logo

29. DENİZKIZI

Views 719 Comments 2

Bir rüya görüyordum.

Üniversite öğrencisiydim, hava yağmurluydu ve sonbahara yeni girmiştik. Sabah evden çıkarken hava çok sıcak olduğu için sadece siyah bir tişört giymiştim ama öğlen sicim gibi yağmur yağmaya başlamış, başımın tepesine çantamı yaslayarak yağmurda koşturarak babamın davet ettiği yere yetişmeye çalışıyordum.

Bunun bir rüya olduğunun bilincinde olmamı sağlayan kalbimde babamın ölümünün acısını yaşamıyor oluşumdu. Nefes alıyordu, henüz ölmemişti ve biz birazdan buluşacaktık. Uyurken bile rüya sonsuza kadar devam etsin istedim çünkü onu öylesine özlemiştim ki rüyanın devamını bilerek ona sarılacağım anı bekliyordum.

Çaresizlik, öldüğünü bildiğiniz birini rüyanızda gördüğünüzde ne olursa olsun o rüyaya devam ettirmek istediğinizde sizi çepeçevre sarabiliyordu.

Önümde bir araç durduğunda ve penceresi kayarak aşağıya indiğinde babamın o gülümseyen yüzüyle karşılaştım. “Nereye böyle denizkızı?” dedi, beni sinirlendirmek istediği zamanlar denizkızı derdi çünkü anlamını sevmediğimi bilirdi. “Bu yağmurun altında yüzmen gerekirdi senin.”

“Baba!” dedim şaşkınlıkla ve neşeyle. Hızlıca arabanın kapısını açtığımda yana doğru kaydı, benimle beraber bütün soğuk ve ıslaklık arabanın içine doldu. “Sen de nereden çıktın? Geleceğini söylememiştin.” Elimi saçlarıma geçirdim ve dağılanları toplamaya çalıştım ama çoktan kabarmıştı. “Ve bana denizkızı dediğine göre seni öfkelendirmiş olmalıyım.”

Babam başını yapay bir öfkeyle iki yana sallayıp, “Telefonun nerede senin Eftal?” diye sordu. “Arıyorum kapalı.” Gözlerim kocaman açıldı ve çantamdan telefonumu çıkardım, şarjı bitmişti, hoş zaten pek telefonla ilgilenebilen birisi değildim. “Bir gün başına bir şey gelirse sana ulaşamayacağız.”

Öfkesini geçirmek için sevgiyle koluna girdim ve başımı omzuna yaslayıp, “Sevgilim de hep bu yüzden kızıyor ya,” dediğimde babam gözlerini devirdi. “Ne? İnanmadın mı?”

“Sevgilin kim? Kitaplar mı?”

“Hadi ama baba,” diyerek onu dürttüm. “Benim sevgilim olamaz mı?”

“Olur elbet, şu inatçı burnunu indirip etrafına bakabilirsen.” Kıkırdadım. “Lafı da değiştirme, bir daha o telefonun açık olacak, sevgilin olmasına gerek yok. Baban iki kızı için de çok endişeleniyor, daima da endişelenecek, bunu biliyorsun.”

“Pekâlâ komutanım,” dediğimde ona daha fazla sarıldım. “Şimdi bana tek ayak üzerinde bir ceza vermeden önce nereye gittiğimizi söyleyebilir misin?”

Babam burnundan silik bir nefes verdi, huysuzlandığı ortadaydı. “Yeni kuruluş için adımlar atılıyor,” dedi, hükümeti kastederek. “Bir gösteri var, bütün ülke yetkilileri ve aileleri davetli. Tek gitmek istemedim.” Şoför koltuğunda babamın can dostu vardı, senelerdir onunla beraberdi lakin babam içeri girdiği an onu sırtından ilk bıçaklayan kişi olacaktı, ben bunu rüya olduğu için biliyordum ama o zaman ikimiz de bilemezdik. “Öylesine bir gösteri işte. Hem çok saygın savcılar da olacak, onlarla tanışırsın.”

Heyecanla gözlerimi açtım. “Yoksa annem oradan bana koca bulmanı mı söyledi?” Babam gülmeye başladığında ben de kahkaha attım, annemin adını duyduğu an nasıl da gözleri parlıyordu. “Gidelim Adnan Atalar ve orayı patlatalım, ne dersin? Keyifli bir parti olacak.” Babam bir kez daha güldü.

Rüyamda şaka olan her şey gelecekte gerçekleşmişti, en acımasız şekilde.

Rüya değişti ve kutlamanın bulunduğu alandaydık.

İnsanlar bir sinemayı izler gibi dizilmişti ve sahnede Krallık'ın zamanla başa geçecek adamları vardı, arkalarında ise yakın korumaları, yakın korumalarının arkasında baş askerler, askerlerin arkasında gizli ajanlar, o ajanların arkasında kolluk kuvvetleri... Hepsinin üzerindeki üniformalar, omuzlarındaki amblemlerle süslüydü.

Şu an buradaki herkes yeni kuruluşun adımlarını biliyordu, halk da birkaç gün sonra öğrenecekti. Elbette o salonda oturanların yarısı bu yaşananlardan memnun değildi ama kimse gelecekte büyük bir cehennemin geleceğini bilemezdi.

Zaten diktatörlük biraz da öngörülemez kötülük demekti; gülümseyen bir yüzün size bıçak saplayacağını hemen kavrayamazdınız. Diktatörlük de ilk başta gülümserdi, sonrasında size bıçağı sapladığında acısını hisseder, kan kaybından yavaş yavaş ölürdünüz.

“Eftal,” dedi babam, gözlerimi sahneden ayıramazken. Başımı ona doğru eğdim ama sahneye bakmaya devam ettim heyecanla. “Adnan Atalar'ın kızı olarak yaşamayı hiç bırakma olur mu?” Gülümsediğimde dikkatim sahnedeydi. “Bütün bu ışıklar, yapay saygılar, insanların güç gösterileri seni hiç cezbetmesin.” Her cümlesi yüreğime işlemişti aslında ama o an başarılı bir avukat olmanın hayali içindeydim. “Özgürlüğün parlak bir ışığı vardır, güzel kızım. Eğer bir gün yanılgıya düşersen o ışığa doğru ilerle, doğru oradadır. Sakın senden bu ışığı almalarına izin verme.”

Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerinde hüzün vardı. “Bunlar da nereden çıktı baba?”

“Sadece,” dedi dudaklarını ıslatarak. “Bütün çabam iki evladım için.” Başını salladığında gülümsemesi kederliydi. “İki güçlü kadın, bu sizsiniz. Başkaldırmaktan hiç vazgeçme, ben sizin için çabalayacağım fakat bir gün ben gidersem sen kardeşin için çabalamaya devam edeceksin.”

“Baba,” dedim öfkeyle onu hafifçe omzundan itekleyerek. “Bu yersiz konuşmanın sırası mıydı şimdi? Neyin var senin?” Elimi alnına koydum, gülmeye başladım. “Annemsizlikten delirmiş numarası mı yapıyorsun yoksa?”

Babam bana katılarak, “Çok mu belli ediyorum?” dedi. “Aşk da böyle bir şey işte. O olmayınca insan deliriyor.”

Gözlerimi devirdim. “Ben hiç âşık olmayacağım çünkü birisi için aklını kaybetmek tam bir aptallık, ben aklı başında bir kadın olarak öleceğim.”

“Aşk elinde olan bir duygu değildir, Eftal'im.”

“Elimdedir.”

“Değildir.”

“Elimdedir.” Çatık kaşlarla ona döndüm. “Birini görürsün ve seversin, zaman ise sana geleceği gösterir. Eğer sonu karanlık ise o yolda yürümemeyi tercih edersin. Ben o karanlığa yürümek isteyecek kadar aptal bir kadın olmadım hiç.”

Babam derin bir nefes verip çok kısa bir düşüncenin ardından, “Bazen karanlık olduğunu bile bile yürümeyi tercih edersin,” dediğinde sesinde keder vardı, anneme yönelikti. “Çünkü aydınlıkta yalnız kalmaktansa âşık olduğun kişiyle karanlıkta kalmayı yeğlersin. Ayrıca elinde de değildir böyle şeyler küçük hanım.” Burnuma fiske vurdu. “Tam da söylediğin gibi birisi olmanı isterdim ama benim kızımsın işte. Pervasızsın. Gözünü kararttın mı önünde durabilecek tek bir duygu yok. Âşık olduğun adama da yazık, nasıl bir deliyle uğraşacağını henüz bilmiyor.”

Kahkaha attığımda, “Benim saatlerce konuşmalarımı, çiçeklerimi, komik olmayan şakalarımı, yersiz yükselmelerimi kaldırabilecek bir erkek yok,” dedim. “Hem varsa da istemiyorum işte. Başarılı bir avukat olacağım ben. Herkesi dize getireceğim, bütün suçluların baş belası olacağım. Benden kaçacak delik arayacaklar.” Babam derin bir nefes verip beni dinlemeye devam etti. “Eftalya Atalar denildiğinde hepsi korkuyla titreyecek.”

Rüyamın içinde farkındaydım, öyle bir tutkuyla bağlıydım ki avukatlığa, vazgeçişim can yakıcı olmalıydı ama ben o can yakıcı evresini bile hissedemeden başka acıların koynuna girmiştim.

Sahnenin olduğu yerden bir alkış fırtınası koptuğunda ikimizin de bakışları o yöne döndü, dönemin Başkan'ı çıkıp bizi selamladığında henüz ölmemişti.

Gözlerim o ışıkların altındaki insanlarda, alkışlarda, saygıda geziniyordu ama tam o anda dikkatimi çeken aslında bütün bunların dışında gelişen ve beni tam kalbimden vuran başka bir detaydı.

Başkan'ın arkasında, askerlerin bulunduğu yerde bir adam duruyordu. Üzerinde pilot üniforması vardı, aralarında en uzun boylu olanıydı, ellerini önünde bağlamıştı. Bir kolu sağlamdı. Yüzü fazlasıyla ciddiydi, gözleri ise kalabalıktaydı. Hayır, kalabalıkta değildi, direkt benim üzerimdeydi. Bana bakıyordu.

O Tugay Demir Çeviker'di, benim geleceğimdi, bütün karanlığa rağmen karanlığımızdaki en aydınlık özgürlük oydu, mahkûmiyetinde bile.

“Baba, haklıydın aslında,” dedim heyecanla, anı değişmişti, artık gerçekler yoktu, rüyanın varlığını unutmuştum. Babama sadece Tugay Demir Çeviker'e olan hislerimi anlatmak istiyordum. Yaşasaydı da ilk ona anlatırdım, biliyordum. “Bak şu adam,” dedim işaretparmağımla göstererek. “O adama gelecekte âşık olacağım çünkü o adam benim kalbimdeki solmuş çiçekleri bile canlandırabilecek.”

Tugay Demir Çeviker her zaman olduğu gibi benimle göz göze geldiği an gülümsedi; anının içinde gülümsememişti, belki de orada yoktu bile ama rüyaydı ve bana gülümsüyordu. O daima bana gülümserdi.

“Baba,” dedim bir kez daha. “Biz çok mutlu olacağız gelecekte.” Bakışlarımı yanıma doğru çevirdiğimde kalbimden vuran bu kez acıydı. Yanımdaki koltuk bomboştu, babam yoktu çünkü ölmüştü, rüyayı ben bozmuştum, şimdi gerçekler buradaydı. “Baba,” dedim gülümseme yüzümde donup kalırken. “Biz çok mutlu olacağız.” Yutkundum. “Oluruz değil mi baba?” Salonun ışıkları söndü, karanlıktı, sadece ben vardım. “Baba,” dedim bu kez. “Seni çok özledim, bir kez daha sarılsam ya sana?”

Kulaklarıma piyanonun kısık sesi doluyordu, gözlerimi zorlukla araladığımda gözümden bir damla yaş benden izinsiz bir şekilde süzüldü ve yastığımla buluştu. Cenin pozisyonundaydım, bir elim yastığın altındaydı, yüzüm pencereye dönüktü ve tam karşımda Tugay vardı.

Piyanonun başındaydı, Bohemian Rhapsody şarkısını tek eliyle yavaşça çalıyordu. Döneminin fazla ses getiren şarkısı aslında nasıl da Tugay Demir Çeviker'di şu an fark ediyordum. Hem sözleriyle hem ritmiyle hem hissettirdikleriyle. Savaş vardı, acı vardı, mutluluk vardı, kahkahalar vardı, gözyaşları vardı. Sözlerinde diyordu ki, anne bir adam öldürdüm, anne her şeyi mahvettim, anne seni ağlatmak istemedim. Belki de Tugay Demir Çeviker'in içinde yaşadığı vicdan mahkemesinin bir nedeni de annesi şu an yaşasaydı onu nasıl göreceğini bilememekti. Belki de onun da korkacağını ya da affetmeyeceğini düşünüyordu...

Yeni aydınlanmaya başlayan havanın ışığıyla beraber gördüğüm kadarıyla üzeri çıplaktı, altında belinden düşmek üzere olan gri bir eşofman vardı, saçları dağınıktı ve gözleri kapalıydı. Sol protez elini piyanonun üst tarafına koymuştu, diğer eli hareket ettikçe kollarındaki kaslar da aynı oranda dans ediyordu. İtirafımın ardından sanki duyabileceğim her cümle beni mahvedecekmiş gibi konuşmasına izin bile vermemiştim, saniyelerden bile fazla uzun bir süre yüzüme bakmıştı, şaşkın gibi değil, cümlelerimin ağırlığıyla baş etmek istermiş gibi. Başkaları sana âşığımı kahkahalar eşliğinde söylerken ben bunun bir intihar olduğunu bilerek söylemiştim.

Sevgi aklı başında bir duyguydu fakat aşk gerçekten öngörülemez bir delilikti.

Tam da bu yüzden sevgi yaşamdı, aşk ise başlı başına bir intihardı.

Eftalya Atalar'ın Tugay Demir Çeviker'e olan aşkı, seve seve intihar urganını boynuna dolamak demekti.

İkimizin de ağzını bıçak açmadığı o anlarda beni kollarının arasına çekip sarılmıştı, vücudum hem heyecandan hem aldığım hazdan hem de itirafımın ağırlığından tir tir titrerken kolları arasında uyuyakalmıştım.

Tugay Demir Çeviker ile tutkunun doruklarında dolaşmak, kısacası onunla sevişmek, insana bu dünyadan değilmiş gibi hissettiriyordu ve bu değişmez bir gerçekti.

Her teması, her nefesi, her hareketi insanı çıldırtacak kadar iyiydi fakat bütün bunların dışında aramızda öyle bir elektrik vardı ki tam olarak hiçbir şey yaşamamış olmamıza ve bütün bunlar henüz hiçbir şeyken artık ona dokunmadan nasıl durabilirdim bilemiyordum. Ya da o bana dokunmadan. Bunu düşünmekten de utanmıyordum. Onu delicesine, her parçamla istiyordum. Bana elleriyle çiçekler veren adam, konu tutkular olduğunda aslında o acımasız adama dönüşüyor gibiydi ve bu benim fazlasıyla hoşuma gitmişti.

Hayatımın sonuna kadar ondan başka kimseyi istemezdim, artık bundan son derece emindim.

Aslında ben bundan beni öptüğü ilk gün de emindim.

Birkaç dakika yarı açık gözlerle onu izledim, yüzünde hafif bir tebessümle piyanonun son notasına bastığında çenesini havaya kaldırıp gözlerini açtı, pencereden dışarıya doğru baktı. Alnına düşen bir tutam koyu kumral saçı sağ eliyle geriye doğru itti, gülümsemesi silinmedi, gözleri ise parlıyor gibiydi. Muhteşem görüntüsünün farkında mıydı acaba? Hayır, bu aşkla ilgili olmamalıydı, o gerçekten harikaydı. Keşke elimi kaldırıp telefonu alıp onun fotoğrafını çekmeye halim olsaydı.

