2 Ağustos 2017
Herkesin gerçek yüzünü gizlediği ve rol yapmak zorunda olduğu yerlerde kimsenin tebessümünden emin olamazdınız.
Sıcak bir yaz akşamıydı, büyük restoranın içindeki herkes en şık kıyafetlerini giymişti ve ödül töreninin gerçekleşmesini bekliyordu. Gelen herkes özel davetliydi, tek bir kişi dışında.
Tugay Demir Çeviker.
O davetli değildi ama her zaman olduğu gibi içeriye girmenin bir yolunu bulmuştu. Neden geldiğini bilmiyordu, ne istediğinden emin değildi; tek bildiği bir şans daha vermekti. Kendine değil, belki de babasına. Belki de hayata. Ya da çaresizliğine. Ama içeriye girdikten sonra zaten geldiğine bin pişman olmuştu çünkü buradaki insanların hiçbirisi ona göre değildi.
Herkesi tek tek inceliyor, yüzlerindeki maskelerden emin oluyordu. Neredeyse ülkenin önde gelen bütün iş insanları ve siyasete adını yazdıran herkes o restoranın içindeydi. Önündeki viski bardağıyla oynarken yüzünde samimiyetsiz bir gülümseme belirdi.
İç sesi diyordu ki şu an bu restoranda bir bomba patlasa ne kayıp olurdu? Kim kaybederdi?
Sonra bu düşündüğüne sahici bir gülümsemeyle karşılık verdi. Binlerce insanın canına kastetmek Tugay için o zamanlar pek de gerçek ve doğru gelmiyordu. Hatta bunun adı canilikti, bundan çok emindi.
Gözleri yavaşça viskiden ayrıldı ve beş masa önündeki Hâkim Ali’ye doğru baktı. Babasına.
Bugün babası ödül alacaktı ve herkes de onu alkışlayacaktı. Bunu görmek istemesinin en büyük nedeni, annesinin davası için yalandan yazılan bir senaryo uğruna ödül alıyor olmasıydı. Davayı kazanmıştı, o dava birçok insan için çok zor bir davaydı ama Tugay biliyordu ki zaten hiçbir şey doğru değildi. O zamanlar Hâkim Ali, savcıydı fakat birkaç sene sonra hâkim olacaktı.
Bir masumu hapishaneye göndermişlerdi ve bunun uğruna babası ödül alacaktı.
Gözleri restoranın içindeki diğer insanların üzerinde gezindi. Herkesin en şık olduğu ve birbirine bir şeyler kanıtladığı o ortamın içinde gözüne çarpan iki kişi vardı, belki de maske taksalar bile neden taktıkları belli olan iki kişi.
Adnan Atalar ve kızı Eftalya Atalar.
Üç masa çaprazlarında oturuyorlardı. Eftalya Atalar, Tugay’a dönüktü, Adnan Atalar’ın ise sırtı Tugay’a doğruydu. İkisi de şık kıyafetlerini giymişlerdi ama diğerlerinden daha farklılardı çünkü bir kutlama olmadığını sanki biliyor gibilerdi, belki de Tugay böyle olmasını istemişti.
Eftalya Atalar’ın üzerinde siyah askılı bir elbise vardı; siyah ayakkabısı, siyah çantası, siyah küpeleri, siyah saçları… Her şey fazlasıyla siyahtı, hatta o kadar siyahtı ki ışık Eftalya’ya vurmadığı zaman Tugay’ın onu görmesi zorlaşıyordu. Her şey öylesine siyahtı ki kendisini gizleyebileceğini sanıyordu ama Tugay oturduğu yerden o göğüs kafesindeki beyaz lekeleri görebiliyordu. Her şey öylesine siyahtı ki o beyaz lekesi bir elmas gibi kalbinin üzerinde parlıyordu.
Belki de şu an bu restoranda her şey o kadar siyahtı ki Tugay’ın Eftalya’nın beyaz lekelerini hayranlıkla izlemesinin nedeni, kendisini o karanlığın içinden çıkardığından ötürüydü.
Babasıyla derin bir sohbetin içindeydi, çoğu zaman kahkaha atıyor, bazı zamanlar babasının yanağından makas alıyor, çoğu anda da ciddiyetle babasını dinliyordu. Onları diğerlerinden ayıran en büyük şey, ikisinin de birbirlerine sevgiyle yaklaşıyor olmasıydı. Bir babanın evladını sevdiği Tugay açısından pek görülür bir şey değildi ama şimdi güzel bir tablo gibi o aileyi izliyordu.
Yeniden babasının olduğu yöne doğru döndü, yüzündeki kin ve nefreti gördü, başka kimse nasıl görmezdi? O kimseyi sevmezdi, o gurur duymayı bile bilmezdi ama işte orada kravatını düzeltiyordu, omuzlarını dikleştiriyordu çünkü birkaç dakika sonra ödül alması için onu çağıracaklardı.
Sahnedeki adam boğazını temizledi ve onlarca methiye düzdükten sonra Hâkim Ali’yi sahneye çağırdı. En uç köşedeki Tugay duruşunu dikleştirdi ve önündeki viski bardağını sertçe kafasına dikti. Her yudum kalbinin ateşi kadar sıcaktı fakat hızlı bir şekilde garsondan bir kadeh daha istemeyi ihmal etmedi.
Hâkim Ali sahneye alkışlar eşliğinde çıktı ve o an Tugay fark etti ki tek alkışlamayan kişi Adnan Atalar’dı. Kızı bile alkışlıyordu fakat Adnan Atalar, alkışlamak yerine gözlerini sadece Hâkim Ali’nin üzerine dikiyordu.
Büyük bir plaket ve mikrofon uzatıldı. Yeniden daha büyük bir alkış koptuğunda bir kez daha dönüp baktı ama Adnan Atalar yine alkışlamıyordu. Tugay’ın kaşları çatıldığında başını omzuna doğru yatırdı ve o an fark etti ki babasının alkışlamadığını fark eden Eftalya Atalar da artık alkışlamıyordu, hatta babasına sorgulayan bakışlarını gönderiyordu.
Ödülü alan Hâkim Ali yavaşça alkışlayanları selamladı ardından mikrofonu eline aldı. “Bundan seneler önce eşim Yeşim, bir katil tarafından canice katledildi.” Garson Tugay’a viskiyi getirdi ve Tugay viskiyi havada kaptığı gibi yine tek dikişte içti. “Seneler boyunca bu katilin ceza alması için çaba gösterdim ve işte burada, hem eşim hem çocuklarım hem de yok edilen bütün kadınlar adına bu ödülü alıyorum.” Sesi titriyordu, sesini titretiyordu, rol yapıyordu.
Tugay viski bardağını sertçe masaya vurduğunda yan masasındaki birkaç kişi dönüp ona baktı ama aldırış etmedi. İçinde biriken öfkesi kat kat artarken bütün vücudu titriyor, gözleri sanki odağını kaybediyordu. Kolay kolay öfkelenen birisi değildi ama şu an, onu yöneten tek şey öfkesiydi.
“Bu aldığım ödül, senelerdir verdiğim mücadelenin mükâfatıydı. Sevgili eşim Yeşim, seni daima hatırlayacağıma ve hakkını daima savunacağıma…” Restoranın içinden gür bir alkış sesi koptu. Tek bir kişiden geliyordu, o kişi Tugay Demir Çeviker’di. Öyle gür bir sesle alkışlıyordu ki Hâkim Ali’nin konuşması duraksadı ve alkışlandığı tarafa doğru baktı. Tam o anda oğluyla göz göze geldi. Restorandaki kimse ne olduğunu anlamamıştı ve bir kukla gibi alkışların devamını getirmişlerdi fakat Hâkim Ali ne olduğunun farkındaydı: Bütün her şeyi bilen oğlu, onun yanına gelmişti.
Alkışlar devam ederken Tugay ayağa kalktı ve aynı anda elleriyle de masaya vurmaya başladı. Bunu yaptığı an çevresindeki herkesin daha fazla dikkatini çekti. Hâkim Ali ise korumalarından bir tanesinin kulağına eğilip fısıldadı, ardından yine o bilindik maskesini takıp ellerini kaldırarak alkışlara teşekkür etti.
“Teşekkür ederim,” dedi Hâkim Ali fakat Tugay hem alkışlamaya hem de elleriyle masaya vurmaya devam ediyordu. Belki de bu hayattaki ilk direnişi o gün gerçekleşmişti, ilk çıra o gün yanmıştı.
Birkaç dakika sonra iki koruma Tugay’ın olduğu tarafa yürümeye başladı ve Hâkim Ali konuşmasına devam etti. Tugay hâlâ alkışlarken insanlar garip bir şeyler döndüğünü anlamaya başlamıştı ama sorgulamıyorlardı, zaten sorgulasalar o masalarda oturmazlardı, Tugay bunu çok iyi biliyordu.
İki koruma Tugay’ın yanına geldiğinde Tugay’ı kollarından tuttular. “Bizimle geliyorsun.”
Tugay gülümsedi, öyle bir gülümsemeydi ki içinde binlerce haykırış barındırıyordu. “Suçum nedir?”
“Bizimle geliyorsun.”
“Suçum nedir?” dedi bir kez daha ve yerinden hareket bile etmedi. “Sadece bu harika ödülü alkışlıyorum, söylesenize suçum ne?”
Korumalar birbirine baktı ve çevredeki kimseye belli etmemeye çalışarak Tugay’ı oradan uzaklaştırmaya çalıştılar. Tugay ise gülümsemeye ve olduğu yerde durmaya devam etti. “Şu an beni buradan sürükleyerek götürürseniz herkes bir şeyler döndüğünü anlar, ödülün üzerine gölge düşer ve patronunuz sizi mahveder değil mi?” diye sordu Tugay. Korumalar yine birbirine baktı. “Eğer size ayak uydurmamı istiyorsanız bir isteğimi yerine getireceksiniz.”
Sağ taraftaki koruma derin bir nefes verdi ve sonrasında, “Ne istiyorsun?” diye sordu.
“Garsonu çağır.”
“Ne?”
“Garsonu çağırın.”
Koruma anlamsız anlamsız Tugay’a baktı ve sonrasında tam yanından geçen garsonu çevirip durdurdu, Hâkim Ali ise hâlâ konuşmasına devam ederken arada sırada Tugay’ın olduğu tarafa doğru bakıyordu.
Garson şaşkınlıkla onlara bakarken Tugay garsonun kulağına doğru eğildi ve korumaların duymayacağı şekilde, “Şu masayı görüyor musun?” diyerek Adnan Atalar ile kızının oturduğu masayı gösterdi. “O masaya benden iki kadeh şarap gönder ve nedenini sorarlarsa alkışlamadıkları için teşekkür ettiğimi ilet.”
Garsonun gözleri kocaman açıldığında koruma, “Ne diyorsa onu yap,” diye mırıldandı ve Tugay’ı sırtından hafifçe itekledi. Tugay ise gülümseyerek kollarını korumalardan kurtardı ve üzerindeki takım elbisesini düzeltip korumanın yanında durarak onu yönlendirmesini bekledi.
Birkaç masa onlara dikkat kesilmişken Tugay abartılı bir selam verip korumaları takip etti ve kalabalıktan sıyrılıp uzun koridora girdiklerinde bu kez korumalar oldukça sert bir şekilde kollarına yapıştılar ve neredeyse sürükleyerek yürüttüler. Tugay ise sessizce onlar ne yapıyorsa ayak uydurdu çünkü başına bunun geleceğini biliyordu. Her şeye hazırlıklıydı, her şeye.
Babasını öldürmeye hazır olduğu gibi.
Koridorun sonundaki tuvaletin önüne geldiklerinde Tugay başını iki yana salladı. “Daha konforlu bir yeriniz yok muydu?”
Korumalar hiçbir cevap vermedi ve Tugay’ı tuvaletten içeriye ittikleri gibi kapıyı üzerine kapattılar ve kilitlediler.
