Sinan benim özelliklerimi söylüyordu... Tugay öksürmeye başladığında kaşları çatıldı, Marco havaya mandalinasını atıp tuttuğunda keyifle güldü. “Cevap versene,” dedi, Sinan kıpkırmızı kesilirken. “Aşırı seksi birisi misin?”

“Şimdi,” dedi Sinan utançla bana bakıp ve sonrasında gözlerini kapattı. “Yani...”

Giray kahkaha attığında Marco'yla keyiften birbirlerine vuruyorlardı. “Of,” dedi Gamze. “Dürüst cevap verirsen evet, demen gerekiyor.”

“İnan bana işler burada çok karışık canım,” dedi Sinan gözlerini açarak. “Başka bir soru soramaz mısın?”

“Hayır,” dedi Marco gülerek. “Asıl birazdan burada bir devrim gerçekleşecek.”

“Söylesene Sinan,” dedim sırıtarak. “Ne olacak yahu?” Tugay bir kez daha boğazını temizledi ve duruşunu dikleştirdi.

“Evet,” dedi en sonunda Sinan kısık bir sesle. “Seksi olduğum noktalar var elbette.”

“O noktalardan söz etmek ister misin Sinan Yaman?” dedi Tugay kaşlarını kaldırarak. Hem şaka yapıyor hem de kıskançlığını gizleyemiyordu.

“Bunu sonra konuşsak daha iyi olur,” dediğinde Sinan güldü. “İnan bana özelimi burada tartışacak değilim.”

Gamze kaşlarını çatıp ikisine baktığında, “Tahmin yürütmeye çalışıyorum ama yirmi dokuz saattir uykusuzum maalesef,” dedi ve sonrasında Giray'a baktı. “En son kaç yaşında altına kaçırdın?” Giray, Tugay'ın özelliklerini söylüyordu ve ben kahkaha atıyordum.

“Siktir ama artık ya,” dedi Tugay. “Bitirin şu oyunu.”

Giray kahkahasının arasında, “Hatırladığım kadarıyla dokuz,” dedi, o an hepimiz büyük bir şaşkınlıkla Tugay'a baktığımızda Marco'nun kahkahası gemiyi titretecek kadar gürdü. Birkaç saniye Tugay'ın sayko demesini bekledik ama söylemediğinde dokuz yaşında altına kaçırdığına şahit olduk.

“Sayko da yok amına koyayım!” dedi Marco gülüşünün arasında Tugay'a bir parça mandalina atarak. “Lazımlık binaları tez patlatılsın!”

Tugay, Giray'a öyle bir bakıyordu ki Gamze, “Oha ayı,” dedi Giray'a. “Sen bu yaşta da altına kaçırıyorsundur kesin.”

“Abartma,” dedi Tugay hiddetle. “Daha neler artık.”

“Sana sormadım ki?” dedi Gamze kaşlarını kaldırarak. “Sana ne oluyor?”

“Sadece kardeşini koruyor,” dedi Giray gülüşünün arasından. “BL Örgüt Lideri Tugay Demir Çeviker işte...”

“Nasıl altına kaçırdın ki?” dedim gülerek.

“Korku filmi,” dedi Giray, Tugay'a bakarak. “En büyük fobim zombilerdi. Gece kâbus görmüş...”

“Ya,” dedim dayanamayıp Tugay'ın omzuna kolumu atıp onu kendime çekerek. “Kıyamam, çok masum.”

Tugay gözlerini kapattığında, “Gamze,” dedi boğuk bir sesle. “Bir başkasına soruyu soracak mısın artık?”

Gamze'nin gözleri bana döndü ve oyunu çözmeye çok yaklaşmış gibi, “Erkeklerden hoşlandığını fark ettiğinde kaç yaşındaydın?” diye sordu. Ben Javier'in özelliklerini söylüyordum.

Boğazımı temizledim ve sonrasında çenemi kaldırarak, “Öncelikle,” dedim. “Erkeklerden değil, kadınlardan hoşlanıyorum.” Javier bana baktı ve sonrasında, “Sayko!” dediğinde gözlerim kocaman açıldı. “Nasıl ya?” dedim yer değiştirirken. O benim yerime geçti, ben onun yerine.

“Bilemezsin ahbap!” dedi Javier. “İnsan içindekileri çözemiyor!”

“Ne oluyor ya?” dedi Gamze ve sonrasında Sinan'a döndü. Sinan artık Javier'in özelliklerini söylüyordu. “Sen kadınlardan hoşlandığını fark ettiğinde kaç yaşındaydın?”

Yeniden gülmeye başladığımızda Sinan, Javier'e baktı ve sonrasında, “Ben,” dedi çekingen bir sesle. “Kadınlardan hoşlanmıyorum...” Gür bir kahkaha attığımızda Gamze, “Ne?” diye bağırdı fakat Javier yeniden, “Sayko!” dediğinde hepimiz büyük bir şaşkınlıkla ona baktık.

“Lan göt,” dedi Giray gülüşünün arasından ortaya doğru. “Bütün türlerden mi hoşlanıyorsun sen?”

“Çıldıracağım,” dedi Gamze sinirle ve yeniden Sinan'a odaklandı. “Peki sen erkek misin?” Bu kez Sinan benim özelliklerimi söylüyordu...