Bakışları pencereden bana doğru döndüğünde gözlerimiz kesişti. Onu izlediğimi fark ettiği anda kaşları havalandı, bu kez tamamen içten bir şekilde gülümsediğinde, “Çok güzel çalıyorsun,” diye mırıldandım uykulu bir sesle. “Hep çalacaksın değil mi artık?”

Oturduğu sandalyeden yavaşça kalktığında pencereden vuran ışığı koca gövdesi gölgeledi, yavaş adımlarla bana doğru yürürken, “Evet,” diye mırıldandı. “Sen olduğun sürece hep çalacağım.”

“Ben olmazsam çalmayacak mısın yani?” dedim şımarık bir şekilde.

“Hayır,” dediğinde yatağa yanıma geldi ve üzerimdeki battaniyeyi kaldırıp hemen yanıma uzandı. Kokusu burnuma dolduğunda sol kolunu açıp geçmem için bekledi. “Sen olmazsan piyano bu kez gerçekten çürür çünkü varlığın güç veriyor.” Yatakta kayıp başımı göğüs kafesine yasladığımda kolunu sıkıca bana doladı, sağ elinin tersiyle yanağımı hafifçe okşadı ve kokumu içine çekti. Şu an. Tam şu an öyle huzurluydu ki. “Ben mi uyandırdım seni?”

Kalbimdeki heyecanı mı kastediyorsun Tugay Demir?

“Hayır,” dedim uykulu bir sesle. “Sadece...” O sırada Tugay'ın yanağımı okşayan eli, ıslakla buluştu. Ağladığımı anladığında yavaşça doğrulup yüzüme bakmak istedi ama elimle göğsünden itekleyip, “Hayır,” diye karşı çıktım. “Kötü bir şey yok, sadece çok güzel bir rüya gördüm.”

Tugay nefesini verdi. Sorup sormamak konusunda kararsız kaldığında, “Rüyalar ağlatmaz,” dedi.

“Rüyalarda kaybettiklerimiz var ise ağlarız,” diye karşı çıktım. “Güzel bir rüyaydı ama. Ağladığımın farkında bile değildim, aldırış etme.” Çenemi göğüs kafesine yaslayıp ona baktım. “Sence,” dediğimde gözleri tavandaydı. “Biz seninle kaç kez birbirimizi tanımadan yan yana yürüyüp geçmişizdir?”

“Benim bilmediklerim yoktur umarım,” dediğinde gülümsedi, dudağının kenarındaki gamze açığa çıktı. “Neden sordun?”

Yutkunduğumda, “Seneler önce kuruluşun ilk aşamalarında bir gösteri düzenlenmişti,” diye fısıldadım. “O zamanlar hukuk öğrencisiydim daha ve babamlaydım. Biz de oraya katılmıştık. Rüyamda sen de oradaydın, hemen Başkan'ın arka tarafında pilot üniformanla duruyordun. Ya bu benim aklımın oyunuydu ya da sen gerçekten...”

“Oradaydım.” Bakışlarını bana çevirdiğinde kaşları havadaydı. “Ve siz de oradaydınız.”

Yutkunduğumda, “Peki biz göz göze geldik mi?” diye sordum.

Tugay gözlerini kıstı. “Hayır.”

“Bana gülümsedin mi?”

“Gülümsedim.”

“Ben gülümsedim mi?”

“Beni görmedin ki. Sen beni hiç görmüyorken gülümsedim ben sana hep. Haberin yoktu ama sana gülümsemek hep iyi hissettiriyordu, alışkanlık oldu, şimdi gülümsemeden yapamıyorum.”

Dudaklarımı büktüğümde başımı yeniden göğüs kafesine yasladım ve parmaklarımı yavaşça göğüs kafesindeki kırbaç izlerinde gezdirdim. Her iz, bir acı demekti. Bir gün hepsini tek tek öpmek istiyordum. “Keşke o gün sana gülümseseydim. Biz seninle sevgili olmak zorunda değildik ki...” Duraksadım. “Yani şu an şey...” Tugay gülmeye başladı. “Of, biz seninle iki arkadaş da olabilirdik yani. Ne var?”

“Sevgili Avukat’ım,” dedi Tugay gülerek. “Senin gibi biriyle arkadaş olup zaman kaybedeceğimi düşündüren ne? Hadi ama hangi ihtimali düşünürsen düşün, hepsinin sonunda ben seni öpmeden bırakmazdım.”

Gülmemek için kendimi zorladığımda, “Ama mahkûm olduğun zamanlar, biz seninle arkadaş olalım demeyi biliyordun,” dedim gözlerimi kısarak.

“Ve sen de buna inandın öyle mi?” Hafifçe göğsüne vurdum. “Siktiğimin sınırlarını söyleyip duruyordun, ben de o sınırları siktir etmek için seninle arkadaş olmayı bile göze aldım işte. Başka türlü bana gülümsemeyecektin.” Dilimle damağıma vurdum üç kez. “Tüh, çok ayıp oldu, küfür ettim değil mi?”

“Sen çok terbiyesiz bir adamsın.” Güldüm. “Ama düşünsene, ben avukatım ve sen pilotsun. Tanışmışız ve arkadaşız, hayır, beni öpmüyorsun ve...”

“Umarım göğüslerinden şarap içiyorumdur.” Gözlerim kocaman açıldı ve hızlıca ona dönüp baktım, Tugay gülmeye başladı ve sonrasında yüzüme yaklaşıp, “Ya da,” dedi kısık bir sesle. “Umarım altımda adımı sayıklıyorsundur.”

“Sen,” dedim yutkunarak ama çoktan kalbim heyecandan atmaya başlamıştı. “Daha da terbiyesiz bir adam olmaya başladın, böyle açık konuşma haddini kendinde...”

Sağ eliyle çenemi sertçe tuttu ve dudaklarını dudaklarımın üzerine yaslayıp öptüğünde parmaklarının baskısı öyle bir hoşuma gitmişti ki kendimi ona doğru itekledim. Dişlerini dudaklarıma sürttükten sonra altdudağımı işkence çektirecek kadar yavaş bir şekilde emip geriye çekilerek, “Biliyor musun?” dedi fısıldayarak. “Bu kez sınırları öyle bir yok ettim ki ne dersen de fayda etmez, beni asla durduramazsın çünkü bir kez tadını aldım, daha fazlası için yaşıyorum. Bu evren, başka evrenler, başka ihtimaller, başka türevler, hangisi olursa olsun ben bir tek senin için deliriyor olurum ve olacağım da.”

Yutkundum ve gözlerimi kaçırıp yanağımı göğüs kafesine yasladım. Ateş bastığında yüzümdeki gülümsemeyi gizlemek istemiştim ama kalp atışım kulaklarımdaydı. Tugay elini yanağımdan koluma doğru götürdü, kolumdan elime doğru indi ve parmakları parmaklarımın arasına geçtikten sonra yüzükparmağımdaki o boşluğu okşadı, duraksadı, her ne düşünüyorsa elimi yeniden tuttu.

Gözlerimi kapattığımda, “Bugün çok güzeldi,” diye mırıldandım. “Özgür gibiydik. Bir partiye gittik, dans ettik ve sarhoş oldum. Bana piyano çaldın...” Seviştik... “Her şey çok normaldi. Sanki biz iki normal insandık. Hayatımız açısından garipti, yarın yeniden savaş başlar ama bugün çok güzeldi.”

“Özgürlüğümüze, Güzel Avukat’ım,” dedi karşılık olarak. “Ve umarım özgürlüğümüzde biz seninle tamamen arınmış iki insan olarak dans edeceğiz, gülümseyeceğiz ve ben son nefesime kadar sana piyano çalmaya devam edeceğim.”

Güzel bir hayaldi, gerçekleşmeliydi.

“Yarın sabah harika bir kahvaltı yapalım, biliyor musun ben kahvaltı hazırlamayı çok severim. Artık peynir yemiyorum ama peynirden bir tabak; zeytinler gözler, salam da gülümseyen ağız olur... Pul biber de yanaklarındaki allık... Ee saç için de biraz maydanoz...” Gülmeye başladım. “Yarın Marco'yu çağırsana, hep beraber kahvaltı edelim, örgüttekiler ve timdekiler de gelsin...”

Tugay duraksadı. “Sevgili Avukat,” dedi tereddütle. “Gerçekten sakız çiğnermiş gibi adam çiğneyen adamlara maydanoz saçlı bir peynir mi sunacağız?” Gözlerimi kısıp ona baktım, gözleri açıldı. “Hayır,” dedi hiddetle. “Harika bir fikir, ben maydanoz saçlı peynirlere bayılırım ama sanki bir oda dolusu katil için çok tatlı bir hayal gibi geldi.”

“Ne yapayım?” dediğimde kaşlarımı çattım. “BL Örgütünün lideri kim?” Tugay hem şaşkınlıkla hem gülümseyerek bana bakmaya devam etti. “Sana söylemiştim, benim de sözlerim geçer. Hep beraber bir kahvaltı sofrasına oturup gülebiliriz, maydanoz saçlı peynir de yiyebiliriz, hatta Marco için inadına mandalinanın suyunu sıkacağım, eminim bundan nefret edecektir.” Gülmeye başladım. “Hem adam öldürenler kahvaltı edemez diye bir kural mı var? Zaten yeterince kurallarla boğuşuyoruz, savaşımız da bunlar için. Evin içinde normal genç insanlar gibi takılsak ne olur ki?” Gözlerimi kocaman açıp heyecanla ona baktım. “Masanın ortasına çiçekler de koyar mıyız? Getirir misin çiçek? Küçükken kahvaltı hazırlamayı çok severdim ama annem oynama onlarla dediği için kuru kuru yerdim, çikolatalı krep sever misin? Bayılırım!” Gülmeye başladım. “Sana çikolata krep yapacağım, herkesin önünde yiyeceksin, çok güzel olacak. Sütle de güzel oluyor, süt de içersin öyle değil mi? Tamam bakma öyle, muzlu süt içeriz o zaman.” Kıkırdadım. “İtiraf etmek gerekirse sen mahkûmken hep beraber yemek yapar mıyız diye düşünüyordum, bence sen de bana yardımcı olursun. Hem Meryem çok seviyor, en çok onun için yapmak istiyorum bunu. Yumurtaları çığlık atan adamlara dönüştürür müsün? Çok basit, bıçakla yavaşça ağzını açıp...” Gülmeye başladığında kahkahası odanın içini doldurdu, sessizliğe gömüldüğümde yine durmaksızın konuştuğumu fark ettim.

Kollarıyla beni sımsıkı sardığında neredeyse nefes alamayacaktım ama o öyle bir gülüyordu ki neşesi katlanarak artıyordu. “Çocuk gibisin,” dedi gülerek. “Ve eğer sen olmasaydın benim özgürlüğüm öyle bir mahkûmiyete dönüşürmüş ki tahmin bile edemiyorum. Düşünsene, sabahları uyanacaktım ve dümdüz bir peynir yiyecektim, iğrenç.” Gülmeye devam etti, art arda ona vurdum ama ben de gülüyordum. Bakışları gözlerime kaydığında gülüşü tebessüme dönüştü, ardından yüzüme bakarak, “Benim güzelim,” dedi içten bir sesle ve çok uzun bir süre beni inceledi. “Ne desem eksik kalacak,” dedi. “Ne söylesem anlatamayacağım. Öyle büyük.”

“Dene,” diye fısıldadım. “Vardır senin güzel cümlelerin.”

“Bazen yetmiyor.”

“O kadar mı?”

Bir kez daha nefes verdi. “Sensiz olduğum her gün mahkûmiyetmiş, seninle olduğum her gün özgürlük. Öylesine bir cümle değil bu, senelerce hapishanede mahkûm olan bir adam olarak söylüyorum. Her sabah seni göreceğimi bilerek uyanmak güzel hissettiriyor.” Göz kırptı. “Beş dakika güneşi görmek gibi düşün.”

Kıkırdadığımda, “O halde yumurtaları çığlık atan adama dönüştürecek misin yoksa,” onun sesini taklit ettim, “biz katiliz Sevgili Avukat, yumurtalara çığlık attırmak da ne demek,” gülmeye başladı yeniden, “mi diyeceksin?”

Gülüşünün arasından, “Tamam,” dedi. “Bütün yumurtaları bıçaklayacak ve onlara çığlık attıracağım, hatta o güzel yemekleri yemeyenlere de zorla yedireceğim.”

“Hayır, biz adil insanlarız. Zorla yedirmeyiz.”

“Tamam,” dedi başını sallayarak. “Rica ederim o halde...” Hiç inandırıcı değildi...

“Ve başka bir söz daha ver o zaman şimdi,” dedim uykuya direnirken, başımı yeniden göğsüne yaslayıp. “Bir gün sen de benim yanımda sarhoş olacaksın, hem de delice.”

Güldü. “Sarhoş olunca neye dönüşeceğimi bilmiyorum çünkü hiç olmadım, kontrolümü tamamen kaybedersem neler olur tahmin bile edemiyorum. Saçmalarım, gereksiz konuşurum, yanlış bir şeyler...” Kaşları çatıldı. “Ben canım sıkkın olduğu zamanlar çok içerim zaten, ülke meseleleri çok zor.”

“Of,” dedim gözlerimi kapatarak. “İlla canını sıkmam mı gerek sarhoş olman için? Söz ver. Lütfen. Bir kez. Sadece bir kez benimle sarhoş ol ya da benim için fark etmez.”

Göğsü inip kalktığında derin bir nefes verdi. “Söz ama tek bir şartla.”

“Nedir?”

“Sarhoş olduğum o gece,” dedi derinden, tutkulu bir sesle. “Bu odanın içinde aynalar olacak, tavan da dahil ve sen, sabaha kadar, hatta bir sonraki ve bir sonraki sabaha kadar yorulmadan, uyumadan, durmaksızın saatler önce olduğu gibi kollarımdayken adımı söyleyeceksin.”

Uykuya dalmadan önce bir an bile düşünmeden, “Keyifli bir anlaşmaydı,” dedim. “Kabul ediyorum.”

“O halde,” diye fısıldadı kulağıma doğru. “En yakın zamanda sarhoş olmak için can atıyorum, güzeller güzelim.”

Kollarında uyuyakaldım.

Bu sanki gördüğüm son rüyaydı, her anlamda.

***

“Başkan'ın ölümü, halk tarafından büyük bir hüzünle karşılanırken cenazesine binlerce insan katıldı.”

Peynirin alt tarafına salamı koyup gülümseyen bir ifade yarattım.

“İdam cezasıyla hayata gözlerini yuman Adnan Atalar'ın kızı, eski Avukat Eftalya Atalar, Başkan'ı bütün halkın gözlerinin önünde astı!”

Bir tabakta peynirlerin gözleri siyah zeytinlerdi, diğerine yeşil zeytinleri koydum.

“BL Örgüt Kurucusu Tugay Demir Çeviker, dünya basınında son yüzyılın en acımasız katilleri listesinde ilk elliye girdi!”

Burnunu havuçla yapmam saçma olacaktı, burunsuz bir insan da olmayacağına göre salatalığı ince bir şekilde doğrayıp burun yaptım.

“Suç Kralı ve Suç Kraliçesi olarak anılan bu ikilinin ne zamandan beri bu planı yürüttüğü ve nereye kadar ileri gidecekleri tartışma konusu. İkisine de ulaşıldığı an yargılanmadan idam sehpasına çıkarılacaklar.”

