BL örgütü lideri olmayı kabul etmiştim.
BL örgütü lideri.
Üç kelime. Dile geldiğinde küçük gibi görünen ama aslında elime bir bıçak almama, sırtıma bir zırh geçirmeme, önümde etten duvar örmeme neden olacak bir tabirdi. Yerimde bir başkası olsaydı bunu kabul etmezdi.
Neden kabul etmiştim? Hayır, pişman değildim. Neden kabul ettiğimi sorguladığımda ulaştığım sonuç, dile getiremesem de kendimi o örgüte ait hissettiğimdi. Öyle bir aidiyetti ki düşünceden çok daha ötesiydi, sanki en başından beri dahil olduğum, fikirlerimle oluşan ve belki de benim bile haberim yokken oluşumuna neden olmuşum gibi hissettiren bir dürtü vardı.
Bu dürtünün nedeni, kimse henüz BL örgütünü bilmezken bir mendille bana bunun gösterilmesi olabilir miydi? İlk başlangıç o gün olmuştu, ertesi sabah haber kanalları bangır bangır aptal(!) bir topluluğun gece direnişi başlattığını, duvarlara sözler yazdığını, Krallık'ın büyük miktarda parasını çaldığını söylüyordu.
Öyle önemsemiyorlar, öyle aşağılıyorlardı ki maalesef ben de aynı düşünceye kapılmıştım. Öyle ki o mendilden sonra bana bırakılan mesajların genel değil, özel olduğunu yeni anlayabiliyordum.
O geceden, o mendili aldığım geceden üç gün sonra arabamın camında bir notla karşılaşmıştım. Herkese aynısının yazıldığını düşündüğüm bir not olarak düşünüp çöpe atmıştım fakat hayır, artık biliyordum; o not bana özel olarak bırakılmıştı.
"Buluşacağız," yazıyordu. El yazısıydı. "Senin bana, benim sana değil, bize, birliğimize ihtiyacımız olduğunda. —BL"
Tugay Demir Çeviker'in el yazısıydı.
İki hafta sonra bir restoranda tek başıma yemek yerken bir garson masama not bırakmıştı, bir daha da o garsonu görmemiştim. Avukat olduğum için beni yanlarına çektiklerini düşünmüştüm ama öyle değildi. Yine aynı el yazısıyla bir not bırakılmıştı.
"Gülümsemeyi unuttun mu? Gelecekte daima gülümsüyor olacağız. —BL"
Başımı çevirip restoranın içine bakınmıştım izlendiğimi düşünerek. Oralarda bir yerlerde oturuyor olabilir miydi? Hiç sanmıyordum, oturuyor olsaydı, yanıma gelmeliydi. Biz Tugay’la geçmişte, o özgürken yan yana gelip gidip hiç tanışmadıysak bu içler acısı olurdu.
Bu olay üzerinden bir ay geçmişti. Büroda tanışıp öylesine flört ettiğim bir adam vardı, adını tam olarak hatırlayamıyordum bile. Flört etmek de denemezdi aslında; o gün alkole ihtiyacım vardı, Sinan yoktu ve davet edilmiştim. Çok konuşsa da keyifli bir adamdı, bir bara gitmiş, kusana kadar alkol içmiştim.
Geceyi benimle geçirmek istediğini bilerek oradan çıktığımızda taksi beklemeye başlamıştım, adam ise hesabı ödüyordu. Dışarıda sicim gibi yağmur yağıyordu, hava soğuktu, elimde bir şemsiyeyle durmuş boş sokağa bakarken bir evsiz elime not tutuşturmuştu. O zamanlar evsizlerin BL notları vermesi çok sıklaşmıştı ama yine şimdi anlıyordum ki normalde dağıtılanların hiçbiri el yazısıyla değildi.
"Gökyüzü özgürlüktür, yağmur onun hediyesidir," diyordu notta. "Seninle özgürlüğü tadacak birileriyle aynı yolda yürü, o özgürlükten kaçacak birileriyle değil. —BL"
Bir fikir, düşünce gibi görünen ama o anı tam olarak anlatan bir nottu. Birkaç dakika sonra o bardaki adam çıkıp hızla şemsiyenin altına girmişti, ardından yağmura söylenmeye başlamıştı. Bu belki de hayatımın en tuhaf anıydı. Belki alkoldendi. Belki de o düşünceye bağlanmak istemiştim. Ve belki de bunların dışında kalbim o an bunu istemişti.
Geceye o adamla devam etmedim.
Yine yaklaşık bir ay sonra serama bir not bırakılmıştı kapının altından. "Gelecekte buluşacağız," yazıyordu yine. "Ve sen, solgun olan bir çiçeği kurtardığında ben umutlarımı yeşerteceğim. —BL"
Tugay Demir Çeviker'in bana gönderdiği ilk çiçek bir dalı ölü orkideydi. Onu kurtarmamı istemişti.
Son el yazısıyla notu bir veda gibiydi. O an elbette fark etmemiştim ama şu an düşündüğümde son cümleleri olduğunu görebiliyordum. Bu kez kâğıtla göndermemiş, evimin karşısındaki duvara siyah boyayla ve kocaman harflerle yazmıştı.
“Bataklıkları, hücreleri, hatta cehennemi çiçek bahçelerine dönüştüreceğiz gelecekte." Ve ilk defa o meşhur kelime de gelmişti. "Özgürlüğümüze. —BL"
Mahkûm olmadan önce son cümlesi bu olmuştu çünkü sonrasında elime kâğıtlar geçse de ne onun el yazısıydı ne de tam olarak bir mesaj gibiydi. En azından hatırladığım böyleydi. Çoğu bilgisayar çıktısıydı, Krallık'ın yaptıklarını anlatıyordu ya da bir direnişi simgeliyordu.
Geri döndüğü biz hapishanede karşılaştıktan sonra ilk gönderdiği notla ortaya çıkmıştı. Hiçbir zaman özel olarak bir not gönderildiğini düşünmemiştim o zamanlar çünkü bütün iş arkadaşlarım da onlara notlar bırakıldığını söylüyordu ama şimdi düşündüğümde hepsi bilgisayar yazısıyla olan notlardandı.
Üstelik ilk mendil de bana verilmişti.
BL örgütünün lideri olmuştum. Ben zaten Tugay tarafından en başından itibaren o örgütün bir üyesi olarak kabul edilmiştim. Nida'nın beni tanımasından bile belliydi bu. Ben Tugay Demir'i o hapishanede tanımıştım ama peki o beni ne zamandan beri tanıyordu?
Bakışlarım bir anlık tavana kaydı, yüksek sesli bir şimşek çaktı, etraf aydınlandı, gök ikiye ayrıldı ve daha fazla yağmur yağmaya başladı. Bakışlarımı yere indirdiğimde birkaç saniyeliğine Tugay'la göz göze geldim. O an orada bütün bunları anımsamak zamansızdı, Tugay için ise benimle alakalı hiçbir şey zamansız değildi.
Gülümsedi az önce Başkan Yardımcısı'nı alnından vurmamış gibi. Halkın gözlerinin önünde katil olduğunu göstermemiş gibi. Daha fazla batmamış gibi. Savaşın sebebi değilmiş gibi. Öyle gülümsedi ki savaş yokmuş gibi.
Bir adım atıp çaprazında durdum ve ben de gülümsedim bir Suç Kralı’na gülümsemiyormuş gibi. İkimiz de gülümserken biliyorduk, bir avukat ve mahkûmdan daha fazlası olmuştuk; biz artık suç ortağıydık.
Ellerini kaldırmış dururken adamlar direkt üzerine atıldı ama zaten Tugay'ın istediği buydu. İstediği bu olmasaydı o silahı atmazdı. İki adam kollarını arkadan tuttu, biri arkadan ensesine silah dayadı, biri de önüne geçip alnına. Tugay yine de bana bakıp gülümsemeye devam etti.
Başkan'ın korumaları onun önüne geçerken Başkan titreyen bir sesle, "Yardımcımı öldürdün," dedi. Ben dahil herkes Tugay'ın bu hamlesinin şaşkınlığı içindeydi. "Yardımcımı…" dedi Başkan şaşkınlıkla, "…öldürdün."
Tugay gözlerini benden ayırdığında gülümsemesi korkutucu bir hal aldı. "Seni de öldürebilirdim," dedi alayla. "Ama yemek yemeye ilk önce aperatiflerle başlanır."
Başkan'ın dudakları aralandı. Hemen arkasında koruma ordusu vardı, onların arkasında ise sadece gülümseyen Kerem Karaman. Bakışları benim üzerimdeydi. Gazeteciler buz kesmiş öylece duruyordu. Öyle korkuyorlardı ki gitmek için hareket dahi edemiyorlardı.
"Bunu neden yaptın?" diye sordu Başkan'ın sekreteri. "Öylesine değil, bir planın var değil mi?"
Tugay omuzlarını silktiğinde alnına namluyu daha fazla bastırdılar. "O bir sapıktı," dedi. "Tecavüzcüydü, yalancıydı, soytarıydı, şerefsizdi, kansızdı. Zaten ölüm listemdeydi fakat bugün gerçekleşmesinin nedeni damarıma basmasıydı." Başıyla beni işaret etti. "Sevgili Avukat’ıma terbiyesizlik yaptı, benim avukatıma saygısızlık yaptı, benim avukatıma. Ona kimse saygısızlık yapamaz."
Gazeteciler birbirine baktığında Tugay öyle rahat görünüyordu ki onunla ilk defa yüzleştikleri anlaşılabiliyordu. Bakışlar bana döndüğünde boğazımı temizledim ve çenemi havaya kaldırmaya zorladım fakat hemen arkamdaki babamın ölü bedenini unutabilmek imkânsızdı. İnsanlar bana bakarken benimle beraber babamı da görüyorlardı.
Kameralar açık olmadığı ve insanlar onun gerçek yüzünü göremeyeceği için maskesini indirip nefretle bana baktı Başkan. Aşağılayarak. Bir böcekmişim gibi. "Bu konu hakkında söyleyeceğiniz bir şey var mı Sayın Avukat?" diye sordu ciddiyetsiz bir sesle.
Göz ucuyla Tugay'a baktım, alnına silah dayayan adama sırıtarak bakıyordu. Bu da adamı öfkelendiriyordu. "Hangi konu hakkında?" diye sordum kısık bir sesle.
"Eftalya Atalar avukat olmaktan son derece uzak efendim," dedi Kerem Karaman arkasından. "O bu hitabı bile hak etmiyor." Tugay'ın yüzündeki gülümseme silindiğinde başını eğip Kerem'e baktı. Onun bakışıyla Kerem'in korumaların arkasında biraz daha sinmesi bir oldu fakat o yüzündeki iğrenç gülümsemeyi asla silmedi.
"Kameraların önünde bir adamı öldürdü," dedi Başkan'ın sekreteri kulaklarına inanamıyormuş gibi. "Bu bir itiraftı. Senin zaten avukatlığının bir hükmü kalmadı ama hâlâ onun yanında durabilmen tarafını da ilan ettiğini gösteriyor. Halk için de öyle."
Yarım adım attığımda Tugay'ın hemen yanında yer aldım, aramızda bir adımlık mesafe vardı. "Yasaklı bir kitap okuduğu için asılacak bir adama şahit olduk az önce. O benim babamdı," dedim keskin bir sesle. "Siz halk karşısında masum ve suçsuz bir adamı öldürürken cinayet olmuyor da benim müvekkilim bir tecavüzcüyü öldürdüğü zaman mı adalet işliyor?" Gülümsedim zorlukla olsa da. "Gömdük adaleti, üzerine toprak attık. Devir değişti, herkesin hukuku kendine artık." Kollarımı önümde birleştirdim. "Üstelik bu halk karşısında bir katil olduğunu değil, Başkan'ı öldürebilecekken tecavüzcüyü öldürmeyi seçtiği için kahraman olduğunu gösterir. Seversiniz bu manipülasyonları, öğrendik biz de bir şeyler."
Başkan'ın öfkeden çenesi titrediğinde Tugay gülmeye başladı. Bulunduğumuz alandaki ölüm sessizliğini bölen tek ses Tugay'ın kahkahasıydı. Başkan başıyla işaret verdiğinde bu kez iki adamı silahlarını bana çevirdi. Öyle aptaldı ki bütün bunlara şahit olan gazetecileri unutuyordu. Kulaktan kulağa yayılan bu hikâye bize yarayacaktı.
Bir namlu şakağıma dokunduğunda diğer silah hemen arkamda yerini aldı. Korkmayı bekledim, ölümden kaçmayı ama o kadar korkmuyordum ki… Ben de elimde bir silah tutuyormuşum gibi rahat bir şekilde gülümsedim.
"Bu sefer o piç kurusunun götünü kurtaramayacaksın," dedi Kerem Karaman arka taraftan. "Hiçbir afili cümlen şu anı değiştirmeyecek, kendi topuğunuza sıktınız. O kanıtlara geçecek bir cinayet işledi."
"Evet, öldürmemesi gerekiyordu," dedim Tugay'a bakarak. "Çünkü ben öldürecektim." Bu kez şaşırdıkları bendim. Tugay gülmeye devam ederken başını aşağı indirdi ve iki yana salladı.
"Adnan Atalar'ın kızı," dedi Başkan kısık bir sesle.