Üç kabin vardı, üç ayna. Bembeyaz duvarlar, temizlik kokusu ve bir o kadar da kirli zihinler. Tugay içeriye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha. Sırtını beyaz duvara yasladığında kollarını önünde bağladı ve gözlerini kapıya doğru çevirdi.
İçinden saniyeler saydı, saniyeler dakikalara dönüştü. Her dakika, onun kalbinin daha hızlı atmasına neden oldu; bugün hayatının en mutlu günüydü.
Ve bugün hayatının en son günüydü, bunu çok iyi biliyordu.
Tam sekiz dakika otuz beş saniye sonra tuvaletin kapısının kilit sesi duyuldu, ardından içeriye beklediği o adam girdi.
Babası.
Arkasından kapıyı kapatırken gözlerini oğlundan ayırmadı, Tugay ise yaslandığı yerde kolları bağlı durmaya devam etti. Hâkim Ali, birkaç adım attı, Tugay’ın tam karşısına geçti ve derin bir nefes aldıktan sonra sert bir tokadı Tugay’ın yüzüne geçirdi, Tugay’ın yüzü sola doğru dönerken sessizliğini korumaya devam etti. Hâkim Ali, Tugay’ın çenesini tuttu, ardından bir tokat daha attı ve sonrasında bir tokat daha. Tugay’ın ağzının içi kan dolduğunda öksürmeye başladı ve yere kanı tükürdü. Çenesini kaldırarak yeniden babasına baktı. “Sadece üç tokat mı atacaksın?”
Hâkim Ali dişlerini sıktı ve başını iki yana sallayıp, “Ne yapmaya çalıştığının farkındayım,” diye mırıldandı sakince. “Ama senin istediğini eline vermeyeceğim.”
“İstediğim nedir?”
Hâkim Ali, alayla Tugay’ın gözlerinin içine baktı. “Senin o beyninden neler geçtiğini çok iyi bilirim ben çünkü neden biliyor musun?” Tugay’ın yüzüne doğru yaklaştı. “Benim oğlumsun, benim gibisin. Şimdi burada senin canını almamı istiyorsun değil mi? Alacağım ve sonra benim gerçek yüzümü ortaya çıkaracaksın. Kaç kez daha oynayacaksın bu oyunu?” Dişlerini sıktı ve sonra sertçe Tugay’ın boynuna parmaklarını sertçe geçirdi. “Senin burada nefesini kesmemi istiyorsun değil mi?” Tugay nefes almakta zorlanıyordu ama aynı şekilde bakmaya devam etti. “Şerefsiz herif, benden istediğini sana vermeyeceğim, duydun mu beni?”
Elini Tugay’ın boğazından çektiğinde Tugay yeniden öksürmeye başladı ve bir yandan da güldü. “Gerçekten,” dedi öksürmesinin arasından. “Senin oğlun olsaydım tam olarak planım böyle olurdu ama neyse ki senin oğlun değilim artık.”
“Bu da ne demek?”
“Soyadımı değiştireceğim, Çeviker soyadını taşıyacağım.”
Hâkim Ali alayla Tugay’a baktı. “Bunun sana bir kişi olma hakkı vereceğini mi sanıyorsun?” Geriye doğru çekildi ve aşağılayarak Tugay’a bakmaya devam etti. “Senelerdir beni bir gölge gibi takip etmekten başka ne yaptın? Hiçbir şey. Soyadımı sildiğinde artık benden bir parça taşımayacağını mı düşünüyorsun? Sen hiçbir şeysin. Sen Çeviker olduğunda da hiçbir şey olacaksın. Hatta sen ölüp gittiğinde bile hiçbir şey olarak anılmaya devam edeceksin soyadını sildiğin için. Belki seni bir kimsesizler mezarlığına gömecekler.” Eliyle Tugay’ı işaret etti. “Benim oğlum olma şerefinden vazgeçerek zaten varlığına son vermiş olmadın mı sen?”
Cümleler, kurşundan daha ağır olurdu; kan akmaz, zehir gibi öldürürdü.
Tugay’ın yüzündeki gülümseme yavaşça silindiğinde yaslandığı yerden doğruldu ve birleştirdiği kollarını aşağıya indirdi. Dudağından kenarından akan kanı elinin tersiyle sildi ve fakat çoktan bütün yüzüne kan bulaşmıştı. “Bana baktığında gerçekten hiçbir şey mi görüyorsun?”
Hâkim Ali düşünmeden yanıtladı. “Sana baktığımda ne görüyorum biliyor musun? Aptal, ağlak bir çocuk.” Büyük bir nefes verdi. “O günü atlatamadın ama,” fısıldayarak devam etti, “o günün tek suçlusu ben değildim. Annen üzerime geldi, tartıştık ve gözüm döndü. Bunları çok iyi biliyorsun. Sen küçük bir çocuk olduğun için hatırlamıyorsun ama eğer ben annene zarar vermeseydim o bana zarar verecekti, aptal herif.” İşaretparmağıyla Tugay’ın şakağına sertçe vurdu. “Eğer korkup masanın altına girmeseydin olanları daha net görecektin, sana defalarca anlatmaya çalıştım ama…”
Bir silahın kilidinin açılma sesi duyuldu, ardından Tugay sol elindeki silahı kaldırıp babasının alnına dayadı. “Seni öldüreceğim.”
Hâkim Ali’nin cümleleri yarım kaldı ve dudakları aralandı. Alnındaki soğuk namluyu ilk hissedişi değildi ama oğlu ilk kez onu öldüreceğini söylüyordu. Yutkundu ve oğlunun gözlerinin içine bakmaya devam etti. Orada nefreti, kini ve hatta öfkeyi görmeyi umdu. Ama derinlerde, çok derinlerde yatan merhamet Tugay Demir Çeviker’in gözlerinin içindeydi.
“Demek planın kendini öldürmek değildi,” dedi Hâkim Ali sakince. “Ben kıymetsiz hayatına önem vermediğin için kendini kullanırsın sanıyordum.”
“Kıymetsiz hayatım mı?” diye sordu Tugay.
“Evet. Kıymetsiz hayatın.” Hâkim Ali geriye çekilmek yerine alnına silahı daha fazla yaslaması için öne doğru ilerledi. Aralarında neredeyse iki karışlık bir mesafe vardı. “Çocukluğundan beri özel eğitimlerle büyütüldün, Tugay Demir çünkü diğer çocuklardan daha farklı çalışan bir beynin vardı. Senin için elimden geleni yaptım ama sosyal bir çocuk hiçbir zaman olamadın. Hiç arkadaşın olmadı, öğretmenlerin senden şikâyetçiydi, ismini bile söylemeye acizdin. Bir yakalıkla geziyordun, o yakalıktan adını öğreniyorlardı. Hatırlıyorsun değil mi?” Tugay’ın çenesi kasıldı. “Senin için elimden geleni yaptım çünkü Giray Pusat’tan daha farklıydın, daha geç öğreniyordun ama bir yandan da daha zekiydin. Çoğu gece evden kaçtığında bile seni ben bulup eve geri getirdim. Sana bir varlık verdim, isim verdim, ben olmasaydım hiçbir şeydin ama ben, okulda diğer çocuklar tarafından her dövüldüğünde seni koruyan o kişiydim. Eğer benim oğlum olmasaydın, kimse seni önemezdi.”
Tugay elindeki silahı daha sıkı tutarken, “Ben senin yüzünden o haldeydim,” diye fısıldadı ama sesi o kadar az çıktı ki kendi sesini bile zor işitti.
“Hayır, sen sadece aptal bir çocuktun, Tugay Demir ve ben seni kurtardım. Şimdi seni kurtaran adama silah doğrultuyorsun fakat biliyorum ki o tetiği çekemeyeceksin, neden biliyor musun?” Hâkim Ali gülümsedi. “Çünkü sen korkak bir çocuksun. Seneler önce annen öldükten sonra da bana bir bıçak çekmiştin ama hiçbir zaman o bıçağı saplayamadın, şimdi de bu tetiği çekemeyeceksin.” Hâkim Ali mutsuz bir şekilde dudaklarını büktü. “Benim oğlum olduğunu söylüyordum ya hayır, sen annenin oğlusun. O da böyle aptal bir kalbe sahipti ve bu hayatta aptallar hep kaybeder oğlum, sen de kaybedeceksin.”
Tugay’ın bir tarafı delicesine o tetiği çekmek istiyordu ama diğer tarafı ona öyle bir engel oluyordu ki bu duygunun adını bilmiyordu. Sevgi miydi? Olamazdı, babasını hiç sevmiyordu. Merhamet miydi? Babasına karşı merhameti yoktu. Hangi duygu onu böylesine engelliyordu bilmiyordu fakat elindeki silah titremeye başladığında Tugay’ın gözleri öfkeden mi, nefretten mi yoksa bambaşka duygulardan mı doldu, bilmiyordu. Ve o an anlamıştı, aslında babasını öldürmek istese çok yolu vardı, o yolların hiçbirini seçmeyip bugünü seçmesi bile daha öfkeli hissetmek istediği içindi.
“Sana tek bir şey soracağım,” dedi Tugay tekdüze bir sesle. “Bir gün bile olsa pişman oldun mu annemi öldürdüğün için?”
Hâkim Ali kısa bir an düşündü ve sonrasında, “Olmadım,” dedi net bir sesle. “Çünkü bu hayatta yaptıklarımızdan pişman olursak çizdiğimiz yollarda yürüyemeyiz oğlum, ayaklarımıza hep taşlar takılır, bu taşların adı zaaftır. Bir gün birisi olmayı başarırsan eğer, ki hiç sanmıyorum, pişman olmamaya çalış çünkü zaafları olan bir insan da aslında hiçbir şeydir.”
Elinin tersiyle silahı iteklediğinde Tugay karşı gelmedi ve silah sol elinde durmaya devam ederken Hâkim Ali geriye doğru bir adım attı. Tugay boşluğa baktı ve sonrasında yeniden babasına doğru döndü. “Seni belki kendi ellerimle hiçbir zaman öldüremeyeceğim,” dedi dürüstçe. “Ama bir gün ölümün benim yüzümden olacak çünkü benim en cesaretsiz tarafım belki de bir başkasının en cesur yanı olacak.”
Hâkim Ali aşağılayarak bakmaya devam etti. “Cesur olmadığını kabul etmen güzel ama senin beni öldürmeme nedeninin cesaretsizliğinle ilgisi yok.” Başını aşağı yukarı salladı. “Beni öldüremiyorsun çünkü sen bensiz bir hayatının olmayacağını biliyorsun. Söylesene, bana olan nefretinden başka neyin var? Seni hayatta tutan bile sadece benim. Küçükken bir keresinde sana demiştim ki, bu hayata neden geldin ve sen de bana demiştin ki, kazanmak için. Neyi kazanacaksın, Tugay Demir? Benim nefes almaya devam ediyor olmam bile sana yaşamak için bir neden veriyor, bir savaşın var. Ben de gidersem nedenin kalmayacak.” Hâkim Ali tavana doğru baktı ve bıkkın bir şekilde gözlerini devirdi. “Şimdi sana hiçbir şey derken ne kastettiğimi anlıyorsun değil mi? Bana teşekkür et, oğlum.”
Tugay, babasının gözlerinin içine bakarken söyleyebileceği hiçbir şeyi yoktu. Haklılığından değil, kendinin farkında olmayışındandı. Neden öldüremiyordu, bilmiyordu, neden yola devam edemiyordu, bilmiyordu, ne istiyordu bu hayattan, bilmiyordu.
Bomboştu, her şey ise bir yokluktan ibaretti.
Hâkim Ali gülümsedi ve sonrasında sakince gidip ellerini yıkadı, kıyafetini düzeltti ve kapıya doğru yürüyüp bir kez kapıya vurdu. Korumalar kapıyı açtığında bir tanesine baş hareketi yaptı ve son kez oğluna döndü, ardından elindeki silaha imayla bakış atıp, “Bu tuvalete kimse gelmez pek,” dedi derinden gelen bir sesle. “İstediğin kadar burada kalabilirsin.” Yeniden silaha baktı ve gözlerini kıstı. “Ömrün yettiği kadar.”