Pul biberi peynirin yanaklarına dökerken gülerek televizyona baktım, tam o esnada arkadan bir el saçımı omzuma doğru atıp boynuma öpücük kondurdu, ardından omzumun üzerinden uzanıp maydanozlarla peynire saç yaptı. “Sanki daha güzel oldu?” Tugay gerçekten neşeli miydi yoksa beni mi mutlu etmeye çalışıyordu bilmiyordum ama bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerinin içinin güldüğünü fark ettim.

Büyük salonda örgütten ve timden sevdiğim insanlar vardı, sesleri kulaklarıma doluyordu. Sabah Tugay'dan bile önce uyanıp mutfağa koşmuş, belki de keyifle yiyebileceğim en güzel kahvaltı için hazırlığa başlamıştım. Diğerleri neler olduğunu anlamıyordu elbet, henüz onları görmemiştim ama Tugay'ın bu dağınık duruşu onları şaşırtmış olmalıydı. Normalde örgütündekilere son derece sert bir duruş sergileyen Tugay, bugün hep gülümsüyordu. Altında hâlâ eşofmanı vardı, üzerinde beyaz bir tişört. Saçları dağınıktı, eldivensizdi.

Öyle ki, sanki biz evliydik ve sevdiğimiz arkadaşlarımızı kahvaltıya davet etmiştik. Ne aptalca bir hayaldi şu durumda ama yine de keyif alamadan duramıyordum.

Kalçasını mutfak tezgâhına yasladığında ellerini peçeteye sildi. “Diğer tabakları götürdün mü?” diye sordum emir verir gibi.

“Evet, efendim.”

“Bardakları?”

“Tabii efendim.”

“Çatal, bıçak, kaşık?”

“Elbette efendim.”

“Peçeteler?”

“Emrettiğiniz gibi efendim.”

“Yumurtalara çığlık attırdın mı?”

Tugay gülmeye başladı ve başını iki yana salladı, ardından dik bir duruşa geçerek köşedeki haşlanmış yumurtaları önüne çekti. Çekmeceden bir bıçak çıkardığında sağ eliyle sahiden bıçaklayacakmış gibi tuttu ve havaya kaldırdı. “Hey!” diye bağırdım bıçağı elinden alırken. “Sakin ol, nazik davran.” Kayarak önüne geçtim ve sırtımı ona yaslarken kalçamı onunla bir bütün haline getirdim. Tugay yutkundu. “Bak,” dedim bıçağı aşağı kaydırıp ufak bir delik açarken. Gülümseme şeklinde bir boşluk bıraktıktan sonra, iki tane çörekotunu da alıp göz yaptım, ardından domatesin bir parçasını o boşluğa tıktım. “İşte böyle.”

Tugay başını iki yana sallarken çekilmek için hamle yaptım fakat bana izin vermeyerek kendini bana daha fazla yasladı ve tezgâhla onun arasında kaldım. Nefesi saçlarıma karışırken kollarını benim etrafımda dolayıp, “Pekâlâ,” dedi kısık bir sesle. Bu kez yutkunma sırası bendeydi. Nazik bir şekilde yaptığımın aynısını yaptıktan sonra, “Bu şekilde mi?” diye mırıldandı. Başımı salladım ama çoktan heyecanlanmaya başlamıştım. “Sana hep söylüyordum,” dedi gülümseyerek. “Nazik bir adamım ben, yumurtaları bile nasıl güzel bıçaklıyorum, görüyor musun?”

Gülümsediğimde, “İçeridekiler ne diyor?” diye sordum.

Tugay duraksadı. “Yani,” dedi dürüst olmaya çalışarak. “Masaya götürdüğüm çikolataya bandırılmış muzları görünce hepsi büyük bir şaşkınlıkla bana baktı ama bilirsin, katiller biraz da sanatçıdır.”

“Bir şey demediler mi?”

“Marco, mandalinalarının başına bir şeyler gelmemesi için dua ediyordu.” Kahkaha attığımda o yumurtalara şekillendirmeye devam etti.

“Abartıyorlar.”

“Alışık değiller,” diye mırıldandı. “Ben de değilim. Hiçbirimiz değiliz. Kahvaltıya çağırdığımda bile, kahvaltının bir şifre olduğunu düşündüler. Hoş, hepsi bu planın senden çıktığına emin.”

Gülümsedim ve sırtımı ona daha fazla yasladım. “Deli olduğum için mi?”

O da güldü. “Hayır aramızda hâlâ renklerden vazgeçmeyen tek kişi olduğu için.” Eğildi ve yanağıma masum bir öpücük kondurduğunda donakaldım. “Bir katile çiçekler ektirdin sen, farkında değil misin renklerinin? Senin yanındaki benim herkes farkında.”

Yavaşça ona doğru döndüğümde üzerimde açık pembe bir eşofman takımı vardı. Kollarımı boynuna doladığımda parmaklarımın ucunda yükselip ben de yanağına bir öpücük kondurdum. “Asıl sen farkında değil misin?” diye fısıldadım. “Hiç inancı olmayan bir kadını mahkûmken bile özgürlüğe inandırdın sen. Belki daima renklerim vardı ama onları sen açığa çıkardın, gurur duy kendinle. Alışkanlığa dönüşen gülüşün bana da gülümsemeyi öğretti.”

Hareket halindeki eli duraksadı. Başını omzuna doğru yatırdığında, “Bir şey itiraf edeceğim,” dediğinde gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. “Özgürlüğe kavuştuğumdan beri ilk kez seneler önceki Tugay gibi hissediyorum bugün. Normal, sıradan... Bizim için normal bir hayattan pek de ümidim kalmamıştı ama şimdi düşünüyorum da...” Elinin tersi yanağımı okşadı. “Sen ve ben... Biz... Belki de bizim için de bu dünyada bir yer vardır, Sevgili Avukat? Ne dersin?”

Ben de elimi yüzüne yerleştirdiğimde bütün izlerine rağmen yumuşak olan tenini okşadım. “Buluruz belki bize bir yer bu dünyada,” diye fısıldadım. “Eksik kaldığın her şeyi tamamlarız seninle. Kaybettiklerimize rağmen tamamlanırız. Umut değil bunun adı, çaba. Biz seninle çabalarız Tugay, öyle değil mi?”

“Çabalarız elbet,” dediğinde sağ eli kolumu okşayarak aşağıya indi ve eli elimi tutarken yüzükparmağımı hafifçe okşadı. “Neyi yanlış yaptıysak doğrusuna kavuşuruz, bütün bunlar bittikten sonra.” Yutkundu, ardından gerçekten gözlerinin içinde hiç görmediğim bir adamı gördüm. Tanıştığım adamdan çok daha farklı birisi. Belki de masum, belki de masumiyeti dilenen bir adamı. “Sanki,” dedi kendi de şüpheye düşerken. “Affediyorum. Sanki iyileşiyorum. Sanki...” Sustu. Elimi kaldırdı ve tersini öperken yutkundu. “Dün gece ilk defa kâbus görmedim ben, değişiyor bir şeyler.”

Huzurlu bir nefes verdikten sonra, “Bütün bunlar da bitecek,” dediğimde inancım var mıydı bilmiyordum ama her şeyden çok bunu istiyordum.

“Bütün bunlar bittiğinde,” dedi sanki utanıyormuş gibi. “Geri kalıp izleyemediğim bütün filmleri benimle beraber izler misin?”

“Seve seve, Tugay. Gerçekten seve seve.”

Başını salladığında içten bir şekilde gülümsedi, sanki bir katil gibi değil, sanki bir Suç Kralı gibi değil, sanki ellerinde onlarca insanın kanı yokmuş gibi. Gerçekten herkes için normal bir adam da benim hayatımın aşkı gibi gülümsedi. Geride kalan televizyondan ses geliyordu, bizim ellerimizdeki kanın geçmeyeceğini söylüyordu ama biz buna meydan okuyormuşçasına gülümsedik. Belki de kazanç buydu.

Ya da kayıp, bu sonsuz inancımızdı, bilmiyordum.

Arkamda kalan yumurta dolu tabağı ona uzattığımda, “Hadi,” dedim. “Ben de geliyorum.”

Tabağı alıp güldü, “Bunu,” dedi tereddütle. “Benim yaptığımı söyleme olur mu?”

Gözlerimi devirdikten sonra, “Tamam,” dedim son heceyi uzatarak. “İlerle asker.”

Kahkaha attı, tabağı alıp mutfaktan çıktıktan sonra ben de arkasından son işlerimi halledip peşinden ilerledim. Salona girdiğimde kocaman masanın etrafında oturanları gördüm, hepsinin yüzünde sahiden de büyük bir şaşkınlık vardı.

Tugay sandalyenin başındaydı, hemen yanına, sağdaki sandalyeye ben oturdum.

Diğer tarafta başta Marco ve Giray olmak üzere yayılmışlardı. Marco'nun yanında Sinan oturuyordu, Sinan'ın hemen yanında Gamze, Gamze'nin yanında Green -saçını bu kez de yeşile boyatmıştı- Green'in karşısında Ufuk, Ufuk'un yanında Javier, Javier'in yanında Omar, Omar'ın yanında Helen... Aslında eksik olan tek kişi Defne gibi görünüyordu, birazdan Meryem'i de kahvaltı için aşağıya indirecektim.

“Günaydın,” dedim masanın başında heyecanla dururken.

Gözleri masadaki bıçaklanmış yumurtalarda gezinen Marco'ya bakarak önüne bir sürahi sıkılmış mandalina suyu koydum. “Bu ne?” dedi gözleri irileşirken.

“Mandalina suyu,” dedim keyifle.

“Sen,” dediğinde kaşları çatıldı ve elleri havaya kaldı, yüzünde büyük bir öfke vardı. “Gerçekten bir meyvenin suyunu mu sıktın? Bunu yaparken şüpheye bile düşmeden üstelik? Meyvelerin suyu sıkılmaz, vitamini gider. Özellikle mandalinaya mı yaptın bunu?”

Giray başını iki yana sallayıp, “İki gün önce canlı bir adamın karnını deşen adam söylüyor bütün bunları tabii,” dedi.

“Bir adamla mandalinayı eşdeğer tutma nedenin ne?” Marco gerçekten öfkelenmişti. “Asla tahammül edemem böyle bir terbiyesizliğe.”

Gülmeye başladığımda Javier, “Abi,” dedi gülmemek için kendini durdururken. “Masanın üzerinde bize şaşkınlıkla bakan bir peynir tabağı var ve sen mandalina suyuna mı takıldın?”

“Ayrıca muzun paçalarından çikolata akıyor,” diyen Omar, muzu Ufuk'un suratına doğru uzattı, Ufuk ise kaçıştı.

“Eftalya Hanım,” dedi Ufuk boğuk bir sesle. “Benim muza alerjim var, tabağı başka bir köşeye koysak olur mu?”

Tugay boğazını temizledikten sonra eline çatalı aldı ve ciddiyetle, “Bence her şey çok iyi görünüyor,” dedi ama sanki masanın üzerindeki dil uzatan peynir tabağı onunla alay ediyordu.

Marco gülmeye başladığında, “Gerçekten,” dedi çatalı yumurtaya batırıp havaya kaldırarak. “Bana ağzından kan akarak bakan yumurtaya karşı ciddiyetle mi konuşacaksın TDÇ? Sen adam öldürüyorken daha az delisin.”

Gamze kıkırdadığında Green de ona katıldı, bir yandan da Tugay'dan çekindiklerini anlıyordum ama Tugay da güldüğünde bu kez diğerleri de gülmeye başladı. “Öncelikle,” dedi Tugay yeniden ciddileşirken. “Onun adı çığlık atan adamlar, çok ince işçilikle yapıldı.” Herkesin kaşları havalandı. “Ve yemeyeni öldürürüm.” Elimle ağzımı kapatıp kıkırdamaya başladım. “Çünkü ben yaptım, herkes çığlık atan adamlarımın tadına baksın.”

Giray'ın ağzı şaşkınlıkla açıldığında bu duruma alışık olan tek kişi Sinan'dı çünkü onunla beraberken de sık sık böyle şeyler yaptığımı bilirdi.

Salonda açık olan televizyondaki spiker o cümleyi söyledi. “Tugay Demir Çeviker'in bir sosyopat olduğu da tartışmalar arasında, acımasız katilin cesetlerden bir koleksiyonu olduğu bile söyleniyor.” Bu cümlelerin ardından masada öyle bir kahkaha yükseldi ki...

Marco çatalını yumurtaya batırıp ağzına attığında Tugay masanın altından Marco'nun bacağına vurdu ve Marco daha fazla güldü. O sırada Giray, peynirin dil şeklindeki salamını ağzına atarken Gamze sanki Marco'ya inatmış gibi bardağına mandalina suyunu doldurdu.

Ne kadar şaşırırlarsa şaşırsınlar ya da onlara tuhaf gelirse gelsin ayak uydurdular çünkü onlar Tugay'ı ilk kez böyle görüyorlardı. Belki de çoğunun gözünde Krallık'ın düşündüğü gibi Tugay acımasız bir katildi ama bugün o duvarlarını yıkmıştı. Soğuk görüntüsü silinmişti. Onlar örgütün bir üyesi değillerdi, sanki arkadaşlarımız gibiydiler. Ben de öyle hissetmiştim. Hepsi aslında içinde fazlasıyla iyi insanları barındırıyorlardı.

“BL Örgüt Kurucusu Tugay Demir Çeviker,” dedi Marco, Giray'a göz kırpıp. “Süslü yumurtalarını yememiz için bizi tehdit etti.”

Giray alayla ikizine baktı. “Aynı sofrayı umarım Krallık'a onların etleriyle yapma gibi bir planı yoktur.” Bıçağı havaya kaldırıp salladı. “Sosyopat katil,” dedi sesini kalınlaştırarak. “Katliam çıkardı.”

Tugay gülerek mandalina suyundan imayla büyük yudumlar aldı ve geri masaya koyarken, “İkiz olmak böyle bir şey,” dedi gülümseyerek. “Asılanların cesetlerini saklıyorum, Krallık'a ziyafet verdirmek için.” Gülen sadece Marco ve Giray olduğunda diğerleri büyük bir şaşkınlıkla Tugay'a baktı. Hatta Gamze öksürmeye başladığında Ufuk önüne su itekledi. Marco ve Giray daha fazla kahkaha attığında Tugay onların gözündeki kendisini gördü. O da gülerek, “Sadece,” dedi diğerlerine. “Şaka yapıyorum.” Hepsi rahatlamış bir nefes verdiğinde Tugay başını salladı. “Onların etlerini biz yiyebiliriz sadece.” Giray'ı dürttü, salamı işaret ederek. “Şu Başkan'ı bana uzatır mısın?” Bu kez daha büyük bir şaşkınlık masayı doldurduğunda Giray, ben ve Marco öyle bir kahkaha attık ki diğerleri de neyse ki bize katıldı.

“Ben,” dedim gülüşümün arasından. “Meryem'i alıp geliyorum. Sinan, anahtarı atar mısın?” Sinan, cebinden Meryem'in odasının anahtarını çıkarıp bana doğru attığında havada yakalayıp güldüm ve salondan hızlı adımlarla çıktım. Merdivenleri tırmanırken aşağı kattaki gülüş sesleri öyle hoşuma gidiyordu ki özgürlük biraz da dilediğin gibi kahkaha atmak demekti.

Meryem'in odasının kilidini açtım ve yavaşça içeriye girdiğimde onun uyuyan yüzüyle karşılaştım.

Televizyonda sevdiği bir dizi açıktı, büyük ihtimal Sinan açmış olmalıydı. Yatağın hemen yanında bir su bardağı ve sevdiği bir çikolata vardı. Saçları benim taradığım gibiydi.

