Nefes al, nefes ver; nefes al, nefes ver. Nefes al ve Tugay Demir Çeviker'in verdiği nefesin içinde kaybolduğunu hisset. Tam hissettiğin noktada ise kendi nefesini tut çünkü farkında değilsin. Büyük bir kıyametin ortasındasın ve bu kıyametten kimse sağ çıkamaz. Sen ise kıyametin ortasında gülümsüyorsun Eftalya Atalar. Kıyametin ortasındasın, zaman akarken gülümsüyorsun ve şimdi aldığın o nefesi de verirsen elinden bir gün hayatını bile alacaklar.
Çünkü kıyamet dünyanın intiharı demektir, senin dünyan intihara sürükleniyor Eftalya Atalar ve o intihara sürüklenirken sen gülümsüyor, hissediyor, gurur duyuyorsun.
Nefesini tut, ona bakma, diren. Hayır, direnme; ona baktığında özgürlüğü görebiliyorsun, özgürlüğün imkânsız olmadığını hissediyorsun. Kendinden emin duruşu, iki yana açılmış elleri, uzun boyu, bütün acılarına ve kırbaç izlerine rağmen güçlü sırtı… hayır, bazen sığınacağın kadar güçlü görünen o sırtı ve bu dünyaya fazla gelen inancı.
Ver nefesini Eftalya Atalar, sen bu kıyametin içinde olmaktan hoşlanıyorsun ve dünyanın intiharına başkaldırmayı istiyorsun. Bu başkaldırı sana gerçekleri fısıldıyor, bir ayna oluyor. O aynayı kırmakla o aynaya bakmak arasında fark vardır, sen öylece kendini izlerken o aynayı kırmadığın için kendini suçlayamazsın çünkü biliyorsun, her cam parçası ilk önce seni kesecek.
Kar tanesi yüzüme düştüğünde gözlerim gökyüzüne kaydı ve aynı şekilde Tugay'ın da başını gökyüzüne kaldırdığını gördüm. Birkaç kar tanesi kısa kesilmiş saçlarına tutunduğunda yüzünde bir gülümseme oluştuğunu arkası bana dönükken bile anlayabiliyordum çünkü uzun zaman sonra, epey uzun zaman sonra kar tanelerini teninde hissedebiliyordu. Ne mutluydu ki bütün bu kıyametin ortasında kar yağmaya başlamış, Tugay'a bir de kendini hissettirmek istemişti.
Bütün kameralar onu çekerken yüzünde gülümsemeyle gökyüzüne bakıyor, kar tanelerini hissetmeyi seçiyordu. Şarkının sesi hâlâ ortama hâkimdi, iki dakika on yedi saniye henüz bitmemişti. Bitmiş olsaydı çoktan müziğin sesi kesilir, Krallık karşıtı herkes alaşağı edilirdi. Bütün halk şu an Tugay'ın yüzünü biliyordu, BL kurucusunun kim olduğunu da. Elbette ben kurucuyum dememişti fakat duruşundan, bakışından, hareketlerinden, o kalkan çenesinden bile bunu görmek mümkündü.
Bir helikopter sesi geldi ve gökyüzünün o karmaşık karlı havasına sanki sisin dolmasına neden oldu. Tugay hiçbir şekilde duruşunu bozmadı ama yanındaki kişiler hareketlenmeye başladı, babam da dahil. Bakışlarım ona kaydığında yüzündeki zafer kazanmış ifade silinecek gibi görünmüyordu. Bütün halk onu da görmüştü; ben onun için çılgın gibi savaşırken o bir direnişe destek oluyordu.
Pekâlâ, kızı da destek oluyordu.
Mahkûmların özgürlük sesleri daha yüksek çıkmaya başlamıştı, aşağısı kan gölüydü, çatıdan sallanan o bayrakta yazan kelimeler Krallık'ın öyle karışmasına neden olacaktı ki sonrasını tahmin etmek pek de mümkün değildi.
Tugay başını yavaşça eğdiğinde ensesindeki o damgayı görmek canımın yanmasına neden oldu. Her ne uğruna olursa olsun, bunu ona yapamazlardı fakat Tugay, o damgayı kazıma zahmetine bile girmeden intikam almak istemişti. O damganın oluşmasının tek nedeninin Feridun Karaman olmadığına artık emin gibiydim.
Tik tak, tik tak, tik tak. Tugay başını omzuna doğru çevirdi. "Son on saniye," diye mırıldandığında dudaklarını okudum ama televizyondan izleyen biri onun ne söylediğini asla anlayamazdı.
Çarşafı tutan adamlar, yine babam da dahil, Tugay’ın bu cümlesinin ardından geriye doğru çekildiklerinde ve eğildiklerinde çarşaf çatıdan aşağıya yavaş yavaş düştü, mahkûmlar ıslıklarla ve alkışlarla destek oldu. Çatının kenarında tek kalan kişi Tugay olduğunda sol elini havaya kaldırdı selam veriyormuş gibi, ardından içinden birkaç saniye daha saydığında iki dakika on yedi saniyenin dolmasını beklediğini anladım.
Dudaklarım aralanırken Tugay, "Bir…" diye mırıldandı. Bir anda hapishanenin bütün ışıkları söndürüldü, yayın kesildi ve Tugay elini indirdi. Tam o esnada bir patlama sesi duyuldu, ellerimle kulaklarımı kapattığım esnada hapishanenin dışında büyük bir yangın çıktı ve silah sesleri duyulmaya başladı. Etrafıma baktığımda Krallık'a ait bütün keskin nişancıların vurulduğunu gördüm.
Örgüt. Örgüt buradaydı. Ufuk aslında bu gösteriyi biliyordu, Sinan da öğrenmiş olmalıydı.
Tugay sırtını yangına döndü ve benim olduğum yöne doğru yürümeye başladı. Gözlerimiz buluştuğunda yüzümdeki o büyük şaşkınlığı, şaşkınlığın getirdiği korkuyu, bir de lanet olsun ki hayranlığı gördü.
Çarşafı tutan mahkûmlar hızla merdivenlere ilerlediğinde bütün o patlamaların zaman kazanmak için bir gösteri olduğunu anladım. Ne kadar büyük hasar, o kadar büyük acı. Tugay Krallık'ın bütün itibarını zedeliyordu.
Bir patlama daha oldu, bu seferki hapishaneye daha yakındı. Yardımın geleceği yolları kapatıyorlardı.
Tam karşımda durduğunda ağzım büyük bir şaşkınlıkla açık ona bakıyordum. Hemen arkasında bir yangın büyüyordu, dumanlar tütüyordu, silah sesleri yükseliyordu. Tugay ise gülümsüyordu ve ben, o gülümsediğinde kendimi delirmiş gibi hissediyordum. Sol avcunu açtı gökyüzüne doğru, ardından bir kar tanesi siyah eldiveninin ortasında eriyip yok oldu. Bu, yüzünde daha derin bir gülümsemeye neden oldu.
"Harika kar yağmıyor mu Sevgili Avukat? Küçükken herkes avuçlarının içinde kar tanelerini tutmak istemiştir, bunu sen de yaptın mı?"
Direniş, ayaklanma, savaş, yangın, silahlar, acı, sonrasında yaşanacaklar... Hepsinin ortasında bana bir kar tanesinin güzelliğinden söz ediyordu. "Canını çok yakacaklar," diye fısıldadım başımı iki yana sallayarak.
"Kar tanesini tuttuğum için mi?" diye sordu aptala yatarak. Dudaklarını büktü ama ela gözlerindeki o neşe kaybolmadı. "Bence bu kadar insanı bir hapishanede ölüme terk eden insanlar kar tanelerini umursamaz."
“Canını yakacaklar,” dedim daha baskın bir sesle ve öyle bir patlama sesi duyuldu ki çığlık atarak irkilip Tugay’a sokuldum. Ellerim üzerindeki önlüğünün yakalarını kavradığında silah sesleri öylesine yakındı ki parmaklarımın ucundaki Tugay’ın önlüğü eriyecek kadar sıkı bir şekilde duruyordu ve o an, konumumuzun farkına varabildim. Başımı yavaşça kaldırıp ona baktığımda çenem göğüskafesine sürtündü, saçlarım çenesini okşadı.
Tugay gülümsedi. Güçlü göğüskafesi kalkıp indiğinde sol eliyle önüme gelen saçımı yüzümden çekti. Elinin tersiyle yanağıma hafifçe dokunduğunda bir patlama daha oldu, irkildim fakat az önceki kadar büyük değildi. Bir ışık gökyüzüne fırladı ve havai fişek gibi patlayarak yüzünü aydınlattı. Aydınlanan yüzündeki gülümseme daha derindi.
Nefes al, nefes ver; nefes al, nefes ver; nefes al ve verirken ondan uzaklaş Eftalya Atalar çünkü karşı koyamıyorsun. Patlamalar oluyor, yangınlar çıkıyor, silahlar patlıyor ve sen bütün bunların ortasında bütün bunlardan sorumlu olana sığınıyorsun. Hayır Eftalya Atalar, ondan uzaklaşacağını bildiğin için nefesini vermekten çekinme.
"Canımı mı yakacaklar?" diye sorarken yüzündeki gülümseme bir an olsun silinmedi. Elinin tersi yanağımdan çeneme doğru ilerledi ve gözleri birkaç saniyeliğine dudaklarımda oyalandı. "Ben canımın yanacağını bile bile çıktım bütün yollara ama ilk defa çıktığım bir yolda böyle bir güzellikle karşılaşıyorum Sevgili Avukat."
"Sen delirmişsin," dedim kaçıncı kez olduğunu hesaplamadan.
"Deli olan bensem neden bütün bunların ortasında bana sığınıyorsun?" Duvara çarpsam daha az etki ederdi, bunu biliyordum.
Bir patlama daha duyuldu ama bu kez irkilmedim bile. Yeter artık, dedi iç sesim, uzaklaşsana Eftalya Atalar. Neyi bekliyorsun? Tepende bomba patlamasını mı?
"Bana bir şey olmasından korktuğum için seni kalkan olarak kullanıyorum," diye saçma sapan bir cevap verdim ve bu cevabım, her şey normalmiş gibi onu kahkahaya boğdu.
"Sırtım kalkan olamayacak kadar hasarlarla dolu ama başını yasladığın yer için aynı şeyi söyleyemem. Tam çeneni dayadığın noktayı senin için siper edebilirim," diye bana takıldı. Çenemi dayadığım noktada kalbi vardı.