Sinan büyük bir nefes verdi ve sonrasında, “Hayır,” dedi. “Ben bir kadınım.” Marco oturduğu yerden yana doğru düştüğünde yeri yumruklamaya başladı.

“Ne?” dedi Gamze hiddetle.

“Görmüyor musun Gamze?” dedi Sinan gözlerini açarak. “Upuzun saçlarım var, ne erkekliğinden söz ediyorsun sen? Lafını bil de konuş.”

“Gülmeyi bırakır mısınız?” dedi Gamze. Daha fazla öfkeleniyordu. Yeniden Marco'ya döndü, Marco hâlâ Gamze'nin özelliklerini söylüyordu. “Bu hayattaki en büyük pişmanlığın ne?”

Marco'nun yüzündeki gülümseme donuklaştı. “Birini sevmek, sanırım.”

“Sayko olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyeceğiz,” dedi Javier ağzının içinde.

“Birini sevmek mi?” dedi kibirle Gamze ve bakışlarını imayla Marco'dan ayırdı.

“Hiç mi tahminin yok?” diye sordum yüzüne bakarak.

“Bir ünlüyü mü taklit ediyorsunuz?” diye sordu.

“Hayır,” dedik hep bir ağızdan.

Gamze burnunu kırıştırdı ve bana döndü, Giray'ın özelliklerini söylüyordum. “Sen en son kaç yaşında altına kaçırdın?”

“İşte bu,” dedi Tugay, Gamze'ye elini kaldırıp. “Söylesene güzelim,” bana baktı, “söyle, yüksek sayılar söyle. Gerçeği söyle.”

Giray öfkeyle Tugay'a baktı. Ben ise kafadan uydurarak, “On bir,” dedim.

Tugay, “Daha fazla,” dediğinde Marco gözlerini kocaman açtı. “Çeviker ailesi işemelere doyamıyor,” dediğinde Sinan kahkaha attı.

Giray dişlerini sıkarak, “Sayko,” dediğinde yer değiştirdiler. “On üç.”

“Yuh!” dedik aynı anda.

Oyun bu şekilde devam ederken odanın içinde kahkahalar yükselmeye devam ediyordu, saykolar havada uçuşuyordu. Neredeyse bir buçuk saat olduğunda Gamze oyunun kuralını bir türlü bulamıyordu.

Gamze, Sinan'a döndü. Heyecanla. “Şu an birine âşık mısın?”

Sinan, Giray'ın cevabını veriyordu...

“Bu en zor, boktan sorular neden hep bana geliyor?” dedi kaşlarını çatarak.

“Vay,” dedi Gamze trip atarmış gibi. “Sanırım korktun.”

Sinan gözlerini kapattı ve Giray'a baktığında Giray ciddiyetle ona bakıyordu. “Âşığım ama olmak istemezdim,” diye yanıt verdi. Sessizlik olduğunda hepimiz sayko bekledik ama Giray sayko demedi, yalan değildi.

Bu kez Gamze bana döndü. “Sen âşık mısın peki?” Ben Tugay'ın yanıtını veriyordum.

Gözlerimi kaçırdığımda utandığımı hissettim ve sonrasında, “Evet,” dedim.

“Ne zamandır?”

Soru karşısında hazırlıksız yakalandığımda gözlerim açıldı, bakışlarım Tugay'a döndü; Tugay ise hiçbir renk vermeden bana gülümseyerek bakmaya devam etti. “Bir süredir,” dedim kaçamak bir cevap vererek.

“Ne kadar süredir ama?” dedi Gamze gözlerini kısıp. “Bir sayı ver.”

“Yani sayı veremem ama...”

“Belki de kendi kalbini hissettiğinden beridir, güzelim,” dedi Tugay gülümseyerek bana bakıp. “Belki de pembe rugan ayakkabılara kadar uzanıyordur.”

Kaşlarım havalandığında ellerimin heyecandan uyuştuğunu hissettim. Yutkunduğumda bana hafifçe göz kırptı ve sonrasında Gamze'ye baktı. “Bana sormadın hiç,” dedi göz ucuyla Marco'ya bakıp. “Sorsana bir soru.”

Gamze'nin çekindiği için sormadığını anlamıştım ama çoktan Tugay'ın dokuz yaşında altını kaçırdığını bize sır olarak vermişti, farkında değildi.

“Pekâlâ,” dedi Gamze. “Basit bir soru soracağım ki seni zorlamayayım.” Gülümsedi ve bana baktı. “Sen şu an âşık mısın?” Marco'nun gözleri kocaman açıldığında basit dediği sorunun aslında dünyanın en zor sorusu olduğunun farkında bile değildi.

Tugay öksürdüğünde, “Hmm,” dedi ağzının içinde ve yeniden Marco'ya doğru baktı. “Bu biraz tuhaf oldu.”

“Ne?” dedi Gamze kızgınlıkla. “Eftal bu kadar açıkken sen bocalayacak mısın sahiden?”

Gamze ne yazık ki Tugay'ın Marco'nun cevabını vereceğinin farkında bile değildi...

“Bence artık bu oyunu bitirelim,” dedi Marco lafa dalarak. “Sıkıldım.”

“Hayır,” dedi Gamze kaşlarını çatıp. “Bulacağım kuralı.” Yeniden Tugay'a döndü ve ters bakışlar attı. “Şu an âşık mısın, değil misin?”