Yatağa doğru yavaşça yaklaşırken onu uyandırmamayı düşündüm ama bu harika kahvaltı sofrasını da kaçırmasını istemiyordum. “Meryem,” diye fısıldadım yatağın yanına giderek. “Uyan ablacığım.” Gülümsediğimde hemen yanına oturdum ve elimi saçlarında gezdirdim. “Meryem,” diye mırıldandım bir kez daha. “Harika bir kahvaltı hazırladım, hatırlıyor musun, babam yanımızdayken de hazırlardım. Sen çikolatalı muzları çok severdin, tam da öyle bir kahvaltı. Gülümseyen peynirler de var. Korktuğunu biliyorum, hatta seninle çok fazla ilgilenemediğimi de ama her şey o kadar da kötü bir durumda değil.” Elim saçlarında duraksadı. “Dün gece rüyamda babamı gördüm, onun cümleleri kendime getirdi beni biraz da. O bize bakmış, seni de bana emanet etmiş aslında. Bütün bu cehennemin ortasında bile sana güzellikleri sunmak istiyorum.” Önüne gelen saçları geriye doğru attım. “Birçok şeyden haberin olduğunun farkındayım ama çekiniyorum seninle yüzleşmeye işte. Acaba sen ne kadarının farkındasındır?” Gülümsedim, gözlerim kapıya doğru döndü, aşağı kattan hâlâ gülme sesleri geliyordu. “Ben...” dedim çekingen bir şekilde. “Bütün bunların ortasında, bir de âşık oldum biliyor musun?” Bakışlarımı yeniden ona çevirdim, dışarıda şiddetli bir şimşek çaktı, karla karışık yağmur yağmaya başladı. “Küçükken seninle oturup aşk filmleri izlerdik, şimdi sanki o aşk filminin içinde gibiyim. Her şeyi anlatacağım söz ama öncelikle bütün bunların bitmesi gerekiyor.”

Elimi saçlarından ayırdım ve yüzüne yerleştirdim. O anda yüzümdeki gülümseme donuklaştı çünkü teni buz gibiydi, Meryem hep soğuk olurdu ama bu kez fazlasıyla üşümüş gibiydi, halbuki üzerinde kalın bir battaniye vardı. “Meryem,” diye fısıldadım elimin tersini alnına yerleştirerek. “Çok hastasın sen.” Kapıya baktım, ardından yeniden ona döndüm. “Meryem,” dedim daha yüksek bir sesle. “Ablacığım.” Gözleri bile hareket etmedi, bayılmış gibiydi ya da öyle hastaydı ki bir tepki bile veremiyordu. “Meryem,” dedim daha yüksek bir sesle ve üzerindeki battaniyeyi yavaşça aşağıya doğru kaydırdım.

Tam o anda bir kâbustan bile kötü olan o görüntüyle karşılaştım ya da bütün yaşadıklarım aslında bir rüyaydı ve ben yeni uyanmıştım.

Meryem'in boynunda bir urgan vardı, gevşek bırakılmıştı ama o urganın altındaki fazla sıkıldığı için oluşan morluğu görebiliyordum. Battaniyeyi sertçe çektiğimde beyaz geceliğinin altındaki çelimsiz vücudunu gördüm. Ellerim saçlarıma geçtiğinde oturduğum yerden kalktım ve “Meryem,” dedim zorlukla. Tırnaklarımı derime batırdım, ardından kollarıma indirdim ve bu kez kollarıma batırmaya başladım. Bu bir kâbus olmalıydı ve ben uyanacaktım, hayır, şu an her şeyi yanlış anlıyor olmalıydım. Bu odanın anahtarı sadece üç kişide vardı, birisi ben, birisi Tugay, birisi de Sinan. Bu imkânsızdı. Sinan'ın bana hazırladığı aptalca bir şaka mıydı? Belki de kıymetini anlamam için oynanan bir oyun. Meryem'le şakası. “Meryem,” dedim gülmeye başlayarak. “Ablacığım, ne yapıyorsunuz siz?” Kolunu tutup kaldırdım ve geri bıraktığımda yatağın üzerine düştü; Meryem zaten pek hareket edemezdi, bu çok normaldi. “Hadi ama,” dedim gözlerimi devirerek. “Tamam, haklısınız, saçmalıyorum biraz ama bu şakayı da hak etmedim.” Kapıya doğru baktım. “Sinan! Seni öldüreceğim!”

Gülüyordum fakat gözlerimden neden yaşlar dökülüyordu bilmiyordum. Bakışlarım komodinin üzerindeki çikolataya kaydığında, “Öldün ve ölmeden önce en sevdiğin çikolatayı yedin öyle mi?” diye sordum. “Aptalca bir şaka! Aptalca, aptalca ve aptalca.”

Krallık'ın kurallarından birisi, idamdan önce en sevdiği yiyeceği yer, en sevdiği kokuyu alırdı.

Kaşlarım havalandığında daha fazla güldüm ve Meryem'e doğru yaklaşıp boynunu kokladım. Babamın parfümü gibi kokuyordu. Urgan, babam kokuyordu. Daha fazla güldüm ve Meryem'in yüzünü ellerimin arasına aldım. “Meryem,” diye fısıldadım, onun yüzüne yaşlar düştü. “Bu gerçekleşmedi.” Tuttuğum yüzü titriyordu, o canlıydı.

Hayır, ellerim titriyordu.

“Bu olmadı,” dedim gözlerimi kapatarak. Sol elim, yüzünden boynuna doğru indiğinde tam nabzının olduğu tarafa geldim, parmaklarımı bastırdığımda hiçbir şey hissetmedim ama ellerim titrediği için olabilirdi. Eğilip kulağımı kalbinin üzerine koydum, hiçbir ses, hiçbir atış yoktu ama bu da kulaklarım uğuldadığı için olabilirdi. Bu kez elimi atışı hissetmek için kalbinin üzerine koydum ama hiçbir şey yoktu. Öyle soğuktu ki dışarıda yağan karlar sanki onun üzerine de yağmıştı. “Meryem,” dedim kulağım kalbindeyken. “Gözlerini açar mısın?” Sesim bana ulaşırken vücudum titriyordu. “Meryem,” dedim. “Lütfen.” Yalvarıyordum, hem ona hem babama hem kendime hem Tanrı’ya. “Lütfen!” diye bağırdığımda “Hayır, ölmedin!” dedim. “Yeter. Ölmedin!” Başımı kaldırdım ve yüzünü ellerimin arasına alıp sarstım. “Meryem!” dedim bağırarak. “Ölmedin değil mi ablacığım? Sen de gitmedin değil mi? Kalmadım değil mi kimsesiz?” Hiçbir tepki yoktu, o zaten hareket edemezdi ve yaklaşıp baktım, nefesi de yoktu. “Meryem!” diye haykırdığımda onu bütün gücümle sarstım. “Ölemezsin! Ölmeyeceksin! Bunu bana yapmayacaksın! Söz verdim babama!”

Odanın içindeki haykırışlar ağlamalara dönüştüğünde kendi sesim bile kulağıma yabancı geliyordu. Bu bağıran kadın kimdi? Daha kaç kez daha bağıracaktı? Kaç kez daha kaybedecekti? Kaç kez daha yok olacaktı? Meryem'e sımsıkı sarıldığımda o an anladım, sarıldığım beden ölüydü çünkü ben ne olursa olsun Meryem'e sarılsam o gülerdi. Gülerdi, hissederdim ama şimdi hiçbir şey yoktu.

Daha sıkı sarıldım, çok daha fazla ve adını haykırdım.

İçeriye birileri girdi, birisi beni Meryem'den uzaklaştırdı, bir başkası Meryem'e baktı ve sonrasında bir gürültü koptu. Kendimi yere bıraktığımda haykırmaya devam ettim, bir kurşun değildi onu öldüren, bir urgandı yine. Tıpkı babam gibi idam edilmişti, en sevdiği yemeği yemişti ama bu kez öldüren ben değildim, o nefes bile alamadan ölmüştü.

“O çırpınamaz ki,” dedim titreyerek. “O çırpınamaz ki.” Beni tutan kişiye baktım, Tugay'dı, kolları, belimden sarılmıştı, arkamdaydı. “O çırpınamaz ki Tugay,” dedim. “O bağıramamıştır bile. Yardım bile isteyememiştir. Çığlık bile atamamıştır. Ölmüştür öylece.” Bacaklarımı hareket ettirip ayağa kalkmaya çalıştım, Meryem'in hemen yanında Sinan vardı ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Sinan,” dedim ona. “O bağırmamıştır bile. Ölmüş değil mi? Baktın mı? Ölmüş mü?” Marco, Sinan'ı çekerken yeniden Tugay'a döndüm. “Kahvaltı edecektik,” dedim başımı sallayarak. “Onun içindi. Neden böyle oldu? Yine mi oldu?” Ellerime baktım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim. “Yeter,” dedim iç çeke çeke. “Ya uyanmak istiyorum bu kâbustan ya ölmek istiyorum ya da gitmek.” Gözlerimi tavana çevirdim. “Baba,” dedim acıyla. “Özür dilerim baba, çok özür dilerim.”

Babama verdiğim sözü tutamadım, Meryem'i kaybettim ve onu koruyamadım. Önce babam öldü, ardından annem öldü ve en sonunda kardeşim öldü. Yapayalnız kaldım, ailemi katlettiler benim, biz dört kişilik bir aileydik, şimdi Atalar ailesinden bir ben kaldım, benden başka kimse kalmadı.

Meryem öldü, zaten yaşayamıyordu, aldığı bir nefes vardı, onu da çekip aldılar.

Annem öldü, zaten beni sevmezdi, bir kez bile yürekten sarılamadan terk etti beni.

Babam öldü, onuru için yaşıyordu, onuru için öldü ama yarım bıraktı beni, sığındığım kolları yok oldu.

Babam öldü benim, annem öldü, kardeşim öldü. Ailem öldü benim, bir savaşta her şeyimi kaybettim, geriye ben kaldım, kalan ben de kalbini kaybetti Meryem'in ölümüyle, aklını öldürdü, son nefesini sanki kardeşiyle beraber verdi.

“Babacığım, bir gün yine hep beraber mutlu bir aile fotoğrafı çeker miyiz?” diye sormuştum hapishaneye ilk girdiği zamanlar. “Belki annem de kabul eder.”

“Çekiliriz elbet Eftal'im,” demişti yürekten inanarak. “Hem belki annen bana geri döner, Meryem iyileşir, senin ise çiçeklerin daima büyür. Çekiliriz çiçek bahçende, hepimiz gülümseriz, ömrümüzün sonuna kadar da saklarız o fotoğrafı. Biz bir aileyiz Eftal, aile öyle kolay kolay gitmez birbirinden.”

Kahkaha attım. “Buruş buruş yakışıklı bir adam olduğun gün, o fotoğrafı çekileceğiz o halde, söz ver.”

“Söz veremem,” dediğinde gülümsedi. “Ama sen söz ver, ne olursa olsun, en çaresiz anında bile bu aileyi ayakta tutmak için çabalayacaksın.”

Bir an bile düşünmeden “Söz,” dedim. “Son nefesime kadar çabalayacağım babacığım.”

O aileden bir ben kaldım canlı. Benim de zaten artık ayakta duracak halim kalmamıştı.

Ya bir daha yıkılmamak üzere tamamen güçlenecektim çünkü kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı ya vazgeçecektim her şeyden çünkü kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı işte.

Savaşmak mı gerekirdi, ölmek mi?

Eftalya Atalar, söylesene, artık gerçekten yaşayabilmek için ne yapmak gerekirdi?

Peki ya artık yaşanır mıydı?

***

Bir insanın babası öldüğünde elleri yanardı çünkü bir çocuk korktuğunda hep babasının elini tutmak isterdi.

Bir insanın annesi öldüğünde saçları yanardı çünkü bir çocuk şefkat görmek istediğinde hep annesi saçlarını okşasın isterdi.

Bir insanın kardeşi öldüğünde bacakları yanardı çünkü bir çocuk kaçmak istediğinde ilk kardeşine koşardı.

Bir insanın ailesi öldüğünde kendisi bir yangının içinde kalırdı; söndürmek de pek mümkün olmazdı.

İlk önce ellerim yandı, ardından saçlarım ve en sonunda bacaklarım. Şimdi söndürmek mümkün değildi, yerimde bir başkası olsa gözlerini açamazdı ama ben gözlerimi açtığımda artık kalbimde acı bile hissedemiyordum.

Bakışlarım beyaz tavandan yanıma doğru döndüğünde Tugay ve Sinan'la karşılaştım, ikisi de başımda bekliyordu. Sinan'ın gözleri ağlamaktan kıpkırmızıydı, Tugay'ın ise son gördüğüm gülümseyen yüzü uzaklaşmış, yerine yine o acımasız adam gelmişti, acısıyla beraber.

Bayılmıştım, bunu anlayabiliyordum ama ne zamandan beri baygındım bilmiyordum. Yutkunmaya çalışıp doğrulduğumda Tugay eliyle yardım ederek benim yatakta doğrulmama izin verdi. Komodindeki bir bardak suyu titreyen eliyle bana uzatan Sinan'a bakarken, “Meryem,” dedim boğuk bir sesle hatta donuk. “O nerede?”

Sinan yutkundu, sanki bir cevap verebilecek durumda bile değildi ama kısık bir sesle, “Ölüm Timi'nin mezarına gömülecek,” dedi başını sallayarak. “Anne ve babanın yanına.”

Bu kadar basit miydi?

“Ben ne zamandan beri baygınım?” diye sordum.

“Bir buçuk gündür,” dedi Tugay bu kez. “Uyandın bazen, hatırlamıyor musun?” Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. “Sakinleştirici vurdular çünkü kendine zarar veriyordun.” Eli yüzümü buldu, ardından alnıma dokundu. “Fakat artık uyumaman gerektiğini düşündüm.”

Bu kez başımı olumlu anlamda salladığımda Tugay'ın odasındaydım. Köşede piyano vardı, cama kar taneleri vuruyordu, odanın içi sıcaktı.

Ve Meryem de ölmüştü.

Sinan çekimser bir sesle, “Öğlen,” dedi ve sesi öyle bir titriyordu ki ağlamamak için kendini durdurduğu belliydi. “Meryem gömülürken gitmek istiyorsan...”

“İstemiyorum.” Sinan'ın cümlesi yarıda kaldı, bakışlarımı pencereden ayırmadım. “Ailemi çürüten toprağa ihtiyacım yok, onlar artık burada değil.” Donuk bakışlarla onlara döndüm. “Bunu kimin yaptığını bilmiyoruz değil mi?”

İkisi de birbirine baktı. Sorumdan dolayı değil de sanki bende her ne görüyorlarsa bu onları rahatsız ediyordu. Ağlamam gerekirdi biliyordum, dövünmem, belki ebediyen uyumam, kaçmam, mezara gidip özürler dilemem... Fakat benim tek istediğim intikamdı.

“Hayır.” Tugay'ın net cevabı. Başka hiçbir şey demedi. “Fakat arkasında kimin olduğunu...”

“X?” dedim kaşlarımı kaldırarak. Cevapsız kaldı, elbette X. “O halde neden hâlâ duruyoruz? Neden bir şeyler yapmıyoruz?” Yeniden birbirlerine baktılar. “Ne var?” dedim üzerimdeki battaniyeyi atarken. “Bu şekilde duracak mıyız? Hiçbir şey yapmayacak mıyız?”

“Eftal,” dedi Sinan bana doğru yaklaşıp yatağın yanına otururken. O sırada Tugay geriye çekilip ikimize fırsat tanıdı. “Seni tanıyorum, şu an bu durumdan kaçmak istiyorsun ama en azından bir süre durup sindirmek ve yaşananları...”