"Fazla büyük konuşuyorsun Tugay Demir," dedim fakat çoktan heyecanlanmaya başlamıştım. "Sana beni her türlü koruyabileceğini düşündüren nedir?"
"Tugay Demir Çeviker olmam," dedi kendinden emin bir sesle, ardından imayla beni süzdü. "İzin ver kucağıma alayım seni Sevgili Avukat. Çok daha iyi koruyabilirim öyle."
“Hadsiz, küstah, şımarık, sınır bilmeyen, terbiyesiz,” dediğimde çekilmek istedim ama bir anda belimden tutup sertçe beni kendine çektiğinde birkaç adım attı ve bir duvarın kenarına götürdü. Sağ elimi tutup duvara yasladığında kocaman gözlerle ona baktım.
Ve o anda tepemizdeki helikopterin yaklaşmaya başladığını ve Tugay'ın bizi gizlediğini anladım. Kahretsin, etrafına nasıl bu kadar hâkim olabiliyordu? Benim aklım uçmaya başlamıştı.
"Sana hep böyle bir neden uğruna mı sarılacağım?" diye sordu kaşlarını çatarak. Yüzü yüzüme oldukça yakındı, vücutlarımız neredeyse bütünleşmişti. Sağ elimi kavrayan parmakları yavaşça avcumun içinde gezindi, ardından bana öyle bir baktı ki vücudumdaki tüm hislerin uzaklaştığını fark ettim. Gözleri elime kaydığında gülümsedi; gülümsemesinde bambaşka anlamlar vardı. Yeniden bana döndüğünde başını omzuna doğru yatırdı. "Ah Sevgili Avukat, keşke aklını okuyabilsem şu an."
Heyecandan onu tekmelemek istiyordum ve içimi okursa kahkahalar atacağını biliyordum. "Neden gülümsüyorsun öyle?"
"Hiç," dedi omzunu silkerek. "Sadece tahmin ettiğim bir gerçekle yüzleştim ve o gerçek çok hoşuma gitti."
"Neymiş o gerçek?"
“Hiç,” dedi sırıtarak. “Öğrenirsin yakında.” Başını aşağı yukarı salladı. “Üç dediğimde benimle beraber merdivenlere yöneleceksin, helikopter beş dakika içinde buraya iniş yapacak çünkü.”
"Bunun için belimi bu kadar sıkı tutmana gerek var mı?"
Daha sıkı tuttu. "Senin için gerekenler listesi oluşturabilirim şu an. Ölüm listemin yanına koyup o listedekileri gerçekleştirirken karşılıklı şarap içebiliriz," diye alaya aldı beni. "Fakat zamanım yok. Hatırlat da özgür kaldığımda bunu yapalım, olur mu Sevgili Avukat?"
"Tugay," dedim dişlerimi sıkarak.
"Evet, seni dinliyorum ve hayır, sınırların sülalesini siktim." Gözlerini büyüttü, dilini damağına vurdu. "Çok ayıp, çok ayıp, tüh."
Derin bir nefes alırken Tugay başını sağa çevirdi ve yanağı alnıma sürtündü. Dudaklarım boynuna denk geldi. Yutkundum, silah sesleri olmasaydı maalesef ki bunu da duyardı. Ardından bana alayla bakıp söyleyeceği cümleleri...
"Bir," dedi bir anda bana dönüp ve merdivene doğru birkaç adım attı. "İki." Gözlerim büyüdü, ardından bir anda beni omzuna attığında hafif bir çığlık attım, gülmeye başladı. "Üç." Sol kolu sıkı bir şekilde bacaklarımı sararken başım sırtına doğru düştü. Dünyayı artık tersten görüyordum. Öyle bir gülüyordu ki çığlıklarımı bastırıyordu.
“Bunu yapmak zorunda değildin!” diye bağırdığımda merdivenlerin olduğu kısma girmiştik, Tugay bacaklarıma daha sıkı dolandı. “Beni kandırdın! Bunu yapmak zorunda değildin!” Kafamdaki şapka düştü, saçlarım savrulmaya başladı, yumruklarımı sırtına geçirmeyi düşündüm fakat sonra sırtının acıyacağını düşünüp bundan vazgeçtim. Tugay ise merdivenleri inmeye başladı. “İndirsene beni! Seni mahvedeceğim!”
"Yemek yemiyor musun sen?" diye sordu gülüşünün arasında. "Ne kadar güçten düşersem düşeyim seni bu kadar rahat taşımam çok tuhaf."
"Tugay!" diye inledim. Bütün ülke şu an onu konuşuyordu, Krallık ona ulaşmak için her yolu deniyordu, büyük bir ayaklanma başlatmıştı ama o beni omzuna almış kahkahalar atıyor, eğleniyordu. "Tugay! Boynuna urganı ben geçireceğim!" Bunu söyler söylemez üzüldüm ve yeniden bağırdım. "Hayır, bunu yapmayacağım ama..."
"Korunmak için beni kullandığını söylemedin mi?" Sesi çok keyifli geliyordu. "Kendimi sana kullandırıyorum Sevgili Avukat." BL örgütü kurucusunun böyle çocuksu bir tarafı olması hayal ürünü olmalıydı. "En yakın zamanda güzel bir yemek yiyeceksin. Ne istersin? Çiçeklerle yemek de mi göndereyim sana?" Bir anda durdu, kolu bacaklarıma daha sıkı dolanırken başını arkaya doğru yatırdı. "En sevdiğin yemek ne?"
"Konumuz bu mu?" diye sordum şaşkınlıkla. "Şu an dışarıda büyük bir savaş var ve..."
"Benim yaprak sarması," dedi bir anda.
"Biliyorum."
"Biliyorsun elbette. Biliyorsun." Derin bir iç çekti.
"Tugay," dedim çırpınmayı bırakıp. "Şu an şu konumdayken bana en sevdiğim yemeği mi soracaksın?"
"İdama gitmeden önce en sevdiğin yemeğin sorulması anormal değil de bu mu anormal?" diye sordu. Tamam, haklıydı, hep haklıydı. "Hadi bana en sevdiğin yemeği söyle, nesi zor bu kadar? Biz arkadaş değil miyiz?"
"Beynime kan gitmiyor şu anda," diye inledim. "Ve saçlarım yeri süpürecek, az kaldı."
Tugay bir anda beni omzundan çekti ama ayaklarım yeri bulmadan yan bir şekilde kucağına aldı. Sağ kolu dizlerimin arkasından beni sararken sol kolu belimi sardı. Şaşkınlıkla yüzüne bakarken Tugay gülümsemeye devam etti. "Bana en sevdiğin yemeği söylemezsen seni kucağımdan indirmem."
O an, aslında kucağından sıyrılmamın çok kolay olabileceğini, hatta gerçek bir tepkiyle ondan kendimi kurtarabileceğimi fark ettim. O kadar zor değildi, esasen Tugay sınırlara da saygısı olan bir adamdı fakat ben çoktan o sınırları kaldırdığımı bir şekilde belli ediyordum.
"Neden merak ediyorsun?" diye sordum. "Evime durmadan o yemekten göndereceksen..."
"Kendim yapmayı yeğlerim," derken göz kırptı, kalbimin heyecandan teklediğini hissettim. "Bir gün özgür olacağım, o gün sana en sevdiğin yemeği yaparım, neden olmasın?"
"Sen yemek yapmayı mı biliyorsun?"
"Kırıcısın Sevgili Avukat," dedi kaşlarını çatarak. "Benim bu hayatta yapamadığım hiçbir şey yok. Diyorum ya her eve lazım bir Suç Kralı’yım ben."
"Yaprak sarması yapabiliyor musun?" diye sordum dayanamayarak.
Sessizlik oluştu, ardından, “Denemedim,” dedi. “Çünkü en son çocukken yedim.” Derinlere inmek, sorgulamak, belki de detaylarla kendime binlerce bıçak saplayabilirdim ama bunu yapmak yerine konunun üzerine gitmek istemedim.
Rahatsızca kıpırdandım. Bulunduğumuz yerin aşağısı savaş alanına dönecekti, üstte ise helikopterin sesi gitgide yükseliyordu. Sanki zamanın o kısa, bize ayrılan kısmında sıkışıp kalmıştık. Kazandığımız bütün o zaman birazdan toz bulutuna dönüşecekti.
"Peynirli makarna," dedim kısık bir sesle. "Çünkü küçükken tek yapabildiğim yemek makarnaydı, peynirlisini de kendim bulduğumu sanıyordum. Bir keresinde annem yoktu, babam her zaman olduğu gibi iş için evden gitmişti, Meryem uyuyordu. Çok acıkmıştım, kalkıp makarna yaptım. Sade geldi gözüme diye peynir ekledim, sonra da annem gelene kadar bekledim. O geldiğinde ise tarifimi anlattım, neşeyle makarnayı önüne koydum." Derin bir nefes aldım. "Annemin acımasız cümlelerine alışığım ama en acımasızı bu tarifi benim bulmadığımı söylemesiydi. Dakikalarca benimle dalga geçti. O gün bugündür ne zaman peynirli makarna yesem hem çok seviyorum hem de kendi kendime direniş gösteriyorum o makarna tarifini ben bulmuşum gibi."
Tugay dikkatlice beni dinlerken kaşlarımı kaldırdım. "Ve maalesef yine çok konuştum, değil mi? Makarnanın doğumundan başlamamam gerekiyordu hikâyeye."
Gülümsedi ama bir yandan da oldukça düşünceli görünüyordu. Dakikalardır beni kucağında taşımasına rağmen yorulmuş görünmüyordu ya da bunu bana göstermek istemiyordu, bilemiyordum. "Peynirli makarna mı?" diye sordu tek kaşını havaya kaldırıp. "Hayatımda ilk kez duyuyorum Sevgili Avukat, daha önce hiç duymamıştım. Bence bu gerçekten de senin tarifin. Anlatsana, tadı nasıl?"
Dayanamayıp kıkırdayınca omzuna hafifçe vurdum, sırıttı. "Hiç inandırıcı değilsin."
"Gerçekten," dedi gözlerini büyüterek. "Gerçekten ama gerçekten ama gerçekten ben daha önce hayatımda peynir ve makarnanın yan yana geldiğini bile duymadım. Bu harika tarif sadece senden çıkabilirdi, özgür kalır kalmaz deneyip seni evime davet edeceğim."
"Evin mi var senin?"