Başını çevirdi ve yürümeye başladı, onun ardından kapı Tugay’ın yüzüne kapandı. Gelecekte dönüşeceği adamdan habersiz, korkuyla ve bir o kadar da çekingen bir şekilde kapalı kapıya bakarken boğuk bir nefes verdi. Ardından bir nefes daha ve sonrasında hızlıca lavaboya doğru yürüdü, elindeki silahı mermere bırakıp suyu açtı. Art arda suyu yüzüne vururken derin nefesler vermeye devam ediyordu. En sonunda gür bir sesle bağırdığında başını kaldırıp aynadan kendisiyle göz göze geldi. Gördüğü o kişiden nefret etti, öyle bir nefretti ki o adamı öldürmek istedi ve sol elini kaldırıp sert bir yumruğu aynaya geçirdi. İlk önce ayna çatladı fakat Tugay durmadı, art arda yumruklarını geçirirken avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ayna parçalanırken Tugay’ın sol eli kanlar içinde kaldı ama durmadan devam etti.
Lavabonun içi kanla dolduğunda ve Tugay’ın titreyen vücudu artık dengede kalmadığında yere çöktü. “Neden?” dedi kendi kendine ve ellerini saçlarına geçirdi. “Neden?” dedi bir kez daha ve bu kez elleri yüzünü buldu. “Neden?” diye bağırdı ve sırtını duvara yaslayıp sertçe başını duvara vurmaya başladı. “Bunu neden yapıyorsun? Neden başaramıyorsun? Neden korkuyorsun? Neden aşamıyorsun? Neden korkaksın?” Dizlerinin dibindeki silaha ve silahın yanındaki cam kırıklarına baktı, cam kırıklarında kendi yüzünü gördüğünde başını iki yana salladı. Gözlerinde hâlâ o korku vardı, yüzü kan içindeydi, eli kan içindeydi, gömleği kan içindeydi ama o kan sadece kendisine aitti. Annesi can verirken de hiçbir şey yapamamıştı, şu anda da hiçbir şey yapamıyordu.
Yavaşça silaha doğru uzandığında kilidinin hâlâ açık olduğunu gördü, tek bir hamleyle tetiğe bassaydı babası ölecekti.
Ve şimdi tek bir hamleyle tetiğe basarsa kendisi ölürdü. Peki ya kendini öldürmek konusunda neden bu kadar cesurdu?
“Hiçbir şeysin,” dedi kırık aynaya bakarak. Annesini hatırladı, pencerede durur hep annesini beklerdi, camdaki yansımada gülen yüzü olurdu, daha cesur bir çocuktu ama şimdi aynadaki yansımada öylesine korkaktı ki hangisinin gerçek olduğunu bilmiyordu. “Hiçbir şeysin sen, öldüğünde kimsesizler mezarlığına gömecekler seni.” Gülmeye başladı ve sağ eline silahı aldı; sol eli kırılan aynadan dolayı parçalanmıştı. “Şimdi,” dedi silahı havaya kaldırarak. “Bir kurşunla şurada ölsen kardeşin bile ulaşamaz sana.”
Annesinin yüzü yeniden gözlerinin önüne geldi ve gülüşü soldu. “Özür dilerim anne,” dedi silahı yavaşça şakağına doğru götürürken. “Seni o gün, şimdi ve sonrasında kurtaramadığım için çok özür dilerim.”
Hiçbir şeydi, babası haklıydı; onu hayatta tutan bile intikam dürtüsüydü fakat onda bile başarılı olamıyordu.
“Özür dilerim anne,” dedi gözünden bir damla yaş akarken. “Seni hiçbir zaman kurtaramadığım için.”
Namlunun ucu artık soğuk değildi, Tugay gözlerini kapattı ve son kez nefesini verdi. Bir çocuktu, annesi gözlerinin önünde öldürülmüştü ve hiçbir şey yapamamıştı. O günü hafızasından silememişti; büyümüştü, hayatına bir intikam uğruna devam etmişti ama o intikamında bile başarılı olamamıştı. Yaşamak denilirse artık onun için yaşamak adına hiçbir şey kalmamıştı. Tugay o an öyle kötü bir haldeydi ki tetiği çekmesi, onun hayatı için bir çiçek bahçesi gibiydi.
Kapının açılma sesini işitti fakat gözlerini açmadı bile. Kulakları uğulduyordu, öylesine hiç kimse gibi hissediyordu ki onu zaten kimse fark etmez diye düşünüyordu. Hızlı adım seslerinin ardından bir el bileğine tutundu ve “Kendine gel evlat,” diyen o sesi işitti. Evlat. Tugay’a evlat denilmişti.
Yavaşça gözlerini açtığında karşısında Adnan Atalar’ı gördü. Gözlerinde endişeli bir ifade vardı, yere dizlerinin üzerine çökmüştü ve Tugay’ın silah tutan bileğini kavramış, onu engellemeye çalışıyordu.
Tugay sadece başını iki yana salladığında sol eliyle yüzünü silmeye çalıştı ama zaten parçalanan eli, daha fazla kana bulanmasına neden oldu. “Teşekkürümü almışsınız,” dedi Tugay ağız ucuyla. O an elinin acısını fark etti, o an beyaz duvarın önünde nasıl çöktüğünü fark etti, o an nasıl korkak durduğunu anladı. “Neden alkışlamadınız?”
Adnan Atalar’ın kaşları hafifçe çatıldı ve sonrasında sol elini öne doğru uzattı. “Silahı bana ver,” dedi. “Seni buradan çıkaralım yoksa fark edilirsin.”
“Neden alkışlamadınız?” dedi Tugay bir kez daha.
Adnan Atalar, silahı alamayacağını fark ettiğinde büyük bir nefes verdi ve sonrasında Tugay’ın karşısına oturmak yerine Tugay’ın yanına gitti. Duvar kenarına oturduğunda ceketinin iç cebinden bir sigara çıkardı ve Tugay’a doğru uzattı. Tugay bir anlık afalladı çünkü genelde bu tarz adamlar, böyle bir duruş sergilemezdi ama bu adam farklı davranıyordu. Tugay hiçbir karşılık vermediğinde Adnan Atalar sigarayı çıkardı ve Tugay’ın dudaklarının arasına yerleştirdi ardından Zippo çakmağıyla ucunu yaktı, ardından aynısını kendisi için gerçekleştirdi.
“Bu hayatta neyi alkışlamam gerektiğini öğrenecek kadar yaşadım, evlat ve o adam alkışlanmayı hak etmiyordu.” Sigarasından bir duman çekti. “Çünkü bir yalancı olduğunu biliyorum.”
Tugay’ın kaşları havalandı ve gülmeye başladı, ağzındaki kan tadı midesini bulandırıyordu. “Ama her şeye rağmen buradasınız.”
Adnan Atalar da güldü. “Çünkü karanlığın içinde ışık yakarsan ilk söndürmeye çalıştıkları yine sen olursun,” dedi Adnan Atalar. “Seneler önce henüz bu kadar kötülükle tanışmamışken ben ışık yakmaya çalıştım ve kızlarıma suikast düzenlediler. Bir kızımı neredeyse kaybediyordum, hatta şu an engelli.” Tugay sigarasından bir duman çektikten sonra sol eliyle zorlukla sigarayı aldı. “O gün anladım ki bu insanların karanlığında karanlık gibi davranacaksın, bu insanların siyahlığında siyah gibi davranacaksın, bu insanların kötülüğünde kötü biri gibi davranacaksın.”
Tugay yutkundu. “Ne zamana kadar?”
Adnan Atalar dönüp Tugay’a baktı. “Belki bir gün kazanana kadar.”
“Kazanmak,” dedi Tugay ve başını iki yana salladı. “O adamı öldürmek bu hayattaki en büyük hedeflerimden birisiydi ama başarılı olamadım, neden biliyor musun?” Adnan Atalar öylece baktı. “Biliyor musun, sana soruyorum çünkü ben bilmiyorum. Korkuyor muyum, cesaretim mi yok, bilmiyorum. Benim bildiğim tek bir şey var,” acıyla nefesini verdi, “hiç kimse olmak, karanlık olmaktan da siyah olmaktan da kötü olmaktan da daha beter.”
“Sen hiç kimse olan birinin bütün kalabalıkların ortasında ses çıkarabileceğini mi sanıyorsun?” Adnan Atalar başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Senin az önce yaptığın hareketi bu restorandaki tek bir insan bile yapamazdı, buna ben de dahilim, evlat. Sen o kadar çok karanlığı, siyahı ve kötülüğü görmüşsün ki asıl olanı unutmuşsun. Neden aydınlık olmayasın?” Sigarasından bir duman daha çekti. “Neden beyaz olmayasın, neden…” duraksadı, “iyi bir insan olmak zor bu hayatta ama neden tam zıttı olmayasın? Sana bir sır vereyim mi?” Göz kırptı ve gülümsedi. “Annemi gözlerimin önünde ondan geriye sayarak öldürdüler ben küçükken.” Tugay’ın duruşu değişti ve gözleri açıldı. “O gün onu kurtaramadığım için kendimden nefret ettim fakat sonra ne oldu biliyor musun? Onu güce çevirdim, kum saatlerini artık daha çok sevdim. Acı çekiyorsan güce dönüştür, korkuyorsan cesaretli tarafını ortaya çıkar, hiç kimse olduğunu düşünüyorsan kim olmak istediğine karar ver ama her şeyden önce,” Tugay’ın elindeki silahı çekip aldı ve kilidini sertçe kapattı, “yaşamak ne demek onu öğren. Bir tuvalet kenarında kafasına sıkıp kendini öldüren bir adam acizliğinde olmak istiyor musun? Buna karar ver.”
Az önce hayatına son verecekti fakat şimdi o hayatı kurtuluyordu. Hem de Adnan Atalar tarafından. Tugay çok uzun bir süre Adnan Atalar’ın yüzüne baktı fakat o, sanki defalarca şakağına silahı dayamış gibi silahı izliyordu. “Neden buradasın?”
Adnan Atalar gülümsedi. “Çünkü şarap için teşekkür etmek istedik. Kızım da teşekkür ediyor, beni o gönderdi.”
Tugay yutkundu ve önüne döndü. O an ne yaptığının farkına vardı, kendini öldürecekti. “Ben de teşekkür ederim.”
“Ne için?”
“Hayatımı kurtardığınız için.”
Adnan Atalar başını aşağı yukarı salladı ve sigarasından son dumanını çekip izmariti söndürdü. Duvardan destek alarak kalkıp sol elini Tugay’a doğru uzattı. “Seni buradan çıkarayım, ön kapıdan gidemezsin, kızım da dışarıda bekliyor.” Tugay onaylayarak başını salladı ve Adnan Atalar’ın uzattığı elini tuttu. “Ve genç adam,” silahı Tugay’a uzattı, “şunu hemen gizlersen çok sevinirim, kızım silahlardan korkuyor.”
Tugay hızlı bir şekilde silahı alıp beline sıkıştırdı ve lavaboya doğru yöneldi. Aynaya bakmak için eğildiğinde kapıya birisi vurdu ve sonrasında Sinan Yaman başını eğip içeriye baktı. “Birileri geliyor, çıksak iyi olur.” Göz ucuyla Tugay’a baktı, gördüğü görüntüyle gözleri kocaman açıldı. “Hem de hemen.”
Adnan Atalar, Tugay’ı sırtından hafifçe itekledi ve kapıya doğru yönlendirdi. İkisi beraber kapıdan çıktıklarında Sinan, hızlı bir şekilde onları diğer koridora doğru yürüttü, başka adım sesleri ise tuvalete doğru yaklaşmıştı. Kan lekelerini, cam kırıklarını göreceklerdi ve belki de Hâkim Ali’nin kulağına gidecekti. Ne düşünürdü?