Dürüst olması gerekiyordu, oyunun kuralı buydu ama verdiği her cevap Marco'nun belki de sırrını bize verecekti.

Tugay onay beklermiş gibi Marco'ya baktı , Marco ise sadece yarım saniyede gözlerini kırptığında Tugay, “Evet,” dedi kısık bir sesle. “Âşığım.”

Dudaklarım aralandığında direkt gözlerim Marco'ya kaydı, Giray ve Javier'in de öyle. Sinan bilmiyordu ama o da ilk kez şüpheyle Marco'ya baktı.

Marco ise sayko demedi.

“E niye bu kadar düşündün ki?” dedi Gamze kızgınlıkla. “Ne zamandan beri âşıksın peki?”

Marco burnundan sertçe nefesini verdiğinde Tugay, “İlk cinayetimi işlediğimden beri,” dedi ucu açık bir yanıtla. “Çok uzun bir zamandır.”

“Vay,” dedi Gamze hayranlıkla. “Bu harikaymış ve cesurcaymış.”

Sessizlik olduğunda Marco bir anda ayağa kalkıp, “Bu kızın oyunun kuralını çözeceği yok,” dedi hiddetle. “Sıkıldım, sigara içmeye çıkacağım, gün doğmak üzere.”

Oyun son soruyla beraber bitmişti, bu çok açıktı. Marco ise Gamze dışında aslında hepimize âşık olduğunu itiraf etmişti.

Kapıyı açıp odadan çıktığında Javier de onun peşinden kalkıp çıktı ve kapı çarptığında bütün kahkaha seslerine uyanmayan Nida irkilerek kapı sesine uyandı ve korkuyla bağırdı. “Baba!”

Tugay hızlı bir şekilde, “Buradayım, abiciğim,” dedi ona doğru yaklaşarak. “Bir şey olmadı.”

“Yine mi kaçıracaklar beni?” dedi korkuyla uyku sersemi. “O ses neydi? Silah mı...”

Tugay işaretparmağıyla Nida'yı susturup, “O kelimenin yasaklı olduğunu söylemiştik ya canımın içi,” dedi. “Sadece rüzgârdan kapı çarptı, uyumaya devam et.”

“Sen de gel,” dedi Nida ve bakışları bana döndüğünde hiçbir şey söylemedi ama kapı dışarı etmediğini de fark ettim. Gamze neler olduğunu anlamaz bir şekilde etrafına bakarken Giray da oturduğu yerden kalkıp çıktığında odada sadece dördümüz kaldık.

“Yanlış bir şey mi söyledim?” diye sordu Gamze şaşkınlıkla. “Neden gerildik?”

“Aslında,” dedi Tugay, Nida'nın yanına uzanıp Nida'yı göğüs kafesine doğru çekerken. “Çok doğru bir soru sordun ama yanlış kişiye ve yanlış zamandaydı.”

Sinan sanki neler olduğunu anlamış gibi bakışlarını bana çevirdiğinde kaşları hafifçe çatıldı ve sonrasında kapıya doğru baktı. Birkaç saniye sonra ise hiç ummadığım anda oturduğu yerden kalkıp o da dışarı çıktı, Gamze ise daha büyük bir şaşkınlıkla onun arkasından bakakaldı.

Odanın içini sessizlik kaplarken, “Gamze,” dedim ben de yavaşça Nida'nın yanına geçip ona dokunmamaya dikkat ederek. “Oyunun kuralını hiçbir zaman internetten araştırmayacağın konusunda bana söz verebilir misin?”

“Neden?”

“Lütfen,” dedim başımı sallayarak. “Sadece söz ver.”

“Bu iyiliğim için mi kötülüğüm için mi?” diye sordu.

“Bu,” dedim sessizce. “Herkesin iyiliği için.”

Gamze gözlerimin içine bakarken anlamasa da, “Söz,” dedi yine de. “Söz veriyorum.”

***

Gün doğmuş, odanın içine ışık dolmuştu. Saatler önce hep beraber otururken geminin bu kadar sarsıldığını fark etmemiştim ama uzandığımda denizin üzerinde beşik gibi sallandığımızı fark edebiliyordum.

Bakışlarım odanın içinde dolaştığında herkesin derin bir uykuda olduğunu fark ettim. Gamze ve Sinan yan yana uyuyorlardı, temasları yoktu. Sinan'ın diğer tarafında Javier ve Giray vardı. Marco ise en uçta sırtı dönük, tek başına uyuyordu, yerde, yatağın olmadığı yerde.

Gözlerim Nida'yla Tugay'a kaydı. Nida'nın dudakları aralanmış, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle uykunun kollarındaydı, başı Tugay'ın göğsüne yaslı sıkıca sarılmıştı. Tugay ise sağ elini başının altına almıştı, sol eli ise Nida'dan gizleniyordu. Gözleri sıkıca örtülüydü.

Derin bir nefes verdikten sonra yatakta diğer tarafa dönmek için hareketlendiğimde Tugay'ın, “Nereye?” diye fısıldayan sesini işittim ve sonrasında sol protez eli gitmemi engellemek istiyormuş gibi hızlıca bana tutundu.

Şaşkınlıkla ona baktığımda, “Uyandırdım mı?” diye fısıldadım aynı şekilde. “Sadece biraz doğrulacaktım.”

Tugay elini yavaşça üzerimden çektikten sonra, “Uyumuyordum,” diye yanıt verdi.