"Ta kendisi," dedim başımı sallayarak. "Onu öldürecektim çünkü bana tecavüz etmeye kalktı." Yalan söylüyordum ama Tugay'ın gülüşü kesildi. "Elinden zor kurtuldum. Bir kez daha baş başa kalırsak bana saldıracağını biliyordum, kendimi korumak için onu öldürürdüm. Ne diyorlardı hukuk dilinde? Sizin bilmediğiniz o hukuk dilinde..." Kaşlarımı kaldırdım. "Nefsi müdafaa." Başımla Tugay'ı gösterdim. "Bütün bunların dışında onu öldüren müvekkilim Tugay Demir Çeviker değil de bir başkası olsaydı o kişiyi de savunurdum çünkü öylesine bir adamı öldürmemiş olurdu. Şimdi benim ahlakımı, soyumu sorgulamayı bırakın da ne yapacaksanız yapın."
Başkan alayla güldü. "Az önce babası asılan bir kadına göre fazla cesursun."
"Babam asılmadı," dedim hemen. "Siz öldürmediniz onu, o ölmeyi seçti. İkisi arasında kocaman bir fark var."
Kısa bir sessizliğin ardından Kerem Karaman, "Sen," dedi boğuk bir sesle. "Sen yaptın." Düz gözlerle ona baktım fakat kalbimin üzerindeki ateş harlandı. Hayır, dedim. Hayır Eftalya, şu an başını önüne eğersen her şeyi mahvedersin. "Babana yardım ettin."
Kaşlarımı kaldırıp gözlerimi büyüttüm. "Babamla görüşmedim bile Kerem Karaman," dedim. "Yediğin darbelerden aptallaştın mı diyeceğim ama sen hep böyleydin, şaşırmıyorum bu yüzden."
Bulunduğu yerde hareketlendiğinde korumalar önüne geçip onu engelledi. "Babana bunu sen yaptın," dedi Kerem Karaman gür bir sesle. "Onunla son ana kadar kimse temas kurmadı. Ölmeden beş dakika önce o hücreden çıktı yemeğini yemek için, ardından idam sehpasına..." Kerem'in kaşları havalandı, yaralı dudakları aralandı. Bakışları hemen arkamdaki babama kaydı, çok kısa bir an baktı. "O yemekte ne vardı?" diye sordu. "Onu..." Öyle şaşkındı ki bunu yapabileceğime inanmıyordu. "Onu zehirledin mi?"
Yutkundum. Yaptığımı bir başkasının ağzından duymak öyle yaralayıcıydı ki dengemin sarsıldığını hissettim ama sarsılan sadece ruhumdu. "Kendi babamı ellerimle öldürdüğümü mü söyleyeceksiniz?" diye sordum. Soruyu sorarken bile o kötülüğüm bir kambur gibi sırtımdaydı. "O benim babamdı, ailemdi. İnsan ailesini öldüremez."
Kerem beni duymazdan geldi, transa girmiş gibi Başkan'a, "O öldürdü," dedi. "Otopside çıkacak, kızı öldürdü babasını. Kendi elleriyle babasını öldürdü." Şaşkınlıkla bana baktı. "Sen," dedi tiksinerek. "Sen kendi babanı mı öldürdün? Sanırım kusacağım."
Tugay'ın öfkeli bir nefes verdiğini işittim. "Birçok kez iftiraya uğradım," dedim. "Ama bu en acımasız olanıydı. Birilerinin babama yardım ettiği ortada ama o ben değilim, olamam. Yemeği ona ulaştıranlar, önüne koyanlar, bulunduğu yerdekiler..." Başımı iki yana salladım. "Kızına gelene kadar birçok kişi var sorgulanması gereken. Beni mi düşüneceksiniz? Bu en acımasız ihtimal."
Kerem yine beni duymazdan geldi. "Efendim," dedi Başkan'a. "O yaptı. Eminim onun yaptığına. Adnan Atalar'ın yanında iki adam vardı. Biri yardımcınızdı, o size ihanet etmezdi, diğeri de bendim. İkimiz de yemeğe dokunmadık, Adnan Atalar'ın da üzerinde hiçbir şey yoktu. O yaptı, hukukumuza karşı geldi, bu bir isyandır. Yargılanması gerek."
Olayların seyri değişmeye başladığında bakışlarım Tugay'a kaydı, onun da gerildiğini hissettim. Kerem'den bakışlarını ayıramazken ağzını bıçak açmıyordu. Ne dese kalbimi kırardı ya da yakardı, ne söylese kendisini belli ederdi.
Başkan derin bir nefes verdi. "Aptal herif," dedim gülümsemeye çalışarak. "Bu söylediğine sadece sen inanırsın, başka da kimse inanmaz."
"Efendim," dedi Kerem dişlerini sıkarak. "Bir şeyler yapmayacak mısınız?"
Başkan düşünceli bir şekilde bana baktı. Tugay bir anda, "Annesinin eteğine sarılan çocuklar gibi ağlamayı kes lan şerefini siktiğim," dedi otoriter bir sesle. "Bırakın avukatımı gitsin, şu an burada olanların onunla alakası bile yok."
"Arkada yakılacak bir babası var ama," dedi Kerem acımasız bir sesle.
Tugay dişlerini sıkarak yarım adım attığında adamlar kollarını arkada sıkıca tuttu ve namlu daha sertçe alnına bastırıldı.
Başkan boğazını temizledi. Gözlerini benden ayırmayarak, "Adnan Atalar otopsiye gidecek," dedi net bir sesle. "Ve sonucunda bir zehirle karşılaşırsak yargılanma sürecine gireceksin."
Gözlerim dehşetle büyüdü. "Kimin yaptığı ortaya çıkmadan beni asla yargılayamazsınız!" diye bağırdım. "Beni ne ile suçladığınızın farkında mısınız?"
Başkan verdiğim tepkiye gülümsedi. Ürkütücü ve bir o kadar da kişisel bir gülümsemeydi bu. Artık benimle de kişisel olarak uğraşacağını anlayabiliyordum. "Dizlerinin üzerine çök." Verdiği emir kaskatı kesilmeme neden olurken Tugay'ın boğazından hırıltılı bir ses geldi.
"Neden?" diye sordum çenemi kaldırarak.
"Çünkü canım öyle istiyor. Çünkü canım bize itaat ettiğini görmek istiyor," dedi Başkan. "Ayrıca otopsi sonucu çıkana kadar tutuklu kalacaksın."
Dudaklarım aralanırken Tugay’la bakışlarımız kesişti. Tugay gözlerini kapattı ve burnundan nefes verdikten sonra yeniden Başkan'a döndü. "Onu dizlerinin üzerine çöktürürsen senin bacaklarını levyeyle kırarım," dedi net bir sesle. "Ve ben söylediğim her şeyi yaparım, geç veya erken fark etmez."
Başkan bakışlarını Tugay'a çevirdiğinde gözlerindeki o korkuyu ve yine de maske olarak taktığı cesaretini gördüm. "Neden avukatının dizlerinin üzerine çökmesini bile bu kadar önemsiyorsun Tugay Demir Çeviker?" diye sordu. "Onlarca kez karşımda dizlerinin üzerine çöktürdüm seni. Kendi gururun ve itibarın bu kadar önemsizken avukatının itibarını düşünmen kulağa komik geliyor."
Tugay başını iki yana salladı. "Ben o hastane odasından sonra artık sadece bir vücutla karşınızdayım. İşkenceler, dizlerimin üzerine çöktürmeniz, küfürleriniz zamanı gelene kadar bir kulağımdan girer diğerinden çıkar. Bunlar da zaten benden korktuğunuzu gösterir fakat aynısı avukatım için geçerli değil." Arkada birleştirdiği elleri yumruk halini aldı. "O benim gururumu simgeliyor, itibarımı, duruşumu, omurgamı. Bir kez dizlerimin üzerine çöktürürseniz bir kez öldürürüm sizi ama onu bir kez daha dizlerinin üzerine çöktürürseniz bin kez ölürsünüz."
Başkan gülmeye başladı. "Peki ya bizi nasıl durduracaksın bunu yaparsak?" diye sordu.
"Bugün durduramam," dedi dürüstçe. "Ama yarın sizi cayır cayır yakarım." Başını omzuna doğru yatırdı. Bana yaptığı gibi sevimli bir hareket değildi bu, ürkütücüydü. "Yeniden yakarım. Ben iyi bir adam değilim Başkan. Gözümü kararttığımda kime dönüşeceğimi henüz görmediniz, bu benim gözümü karartmamış halimdi."
Yutkunurken onun aslında sadece bir mahkûm olduğunu düşündüm. Elleri kolları bağlıydı, bir silahı yoktu, koruması yoktu, hiçbir şeyi yoktu ama öyle cümleleri vardı ki Başkan'ın gülüşünün solmasına neden oluyordu.
Kendimi tutamayarak, "Zaten idam edilecek bir adamı neden öldüreyim ki?" diye sordum. "Babam idam edilecekti."
Başkan, "İtibarı için," dedi fakat Kerem aynı anda, "Müvekkilin için," dediğinde şaşkınlığımı gizleyemedim. Kerem devam etti. "Çünkü öldürmeseydin o iskemleyi mahkûm itecekti, onu kurtardın, hem halkın gözünde hem kendi gözünde hem babanın gözünde." Dışarıdan bu kadar net mi görünüyordu yoksa ben mi gizleyemiyordum? "Seni en iyi tanıyan insanlardan biriyim Eftalya Atalar. Konu savaş verdiklerin olduğunda aldığın yüklerin haddi hesabı olmaz." İmalı imalı bana baktı. "Bunu da en iyi ben bilirim, bak parmağında hâlâ yüzüğümün izi var, yatağımda da senin izin."
Tugay hırsla ileri atıldığında adamlar onu tutmakta zorlandı, ben ise bu aşağılanmalara alışmanın verdiği acıyla öylece yüzüne baktım. Artık başım dönüyordu ve yaşananların hızına yetişemiyordum. Adamlar Tugay'ı tutarken benim alnıma dayalı olan namlunun varlığını bile hissetmemeye başlamıştım. Bir çıkış yolu yok gibiydi, kafam artık çalışmıyordu sanki. Günlerce uyumamıştım, yemek yememiştim, nefes almakta bile zorlanıyordum artık.
Tugay'ın arkasındaki adamlar onu Kerem'e saldırmaması için engelleyemeyeceklerini anlayınca dizinin arkasına vurdular. Tugay dizlerinin üzerine çökmek zorunda kaldı fakat benim için savurduğu tehditlerin hiçbiri kendisi için dile gelmedi, o dizlerinin üzerinde kendi itibarını bile düşünmedi; bakışları sadece Kerem'in üzerindeydi. İlk tanıdığım zamanlar itibarını da önemseyen Tugay, kendisinin de söylediği gibi artık o kadar da umursamıyordu. Çünkü bir hastane odasında benim için kendi elleriyle itibarından vazgeçmişti.
Artık onun için önemli olan benim itibarımdı.
Bakışlarım sadece birkaç saniyeliğine arkama döndüğünde hâlâ idam sehpasında asılı duran babamı gördüm. Gözleri kapalı, ağzında ve burnunda kanlar, elleri bembeyaz kesilmiş, ayakları morarmış. Soğuktan değil, ölümden. Alnımda bir silah vardı, ensemde de. Karşımda hakaretler, çırpındıkça dağılan bir ben. Burası cehennemdi, daha kötüsü olamazdı.
Gözyaşlarının gözlerime uğramasını bekledim ama aksine öfke dişlerimi sıkmama neden olduğunda yeniden Başkan'ın olduğu tarafa döndüm ve o an başka bir şeye karar verdim: Onları ben öldürmek istiyordum ve bu kez ne midem bulanırdı ne de elim titrerdi. Onların canını ben almak istiyordum ve alacaktım da.
Emir gelmeden bir anda dizlerimin üzerine kendi isteğimle yavaşça çöktüğümde Tugay öfkeyle bana baktı. "Sizinle aynı konumda olmaktansa," dedim Başkan'a bakarak. "Tugay Demir Çeviker ile aynı konumda olmayı yeğlerim çünkü onunla aynı yolda yürüyoruz." Gözlerim Tugay'a döndü. "Bakma öyle," dedim omuzlarımı silkerek. “Kimine göre itibar, bana göre seninle göz göze gelmek. Senin diz çöktüğün yerde ben ayakta kalmam.”
Dinleyiciler, yaşadıkları şaşkınlık, ağzımdan çıkan cümleler o an umurumda bile değildi. Nasıl anlaşıldığı da. Tugay'ın çatık kaşları gevşedi ve yine gülümsedi. Bu kez ona karşılık verdiğimde dışarıdan normal görünmediğimizi çok iyi biliyordum fakat yenilgiyi kazanca çevirmeyi Tugay'dan öğrenmiştim.
"Tarafını açıkça belli ediyorsun," dedi Başkan dişlerinin arasından.
"Evet," dedim Tugay'a bakarak. "Sevgili Müvekkil’imin tarafındayım."
"Sevgili Müvekkil’inin solundasın," dedi Tugay tamamlayarak. "Ve hep orada kalacaksın. Her anlamda."