Tugay şaka yapmışım gibi güldü ama ciddi durduğumda şaşkınlıkla, "Elbette var," dedi. "Köpeğim var, kedim var, hatta kuşlarım da vardı. Bahçesi var evin, çalışma odam, büyük bir televizyonum, küçük bir spor odam. Bahçesinde çiçekler var ama ben ilgilenmiyorum."
Evini öyle bir heyecanla anlatıyordu ki önceki hayatına özlem duyduğunu anladım. "Başka ne var?" diye sordum hevesle. "Bahçeni çok merak ettim."
Yüzüme doğru eğildi ve fısıldayarak, "Yatak odam," dedi imalı imalı. "Büyük bir yatağım var ama istersem o büyüklüğü sınırlandırabilirim." Belime dolanan parmakları hafifçe hareketlendi, okşadığını hissettim ya da bana öyle geldi. "Yatak odam hakkında merak ettiğin başka bir şey var mı?"
"Neden yatak odanı merak edeyim ki?" diye sordum aptala yatarak.
Kurnaz bir şekilde sırıttı. "Şimdi sen şu şekilde kucağımdayken buna verebileceğim cevaplarım vardı ama fazla hadsiz, küstah, şımarık, terbiyesiz…" Kaşlarını çattı. "Bir de neydi?"
"Sınır bilmeyen."
“Sınır bilmeyence,” Yüzünü buruşturdu. “Olmadı.”
Yeniden kıkırdadığımda gülüşümü izledi ve o beni izlerken ellerim yüzüne dokunma ihtiyacıyla yanıp tutuştu. Belirgin elmacıkkemikleri, yara izleri, kalın dudakları, uzun kirpikleri, kavisli burnu... Yakından öyle güzel görünüyordu ki, gülümsediğinde o güzellik bambaşka noktalara taşınabiliyordu.
"Çoktan yakmışlardır evini," dedim dikkatimi toplayıp konuyu dağıtarak.
"Yakmadılar çünkü gizli. Küçük kız kardeşim de orada yaşıyor." Ah, Tugay'ın üzerine kayıtlı o küçük kız.
"Nerede bu ev?" Sessizce beni izlediğinde cevap vermeyeceğini anladım. Güvenmediğinden mi yoksa başka bir nedenden mi bilmiyordum ama üzerinde durmadım. "Her neyse, şimdi cevabı aldığına göre beni indirebilirsin, değil mi?"
Tugay başını mutsuz bir şekilde salladı, ardından beni kucağından indirdiğinde vücut sıcaklığından uzaklaşmak kötü hissettirdi. Halbuki rahatlamam gerekiyordu. Nefes al ve ver Eftalya Atalar, gerçek dünyadasın.
Bakışları geldiğimiz tarafa döndü, ardından ineceğimiz yöne baktı ve dakikalar sonra ilk defa yüzündeki o mutsuz ifadeyi gördüm. "Korkuyor musun?" diye sordum kendimi tutamayarak.
"Hayır."
Net yanıtı beni şaşırtmadı. "O halde ne oldu?"
"Çünkü şu an bitecek," diye itiraf ederken bakışları yeniden bana döndü. "Söylesene Sevgili Avukat, sadece birkaç dakika normal davranabilmek bile hayata daha fazla bağlamıyor mu? Arkadaki bombalar, silahlar, olanlar ve olacaklar zerre umurumda değil, şu son dakikalar en çok canımı sıkan."
Artık ben de üzülüyordum çünkü amacını anlamıştım. Büyük bir olayın içinde olsak bile iki normal insan gibi davranmaya çalışmıştı, bunu yaparken de gerçek kimliğini göstermişti. Çocuksu, nazik, gülmeyi seven, eğlenmekten keyif alan. O an Tugay'ın normalde nasıl bir insan olduğunu daha çok merak ettim. Sabahları kaçta uyanıyordu? Lisede nasıl bir çocuktu? Kaç sevgilisi olmuştu? Âşık olmadığını söylemişti ama birini sevmiş miydi? Arkadaşlarıyla arası nasıldı? Benim gibi yalnız olduğunu söylemişti ama sanmıyordum, iletişim becerileri çok kuvvetliydi.
Yemek yaparken nasıl görünüyordu, araba kullanırken, hatta uyurken... Tugay uyurken dünyanın en masum insanı gibi mi görünüyordu yoksa derinlerde acı çeken o adam kendini bir şekilde belli ediyor muydu?
"Özgür olacaksın bir gün," dedim başımı sallayarak, ardından düzeltmek istedim. "İnandığın bu ve senin için çabalıyorum Tugay. O gün geldiğinde yanında olursam şu andan daha keyifli bir zaman geçirebiliriz."
"Yanında olursam da ne demek?" diye sordu sitemle.
“Biz seninle bir avukat ve müvekkiliz,” diye dürüst bir yanıt verdim. “Bütün bunlar son bulduğunda yan yana olmamız için hangi neden olacak ki?”
Tugay başını omzuna doğru düşürdü. Ardından, "Vardır bir nedeni," dedi derinden gelen bir sesle. "Öyle değil mi Sevgili Avukat’ım?"
Aşağıda bir gümbürtü koptuğunda yeniden irkildim. Tugay bıkkın bir nefesin ardından gözlerini kapattı. Kapalı gözkapaklarının ötesinden onu izlerken yüzünün karanlıkta kalan tarafı, aydınlıktakinden daha hasarlıydı ama o, izlerini kapatma zahmetine girmeden gururla taşımayı öğrenebilmişti.
Ela gözleri açıldı ve bana baktığında, "Bugünden sonra senin hukuki yollarından özgürlük tamamen imkânsız Sevgili Avukat," dedi net bir sesle. "Bana önümüzdeki günlerde zaman kazandırman gerekecek o kadar."
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Kimse tüm bunların sorumlusu olduğunu kanıtlayamaz, kamera kayıtlarını sildin, tek yaptığın başkanla konuşman ama onlar zaten senin örgüt kurucusu olduğundan şüpheleniyorlardı yani kanıt ağzından çıkanlarsa bunları temizlemek...”
"Bütün bunların dışında imkânsız," dedi net bir sesle.
"Bu da ne demek?" diye sordum hırsla. Tepemizdeki helikopterin iniş yapmaya başladığını duyabiliyordum, seslerimizi bastırıyordu. "Bu da ne demek?" diye haykırmak zorunda kaldım.
"Seni esir aldığımı söyleyeceksin," dedi gözlerimin içine bakarak. "Yoksa buradan kurtulamazsın, başka çıkış yolun da yok. Seni bugün esir aldığımı, bu yüzden yanımda kaldığını söyleyeceksin." Devamında ne söyleyeceğini biliyordum. "Ve sonucunda Krallık yanlısı bir avukatın canına kastetmek, onu kullanmak suçundan idamım kesinleşecek. Diğerleri kanıt sayılmaz, bazıları onlara göre deli saçması cümlelerim ama senin cümlelerin kanıt olacak Sevgili Avukat." Başını salladı ve o an, dakikalardır bana neden son zamanlarımızı yaşıyormuşuz gibi davrandığını anladım. "Sen bunu söylediğinde kurdukları yapay hukuk kuralları da yıkılıp dağılacak." Gülümsedi ama gülümsemesi acı vericiydi. "Şimdi seni gerçekten koruyorum. Sanırım hasarlı sırtıma ya da göğüskafesime de ihtiyacın olmadan gerçekleşecek bu."
Dudaklarım aralandığında kazanılan zamanın son bulduğunu aşağıdan yükselen bağırış seslerinden anlayabiliyordum, mahkûmları içeriye topluyorlardı. Tik tak, tik tak. Nefes al ve ver, bu kez gerçekten nefes ver Eftalya Atalar. Her gururun sonunda bir yıkım yaşadığın gibi yine yaşayacaksın ve aklın beş karış havada Tugay'ın yanında kalarak onu nasıl bir cehenneme sürüklediğini bile fark etmedin.
Yok etmediği kamera kayıtlarında beni esir almış gibi görünüyordu ve o esaret kanıtlı bir tutanaktı. Ölen gardiyanlar, dağılan dosyalar... Hepsinde benim Tugay'ın avukatı olduğuma dair kanıtlar vardı ama şu an burada yoktu. Üstelik babama görüşe geldiğimi de biliyorlardı. Baroya gidip Tugay'ın dosyasını karıştırmaları kadar basit bir olay olamazdı ama hiçbiri bunu yapmıyordu. Çıkıp benim onun avukatı olduğumu söyleyecek kimse yoktu; hepsi ölmüştü.
Tugay Demir bunu bile planlamıştı. Kendi idam ipinin tarihini ayarlarken bile beni korumayı seçmişti. Bu gösterideki yerim onun ölümüyle sonuçlanacaktı.
"Ve ben itiraf ettiğimde idam mı edileceksin hemen?" diye sordum. "Zaten bunu istiyorlar, bunun bir yolunu bulacaklardı ve..." Yutkundum. "İşkencelerine bahane doğacak." Krallık'ın yeni getirdiği kurallardan bazıları, kanıtlı her suçun cezasız kalmayacağı yönündeydi. Bir mahkûm, Krallık yanlısı herhangi birinin canına kastederse o kişinin cezası kesilmeliydi. İdamı getirmeden önce kırbaç ve elektrik verme cezalarını yürürlüğe sokmuşlardı.
"Sana bu kez ibret için..." Başımı iki yana salladım. Ve kanıtlı her suç, ibret için bütün mahkûmların gözü önünde gerçekleşen bir cezayla sonuçlanırdı. Tugay beni esir tuttuğu için cezası da herkesin gözü önünde olacaktı.
Gururunu hiçe sayacaklardı, tıpkı Krallık'ın gururunu hiçe saydığı gibi.
"Rol yapmanı istemiyorum," dedi sakin bir sesle. "Tek istediğim aşağıya benden önce inmen ve yardım istediğini söylemen. Seni esir aldığımı dile getir. Arkandan geleceğim. Seni buradan çıkaracaklar, sonra..."
"Ya bunu yapmazsam?"
"Ne?" dedi Tugay büyük bir şaşkınlıkla.
"Ya bunu yapmazsam ve susarsam?"