“Sindirmek istemiyorum,” dedim dişlerimin arasından. “Neyi sindireceğim hem? Hangi birini? Ne kadar sindirebilirim? Bu şekilde durarak hangisini alt edebileceğim?” Bakışlarım Tugay'a döndü. “Kime güveniyorsan onu çağır, kaç kişi olduğumuz umurumda bile değil. Ne gerekiyorsa onu yapacağız.”

“Avukat...” dedi Tugay.

“Tugay,” dedim dişlerimin arasından ve çıplak ayaklarım yere dokunduğunda ayağa kalkıp dik bir şekilde ona baktım. “Ne diyorsam o,” dediğimde nefes almakta bile zorlanıyordum. “Herkesi çağır, bu kez ben konuşacağım.”

***

Katledilen bir kahvaltı masası vardı ve o masa şimdi tam karşımdaydı. Hazırladığım her şey hâlâ duruyordu, bazılarına dokunulmamıştı bile. Bir buçuk gün geçmişti, toplanmamıştı bile. Ve o masanın etrafında bu kez Tugay'ın güvendiği insanlar oturuyordu; mutlulukla değil, dehşetle ve tedirginlikle.

Hemen sağında ise ben vardım.

Bir buçuk gün önceki o kahkaha sesleri artık uzaklaşmıştı.

Ben ve Tugay yan yanaydık, hemen yan sandalyelerde Marco, Sinan ve Giray vardı. Giray'ın yanında ise Defne. Onun gelmesini ben istemiştim çünkü desteğine ihtiyacım olabileceğini düşünüyordum.

Javier yoktu, Marco mu getirmeyi tercih etmemişti yoksa Tugay mı istememişti bilmiyordum.

“Avukat,” dedi Marco boğazını temizleyerek. “Öncelikle kardeşin için...”

Lafını bölüp önümdeki yemek tabağını itekledim ve beyaz eldivenleri koydum. Üzerimde siyah kargo pantolon ve onun üzerinde de siyah kazak vardı, Defne de aynı şekildeydi, hatta diğerleri de öyle. Hemen yanımda oturan Tugay'ın ellerinde eldivenler vardı, çoktan takmıştı. “Bir planı olan var mı?” diye sordum hepsinin yüzüne bakarak. Gözlerim bulanık görünüyordu ve başım dönüyordu, nefretten olma ihtimalini bile düşündüm ama sanki bünyem artık zayıf düşüyordu. “Eğer yoksa...”

“Bir plan yapabilecek kafa şu an hiçbirimizde yok,” diyen Giray'ın sesinde hüzün vardı, yaklaşıp çekinmeden elini elimin üzerine koydu. “Avukat, gerçekten biraz dinlensen iyi olacak, kötü görünüyorsun.” Eline baktım. Giray, Tugay'a baktığında onun da sözünü dinlemediğimi anlamıştı. “Elbet alacağız intikamını ama bir durup dinlensen...”

“Durup dinlendiğim her an birini kaybediyorum ben,” dediğimde boğazımda şiddetli bir acı vardı. “Daha kaç kişi ellerimin arasından kayıp gidecek Giray? Kim kaldı?” Kaşlarım havalandığında sesim titriyordu ama bu umurumda değildi. “Söylesene, senelerce dinlensem ne olacak? Ne geçecek? İzin verin de durmayayım, bir şeyler yapayım, yapayım ki nefes alayım yoksa boğuluyormuşum gibi hissediyorum.”

Giray geriye çekildiğinde onaylamasa da hiçbir şey demedi. “Az kişiyiz,” dedi Defne, kısık bir sesle. “Ne yapabiliriz ki?”

Kaşlarımı çattım, haklıydı; insanın güvendikleri az olduğu zaman gireceği her savaşta yenilgiyle ayrılması oldukça normal görünüyordu. “Bu piç kurusu nerede saklanıyor ki?” dedi Marco hiddetle. “Ulaşabilmek imkânsız, gölgesi bile görünmüyor.”

“Sadece kendisi istediği zaman açığa çıkabiliyor,” dedi Giray. “Diğer türlü Krallık bile ona ulaşamıyor.”

Gözlerimi kıstım. “Peki ya onu en iyi tanıyanlar?” Bakışlarım Marco'ya döndü. “Onu çok iyi tanıdığını söylemiştin, bir tahminin yok mu?”

Marco soruma hazırlıksız yakalanmıştı. “Ben onu tanıdığım zamanlar bir piç kurusu değildi, bu yüzden tahmin edebileceğim her yeri yok etmiş olmalı.”

“Peki ya diğer onu tanıyanlar?” diye sordum.

“Nasıl yani?”

“Ölüm Timi'nde onu tanıyan başka kimse yok mu?”

Marco duraksadı. Ardından, “Tanıyanlar öldü,” dedi, göz ucuyla Tugay'a bakıp. “Çünkü çok eskidendi. Sadece bir kişi var onu tanıyan ama burada olamaz çünkü güvenilmiyor ve güvenilmediği için...”

“Kim?”

“Gamze.”

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. “Gamze, X'i nereden tanıyor ki?”

Marco derin bir nefes verdi, gözlerini kapattı ve geri açtığında, “Gamze de Ölüm Timi'ndeydi,” dedi, bu kez şaşkınlık beni çepeçevre sarmıştı, benimle beraber herkes şaşırırken şaşırmayan tek kişi Tugay'dı. “Sonrasında da Ölüm Timi'nden ayrılmak istedi, Tugay onu örgüte aldı. En başından beri bizimleydi, X'i o da tanıyor.”

“Ne?” dedi Giray şaşkınlıkla. “Bu yüzden mi onu koşulsuz şartsız aramıza aldın?” Giray'ın sorusu Tugay'a olmuştu. “Bu yüzden mi bu kadar pervasızdı?”

“Aslında,” dedi Defne düşünceli bir sesle. “O kadar göz önünde bir şeymiş ki bu. hareketinden Ölüm Timi’ne ait olduğu belli oluyordu.”

“Peki neden ayrıldı?” diye sordum Marco'ya.

Marco bakışlarını başka tarafa çevirdi. “Bunu ona sor.”

“Ayrıldıysa biz neden aldık?” diye sordu Giray.

“Çünkü gidecek hiçbir yeri yoktu,” dedi Tugay cevap olarak. “Ve Marco onun güvende kalmasını istedi, ben de onu yanıma aldım.”

Marco'nun yüzüne baktığımda öfke yerine kırgınlık görüyordum. Onun ayrılışı bir ihanet değil de sanki bir terk ediş gibiydi. Sadece Marco'ya bakarak, “O güvenilmez biri mi?” diye sordum.

“Daha neler,” dedi Giray, kızgınlıkla. “Onu yanımıza almayı düşünmüyorsun, öyle değil mi?”

“Marco,” dedim ve sonrasında da Tugay'a döndüm. “O güvenilmez biri mi?”

Tugay hiçbir şey söylemeden Marco'nun yüzüne baktığında Marco, “Bakış açına göre değişir, Avukat,” dedi sakin bir sesle. “Eğer kastettiğin ihanet ise asla bunu tercih etmez benim nezdimde çünkü kibri buna izin vermez fakat yarı yolda bırakma konusunu soruyorsan...” Gülümsedi. “O savaşın tam ortasında bir insanı yarı yolda bırakıp gidebilir, yapayalnız kalırsın. Bu konuda ona asla güvenemezsin.”

Ben de gülümsediğimde mutluluktan uzaktı. “Eh,” dedim dalga geçermiş gibi ama kederliydi. “Bu o kadar da üzücü değil benim için, bir gün herkesin gideceğini biliyorum artık.” Tugay'ın nefesini tuttuğunu hissettim. “Gamze'yi ara, onunla konuşmak istiyorum.”

Marco direkt Tugay'a baktı ama Tugay bütün dizginleri bana bırakmıştı, anlayabiliyordum. Şu an o emirlerim altındaydı, ben ne dersem o olacaktı. Yanlış olduğunu düşünseydi bir şekilde engeller miydi bilemiyordum ama içimden bir ses Gamze'den rahatsız olmadığını söylüyordu.

“Bende numarası yok,” dedi Marco başını iki yana sallayarak. “Birbirimizden hazzetmiyoruz.”

“Bende var.” Sinan'ın cümlesinin ardından hepimizin bakışları ona döndü, Marco ise tek kaşını havaya kaldırdı. “Tugay bize telefonları verdikten sonra Gamze de hemen numaramı aldı.” Cebinden telefonunu çıkardığında Marco dikkatle onu inceliyordu, diğerleri gibi. “Arada sırada komik mesajlar atıyor, o kadar.”

“Arar mısın?” diye sordum Sinan'a. “Ve telefonu bana ver.”

Sinan telefonundan birkaç tuşa bastı, ardından bana uzattığında sakince telefonu elinden aldım. Üçüncü çalışta telefon açıldığında, “Hey,” dedi Gamze şaşkınlıkla. “Beni böyle bir günde aramanı beklemiyordum Bebek Adam.”

Sinan başını önüne eğdiğinde Marco yüzünü buruşturdu. “Gamze,” dedim donuk bir sesle. “Benim, Eftalya.”

Kısa bir sessizliğin ardından, “Avukat,” dedi ve hareketlenme oldu. “Bir saniye, sen aradığında yatakta doğrulma ihtiyacı hissettim. Nasılsın? Seni merak ediyordum.”

“İyiyim,” dedim kısaca. “Ve yardımına ihtiyacım var.”

“Ne?” dedi Gamze. “Benim mi? Nasıl yani?”

Gözlerim Tugay'a kaydı, yapıp yapmamak konusunda kararsızdım ama içimden bir ses öyle bir yap diyordu ki sonucunda ne olursa olsun katlanacağımın bilincindeydim, hem daha nelere katlanabilirdim ki?

Büyük bir nefes verdikten sonra, “Eskiden Ölüm Timi'ndeymişsin,” diye mırıldandım. “Bundan haberim yoktu ve...”

“O aptal Marco çenesini tutamayıp bunu sana söyledi değil mi?” Bağırmaya başladı. “Ona söyle, istediği kadar hakkımda konuşsun, o aptal Tim'e geri dönmeyeceğim, beni rahat bıraksın!”

“Kapa çeneni,” dedi Marco hiddetle. “Hiçbirimizin de seni istediği yok zaten, dünya etrafında dönmüyor Gamze.”

“Hayır Marco, dünyayla beraber sen de benim etrafımda dönüyorsun ve bil diye söylüyorum, asla geri dönmeyeceğim.”

Marco alayla gülmeye başladı. “Bunun hayalini kurduğunu biliyorum ama inan umurumda bile değilsin, Gamze. Şimdi kapa çeneni de Avukat’ı dinle, o zaman belki biraz utanırsın.”

“Kendine gel,” dedi Gamze öfkeyle. “Karşında Ölüm Timi'ndeki adamın yok, benimle böyle konuşmaya devam edersen senin boynunu kırar, eline verir sonra da...”

“Gamze,” dedim lafını bölerek. “Marco doğru söylüyor, benim sana ihtiyacım var.”

Gamze öfkeyle nefesini verip, “Neden?” diye sordu. “Bunun Ölüm Timi'yle ne ilgisi var?”

“Aslında Ölüm Timi değil,” dediğimde ayağa kalktım ve masanın etrafında dolaştım. “X ile ilgili.” Gamze sessizleşti. “Onu en az Marco kadar tanıdığını biliyorum ve ulaşmak istiyorum. Hayır, seni hiçbir şeye bulaştırmayacağım merak etme, sadece bana saklanma yerini tahmin edip etmediğini söylesen yeterli.” Sessizlik düşündüğümden daha uzun sürdü, hareketlenme oldu bir kez daha. Öyle bir sessizlikti ki bir kez daha, “Gamze?” demek zorunda kaldım.

Derin bir nefes verdikten sonra, “Bilmiyorum,” dedi ama dürüst değil gibi gelmişti, bu çok tuhaftı. “Ben sadece insanları öldürüp geçen tarafta olsam yetmez mi?” Gamze kendi isteğiyle aslında güvenilen o kadın olmak istemiyordu ya da rol yapıyordu, anlamıyordum.

“Gamze,” dedim kısık bir sesle. “Öyle ya da böyle ona ulaşacağım ama yolumu ne kadar kısaltırsam o kadar iyi.” Başımı iki yana salladım. “Tek bir şey söylemen bile yeterli.”

Marco parmaklarını burnunun kemerine götürdü ve tahammülsüz bir şekilde kendi kendine bir şeyler söyledi. “Ben bilmiyorum,” dedi Gamze en sonunda. “Ama bilen birisi olabilir.” Adım seslerini işittim. “Annesiyle arası iyiydi, ona ulaşabilirseniz...” Duraksadı Gamze. “Fakat annesi de sizinle pek konuşmaz çünkü güvenmez. O kadın beni severdi ama nerede olduğunu bilmiyorum, bilseydim...”

Tugay'la direkt bakıştık. Ardından, “Gamze,” dedim. “Annesine ulaşabileceğini söylesem bana yardım eder miydin?”

Gamze büyük bir şaşkınlıkla “Nasıl yani?” diye sordu.

“Annesi elimizde,” dedim hiç düşünmeden. “Ve onunla konuşursan eğer...”

“Ben o kadınla...” Boğuk bir nefes verdi Gamze. “Bak, o kadın kötü birisi değil, bütün bunların dışında, beni tanıma nedeni de bir süre beni tedavi etmesi. Kendisi psikiyatrist.” Başka bir şaşkınlık daha bünyeme uğramıştı. “Geçip de bana oğlunun yerini söyleyecek değil.”

“Belki,” dedim yalvarır gibi. “Onun ağzından bir laf alabilirsin.” Gamze bıkkın bir nefes verdi. “Lütfen,” dedim bu kez. “Tek bir şey, başka hiçbir şey istemiyorum. Bana yardım eder misin?”

Aslında neden bu kadar kaçtığını da anlayabiliyordum, ne kadar bizimle yakın olursa o kadar yanardı. Çukurun dibini gören insanlara eşlik etmek cesaret isterdi çünkü geri nasıl çıkılacağını kimse bilmezdi. Gamze de o çukura girmemek için çaba veriyordu.

Fakat beni şaşırtarak, “Tamam,” dedi boğuk bir sesle. “Sana yardım edeceğim ama tek bir şartım var.”

“Nedir?”

“O kadın bir zarar görmeyecek.” Kaşlarım çatıldı. “Çünkü ona minnetim var, minnetim olduğu insanların zarar görmesine göz yummam.”

“Yalancı,” dedi Marco ağzının içinde.

“Tamam,” dediğimde başımı salladım, Tugay'la göz göze geldik. “Tugay'ın evine gel, buradan çıkalım.”

“Geliyorum.” Telefon kapandığında herkesle tek tek göz göze geldim. Tugay'ın ağzını bıçak bile açmıyordu çünkü içimin rahatlaması için bana izin veriyordu. Her ne yaparsam aydınlığa kavuşacağımı düşünüyordu ama benim verdiğim her çaba sanki içsel olarak biraz daha dibi boylamama neden oluyordu.

“O halde,” dedi Giray ayağa kalkıp. “Biz de şu X'in erkek kardeşini sorgulamaya gidelim.” Tugay hareket etmeden beklemeye devam etti. “Elbet bir şeylere ulaşabiliriz.”

“Ben, Avukat ve Gamze'ye katılacağım,” dedi Defne, başını sallayarak. “Eğer Eftalya da isterse tabii ki.”

Dudaklarımı ıslattığımda, “Olur,” diye mırıldandım. “Eğer Gamze de onaylarsa.”