Güldüğümde bulunduğumuz tarafın dışından bir gümbürtü sesi geldi, ardından bir silah sesi, sonrasında ise hızlı adımlar. Bu kez ikimizin de gülüşü bambaşka bir noktaya ulaştığında Başkan etrafına baktı, ardından korumaları silahlarını ağır demir kapıya yöneltti. Kerem, Başkan'ın arkasına geçerek kendini tamamen korumaya alırken gazeteciler kaçışmaya başladı.
"Neler oluyor?" diye sordu Başkan yanındaki adama. "Kimler geldi?"
Ağır demir kapı sertçe açıldığında gri üniformalı adamlar alana doluşmaya başladı. Javier'in çıktığını gördüm, onun arkasından Marco'nun. Kaşlarımı kaldırdığımda Marco elindeki mandalinayı havaya atıp yakaladı, bakışları direkt Başkan'ın olduğu tarafa yöneldi. "Alındım," dedi alaylı bir sesle. "Bizi de mi kandırdın Başkan bu idam konusunda?"
Başkan rahatlama ile korku arasında bir nefes verdi. "Sizi kim çağırdı?" diye sordu.
"Ben çağırdım," dedi Marco ciddiyetsiz bir sesle. Gözleri Başkan'dan yerde kanlar içinde yatan Başkan Yardımcısı'na kaydı. "Görüyorum ki bir adamla yüz kişi bile baş edemiyorsunuz… Bilirsiniz, benim de görevim sizi korumak." Parmaklarıyla sakince mandalinasını soyarken gözleri Kerem'in olduğu tarafa kaydı. "Sen ölmedin mi?" diye sordu. Ölüm Timi'nin adamları gülmeye başladığında Javier bir partideymişiz gibi bana bakıp elini salladı, ardından arkamdaki babamı gördüğünde duraksayıp elini indirdi.
Ölüm Timi'nin arkasından Başkan'ın kendi askerleri girdiğinde bulunduğumuz alan az önceden bile daha kalabalık bir hal aldı. "Marco," dedi Başkan. Sesindeki öfke sanki kendineydi. "Çağırılmadan gelmemen gerekiyor."
"Bana emir veremezsin," dedi Marco mandalinadan bir parça alıp ağzına atarken. "Ben parayla çalışırım, bunu biliyorsun. Senin kim olduğun da umurumda olmaz. Bana seni korumak için para verdin, ben de bir zarar görme diye seni korumaya geldim." Bakışları sadece birkaç saniye bana ve Tugay'a kaydı. Başkan’ı korumaktan ziyade bizim için geldiğini düşündüren bakışlarındaki ima mıydı? "Halkın seni merak ediyor," diyen Marco yüzünü buruşturdu. "Yani seni seven kısım, diğer kısım ölmeni diliyor." Bir parça daha mandalina attı ağzına. "Hemen açıklama yapmazsan ülke daha fazla karışacak, buradan çıkmamız gerekiyor."
Kimse gerçekten Ölüm Timi'nin umurunda değil gibiydi. Bir tarafları yoktu fakat bulundukları konum, BL örgütü gibi Krallık'ı bile susturacak kadar büyüktü. Bu yüzden herkes onlardan korkuyor, gittikleri her yerde izlerini bırakıyorlardı.
Başkan o kadar çaresizdi ki Ölüm Timi'nden yardım istemişti fakat tam şu an nasıl bir belaya bulaştığını daha iyi anlıyordu. Bakışları bize döndü, çok kısa bir an baktı. "Onları da alın," dedi.
"Onları?" dedi Marco bana bakarak. "Avukatı almamızın nedeni nedir? Bize anayasayı mı öğretecek?"
Başkan onun ciddiyetsizliği karşısında dişlerini sıktı. "İkisini de alın," dedi sert bir sesle. "Hücreye kapatılacaklar. Adnan Atalar'ın otopsi raporu çıkana kadar Avukat Eftalya Atalar da bir hücrede tutulacak."
Marco'nun bakışları bana kaydı, sonra Tugay'la göz göze geldi. Daima kafasına göre hareket ederdi ama şu an kafasına göre hareket edemeyeceği noktada olduğunun farkındaydı. "İşte bunu beklemiyordum," dedi durağan bir sesle. "Otopsi raporuyla avukatın nasıl bir ilişkisi olabilir?"
Elbette anlamıştı, herkes kameralar karşısında izlemişti babamın asılarak değil, âdeta kendi isteğiyle, intihar ederek öldüğünü. "Marco," dedi Başkan öne doğru bir adım atarak. "İkisini de Ada Hapishanesindeki en karanlık hücreye yerleştir, ağızlıklarını tak, kelepçelerini bağla." Çenesiyle bizi işaret etti ve birkaç adım daha attı. "Su ve kuru ekmek dışında hiçbir şey verilmeyecek." Bakışları bir kez daha Marco'ya döndü, sonra ise kendi askerlerinden bir tanesine baş hareketi yaptı. "Marco'ya eşlik et."
Hücreden o an korkmuyordum ama sonsuza kadar hücrede kalırsam nasıl yaşayacağımı bilmiyordum. Yutkundum. Tugay, Marco'yu izliyordu, o benim kadar tedirgin değildi. Marco'ya mı güveniyordu yoksa başka planları mı vardı, bilemiyordum.
Marco hiçbir cevap vermeden mandalinasının son lokmasını yedi ve yutkunurken, "Javier," dedi. "Bana yardım et de şu belalı ikiliyi hücreye tıkalım."
Hemen yanına Başkan'ın askeri geçtiğinde üzerimize doğru dört adam yürümeye başladı, arkamızdaki adamlar ise bizi ayağa kaldırdı. Sonunda alnımdaki namlu indiğinde ve Tugay'a da aynısını yaptıklarında Marco ellerini üniformasına silerek kemerindeki kelepçeyi çıkarmak için hamle yaptı fakat Başkan'ın askeri ondan önce davranarak bileklerimi önümde kelepçeledi. Sonrasında ise tıpkı Tugay gibi ayak bileklerime de zincir taktılar. Kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Gitgide yükselen bir kahkahaydı, delirdiğimi düşünebilirlerdi. Sanırım gerçekten delirmiştim. Mahkûm gibiydim, babam az önce gözlerimin önünde ölmemiş gibi beni bir de hücreye kapatacaklardı.
Tugay'ın ellerini de önünde kelepçelediklerinde bana baktığını biliyordum ama ben sadece gülüyordum. Gülerken gözlerimden yaşlar aktığını çok sonradan fark ettim. Dört duvar, hücre, babamın cansız bedeni, yargılanmak... Hayır, bu bir kâbustu. Kâbus olmalıydı. "Avukat," dedi Tugay yan tarafımdan. "Halledeceğim, söz veriyorum, toparla kendini. Şu an yapmamız gereken tek şey sessiz kalmak." Başımı iki yana sallayarak gülmeye devam ettim. "Korkma," dedi. "O kadar da kötü bir yer değil. Alışığım ben, sen alışmazsın ama, alıştırmam seni."
Alandan ilk çıkan gazeteciler oldu, ardından Başkan bizim geçmemiz için bekledi. Bileklerime bakıp gülerken birkaç adım attım, ayaklarımdaki zincir yüksek sesler çıkardı. Hemen yanımda Tugay yürüyordu. Arkamda Javier, önümde Başkan'ın askeri vardı. Marco, Tugay'ın yanındaydı. Defalarca avukat olarak geldiğim Ada Hapishanesinin koridoruna bir mahkûm gibi çıktığımda boş koridordaki kahkahalarımın susturan, o koridordaki mahkûmların dizlerinin üzerine çökmüş görüntüleriydi. Bazıları başından vurularak öldürülmüştü. Öldürülen bir çocuk da vardı, vücudum buz kestiğinde yürümekte zorlandım ve arkamızdaki ağır demir kapı kapanmadan önce omzumun üzerinden son kez babama baktım. Orada değildi, artık ölü bir bedenden ibaretti ama ruhu hâlâ yanımdaydı, hissedebiliyordum.
Koridorda yürürken arkamızdan bize eşlik eden Başkan'ın ve adamlarının sesini duyabiliyordum. "Hangi hücreye götüreceğiz?" diye sordu Başkan'ın askeri.
Tugay o an Marco'ya, "Dördüncü hücre," dedi kısık bir sesle. Bunu sadece ben duydum. "Orası daha az soğuk, avukatın bünyesi diğer hücreleri kaldıramaz."
"Bütün hücreleri ezbere mi biliyorsun TDÇ?" dedi Marco kederli bir sesle.
"Hangisinin daha konforlu olacağını bilecek kadar," diye yanıt verdi. Marco gülümsedi, keyiften uzaktı. Tugay kaşlarını kaldırdı, birbirlerine bakışlarında tanımlayamadığım bir duygu vardı.
"İkinci hücre," dedi Kerem arkamızdan. Tugay burnundan bir nefes verdi. "Tugay Demir Çeviker'in kolu o hücrede kesilmişti."
Marco gözlerini devirdiğinde, "Ölüye bak, konuşuyor," diye alaya aldı. "Mandalina ister misin Küçük Adam? Hararetini ve öfkeni alır, rahatlarsın biraz."
Arkamdaki Javier güldüğünde Başkan, "İkinci hücre," diye onayladı Kerem'i. "Oraya götürün."
"Aynı hücreye koyulmasınlar efendim," dedi Kerem.
"Aksine," dedi Başkan. "Aynı hücreyi koyulsunlar. Koyulsunlar ki uğradıkları işkencelere şahit olsunlar." Gözlerim kocaman açıldığında omzumun üzerinden Başkan'a baktım fakat önümdeki asker kolumu çekiştirdi. Başkan, Marco'ya gülümsedi. "İşkenceleri sen uygulayacaksın Marco, derdin beni korumaksa bu en güzel koruma olacaktır.”
Marco duraksadı, göz ucuyla Tugay’a baktı, ardından sadece başıyla onayladı. Sonrası hayatımda bir daha yaşamak istemeyeceğim kadar yıpratıcı fakat bir o kadar da mucizevi dakikalardı.
Hücrede ikinci saat...
Soğuktu. Çok soğuktu. Tahmin bile edilmeyecek, aklın bile almayacağı kadar soğuktu. Ellerimi ve ayaklarımı hissedemiyordum. Rutubet kokuyordu, havasızdı, fare sesleri vardı, tavan akıyordu ve belirli bir alanda su birikiyordu. Karanlıktı. Tek ışık bizi izledikleri camın hemen yanındaki demir kapının boşluklarından sızan floresan ışıklarıydı. Duvarlarda kan lekeleri vardı. Bu odayı tanıyordum, Tugay'ın kolunu bu odanın ortasında kesmişlerdi. Kestikleri an video son bulmuştu. Bağırdığında bu duvarda sesi yankılanmıştı. Kan vardı. Yerde kurumuş kanlar vardı.
Tugay'la bir hücredeydik fakat hücreye girdiğimiz an Başkan'ın askerleri onu bir iğneyle bayıltmıştı. O iğnede ne vardı bilmiyordum, bunu sık sık mı yapıyorlardı, bunu da bilmiyordum ama içimden saniyeleri saymayı on binlere ulaştığımda bırakmıştım, bu yüzden onun kaç dakikadır baygın olduğunu bilmiyordum.
İkimize de ağızlık takılmıştı, ayaklarımızdaki zincirler hücredeki demirlere bağlanmıştı. Ben sol tarafındaydım, aramızda bir kol boyu mesafe vardı, uzansam ona dokunabilirdim ama bileklerimdeki kelepçeler canımı o kadar yakıyordu ki kaldıracak halim bile yoktu. Ağızlık şimdiden çenemi kesmeye başlamıştı. İnsan böyle nasıl yaşardı? Durmadan bunlara maruz kalarak nasıl yaşamaya devam edebilirdi? Babam buna nasıl katlanmıştı? Tugay buna nasıl katlanıyordu?
Söylenemezdim, ağlayamazdım, tepki veremezdim. Nefes alıp almadığına baktım, nefes seslerini işitmeye çalıştım fakat o soğuğun ortasında ensemden soğuk soğuk terler dökülmeye başladı çünkü boğulduğumu hissediyordum. Sakin kal Eftalya, diyordum kendime. Çünkü kriz geçirirsem şu an kazandığım bütün gücüm ellerimden kayıp giderdi. Ama sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Bir şarkı mırıldanmak istedim, sesim yankı yapınca ürkütücü bir hal aldı. Güldüm, kendimden korktum, ağlamak istedim ama artık gözyaşlarım kurumuştu.
Uykuya direndim, uyursam donarak ölürüm diye, sonra bakışlarımı yeniden hemen yanımdaki Tugay'a çevirdim. Başı duvara yaslı, gözleri kapalı, bileklerinde kelepçelerin kesik izleri, nefesleri sık. Arada sırada titriyor ama uyanamıyordu.
Kapı açıldı, Marco'yu görmek istedim ama Başkan'ın askeri içeriye girdi. Elinde bir tepsi tutuyordu, yiyecek sandım ama yere koyduğunda şırıngayı gördüm. Tugay'a vuracak sanarken bir an bile şüphe etmeden iğneyi bana sapladı. Acı çekmeme bile fırsat tanımadan şırıngadaki ilacı boşalttı ve beni de bayılttılar.
İzleyicilerimizin olduğu camın arkasından gülme sesleri geliyordu. İnsan değildik onlar için, bir hayvan bile değildik. Biz o an hiçbir şeydik ve biliyordum, tıpkı o iki dakika on yedi saniye süren kamera kaydında olduğu gibi yine kayıt altındaydık.