Tugay başını iki yana salladığında, "O zaman seni bizden bilecekler," dedi sakin bir şekilde ama gözlerine ilk defa korkunun dolduğunu gördüm. "Bu direnişe ortak olduğunu düşünecekler, yargılanacaksın, belki buraya geleceksin, belki de canını yakacaklar." Kaşları çatıldı, ilk kez bana kaşlarını çatarak bakıyordu. "Aklından ne geçiyor bilmiyorum ama ben acıya alışkınım, gururumun incinmesine de. İdam desen zaten an kolluyorlar, buradan kurtuluşumun imkânsızlığıyla karşındayım ve sen de ellerimden kayarsan çarem kalmaz."
Helikopter indiğinde pervanelerin sesinden onu duymakta zorlanıyordum ve göğüskafesimde öyle bir sızı vardı ki ne olduğunu kestiremiyordum. "Babam buradaydı," dedim savunma olarak. "Bir anlık afallayıp kalmış olabilirim, bu üzerimdekileri kendimi herkesten gizlenmek için giymiş olabilirim. Her şeyi..." İnanmıyormuş gibi bakıyordu. "Ben bir avukatım, daima savunmalarım ve yalanlarım vardır. Başka bir yolu olmalı."
"Yok," dedi sert bir sesle. İlk defa bana bu denli öfkeli davrandığını görüyordum. Çatık kaşlarıyla ne kadar korkutucu göründüğünün farkında mıydı acaba? "Her ne düşünüyorsan o düşünceden vazgeç, beni duydun mu?" Otoriter sesinden korkmam mı gerekiyordu? Korktuğum başka şeyler vardı.
"Biz arkadaşız," dedim başımı sallayarak. "Unuttun mu Tugay Demir?"
"Ne?"
"Biz arkadaşız," dedim. "Ve arkadaşlar birbirinin zarar görmesine izin vermez."
"Avukat," dedi dişlerini sıkarak Tugay. Merdivenlerin tepesinden sesler gelmeye başladı, ardından siyah botları gördüm, iniyorlardı. "Zor kullandığımı söyleyeceksin, aksi takdirde canını yakacaklar. Senin canını yakarlarsa..." Başını iki yana salladı. "Benim alışkın olduklarım senin dünyana çok fazla. Ben o alışkanlıklarıma devam edeceğim, sen de benim için kendini koruyacaksın."
O an ağzımı açıp avukatı olmamın zaten başlı başına bir devrim olduğunu, şu an olmasa bile mahkemede her şeyin ortaya çıkacağını söylemek geldi ama sustum çünkü avukatı olmak, direnişe ortak olmakla asla aynı şey değildi. Gardiyanlar ölmüştü, televizyonda bir direniş gösterilmişti, insanlar bir ayaklanma başlatacaktı, iç savaş vardı. Onun avukatı olmamın bile savunmaları olabilirdi ama bunların olmazdı.
Gözlerinin içine bakarken, "Kendi acıma alışığım," diye mırıldandı. "Ama sana acı çektirmelerine alışmam imkânsız. Daha kötü bir adama dönüşmemi istemiyorsan aklındakinden vazgeç."
Hiçbir şey söylemedim, zaten Krallık yanlısı askerler de ağzımı açmama fırsat bile vermedi. Tam beş asker silahlarını bize doğrulttuğunda ve bir anda üçü birden Tugay'ı kollarından tutup arkadan ellerini kelepçelediklerinde birbirimize bakmaya devam ettik. Askerler bir şeyler söylüyordu ama Tugay o an ellerinin kelepçelenmesine karşı gelmiyordu.
Sıra bana geldi, asker yüzümü çevirdi, ardından ellerimi arkada birleştirip kelepçeleri takarken bir şeyler söyledi ama anlamadım, Tugay'a bakmaya devam ettim. Çenesini sıkmıştı. Bakışlarında öyle büyük bir öfke vardı ki yaşananlara mı öfkeliydi yoksa bana mı anlamıyordum.
Asker sırtımdan ittiğinde merdivenlerden inmeye başladık. Hayır, bu inmek değildi, âdeta sürükleniyordum ama karşı gelmiyordum. Üzerimde gardiyan kıyafetleri, saçlarım iki yanımdan dökülüyordu. Her şeyin bir sonucu olurdu; her olayın, her savaşınsa bir kazananı ve kaybedeni. Şu an ne kazanan vardı ne de kaybeden ama o merdivenlerden inerken kendi kendime ne yaptığımı sorguladım.
Nefes al ve ver Eftalya Atalar ama verirken düşünmeye çalış. Sen kimsin? Kime dönüştün? Başkan'ın sözcüsünün asılmasına neden oldun, elinin kesilmesini sağladın. Sen kimsin Eftalya Atalar? Az önce bir direnişi gülümseyerek izledin. Sen kim oldun Eftalya Atalar? Şu an sessiz kalmak da ne demek? Aç ağzını, esir tutulduğunu söyle. Sen zaten esir tutulmuyor musun? Sen zaten en başından beri esir değil misin? Tehditle seni yanında tutmadı mı Tugay Demir? O şekilde avukatı olmadın mı?
Bunları söylersen daha az suçlu bulunursun Eftalya Atalar, aç ağzını ve o askerlere dönüp arkadaki adamla hiçbir alakan olmadığını söylesene. Neden susuyorsun?
Neden susuyorsun?
Büyük alana çıktığımızda üç asker Tugay'ı yürütmeye başladı, ben ise sımsıkı kolumu tutan askerle arkalarında kaldım. Tam bir can pazarıydı, yerlerde ölü gardiyanlar vardı, duvarlar yazılarla doluydu, camlar patlamıştı. Bir süre önce heyecanla yürüdüğüm o koridor kan kokuyordu; ölüm kokuyordu.
Cehennem gibiydi. Yaşayan mahkûmlar dizlerinin üzerine çöktürülüp kelepçelenmişti, hepsinin ağzı bağlıydı. Bütün o mahkûmların arasında ilk seçtiğim yüz babama aitti; dönüp omzunun üzerinden sadece birkaç saniye bana baktı, bu bakış bile tepesindeki askerin elindeki tüfekle babamın ensesine vurmasına neden oldu. Acıyla yutkunduğumda arkamdaki asker beni itti.
Tam karşımızda Başkan'ın ikinci sözcüsü Murat vardı. Başkan elbette gelmemişti ama Murat'ın arkasındaki onlarca asker ordusu, sindirilmenin bir ödülüydü.
Tugay'ı Murat'ın önüne getirdiler ve sırtını Murat'a çevirdiler. O an yeniden Tugay'la göz göze geldik. Tek ayakta kalan bizdik, ta ki Murat, Tugay'ın dizinin arkasına bir tekme indirip dizlerinin üzerine çökmesine neden olana kadar. Yutkunurken sarsıldığımı hissettim, Tugay ise çöktüğü yerden bana bakmaya devam etti. Gözlerini bir saniye olsun gözlerimden ayrılmadı.
O an yapabileceğim iki şey vardı: Birincisi dizlerimin üzerine çöküp bu direnişe ortak olduğumu ilan etmek; ikincisi ise Tugay tarafından esir tutulduğumu söyleyip bütün bu yaşananlara son vermekti.
Babam gözlerimin içine bir kez daha baktı acıyarak, belki de yalvararak. Öyle bir baktı ki boğulacağımı hissettim.
Murat arkadan Tugay'ın çenesini kavradı ve kaldırıp, "Sana bu şovun bir bedeli olmayacağını düşündüren nedir?" diye sordu. O esnada arkamdaki asker çökmem için beni itti ama dimdik durmaya devam ettim. "Şimdi yaşayacaklarını tahmin edebiliyor musun piç kurusu?"
Konuşamazdı, konuşursa suçlu olurdu; susamazdı, susarsa direnemezdi.
Murat bakışlarını öfkeyle mahkûmlara çevirdi ve gür bir sesle, "Hepinizi kızgın yağda haşlayacağım!" diye bağırdı. "Hepinizi mahvedeceğim!" O sırada gözleri bana kaydı, yeniden mahkûmlara baktı, ardından bir kez daha bana döndüğünde gözlerine öyle bir şaşkınlık dolmuştu ki her ne düşünüyorsa dile getirmekte zorlandı. Beni elbette tanıyordu çünkü Kerem'i tanıyordu, onunla nişanlı olduğumu bilmiyordu ama Krallık'ın yakınında olduğumu bilmeyen yoktu. "Eftal," dedi kekeleyerek. "Eftalya. Senin burada ne işin var?"
Tugay bir an bile düşünmeden, "Esir aldım," dedi korkusuzca. "Babasını görmeye gelmişti, olaylar patladığında onu esir alarak müdürün odasına girdim. Kamera kayıtlarına bak, görürsün. Her türlü..."
Murat arkadaki askerine bir baş hareketi yaptığında asker elinde duran jopla Tugay'ın sırtına öyle sert vurdu ki neredeyse öne düşüyordu ama konuşmaya devam etti. "Şu an korktuğu için ağzını açamıyor. Onu tehdit ettim…" Bir kez daha vurdu asker ama Tugay yine susmadı. "Beynini patlatmama çok az kalmıştı."
Nefes al ve verirken söyle Eftalya. ‘O haklı, beni esir aldı olayların başından beri,’ de Eftalya. ‘Bütün bunları yaptı, beni korkuttu, sindirdi, kendi tarafında olmam için çabaladı,’ de.
"Doğru mu Eftalya?" diye sordu Murat endişeyle. "Sana zarar verdi mi?"
Yalvarırım konuş artık Eftalya. Bir şeyler söyle, söyle ki kurtul bütün bunlardan.
Bakışlarım babama kaydı, çöktüğü yerden bana yalvarıyormuş gibi bakmaya devam ediyordu. Kendisi bir direniş için bu kadar çaba verirken kızının vazgeçmesini istemesi acımasızlıktı.
"Şokta galiba," dedi Murat kendi kendine. "Eftalya cevap ver, sana ne yaptı?"
Yanımdaki askerin kolumu tutan eli gevşedi, bütün mahkûmların bakışları üzerimdeydi. Bense Tugay dışında hepsiyle göz göze geldim çünkü Tugay'a bakarsam neyle karşılaşacağımı biliyordum. Bununla karşılaşmak en son isteyeceğim şeylerden biriydi.
Öne doğru bir adım attım, asker beni takip etti. Ardından bir adım daha attım ve bir adım daha. Çenemi havaya kaldırdım. Nefes aldım, verirken Tugay'la göz göze geldim ve bakışlarında hem o öfkeli adamı gördüm hem de öfkenin altında yatan korkuyu. Tam gözlerinin içine bakarken yavaşça yere, dizlerimin üzerine çöktüm.