“Ne zamandır?” Cevap vermedi. “Hiç mi uyumadın?” Yine cevap vermedi. O an yaşattığımın tokadı sanki bir kez daha yüzümde yankılandı. “Tugay,” diye fısıldadım hafifçe ona dönüp cenin pozisyonu alarak. Bir elimi yavaşça Nida'nın üzerinden ona doğru uzattığımda elim, karnının üzerindeydi. “Neden uyumuyorsun?”

Tugay dudağının kenarıyla gülümsedi fakat kapalı gözlerini açmadı. “Gemi,” dedi bir bahane üreterek. “Gemi çok sarsıyor, uyutmuyor. Uyutamıyor.”

İçimden bir ses Nida dışında odadaki kimsenin uyuyamadığını söylüyordu ama en kötüsü Tugay'ınkiydi çünkü sebebi bendim, biliyordum.

“Özür dilerim,” döküldü dudaklarımdan. “Nasıl geçirebilirim bunu bilmiyorum.”

Tugay ilk önce cevap vermedi, ardından yine yüzündeki o gülümsemeyle, “En azından bir dahaki sefer yeniden gidecek olursan ben uyurken gerçekleştirme bunu,” diye mırıldandı. “Çünkü ben bir tek seninle huzurlu uyuyabiliyordum, şimdi sen varken de uyuyamıyorum.”

Yutkunduğumda ona hiç gitmeyeceğimi söylemek istedim fakat ne söylersem söyleyeyim hepsi çok geçersiz kılınacaktı, ben onu gerçekleştirmeyeceğim sürece. Güvenmekle affetmek birbirinden apayrı duygulardı. Tugay elbette beni affedebilirdi çünkü an şu andı, aşk her şeyi yenerdi, bizim kaybedecek vaktimiz yoktu fakat güvenebilir miydi bunu bilmiyordum.

“Tugay,” dedim ona doğru biraz daha yaklaşarak ve sonrasında karnındaki elimi saçlarına daldırıp yavaşça okşadım. Gözlerini araladığında ela gözleri bana kaydı, gözlerindeki kırgınlığın yerini aşk aldı. “Biz,” dedim ikimizi kastederek. “Çok mutlu olacağız.” Üç kelime ama öyle bir inançla söylemiştim, öyle bir inanmıştım ki sanki Tanrı'dan bir dilek gibiydi. “Biz seninle öyle çok mutlu olacağız ki umutlarımız daima canlı kalacak, inan bana.”

Tugay yüzüme bakarken sol eli ensemi buldu ve beni kendine çektikten sonra alnıma minik bir öpücük kondurdu. “Biz seninle en imkânsız anımızda hiç olmayan bir evin hayalini kurduk, Sevgili Avukat,” dedi. “O evin her odasını tamamlamadan vazgeçer miyiz? Biz seninle deniz kenarında şarap hayali kurduk, biz seninle İngiltere'deki evine geri dönme hayali kurduk.” Eli yanağıma dokundu, protezi yanağımı okşadı. “Biz seninle yaşamak için hayaller kurduk.” Saçlarında gezinen elimi tuttu ve yüzüğümün üzerinden öptü. “Ben seninle evlenebilmek için bile kazanırım bu savaşı. Önce özgürlüktü savaşım, sonra bizim özgürlüğümüzün savaşına dönüştü.” Elimi çevirip avcumun içinden öptü, yanık izinden. “Şimdi hayallerimiz için savaşacağım, bak ben ölmeyeceğim.” Bir yemin gibi söyledi. “Senin de ölmene izin vermeyeceğim. Savaşacağım son ana kadar, bunun sonunda biz özgürlük savaşçılarından ziyade hayal savaşçıları olacağız.”

Yutkunduğumda gözlerim dolmuştu. “Ölmeyiz, değil mi?” dedim korkuyla ve az önceki bu odadaki mutluluğumuzu hatırladım. “Hiçbirimiz.” Kelimeler ağırdı. “Ben,” dedim belki de ilk kez itiraf ederek. “Ölmekten artık çok korkuyorum, kaybetmekten ise daha çok. Yaşayalım, kaybetmeyelim, ulaşalım hayallerimize. Aslında hepimiz nasıl da eksik, nasıl da genciz. Ölmeyelim, lütfen.”

Tugay'ın bakışlarındaki ifade değişirken elimi bırakıp yeniden ensemden tuttu ve bu kez beni kendine çektiğinde dudakları sakince dudaklarımın üzerine kapandı. Acelesiz, sakin, şehvetten ziyade özlem ve aşkla. Geriye çekildiğinde, “Bilmez misin?” dedi gülümseyerek. “Tugay Demir Çeviker, Sevgili Avukat’ı ne emredersen onu yerine getirir, boyun eğer, itaat eder. Ölmeyi yasakladıysan yaşamak için daha fazla çabalarım, canımın içi güzelim benim. Sana söz veriyorum, bu andan sonra sadece hayallerimiz için var olacağız. Bugünü, bu anı unutma; her ne yaşarsak yaşayalım bu sözü hatırlayacağız.”

“Ya,” dedim heyecanla ve dirseğimi yatağa yaslayıp elimi yüzüme yerleştirdim. “Hadi bana şimdi ilk gerçekleştireceğimiz hayalimizi söyle, ülkeye dönünce.”