Hücrede altıncı saat...
Uykuya direnerek gözlerimi açmak istedim fakat faydasızdı. Sadece konuşmalar vardı, bir su sesi, boğulma, gülüşmeler, ardından boğuk bir nefes. Kâbus olabileceğini düşündüm ta ki yerdeki elime kadar o sular çarpana kadar.
Tugay'ı boğuyorlardı. Kahkaha sesleri yine camın ardındaydı. Gözlerimi açamadım fakat kusma isteğiyle öne doğru eğildiğimde bomboş midemle sadece boğazımı acıttım. Sonrasında ise yine bayıldım. Bunu hissetmiştim çünkü başım sert bir zemine çarptı.
Hücrede on ikinci saat...
Ağızlığım açıldığında gözlerim de titreyerek aralandı. Biri ensemden tuttu, bulanık bakışlarıma rağmen kendimi korumak isteyerek geriye doğru kaçmaya çalıştım ama tanıdık bir ses ve dudaklarımın arasında bir sıvı hissettiğimde bu kişinin Marco olduğunu anladım. Bana su içiriyordu. Rüya olmadığına emindim çünkü gözlerim netleştiğinde Marco’nun bakışları Tugay'a döndü. Suyu ona uzattı. Büyük ihtimalle Tugay reddettiğinde suyun devamını da bana verdi.
"Saat gece dört buçuk," dedi Marco fısıldayarak. Sesi çok uzaktan geliyordu. "Herkes uyudu. Kameraların ayarlarını bozacağım ve ağızlıklarınızı çıkaracağım." Bize yardım ediyordu. "Fakat bunun karşılığında sana sağlam iki üç yumruk vurmam gerekiyor TDÇ, işkence tadında." Marco güldü, umursamaz değildi ama yine de gülebiliyordu. "Sol tarafına mı istersin yoksa sağ tarafına mı?"
Gözlerimi yorgunlukla kapatmak zorunda kaldım. Son duyduğum şey Marco’nun, "Elbette sağ," demesiydi. "Sol tarafından daha ne kadar darbe alabilirsin ki?"
Hücrede on dördüncü saat...
Öksürmeye başladığımda başım öne doğru gitti ve ellerim zorlukla yere tutundu. Yanımda hareketlenme olduğunda, "Avukat," diyen Tugay'ın sesini işittim. Rüya olabileceğini düşündüm çünkü uzun zamandır onun sesini işitemiyordum. Bakışlarımı yerden ayırdığımda yavaşça ona baktım ve ağızlığının olmadığını gördüm. Bir kez daha öksürdüm, midem bulanıyordu. Tugay karşısındaki pencereye baktı, ardından köşedeki kameraya. Az önceki konuşmalar gerçekti, Marco bize yardım etmişti.
"Tugay," dedim boğuk bir sesle. Duvara sürtünerek doğrulmaya çalıştığımda bacaklarımı artık hissetmiyor gibiydim. "Burası çok kötü, burası cehennem." Burnumu çektiğimde bakışlarımı ona çevirdim. O da benim gibi sırtını duvara yaslamıştı, elleri kucağındaydı, bacaklarını öne doğru uzatmıştı, bakışları benim üzerimdeydi. Kapıdan vuran ışık yüzünün yarısını aydınlatıyordu fakat kabullenilemez bir şekilde yine gülümsedi. Sanki bana hep gülümseme sözü vermişti.
"Öyle," dedi. "Öyleydi," diye düzeltti. "Sen olunca o kadar da kötü gelmiyor."
Başımı iki yana salladığımda bir kez daha öksürdüm ve bakışlarımı pencereye çevirdim. "Verilen ilaçta ne var?" diye sordum.
"Bugün verileni bilmiyorum," diye net bir yanıt verdi.
"Peki bize ne yapacaklar?"
"Otopsi sonucuna kadar burada tutacaklar." Öyle sakindi ki alışık olduğu her halinden belliydi.
Köşedeki kameraya baktım, ardından bir kez daha pencereye döndüm. Marco’ya güvenmeyi seçtim, bu hata mıydı yoksa kazanç mıydı, zaman gösterecekti fakat fısıldayarak Tugay’a, “Otopsi raporunda her şey ortaya çıkacak,” diye mırıldandım korkuyla. “Zehir anlaşılacak.” Başımı iki yana salladım. “Tugay,” dedim dişlerimin arasından. “Benden başka kimseden şüphelenmezler, buraya kilitleyecekler beni de.”
Artık o kadar da soğuk değilmiş gibi geliyordu ya da vücudum o soğuğa alışmıştı. Tugay yüzüme bakmaya devam etti, gülümsemesi soldu ama gözleri gözlerimden ayrılmadı. "Çok korkunç. Kelepçeler bileklerimi acıtıyor, ağızlıkla insan gibi hissetmiyorum, duvarlar üzerime geliyor." Korkuyla başımı iki yana salladım. "Katlanılmaz bir yer burası, dayanamam, kaldıramam. Mahkûm olmak istemiyorum. Bu beni mahveder."
Tugay gözlerini bir an bile kırpmadı. Bakışları bileklerime kaydığında derin bir nefes verdi. O nefeste sanki burada geçirdiği seneler vardı. En kötüsünü yaşadığımı düşünürken çok daha kötüsüyle yüzleşiyordum, bir üstü olmaz dedikçe daha üstüyle sınanıyordum. "Zamanla alışıyorsun," dedi, sesinde keder vardı. "Hep aynı noktaya kırbaç yediğinde bir süreden sonra oradaki hücreler ölüyor, ilk kelepçelendiğinde bileklerin yanıyor ama sonra demir bile bileklerinde yer ediniyor. Çok soğuk ama vücudun bir süreden sonra buraya ayak uyduruyor, hatta öyle ki başta çok hasta olsan bile sonradan hasta olamıyorsun. Rutubeti sevmeye başlıyorsun çünkü bazı zamanlar sana gökyüzünün haberini veriyor." Omuzlarını silkti. "Ama merak etme, benim alıştıklarıma alışmayacaksın, bunun önüne geçeceğim."
"Nasıl?" diye sordum tedirginlikle. "Şu an dışarıda neler oluyor bilmiyorum, gökyüzü ne durumda bilmiyorum. Işık yok, çok karanlık." Dizlerimi karnıma doğru çekerken bileklerime baktım. "İnsan burada yaşayamaz. Sen bir de gülümsüyorsun."
"Ben bir de gülümsemiyorum," dedi sırtını daha fazla duvara yaslayarak. "Ben sana gülümsüyorum, ikisi arasında fark var."
Bakışlarımı ona çevirdiğimde buranın korkunç olduğu kadar insana sabır kattığını da fark ettim fakat baskın duvarların, karanlığın, ışıksızlığın verdiği her etki kalbimin hızlı bir şekilde atmasına neden oluyordu. Çıtkırıldım değildim ama burası cehennemken sakin kalmakta zorlanıyordum. "Nasıl gülümsüyorsun?" diye sordum. "Ya da nasıl dışarıda bir savaş yokmuş gibi davranabiliyorsun? Şu an burada..."
"Sevgili Avukat," dedi sözümü keserek. "Aylarını bu hücrede geçirdiğini düşün, burada değilken başka bir hapishanede. Her an bıçaklanma korkusuyla yaşadığını, durmadan işkencelere, hakaretlere maruz kaldığını düşün. Bu kadar da değil, güneşi görmediğini, yağmuru hissetmediğini." Kaşlarını kaldırdı imalı imalı. "Uyku uyuyamadığını, uyusan bile kâbus gördüğünü. Yetmezmiş gibi sol kolunu kaybettiğini, bazı günler yeniymiş gibi o kolun sızladığını, sırtında açık yaralar varken mikrop kaptığını, bazen haberin bile yokken bayıldığını, gözlerini açtığında belki de canını zar zor kurtardıklarını." Anlatırken kalbimin atışları hızlanmaya devam etti fakat bu kez acıyla atıyordu. "Kime dönüşürsün?"
"Ben," dedim yutkunarak. "Ben senin gibi gülümseyemezdim."
Tugay bir tepkiymiş gibi gülümsedi bana. "Çünkü senin Sevgili Avukat’ın yok," dedi yarı alaylı yarı ciddi.
Beni sakinleştirmeye çalışıyordu, geçirdiğim ya da geçireceğim atağın farkındaydı. Belki de uyurken bir kriz geçirmiştim bilmiyordum ama öylesine sakindi ki bu bulaşıcıydı.
"Dalga geçme benimle," diye çıkıştım. "Bütün bunların ortasında umutlu kalmak, gülümseyebilmek çok zor. Hatta aklının başında olması bile..."
"Aklımın başında olduğunu kim söyledi sana?" diye sordu. "Ya ölürsün ya yaşarsın derler mahkûmlara. Ortası yok. Yaşadım çünkü umudum vardı, umudu da ben yarattım." Çenesiyle beni işaret etti. "Bütün bunların ortasında inandığım biri vardı, o sendin. Ölmediysem umuttandı, güneşi gösterecek olmandandı." Başını omzuna doğru yatırdı. "Bütün bu cehennemin ortasında yaşadıklarım yerine sana gülümsemeyi tercih ediyorum çünkü kısıtlı zamanım var. Beş dakika seninle gülümsüyorum, beş dakika seninle dans ediyorum ve yine beş dakika seninle gökyüzü hakkında sohbet edebiliyorum. Bu bana canlı hissettiriyor. Savaş mı çıkmış? Çıksın amına koyayım, ne yapayım. Yirmi üç saat elli beş dakika bunu düşünüyorum zaten. Senin yanında düşünmeden de durabilirim." Gözlerimi kıstığımda, "Tüh," dedi alayla. "Küfrettim, gördün mü?"
Kendimi tutamayarak güldü. Bu gerçekten tuhaftı ama o hücrede beni güldürebilecek bir ortam yakalamıştı. "Şimdi gerçekten burada, belki saatler sonra beni mahkûm etmeyeceklermiş gibi flört mü edeceksin benimle? Aklımı dağıtmaya çalışıyorsun değil mi?"
"Flört etmek mi?" dedi alayla. "Ben seninle flört mü ediyorum?"
"E yani," dedim afallayarak. "Yani şey, biraz şeysin. Cümlelerin filan flört ediyor gibi, şey gibi..."
"Sevgili gibi mi?" diye sordu.
Gözlerim kocaman açıldı. "O kadar da ileri değil."
Güldü, aynı şekilde karşılık verdim. "Aslında," dedi başını sallayarak. "Şimdi burada saatler sonrasını düşünmeden seninle birçok şeyi yapabilirim," dedi. "Çünkü hiç bu kadar uzun zamanımız olmamıştı." Delirmiş gibi ona baktığımda bir fare köşeden başka bir köşeye koştu. Sanki nerede olduğumuzu bize hatırlatmak istiyordu. "Nasıl flört edileceğini anlatabilirsin mesela bana."
Duraksadım ve bakışlarımı duvara çevirdim, ardından ona biraz daha yaklaşmaya çalıştım. En azından ayaklarımdaki zincirlerin izin verdiği ölçüde. "Yani," dedim. "Bilmiyorum ki şimdi nasıl anlatsam..."
"Sevgili Avukat," dedi. "Eminim senin uzun uzun cümlelerin vardır bana nasıl flört edildiğini anlatabileceğin."
"Bana çok konuştuğumu mu ima ettin sen?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Öyleyse ben çok konuşmam."
"Asla," dedi katılarak. "Mesela bazen atladığın kısımlar oluyor. İnşa edilecek evinin duvarlarının renginden bahsetmedin, çok büyük eksiklik bu." Kaşlarım çatıldı, gülmeye başladı. O da bana yaklaştığında omzu omzuma dokundu. Bütün bunların ortasında heyecanlanmam o kadar saçmaydı ki delirecektim. "Nasıl flört edileceğini bilmiyorum ben, anlatsana."
"Biliyorsun," dedim. "Çünkü önceden bir sevgilin olmuş, hâlâ da seninle görüşmek istiyor." Tugay gözlerini devirdi, aynısını taklit ettiğimde omzuyla omzumu hafifçe itekledi. "Benden ne öğrenmek istiyorsun şu an?"
Tugay derin bir nefes aldı, ellerini havaya kaldırdı. Eldivenleri yoktu; protez eli ortadaydı. "Sadece anlat istiyorum," dedi kısık bir sesle. "Bahset bir şeylerden. Bir çiçeğin rengini saatlerce anlat mesela. Normalde umurumda bile olmaz ama sen o çiçeğin rengini dünya üzerinde var olmayan bir şekilde anlatsan bile hayal ederim. Öyle anlat bana."
Göz kırptığında bakışlarımı kaçırdım. "Ben çok konuşamam ama öyle..." dedim.
"Elbette," dedi. "Sen hiç çok konuşmazsın."
"Sen de çok konuşmuyorsun aslında," dedim. "Ama cümlelerin çok etkileyici ve bilmiyorum herkesle mi böylesin ama flört ediyorsun benimle. Bakma öyle, flört etmek diyorlar buna. Gülümsüyorsun mesela beni her gördüğünde. Şartlar ya da zaman fark etmiyor, bunu hep yapıyorsun. Mesela az önce kurduğun cümle çok flörtöz bir cümleydi, etkilemek için yapıyorsun değil mi?"