Bu bir kabullenişti.
Mahkûmların arasında mırıltılar yükseldiğinde bakışlarımı yere eğdim. Dizlerime kan bulaşmıştı, birkaç metre ötemde ölmüş bir gardiyan vardı. Tugay'ın ensesini damgalayan gardiyandı bu. Çoktan morarmaya başlamıştı, hemen onun ilerisinde başka bir gardiyan vardı. Midem bulanıyordu.
Mırıltılar öyle yükseldi ki askerlerden biri silahını ateşledi ve sesler bıçak gibi kesildi.
"Nasıl?" dedi Murat şaşkınlıkla. Onu göremiyordum ama sesini duyabiliyordum. "Bu kadar zamandır, bizim yanımızda..." Hareketlenme oldu. "Nasıl olur?"
Tugay'ın gür sesiyle irkildim, gözlerimi kapattım. "Korkuyor çünkü canıyla tehdit ettim!" diye haykırdı. "Babasının canıyla bile tehdit ettim, ona bir şey olacağından korkuyor! Avukat benim tarafımda olamaz, o kim ki?" Alayla güldü. "Krallık yanlısı kimse benim tarafımda olamaz, aklınız alıyor mu bunu?"
Susmaya devam ettim çünkü bir jop sesi geldi, ardından bir tane daha. Gözlerimi daha sıkı yumdum, içimden saniyeleri saydım ama gözlerimi açmadım.
Sen aptalsın Eftalya Atalar. Neden bunu yapıyorsun? İçinde yaşayan hangi kadın yaptırıyor bunu sana? Söylesene, nasıl vazgeçeceksin bütün bunlardan? Her duyguyu abarttığın gibi fedakârlığı da mı abartıyorsun? Kim için? Ne uğruna Eftalya?
Murat'ın sesi yeniden kulaklarıma dolduğunda telefonla konuştuğunu anladım. "Ne yapmamızı önerirsiniz efendim damgalama dışında?"
Damgalama. Damgalama. Damgalama. Gözlerim açıldı ve hızla Murat'a baktım. Telefondaydı, birileriyle konuşuyordu ama bakışları benim üzerimdeydi. Damgalama. Gözlerim Tugay'a döndü, bakışlarındaki ateş hepimizi alevler altında bırakacak kadar büyüktü.
Hayır Eftalya, bunun adı fedakârlık değil feda ama bu son, başka olmayacak.
Tugay bana bakarken başını art arda iki yana salladı. Murat o sırada telefonda birine kısık sesle bir şeyler söyledi. Elbette benden bahsediyordu, söylememesi imkânsızdı. Damgalama. Damgalayacaklar mıydı bizi? Sonra ne yapacaklardı? Nasıl bir acı çekecektim?
Vazgeç Eftalya. Acı çekmene değmez, neden değsin? Canını yakacaklar, ne uğruna? Bir direniş uğruna mı? Gözlerim korkudan yaşlarla doldu. Tugay bunu gördüğünde, "O aptal kadını ben esir aldım!" diye bağırdı, sesinde kocaman bir öfke vardı. "Onu kendi tarafımda bile görmek istemiyorum, bu şekilde bilinsin istemiyorum, alın bunu buradan! BL adını kirletiyor!"
Murat telefonu kapattığında ellerini önünde birleştirip, "Eftalya Atalar," dedi net bir sesle. "Son kez soruyorum, korkudan mı bu haldesin yoksa bu direnişe ortak mı oldun?"
"Şerefini siktiklerim!" diye bağırdı Tugay. "Gidip kamera kayıtlarını izleseniz zaten göreceksiniz, neyi soruyorsunuz?"
Murat öfkeyle nefes verdi, ardından Tugay’ı çenesinden öyle bir kavrayıp yumruk attı ki gözümden yaşlar akmaya başladı. Korku, acı, keder, nefret, hepsi iç içeydi. Ne yapıyordum? Neler oluyordu? Hayır, durmalıydı.
Murat bir yumruk daha indirdi, ardından bir tane daha. "Seni sona saklıyorum piç kurusu," dedi hiddetle. "O zamana kadar herkesin acı çekmesini izleyeceksin."
Tugay'ın ağzından kan geliyordu, bütün bunların yaşanacağını elbette biliyordu. Bilmediği tek şey göstereceğim cesaretti. "O aptal kızı benim tarafımdan uzaklaştırın," dedi Tugay hiddetle. "Gururum inciniyor." O an bakışları bana döndüğünde sanki aptal dediği için bile kendine öfke duyuyordu. Ağzındaki kanı tükürdü ve gülmeye başladı. "Bir Krallık köpeğiyle iş mi yapacağım ben? Aklınız alıyor mu?"
"O halde bir Krallık köpeğinin damgalanması da canını sıkmaz, öyle değil mi?" diye sordu, Murat tek kaşını kaldırarak. İşte o an Tugay’ın vereceği her cevap haritamızı oluşturacaktı. Başımı bir kez daha eğdim, gözlerimi kapattım; yaşlar yanaklarımdan süzülürken sessizliğimi korumaya devam ettim.
İki dakika on yedi saniyelik bir acıdan daha hafif olurdu değil mi damgalanmak? Yanardı, sızlardı, zamanla kabuk bağlardı, ardından izi kalırdı. Tamam, bunu kaldırabilirdim, hem en kötü ne olabilirdi ki?
Tugay hırsla inlediğinde olduğu yerden kalkmaya çalıştı ve arkasındaki askerlerden biri onu tutmakta zorlandı. Üç asker Tugay’ı zorlukla zapt ederken Murat korkuyla geriye kaçtı, ardından askerlerden birine başıyla işaret verdi. Asker hemen cebinden bir şırınga çıkardı ve nefes bile almadan Tugay'ın boynuna sapladı. Gözlerimden akan yaşlar durmak bilmiyordu. Yırtıcı bir hayvanı sakinleştirmek ister gibi Tugay’ı iğnelemeleri kaldıramayacağım kadar ağırdı. Tugay çırpınmaya devam etti.
Dur artık Eftalya, zaten ona işkence edeceklerini biliyorsun. Neden hâlâ cesursun? Korkuyorsun, kaçmak istiyorsun, neden bu şekilde duruyorsun? Onun tarafında görünmek hoşuna mı gidiyor? Onun yanında mı olmak istiyorsun? Yoksa çekeceği acıyı azaltmak mı amacın?
Murat bir kez daha bana döndüğünde Tugay'ın öfkeli sesi küçük inlemelere dönüştü. O iğnenin acı verdiğini anlayabiliyordum. Sadece bu kadar da değildi; gücü elinden kayıp gidiyordu ve gücünün gitmesi onun için cehennem demekti.
"Zorla mı tutuluyorsun Eftalya Atalar?" Hiçbir cevap vermeden Tugay'a bakmaya devam ettim. Hayır, ağzımdan tek laf bile çıkmayacaktı. Murat bir süre cevap vermemi bekledi, ardından derin bir nefes alıp askerlerinden birine yine işaret verdi.
Nefes al ve ver. Ah, nefes bile alamıyorsun, Eftalya. Kılçık gibi boğazına takılan şu an çektiğin acı mı yoksa Tugay'ın bu hali mi? Gözleri kayıyordu, başı öne düşüyordu, ona ne yapacaklardı? Bütün o yaşananların bedeli olabileceğinin farkında değil miydin Eftalya?
Asker birkaç dakika sonra elinde küçük yanan bir kömürlük ve demir parçasıyla geldiğinde Murat'ın onay vermesini bekledi; Murat ise telefonda onunla her kim konuştuysa emirlerine sadık kalıyor, son ana kadar beni zorluyordu. İşkence uygulayıp itiraf bile ettirmeye çalışabilirlerdi, Krallık'ın acımasızlığı bu kez beni vuracaktı.
Murat askere başıyla işaret verdiğinde esmer asker bana doğru yürümeye başladı. Adımları sağlamdı, elinde tuttuğu demir sallanmıyor bile. "Eftalya Atalar," dedi Murat bir kez daha. "Şimdi bizim yanımızdasın, sana hiçbir şey yapamaz. Zorla mı esir tutuldun?" Derin bir nefes aldı. "Buradaki bütün mahkûmlarla damgalanmak istemiyorsan şimdi lütfen gerçeği anlat."
Demirin ucunda yarım ay vardı, cızırtı sesi geliyordu. Ateş parlıyordu. Demirin arka tarafındaki Tugay’ın başı öne düşüyordu ama direniyordu. Bakışları sürekli üzerimdeydi, ağzını açıyor ama tekrar kapatıyordu, dudağının kenarından kan geliyordu. Onu dizginlemeye çalışırlarken bile başını dik tutmaya çalışıyordu.
Meryem vurulurken bir bankın arkasına saklandın Eftalya. Korkaktın. Şimdi korkak davranmana gerek yok.
Yine sustum.
Murat'ın yüzüne gerçek bir şaşkınlık oturduğunda bunu beklemediği açıktı. Sessizce ağlamaya devam ediyordum ve ağlarken bakışlarım Tugay'ın üzerindeydi. Onun için bu işkence sinek ısırığıydı, kaçıp gidemezdim. Hayır, ben bir yola çıktıysam kimseyi yarı yolda bırakmazdım ama bu sondu. Nefes alıp verirken, Bu son fedakârlık, diyordum kendi kendime.
Asker, "Neresini damgalayalım?" diye sordu.
"Hayır," diye inleyen Tugay'ın kısık sesini işittim. Daha fazlasını söylemedi, gücü kalmamıştı. Bakışlarım babama döndü, sessizce ağlıyordu, başka hiçbir şey yapmıyordu. Ne uğruna yaptığımın farkında mıydı?
Murat son kez, "Eftalya Atalar," dedi bıkkın bir sesle. "Son kez soruyorum, bu direnişle bir alakan var mı, yok mu?"
Babam bir direniş uğruna canından vazgeçmişti, annem daima korkak olduğumu söylerdi, Meryem biraz da benim yüzümden sakat kalmıştı. Hayır, bütün bunlar bir suçlama değildi, asıl beni bulmaktı. Korkaklığımı yeni fark ediyordum, aslında cesur olabilirdim. Direnişten kaçıyordum çünkü korkuyordum, babamı vazgeçirmek istiyordum çünkü korkuyordum, annemle yüz yüze gelmek istemiyordum çünkü ondan da korkuyordum.