“Gerçekleştirdim bile.”

“Ne?”

Tugay haylaz bir şekilde gülümsedi. “Yatak odasının her yerine aynalar koydum. Tavan da dahil.”

“Tugay,” dedim hiddetle ve sesim umduğumdan daha gür çıktığında elimle ağzımı kapattım. “Sen deli misin?”

“Bu sorunun cevabını yeterince aldın diye düşünüyorum, güzelim.”

Kaşlarımı çattım ve sonrasında, “O halde benim de ilk gerçekleştireceğim hayal seni delicesine sarhoş etmek,” diye çıkıştım. “Hem de İzmir'de, gün doğarken.”

Tugay da gözlerini açtığında meydan okuyarak ona baktım, o ise dudaklarını birbirine bastırıp boyun eğiyormuş gibi başını salladı.

“Baba,” dedi Nida uyku sersemi.

Tugay hızlı bir şekilde Nida'ya dönüp, “Efendim, abiciğim?” diye mırıldandı.

“Rüyamda bir atın üzerindeydik ve sen kahraman bir kraldın,” dedi. Hayallerinde artık Tugay, yeniden kahraman o adama dönüşmüştü. “Ben de bir tanecik prenses kızıydım. Bir de kraliçe vardı.” Uyku sersemi bana olan küslüğünü unutmuştu. “Eftalya Kraliçe. O da vardı. Olsun, baba. O da hep bizimle olsun.”

Tugay'ın cevap vermesini bile beklemeden yeniden uykuya daldığında, Tugay onun da saçlarının tepesinden öptü. “Sen,” dedim Tugay'a. “Onun için bir katil değil, daima bir kahraman olarak kalacaksın.”

“Umarım, Sevgili Avukat,” dedi. “Umarım canımın içi çünkü bir çocuğun korkusu olmam; çünkü bunun ne demek olduğunu çocukken tattım.”

***

Çoğu zaman sessizlikle ve bazen minik atışmalarla geçen saatlerin ardından kıyıya varmamıza neredeyse dakikalar kalmıştı. Tugay hiç uyumamıştı, ben ise kesik kesik uyusam da çoğu zaman uyanmıştım. Gamze ve Javier dışında herkes sessizlik içindeydi, Sinan'la konuşmak için can atıyordum ama onun bakışlarından anladığım kadarıyla şu an benimle konuşmaya açık değildi.

Neler olduğunu bir yandan merak ediyor, bir yandan da burnumu sokmaktan kaçınıyordum. Tek görebildiğim Marco'nun Gamze'yle göz temasını bile kestiğiydi; Gamze ona takıldığında bile cevapsız bırakıyordu. Kendi içindeki itirafı, Gamze konusunda tamamen sessizliğe gömülmesine neden olmuştu.

Odanın içinde herkes toparlanırken tek eksik olan kişi Giray'dı. Birkaç saattir ortalıklarda görünmüyordu, oyun oynadığımız saatler haricinde pek de konuşmamıştı. Tugay, Nida'yla ilgilenirken Giray'a bakmaya gidemediğini anlayabiliyordum, diğerleri de zaten kendi kafasının içindeki dünyada dönüp duruyordu.

Bu yüzden belki de haddim olmayarak Giray'ın yanına gitme görevini üstlenmiş, geminin üst katına çıkmıştım. Giray aslında öyle çok da gizlenmiş sayılmazdı, geminin ucunda oturmuş, bacaklarını aşağıya doğru sarkıtmış sigara içiyordu.

Yanına gidip gitmemek konusunda ikileme düşerken Giray'ın derin nefesi beni onun yanına itti.

Hemen arkasında durduğumda ve kısık bir sesle, “Giray,” dediğimde irkilmedi. Büyük ihtimal adım seslerimi duymuştu.

“Gel, Avukat,” dedi Giray omzunun üzerinden bakıp ve sonrasında kıyıyı değil, geldiğimiz yolu gösterdi. “Baksana, gökyüzü ne kadar güzel görünüyor.”

Dudaklarımı ıslattığımda yavaşça onun yanına oturdum ve ben de onun gibi bacaklarımı aşağıya sarkıttım. Giray o anda beni şaşırtarak sigara paketini uzattı, içinde kalan tek sigarasıyla. “İçmek ister misin?”

Reddetmeden içindeki sigarayı aldım ve ucunu yakmasına izin verdim. Sonrasında büyük bir nefes çekip gökyüzüne baktım. Akşam olmuştu, bir gün geçmişti, dolunay vardı ve ayın ışığı denize öyle güzel vuruyordu ki güneş vursa bu kadar parlak olmazdı. “Geceyi mi daha çok seviyorsun, gündüzü mü?” diye sordum.

Giray gözlerini kıstı, uykusuzdu, gözlerinin içi kıpkırmızıydı ve şimdi gerçekten de Tugay'a benziyordu. “Geceyi seviyorum ama dolunay olduğunda, gündüzü seviyorum ama yağmur yağdığında.” Bana baktı. “Sen?”

“Gündüz,” dedim hiç düşünmeden. “Güneşi. Pasparlak güneşi fakat buna zıt bir şekilde karlı havalara da âşığım. Aslında karmaşık. Ben galiba direkt gökyüzünü seviyorum.”

Giray güldü, mutluluktan uzaktı. “Gitgide kocana benziyorsun.”