Nefes verdim. "Gözlerimin içine bakıyorsun, ilk günden beri bu böyle. Beni tehditle yanında tuttun ama çiçekler gönderdin. Hangi arada derede o tehdidi unuttuğumu bilmiyorum bile. Herkese mi böylesin? Yani bazen bütün bunların dışında tanışsak bana aynı şekilde mi davranırdın yoksa görünmez mi olurdum, diye düşünüyorum çünkü belli bir yaşıma kadar hep görünmezdim. Çocukken pek arkadaşım yoktu, üniversitede sayılıydı, lisede sevilmezdim. Bunları anlatmış olabilir miyim sana? Sanmıyorum. Ama her neyse. Küçükken kiloluydum, annem hep saçma sapan giydirirdi ama biliyor musun, pembe rugan ayakkabılarım vardı, harçlıklarımı biriktirip almıştım, hiç çıkarmazdım ayaklarımdan. Onlar hâlâ duruyor, çok seviyorum." Gülümsedim.
"Ben flört etmeyi hiç bilmiyorum çünkü hayatıma pek adam dahil olmadı, ya ben istemedim ya da onlar istemedi. Onlara göre sıkıcı olabilirim, hangi açıdan bakıyorlardı bilmiyordum ama..." Bakışlarıma ona döndü. "Senin mesela sevgilin olmuş. Sevdin mi onu? Flört etmeyi biliyorsun, ona da mı böyle cümleler kuruyordun? Sana âşık olması normal, etkileyici bir adamsın bence. Yakışıklısın da. O kişi yakışıklılığın için mi yanındaydı acaba?" Dudaklarımı büktüm. "Aşk bu değil ama bence aşk bitmez. Âşık oldun mu ona?" Yeniden ona baktım ve sırıttığını gördüm. "Ne gülüyorsun?" Ve sonrasında bir şeyler dank etti kafama, boğuk bir nefes verdim. "Ben neler söyledim?"
Tugay gülmeye başladığında gözleri kısıldı, dudağının kenarında minik bir gamze oluştu. Kısık kahkahası hücreyi doldurduğunda utançla olduğum yere sindim. "Söylediklerinin hepsini aklımda tutmak için bin kez içimde tekrar etmem gerekecek şimdi," dedi gülüşünün arasında. "Bana yirmi üç saat elli beş dakikada uğraşacak bir şeyler verdin Sevgili Avukat."
"Of," dedim başımı önüme eğip bileklerime bakarak. Demir artık o kadar da canımı acıtmıyor gibiydi ya da aklımı dağıtmıştı çünkü kalp atışlarım da durağanlaşmıştı. "Çok saçmaladım değil mi?"
"Hayır," dedi Tugay direkt. "Hayatımda duyduğum en mantıklı cümlelerdi."
"Beni hep köşeye sıkıştırıyorsun ama dur orada," diyerek bakışlarımı ona çevirdim. "Sıra sana geldi."
"Teslim oluyorum," dedi ellerini kaldırarak. "Mahkûmunum, istediğini yapabilirsin bana."
Gözlerimi kıstım ardından boğazımı temizleyerek "Neden ben?" diye sordum bir anda.
"Hımm," dedi Tugay alayla. "İşte bu soru çok klişeydi."
"Ciddiyim," dedim net bir sesle. "Zamanla her şeyi hatırlıyorum Tugay."
Yüzündeki gülümseme yavaşça durağanlaştı, bakışlarına bambaşka bir ifade oturdu. "Ne gibi?" diye sordu.
"Beni tanıyorsun," dedim başımı sallayarak. "Ne zamandan beri?"
Kısa bir an duraksadı. "Çok uzun zamandır," diye mırıldandı.
"Ne kadar uzun zamandır?"
Tugay güldü. "Pembe rugan ayakkabılarını bilecek kadar uzun zamandır desem?"
Gözlerimi devirdim. "Benimle dalga geçmekten vazgeç derdim," diyerek yüzümü buruşturdum. Tugay yine gülümsedi fakat cevap vermedi. "Bir hafıza kaybı yaşamadım, hayatımın bütün zamanlarını biliyorum. O zamanlardan tanışıyor olsaydık seni hatırlardım."
"Tanıştığımızı söylemedim," dedi başını sallayarak. "Tanıyorum dedim." Hızlı bir şekilde devam etti. "Hem hafıza kaybına gerek yok, çocukluğumuzdan büyüklüğümüze kadar hayatımıza birçok insan dahil olur. Bazıları aklımızda yer edinir, bazıları silinip gider."
Gözlerimi kıstım. "Silinip gittiğini düşünmüyorum." Tugay omuz silkti. "O mendili verdiğin ilk kişi bendim Tugay," dedim. "Ve sonra bana bıraktığın notları da hatırladım, özellikle kendi ellerinle yazıp bıraktığın notlardı onlar. Bir başkası için direnişi simgelerdi ama bizim açımızdan kişiseldi. Anlayabiliyorum, görebiliyorum artık. Seneler önce beni seçtin BL örgütü için. Neden?"
Yine dalgaya alarak, "Belki de süper kahraman olmanı istemişimdir," dedi.
Derin bir nefes verip, "Süper kahramanlar yoktur," diye çıkıştım. "Ve beni manipüle ediyorsun şu an."
"Sevgili Avukat," dedi kısık bir sesle. "Beni köşeye sıkıştırıyorsun şu an ama hayır, süper kahramanlar da biz istersek vardır."
"Sıkış," dedim baskın bir sesle. "Çünkü madem şu anı değerlendireceğiz, seni köşeye sıkıştıracağım."
Tugay'ın dudakları kavislendi. "Sanırım hücrede olduğumuzu unuttun," diye mırıldandı.
"Başlatma hücrene," dedim sert bir sesle. "Değiştirme lafı." Tugay yine güldü. "Nida beni tanıyor," dediğimde gülüşü silikleşti. "Onun da benim gibi lekeleri var, prenses olduğumuzu söylemişsin. Öyle bir masal anlatmışsın ki küçücük çocuğa lekelerini sevdirmişsin." Tugay gözlerimin içine baktı. "Küçük kız kardeşin bile beni tanıyor. Neden ben?" Üzerine bastırdım kelimelerin. "Neden?" diye sordum tekrar. "Bana bir cevap borçlusun bütün bu yaşadıklarım için."
Gözleri yüzümde gezindi, saçlarımda, boynumun açıkta kalan o kısmında, lekelerimin bir kısmı kapalıydı ama sanki yine de görüyordu. "Vardır bir nedeni," dedi her zaman dile getirdiği gibi. "Öyle bir nedendir ki senden başka bir çarem yoktur Sevgili Avukat. Tek yolum, tek çarem, tek umudum, tek özgürlüğüm sensindir." Elini kaldırdı, parmakları zorlukla çeneme uzandığında başparmağı çenemi okşadı. Her ne düşünüyorsa şefkatle gülümsedi. "Vardır bir izi," dedi. "Öyle bir izdir ki geçmemiştir hiç. Vardır bir lekesi, uğruna savaş çıkarılır. Vardır bir hayali, kâbusların ortasında rüyalar gördürür. Vardır bir tutsaklığı…" dediğinde eli yanağımda dolaştı, bakışları gözlerimdeydi. "Demir parmaklıkların çok daha ötesindedir."
Yutkunduğumda kalbimin bu kez heyecanla attığını işittim. Öyle bir atıyordu ki o da duyacak diye ödüm kopuyordu. Birkaç saniye tanıdım kendime ama hiçbir şey söyleyemeyecek durumdaydım. Yanağımdaki eli aşağıdaki elime uzandı, sol elimi kaldırdı protez eliyle, ardından avcumun içindeki yanık izinden yine öptü. Her öptüğünde iyileştiğimi hissediyordum, her öptüğünde özür diliyormuş gibi geliyordu o sera yangını için.
"Yine," dedim bir kez daha yutkunarak. "Yine aynı şeyi yaptın."
"Ne yaptım?"
"Dikkatimi dağıttın," dedim.
"Ne güzel," dedi Tugay. "Vaktimizi cehennemle değil, güzelliklerle geçiriyoruz işte."
"Ama bir hücredeyiz," dedim gerçekliğe dönerek.
"Ama benim hücremde çiçekler açtırdın sen," diye devam etti.
"Tugay," dedim başımı omzuma doğru yatırarak. "Karanlık, kötü, soğuk."
"Hayır," diye karşı çıktı. "Artık ışıklar var, güneşli ve sıcak."
Gözlerim dolduğunda bir kez daha yaşananların ağırlığı omuzlarıma binmişti. "Bugün o adamı öldürmemeliydin."
"Biliyorum."
"Kurtuluşunu yok ettin."
"Biliyorum."
"Bir planın var mı?"
"Sayılır," diye yanıt verdi.
Bir anda protez elini tuttum. Bulunduğumuz yerden daha soğuktu ama geri çekmedim. "Bir idamı daha kaldıramam," dedim net bir sesle. "Bir daha aynı hislerle yaşayamam. Duydun mu? Kastettiğim sensin."
Tugay gülümsedi fakat bu kez kederliydi. "Yaprak sarması yapacaksan idama razı gelebilirim," dedi kırgın bir sesle.
Kendimi tutamayarak sertçe göğsüne vurduğumda bileğimdeki kelepçeler canımı acıttı. "Sakın bir daha bunu dile getirme çünkü komik değil." Bir kez daha vurduğumda hafifçe inledi ama gülümsemeye devam etti. "Özgür olduğunda, yani kurtulduğunda o yaprak sarmasını yapacağım, şu an değil."
Tugay gözlerini kocaman açtı. "Vay canına," dedi. "Yaşamak ve hemen özgür kalmak için çok büyük bir nedenim daha var. Senin ellerinden yaprak sarması yemek."
"Ve bana kafandaki o planları anlatmak zorundasın," diye uyardım sert bir sesle. "Çünkü ben sadece avukatın değilim, artık değilim." Kaşları havalandı. "O kurduğun örgütün başındayım, yanındayım, solundayım. Bütün kararlar benden de geçecek. Senin için senin karşında bile dururum. Yetmez, herkesin karşında durmasına neden olurum. Bakma öyle, yaparım bunu Tugay Demir Çeviker, bir an bile düşünmem."
"Bir kez daha tekrar eder misin?" diye mırıldandı. "Ben sadece avukatın değilim cümlesinden sonrasını duyamadım da." Kaşlarımı çattığımda güldü. "Bakma öyle, bu anı ne kadar uzun zamandır beklediğimi bilmiyorsun."
"O halde sadakatle duyacağız birbirimize." Bu cümle çok hoşuna gitmişti. "Örgütle alakalı değiştireceğim bir şeyler var," diye mırıldandım. "Öncelikle neden saçlar kesiliyor? Bırak insanlar istediği gibi olsun. Saçları uzunken..."
"Avukat..." dedi Tugay başını omzuna düşürerek. "Orası bir örgüt, bir lunapark değil. Herkes tek tip olmak zorunda. Bazen kadınlar kadın olduğunu bile gizlemeli ve..."
"Hayır," diye ters bir tepki verdim. "Gizlemek zorunda değiller, bunu istemiyorum. Eldivenler, timsah, herkesin aynı siyah kıyafetlerle olması..." Başımı iki yana salladım. "Bunlara uymayacağım. Bir kere siyah değil, beyaz eldivenler takacağım, çiçekli elbiseler giyeceğim, saçlarımı da kestirmeyeceğim. Özgürlük için savaşılıyorsa herkes özgür olmalı."
Kaşları şaşkınlıkla havalanırken devam ettim. "Belirli saatlerde eğitimler olacak ama gördüğüm kadarıyla orası askeriye gibi, insanlar nefes bile alamıyor, normali unutmuşlar. Normal zamanları da olacak. Yasaklar birbirimize zarar vermediğimiz sürece geçerli olmayacak, bırak insanlar duygularını yaşasın." Kaşları çatıldı. "Onlar senden çekiniyor, çekinebilirler ama korkmamalılar çünkü korkuyla yönetiliyoruz şu an. Acımasızlığa yer verilmeyecek, hatalar belirli ölçüde affedilecek."
Dudakları aralandı. "Can önemlidir, herkesi öldüremezsin. Bir ölüm listen var biliyorum, onların dışında keyfi ölümler istemiyorum." Burnundan nefes verdi. "Krallık'tan çalınan mallar ve paraların bir kısmına ben bakacağım, yürütme işi bende olacak."
"Avukat," dedi bocalayarak. "Bütün bunlar..." Afallamıştı. "Yani sen biraz fazla duygusal bakıyorsun," diye devam etti. "Ama örgütte duygulara yer yoktur, bu en katı kuralım."
Kısa bir sessizlik oldu. "Duygulara yer yok mu sahiden?" diye sordum. "Sevgiye, merhamete, aşka. İnsan hissetmeden yaşayamaz Tugay, kalbimiz var. Kuralları yıkmaya çalışırken insanları başka kurallarla boğma."
Bu kez sessizliği çok daha uzun sürdü. En sonunda, "Kendime bile kural koyamıyorum ki," dedi ağzının içinde.
"Ne?"
“Diyorum ki," dedi başını sallayarak. "Üşenmesen köşkü boyatacaksın rengârenk."