Dakikalar sonra ilk kez ağzımı açtığımda, "Lekemin üzerine, göğüskafesime," diye mırıldandım. "Damgayı oraya yapın." Ve iç sesim devam ettirdi: Çünkü o lekeden de nefret ediyorum Krallık'tan nefret ettiğim gibi. Göğüskafesime her baktığımda kendimden soğuyacaksam o damga orada yer almalıydı.
Tugay'ın inlediğini işittim, zar zor çıkan sesiyle bir kez daha çırpınmaya çalıştı fakat artık askerler onu tutarken zorlanmıyordu bile. Büyük ihtimalle güzel bulduğu o lekenin üzerine damga vurdurmama öfkelenmişti fakat ben onunla hiçbir zaman aynı düşüncede olmayacaktım.
Asker dönüp ona baktığında Murat birkaç saniye düşünüp başıyla onay verdi. O onayın ardından arkamdaki askerlerden bir tanesi üzerimdeki gardiyan ceketinin fermuarını indirdi. Buraya gelirken hevesle sergilediğim o lekeyi ortaya çıkardığı an ilk defa boynuma kadar tırmanmaya başlayan lekenin acıdığını hissettim. Normalde his olmazdı ama sanki o damga dokunmadan acıyordu.
Asker damgayı kömüre bastırdı ve daha fazla yanmasına neden oldu; daha fazla derime işlesin, daha fazla acıtsın, daha fazla mahvetsin beni diye. Hadi ama Eftalya Atalar, korkuyor musun? Neden ağlıyorsun? Korkudan mı ağlıyorsun? Cesursun, cesur kalmak zorundasın.
Gözümden yaşlar akmaya devam ederken tıpkı Tugay gibi çenemi havaya kaldırdım ve askerin gözlerinin içine baktım. Bakışım bir anlık tereddüde düşürdü ya da bunu yapmak istemedi, bilmiyordum ama Murat, "Yap," dediğinde geriye başka seçeneği kalmadı.
Demiri kömürden çekti. Hıçkıra hıçkıra ağlarken bakışlarımı Tugay'a çevirdim ve baygın gözlerle bana baktığını fark ettim. O anda askerler Tugay'ın kollarını bırakınca vücudundaki bütün gücün gittiğini fark ettim çünkü yüzüstü yere düştü. Yan bir şekilde bana bakarken dudaklarını oynatıp bir şeyler söyledi ama bu kez ne söylediğini anlamadım.
Demir havaya kalktı, gözlerimi kapattım ve ağlamaya devam ettim. O sırada babamın acılı inleme sesleri kulaklarımdaydı. Altdudağımı dişlerimin arasına aldığımda göğsüme yaklaşan sıcaklığı hissedebiliyordum.
Nefes al ve ver Eftalya Atalar. Bir kez daha al ve ver, al ve ver Eftalya. Al ve tut nefesini çünkü acıyı nefesini tutmuşken daha az hissedersin. İşte orada, biraz daha yaklaştı. Orada ateş, göğüskafesinin sağ tarafında, kalbine denk gelmiyor. Tuttuğun nefes işe yaramadı Eftalya Atalar, ölecek gibi hissediyorsun.
Göğüskafesimin sağında ilk önce buz gibi bir soğuk, ardından öyle bir yangın hissettim ki Tugay gibi sessiz kalamadım. Ne acıyla tuttuğum nefes işime yaradı ne de başka bir şey. Gözlerimi açtığımda geriye kaçmak istedim ama askerler sıkıca beni tuttu ve demir biraz daha bastırıldı. Bir kez daha haykırırken burnuma yanık kokusu geldi; yakıyorlardı beni. Göğsümde yangın vardı.
Çırpınmaya devam ederken haykırışlarım durmuyordu, bakışlarım göğüskafesime indiğinde o beyaz lekenin gerildiğini hissettim. Damga uzaklaştığında sağ tarafımdaki o büyük kabarıklıkla, ateşle ve kızarıklıkla karşılaştım; sanki kalbimi yakıyorlardı, sanki göğüskafesim alev almıştı. Birilerinin bana su vermesine ihtiyacım vardı. Defalarca elimi, kolumu yakmıştım o acılar bunun yanında hiçbir şeydi.
Acıdan ölecek gibiydim ve öyle canım yanıyordu ki eğilip kusmaya başladım. Kan kokusu, yanık kokusu, ölüm kokusu. Kusmaya devam ettim ve o sırada ağlayan babamın sesini işittim. Ağzı kapatılmış olsa bile feryatları kulaklarıma doluyordu.
Nefes al Eftalya Atalar. Hayır, alamıyordum. Nefes al Eftalya. Bundan çok daha kötü acıyı yaşadı buradakiler, bunu mu kaldıramıyorsun? Yalvarırım nefes al Eftalya, ne olursun nefes al. Cesur ol, bağırma, haykırma, kusma, iki büklüm olma. Yalvarırım Eftalya, buna acı mı diyorsun sen?
Yeniden ağlamaya başladığımda başım dönüyordu, alnım yerdeydi.
Başını kaldır Eftalya Atalar, cesaretini bu şekilde mi göstereceksin? Sen korkaksın, direniş ne bilmiyorsun. Bu kadar mısın?
Başımı kaldırmaya çalıştım ama imkânsızdı, acı öyle yoğundu ki alnımı o kanlı zeminde tutmaya devam ettim.
Sen hiçbir şeysin Eftalya Atalar. Rezilsin. Güçsüzsün.
Gözlerimi sıkıca kapattım ve bağırmamaya çalıştım ama inlediğimi duyabiliyordum. Kulaklarım uğulduyordu. Acıdan başım dönüyordu, kusmak istiyordum, haykırmak istiyordum ve artık kaçmak da istiyordum. Bu kadarını kaldıramıyordum, güçsüzdüm, cesaretim yoktu.
Diren Eftalya, yıkılacak mısın hemen? Korkaksın, korkaksın, korkaksın.
***
"Ada Hapishanesinde çıkan ayaklanmanın ardından Krallık yanlısı vatandaşlar sokağa döküldü ve Ada Hapishanesini taşlamak istediler. Başkan sessizliğini korurken BL’yi destekleyenlerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Şimdi gözler Krallık’ta çünkü BL’yi destekleyenler için yeni bir yasa gelecek gibi görünüyor. Krallık'a nankörlük yapan her teröristin idam edileceği haberleri dedikodular arasında ama kesinliği yok."
Pıt. Pıt. Pıt. Serumun sesi. Rüzgârın sesi. Cama vuran kar taneleri. Televizyondaki son dakika haberleri. Ülke yangın yerine dönmüştü. Tugay Demir Çeviker amacına ulaşmıştı, artık tarafsız olanlar da BL tarafına geçmişti. Krallık'ı destekleyen bazı kişiler bile bu Ada Hapishanesindeki zulme sessiz kalmak istemiyordu. Bunları televizyonda dönen birkaç saatlik son dakika haberlerinden anlamamak mümkün değildi.
Tepemde üç polis memuru vardı, bir de savcı. Savcım. Kerem Karaman.
Nasıl bayıldığım, buraya nasıl getirildiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Gözlerim bomboş televizyona bakıyordu. Damarımda bir serum vardı, göğsüme bandaj takmışlardı. Sinan'la Ufuk neredeydi? Sinan'a ihtiyacım vardı ama Kerem'in kimseyi içeriye sokmadığını anlayabiliyordum.
İfade vermem gerekiyordu ve Kerem bu görevi üstlenmişti. Ağzımı bıçak açmadığı halde o konuşuyordu. "Murat'a video görüntüleri gelene kadar durmasını emretmişler," dedi Kerem polis memurlarına bir kez daha. "Fakat o durmamış. Görevinden alınacak." Dişlerini sıktı. "Elimize ulaşan kayıtlarda o piç kurusunun Eftalya'yı zorla tuttuğu ortada." Telefonundaki video kaydını bir kez daha polislere çevirdi. "Başkan'ın onayından geçti, bir de siz izleyin. Nasıl zor kullanıyor görüyor musunuz?"
Kar taneleri camlara vurduğunda neden eriyordu? İçerisi sıcak diye olmalıydı fakat soğuğu hissediyordum. Göğsümdeki sızı neden geçmişti? İğne mi vurmuşlardı uyuşturmuşlar mıydı? Kuş uçuyordu ve orada...
"O piç kurusu defalarca Eftalya'yı esir aldığını söylemiş zaten."
Yağmurların camda bıraktığı izler fazlasıyla etkileyici olabiliyordu, bir damlanın diğerini takip etmesi çok heyecan vericiydi.
"Eftalya babasını görmeye gitmişti, onu gördüm, karşılaştık. Bütün kayıtlara bakın, Eftalya'yı bir kez direnirken bulamazsınız."
Acaba yağmur taneleriyle kar tanelerinin aşkını anlatan bir masal var mıydı? Heyecan verici olurdu.
"Ne kadar korktuğunu görmüyor musunuz? Onu sindirmiş, canıyla tehdit etmiş, yetmemiş babasının canıyla da tehdit etmiş. Hadi ama çocuklar, burada böyle dikilip Eftalya'nın konuşmasını mı bekleyeceksiniz? Başkan bile onayladı, bence bu konuyu kendi aramızda kapatabiliriz."
Yağmur damlası kar tanesine âşık olur ve bir gün buluşurlar. Buluştuklarında aşklarının imkânsız olduğunu anlarlar çünkü biri eridiğinde suya dönüşüyordur. Yağmur damlası kar tanesinin suya dönüştüğünü gördüğünde...
"O piç kurusunun icabına bakılacak zaten."
Bakışlarım hızla Kerem'e döndü, o da bana odaklandı. Dakikalardır ilk kez ona bakmıştım. Kerem derin bir nefes aldı, gözleri kısıldı. Ardından polis memurlarına, "Bize biraz izin verin," dedi. "Ve işlerinizden olmak istemiyorsanız cümlelerimi de kanıttan sayın."
Polis memurları birbirine baktı, ardından bıkkın bir nefes verip odadan çıktılar. Onlar çıkar çıkmaz Kerem sandalyeyi çekip yanıma geçti, ardından serum takılı elimi tuttu. Yutkunurken bakışlarımı tavana çevirdim.
"Sana zarar verdi mi?" diye sordu Kerem endişeli bir sesle ama endişesi bile kulağa yapay geliyordu. Hiçbir cevap vermeden tavana bakmaya devam ettim. "Hadi ama Eftalya, böyle susacak mısın? Geçti, onun cezası kesilecek zaten, mahkemesine iki gün var." Parmakları elimin tersini okşarken duraksadı. "Yüzüğünü nerede düştün? O savaş alanında düşürmüş olmalısın."