“Tugay,” dedi Giray, ona bakarak. “Ne düşünüyorsun?”

Tugay elini saçlarına geçirip, “Beni Avukat’la beş dakika yalnız bırakın,” dedi baskın bir sesle.

“Tugay,” dedim yutkunarak.

“Yalnız bırakın.”

İkiletmeden herkes salondan çıktığında sadece ben ve Tugay kaldık, bakışları bana döndüğünde oturduğu sandalyeden kalktı ve elinde yanmakta olan sigarayı söndürüp bana doğru yürüdü. Bakışlarımı ondan ayıramazken, “Ne düşündüğünü biliyorum,” dedim başımı sallayarak. “Delirdiğimi düşünüyorsun, dinlenmem gerektiğini düşünüyorsun, hızlı karar verdiğimi düşünüyorsun, hatta hata yaptığımı düşünüyorsun ama ben bu zamana kadar senin bütün kararlarına ayak uydurdum, sıra sende Tugay. Madem bu örgütün lideri benim, bu kez sen bana boyun eğeceksin.”

Elini yüzüne geçirdi, ovuşturduktan sonra, “Avukat,” dedi net bir sesle. “Yapacağın şeyden korkmuyorum, gidip bir kadına sorular soracaksın ve cevaplar almaya çalışacaksın, bunda hiçbir şey yok. Sıkıntı ne biliyor musun? Şu sakinliğin ve donukluğun.” Elleri yüzümü buldu ve başparmağı hafifçe yanağımı okşadı. “Yak, yık, yok et, bağır çağır, katlet herkesi ama böyle sakin kalma çünkü bu sakinliği biliyorum, yaşadım daha önce.” Gözlerimi bile kırpmadan ona bakıyordum. “Hapishaneye düşmeye karar vermeden önceki gece tıpkı senin gibi sakindim ve kendimi cehenneme sürükledim. Durup dinlenme tamam ama durup bir...” Yutkunduğunda gözlerinden acı geçti. “Durup bir ağlayayım mı seninle? Durup acı çekeyim mi?”

“Sen daima savaşırsın, Tugay,” dedim şaşkınlıkla. “Sahiden de bunu mu teklif ediyorsun bana?”

“Çünkü bana dönüşmek seni iyi etmeyecek,” dedi. “Beni de etmedi. Her şeyi yaparız, her şeyi yakarız, yok ederiz. Yaparım, Sevgili Avukat, yapmadım mı? Senin için dünyayı yakarım, yakmadım mı? Öldürürüm, öldürmedim mi? Ama önce sen, dedim sana da. Önce sen, sonra intikam artık.” Dişlerini sıktığında gözlerinden öyle bir öfke geçti ki ateşler çıkacak sandım. “Kendimi nasıl zor tuttuğumun farkında mısın sen?” dedi dişlerinin arasından. “Nasıl aklımı kaçırmadan, yıkıp yok etmeden öylece durabiliyorum bunu görmüyor musun?” Sağ eli yanağımda yumruk halini aldı. “Ne yapsam yetmeyecek, hangi kötülüğü düşünsem eksik kalacak ama önce sana bakıyorum, önce seni görüyorum.”

Bütün bunların dışında beni bozguna uğratan çok büyük bir şey görmüştüm onun gözlerinde. “Tugay,” dedim büyük bir şaşkınlıkla. “Sen korkuyorsun. Sen ilk defa bu kadar korkuyorsun.”

“Korkuyorum,” dedi hiç çekinmeden.

“Onlardan mı?” diye sordum.

Tugay alayla güldü. “Onların gelmişini geçmişini sikerim, Avukat,” dedi. “Onlar kim ki beni korkutabilir?”

“O halde?” dedim acıyla.

“Sen,” dedi. “Beni sadece sen korkutabilirsin, seninle alakalı her şey korkutabilir.” Sol elimi tuttu ve kalbine doğru götürdü. “İçimde bir korku var, bir his var, geçmiyor. Aklımdan geçenlere tahammül edemiyorum.” Kalbi çok hızlı atıyordu. “Ben hiç yanılmam ama bir kez yanılmak istiyorum.” Elimi sıkıca tuttu. “Sadece bir kez burnunun dikine gitme ve beni dinle, bırak ben halledeyim her şeyi.”

Kalbinin üzerindeki parmaklarımı kalbini tutmak istiyormuş gibi içeriye doğru kıvırdım. “Daha kötü ne olabilir ki Tugay?” diye sordum. “Her şeyi kaybettim, daha ne olabilir?”

“Birbirimizi kaybedebiliriz,” dedi net bir sesle. “Ben seni kaybedemem.”

“Kaybedersek beraber,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Bunu unuttun mu?”

Tugay başını iki yana salladı, kalbinin üzerindeki elime baskı yaptı. “Buradasın,” dedi. “Buradasın, Sevgili Avukat, solumdasın. Bunu biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum.”

“O halde verdiğin her kararda beni de düşün,” dedi sanki bir emirmiş gibi ama yakarıştı, anlıyordum. “Çünkü sol tarafıma zarar vereceğini çok iyi biliyorsun artık.”

Uzanıp yavaşça ona sarıldım ve kollarım boynuna dolanırken büyük bir nefes verdim. “Bütün çabam,” dedim. “Bütün çabam artık ikimiz de daha fazla kaybetmeyelim diye Tugay, söz veriyorum.”

Onun da kolları benim belime dolandığında sıkı bir sarılıştan öte hüzünlü bir sarılıştı. İçi rahat değildi fakat beni engelleyemeyeceğini biliyordu. Dışarıdan nasıl görünüyordum bilmiyordum ama onun, onların gördüğü sadece çabalamaya çalışan bir kadından ibaretti bunu biliyordum.

“Peki ya sen,” dedi Tugay sarıldığı yerde. “Sen korkuyor musun?”

“Evet,” dedim.

“Neyden?” diye sordu.

Cevap vermedim.

***

Gamze çok büyük bir şaşkınlıkla Defne'nin yüzüne bakıyordu. Öyle büyük bir şaşkınlıktı ki neredeyse çenesi aşağıya düşecekti.

Evin kapısının önündeydik, iki araç da kapının önünde bekliyordu. Tugay, Giray, Marco ve Sinan, erkeklerin tutsak tutulduğu yere gidip X için sorgulayacaklardı. Ben, Defne ve Gamze ise X'in annesinin yanına gidecektik. X'in annesi, Ölüm Timi'nin ininde tutuluyordu, diğerleri ise örgütün gizli mahzeninde eğitilmek üzere bekliyorlardı. Yüzlerce kişi orada bir savaşa hazırlanmak için bekliyorlardı, kadınlar da erkekler de.

“Bana öyle bakmayı bırak artık, Gamze,” dedi Defne başını iki yana sallayarak. “Ölmedim işte.”

“Bakışları bir kez daha bize döndü, ardından yeniden Defne'ye ve sonrasında Giray'a baktı. “Siz çift olarak ölüp ölüp geri dönmeyi çok mu seviyorsunuz?” diye sordu. Herkesten en farklı tepkiyi vererek Defne'yi çekip sarıldı, kocaman. Defne şaşkınlıkla gözlerini açtığında Gamze güldü. “Yine de ölmemene sevindim, ne yalan söyleyeyim, öl de yerine geçeyim diye merakla bekliyordum.”

Defne güldüğünde o da sarıldı. Tam o esnada omzuma bir şey atıldığını fark ettiğimde Tugay'ın renkli atkıyı boynuma doladığını fark ettim. Üzerinde siyah bir palto vardı, dudaklarının arasında yine bir sigara. “Üşüme,” dedi sakin bir şekilde. “Hava daha da soğuyacak.”

Renkli atkıya bakıp gülümsedim. “Bugüne çok yakıştı bu atkı,” dedim alaylı bir şekilde.

“Alışkanlıklar işte,” dedi Tugay da gülümseyerek. “Seni renkler arasında görmeden duramıyorum.”

“O halde,” dedi Marco arabaya yürürken. “Gidelim, birkaç saat sonra evde görüşürüz.” Bakışları bize döndü. “Siz zaten bizim yoldan gideceksiniz, karşınıza birinin çıkması imkânsız, gizli yol. Ama olur da çıkarsa arabada kırmızı bir düğme var, telefonuma bağlı, ona bastınız mı imdadınıza yetişebileceğiz.”

“Abartma,” dedi Gamze gözlerini devirerek. “On beş dakika ilerisi için helikopter de kaldıracak mısın?”

Marco onu duymazdan gelip Sinan ve Giray'a başıyla hareket verdi. Giray, Defne'yi alnından öptü, Sinan ise bana el salladı. Herkes araçlara bindiğinde Tugay ve ben kaldık. Birbirimize çok kısa bir an baktık. “Arabayı sen kullanma,” dedim gülümsemeye çalışarak. “Onlar kullandığında mutlu oluyorlar, güvendiğini hissediyorlar.”

Tugay da gülümsedi ve başını salladı. “Marco,” dedi bana bakarak. “Arabayı sen kullan.” Bir kez daha gülümsediğimizde bana doğru eğildi, alnıma uzun bir öpücük kondurdu ve geriye çekilirken tam gözlerimin içine baktı. Dudakları aralandı bir şey söyleyecekmiş gibi fakat sonrasında vazgeçtiğinde geri geri yürüyüp arabaya ilerledi. Onun başına bir şey gelmezdi değil mi? Hayır, Tugay Demir Çeviker'e hiçbir şey olmazdı, onu da kaybetmezdim, biliyordum.

Bu sadece delice bir düşünceydi, herkesi kaybettiğim gibi onu da kaybedeceğimi düşünüyordum.

Onun ardından ben de arabaya bindiğimde sürücü koltuğunda Gamze vardı, yolcu koltuğuna Defne geçti, ben ise arka koltuktaydım.

Gamze arabayı hareket ettirdiğinde evin önünden ilk ayrılan biz olduk, diğerleri arkamızda kaldı. Gaza bastığında arabanın içinde kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Tugay'ın evinden Ölüm Timi'ne giden gizli bir yol vardı ve bu yolu sadece bizler biliyorduk, diğerlerinden bilen kimse yoktu. Bu yüzden Tugayların hangi yoldan gittiğini bile bilmiyordum.

Elim yavaşça boynuma doğru gittiğinde avcuma kolyemi aldım ve sıkıca tutarken gözlerimi kapattım. Düşünmemek için geriye ittiğim her ihtimal, şimdi bir karanlık gibi kalbimin üzerine çöküyor, araba ilerledikçe ben sanki ait olduğum yerden uzaklaşıyordum. Yanlış ya da doğru bir karar verip vermediğimi düşünmeme gerek yoktu çünkü bir savaşa gitmiyordum, sadece o adamın canını istiyordum. Başka hiçbir şey değil çünkü öyle bir adamdı ki kendisiyle beraber bizim aramıza kazandırdığı o hainin yarattığı her yıkım bizi mahvediyordu.

“Sinan'ı affettin mi?” diye sordu Gamze rahat bir sesle, Defne'ye.

Bu yersiz konuşmaya hazır değildim ama kulak kabartmak zorunda kaldım. “Benden af dilemedi,” dedi Defne rahatsız bir sesle. “Özür bile dilemedi.”

“Kendisinin önemli bir nedeni olmalı.” Gamze, Sinan'ı savunmaya geçmişti. “Yoksa böyle bir şeyi göze alabilecek birisi değil.”

“Ne kadar tanıyorsun ki onu?”

“Tanımıyorum ama anlayabiliyorum, dürüst bir adam.” Aynadan benimle göz göze geldi Gamze. “Sevdiği herkes için canını verir, eminim her ne yaptıysa da sevdiği birileri içindir.”

“Ben de birilerinin sevdiği kişiydim, Gamze,” dedi Defne, sesindeki öfke ve kin açıkça okunuyordu. “Ve ölebilirdim, öylesine atılmadı o kurşunlar bana. Bunun farkında mısın? Hatta ölmüştüm hepinizin gözünde ama biriniz bile Sinan'a hesap sormadınız öyle değil mi?”

“Defne,” dedi Gamze başını iki yana sallayarak. “Biliyorsun, örgütte hesapları biz sormayız, Tugay veya Giray sorar. Senden sonra adam günlerce tutsak kaldı, aç susuz bırakıldı fakat...”

“Fakat şu an çok rahat.” Defne'nin sesindeki nefret daha fazla arttı. “Her şeyi geç, Avukat’ı anlıyorum ama ya Giray?” Kaşlarım havalandı. “Onunla aynı ortamda bulunabiliyor, sevgi bu mu? Tam zıttı olsaydı, Avukat’ı vuran kişi örgütte nefes bile alamazdı.”

Gamze'nin bir cevap vermesini bile beklemeden, “Ne olmasını istiyorsun?” diye sordum. “Aynı şekilde vurulmasını mı?”

“En azından yaptığının bedelini ödeyebilirdi,” dedi, aynı öfkeyle bana karşı. “Vurulmasına gerek yoktu ama bu kadar güvenle hemen yan tarafımda nefes almasına gerek yoktu.”

“Defne,” dedi Gamze. “Biz bir arkadaş grubu değiliz, herkes kendi götünü kurtarma peşinde. Giray konusunda haklı olabilirsin ama diğer konularda herkes kendi çıkarını düşünür. Sinan iyi bir asker, sadık bir adam ve cesur da. Kurucunun ona ihtiyacı var demek ki.”

“Kurucunun mu, Avukat’ın mı?” diye sordu Defne.

Dişlerimi sıktığımda, “Defne,” dedim. “Seni anlıyorum, haklı olduğunu da görebiliyorum tam da bu yüzden susuyorum ama tam tersi olsaydı sen de Sinan'ı vururdun çünkü o, Meryem ile tehdit ediliyordu. Senelerdir bizimle büyüdü, tercih ettiği sen değil elbette biz olacaktık. Merak ediyorsan da sen konusunda epey üzgün, öldüğünü öğrendiğinde mahvolduğunu kendi gözlerimle gördüm.”

Defne tam da aklımdan geçeni dile getirerek, “Bu bir savaş, Eftalya,” dedi. “Hepimiz sevdiklerimiz tarafından tehdit ediliyoruz ve kaybediyoruz. Görüyorsun ya kimle seni tehdit ettiyse...” Sustu, kaybettin diyemedi ama devamını biliyordum, Meryem öldü, diyecekti.

Büyük bir nefes verdim, omuzlarımı dikleştirdim. “Belki de aramıza dönmek için çok acele ettin,” dedim. “Çünkü bu öfkeyle her şeye zarar vereceksin gibi görünüyor. Giray'la ilişkin de dahil fakat sevgi de her şeyi yener, affeder.”

Sessizlik oldu. Karlara saplanan tekerleklerin sesinden ve cama vuran kar tanelerinden başka hiçbir ses yoktu. En sonunda Defne, “Belki de onu hiçbir zaman gerçekten sevmedim,” dedi tek nefeste.

Tek bir cümle, ben ve Gamze'nin donakalmasına neden olduğunda Gamze, “Ne?” diye mırıldandı. “Ne saçmalıyorsun? Sen sahiden de iyi değilsin, kaptan. İyi bir uykuya ihtiyacın var.”

“Eğer,” dedi Defne çenesini kaldırarak. “Onu gerçekten sevseydim, sence beni öldürmeye çalışan adamla omuz omuza olmasını bu sakinlikle karşılayabilir miydim?”

Yutkunduğumda, “Bunu,” dedim. “Giray'la konuştun mu?”

Sessiz kaldı.

“Defne,” dedim öfkeyle. “Bunu Giray'la konuştun mu? O seni gerçekten seviyor.”