Ben de güldüm. “Kocam demen biraz ağır geldi.”

Giray bu kez içten bir şekilde güldü. “Seni nasıl kandırdık ama?”

Dilimi damağıma vurup sigaradan bir duman daha çektim. “Senden beklemezdim,” diye takıldım. “Bazen fazla masum oluyorsun aslında.”

Giray üzerimde olan bakışlarını gökyüzüne doğru çevirdiğinde, “Kibar kadınsın işte,” dedi takılıyormuş gibi ama hisleri yavandı. “Salaksın, aptalsın, körsün diyemiyorsun, masumsun diyorsun.”

“Giray...” dedim fakat lafımı böldü.

“Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum ama sanırım hem sana hem de Sinan'a bir özür borcum var.” Büyük bir nefes verdiğinde sigarasından öyle büyük bir duman çekti ki o dumanın içinde boğulacağını düşündüm. “Size inanmadığım için değil, size inandığım halde aslında aptal gibi o kadına inanmayı tercih ettiğim için. Biliyorum en başından. Nasıl mı?” Başını iki yana salladı. “Sinan bir oyuna kurban gitti, Defne'yi harcadı ama o cümleleri kurarken Defne'nin bakışlarındaki gerçeği bir tek ben gördüm: Korku. Delicesine korkuyordu. İnsan bazen kör olmak istiyor, kör ettim kendimi. Sağır olmak istedim, kimseyi duymadım. Konuşmam gerekirdi, dilimi kestim. İnsan öptüğü, seviştiği, âşık olduğu kadını bilmez mi, demiştim. Biliyordum aslında ama aptallığı seçtim. Kendime en çok öfkelendiğim nokta da bu.” Yutkundu, sigarasından son dumanını çekti ve gözlerini kapattı. “Eğer gerçek bir aptal olsaydım acımı çeker, ortalığı dağıtırdım, ben aptal olmayı seçtiğim için utanıyorum kendimden.”

“Bu senin suçun değildi ki,” dedim ben de sigaramdan içerken. “Bu kimsenin suçu değildi. Anlaşılmadığını mı düşünüyorsun? Seni çok iyi anlıyorum çünkü bazen insan üzüleceğini bildiği yola girmek yerine kör gözlerle ilerlemeyi tercih ediyor. Sen de bunu yaptın.”

“Yaptım yapmasına da,” dedi Giray. “Bak yine ben yapayalnız kaldım.” Sigarayı geminin köşesine söndürdü. “Bak işte ben tercih edilmeyen, sevilmeyen oldum. Bak kaldım bir başıma, şimdi dönüp de kendimi nasıl affedeyim?” Gözlerini kapattığında başını önüne doğru eğdi. “Sadece ne var biliyor musun? Neye aklım ermiyor biliyor musun?” Nefesini verdiğinde kalbindeki acı, sanki benim de canımı yakıyordu. “Bir insan birini sevmiyorken nasıl öylesine gerçek öpebilir, gerçek gülebilir, gerçek sarılabilirdi, Avukat?” Yutkunmakta zorlandım, Giray'ın ise sesi titredi. “O benim sadece sevgilim değildi ki. Sırdaşımdı, sığındığım yerdi, çoğu zaman kaybettiğimdi.” Annesi. Gözlerini açtığında, ela gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Sevmese bile belki sever sandım çünkü insan bu denli güvende hissettiremezdi, ben onunlayken güvende hissediyordum.”

“Giray,” dedim acıyla. “Bunun adı ihanet.”

“Hayır,” dedi. “Bunun adı kıyamet. İhanet daha basit, ben kıyametin ortasında kaldım çünkü ondan nefret edemiyorum.” Sesi titrediğinde omuzları aşağıya doğru düştü, gözünden bir damla yaş düştü. “Bir insandan nasıl nefret edilir ki, Avukat?” dedi dönüp bana bakarak. Kıpkırmızı gözleri parlıyordu. “Bir aşktan nasıl nefret edilir? Bunun için aksi bir savunman var mı? Ben şimdi uğruna ölebileceğim kadından nasıl vazgeçeceğim?”

Hiçbir cevap veremiyordum, kelimeler tükenmişti.

“Peki o beni gerçekten hiç mi sevmedi?” diye sordu. İşaretparmağıyla başparmağını kaldırıp bana gösterdi. “Şu kadarcık bile mi sevmedi ulan? Hasta oldu başında durdum, ağladı saçlarını okşadım, güldü o gülüyor diye daha mutlu oldum, acı çekti çok daha fazlasını hissettim. Bunlar için bile mi sevmedi beni? Ulan bu nasıl bir kötülük, söylesene bana? Aklım ermiyor, delireceğim ben.” Kendisini gösterdi. “Neyi yanlış yaptım? Ne doğru değildi benden? Hadi sevmedi, bari beni kandırmaya çalışmasaydı. Bunu neden hak ettim ben?”

Gözlerinin içine bakarken kendimi tutamayıp onu çektim ve boynuna sarıldığımda alnı omzuma düştü. “Bazen hak etmesek de insanlar bize ihanet ederler, Giray. Acı çektirirler, canımızı yakarlar, hatta bundan keyif de alırlar. Sen Defne için sadece bir araçtın, güzelliktin ve eğlenceydin ama aşk değildin.” Cümlelerim ağırdı biliyordum ama birinin bunu ona söylemesi gerekiyordu. “Şu an nefret etmeyeceksin belki ama bir gün edeceksin çünkü o başka birine âşık.”