Gözlerimi açtığımdan beri yüzükten söz ediyordu, ben ise parmağımda olmadığını o söyleyene kadar fark etmemiştim. Derin bir nefes alıp, "Sinan nerede?" diye sordum.
Kerem'in gerildiğini hissettim. "Seni zorlamak istemiyorum ama aptal bir adam değilim Eftalya." Elimi bıraktı, ardından sandalyeden kalkıp başımda dikildi. "Babanı görmenin üzerinden kaç saat geçmişti, çoktan oradan çıkman gerekiyordu. Neden o hapishanede kalmaya devam ettin?"
Bir kez daha, "Sinan nerede?" diye sordum.
"Siktirtme Sinan'ı!" diye haykırdı Kerem ve bir anda eliyle çenemi kavrayıp yüzümü çevirdi. "Ne halt ettiğini sanıyorsun sen? Neyin peşindesin?" Öyle sıkı tutuyordu ki çenemi kurtaramadım. Dişlerini sıkmaya devam ederek öfkeyle yüzüme baktı. "Sen beni salak mı sanıyorsun Eftalya?"
"Evet," dedim kendimi tutamayarak. "Salağın tekisin."
Kerem'in çenemi kavrayan eli titremeye başladığında, "Götünü kurtaracağım diye girmediğim hal kalmadı," dedi. "Ben olmasaydım şu an Ada Hapishanesinde bir köşede çürüyor ya da o şerefsiz mahkûmlar tarafından istismar ediliyor olacaktın. Hatta belki de birinin fahişesi olarak anılmaya başlamıştın. Teşekkür etmek yerine salak olduğumu mu söylüyorsun?" Eli çenemden boynuma kaydı ve parmakları boynuma dolandı. Sıkı değildi ama bu bir tehditti. "Herkesi kandırabilirsin ama beni kandıramazsın, ne yapmaya çalıştığının farkındayım."
Damgalanırken yaşadığım o yangından sonra gerçekten boynumu sıkarak beni korkutabileceğini düşünmesi içler açısıydı fakat derinlerde bir yerlerde yepyeni bir korku ortaya çıktığında kıyamet sandığımın aslında sadece bir doğa olayı olduğunu anlamama çok az kalmıştı. "Neyin farkındasın?" diye sordum. Sesimde cesaret vardı ama kalbim öyle değildi.
Kerem öfkeli bir nefes verdi. Ardından, "Babanı kurtarmaya çalıştın değil mi?" diye sordu. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. "Bütün o karmaşada babanı kurtarabilmek için her şeye dahil oldun ve sonrasında bunu itiraf edemedin, hatta o piç kurusundan bile yardım istemiş olabilirsin."
Gözlerim kocaman bir halde ona bakmaya devam ettim, ardından kahkaha atmaya başladım. Beni bu kadar sadık sanması gözlerimi yaşartacaktı. "İnanılmaz zekisin," dedim kahkahalarımın arasında. "Bunu nasıl akıl edebildin ya?"
Onu alaya aldığımı fark ettiğinde boynumdaki parmakları sıkılaştı, ardından yüzüme doğru eğildiğinde kahkahalarım yarım kaldı. "Eftalya Atalar," dedi gözlerimin içine bakarak. "Bir kez daha o götünü kurtarmayacağım, bir kez daha o babanın da götünü kurtarmayacağım, beni duydun mu?" Sıkmaya devam ederken yüzüme biraz daha yaklaştı. "Ve bir kez daha o parmağındaki yüzüğe saygısızlık yaparsan bambaşka bir yüzümü göreceksin."
Yutkunmakta zorlanıyordum. Cesaretin doğurduğu yeni bir cesaretle, belki de bıkkınlıkla, "O yüzüğün hiçbir anlamı yok," diye fısıldadım. "Bitti, artık nişanlım değilsin."
Kerem'in bakışları donuk bir hal aldı, boynumdaki parmakları sıkılaşmak yerine gevşedi. "Ne dedin?" diye sordu. "Bir kez daha söyle."
"Duydun," diye fısıldadım, sonra kendimi ondan kurtarmaya çalıştım. "Bu bir anlaşmaydı ama görüyorum ki babamı kurtarmak imkânsızlaştı. Zaten birçok insan da bilmiyor nişanlandığımızı. Bitirelim ve sen de beni kurtarmak zorunda kalma."
Kerem tek kaşını havaya kaldırdı, eli önce çenemde dolaştı, ardından yüzümde. Sonra göğüskafesime doğru indiğinde parmakları damganın bulunduğu yere baskı yaptı. "Eftalya," dedi sakin bir sesle ama derinlerden yükselen o sinir krizini algılayabiliyordum. "Ah, Eftalya." Parmağı minik bir baskı daha yaptığında acıyla inledim, geriye çekildi. "Sana cesaret veren her ne ise ondan kurtulmanı öneririm çünkü senin dışında ailenin hayatının da iki dudağımın arasında olduğunu unutuyorsun."
Elbette konuşmanın sonunun buralara varacağını biliyordum, elbette bitirmenin öyle kolay olmayacağını da biliyordum. "Yaşadığın şoktan dolayı böyle konuştuğunu varsayıyorum yoksa..." Tiksintiyle nefes verdiğimde dudaklarını alnıma yasladı, kendimi kurtarmak istediğimde ise geriye çekildi. "Uyan bebeğim, ben istemediğim sürece bu ilişki bitmeyecek."
Nefretle ona bakarken doğruldu ve gözleriyle beni süzdü. Sevgi yoktu, his yoktu; hırs vardı, ihtiyaç vardı. Kerem hastalıklı bir adamdı. "Bir ilişki mi?" diye sordum. "Sana karşı bir tane güzel duygum yok, hiç olmadı."
“Olacak elbet,” dedi Kerem aldırmaz bir şekilde. “Ayrıca dert ettiğin nişanımızı kimsenin bilmemesi mi?” Üstün bir şekilde bana baktı. “Yarın akşam güzel bir kutlamayla herkese duyuracağız o halde.”
Acıyla ve nefretle ona bakarken, "Hayır," diye fısıldadım. "Bunu istemiyorum." Elimi saçlarıma geçirdim. "Sinan," diye fısıldadım. "Sinan!" diye seslendim sonra. "Burada mısın? Sinan!" Kerem gülmeye başladı. "Sinan! Burada mısın? Sinan!"
Birkaç saniye sonra kapı sertçe açıldı, elbette buradaydı, o hep burada olurdu. Kapıda göz göze geldiğimiz an Kerem'i zerre umursamadan bana doğru atıldı ve yatağa oturup kollarını bana doladı. Sıkıca boynuna sarılırken Kerem'in alayla bize baktığını, sonrasında ise odadan çıktığını gördüm.
Sinan geriye çekildiğinde önüme gelen saçlarımı itti, kapıya baktı, dinleyen olup olmadığından şüphelendi, sonra dişlerini sıkarak damganın uygulandığı noktaya baktı. Ona da aynısını yapmışlardı, kendisi kazıyarak çıkarmıştı. "Eftal," dedi hüzünlü bir sesle. "Ne yaptın sen?"
Başımı iki yana salladım, ardından ağlamaya başlarken bir kez daha boynuna sarıldım, gözyaşlarım omzunu ıslatırken o da belime sarıldı. "Sinan," dedim ağlaya ağlaya. "Mahvoldum, ben ne yaptım?" Gözyaşlarım arttığında saçlarımı sevdi. "Sinan, bunu neden yapıyorum?" Gözlerimin önüne Tugay'ın o uyuşturulan görüntüsü geldi. Nasıldı acaba? Hayır, bunu düşünmemeliydim. "Sinan," dedim kısık bir sesle. "Kurtulmam lazım yoksa daha fazla mahvolacağım."
Sinan geriye çekildi, ardından gözümden akan yaşları sildi. "Anlat güzelim," dedi. "Anlat Eftal, ne hissediyorsun?"
"Ben," dedim hıçkıra hıçkıra. "Ben bunu neden yaptım?" Başımı iki yana salladım. "Sanki dalgalı bir denizdeyim ve kıyı hemen yanımda. O kıyıya uzanırsam kurtulacağım ama uzanmazsam dalgalar beni alıp götürecek."
Şaşırtıcıydı ama Sinan gözlerimin içine beni anlıyormuş gibi baktı. "Yüzüyorum, yüzmek istiyorum, suyu seviyorum çünkü ve kıyı berbat bir yer ama suda boğulacağım, dalgalar büyüyecek. Sinan, anlıyor musun? Saçmalıyor muyum? İçimdekileri daha nasıl anlatabilirim, bilmiyorum ama yüzümü okşayan dalgalar gün gelecek beni boğacak Sinan. Şimdiden başladı." Elimle hafifçe göğüskafesime dokundum. "Ne yapacağım? Yüzmemek korkaklık mı? Kıyıya dönmek ise mutsuzluk?" Başımı iki yana salladım. "Ben ne yapacağım?"
Sinan uzun bir süre yüzümü inceledi. O kadar uzun süre inceledi ki kendimi karşısında çırılçıplak hissettim. Eliyle son kez yanağımdan süzülen yaşları sildi ve derin bir nefes aldı. "Peki ya Eftal," dedi keskin bir sesle. "Ya çoktan boğulduysan ve kıyı uzaktaysa?" Bakışları göğüskafesime indi, çenesiyle işaret etti. "Çünkü bunun adı boğulmak."
Kendi gözyaşlarımı bu kez kendim sildim. "O halde kurtulmaya çalışmam mı gerek?"
Sinan önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı ve inançsız bir sesle, "Kurtulabiliyorsan kurtul," dedi. "Çünkü seni ben bile kurtaramam. Çünkü kıyıdayım ve seni göremiyorum Eftalya."
***
İnsanın pusulası yine kendisindedir çünkü sadece kendimize dürüst oluruz; bazen kalp kırıcı, bazen hırçın, bazen yalancı ama gün sonunda kim olduğumuzla karşılaşırız. Katil olmadığımızı haykırırız ama nefret ettiğimiz birini öldürürken kendimizi hayal edebiliriz; güçlü olduğumuzu söyleriz ama en güçsüz anlarımızda ilk aynaya dönüp bakarız; korkak olmadığımızı dile getiririz ama en acımasız anlarda korkularımız ortaya çıkar.