Uzun bir koridordan yürüdüler ve sola döndüklerinde mutfak gibi bir yere çıktılar. Sinan önde, ikisi arkada yürürlerken Tugay kendine gelmenin verdiği etkiyle kanın kokusunu hissedebiliyordu. Her yeri kan içindeydi. “Berbat haldeyim,” diye mırıldandı. “Birisi görürse…”
“Görmeyecek,” dedi Adnan Atalar. “Sen bizi takip et.”
“Bana neden yardım ediyorsunuz?”
Adnan Atalar, bakışlarını Tugay’a çevirdi ve sonrasında tek bir cümle kurdu. “Çünkü başkaldırdığın o adam, çocuklarıma suikastı düzenleyen adamla aynı kişi.”
Tugay’ın dudakları aralandığında şaşkınlıkla Adnan Atalar’a baktı ama Adnan Atalar sakince yürümeye devam ediyordu. Mutfaktan sağa döndüklerinde bir yangın merdiveniyle karşılaştılar, bir kat aşağıya doğru indiklerinde ağır bir demir kapı karşılarına çıktı. “Nasıl bu kadar sakin kalabiliyorsun?”
“Çünkü,” dedi Adnan Atalar ağır demir kapıyı açarken. “Herkes bir gün yaptığının bedelini ödeyecek, biliyorum; o gün için yaşıyorum ve yaşatıyorum evlat. O gün geldiğinde eğer yaşıyor olursam beni bul.”
Demir kapı dışarıya açıldığında ara sokağa çıktıklarını fark etti. Önlerinde siyah Jeep duruyordu, arka cam ardına kadar açıktı ve Eftalya Atalar orada oturuyordu. “Baba,” dedi heyecanla ve sonra Tugay’ın yüzünü gördüğü an eli yavaşça ağzına doğru gitti. Kanlar içindeki adamın vurulmuş olabileceğini bile düşündü. Bir anlık bocalamanın ardından devam etti. “Çabuk olun.”
Sinan hızlı bir şekilde sürücü koltuğuna geçerken Adnan Atalar, Tugay’ı yolcu koltuğuna doğru itekledi ve arka koltuğa da kendisi geçti. Tugay sadece birkaç saniye düşündü ve sonrasında arabaya bindiğinde kapıyı sertçe kapattı, Sinan ise arabayı çalıştırdı.
Bulundukları yerden uzaklaşırlarken Sinan gaza var gücüyle basıyordu. Ara sokaktan caddeye döndüklerinde Tugay büyük bir nefes verdi ve sonrasında sol elini havaya kaldırdı, öyle bir titriyordu ki sanki parmakları kopmuş gibiydi. Yavaşça yumruk yapmaya çalıştığında üzerindeki cam parçaları battı ve dişlerinin arasından hırıltılı bir nefes verdi.
Arabanın içinde ölüm sessizliği vardı, Tugay’ın sık nefesleri ise arabanın içini dolduruyordu. Sinan göz ucuyla Tugay’a bakarken Tugay’ın bakışları hâlâ elinin üzerindeydi.
Tam o esnada arkada hareketlenme oldu ve Eftalya Atalar, Tugay’a doğru bir mendil uzattı. “Elinize sarmak ister misiniz?” Tugay dikiz aynasından dönüp arkaya baktığında Eftalya’nın onun eline baktığını gördü. “Bence bir doktora gitmeliyiz, eliniz epey kötü görünüyor.”
Tugay önüne uzatılan mendile birkaç saniye baktı ve sonrasında sol eline alıp, “Sağa çeker misin, ineceğim,” dedi boğuk bir sesle.
“Ne?”
“Sağa çek,” dedi Tugay sanki son nefesini veriyormuş gibi.
Yine sessizlik oldu ve sonrasında Adnan Atalar, “Sağa çek Sinan,” dedi. Birkaç dakika sonra Sinan en müsait yerde sağa çektiğinde Tugay âdeta kurtulmak istiyormuş gibi kapıyı açtı ve kapatıp kendisini kaldırıma attı. Sırtı arabaya dönükken önündeki dükkandaki camın yansımasından aracı izliyordu. Birkaç derin nefes aldı ve sonrasında omzunun üzerinden arabaya doğru baktı.
Eftalya Atalar pencereden Tugay’ı izlerken Adnan Atalar, pencerenin yanına yaklaşıp, “Eline baktırmayı unutma,” diye seslendi. “Yeniden görüşmek üzere.”
“Ama baba,” dedi Eftalya fakat Adnan Atalar, Tugay’ın daha rahat hissetmesi için Eftalya’nın camını kapattı. Tugay kendi yüzüyle ve Eftalya’nın ona bakan bakışlarıyla karşılaştı; o bakışlarda geceden sonra gelen gündüz, yağmurdan sonra ortaya çıkan güneş, siyahlığın içindeki o beyazlık vardı.
Tıpkı bütün siyahlığına rağmen kalbinin üzerini süsleyen beyaz leke gibi.
Beyaz leke.
“Ben,” dedi Tugay kendi kendine, araba onun yanından uzaklaşırken. “Aynadaki değil, camdaki yansımada olan o adamım.” Adnan Atalar’ın cümleleri zihninde çınladı, Tugay’ın bakışları elindeki mendile doğru döndü.
Bugün ölecekti.
Ve bugün, hayat ona bir şans daha vermişti; o şans Adnan Atalar tarafından bahşedilmişti, o beyazlık Eftalya Atalar’ın ona hediyesiydi.
“Beyaz Leke,” diye mırıldandı. Az önce son nefesini verecekken şimdi artık yaşamak için bir nedeni var gibiydi. Mendilin üzerinde kanlı başparmağını gezdirdi ve sadece iki harf çizdi.
BL.
Ardından sesli bir şekilde düşündü: “Siyahlığın içindeki o beyaz leke, beni sen kurtaracaksın.”
2 Ağustos 2017, Tugay’ın yeniden doğduğu ve BL’nin ilk tohumlarını attığı tarihti. Tugay Demir Çeviker bir daha asla aynı adam olmayacaktı.
Eftalya Atalar
Bütün acılar, bütün korkular, hatta bütün savaşlar tek bir kalp atışında hissedilebilir miydi? Ben hissediyordum. Hem de sadece şu an için geçerli değildi. Bütün yaşlarımın acısı, bütün yaşadıklarım, ailem, babam, annem, kaybettiğim avukatlığım, boyun eğdiğim bütün anlar fakat en çok Meryem’in acısı. Şimdi hepsi kalbimin üzerinde öyle bir atıyordu ki sanki göğüs kafesim kırılacaktı, sanki kalbim kanlar içinde ellerime düşecekti, sanki ben şu an boğazıma dayalı jilet yüzünden değil, acı yüzünden ölecektim.
Tek duyabildiğim avazım çıktığı kadar yüksek bir çığlık attığımdı ve sonrasında geriye öyle bir döndüm ki jiletin boğazımı ne kadar kestiği, kesip kesmediği hatta o an ölüp ölmeyeceğim bile umurumda değildi.
Yumruğumu sert bir şekilde Ufuk’un yüzüne geçirdiğimde bir an bile durmadım ve bütün gücümle boynuna atıldım; elindeki jilet havaya kalktığında birisi o jileti elinden aldı ama Krallık’ın adamları hemen arkasından bana doğru ilerliyordu. İnsanın gözünün döndüğü ve bütün dünyayı bile yakabileceğini hissettiği bir an olurdu; o anın içindeydim. Ufuk’un boğazına sarıldığımda dengesini sağlayamadı, yere düştüğü gibi ellerim boynunda, onun üzerindeydim. Bütün gücümle, bütün hırsımla ve bütün acımla boynunu öyle bir sıkıyordum ki yüzüne damlayan kanların benim boynumdan geldiğini bile anlamam çok uzun sürdü. “Seni öldüreceğim!” diye haykırdım, o an istediğinin saldırı olduğunun bilincinde bile değildim ama tam da istediği buydu. “Senin nefesini keseceğim!”
Ufuk’un gözleri gözlerimde gezinirken acının verdiği güç öyle bir nefesini kesiyordu ki normal şartlarda belki bunu başaramazdım ama o an, onu öldürmekten başka hiçbir istemiyordum. Gülümsüyor muydu? Hayır, nefes almaya çalışıyordu.
Arkamdaki itişmeleri duyabiliyordum, silahlar patlıyordu ama o silahlar bana dokunsa bile ben onları hissedemezdim, bunu çok iyi biliyordum. Ufuk altımda çırpınırken kollarımda ve bacaklarımda elleri, belki de silahları hissedebiliyordum; onlar silah mıydı?
Ufuk dudaklarının arasından, “Beni,” dedi ama konuşmasına bile izin vermeden parmaklarımı daha fazla bastırdım. Tam o anda, belki de son nefesini verecekken ya da vermek üzereyken Ufuk’un sağ elinin son kuvvetiyle havalandığını gördüm sonrası ise hiç ummayacağım kadar şiddetli bir acıydı. Haykırışım acıyla beraber karıştığında parmaklarıma daha fazla güç gelmesi için savaşıyordum ama artık parmaklarımı bile hissedemiyordum. Gücüm mü azalıyordu?
Ufuk’un yavaş yavaş kıvranışlarının durduğunu fark ettiğimde yüzüne daha fazla renk geldi, dudaklarında hafif bir tebessüm oluştu ve gözleri aşağıya doğru indi. O an, sadece bir anlık baktığı yere döndüğümde minik bir çakının karnıma saplandığını gördüm. Kanlar yayılırken ellerimdeki hissin neden gittiğini anlamıştım.
Bir çift kol beni kaldırdığında ve Ufuk öksürmeye başladığında acının haykırışı hâlâ dudaklarımdaydı. “Meryem!” diye bağırdığımda elim karnıma doğru gitti ve avuçlarıma kan doldu. Ufuk beni bıçaklamıştı ama dudaklarımdan tek bir isim dökülüyordu. “Meryem!” Birisi beni sürükleyerek uzaklaştırmaya başladığında ve hemen sol tarafımdan bir silah havalanıp karşı tarafı isabet aldığında bu kişinin Tugay olduğunu çok iyi biliyordum ama hayır, beni uzaklaştırmamalıydı. “Hayır!” diye haykırdım son kuvvetimle fakat nefesim kesiliyordu. Karnımdaki acı, kalbimde hissettiğim acının üzerine tırmanmaya başladı.
“Avukat,” dedi Tugay’ın korku dolu sesi. Öyle bir sesi vardı ki o an öleceğimi bile hissettim ama o his, kalbimdeki acıyı söndüremiyordu. Hiçbir kuvvet benim kalbimdeki acıyı söndüremezdi, fiziksel acı dışında. Beni sürükleyerek oradan uzaklaştırdığında Ufuk’un yattığı yerden doğrulduğunu ve arkasındaki adamlardan birinden silah alıp bize yönlendirdiğini gördüm. Sonrasında ise büyük bir savaşın başladığına şahit oldum.
Her iki taraf da birbirine silah sıkarken halktan insanlar çevremizdeydi, karşımızda ise Krallık vardı. Tugay beni âdeta sürükleyerek duvarın kenarına doğru çektiğinde neden sürüklediğini anlamıştım çünkü bacaklarımdaki his kayboluyordu. Beni bir duvarın kenarına götürdü ve arkasına sakladığında ellerim duvara tutundu, gözlerimden yaşlar akıyordu ama bu yaşların neden aktığından bile tam olarak emin değildim.
Gözlerim yeniden karnıma doğru kaydığında kan çok hızlı akıyordu ve çakı bulunduğu yerden çıkmamıştı. “Tugay,” dedi Marco. “Onu götürmen gerekiyor.”
“Çıkamam!” diye haykırdı Tugay. “Yol kapalı, nasıl gideceğim?”
Marco, elindeki silahla bizim önümüze geçtiğinde Giray’ın da hemen onun yanında durduğunu fark ettim. Gamze, Sinan, Javier ve diğerleri… Hepsi orada bir savaşın içindeydi ama ben artık savaşacak bir durumda değildim. Öyle ki yaslandığım duvarın köşesinde dizlerim tutmadığında yere doğru çöktüm. Tam o anda karşımıza Krallık’ın bir adamı geldi ama Marco onu öldürdüğünde Tugay bir şeyler söylüyordu, kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.