Giray'ın vücudu son cümleyle kaskatı kesildiğinde alnını omzumdan kaldırmadan, “O kişinin kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu sakin bir sesle ama dişlerini sıktığını hissedebiliyordum. “Tanıyorum değil mi ben?”

“Evet,” diyebildim sadece.

Kim demesini bekledim, sorgulamasını fakat sormak yerine yavaşça omzumdan alnını kaldırdığında elinin tersiyle gözlerini sildi. “Şimdi değil ama bir gün bunu bana söyler misin?”

Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladığımda, “Giray,” dedim sakin bir şekilde. “Bundan önce ne yaşarsak yaşayalım, bundan sonra daima sen istediğin sürece yanında olacağım, bunu biliyorsun değil mi?”

Giray gülümsediğinde bu kez içtendi. “Ne oluyordun sen?” dedi. “Yenge mi?”

Ben de güldüğümde burnumu çektim. “Gitgide çirkinleşiyorsun.”

İkimiz de güldük ve bakışlarımızı gökyüzüne çevirdiğimizde birkaç dakika öylece sessiz kaldık, sonrasında ise Giray, “Şu anki halime bakma,” dedi. “Zor yıkılırım ama çabuk toparlanırım, Çeviker'im çünkü ben.” Gülümsedi, ardından dolunayı gösterdi. “Dolunayı seviyorum çünkü Defne'ye ilk seni seviyorum dediğim gün dolunay vardı, yağmuru seviyorum çünkü onu ilk öptüğüm gün yağmur yağıyordu.” Çenesini havaya kaldırdı. “Bir gün dolunay yeniden gelecek, dolunay varken yağmur yağacak ve ben artık onu sevmiyor olacağım.” Kesik bir nefes verdi. “İşte o gün sevgisizlikten ziyade nefreti asıl o tadacak çünkü bu kez gidemeyecek.”

Elimi sırtına koyup hafifçe sıvazladım ve destekle, “Biliyorum,” dedim. “Çevikerler düştükleri yerden ayağa kalkmalarıyla meşhurdur biraz da.”

“Madame,” diye arkadan ses duyuldu ve bakışlarımı çevirdiğimde bizi buraya getiren Fransız adamın korku dolu gözlerle bana baktığını ve kıyıyı göstererek bir şeyler anlattığını gördüm. Giray'la birbirimize baktık, oturduğumuz yerden kalkıp kıyıya döndüğümde, “Siktir,” diye inledi Giray ve adama çarpıp merdivenlere doğru koştu.

Kıyıya varmamıza neredeyse üç dört dakika kalmıştı ve kâbus geri gelmişti; kıyıda düzinelerce adam ellerinde silahlarla ve başlarındaki maskelerle bizi bekliyordu. Karanlığa rağmen onları tanımıştım çünkü maskelerindeki yarımay sembolü parlıyor, Krallık'ın adamları olduğunu âdeta haykırıyordu.

Yerimden hareket bile edemezken Fransız adam bana bir şey söylemeye çalıştı fakat ben bakışlarımı kıyıdan ayıramıyordum. Sesi daha gür çıktığında ve sonrasında daha baskın bir sesle korkuyla bir şeyler söylemeye devam ettiğinde merdivenin giriş kısmından sesler geldi, diğerlerinin tek tek ortaya çıktığını gördüm.

En son Tugay çıktığında arkasında Nida'yı saklıyordu.

Tam o esnada minik bir ses duyuldu, o sesin ardından yüzüme kan sıçradı ve önümdeki Fransız adam keskin nişancılar tarafından başından vurulduğu gibi ayaklarımın dibine yığıldı.

Dudaklarımın arasından tiz bir çığlık sesi yükseldiğinde diğerleri de benimle beraber gördükleri görüntüyle donakaldılar; Tugay ise Nida görmesin diye onu biraz daha arkasına sakladı.

Hepsinin elinde bir sırt çantası vardı, Nida'nın elinde ise pembe sırt çantası. İçinde oyuncaklarının olduğu.

“Baba,” dedi Nida hem korkuyla hem de merakla. “Ne oluyor?”

Gemiyi kıyıya yaklaştıran kaptan korkuyla kıyıya bakıyor, bir yandan da olabildiğince hızlı bir şekilde ulaştırmaya çalışıyordu.

“Baba,” dedi Nida bir kez daha ve arkasından çıkmaya çalıştı. “Ne oluyor? Bakmak istiyorum. Eftalya anne nerede?”

Gemi kıyıda durdu, otomatik merdiven kıyıya doğru açıldığında bize geçmemiz için yol açıldı; bunun ardından bu kez kaptanın bulunduğu camın oradan bir patlama sesi geldi, kaptan da alnından vurularak öldürüldü; cam kana boyandı.

Ellerim korkudan değil ama şaşkınlıktan titrerken tek baktığım yer Tugay'ın gözlerinin içiydi ve sonra da Nida'nın küçük vücudu.

“Hoş geldiniz, canım çocuklarım! Bizi çok bekletmediniz!” diye bir ses duyduk, megafondan konuşan kişiyi hepimiz tanıyorduk. X. X buradaydı. “Şimdi sakince yanımıza gelecek misiniz yoksa siz gemideyken mi işinizi halledelim?”