Lisede onlarca insan üzerime gelirken karşı durmam bu beni güçlü kılmazdı çünkü kızlar tuvaletine kendimi kapatıp hıçkıra hıçkıra yalnızlığıma ağladığımı biliyordum. Yalnız olduğunu kabul etmek de zordur çünkü yalnızlık kimi insana göre acınasıdır. Görürsünüz, herkes mutludur, bir lise sırasında veya üniversitede, belki de bir kafede. Herkes çok mutludur, sıcaktır; siz o uzak masada oturup onları izleyen tarafsınızdır. Bir anlık yalnız olduğunuzla yüzleşirsiniz, o yüzleşme aşaması en kırıcı olandır.
İnsan kendini tanımaya mutlulukla değil, acılarla başlıyor bu yüzden. Hayatında kimseyi kaybetmemiş birine ölümün nasıl bir his verdiğini anlatamazsınız, düzinelerce cümleler döşersiniz, sonucunda tek görebildiği acıdır ama sizin korkularınız o satırlarda gizlidir. Bu yüzden birine seni anlıyorum demek için iki kere düşünmek gerektiğine inanıyordum.
İnanıyordum inanmasına ama birinin bunu söylemeden beni anladığıyla yüzleşmek bu hayatın bana en büyük tokadı olmuştu.
Tugay Demir Çeviker beni bu hayatta anlayan tek insandı. Hayır, bunu onun insan sarrafı olmasına bağlamıyordum, o bana baktığında asıl olanı görebiliyordu ve beni anlayan biriyle karşılaşmak ödül gibi görünse de Tugay'la tanıştığımız hayatın içinde ceza gibiydi.
Tugay katil olmadığımı haykırmak yerine beni nasıl katil olduğumla yüzleştirirdi. Güçsüzlüğümle aynada kendimi izlerken her şeye rağmen kendimi sevmem gerektiğini söyleyebilirdi. Korkudan titrerken korkusuzluğun vücut bulmuş hali olarak bana o korkusuzluğu öğretebilirdi. Lisede kızlar tuvaletine kendimi kilitlediğimi fark edip kapıyı çalmak yerine o kapıdaki insanları uzaklaştırabilirdi çünkü ağlamama izin verilmesi gerektiğini bilirdi.
Ben yapayalnız bir kafede, lise kantininde ya da üniversitede amfide otururken o yalnızlığımı fark edip dalga geçmek yerine omzuma dokunup havadan sudan konular açabilirdi.
Ona ölümden korktuğumu söylemeden, özellikle sevdiklerimin ölümünden korktuğumu söylemeden bana hayatın acımasızlığından söz edebilirdi.
Bütün bunlar o iyi bir insan olduğu için değildi, Tugay'ın iyi biri olup olmadığı da tartışılırdı. Bütün bunlar beni anladığı içindi.
Şimdi kendimi tanıdığım kadarıyla görüyordum, Tugay Demir Çeviker'e aklımın alamayacağı ölçüde çekilmeye başlamıştım ve daha önce böyle bir his kalbime uğramamıştı.
Bir başkası için bu duygular yaşanması gereken duygular olabilirdi ama kendimi tanıyordum. Zaten cehennem gibi bir hayatın içinde ona çekilmem sonumu getirdi çünkü daha önce bu duyguyu hiç tatmamış bir kadın olarak bunu ne kadar abartacağımı kestiremiyordum. Göğsümdeki o damga buna en büyük kanıttı.
Boğulmadan kendimi kurtarmam, kıyıya ulaşmam gerekiyordu. Dalgalar arasında kaldıysam bütün gücümle yüzmeliydim ama kendim için direnmem gerekiyordu çünkü bu yolun sonunu görebiliyordum; bu yolun sonunda ben tükenecektim.
Dur orada artık Eftalya Atalar, diyordu iç sesim. İlerleme daha fazla, koşma, yürüme, yüzme, yanma.
Elimin tersiyle yanağımdan süzülen yaşı sildiğimde seradaydım, geceydi, dışarıda hâlâ delicesine kar yağıyordu. Bir kâğıt ve kalem vardı önümde. Bir gün sonra hem babamın hem Tugay'ın mahkemesi vardı; ben ise yarından sonra dağılacağımdan tamamen emindim.
Tamam, her şeye hazırdım ama ağlamak anlamsızdı, neden ağlıyordum? Neden içimden bir ses, Tugay'ın geleceği için çabalamayacağını, bana saygı duyacağını, benim de bu yüzden gözyaşı döktüğümü söylüyordu? Neden bir yanım bu mektubun onun kalbini kıracağını dile getiriyordu? Biz farklıydık ve ben yine her şeyi abartıyordum.
Gözlerimi kapattığımda güneşi gören yüzü aklıma geldi; neşesi, korkusuzluğu, bakışlarındaki derinlik... Gözlerimi açtım, yutkundum, ardından başımı iki yana sallarken göğüskafesimdeki damga daha fazla sızladı. Kendimi hiç olmadığım kadar güçsüz hissettim ama yine de kalemi elime aldım ve ilk aklıma gelenleri yazmaya başladım. İkinci kez düşünmek yasaktı çünkü vazgeçerdim.
"Müvekkil Tugay Demir Çeviker'e...
Bu mektup sana ikinci ve son mektubum olacak çünkü tekrarlanmasını hiçbir şekilde istemiyorum, iki taraflı da.
Öncelikle bana çiçek ve not göndermekten vazgeç. Yeterince kurak olan dünyamızda o çiçeklerin solmayacağına inanman fazlasıyla tuhaf ve kastettiğim bir toprağın kurak olması değil. Kaldır başını, umutlarını körelt, hayallerden vazgeç. Savaşın ortasındayız, bulutların üzerine çıkmak tam bir aptallık.
Seninle arkadaş değiliz, hiçbir zaman olmadık. Biz seninle zorunlu bir iş ilişkisi içindeyiz. Ben senin tehditle yanında tuttuğun o avukatım, sen de sadece bir mahkûmsun. Merak ediyorsan avukatlığına devam edeceğim, etmek zorundayım çünkü buna beni sen zorladın fakat bu kadarla sınırlı. Sadece avukatlığımı yapacak, köşeme çekileceğim. Arkadaşlık sözkonusu bile olamaz.
Tüm davranışlarım ve hatalarım benimle ilgiliydi, seninle hiçbir ilgisi yoktu çünkü kendimi bulmaya çalışıyordum. Buldum da ve kendimi bulmak bana gerçekleri gösterdi. Rüyalar âleminde değiliz Tugay Demir Çeviker, burası gerçek dünya.
Her şeyden önce sınırları aşmaman gerektiğini ve benim nişanlı bir kadın olduğumu hatırla. Bu zoraki işbirliğimiz süresince beni daha fazla yıpratma.
Umarım yüz yüze geldiğimizde bu söylediklerimi ciddiye almış olursun.
Avukat
EFTALYA ATALAR"
***
Gözüme uyku girmiyordu ve sabah çoktan olmuş, öğlene dönmüş ve belki de akşama kucağını açmıştı. Yataktan hiçbir şekilde çıkmamıştım, kapıma gelen herkesi yok saymıştım, Sinan da dahil. Tek yaptığım uzanmak ve pencereden dışarıya bakmaktı. Kar yağmaya devam ediyordu, bir an bile durmuyordu. Öyle bunalmıştım ki en sonunda kar tanelerini saymaya başladım.
Birinci kar tanesi, ikinci kar tanesinden daha geç gelirken...
Odanın kapısı çaldığında hiçbir cevap vermeden pencereden dışarıya bakmaya devam ettim. Bir kez daha tıklatıldı, yine sessizliğe gömüldüm. Ardından o neşeden uzak ses kulaklarıma doldu beni neşelendireceğinden habersiz. "Eftalya?" diye seslendi Nigâr kapıdan. "Sana bir çiçek geldi, seraya götürmemi mi istersin?"
Gözlerim kocaman açıldı, yatakta doğruldum ve koşar adımlarla kilitli kapıyı açtığımda Nigâr şaşkınlıkla bana baktı. Elinde saksıdaki kardelen çiçeklerini tutuyordu, mor kardelenler öyle güzel görünüyordu ki gülümsemeden edemedim ve hızla aldığımda kalbim dört nala koşan bir at gibiydi.
Hayır Eftalya, çarpmaması gerekiyor. Neden bunu yapıyorsun kendine?
Çiçekleri yatağın üzerine koydum, ardından yere oturup çiçeklere baktım. Kardelen cesareti simgelerdi ve gücü. Benim cesur ve güçlü olduğumu mu söylüyordu? Yutkunurken doğruldum ve parmaklarımı kardelenin üzerinde gezdirdim. Bu çiçeklere dokunmadığını biliyordum ama dokunmuş gibi hissetmek iyi gelmişti.
Aptal Eftalya. Aptalsın Eftalya.
Bakışlarım çiçeğin altındaki minik zarfa kaydı, çiçek göndermemesi gerektiğini söylediğim halde göndermişti. Tugay Demir başlı başına kuralları yıkan bir adamdı ama sınırlar konusunda hassasken beni neden dinlemediğini anlamıyordum.
Titreyen elimle zarfı aldığımda derin bir nefes aldım, ardından zarfı açıp çok kısa bir notla karşılaştım.
"Müvekkil Tugay Demir Çeviker'in Sevgili Avukat’ına,
Ben Tugay Demir Çeviker, herkesin dünyanın en kötü adamı ilan ettiği o kişiyim haklısın ama sen bu kötü adamın gözlerinin içine bakarken parmağından çekip çıkardığı nişan yüzüğünü bile fark etmedin. Hangi yazılı cümlen bizi ikna edebilir ki şu an?
Sana inanmamı istiyorsan geç karşıma, gözlerimin içine bakarak söyle bu hislerini, cesaret bunu gerektirir.
Özgürlüğümüze... İNANÇLA.
Mahkûm Tugay Demir Çeviker"
Kalbim sıkışmaya başlarken zarfın içine yeniden bakıp ters çevirdim. İçinden metal bir parça düştü. Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı, başımı iki yana salladım. Avcumun içindeki metale bakarken taşıdığı anlamı, sayfalarca anlatılacak kadar uzun olan o derinliği izledim.
Avcumda nişan yüzüğümü tutuyordum ve Tugay Demir Çeviker o yüzüğü dümdüz ederek bana geri göndermişti.
Paragraf Yorumları