Yere çöktü, elleri yüzümü buldu ve bana bir şeyler söylemeye başladı ama onu duyabilmem imkânsızdı çünkü o kadar çok silah sesi vardı ki kulaklarımın uğuldamalarının arasında onu duymak yeterince zorlaşıyordu. Tugay üzerindeki kazağı hızlı bir şekilde çekip çıkardı ve yaralandığım yere bastırdığında tek bir cümle kurdu, dudaklarını okudum. “Sana yalvarıyorum ölme.”
Bana ölmemem için yalvarıyordu ama ben öleceğimi hissetmiyordum bile. Hayır, ölmeyecektim, bir bıçak beni öldüremezdi. Ona hayır demek istedim ama dudaklarımı açtığım anda acıyla inledim. Tugay bir şeyler daha söyledi ama artık gözlerim bulanıklaşmaya başlamıştı. Neler söylüyordu? Ölmeyeceğim demek istiyordum, savaşması gerektiğini söylemek istiyordum, hatta onun ölmemesi gerektiğini söylemem gerekiyordu ama kelimeleri toparlayamıyordum.
Sanki karnımın içinde şiddetli bir kasırga vardı, öyle çok canım yanıyordu ki bu nefesimi kesiyordu.
“Yalvarıyorum,” dedi titreyen sesiyle, kanlı elleri yüzümün her zerresini okşadı ve sonrasında alnımdan öptü. “Sana yalvarıyorum ölme, bugün değil, beni duyuyor musun?” Arkasına dönüp bir şeyler daha söylediğinde başım sağa doğru düşüyordu ve başımı sabit bir şekilde tutmaya çalışıyordu.
“Tugay,” diye zorlukla mırıldandım ve elimi kaldırıp yüzünü tutmak istedim ama az önce Ufuk’u öldürebilecek kuvvetteki ellerim kalkmıyordu bile.
Uğultular arasında Giray’ın, “Daha fazla koruyamıyorum,” dediğini duydum. “Bize katılman gerekiyor.”
Taşlar ve sopalar havadaydı, kurşunlar her yerdeydi, bir yandan bombalar patlıyordu ve yangın çıkmıştı. Sanki büyük bir savaş değildi de o savaşın bir başlangıcı gibiydi, ben ise o savaşın başlangıcında ölecek miydim?
Başım yana doğru düştüğünde ve Tugay beni bırakıp arkasına kurşunlar sıkmaya başladığında elim de yana doğru düşmüştü, yan bir şekilde sanki son kezmiş gibi bulunduğumuz yere baktım. İnsanlar birbirini öldürüyordu, her yerde ölü insanlar vardı ve önümde etten bir duvar örülmüştü. Ben olmasam belki de o savaşı kazanabilirlerdi.
“Tugay,” dedim zorlukla ve öksürmeye başladığımda ağzımda kekremsi bir tat vardı. Bütün o seslerin arasında benim fısıldayışımı duydu, gözleri bana döndü ve yeniden yere çöktüğünde bir kez daha acıyla inledim ve elimi kaldırmaya çalışarak, “Git,” diye fısıldadım. “Git ve savaş.”
“Hayır,” dedi ve beni kendine doğru çektiğinde art arda başını iki yana salladı. “Hayır, hayır, hayır,” diye kendi kendine tekrar ederken bir yandan da bizi kurşunlardan korumaya çalışıyordu. “Ölemezsin, ölmeyeceksin.”
“Tugay!” Sinan’ın haykırışıyla beraber bir Krallık adamını tam Tugay’ı öldürecekken vurduğunu gördüm. “Onu götür buradan!”
“Hayır,” dedim son kez öksürürken ama artık gözlerim karanlığa kucağını açıyor gibiydi. “Hayır, kaçma.” Ufuk bilerek yapmıştı, onun zaafı olduğumu biliyordu ve beni ekarte etmek istemişti. Seneler önce babamın bana kurduğu o cümleler zihnimde dönmeye başlamıştı. Ne yaşarsan yaşa, acılarının seni yönetmesine izin verme, demişti. Beni bir kez daha acılarım yönetmişti. “Hayır,” dediğimde Tugay’ın tam gözlerinin içine baktım, tam o anda gözünden bir damla yaş aktığını gördüm. “Yalvarıyorum savaş.”
Fakat Tugay kendini öyle kaybetmişti ki tekrar tekrar hayır demekten başka hiçbir şey söylemiyordu.
“Nida’nın saklandığı yere götür!” diye haykırdı Gamze. “Oraya geçemezler!”
Nida neredeydi? “Hayır,” diye fısıldadığımda Tugay’ın kararı o an belliydi. Beni kucağına çektiğinde ve ayaklandığında Sinan hemen önüne geçti ve arkasını dönüp onu korumaya başladı. Tugay omzundan vurulmasına rağmen beni zorlukla taşırken bakışlarını benden ayırmıyordu. Gittiğimiz yer tam olarak neresiydi bilmiyordum ama her adımının sarsak olduğunun farkındaydım, belki de ben titriyordum bilmiyordum.
“Aç gözünü,” dedi, gözlerim kapalı mıydı? Yeniden gözlerimi açmaya çalıştığımda savrulduğumu hissediyordum. “Hayır, sakın kapatma gözlerini.” Adımları daha çok hızlandı ama sarsak adımları omzundaki acıdan mıydı yoksa benim yüzümden miydi, emin olamıyordum. “Bak buradayım,” dedi Tugay, silah sesleri biraz daha mı uzaklaşıyordu yoksa benim artık kulaklarım mı duymuyordu? “Hayır!” diye yeniden bağırdı Tugay. “Aç şu gözlerini!”
Karanlık gözkapaklarımda dört tane yüz vardı: Babam, Meryem, Sinan ve Tugay. Üçü de sanki bana bir idam sehpasının üzerinde bakıyorlardı ve onlar ölecekti, ben yaşayacaktım ama sonrasında idam sehpasında olanın ben olduğumu fark ettiğimde boğuk bir nefes verdim ve yeniden gözlerimi açtığımda Tugay’ın bana yalvarışlarını işittim.
Silah sesleri uzaklaşmıştı, onu artık daha net duyuyordum fakat hayır, ölmeyecektim; ölümüm babam kadar onurlu olmalıydı, bir hain tarafından öldürülemezdim.
“Tugay Demir Çeviker,” diye bir ses işittim, bir başkasına aitti. Bir Krallık adamına ait olduğu belliydi çünkü ismin ardından bir kurşun sesi duyuldu. Tugay hızlı bir şekilde arkasını döndü ve silahını kaldırıp adamı alnından vurup onu öldürdüğünde son gördüğüm görüntünün bu olduğunu düşünüyordum fakat bambaşka bir ses o ölümün, keşmekeşin, savaşın ortasına düştü.
“Baba.” Nida’nın sesi.
Sadece birkaç saniye. Birkaç saniye bakışlarımı çevirip diğer tarafa baktığımda Nida’yı gördüm, Nida’nın ayaklarının ucunda ise ölmüş olan adam vardı. Tugay, o adamı öldürmüştü; Nida ise bunu gözleriyle görmüştü.
Nida Çeviker için masallar bitmişti, artık abisinin gerçek yüzünü biliyordu; benim için ise karanlık hemen oradaydı.
“Nida,” dedi Tugay, sesindeki acı katbekat arttı; ben ise kendimi karanlığın kollarına teslim ettim.
İki gün sonra…
“Baba.” Hemen karşımda babam oturuyordu. Saçları en son gördüğümden daha fazla beyazlaşmıştı, gözleri ise çok daha yorgun bakıyordu. Üzerinde idam edilirken giydiği mahkûm üniforması vardı. Oturduğu tabure tahtadandı, o tabure ayaklarının altından kayıp giden tabureydi. Ona seslenmiştim ama bana bir cevap vermemişti. Nasıl göründüğümü bilmiyordum ama o kadar dikkatli bir şekilde beni izliyordu ki kendimi kötü hissetmiştim. “Neden öyle bakıyorsun?”
Babam yutkundu. Her yer simsiyahtı, nerede olduğumu bile bilmiyordum, ışık sadece onun oturduğu yerdeydi. Boynunda urganın bıraktığı kızarıklık duruyordu.
“Neden savaşmıyorsun, Eftal?” Babamın sorusu içinde binlerce kırgınlık barındırıyor gibiydi. Belki de bana kızgındı, bilmiyordum.
“Savaşıyorum baba.”
“Savaşmıyorsun Eftal, sen sadece yola devam ediyorsun. Yola devam etmekle savaşmak arasında çok ince bir çizgi vardır, o ince çizgi güçlü kalmaya devam etmektir. Sen gücünü kaybetmiş gibi bana bakıyorsun.”
Boğazım düğümlendiğinde ona ne diyeceğimi bilmiyordum. Haklı mıydı, haksız mıydı, bu sorunun cevabından emin değildim. Gücü şu an hissedemiyordum çünkü ona bakarken özlem, nefesimi kesecek kadar fazlaydı.
“Yoruldum,” döküldü dudaklarımdan. “O kadar yoruldum ki her şeyi bırakıp gitmek istiyorum.” Gözlerimden yaşlar aktığını fark ettim fakat his yoktu. “Beni yanına alamaz mısın?”
Babamın yüzünde acının tebessümü oluştu, oturduğu yerden hafifçe öne eğildiğinde gözlerinin eskisi kadar hayat dolu bakmadığını fark ettim. İki kelime söyledi, tek bir cümle. Ama beni yok edebilecek kadar kuvvetliydi. “Ben öldüm.”
Bunu zaten biliyordum, aslında en başından farkındaydım ama ben ölüp ölmediğimi bilmiyordum. “Biliyorum,” dediğimde ona uzanmak istedim ama ellerimi kaldıramıyordum. “Ve ben de öleceğim, bunu biliyorum.”
“Henüz değil.” Babamın da gözleri doldu, ölülerin gözleri dolar mıydı? Dolardı, babam karşımda dolu gözlerle bana bakıyordu. “Henüz değil, Eftal,” dedi bir kez daha. “Çünkü sen benim kızımsın, ilerlemen gereken yollar var. Alman gereken intikamlar var, sevmen gereken bir adam var.” Nefesini verdi fakat geri alırken kalbi acıyormuş gibi eli kalbine doğru gitti. “Yaşaman gereken bir hayat var.” Her cümle diken gibi batıyordu ama uzanıp da sarılamıyordum. “Benim kazanamadığım o savaşı kazanman gerekir çünkü biz…” Karanlığın içinde Meryem’i gördüm. Ayaklarının üzerinde, hemen babamın arkasında bana bakıyordu. “Senin için öldük.”
Başımı iki yana sallamaya başladığımda ona uzanmak için çırpındım ama Meryem’in her adım atışında ve babama yaklaşmasında sanki daha çok geriye gittim.
“Başka bir hayat istiyorum,” diye acıyla mırıldandım. “Daha güzel bir hayat istiyorum. Savaşmak istemiyorum, direnmek istemiyorum.” Artık vücudumda acı hissetmeye başlamıştım. “Baba, beni neden böyle bir dünyaya getirdin?” Babam artık cevap vermiyordu, Meryem sadece bana bakıyordu. “Baba beni neden daha mutlu bir hayatın içinde yaşatmadın?” Hayır, onu suçlayamazdım ama dudaklarımdan çıkan her kelime benim canımı yakıyorken onun nasıl yakmazdı? “Aşkı doyasıya yaşamak istiyorum, gülümsemek istiyorum, hayallerimi gerçekleştirmek istiyorum, yeniden avukat olmak istiyorum.” Ağlıyordum, sesim kulağıma geliyordu ama hislerim sanki yoktu. “Ben yeniden Eftalya Atalar olmak istiyorum ama güzel bir hayatın içinde doğmak istiyorum. Ben bir aile istiyorum. Ben annemden daha iyi bir anne olmak istiyorum.” Gözlerimi aşağıya doğru indirdim ve o sırada ellerimdeki kanı gördüm. “Ben bu hayatta sadece nefes almak istiyorum, bu artık imkânsız mı?”