"Boyatırım," dedim ciddiyetle fakat şaka yapıyordum. Yüzüme baktı anlayabilmek için, kaşlarımı kaldırdım. Bam telini bulduğumu, bütün bunların ardından bir tepki verebileceğini düşündüm fakat en sonunda yine güldü.
"Bahçesine çiçekler ekmeyi unutma o halde," dedi. "Çünkü sana her şey serbest."
Gözlerim kocaman açıldı. "Sadece şakaydı," dedim. "O kadar da değil. Zaten sen özgür olana kadar birbirimizden habersiz nefes bile almayacağız, her şeyden haberimiz olacak. Sen özgür kaldıktan sonra artık o örgütün başında olmama gerek kalmayacak."
"Bu da ne demek?" diye sordu kaşlarını çatarak.
"Özgür olduktan sonra artık ortak bir noktamız kalmayacak gibi görünüyor. Ne de olsa o örgüt sana ait ve..."
"Ne demek ortak noktamız kalmayacak?" diye sordu. "Bahçe yaparsan ben o bahçeye nasıl bakacağım?" Gülmeye başladığımda, "Ciddiyim," dedi. "Her neyse, bu kısımları düşündüm ben, sen hiç düşünme."
"Ne?"
Omuzlarını silkti. "Acaba dışarıda hava nasıldır?"
"Ne demek istedin?"
"Kar yağınca sular daha fazla birikiyor genelde," dedi yerdeki birikintiye bakarak. Ardından gözlerini kocaman açtı. "Sana çok önemli bir şey sormam gerekiyor, uzun zamandır aklımda."
Merakla, "Sor," dedim.
"Yüzmeyi seviyor musun?" diye sordu. "Geçen gün aklıma geldi."
Duraksadım, ardından sırıttım. "Bu nasıl aklına geldi?"
O da gülümsedi. "Öyle, hiç ummadığım bir anda aklıma geldi, bir kâbus gibiydi," dedi geçiştirerek. "Söylesene, seviyor musun?"
Hevesle başımı salladım. "Evet," dedim. "Denizi çok severim, açılmayı, ayaklarımın yere değmediği noktayı, dalmayı, hatta balıkları bile. Huzurlu hissettiriyor. Sen?"
"Çok severim," diyerek beni onayladı. Ardından bana baktı, derin bir nefes aldı, çok kısa bir an düşündü ve her ne düşündüyse "Başka zaman olmayabilir," diye mırıldandı. Sonra hızla kollarını başımın tepesinden geçirip kendini ve beni zorlayarak kucağına çekti. Vücudumun bir kısmı göğüskafesine yaslanırken, başım boynuna sokuldu. Bacaklarını öne uzattı, muhtemelen bileklerinı acıtmıştı çünkü benimkiler de acıyordu ama umursamadım, o da umursamadı.
"Ne yapıyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla. Kolları daha sıkı dolandı, sağ elinin sıcaklığını belimde hissediyordum, tıpkı protezinin soğuğunu hissettiğim gibi. Parmak uçları, saçlarımın ucunda gezindi. "Tugay," dedim. "Hücredeyiz, izlenebiliriz, ne yapıyorsun?"
"İmkânsızlıklar imkân dahilinde," dedi günler önce dile getirdiklerimizi yineleyerek. "Kapat gözlerini, seni hücreden uzaklaştıracağım." Çenesi başımın tepesine dokundu, daha fazla sarmak isteyerek çekiştirdi ayak bileklerini ve kendini zorladı. Kalbinin atışı kulaklarıma dolarken kollarının arasında ufacık kalmıştım. Öyle sıkı sarılmıştı ki kollarının arasındayken bana hiçbir şey olmazmış gibi hissetmiştim.
"Tugay," dedim. Karnına denk gelen ellerim yukarıya tırmanırken Tugay kasıldı. Ardından parmaklarımın ucuna kalbinin atışları dokundu. "Hücredeyiz," diye fısıldadım. "Hücredeyiz ve sen bana sarılıyorsun."
"Hayır, deniz kenarındayız," dedi delirmiş gibi. "Kapat gözlerini ve yanıma gel."
Ne söylersem söyleyeyim ona karşı gelemeyecektim çünkü Tugay o an ne hissederse onu yaşamak istiyordu. Birkaç derin nefes aldım, ardından ben de gözlerimi kapattım ve anında babamın yüzünü gördüm. Gözleri kapalıydı, kanlar içindeydi, ayakları morarmıştı. Onu yakacaklardı. Peki ya şimdi ne oluyordu? Zehir ortaya çıkarsa yargılanacaktım. Titrediğimde Tugay'ın protez eli hafifçe sırtımda dolaştı.
"En çok kırmızı şarabı seviyorsun. Bak orada, denizin kenarında bir şarap şişesi, iki de kadeh var," dedi beni düşüncelerimden uzaklaştırarak. "Üzerinde çiçekli elbise, saçların nemli, yüzünde gülümseme. Savaş bitmiş, mutlusun, hava..."
"Aydınlanmak üzere," diye atladım. "Sabah buz gibi denize girmişim."
"Üşümemişsin ama."
"Üşümemişim," dedim. "Çünkü güneş ısıtıyor ve sen varsın."
Gülümsediğini hissettim. "Flört ettin şu an benimle Sevgili Avukat."
"Öğreniyorum senden bir şeyler."
"Ben de öğreniyorum," dedi. "Senden. Her şeyi." Nefes verdi.
Sırıttım. "Yaşlanmışsın," dedim alayla.
"Ne kadar yaşlanmışım?"
"Yetmişindesin."
"Özgür olayım derken ölmeyi unutmuşum," dediğinde kahkaha attım. "Hayır, küçült beni yoksa ben de hayallerimle oynarım."
"Yoksa sen de beni yetmişimde mi hayal edeceksin?"
"Hayır," dedi ve beni daha sıkı sardı. Neredeyse kucağındaydım. "Daha fazla dayanamayarak öpeceğim seni."
Kalbim hızlandı. "Sınır bilmez, ukala, hadsiz, terbiyesiz bir cümleydi bu."
"Sevgili Avukat, daha önce sınırları siktiğimi söylemiş miydim?"
"Evet, küfrettiğin için üzülerek üstelik."
"O halde iki katı daha sikeyim sınırları, iki katı daha küfrettiğim için üzüleyim çünkü bu gerçekleşecek." Yutkundum. Bütün bu yaşananlara rağmen kalbimin hâlâ nasıl böyle atabildiğine ve nasıl hâlâ alevlenebildiğine anlam veremiyordum fakat hayalimde, orada, Tugay sandalyede oturuyordu. Üzerinde beyaz keten bir gömlek vardı, saçları dağınıktı, gülümsüyordu ve elinde bir şarap bardağını tutarak beni izliyordu. Hayır, ayağa kalkıyordu, belime sarılıyordu, beni kendine çekiyordu. Lekelerim her yerdeydi, gözlerimdeydi, burnumdaydı, yanağımdaydı ve o öpüyordu. Hem de iğrenmeden.
"Tugay," dedim kısık bir sesle. "Bu bir özgürlük hayaliydi değil mi?" Hayır Eftalya, bu senin avukatı olduğun müvekkilinle hayalin. Bu senin heyecanın. Değiştir bu hayali, sınırları asıl sen aşıyorsun.
"Evet," dedi. "Neden sordun?"
"Hiç," dedim daha derinlere gömülürken. "Hiç. Öylesine sordum." Ve sanki o hücrede değildim, o koku yoktu, o soğukluk yoktu, o farelerin sesleri, o su birikintisi. Hiçbiri yoktu.
Kendimi hiç olmayacak yerde ama yine Tugay'ın yanında bambaşka bir dünyada gibi hissettim. Bir avukat değildim, o da Suç Kralı değildi. Ellerinde kan yoktu, savaş da direniş de. Biz sanki bütün bunların dışında tanışmıştık. Kalbimi attıran, heyecanlandıran, nefesimi kesen...
"Sevgili Avukat’ım."
"Efendim?" dedim uykulu bir sesle.
"Bu bir özgürlük hayaliydi," dedi. "Ve bil diye söylüyorum, özgürlüğüm sensin."
Gülümsedim, ardından bir hücrede, hayatımın boyunca ilk defa bir adamın kollarında uykuya daldım. O adam, herkesin korktuğu ama benim kollarında inanılmaz güven ve huzur bulduğum Tugay Demir Çeviker'di. Tedirginlikler uçtu, Tugay korku dolu kalp atışlarımı yok etti ve bunu kalbiyle gerçekleştirdi.
***
Bir çarpma sesi geldiğinde irkilerek gözlerimi açtım ve bir anda tanımadığım ellerin kollarımdan tuttuğunu fark ettim. Çığlık atmama bile fırsat bırakmadan bir el ağzımı kapattı. Sürüklenerek hücreden çıkarılırken Tugay'ın yüzünü gördüm, hemen karşısında Marco vardı. Tugay bana baktığında başımı iki yana sallayarak çırpınmaya başladım fakat Tugay sağ tarafını Marco'ya dönüp vurmasını bekledi. Marco sert bir yumruğu Tugay'ın yüzüne geçirdiğinde haykırmamı engelleyen ağzımdaki o kocaman eldi. Anlaştıkları gibi Marco Tugay'a işkence ediyordu. Tugay’ın benim işkencelerimi de üstlendiğini görebiliyordum.
Onun kollarında uyumuştum ama o uyumuş görünmüyordu; o benim başımda beklemişti ve belki de ben uyurken bir plan devreye girmişti. Şimdi beni tutup götürüyorlardı, nereye olduğu belirsizdi. Kâbus olabilir miydi? Ayaklarımı yere çarpmaya başladığımda arkamdaki kollar beni daha sıkı kavradı. Ardından merdivenlerden sürüklenerek çıkarıldım.
En sonunda adamın elini sertçe ısırdım. Ağzımdaki el gevşediğinde, "Bırak!" diye haykırdım bütün gücümle. Ona ne olacaktı? Bana ne olacaktı? Adam bu kez boğazımdan tutup çekiştirmeye başladığında nefesim kesildi. İki kat merdivenden sürüklenerek çıkarıldım, bileklerimi hissetmiyordum. Öyle büyük bir acı vardı ki nasıl geçeceğini tahmin bile edemiyordum.
En sonunda o tanıdığım koridora çıktığımızda mahkûmların çığlık seslerini işittim. Eskiden bu kadar çığlık yoktu. Mahkûmların sesi öyle gür çıkıyordu ki gözlerim acıyla doldu ve başımı iki yana salladım. Bir bez bebekmişim gibi sürüklenerek müdürün odasına götürüldüm ve kapıyı sertçe açıp beni bir koltuğa fırlattılar.
Başımı masaya çarptığımda acıyla inledim. Titremeye başlarken karşımda Başkan'ı, dört korumasını, iki yardımcısını ve sekreterini gördüm. Elbette hemen arkalarında Kerem Karaman da vardı. Müdürün odasının penceresine güneş çarpıyordu. Kaç gün geçmişti? Ne kadardır hücredeydim? Neler olmuştu?
Nefes almakta zorlanıyordum. "Neler…" dedim öksürerek. "Neler oluyor?"
Başkan ellerini masaya yerleştirdiğinde gözlerinin altındaki mor halkalar, dağınık saçları, daha fazla hantallaşan vücudu uykusuz geceler geçirdiğini gösteriyordu. Dışarıda durumların onlar için kötü, bizim için iyi gittiği anlamına geliyordu bu.
Hiçbiri bir cevap vermedi, ardından dışarıdan bağırtı sesleri geldiğini işittim. Adım haykırılıyordu. Tugay'ın adı haykırılıyordu. BL sesleri yükseliyordu. Şaşkınlıkla gözlerimi açtığımda insanların benim için buraya kadar gelmiş olmasının verdiği şokla ellerimi sandalyenin kollarına yasladım.
"Neler oluyor?" dedim bu kez daha sakin bir sesle.
O sırada kapı çalınmadan açıldı ve içeriye Marco girdi. Sağ elinde kan lekeleri vardı, silmek istememişti muhtemelen Başkan'a göstermek için. Elindeki kâğıdı Başkan'ın masasına yerleştirirken, "Ön otopsi raporları," dedi sağ elini ovuşturarak. Başkan, Marco'dan önce onun arkasındaki kendi adamına baktığında adamı da onayladı.
Başkan yırtar gibi kâğıdı açtığında dışarıdaki sesler yükseldi. Bakışlarım Marco'ya kaydığında ilk defa gergin bir şekilde durduğunu gördüm, elinde bir mandalina bile yoktu. Başkan üçe katlanmış kâğıdı açtı, ardından hızla okurken çenesi kasıldı, burun delikleri genişledi. Onun ardından Kerem ve iki yardımcısı da okudu. Tedirgin bir nefes verdiğimde Başkan'ın elleri yumruk oldu, gözleri bana döndü. Sonrasında ise Marco'ya, "Kaç doktor baktı?" dedi.
"Dört," dedi Marco. "Bir tanesi bizim doktorumuz, iki tanesi sizin doktorunuz, bir tanesi de bağımsız. Yurtdışından getirildi. Kesin sonuçlar değil ama kesine yakın olduğunu söylediler." Marco burnunu çekti, bana baktı ve yeşil gözleri kısıldı. "Bir problem mi var?"
"Doğru mu Yaman?" dedi Başkan. Kendi askerine soruyordu.
"Evet efendim," dedi Yaman. "Bizzat teyit ettirdim."