Marco, Tugay'a kısık sesle bir şeyler söyledi fakat Tugay sadece birkaç saniye daha bana baktıktan sonra gözlerini kıyıya çevirdi. O anda her ne görüyorsa başını silik bir şekilde iki yana salladı, sonrasında ise arkasında tuttuğu Nida'yı öne çıkarıp sol elini sıkıca tuttu.

“Baba,” dedi Nida korkuyla kaçmaya çalışarak. “Yine o kötü adam! Hani oyun oynuyorlardı? O kötü adam burada işte!”

“Bir şey yok, güzelim,” dedi Tugay ama çaresizliğini öyle net bir şekilde hissediyordum ki minik bir adım attığında omuzlarının düşüklüğü gözümden kaçmamıştı. Nida yanındayken sanki tek kolu değil, iki kolu da yok gibiydi. Onun yanında kötü adam olamazdı, onun yanında Suç Kralı olamazdı, onun yanında bir abiydi, babaydı, hatta Nida'nın kahramanıydı. “Sadece konuşmaya gelmişler, sakin ol.”

“Ama onların elinde silah var.”

“Sadece koruma için, bizim değiller.”

“Neyden koruyorlar?”

“Kötü insanlardan.”

“Ama biz kötü insanlar değiliz ki baba. Öyle değil mi?”

Marco ağzının içinde küfür yuvarladığında hepimiz Tugay'ın ne yapacağını bekledik, burnumda kanın kokusu vardı, ölen adamın kanının kokusu. Bir de kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum.

Tugay sadece bir saniye düşündü ve sonrasında çenesini havaya kaldırıp kıyıya doğru inen merdivene ilerledi. Onun ardından diğerleri de gitmeye başladığında sonda ben kalmıştım. Gecenin karanlığında hepimiz gemiden inip sıralı şekilde Krallık askerlerinin ve X'in karşısında durduğumuzda Tugay ortadaydı, hemen yanında Nida vardı, onun yanında ben. Diğerleri ise bizim yanımızdaydı.

X hepimize bakarken neredeyse kırka yakın adamın ellerindeki silahlar bize dönüktü; bizim çantalarımız ise silahlarla doluydu. Kırk kişiyi belki yenemezdik ama çabalasaydık buradan kaçabilirdik, görebiliyordum. Fakat bunun için öldürmek gerekirdi, kan gerekirdi, yok etmek gerekirdi.

Bir çocuğun dünyasını kör etmek gerekirdi.

Tugay'ın Nida'nın gözünde katil bir adama dönüşmesi gerekirdi.

X gülmeye başladığında hepimizin gözlerinin içine baktı, ardından sakin bir sesle, “Çantalar,” dedi emir verir gibi. “Çantaları boşaltın.”

Birbirimize baktığımızda normalde hepimizin o çantaları açıp silahlara davranacağımızı biliyorduk ama bu kez öylece durmayı tercih etmiştik.

Ta ki Tugay ilk adımı atana kadar.

Minik bir adım attı, ardından sırtındaki çantayı indirip fermuarını açtı ve yere koyup ellerini kaldırarak geriye çekildi.

Bunun adı teslimiyetti. Bunun adı korkunç bir teslimiyetti. Vücudu öfkeden titriyordu, ensesinde birleştirdiği elleri yumruk halindeydi ama silahını tutmadı.

Onun ardından diğerleri de aynı şeyi yaptığında geriye sadece Marco kalmıştı. Arabanın içinde söyledikleri zihnimin içinde dönüyordu, teslim olmayacağını söylemişti, umurunda olmadığını.

Fakat tam o esnada Nida yavaşça yere çöktü, sırtındaki pembe çantayı çıkardı, fermuarı açtı ve içindeki oyuncakları yere döktüğünde bakışlarını X'e çevirdi. “Bunları ne yapacaksın ki?” diye sordu masum bir sesle. “Benim bunlar.”

Gözlerimi sıkıca yumduğumda ve geri açtığımda acıdan ve nefretten gözlerimin dolduğunu fark edebiliyordum. İşte bir çocuğun bakış açısından dünya ve kötülük tam olarak bu demekti.

Marco, Nida'nın bu hareketinden sonra hırıltılı bir nefes verdi ve sırtındaki çantayı fırlatıp yere attıktan sonra teslim olarak ellerini ensesinde birleştirdi.

X afallamış bir şekilde bize bakarken, hatta Tugay'ın bir planı olduğunu düşünerek direkt ona doğru, “Teslim mi oluyorsunuz?” diye sordu. “Sahiden mi?”

Tugay ağır ağır başını salladı, yutkundu ve sonrasında, “Teslim oluyoruz,” dedi net bir sesle. “Şimdi silahları indirin, küçük kız kardeşim korkuyor.” Cümleler bıçak gibiydi; Tugay'ın cümlelerinde acı vardı ama onu azıcık tanıdıysam bu acının geri dönüş acımasızlığı, bu teslimiyetin sonrasındaki silah öylesine ağır bir darbe olarak inerdi ki, biz bile bunu kaldıramazdık.

Elbette eğer yaşamaya devam edersek.

Fakat bütün bunların dışında benim sırtımda hissettiğim acının sebebi buraya geleceğimizi sadece yedimiz biliyorken X bundan nasıl haberdar olmuştu?