Babam, “Özür dilerim,” dediğinde o da ağlıyordu. “Hayatın için ve özür dilerim benim kızım olduğun için.”
Başka bir ses geriden geliyordu. “Özür dilerim,” diye fısıldıyordu, bu Tugay’ın sesiydi. “Her şey için çok özür dilerim.”
O neredeydi?
“Baba,” dedim bir kez daha çünkü onun gitgide yok olduğunu görebiliyordum. “Bana nefes almam için tek bir şey söyle sana yalvarıyorum çünkü artık dayanamıyorum.”
Babam, karanlığın içinde yok olmadan önce, “Aşk,” dedi acılı bir sesle. “Ya aşkın için yaşa ya da o aşk uğruna öl ama sakın vazgeçme çünkü sen vazgeçersen hayat sadece senin için son bulmaz, o adam için de son bulur.”
Gitgide silikleşti ve kocaman bir karanlık tam karşımdaydı. Kalkıp koşamadım, onu yeniden kazanmak için bir savaş veremedim ama kalbimin acısını artık hissedebiliyordum. Ellerimi artık hissedebiliyordum.
“Ya aşkım için yaşayacağım,” dedim solgun bir sesle. “Ya da o aşk uğruna öleceğim ama savaşmaktan hiç vazgeçmeyeceğim, söz veriyorum.”
Yanaklarımdan yaşların döküldüğünü hissetmeye başladığımda ve bir ağırlık tam karnıma çöktüğünde gözlerim yavaşça açıldı. Bulanık bakışlarımın arasında aynalarla karşılaştım, kendimi gördüm; Tugay’la yatağımızdaydım. Yanağımdan yaşlar süzülüyordu ve hemen yanımda Tugay vardı, sol elimi sıkıca tutuyordu, başı elime yaslıydı. Tıpkı babam gibi, “Özür dilerim,” diyordu durmadan. “Her şey için özür dilerim.”
Başımı yavaşça ona doğru çevirdiğimde odanın içi karanlıktı, kaç saat geçmişti bilmiyordum ama üzerimdeki beyaz çarşafa rağmen karnımdaki sızıyı hissedebiliyordum. Zihnim yavaş yavaş kendine gelirken bıçaklandığımı hatırladım, Tugay’ın o savaş meydanında bile beni taşımaya çalıştığını ve sonrasında Nida’nın gözleri önünde birini öldürdüğünü. Bütün bunlar onun için de o kadar ağırdı ki sanki bir filmin sonuna yaklaşıyor gibi hissetmiştim. Artık kaçış yoktu, köşeye sıkışmıştık; ölüm ise aldığım nefesimden bile daha yakınımdaydı.
“Tugay,” dedim kurumuş dudaklarımı ıslatarak.
Tugay duraksadı ve başını yaslandığı yerden kaldırıp baktığında gözlerinin kıpkırmızı olduğunu pencereden vuran ayışığıyla gördüm. Sanki ölmüştü, hayatı son bulmuştu ve bana baktığı an hayata yeniden dönmüştü. O kadar uzun süre yüzüme baktı ki bir anlık beni duymadı mı diye düşündüm ama dudakları aralandığında nefesini verdi ve elimden öyle bir öptü ki sanki beni yeniden hayata döndüren onun öpücüğüydü. Doğruldu ve alnımdan öptü, ardından saçlarımdan ve sağ eli yüzüme doğru gittiğinde yüzüme bir damla yaş düştü. “Teşekkür ederim,” dediğinde kime teşekkür ettiğini bilmiyor gibiydi. Başını eğdi ve alnını göğüs kafesime yasladı. Titreyen bir sesle, “Teşekkür ederim,” dedi bir kez daha. “Gözlerini açıp bana yeniden baktığın için.”
Uyuşan sol elimi zorlukla kaldırdığımda ve saçlarına daldırdığımda yavaşça okşadım, dudaklarımı saçlarının tepesine dokundurdum. “Buradayım,” diye fısıldadım.
“Yalvarıyorum sana,” dedi yaslandığı yerden. “Beni bırakma.” Başını kaldırdı ve gözlerimin içine baktığında nefes almakta zorlanıyor gibiydi. “Beni bu savaşlar öldürmez, beni bu sözler öldürmez, beni insanlar öldürmez, beni sen öldürebilirsin sadece. Yalvarıyorum sana, beni hiç bırakma.” Bana resmen bir çocuk gibi yalvarıyordu.
“Hey,” dedim işaretparmağımı dudağına götürüp onu susturarak. “Buradayım, hiçbir yere gitmeyeceğim.”
“Anlamıyorsun,” dedi direnir gibi. “Senden başka zayıflığım yok benim, senden başka gücüm yok, senden başka hiçbir şeyim yok. Sen varsan varım, sen yoksan ben bir hiçim. Hiç kimseyim. Hiçbir şeyim.” Son kelimeleri söylerken dişlerini sıkıyordu. “Korkak bir adama dönüşüyorum, kimseye direnemiyorum sanki. Beni yeniden o adama dönüştürme, ne olursun.” Neyden bahsediyordu? “Bana yeniden bunu yaşatma.” Başını iki yana salladı. “Yalvarıyorum, annem gibi gitme sen de.”
“Tugay,” dedim acıyla ve doğrulmaya çalıştım ama oldukça zordu. Ona sarılmak istiyordum, onun kalbine sarılmak istiyordum, onu saklamak istiyordum. “Bunu söyleme, böyle söyleme. Bana sen öğrettin, biz bir savaşın ortasındayız ve birimiz kaybetsek bile diğerimiz devam etmek zorunda.”
“Edemem,” dedi dişlerini sıkarak. “Anlamıyor musun sen beni? Edemem. Geçtim o eşiği çoktan. Sol elim sen olmuşsun, bacaklarım sensin, kalbim sensin, her şeyim sensin. Bir düğümle bağlanmışım sana, savaş umurumda bile değil.” Nasıl bir acı yaşadıysa gözlerinde vazgeçmiş bir adam vardı, ilk kez onu böyle görüyordum. “Gidelim,” dedi bir anda. “Her şeyi bırakıp gidelim, savaşı boş ver, kazanmayı boş ver, gidelim, bambaşka bir hayatımız olsun. Kurtulalım.”
Şaşkınlıkla karışık acıyla ona baktığımda ilk defa ondan böyle cümleler duyuyordum. Kaybetme korkusu onu öyle bir hale getirmişti ki senelerdir planını yaptığı her şeyi yok etmek, savaştan kaçmak, hatta yenilmiş bir adam olarak yoluna devam etmek istiyordu. “İlk defa böyle konuşuyorsun,” dedim boğuk bir nefes vererek. “Ne olursa olsun sen…”
“Avukat,” dedi sözümü keserek. “Sevgili Avukat, Avukat’ım, canımın içi, güzelim benim,” dedi ve sonrasında doğrulup elleriyle yüzümü avuçladı. “Benim artık kaybetmekten korktuğum tek şey sensin, korkak mı diyecekler bana? Desinler. Kaçmış mı diyecekler? Desinler. Yenilecek miyim? Kazanmak umurumda değil, bırakıp gidelim her şeyi, son verelim bütün bunlara.” Bir kez daha alnımdan öptü. “Belki ne sen yeniden avukat olabilirsin ne de ben bir pilot ama yaşamaya devam edebiliriz.” Yutkunduğunda boğazına oturan o kocaman yumruyu ben bile hissedebiliyordum. “Hissediyorum, ölüm hemen yanı başımızda ve ben yeniden kaybetmek istemiyorum.” Sesi titriyordu. “Ben bundan seneler önce bir tuvalette şakağıma silah dayadığım gibi hissediyordum. Ölmek istiyordum. Zaten senin gözlerin kapalıyken kaybetmiş hissediyordum. Ben yeniden o adam gibi hissetmek istemiyorum çünkü o adam çok güçsüzdü. O adam bu hayatta en nefret ettiği adamı bile öldüremeyen birisiydi. Sen gözlerini kapattın ve ben o adam oldum. Önemi yok artık savaşın, kazançların. Gidelim, hemen şimdi kaçalım bu ülkeden.”
“O kadar çaba?” diye sordum. “O kadar plan? İlerlediğimiz yollar? Sen vazgeçmezsin, yapmazsın bunu.”
“Önemi yok, hiç önemi yok, yemin ederim yok. Senden daha önemli bir şey yok. Beni duyuyor musun?” Gözlerimin içine baktı. “Ölümü hissediyorum, ensemde, ensende, bizimle beraber burada. Ben senin için her şeyden vazgeçerim, bu aşk uğruna bütün her şeyi yıkar geçerim, senden başka kaybetmek istemediğim bir şey yok.”
Onun cümlelerinin ağırlığı, rüyamdaki babamın sesiyle birleşmişti. Tugay bu cümleleri belki bana aylar önce söyleseydi bir an bile düşünmeden kabul edebilirdim fakat artık birçok şey değişmişti, bunu biliyordum. “Biz zaten kaybetmedik mi birçok şeyi Tugay?” diye sordum. “Babamı, kardeşimi, işimizi, itibarımızı, hatta adımızı kaybettik biz. Bütün bunları savaş uğruna yaptık, şimdi her şey son bulurken kaçmak bize yakışır mı?”
“Sevgili Avukat,” dedi nefesini verirken. “Birbirimizi kaybetmedik, bu yeterli değil mi?”
“Biz birbirimizi kaybedeceğimizi bilerek bu yola çıktık,” dediğimde gözlerim acıyla dolmuştu. “Sen Tugay Demir Çeviker’sin, ben Eftalya Atalar’ım. İkimiz de artık aynı insanlar değiliz ve şimdi kaçarsak o nefret ettiğimiz insanlara dönüşürüz, bunu bilmiyor musun?” Dudakları aralandı ama onu yeniden susturdum. “İkimiz birlikte savaşmaya devam edeceğiz ve birimiz,” yutkundum, ardından alnımı alnına yasladım, “birimiz kaybetsek bile diğerimiz bu savaş için yola devam edecek çünkü ben babama söz verdim, bize kaçmak yakışmaz.” Geriye çekildim ve gözlerinin içine baktım. “Söz ver bana, her ne olursa olsun vazgeçmeyeceksin.”
Başını bitkin bir şekilde iki yana salladı. “Ben…”
“Tugay,” diye fısıldadım keskin bir sesle. “Bu adam olmayı sevmediğini biliyorum, kendine gel.” Bu kez ben onun yüzünü ellerimin arasına aldım. “Sakın bana vazgeçtiğini söyleme çünkü ben artık eskisinden daha güçlü hissediyorum. Biz seninle güneşli bir günde, deniz kenarında şaraplarımızı yudumlarken tanışmadık, biz seninle bir savaş meydanının ortasında tanıştık, bütün bunlara rağmen çiçekler ektik, şimdi her şeyi bırakıp gidemeyiz. Gidemem.” Çenemi kaldırdım ve yanağını okşadım. “Artık, biz seninle bir ülkenin nefes almasını sağlayacak o kişiyiz, birçok insanın umut beslediği kişileriz, biz seninle savaşın zaten ta kendisiyiz. Kaçıp gitsek bile kalbimizde o savaş ateşi daima yanacak. Şimdi daha güçlü kalkacağız ve sen bana söz vereceksin, birimiz kaybetsek bile diğerimiz yola devam edecek ama kim olduğumuzu unutmayacağız çünkü bunu istemediğini biliyorum, acının seni yönetmesine izin verme.”
Derin bir nefes verdi ve gözlerini kapattı. Gözleri çok uzun bir süre kapalı kaldı ve geri açtığında artık o vazgeçmiş adam yok olmuştu; derinlerde yaşıyorsa da bilmiyordum ama yeniden o bildiğim güçlü adam geri gelmişti. “Söz veriyorum,” dedi kısık bir sesle. “Ama sen de bana söz ver.”
“Ne sözü?”