Başkan'ın bakışları bana döndü. "Sen ve o piç," dedi. "Nasıl hep dört ayak üzerine düşüyorsunuz?" Kaşlarım havalandı, Marco bir kez daha burnunu çekti. "Raporlarda kalp krizi olduğu yazıyor." Önündeki masayı bir anda öfkeyle dağıttı. "Kalp krizi olmadığı açık ama kalp krizi yazıyor!"
Dudaklarım birkaç saniyeliğine aralandı, hızla ifademi düzelttim. Başkan bu kez masadan ayrılıp sandalyemi sertçe çekti. O üzerime eğilirken, "Babacığım," dedim mutsuz bir sesle. "Öyle yüce bir adam ki Tanrı asaletiyle ölmesini isteyerek kalbini durdurdu demek ki."
"Sen…" dedi Başkan dişlerini sıkarak. "Benimle dalga mı geçiyorsun?"
"Ne münasebet efendim," dedim imalı imalı. "Tıp yanılmaz."
Yumruğunu kaldırdı, sıktı, ardından kükreyerek sandalyemi itti. O sırada Marco bir adım atarak sol tarafımda durdu. "Sizi mahvedeceğim," dedi Başkan. Delirmişti. İşaretparmağını kaldırdı. "Sen," dedi. "Özellikle sen. Artık kişisel olarak problemim var seninle Adnan Atalar'ın kızı."
"Ben sadece bir avukatım," dedim önüme gelen saçımı arkaya atarak. "Bu kadar kin beslemeniz çok yersiz." Marco ağzının içinde bir şeyler gevelediğinde gülmemek için homurdandığını anladım.
"Babanı," dedi Başkan. "Külleri bile yok olana dek yakacağım, bir mezarı bile olmayacak."
Kalbim sızladığında oturduğum sandalyeden kalktım. "Ruh mezarlıklara sığmaz zaten," dedim çenemi kaldırarak. "Neyse ki huzur içinde bir ruhu olacak." Bileklerimi uzattım. "Adaletli merhametli Başkan, kelepçelerimi açar mısınız? Ben suçsuzum."
"Gitgide o piç kurusuna benziyorsun," dedi Kerem arkasından ama çıkan sonuca şaşırmış gibi görünmüyordu.
"Sen de gitgide şerefini kaybediyorsun," dediğimde Kerem bulunduğu yerden çıktı ama Marco elini öne uzatıp onu durdurdu ve işaretparmağını iki yana salladı.
"Burada sadece Başkan'ın sözü geçer. Bana emanet edilen avukata dokunursan bu kez seni mandalina gibi soyan ben olurum Küçük Adam."
Başkan elini kırlaşmış ve dökülmeye başlamış saçlarına geçirerek arkasını döndü. "Serbest bırakın," dedi askerlerine. "Şimdilik."
Gülümsedim. Arkamdaki askerlerden bir tanesi ilk önce ayak bileklerimdeki zincirleri açtı, ardından kelepçeleri çıkardı. Bileklerimin kan topladığını ve yara olduğunu görebiliyordum. Demiri çıkarırken acıyla nefes verdim ve soyulan ellerime baktım. Ve o an, beyaz lekelerimin ellerimin tersinde de çıkmaya başladığını gördüm.
Başkan omzunun üzerinden bana baktığında geriye doğru bir adım attım, benimle beraber Marco da adımladı. "Eftalya Atalar," dedi Başkan. "Burada bitmedi."
"Kesinlikle," derken başımla ciddiyetsiz bir selam verdim, ardından kapıyı açıp çıktım. Benim ardımdan Marco da çıktı. Kapıda bekleyen Javier'i ve yanındaki Başkan korumasını gördüm. Bir an bile duraksamadan çıkışa değil de hücrelerin olduğu kısma ilerlediğimde Marco kolumu tutup, "Hey," dedi. "Yanlış yere gidiyorsun."
"Biliyorum," dedim yürümeye devam ederken. "Hücreye gideceğim, Tugay orada kalamaz."
Bu kez Marco daha sertçe kolumdan tutup beni durdurdu. "Dur artık," dedi baskın bir sesle. "Şu an değil."
Başımı iki yana salladım. "Ona işkence çektirecekler, engeller koyacaklar, bir şeyler..."
"Dur," dedi Marco sözümü kesip baskın bir sesle. "Dur çünkü zaten hepimizi yeterince zor duruma soktun." Kaşlarımı çattım. "Senin delinin istediği, örgüte teslim edilmen. Peşinde koşturduğun adam bir Suç Kralı, kendi başının çaresine bakamasa bu zamana kadar nefes almazdı. Dur, nefeslen ve yoluna bak." Yolumu sertçe değiştirdi. "Ve bu taraftan yürü, çıkışa. Bak, hayranların seni bekliyor."
Duraksadım ve ona baktım fakat öyle ciddi gözlerle beni izliyordu ki Javier bile geri adım atmak durumunda kalmıştı. "Yardım mı ediyorsun yoksa karşıt görüşte misin, anlamıyorum," dedim başımı iki yana sallayarak fakat hücreden beni vazgeçirebilmişti çünkü gitsem bile yapabileceğim hiçbir şey yoktu. "Beni boşu boşuna o hücreye kapattıkları yetmez gibi şimdi de onu..."
Marco gülmeye başladı. "Boşu boşuna mı?" diye sordu imayla. "TDÇ haklıymış, senin hiç ortan yok."
Boğazımı temizleyip çıkışa doğru yürümeye başladım. Marco iki koca adımla yanıma geldiğinde, "Ne demek istiyorsun?" diye sordum.
Cebinden bir mandalina çıkarırken imalı imalı bana baktı. "Bana olan borçlarınız artıyor," dedi. "Ne şekilde teşekkür etmeyi düşünüyorsun Avukat?"
"Anlamıyorum," dedim boğazımı temizleyerek.
"Anlıyorsun," dedi mandalinayı soyarken. Yanımızdan geçen herkes, benden ve Marco'dan korkarak geçiyordu. Onlardan korkmalarına alışıktım ama artık benden de korkuyorlardı, bu çok tuhaftı. Bir parça ağzına attı, damağında eritti, derin bir nefes verdi sonrasında bana da uzattı. "Babanı zehirlediğini biliyorum Avukat. Onu sen öldürdün." Gözleriyle mandalinayı işaret etti. "Yesene, gerçekten vitamine ihtiyacın var gibi görünüyor."
Bakışlarım Javier'e kaydı, şaşkınlıkla ve saygıyla bana bakıyordu. "Bunu kanıtlayamazsın," dedim.
"Öyle bir kanıtlarım ki aklın şaşar," dedi direkt. "Fakat canım kanıtlanmasını istemedi, size yardım ettim, kanıtları yok ettim." Bir baş hareketi yaptığında Javier cebinden iki küçük kum saati çıkardı. Ölüm Timi için kum saati birinin öleceği zamanı simgeliyordu. O insanlara kum saati verilirdi, bu onlara ölümün yakın olduğunu gösterirdi. İki kum saati de dolmak üzereydi. "Krallık'ın doktorlarına elveda demeye hazırlanıyoruz, bizim doktor zaten bize ait, yurtdışından gelen de yalan evraklarla doktor yaptığımız bizim timden biriydi zaten." Mandalinaya yüzünü ekşiterek baktı. "Bu mandalinaların da zamanı bu sene erken geçiyor gibi, canımı sıktı bu durum."
Kum saatlerine baktım. Hemen hemen üç dakika sonra o doktorların öleceğini gösteriyorlardı. "Onların ölmesi şüphe çekmeyecek mi?" diye sordum.
Marco omzunu silkti. "Çeker elbette ama ecel bu. Tıpkı baban gibi bir anda ecelleriyle ölürler." Yeşil gözlerini kocaman açtı. "Belki de bir suikastla patlarlar. Bilemiyorum." Bir kez daha mandalinayı bana uzattı. "Umut et de babanı çabucak yaksınlar Avukat yoksa ikinci bir otopside borcun ikiye katlanacak."
Bir şey söyleyecek gibi oldum, ardından susup etrafıma bakındım. "Bunu Tugay biliyor mu?" diye sordum.
"Elbette," dedi Marco. "Borçlarınız katlanarak artıyor demek bu da." Elimi çekti, avcuma yarım bir mandalina yerleştirdi. "Ye şunu, bayılacak gibisin. Hayranlarının karşısına ceset gibi çıkma."
Şaşkınlıkla avcumdaki mandalinaya bakarken, "Neden yardım ediyorsun?" diye sordum.
"Mandalina ye diye," dedi. "Mis gibi vitamin."
"Of," dedim. "Onu kastetmedim."
"Sır, bağlılığı getirir," dedi Marco. "Sizi kendime bağlıyorum."
"Bu kötü bir şey," diye mırıldandım.
"Beni gerçekten tanırsan iyi bir şey," diyerek havaya bir parça mandalina attı ve ağzıyla yakalayıp çiğnedi. "Ve söylemeden geçemeyeceğim, öz babanı öldürdün Avukat ve bu yükle yaşarsın ama nasıl yaşayacağını zaman gösterecek çünkü bilirim bu hissi. Çürütür, çürürken vicdan azabı çekersin."
Kendimi savunmaya ihtiyacım varmış gibi, "Başka çarem yoktu," dedim.
"Evet," dedi onaylayarak. "Kastettiğim çareler değil, cesaretindi." Parmaklarını emdiğinde yutkundum. "Cesaret insanı hangi yollara sürükler, bilemezsin. Dönüştüğün kişiden sen bile korkacaksın. Bana sorarsan harika ama umarım sen, seninle yaşamayı seversin."
Geriye baktım, çıkış kapısına, ardından elimdeki mandalinaya. Bir parça koparıp parmaklarımın arasında çevirerek, "Artık daha sık karşılaşacağız Marco," dedim kendimi tutamayarak.
"Neden?" diye sordu. "Yoksa daha fazla insan mı öldüreceksin?"
Mandalinayı ağzıma attım ve yavaşça çiğnerken, "BL örgütünün lideriyim artık," dedim ve arkamı dönüp mandalinanın kalanını ona attım. "Ve bu yolun sonuna kadar ilerleyeceğim. Bak, sana yeni bir sır verdim. Ayrıca aramıza katılmak istersen kapım sana da açık. Bu açık bir teklif, belki de bir teşekkür." Marco mandalinayı havada tutarken ilk defa büyük bir şaşkınlıkla bana baktı. "Ve haklısın," dedim. "Mandalinanın tadı gerçekten kötü. Daha iyisini istiyorsan bir mandalina ağacı dik ve kendi işini kendin gör."
Dış kapıya doğru yürürken bana eşlik eden Javier'di, Marco geride kalmıştı. Ben dış kapıya doğru yaklaştıkça tanıdık yüzleri görmeye başladım. Sinan oradaydı, kapının önünde bekliyordu, yanında Gamze vardı, Ufuk arkalarında duruyordu. Bir polis ve asker barikatı Ada Hapishanesinin önünde siper olmuştu.
Derin bir nefes aldım, bakışlarım Javier'e kaydı. "Seni de davet ediyorum," dedim gülümseyerek. "Örgüte."
"Sana büyük saygı duyuyorum," dedi Javier dakikalardır ağzındaki baklayı çıkararak. "Sadece bunu söylemek isterim. Harika bir kadınsın."
Gülümserken çenemi havaya kaldırdım, omuzlarımı da. Üzerimdeki o siyah matem elbisesi parçalanmıştı, kirlenmişti, çorabım yırtılmıştı, saçlarım kirlenmişti, berbat görünüyordum ama bütün bunları umursamadan dışarıya doğru bir adım attığımda insanların gözleri direkt beni buldu. Pankartların üzerine BL cümleleri, benim adım ve Tugay'ın adı vardı. Hepsi siyah eldivenler takmıştı. Beni alkışlamaya başladılar, ardından ıslıklar duyuldu. Sinan yanıma geldiğinde diğer tarafa Ufuk geçti ve beni yürütmek istediler. İnsanların alkışları artıyordu. Hiçbirinin gözünde nefret yoktu, aksine direniş vardı.
Biri gür bir sesle bağırdı: "Adnan Atalar'ı biz yaşatacağız Eftalya Atalar!" Gözlerim doldu. Bu kez acıdan değildi, gururdandı. Başka bir ses ona destek çıktı. Ardından hepsi benim farkında bile olmadan oluşturduğum selamı verdiğinde Sinan'ın eli belime sarıldı, beni aracıma doğru yürütmeye başladı.
"Eftal," dedi Sinan endişeyle. "Günlerdir yoksun. Özür dilerim, çok özür dilerim, hiçbir şey yapamadık." Gür sese rağmen bağırarak benden özür diliyordu. "Öyle gizli bir şekilde yönettiler ki engelleyemedik. Adnan amca adına çok üzgünüm, ona ne olduğu hakkında..."
"Ben öldürdüm onu," dedim sözünü yarıda keserek. İçimde yaşayarak değil, defalarca dile getirerek gerçeklerle yüzleşecektim. "Yemeğine zehir koydum Sinan. Bunu istiyordu."