“Evet,” dedi Gamze başını iki yana sallayarak. “Senin için Avukat’ı bile öldürmeyi göze aldı, eğer Sinan'la yan yanaysa bu sadece örgüt için. Bundan başka hiçbir şey değil.”

Defne yine sessiz kaldı.

“Sikeyim,” dedim yüksek bir sesle. “Bize olan öfkeni ona yansıtma, Giray böyle söylediğini duyarsa...”

Tam o esnada tek yol olan yerden karşımıza siyah bir minibüs çıktı ve son hızda bize doğru sürmeye başladı. “Asıl ben sikeyim,” dedi Gamze öfkeyle. “Bu da neyin nesi?”

Elim direkt belimdeki silahıma doğru gittiğinde Gamze'ye, “Düğmeye bas,” dedim, Defne'nin önündeki düğmeyi göstererek. “Bunlar bizimkiler değil.”

Gamze düğmeye basmak için hamle yaptığında Defne belindeki silahı çıkardı, bakışları bana döndü, ardından namluyu alnıma yasladığında nefesim bile kesildi. “İntikam harika bir duygudur, Avukat,” dedi solgun bir sesle, gözlerinden öfke ve nefret akıyordu. “Beni en iyi sen anlarsın.”

Gamze sert bir fren darbesiyle aracı durdurduğunda karşımızdaki minibüsten de adamlar inmeye başladı, inen hiçbir adamı tanımıyordum. Son kişiye kadar. Son kişi X'ti ve arabadan inip bizim aracımıza doğru yaklaşırken başımı iki yana salladım, namlu alnımda sürtündü. “Sen,” dedim Defne'ye. “Hain sendin.”

Defne gülümsedi, gözleri dolmuştu, hangi duyguydu bilmiyordum ama gözünden bir damla yaş aktığında omzuna sildi. “Kendini hiç çok yalnız hissettin mi, Avukat?” diye sordu. “Ben o yalnızlığın ta kendisiyim. Öldüğümde bile mezarımı ziyaret etmek isteyecek kimse yoktu, kanım bile yerde kalacaktı.” Aracın kapıları açılmak için zorlandı.

“Sendin,” dedim bir kez daha ve benim de gözlerim doldu. “Meryem'i sen öldürdün.”

Defne uzanıp düğmeye bastı, aracın kilitli kapıları açıldı. İçeriye bir kol uzandığında ve Gamze'yi çekip çıkardığında Gamze'nin dudaklarından tiz bir çığlık çıktı.

“Hayır,” dedi Defne. “Hiçbir zaman hain değildim.” Çenesini havaya kaldırdı, tam o esnada bir el ağzıma dayandı ve beni arabadan çıkardı. “Şu ana dek.”

Sonrası ise karanlıktı çünkü kafama bir çuval geçirildi ve o çuvalın içinde her ne var ise karanlığın içinde savruldum, soluğum kesildi.

***

Hücrede İkinci Gün...

Kanın kokusunu alabiliyordum, öyle yakından geliyordu ki başımı kaldırabilecek gücüm bile yoktu ama kokusu genzimi yakıyordu. Gözlerimi açmaya çalıştığımda sırtımı yasladığım duvardaki ıslaklığın sebebinin kan olmasından korkuyordum; kan ise ben neredeydim? Gamze neredeydi? Defne bunu Giray'a nasıl yapabilmişti? Hayır, ben değildim konu, Defne bunu Giray'a nasıl yapabilmişti?

İnleyerek gözlerimi açmaya çalıştığımda bulanık gözlerimle tam karşımda birisini görür gibi oldum ve irkilerek hareket ettiğimde bir el, önüme gelen saçlarımı geriye itti. Öksürmeye başladığımda aynı el dudaklarımın arasına bir şişe su uzattı, zorlukla yutkunarak içtiğimde hareket etmeye çalıştım ama her ne soluduysam nefes bile almakta zorlanıyordum.

İçtiğim büyük yudumların ardından boğazımdaki kuruluk azaldı, gözlerimi açmaya zorlayarak bu kez daha net bir şekilde tam karşıma baktığımda bir kız çocuğunu gördüm. O kız çocuğunu tanıyordum.

Nida.

Nida tam karşımdaydı.

Saçları omuzlarından dökülüyordu, üzerinde beyaz bir elbise vardı, uçları fırfırlıydı. Büyük ihtimal kaçırıldığında olan elbisesiydi çünkü fazlasıyla kirlenmişti. Yüzündeki beyaz lekeler tıpkı benim gibi çoğalmıştı, ben onun yaşındayken bu kadar fazla değildi ama o, bu yaşında benim kadar lekelere sahipti.

“Nida,” dedim şaşkınlıkla ve bunun da bir kâbus ya da rüya olabileceğini düşündüm.

Nida gözleri dolu dolu bana bakarken, “Eftalya abla,” dedi. “Beni kurtarmaya mı geldiniz?” Halbuki farkında olduğunu biliyordum, kurtaran insan bu kadar berbat bir halde olmazdı.

Geldiğimiz yere baktım, bir hücreydi, sol tarafta eski bir yatak vardı, yatağın yanında kullanılmış oyuncak bebekler, korkunçlardı, bazılarının gözü yoktu. Duvarlara resimler çizilmişti, Nida çizmiş olmalıydı çünkü iki adamın elini tutan bir çocuk vardı. Birisi Tugay, diğeri Giray. Emindim.

Bu hücre Nida'nın tutulduğu hücreydi ve biz onunla görüntülü konuşurken aslında bunu bizden gizlemişti. Ufacıktı ama buna rağmen yaşadığı yeri bizden gizlemeye çalışmıştı, üstelik bizim ona yalan söylediğimizin de farkındaydı.

Hemen sol tarafımda yerde baygın yatan Gamze'ye baktım, başımı iki yana salladığımda düşündüğüm gibi kanın kokusu duvarlardan geliyordu. Bu hücrede, belki de ufacık bir çocuk olan Nida'nın gözlerinin önünde birilerini öldürmüşlerdi.

“Nida,” dedim bir kez daha, çekip sarıldığımda onu son gördüğümde bu kadar zayıf olmadığını fark ettim, burada güçten düşmüştü. Onu mahvetmişlerdi. “Nida,” dedim titreyen bir sesle. “Buradayım güzelim.” Geriye çekildim ve yüzünü ellerimin arasına aldım. “Sen ne zamandan beri burada tutuluyorsun?”

Nida burnunu çektiğinde ağlamamak için kendini durduruyor gibiydi. “Babam da geldi mi?” diye sordu fısıldayarak. “Tek mi geldin?” Gamze'yi işaret etti. “O kim?” Başını iki yana salladığında elbisesinin düşen omzunu yukarıya doğru kaldırdım ama bir kez daha düştü. “Ben hep burada kalıyorum, burası yatağım,” dedi eski, üzerinde kan lekeleri olan yatağı göstererek. “Bunlar oyuncaklarım. Şurası tuvalet.” Kirli tuvaleti gösterdi. “Ama benden başka kimse yoktu, siz geldiniz şimdi. Babam da gelecek mi? Abim peki? Soruyorum ama cevap vermiyorlar.” Gözleri kocaman açıldı. “Suyumu sana verdim ama istersen yemek de verebilirim.” Geriye doğru yürüdü, dizleri yara içindeydi. Yastığının altından bir parça ekmeği bana uzattı. “Dün akşamdan ayırmıştım, bazen sabahları yemek vermeyi unutuyorlar, onun için saklıyorum. Yemek ister misin?”

“Hayır,” dedim titreyen bir sesle, ardından yutkunmakta zorlanarak yavaşça ayağa kalktım, başım hâlâ dönüyordu. “Nida, bebeğim, biz seninle konuşurken de burada mı tutuluyordun sen?”

“Ben hep buradaydım ki,” dedi ekmeği geri yastığının altına koyarken. “Ama söylemek istemedim. Bir de korktum söylersem sizi de aç bırakırlar diye.” Tek ayağının üzerinde durduğunda dolu gözlerle ona baktım. “Neden öyle bakıyorsun? Korkutucu mu görünüyorum?”

“Hayır,” dedim dizlerimin üzerine çöküp kollarımı omuzlarına yerleştirerek. “Hayır, asla. Sadece...” Ne diyeceğimi bilemedim ve gülümsemeye çalıştım. “Buraya alışmaya çalışıyorum çünkü belli ki,” burnuna hafifçe dokundum, “seninle bir süre burada duracağım.”

“Peki babam ve abim?” dedi Nida gözlerini açarak. “Onlar ne zaman gelir? Eğer gelirlerse onlara burada yaşadığımızı söylemeyelim olur mu? İğrenç çünkü utanıyorum ben.”

“Onlar da gelecektir,” dedim dürüstmüş gibi ama hiçbir şey bilmiyordum. Hücrenin kapısına doğru baktım, ağır demir kapı kapalıydı, hücrenin içinde sadece tavandan sarkan sarı bir ışık vardı, gündüz mü gece mi, onu bile bilmiyordum. “Burada kimin olduğunu biliyor musun?”

Başını olumlu anlamda salladı. “İki tane kocaman adam var, kapının önünde bana yemekler veriyorlar bir de tek gözlü olan adam var. O arada sırada yanıma uğrayıp bana babam hakkında yalanlar söylüyor ama ona inanmıyorum.”

Yutkunmakta zorlandığımda, “Ne anlatıyor?” diye sordum. Sustu ve başını önüne eğdi. “Ne anlatıyor Nida?”

Tam o esnada ağır demir kapının üst penceresinden ses geldi ve içeriye bir adam baktı. Çöktüğüm yerden hızlı adımlarla oraya doğru yürüdüğümde dengemi sağlamakta zorlanıyordum. X'i görmeyi umarken Nida'nın bahsettiği kapıdaki korumalarla karşılaştım. “X'le konuşmak istiyorum,” dedim dişlerimin arasından.

“Kendisi seninle konuşmak isteyeceği zaman gelecek.”

Sertçe kapıya tekme attım. “X'le konuşmak istiyorum,” dedim haykırarak. “Küçücük bir çocuğu burada tutamaz, o piç kurusunu buraya çağırın!”

Adam güldü. “Kendisi keyfi istediği zaman seninle konuşacak,” dedi bir kez daha. “Eğer bir derdin varsa bana söyle.”

Dişlerimi sıktım ve küçük demir parmaklıklara yaklaştığımda her nasıl bakıyorsam ona bir şey yapacağım diye korkuyla geri çekildi. “O piç kurusuna söyle,” dedim dişlerimin arasından. “Onun kanıyla bu hücrenin duvarlarına ismini yazacağım.”

Adam yeniden güldüğünde, “Sen ve sevgilin,” dedi. “Harika bir çiftsiniz. Onunla konuşmak ister misin?” Tugay burada mıydı? Gözlerim açıldığında adam cebinden telefonu çıkardı ve dudaklarını büktü. “Tüh ya,” dedi alayla. “Burada sinyal çekmiyor, yerin iki kat altındayız, oksijenini boşa harcıma Kraliçe, ciğerlerine önümüzdeki günlerde ihtiyacın olacak.”

Küçük pencereyi sertçe kapattığında kapıya tekmeler savurdum ve haykırdım, tam o esnada ise arkamda bir çocuk olduğunu hatırlayıp gözlerimi sıkıca yumdum. Omzumun üzerinden arkama doğru baktığımda Nida duvarın kenarından çekingen bir şekilde bana bakıyordu.

Geriye doğru yürüyüp onun yanına gittim ve yere oturup dizlerimi karnıma doğru çektim.

Bir şeyler yapmam gerekiyordu ama artık çalışan bir beynim, atan bir kalbim yok gibiydi; bütün bunlar bir yana yanımda cehennemin ortasında bir kız çocuğu duruyordu.

Hücrede Dördüncü Gün...

Kusma sesiyle gözlerimi açtığımda ne zaman uyuyakalmıştım ya da ne zaman yere yatmıştım bilmiyordum, belki de bayılmıştım ama hücreye arada sırada verilen bir gazla sanki kendimden geçiyordum.

Hemen sol tarafımdaki Gamze öğürerek kusuyor, safradan başka hiçbir şey çıkarmıyordu. Doğrulup yanına doğru ilerlediğimde elimi sırtına koydum, o ise kusmasının arasından, “Sikeyim,” dedi nefes nefese. “Sikeyim, Avukat, sikeyim. O Defne pisliğini öldüreceğim, biz neredeyiz?” Elinin tersiyle ağzını sildiğinde bakışları bana döndü, yüzü bembeyazdı ve solgun bakıyordu. Bakışları benden ayrılıp karşısına döndüğünde yatakta yatan kız çocuğunu gördü. “Sikeyim,” dedi bu kez daha kısık bir sesle. “Bu da kim?”

Büyük bir nefes verdikten sonra, “Nida Çeviker,” dedim. “Tugay ve Giray'ın kız kardeşi.”

Gamze büyük bir şaşkınlıkla bana bakıp, “Ne?” dedi ve inleyerek elini karnına koydu. “Canım çok acıyor.”

Başımı iki yana sallayıp, “Sanırım sana her şeyi en başından anlatmam gerekecek,” dedim Gamze'ye. “Ama ondan önce,” çenemle Nida'yı gösterdim, “ona abilerinin yaptıklarını söylemeyeceğiz ve olabildiğince normal davranacağız.”

Hücrede Altıncı Gün...

Burada nefes almak öylesine zordu ki Nida'nın ufacık ciğerleri buraya nasıl katlanmıştı bilemiyordum. Sadece uyutuluyorduk, arada sırada içeriye bir sandviç atılıyordu ve onun dışında su içiyorduk. Bazı saatler konuşmaya dermanımız bile olmuyordu, beynimizi kaybetmek üzereydik. Günlerden neydi, bilmiyordum, Tugay neredeydi, bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum.

Tek bildiğim bizi bulmaları imkânsızdı çünkü burada sinyaller bile çekmiyordu.

X hiçbir şekilde karşıma çıkmıyor, sanki beni test ediyordu.

“Eftalya abla,” dedi Nida yatağında doğrulup gözlerini ovuşturarak. Yerde uzanmış ona bakarken Gamze de hemen ayaklarımın ucunda yatıyordu. Kaç dakikadır gözüm açık boşluğu izliyordum, bilmiyordum. Bundan aylar önce böyle bir hücrede sakince kalabileceğimi söyleseler asla inanmazdım ama beni buna bile alıştırmışlardı.

Başımı kaldırıp ona bakarak, “Efendim canım?” dedim içten bir sesle.

“Ben,” dedi ardından ağlamaya başladı bir anda. “Ben kâbus gördüm. Tugito ve Girito'yu da öldürüyorlardı, Sadık amcayla Yıldız teyzem gibi.” Gözlerim kocaman açıldı ve hızlı adımlarla onun yanına gidip kollarımın arasına çektim, daha fazla ağlamaya başladı. “Eftalya abla, onlar yaşıyor mu?” Kapıya doğru baktı. “Babamla abim gelmeyecek mi? Sadık amcamlar bir daha dönmeyecek mi?” Başını iki yana salladı. “Ben ağlamak…” Burnunu çekip kendini durdurmaya çalıştı ama gözlerinden yaşlar art arda akıyordu. “…ben ağlamak istemiyorum ama dayanamıyorum, çok korkuyorum!”

“Nida,” dedim ve onu göğsüme çekip kollarımın arasın alarak uzandım. “Biliyorum, Kar Kraliçesi ağlamaz diye öğretti sana abin...”

“Babam,” diye düzeltti.

“Baban,” dedim. “Ama benim bildiğim masalda da eğer dayanamayacak duruma gelirsen ağlamalısın diyordu, her gözyaşı yere düşermiş, yere düşen her gözyaşı da çiçek tohumuna dönüşürmüş.” Şakağından öptüm ve saçlarını sevdim.