“Ölmeyeceksin.”
Gülümsedim ve uzanıp dudaklarına ufak bir öpücük kondurdum. “Sana ölmeyeceğimin sözünü veremem ama son nefesime kadar sana olan aşkımın beni yaşatacağının sözünü verebilirim.”
Tugay da gülümsedi ve dudaklarıma daha uzun bir öpücük kondurdu. Hatta öyle bir öptü ki hem vedaydı hem de hoş geldin; ikisi bir arada beni bu hayata yeniden davet ediyordu.
Odanın kapısı açıldığında Tugay yavaşça geriye çekildi ve elinin tersiyle gözlerini sildi. Sonrasında dik bir duruşa geçip çöktüğü yerden kalktı, çenesini havaya kaldırdı. Adım sesleri artarken içeriye giren kişinin Giray olduğunu gördüm.
Yavaşça başımı kaldırıp ona baktığımda Tugay’ın üzerinde olan bakışlarını bana çevirdi ve gözleri kocaman açıldığında hızlı adımlarla yatağın ayakucunun olduğu yere geldi. “Avukat,” dedi gülümseyerek. “Nihayet gözlerini açmışsın.”
Başımı aşağı yukarı salladım. “Kaç saattir bu haldeyim?
“İki gün oldu,” dedi Giray kaşlarını çatarak. “Arada sırada uyandın, hatırlamıyor musun?”
“Hayır.” Olduğum yerde kıpırdandım ve Tugay’a baktım ama onun bakışları pencereye dönüktü, bizi dinlediği her halinden belliydi fakat Giray’a bakmıyordu. O sırada Nida’nın gördüğü görüntü gözlerimin önünde canlandı. Bütün bunların ortasında Nida’nın böyle bir şeyle karşılaşmış olması her şeyi daha beter bir hale getirmiş olmalıydı. Öyle ki belki de Tugay, Giray’ın yüzüne bakamıyordu.
Biraz daha doğrulmaya çalıştım ama karnımdaki yara canımı acıtıyordu, boynumda ise sargılar olduğunu hissedebiliyordum. Can havliyle Tugay’ın omzuna baktım ama üzerindeki siyah kazaktan hiçbir şey göremiyordum. “Omzun nasıl?” Tugay’a soru sormuştum ama o cevap vermek yerine pencereye doğru bakmaya devam ediyordu. “Tugay,” dedim yutkunarak. Giray ise gözlerini arada sırada Tugay’a döndürüyordu. Tugay irkilerek bana döndü. “Omzun nasıl?”
“İyiyim,” dedi geriye doğru bir adım atıp sırtını giysi dolabına yaslayarak. “Senin yaraların benimkinden daha önemli. Çok acı hissediyor musun?” Serum bağlamışlardı, ağrıkesici de vurmuş olmalılardı ki pek bir şey hissetmiyordum. “Uyumaya devam etmen gerekiyor.”
“Kendimi dinlenmiş hissediyorum,” dedim yalan söyleyerek ve ikisine yeniden baktım ama göz göze gelmiyorlardı. “Diğerleri nerede?”
“Aşağıdalar,” dedi Giray.
“Hepsi mi?” Soruyu sorarken korkuyordum çünkü birini kaybetmek bile canımı yakardı, bunu çok iyi biliyordum.
“Defne’yi mi kastediyorsun?” diye sordu kaşlarını kaldırarak.
“Aslında hayır,” dedim ve hızlıca devam ettim. “Ama ona ne olduğunu da elbette merak ediyorum.”
“Elimizde tutuyoruz.” Giray ezberden konuşuyor gibiydi. “Diğerleri de iyi.”
“Sinan nerede?” diye sordum bu kez.
“O da aşağıda, birazdan sana bakmaya gelir çünkü sen baygınken o da neredeyse hiç uyumadı. Javier yaralandı ama en kötü halde olan sendin ve senin yara alman hepimizin de kan kaybetmesine neden oldu.” Giray’ın sesinde bir öfke var gibiydi ama öfkesi bana yönelik miydi, anlayamıyordum. Belki de Tugay’a yönelikti çünkü o tarafa döndüğü her an yüzü buz kadar soğuk bir hal alıyordu.
Dudaklarımı ıslattım ve sonrasında, “Özür dilerim,” diye mırıldandım. “Ufuk’a saldırmamam gerekiyordu ama gözüm döndü.
“Önemli değil Avukat,” dedi Giray ellerini ceplerine yerleştirip. “Senin yerinde kim olsa aynı şeyi yapardı.”
“Peki ya Ufuk? Diğerleri? Onları alt edemedik değil mi?”
“İmkânsız,” dedi Giray kendinden emin bir sesle. “Fazlasıyla güçlülerdi, resmen kaçtık. Buranın yerini bildikleri de çok açık ama mayınlardan korktukları için gelemiyorlardır.” Ezberden başka cümleleri işitiyordum, Tugay’a yeniden baktığımda heykel gibi durmuş, beni izlediğini gördüm.
“Anladım,” dedim ağzımın içinde geveleyerek. “Nida,” diye mırıldandım, “o beni görmeye gelmeyecek mi?”
Başka ne şekilde sorabilirdim bilmiyordum, en rahat bu şekilde neler olduğunu anlayabilirdim fakat sorumun ardından Tugay’ın duruşu değişti ve omuzlarının düştüğünü fark ettim.
“O da seni merak ediyordu ama gelebileceğini sanmam.” Anlayabilmek için tek kaşımı havaya kaldırdım ve sol elimle destek alarak yatakta oturur bir pozisyona geçtim. Giray ise bakışlarımdan anladı ve kollarını önünde bağlayıp Tugay’a baktı. “Bunların bir önemi yok aslında Avukat çünkü savaş bitti, hepimiz dağılıyoruz. Tugay sana söylemedi mi?”
Tugay benden önce bu konuyu Giray’la mı konuşmuştu? Afallamış bir şekilde Tugay’a baktığımda o gözlerini kapatıp derin bir nefes almaktan başka hiçbir şey yapmadı.
“Söylemedin mi?” diye sordu Giray. “Bunu benden duymuş olamaz.”
Kısa bir sessizlik oldu ve Tugay gözlerini açtığında düşük omuzlarını düzeltip Giray’a doğru baktı. “Hiçbir yere gitmiyoruz.”
“Bu da ne demek?” Giray şaşkınlıkla gözlerini açtığında Tugay’ın söylediğini idrak etmeye çalışıyor gibiydi. “Hiçbir yere gitmiyoruz da ne demek?”
“Vazgeçmeyeceğim.” Tugay o kadar net konuşmuştu ki Giray’ın yüzündeki şaşkınlık hızlı bir şekilde öfkeye, ardından hayal kırıklığına dönüştü. Bir şeyler söylemek için ağzımı açtığımda Tugay bu kez de beni bakışlarıyla susturdu ve birkaç adım atıp Giray’a yöneldi. “Vazgeçmeyeceğim çünkü ben senelerdir bu savaşa hazırlanıyorum. Onurumu, gururumu, itibarımı, her şeyimi bu savaş uğruna kaybetmişken şimdi çekip gidemem, Tugay Demir Çeviker kaçtı dedirtmem.”
“Sen,” dedi Giray, çenesi kilitlendi ve dişlerini sıkarak, “sen ne saçmalıyorsun?” diye çıkıştı. “Sikerim savaşı, itibarı, onuru, gururu, hatta bu hayatı da sikerim. Ölüyorduk.” Bağırmamaya çalışıyordu ama bağırsa sesi bu kadar baskın çıkmazdı. “Ben iki gün önce ilk kez bu kadar ölümle burun buruna geldiğimi hissettim, Eftalya neredeyse kollarında can verecekti ve sen hâlâ savaştan mı söz ediyorsun?” Giray da Tugay’a doğru bir adım attı. “Sen değil miydin bir gün önce her şeyden vazgeçeceğini söyleyen? Yeniden bir acı mı yaşaman gerekiyor bir kez daha buna karar vermen için?”
“Giray,” dedi Tugay konuyu kapatmak isteyen bir ses tonuyla. “Vazgeçmeyeceğim, bu konu kapandı.”
“Kapanmadı!” Giray’ın sesi öyle gür çıktı ki duvarlarda yankılandı. “Savaşmak sikimde bile değil benim, hiçbir şey sikimde değil. Sen iki gün önce ne yaşadığını hatırlıyor musun yoksa benim hatırlatmamı ister misin?”
“Giray,” dedim kısık bir sesle.
“Nida,” dedi Giray, belki de en keskin olan bıçağı seçip Tugay’ın en hassas damarının üzerinde gezdirirken. “Onun gözlerinin önünde yaşananların farkında mısın sen?” Tugay’ın omuzları yeniden düştüğünde bir şey söyleyecek gibi oldu ama gözlerine çöken hüzün o cümleleri yutmasına neden oldu. “Bir çocuk, o henüz bir çocuk ve abilerinin katil olduğunu biliyor. Bu evdeki herkesin bir katil olduğunu biliyor. Artık senin kim olduğunu biliyor. Küçücük çocuğun gözlerinin önünde bir adamı öldürdün sen, bundan daha beter ne yaşayacaksın? Ne yaşamak istiyorsun?”
“Giray,” dedim bir kez daha.
“Avukat,” dedi sertçe bana dönüp. “Bu kararında gerçekten Tugay’ın arkasında mı duruyorsun?”
“Bu zaten benim kararım.” Giray daha büyük bir şaşkınlıkla baktığında ikimiz de aklımızı kaçırmışız gibi gülmeye başladı ve ellerini saçlarına daldırdı. “Şu an ne hissettiğini biliyorum ve ne düşündüğünü de…”
“Siz gerçekten kafayı yemişsiniz ve bu sikik hayat sizin lunaparkınız değil.”
“Giray,” dedi Tugay uyarıcı bir ses tonuyla.
“Ne Giray?” dedi sert bir şekilde ona dönüp. “Hafızanı mı kaybettin sen? Çektiğin, çektiğimiz acının farkında değil misin?”
“Farkındayım.” Tugay öne doğru ilerledi ve Giray’ın tam karşısına geçip elini yavaşça kardeşinin omzuna koydu. “Ve seni de anlıyorum ama senin de beni anlaman lazım, bütün bunları…”
Giray sertçe Tugay’ın omzundaki elini itekledi. “Beni anlamıyorsun, beni anlasaydın zaten en başında bu savaşı çıkarmazdın ve beni de bu cehennemin içine sürüklemezdin.” Kurduğu cümle benim bile kalbimi paramparça etmişti, Tugay’ı düşünemiyordum. “Kardeşimsin,” dedi Giray ama artık cümlelerine o kadar da dikkat etmeyeceği çok belliydi. “Bu hayatta senden başka hiç kimsem yoktu ve ben, o güzel hayatımı bırakıp seninle bu savaşın içerisine girdim. Söylesene, bu gördüğün adam, senin ikiz kardeşin mi peki?” Tugay sanki Giray’ın bütün zehrini dökmesini istiyordu. “Nasıl bir hayatım vardı benim? Söylesene.”
Tugay hiçbir cevap vermeden yüzüne bakmaya devam etti.
“Söylesene!” diye bağırdı Giray yeniden. “Bu yolda ben daha neleri kaybedeceğim? Âşık oldum, ihanetle tanıştım. Kardeşimi yeniden kazandım sandım, geri dönen kardeşim aynı adam değildi. Kız kardeşimi korurum sandım, cehennemin ortasında görmemesi gereken her şeyi gördü ve yaşadı. Yetmedi, savaşın en kötüsüne denk geldik, kan kaybettik, hançer yedik, daha ne yaşayacağım peki ben?” Kendisini gösterdi. “Bu adam mıyım ulan ben?” Tugay’ı omzundan itekleyip sert adımlarla yürüdü ve duvardaki annesi, o ve Tugay’ın olduğu fotoğrafı gösterdi. “Bu fotoğraftaki çocuklar mıyız artık biz? Daha kendimizden neler kaybedeceğiz? Hâlâ savaşmaktan söz ediyorsun, kazanmaktan söz ediyorsun öyle mi? Bir gün ellerinin arasında sevdiğin herkesi kaybettiğinde mi kazanmış olacaksın sen?”