Sinan'la aramızdaki o sır, bunu gerçekleştirmiş olmam adımlarının sarsılmasına neden olurken Ufuk koşarak arka kapıyı açtı. Kendimi arabanın içine attığımda insanların haykırışları bir türlü dinmiyordu. Sürücü koltuğuna Ufuk geçti, Gamze yolcu koltuğuna yerleşti, ardından Sinan’la biz bindik. Sinan yanıma oturdu. Araç hareket ettiğinde kalabalık çevremizi sardı, onların arasından çıkmamız neredeyse beş dakika sürdü. Ada Hapishanesinin çevresindeki duvarlarda onlarca BL cümlesi yazdığını gördüm.
Sola, diğer sokağa döndüğümüzde Sinan'la göz göze geldik, haykırışlar geride kaldı ve Sinan beni kollarının arasına çektiğinde ben de ona kocaman sarıldım. Başım omzuna gömülürken derin bir nefes verdim, geri aldığımda kaburgalarımın battığını hissettim. Sinan ve benim nefeslerimden başka hiçbir şey yoktu, olamazdı da çünkü diğerleri de ne yaptığımı duymuştu.
Tam o sırada bir patlama sesi geldi. Bu sessizliği bölen patlama bizden değil, kalabalıktan da değil, arkadaki bir arabadan gelmişti. Ufuk direksiyon hâkimiyetini kaybetti, dengesi sarsıldı. Hemen arka camdan baktım. Kalabalığın metrelerce ötesinde bir araba patlamıştı, adımı haykırıyorlardı. Gökyüzü isin rengini alırken ateş de gitgide yükseldi, şehir tamamen savaş alanıydı.
"Ne oluyor?" dedi Gamze, Ufuk'a bakarak. "Bu bizim işimiz değildi."
"Ölüm Timi," dedim bir an bile düşünmeden. "Kum saatinin süresi doldu, doktorlar o arabanın içindeydi, gösteri tamamlandı."
"Ne?" dedi hepsi bir ağızdan fakat tek tek açıklayamadan bakışlarımı cama çevirdim. Bileklerimde yanma vardı, ellerimde titreme. Bütün bunların dışında camdaki yansımada gördüğüm yüz sanki bambaşka birine aitti. Fiziksel olarak da değişmiştim, camdaki yansımamdan beyaz lekelerin çeneme ulaşmaya başladığını görebiliyordum.
Tugay bu yüzden çenemi okşamış, bunu yaparken yepyeni birini görüyormuş gibi gülümseyerek izlemişti. Sanki bana daha fazla hayran kalmıştı.
Birkaç gündür çektiğim acı o lekelerin neredeyse bütün vücuduma yayılmasına neden olmuştu.
"Şimdi ne yapacağız?" diye sordu Sinan dayanamayarak. Hepsi neler olduğunu merak ediyordu fakat ne kadar dağılmış görünüyorsam bunu sormaktan bile çekiniyorlardı.
Derin bir nefes aldım, bakışlarımı Sinan'a çevirdim. "Artık BL örgütünün sadece bir lideri yok," dedim ortaya. "Diğer lider de benim."
***
Üç gün sonra...
Aynalar yalan söylemezdi. Aynada gördüğüm Eftalya Atalar da. Babamın ölümünün ardından dört, o hücreden çıktığım günün ardından üç gün geçmişti. Bugün babamı yakacaklardı ve o yangına davetliydim. Babamın ruhunun yanımda nefes aldığını hissedebiliyordum.
Aynadaki yüzüme, ardından boynuma baktım. Sonra da Tugay'ın bana hediye aldığı o çiçekli elbiseye. Bir gün lider olmayı kabul edersem giymemi söylemişti ve o elbiseyi giymiştim. Göğüs kısmı açıktı. Leke artık bütün gerdanımdaydı, boynumdaydı, çenemdeydi, gizlemesi mümkün bile değildi. Saçımın önünde bir tutam beyazlık vardı, elimin tersindeki lekeler de çoğalmaya başlamıştı.
Değişmiştim. Acı değiştirmişti, cesaret değiştirmişti, girdiğim yol beni değiştirmişti ama kalbim hâlâ aynıydı, hiç değişmemişti.
Makyaj masasının üzerindeki beyaz eldivenlere uzandığımda gülümsedim. Onların siyah, benim beyaz eldivenlerim olacaktı. Bunun nedeni farklılık değildi aslında, Tugay en sevdiği rengin beyaz olduğunu söylemişti.
Eldivenleri elime geçirdim. Sol eldivenin tersinde timsah simgesi vardı, parmağım o kabartının üzerinde gezindi. Saçlarımı geriye doğru atıp ayaklarıma topuklu botlarımı giydim. Boğazımı temizledim, derin bir nefes aldım ve köşkteki odamdan çıktım. Herkesin aşağıda beni beklediğini biliyordum.
Üç gündür Sinan'la iki kelime dışında konuşmamıştım, Giray'ı neredeyse hiç görmemiştim, büyük ihtimalle yaşananlardan kendini sorumlu tutuyordu engelleyemediği için. İlaçlarla uyuduğum üç günün ardından karşılarına çıkmaya hazır olduğumu hissediyordum.
Merdivenin son basamağına geldiğimde hepsinin her şeyden haberi olduğunu biliyordum, bir kez daha anlatmaya mecalim yoktu ve onlar da beni sorgulamazdı, bunu biliyordum.
Hâlâ tam olarak yemek yiyebildiğim söylenemezdi ama gücümü az da olsa toplayabilmiştim. Başımı eğip üzerimdeki Tugay'ın aldığı o çiçekli elbiseye baktım, yüzümü güldüren tek an buydu. Bu elbise benim için büyük bir hediyeydi. Özgür hissediyordum, ait hissediyordum ve bir o kadar da gerçek. Eftalya Atalar kalbimde can buluyordu bütün o çoğalan lekelerine rağmen.
Saçlarımı bir kez daha arkaya atarak büyük salona girdiğimde örgüttekilerinin bir kısmının masanın çevresinde olduğunu, az bir kısmın da odaya dağınıldığını gördüm. Fakat yirmi dokuz kişi de odadaydı. Önemli bir toplantı vardı.
Ben içeriye girdiğimde birkaç kişi ayağa kalktı. Giray oturduğu sandalyeden bana baktı. Hepsinin üzerinde siyah üniformaları, postalları ve başlarında kar maskeleri vardı. Her an bir operasyon olması ihtimaline hazırlardı. Benim bu tarzıma ise hazırlıksız oldukları belliydi.
Hazırlıklı olan kişiler, en yakınımda tuttuğum Ufuk, Giray, Sinan, Defne, Red ve Gamze olmuştu. Diğerleri siyah üniformalarıylaydı, ben çiçekli elbisemle zıt bir şekilde duruyordum.
Masaya doğru yürümeye başladığımda diğer oturanlar da ayağa kalktı saygıyla. Giray sandalyesini geriye doğru çekti, masanın diğer ucundan bana bakarken o da yavaşça ayağa kalktı. Sonra ise kalbimi sızlatarak utançla gözlerini kaçırdı. "Avukat," dedi. "Baban ışıklar içinde uyusun."
"Teşekkür ederim Giray," dedim içten bir sesle fakat kaçırdığı gözlerinin bana dönmesini sağlayamadım. "Herkese teşekkür ederim," dedim kalabalığa doğru. "Hepinizin ne hissettiğini biliyorum ama yapacağınız hiçbir şey yoktu, kendinizi suçlamayın." Giray'ın çenesi kasıldı, ellerini arkada birleştirdi, başını önüne eğdi. Defne ona bakarken başını iki yana salladı.
Masanın diğer ucuna gittiğimde ellerimi birbirine sürttüm, ardından tam ortada duran çiçekleri gördüm. Uzun zamandır Tugay tarafından bana gönderilmeyen ama şimdi hazır bir şekilde orada duran çiçekler. Yine sürpriz yapmıştı.
"Sanırım," dedim kısık bir sesle. "Herkes neden burada olduğumu biliyor şu an."
"Evet," dedi Giray aynı şekilde durarak. "Teklifi kabul etmişsin." Bakışlarını masadan ayırdı, gözlerime baktı, ardından önündeki kâğıt parçasını bana doğru uzattı. "Uzun zamandır dolapta çürüyen o sözleşme," dedi. "Çok önceden hazırlamıştı senin için."
Kaşlarımı kaldırırken gülümsedim. "Yine bir sözleşme mi?"
"Sanırım amacı bu kez daha farklı," dedi Giray, ardından masanın çevresinde dolanıp yanıma geldi. "Diğer imzaladığına ekstra bir madde daha ekledi, bir de lider olduğunu belirtiyor tabii." Kâğıdı önüme itti, altında Tugay'ın imzasını gördüm. Bütün maddelere baktım, ilk imzaladığımla aynıydı fakat eklenen madde başımı iki yana sallamama neden oldu. Beni önceden bile bu kadar iyi tanıması korkutucuydu.
Kurucu isteyene kadar lider bu yoldan dönmeyecektir, yazıyordu. Ona özgürlüğe kadar seninleyim diyeceğimi bilerek ve belki de sonradan ekleyerek bu maddeyi iliştirmişti. O isterse gidebilecektim, o istemezse sonsuza kadar BL'ye bağlı kalacaktım.
Sadece bir imzaydı; ona karşı gelebilir, bütün maddeleri yok edebilirdim. "Giray," dedim. "Ben de bir madde eklemek istiyorum."
Giray kaşlarını kaldırdı şaşkınlıkla. "Bunu istemez," dedi omuzlarını silkerek.
"Ama ben isterim," dedim başımı omzuma doğru indirerek. "Ve Tugay karşı gelemez çünkü benim de söz hakkım var."
Örgüttekiler kendi arasında konuşmaya başladığında Giray bakışlarıyla onları susturdu. "Avukat," dedi kısık bir sesle. "Kesinlikle böyle bir şeyi onaylayacağını düşünmüyorum." Nefes verdi. "Bak, zaten yeterince kendimi kötü hissediyorum, bir de bunu yaparak benim önüme set kurma." Başını iki yana salladı. "Bu sadece bir kâğıt parçası biliyorsun, önemi bile yok. Sözlerimizin yazılı hali, o maddeyi..."
"Giray," dedim baskın bir sesle. "Ne istiyorsam o. Bu benim problemim, karşı gelecekse de bana gelecek."
Giray stresle boynunu çıtlattığında elini saçlarına geçirdi, ardından masanın üzerindeki kalemi aldı. "Söyle," dedi net bir sesle. "Söyle de mahvet beni."
Ben ve Giray’ın kâğıdında aynı madde vardı: BL örgütünden birinin canına zarar gelirse BL örgütünün kurucusu bunu canıyla öder.
"Yaz," dedim başımı sallayarak. "Kurucu Tugay Demir Çeviker'in canına zarar gelirse Lider Eftalya Atalar bunu canıyla öder."
"Avukat," dedi Giray kalemi sıkıca tutarken. "Deliye dönecek. Bunu asla kabul etmez."
"Edecek," dedim. "Bu aptal sözleşme onun sözlerinin imzası ya, işte o da kabul etmiş olacak, biz nasıl kabul ediyorsak."
Giray başını iki yana salladı. "Yapma," dedi karşı gelerek. "Gerçekten bu onu delirtir. Seni geç, beni affetmez."
“Beni tanıyor Giray,” dedim. “İnadımı da öyle. Yaz yoksa ben yazacağım, her türlü bunu yapacağım. Onun canı bana, benim canım ona emanet olacak. Böylelikle bir aptallık yapmasının önüne geçeceğim, canımı önemsiyorsa.”
"Gerçekten," dedi Gamze kendini tutamayarak. "Bu kadın bir başka dostum, tadı bile başka."
"Sikeyim," dedi Giray kâğıda dönüp hızlıca yazarken. "Sikeyim, buraya düştüğüm günün sabahını sikeyim. Keşke gerçekten ölseydim."
Sertçe maddeye nokta koyduktan sonra kâğıdı önüme itti, kalemi de üzerine koydu. Gülümsedim, başımı salladım, ardından bir an bile düşünmeden sol alt kısma imza attım. Sonra masanın üzerindeki çiçeklere uzandım.
Saksıda lilyum çiçeği göndermişti ve emindim, bunu da çok uzun zaman önce hesaplamıştı. Lilyum umudu ve güveni simgelerdi, konuştuğumuz her kelimenin karşılığıydı. Üzerindeki minik zarfı elime aldığımda heyecanla açtım ve minik bir notla karşılaştım.
"Ait olduğun yere hoş geldin Sevgili Avukat’ım,
Bu notu yazdığım anlarda henüz tanışmıyoruz bile ama o günü görebiliyorum ve sen gelecekten bana gülümsüyorsun. Yanındaysam o gülümseyişini bana gönder, güveni hissedeyim. Hâlâ mahkumsam gülüşünü gizle, bana sakla ki kendimi özel hissedeyim.
Kalpten saygılarımla ve koşulsuz sevgilerimle suç ortağım. Karanlıkların ortasında güneşi göstereceğine değil, güneşim olacağına inanıyorum.
Özgürlüğümüze!
TDÇ"
Gülümsedim, gülümseyişim hepsine yansıdı, ardından notu masanın üzerine koydum. Herkesin bakışları bana döndüğünde büyük bir saygıyla selam verdiler. Ellerimi masaya yerleştirdim ve öne doğru eğildim. "Başlıyoruz," dedim otoriter bir sesle. "İlk görevimiz Tugay Demir Çeviker'i özgürlüğüne kavuşturmak."
Paragraf Yorumları