“Giray!” diye bağırdım ve yattığım yerden kalkmaya çalıştım ama karnımdaki sızı her hareket ettiğimde artıyordu. “Bu yola başlarken her şeyin farkında değil miydin?”
“Farkındaydım,” dedi dönüp bana bakarak. “Fakat artık farkında olmak istemiyorum çünkü kaybedeceğimizi görebiliyorum. Sen asıl beni hiç tanıdın mı Avukat?” Başını olumsuz anlamda salladı. “Tanımadın çünkü ben bu aptal savaşın içinde kim olduğumu unuttum.” Elindeki fotoğrafı sertçe Tugay’ın eline tutuşturdu. “Söylesene, hiçbiriniz ölmeyeceksiniz, desene.” Tugay sessiz kaldı. “Savaşı kazanacağız, desene.” Tugay yine sessiz kaldı. “Sen savaşı kazansan da özgür mü kalacaksın peki?” Bana döndü. “Sen peki? Her şey son bulduğunda o onurunuzla kaçmayacağınızı ama yargılanacağınızı biliyorum ben.” Giray yeniden Tugay’a döndüğünde sesinde artık acı vardı. “Asıl ben her şeyimi kaybettim, seni ve kız kardeşimi de kaybedemem. Bu aptal savaş bitti artık, gideceğiz.”
Sesindeki öfke ve acıyı anlayabilmek mümkündü ama onun bizi anlaması mümkün değilmiş gibi görünüyordu. Bakışlarında öyle keskin bir ifade vardı ki o ifadeyi silebilmek artık hiçbirimizin sağlayabileceği bir şey gibi görünmüyordu. Tugay’ın dudaklarından çıkan her kelime Giray’ın çok daha fazla öfkelenmesine neden olacaktı ama Tugay susmak yerine devam etti.
“Bitmedi,” dedi ve duruşunu dikleştirdi, çenesini kaldırdı, hatta ikizine sanki bir lider gibi baktı. Sanki ben senin üstünüm dermiş gibi baktı. “Ben bu savaştan vazgeçmeyeceğim, her ne olursa olsun.”
Giray, emin olmak istiyormuş gibi Tugay’ın yüzüne baktı ve çaresizce, “Nida peki?” diye sordu. “Bizi boş ver, Nida’yı hiç mi düşünmüyorsun?”
“Onu koruyacağım.”
“Peki kendi hayatından koruyabilecek misin?” Bu soru, bu zamana kadar kurduğu bütün cümlelerden çok daha ağırdı. “O artık senden korkuyor.”
Bir savaşı, bir çocuğun gözünden görmek ne demek biz bilmiştik ama bir çocuğun gözünden savaşı görmek çok daha farklıydı; kimbilir onun için biz şu an ne durumdaydık? Özellikle baba olarak bildiği, daima güvendiği o adam, tanıdığı kötü adamlar gibi bir adamı gözlerinin önünde öldürmüştü.
“Bir gün beni anlayacak.” Tugay buna inanmak istiyormuş gibi bu cümleyi kurmuştu ama kalpten inanmadığına emindim çünkü Nida konusu her geçtiğinde en büyük karanlığın içine düşüyordu.
“Peki,” dedi Giray ve sonra derin bir nefes verip başka acılı bir cümle kurdu, “sen babamı hiç anladın mı?”
“Giray,” dediğimde karnımdaki acıyı umursamadan yattığım yerden kalktım ve tutunarak ona doğru yürüdüm. “Bu kadarı fazla.”
“Söylesene,” dedi Giray beni duymazdan gelerek. “Sen babamızı anladın mı?”
“Aynı şey değil,” dedim Tugay’ı savunarak.
“Bir şey söyle,” dedi Giray ve gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Sen babamın bir katil olmasını anladın mı? Gözlerinin önünde…”
“Yeter!” diye bağırdığımda ikisinin arasına girdim ve ellerimi Giray’ın göğüs kafesine yaslayıp onu hafifçe itekledim. “İkisi aynı şey değil.”
“Ama iki adam da katil.” Kendisini gösterdi. “Hatta ben de katilim. Nida bunu anlayacak mı? Bizi anlayacak mı?” Elinin tersiyle gözünden akan yaşı sildi. “Biz bununla büyüdük Avukat, bunu bilerek büyüdük ve o adama dönüşmemek için çok çaba verdik, annemiz de hiçbir zaman o adama dönüşmemizi istemezdi. Şimdi kardeşimizin gözünde ikimiz de birer katiliz, bunu nasıl temizleyebiliriz? Buna rağmen mi?” Öfkeyle nefesini verdi. “Her şeye rağmen derken Nida’yı da mı kastediyorsun?”
Tugay elini kaldırdı ve Giray’ı durdurmak istermiş gibi salladı; kelimeleri seçmeye mi çalışıyordu yoksa kuracağı hiçbir cümle mi yoktu bilmiyordum fakat kendisine birkaç saniye verdikten sonra o soruyu sordu: “Ben babama mı benziyorum?”
“Hayır,” dedi Giray net bir sesle. “Ama Nida için böyle mi, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.” Bu kez Tugay’a yaklaştı ve ellerini omuzlarına yaslayıp, “Tugay,” dedi sakin kalmaya çalışarak. “Bak, birçok şeyimizi kaybettik. İtibardan, onurdan, gururdan bahsetmiyorum. Biz küçüklüğümüzden beri birçok şeyimizi kaybettik ve geriye sadece ikimiz kaldık, bir de küçük kardeşimiz.” Omzunu yavaşça sıktı ve ona biraz daha yaklaştı. “Sizi kaybedemem ve biliyorum ki sen de bizi kaybetmek istemezsin. Gözlerini bürüyen bu savaş aşkı, bir gün bu hayattaki her şeyini kaybetmene neden olabilir.” Kastettiği bendim, kastettiği kendisiydi, kastettiği Nida’ydı. “Bunu göze alıyor musun?” Yutkunduğunda sesinde acı vardı. “Yalvarmam gerekirse sana yalvarırım çünkü canımız için yaparım bunu. Lütfen,” dedi bütün kalbiyle, “lütfen vazgeç, her şey çok daha kötü olacak.”
“Benim hayatımda zaten her şey çok kötüydü,” diyen Tugay sanki ilk kez kardeşiyle konuşuyor gibiydi. “Sen büyüdün çünkü annem, senin gözlerinin önünde ölmedi. Sen büyüdün çünkü babam için sen altın çocuktun, ben ise aptal olandım. Söylesene, sence ben ne zaman yaşadığımı hissettim?” Titrek bir nefes verdiğinde başını önüne eğdi. “Seneler önce, bir tuvalet kenarında başıma silah dayayıp kendimi öldürmek istediğimde hiç kimseydim, hiçbir şeydim ve bu hayatta yaşamak için hiçbir nedenim yoktu. Ve sonra birisi oldum, bir kimliğim oldu, her şeyden önce bir amacım oldu. Benim savaşım sadece Krallık’a olmadı, bu hayata da oldu. Sen söyle, ben her şeyi bırakıp gitsem içimdeki savaştan beni kim kurtaracak?”
Giray’ın elleri yavaşça aşağıya düştü ve yenik bir şekilde gözlerini kapattı. Yutkunduğunda kurduğu hiçbir cümlenin Tugay’ı vazgeçirmeyeceğinin farkındaydı. “O halde daha önce seninle konuştuğumuz gibi,” dedi Giray. “Ben Nida’yı alıp gideceğim çünkü kardeşimi bu savaşın içinde büyütmek istemiyorum ve ben de artık bu adam olmak istemiyorum.”
Tugay sanki bir kurşun yemiş gibi sarsıldığında hemen önündeydim ve dengesini sağlamak istermiş gibi ellerimi yavaşça karnına yasladım ama o, bakışlarını Giray’dan ayırmıyordu. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluştu, mutluluk vardı ama derinlerde yalnızlığa terk edilmiş o adamı da görüyordum. “Bu beni mutlu eder,” dedi Tugay net bir sesle. “Git ve ona çok güzel bir hayat yaşat, biliyorum sen onun beni anlamasını da sağlarsın.”
Giray başını ağır ağır sallarken onun da yüzünde mutluluktan uzak bir tebessüm oluştu. Birbirlerine bakarlarken ne düşündüklerini bilmiyordum ama ikisinin birbirini anladığına neredeyse emindim. Acıyla nefesimi verip geriye çekildiğimde yatağa tutundum ve başımı önüme eğdim.
“Umarım,” dedi Giray kısık bir sesle. “Uğruna her şeyi göze aldığın bu savaşı kazanırsın çünkü benim artık savaşacak gücüm kalmadı.”
Tugay bir an bocaladı ve sonrasında bir şey söylemek yerine Giray’ı kendisine çekip öyle bir sarıldı ki belki de özgür olduktan sonra bile ona böyle sıkıca sarılmamıştı. Bir kardeşe sarılmanın tadını bilirdim ama nefes alıyorken ona veda etmenin tadını hiçbir zaman bilememiştim; Tugay şimdi onu yaşıyordu. Bir tarafı artık eksik olacaktı çünkü kardeşi gidiyordu. “Özür dilerim,” dedi Tugay sarıldığı yerde kardeşinin kulağına doğru. “Seni böyle bir hayata zorunlu tuttuğum için.”
Giray da sarılmasına karşılık verdiğinde, “Uzun zaman sonra ilk kez ikizime sarılıyor gibi hissediyorum,” diye mırıldandı. “Sanki orada bir yerlerde hâlâ o çocuk var.” Yavaşça geriye çekildi ve ciddiyetle Tugay’a baktı. “Söz veriyorum, Nida’ya harika bir hayat vereceğim ve sen de…” Sustu. Devamını getirmek yerine sustu, ardından geriye çekildi. “Nida’yı görmek ister misin? O olaydan beri yüzüne hiç bakmadın.” Sonra düzeltti. “Bakamadın.”
Tugay hiç düşünmeden, “Hayır,” cevabını verdi. “Şu an değil, belki sonra.” Belki sonra.
Giray duraksadı, ardından bir kez daha Tugay’ı çekip sarıldığında hıçkıra hıçkıra ağlayarak yere çökmemek için beni tutan tek şey, onların arasındaki kuvvetli sevgiydi. Ben şu an yıkılırsam ikisi de yıkılırdı, biliyordum.
Giray derin bir nefes aldı, geriye çekildi, bana baktı ve sonrasında, “Avukat,” dedi, boğazı düğümlenmişti, gözleri dolmuştu, bir veda etmek istedi ama bunu yapamayacağını anladığında hiçbir şey söylemeden sarsak adımlarla odanın kapısına doğru ilerledi.
“Giray,” dedi Tugay, Giray tam kapıdan çıkarken.
“Efendim?”
“Seninle olan anlaşmamız çoktan iptal oldu biliyorsun değil mi?” Tugay yine gülümsedi. “Ben ölürsem, sen yaşayacaksın, Nida için.”
“İşte tam bu yüzden,” dedi Giray baskın bir sesle fakat çoktan vazgeçmiş, kapıdan dışarıya çıkmıştı. Tugay’ı da vazgeçiremeyeceğinin farkındaydı. “Her şeyden vazgeçmeni istemiştim çünkü kalplerimiz ortak bizim, birimiz ölürsek diğerimiz nasıl yaşarız ki? Sen ölürsen, benim için hayat nasıl ilerler?” Dudaklarını birbirine bastırdı, sonrasında ikimize baktı. “Yaşa,” dedi. “Her şeye rağmen ölmeyin, her şeye rağmen yaşayın çünkü sizi kaybetmeyi istemiyorum.”
Bir cevap vermemizi bile beklemeden kapıdan dışarı çıktı ve kapıyı açık bıraktı; arkasından bakarken Tugay da ben de biliyorduk, tamamen yarım kalmıştık.
Paragraf Yorumları