“Ama ben ağladığımda yere düşmüyor ki,” dedi ve o an bile beni güldürmeyi başardı. “O zaman ağlarken yere doğru mu ağlamalıyım?”

Gülerek, “Hayır,” dedim. “Yani evet. Hem evet hem hayır. Her neyse...” Sırtını sıvazladım. “Uyu, bu kez kâbus görmeyeceksin.”

“Benimle uyursun değil mi?” diye sordu, merakla.

“Evet,” dedim.

“O halde bana masal da anlatır mısın?”

Gözlerimi yumdum, günler önce Meryem'e anlattığım masalı anlattım, Narcissus ve Echo'nun masalını. Mutlu biten o masalı ama zaten Nida masalın yarısında uyuyakalmıştı.

Hücrede Sekizinci Gün...

Nida yine kollarımın arasında uyuyordu, hatta öyle ki artık benden bir an bile olsun ayrılmıyordu, önüne gelen her sandviçi benimle paylaşmak istiyor, benim gibi dakikalarca hiç susmadan konuşuyor, kendi kendine masallar uyduruyor, bazen gülebiliyor, bazen de sadece ağlıyordu.

Uyumadan önce son cümlesi daima babam ve abim gelecek mi, oluyordu.

İrkilerek gözlerini açtığında sıkıca bana tutundu ve nefesini verirken, “Baba,” dedi bana doğru.

“Benim,” dedim fısıldayarak. “Buradayım.”

Nida etrafına baktı, bana baktı, ardından idrak etmekte zorlanırken, “Babam gelmişti,” dedi. “Çok güzel bir rüyaydı, bizi kurtarıyordu.”

Gelecek diyemedim, ne olduğunu bile bilmiyordum, tek söyleyebildiğim, “Kurtulacağız,” demekti. “Kurtulacağız, Nida, söz veriyorum, ben kurtaracağım seni buradan.”

“Ya kurtulamazsak?” diye sordu Nida bana. “Eftalya abla, anlatsana bana, dışarısı nasıl?” Cümleleri nasıl da abisine benziyordu. “En son kar yağıyordu, hâlâ kar yağıyor mu?”

“Evet,” dedim titreyen bir sesle. “Evet, Nida. En son, ben buraya gelmeden önce kar yağıyordu.”

“Peki güneş de açıyor mu?” diye sordu.

“Arada sırada.”

Nida hiç ummadığım bir cümle kurarak, “Bana güneşi de gösterir misin peki?” diye sordu.

Gözümden bir damla yaş aktığında, “Gösteririm, Nida,” dedim. “Gösteririm, söz.”

Başını salladı. Ardından, “Sana sorular sorayım mı?” diye sordu.

“Evet,” dedim, soru sorma oyununu çok seviyordu.

“Babama âşık mısın?”

Güldüm. “Bu da nereden çıktı?”

“Ama net cevaplar verecektin!” dedi omzunu silkerek. “Evet veya hayır.”

“Pekâlâ,” dedim nefesimi vererek. “Evet, babana âşığım.”

“Peki o sana âşık mı?”

Kaşlarım çatıldı. “Bilmiyorum.”

“Bence âşık.” Sustum. “Peki şimdi sen benim annem mi olacaksın?”

Gülmeye başladığımda onu gıdıkladım, Nida da kıkırdadı. “Bana anne demeye çalışıyorsun gibi geldi,” dedim.

“Çünkü anne gibisin,” dedi Nida keyifle. “Yani anne nasıl olur bilmiyorum ama Yıldız teyzemin anlattığına göre kötülüklerden korurmuş, aç bırakmazmış, saçlarını severmiş, hep sevgi verirmiş. Hepsini yapıyorsun. Çok tatlısın. Çok tatlı bir annesin sen. Çocuğun yok değil mi?”

Kendi annemi hatırladığımda beni böyle görmesi şaşırtmıştı. “Hayır,” dedim. “Yok.”

“İyi işte,” dedi haylaz bir şekilde. “Ben olurum çocuğun.” Bir kez daha güldüğümde kollarını bana sıkıca doladı. “Peki sana bir şey daha sorabilir miyim?”

“Evet,” dedim.

“Babam masum insanları mı öldürüyor?”

Günlerdir X'in onun zihnine işledikleri şimdi açığa çıkmaya başlamıştı. “Hayır,” dedim ucu açık bir yanıtla. “Masum insanları öldürmüyor.”

“Babam kötü birisiymiş, doğru mu?”

“Hayır Nida, baban harika bir adam.”

“Peki babam neden artık hep,” kaşlarını çattı ve bana baktı, “böyle bakıyor? Sürekli kızıyormuş gibi. Eskiden hep gülümserdi bana. En son konuştuğumuzda çok öfkeliydi.”

“Çünkü,” dedim hızlı bir şekilde. “O düşünceli olduğunda hep kaşlarını çatar, son zamanlarda da çok düşünceliydi, bir de senin için endişeleniyor. Yoksa baban bir tek senin için nefes alıyor, Nida.”

“Peki,” dedi çekingen bir sesle, ardından korktuğunu hissettim. “Babamın artık bir kolu yokmuş, bu doğru mu?”

Sustum ve ne diyeceğimi bilemedim, bir gün yüzleşecekti elbet buradan sağ çıkarsak, onlar yüzleştiğinde Tugay ne derdi bilmiyordum.

Ben cevap vermeyince devam etti. “Çok mu korkunç görünüyor? Korkar mıyım ben ondan?”

“Hayır,” diyerek karşı çıktım direkt ardından büyük bir nefes verdim ve bu ağırlığı ben yüklendim. “Kollarını kaldır, Nida'm.” Nida kollarını kaldırdı, ben de kollarımı kaldırdım. “Bak ikimizin de kolları var, görüyor musun, babanın da var ama bir tanesi demirden artık.” Nida'nın gözleri kocaman açılıp bana baktı.

“Nasıl yani!” dedi heyecanla. “Demir Adam gibi mi?”

“Evet,” dedim heyecanla. “Sol kolu artık demirden ve o daha da güçlü.” Yatakta oturur bir pozisyon aldım ve kollarımı iki yana açtım. “Böyle,” dedim heyecanla. “Bir vuruyor, her yer yıkılıyor. Tam bir masal karakteri gibi. Hatta sen kocaman bir kız olsan bile seni kucaklayacak kadar kuvvetli olmasını sağladı.” Nida hayranlıkla bana bakıyordu, o da oturup ellerini yüzüne yerleştirdi. “Eldivenler takıyor çünkü demir olan eli o kadar güçlü ki bunu saklaması gerekiyor. Eldivenlerin üzerinde tıpkı benim eldivenlerimdeki gibi,” uzakta çıkardığım beyaz eldivenleri gösterdim, “timsahlar var. Gücünü ise timsahlardan alıyor.”

Nida ellerini birbirine çarptığında Gamze'nin sesini işittik. “Hatta,” dedi o da uykulu bir sesle, bize doğru yatağa yürürken. “Biz de bazen o eldivenleri takıyoruz ki, güçlü hissetmek için.” Gülümsedi ve ellerini kaldırdı, eldivenleri hâlâ takılıydı. “Mesela ben bunu çıkarınca,” sol elindeki eldiveni çıkardı ve yatağa düştü, “ay güçten düştüm Nida, eldivenimi tak çabuk.” Gülmeye başladığımda Nida hızlıca sol eline eldiveni taktı ve güçlenmesini sağladı. Gamze yeniden ayaklandı, sesini kalınlaştırıp, “İşte şimdi,” dedi heyecanla. “Çok daha güçlüyüm!”

Hep beraber güldüğümüzde Nida hevesle ellerini birbirine çarpıp, “Ben de takmak istiyorum!” dedi.

“Hayır,” dedi Gamze hevesle. “Sen takarsan…”

Lafını ben tamamladım. “Biz güçten düşeriz. Sen takmadığında biz daha güçlü hissediyoruz çünkü gücümüzü bölüşemeyiz.”

Nida kaşlarını kaldırıp bana baktı. “O halde sen de şimdi taksana, güçlenirsin hem.” Hevesle yataktan indi ve eldivenlerimi getirirken Gamze'ye göz kırptım. Eldivenleri önüme bıraktığında ellerime geçirdim, sanki havalanıyormuş gibi yatakta ayağa kalktım ve “Uçuyorum sanki!” diye bağırdım. Nida kahkaha attığında parmaklarımın ucunda yükseldim. “Böyle bir güç olamaz!”

“Ya!” dedi Nida. “Ben de ben de!”

Yataktan aşağıya zıpladım, öylesine gücüm yoktu ki aslında zor dengede duruyordum ama kendi etrafımda döndüğümde Gamze de bana katıldı ve sonrasında Nida da bizim yaptığımızı yaptı. Dudaklarımın arasından tatlı bir şarkı söylemeye başladığımda Nida'yı zorlukla kucağıma aldım ve o kucağımdayken bir kez daha döndüm; kahkahası hücrenin içini doldururken biz de güldük. Sonrasında Gamze gövdesinden tuttu, ben bacaklarından ve onu uçurmaya başladık.

Bir hücredeydim, o hücreyi bana Tugay sevdirmişti; şimdi yine bir hücredeydim, Nida'ya o hücreyi ben sevdirmiş, güldürmüştüm.

Zaman, çok farklı şekillerde karşımıza çıkabiliyordu.

O an fark etmiştim, bu hücre işkence hücresi değildi, bu hücre, benim sınandığım yerdi.

Nida yeniden kucağıma atladığında kollarını omzuma doladı ve içten bir sesle, “Sana anne diyebilir miyim?” diye sordu yanağımdan öperken.

Dudaklarım aralandı, ne diyeceğimi bilemedim ve Gamze'ye baktım fakat Nida cevap vermemi bile beklemeden bir kez daha yanağımdan öpüp, “Annemsin işte,” dedi. “Çünkü anne kadar sıcaksın.”

Hücrede On İkinci Gün...

Gamze'yle ben sırtımızı duvara yaslamış, yatakta uyuyan Nida'nın yüzüne bakıyorduk. Sanki yüzüne renk gelmişti, ilk geldiğimiz halinden eser kalmamıştı çünkü sevgi iyileştirirdi, bunu görebiliyorduk. Oyunlar oynuyorduk, masallar anlatıyorduk, yere duvardaki talaşla sek sek çizmiş, az önce oynamıştık ve Nida uyuya kalmıştı.

Gamze fısıldayarak, “Sana çok bağlandı,” dedi. O an, benim de Nida'ya haddinden fazla bağlandığımı hissediyordum, hatta Gamze'ye de bağlanmıştım. İşkenceler görsem daha az canım acırdı, bu hücrede bir çocuğun nefes almaya çalışmasını görmek beni daha fazla yıpratıyordu. “Hatta gerçekten annesi gibi görüyor seni. Geçen gün sen uyuyordun ve gözünü açtığında direkt adını sayıkladı, birbirinize de benziyorsunuz. İki Kar Kraliçesi.” Nida elbette ki Gamze'ye masaldan söz etmişti. “Fakat bana geçen gün ölmekten korktuğunu söyledi, sonra da bizim ölümümüzden korktuğunu. Ufacık bir çocuğun bu hale gelebilmesi...” Başını iki yana salladı. “Çok da vicdanlı bir kız değilimdir ama Nida'ya bakınca kalbim sızlıyor.”

Yutkunduğumda diyecek çok da bir cümlem yoktu, sadece kendime verdiğim sözü biliyordum. Ne olursa olsun onu kurtarma sözümü. Onun nefes alma sözünü.

“Sana da çok bağlandı,” dedim omzumla omzunu itekleyerek. “Ve ben de sana bağlandım.”

Gamze kıkırdadı. “Bu bir aşk itirafı mı Avukat?”

Ben de güldüğümde başımı iki yana salladım. “Sayılır, insan burada kaldıkça yanındaki kişiye âşık oluyor.”

“Kurucuya böyle mi âşık oldun?” Omzumla omzunu bir kez daha itekledim, yeniden kıkırdadı. “Tamam, köşeye sıkıştırmak yok, susuyorum.”

“Ama ben susmayacağım,” dedim ellerimle oynayarak. Bütün tırnaklarım kırılmıştı, ellerimin tersi yara olmuştu, ayaklarım da öyle. Yüzümde bile yaralar oluştuğuna emindim. Kimbilir lekelerim ne durumdaydı? Gamze merakla kaşlarını kaldırdı. “Ölüm Timi'nden,” dedim sakince, soruyu anladığı an bakışlarını kaçırdı. “Neden ayrıldın?”

İlk başta cevapsız kalmak istediğini anladım fakat sonrasında gözlerini kapattığında, “Gerçek kurucu aramızdan ayrıldı,” dedi Gamze. “Onun ardından Marco başa geçti ve ben onun emrinde olmak istemedim.”

“Bu kadar mı?”

“Bu kadar.”

Tatmin olmamıştım. “Başka bir şeyler var gibi geliyor,” dedim tereddütle.

Gamze güldü. “Avukatlığının sırası mı sence?”

Ben de güldüm. “Hadi ama, sadece bu kadarla sınırlı değildir, öyle değil mi?” Vücudumu ona çevirdim, dizlerim dizlerine dokunduğunda elim de eline dokunuyordu. “Kaç gündür buradayız bilmiyorum Gamze ama bu geçirdiğim günlerde biz seninle birçok şey paylaştık.” Bazı günler babamı anlatmıştım ona, bazı günler Meryem'i. Sonra Tugay'la tanışma hikâyemizden kısaca söz etmiştim, Sinan'dan... O da bana Ölüm Timi'nden ve örgütten söz etmeden flört ettiği erkekleri anlatmıştı, öldürdüğü adamları... “Senin hakkında doğru düzgün bir şey bilmiyorum, bana güvenmiyor musun?”

“Güveniyorum,” dedi hızlıca.

“O halde?”

“Güveniyorum fakat kendimden çok söz etmeyi sevmiyorum, gülelim, eğlenelim, dans edelim ve adam öldürelim işte. Ne yapacaksın beni?”

Başımı omzuma doğru yatırdım. “Daha önce böyle bir şey hissettiğimde...”

“Âşığım demeyeceksin değil mi?” diye sordu dehşetle.

Güldüm. “Daha önce böyle bir şey hissettiğimde Sinan benim dostum olmuştu ve şimdi aynısını seninle hissediyorum. Dost muyuz bilmiyorum, belki hiç olmadık ama ben seni tanımak istiyorum.”

Gamze ellerini kaldırıp teslim oluyormuş gibi, “Tamam,” dedi. “Seninim.” Başını salladı ve Nida'ya doğru baktı. “Yetiştirme yurdunda büyüdüm çünkü annemle babam, benim doğumumdan on gün sonra eve gelen bir hırsız tarafından canice öldürülmüşler. Ben neden öldürülmedim bilmiyorum, kimse bilmiyor ama yetiştirme yurduna bırakılmışım. Belli bir yaşımdan sonra yetiştirme yurdundan kaçtım fakat durmadan yakalandım, o sırada da beni psikiyatriste sevk ettiler, sağlıklı bir birey olmadığımı düşündükleri için.” Kaşlarım çatıldı, Gamze aklımdan geçeni okudu. “Bipolar teşhisi koyuldu, ben öyle olduğumu düşünmüyorum ama koydular teşhisi işte, sonra ilaçlar falan filan.” Başını iki yana salladı. “O hastanede Ölüm Timi'nin asıl kurucusuyla tanıştım, bütün sağlık masraflarımı üstlendi çünkü babam, onun aile dostuymuş.” Hayranlıkla gözlerini tavana çevirdi. “Bir süreden sonra beni yanına aldı, büyüttü, başka çocuklarla birlikte. Aslında hepimizin kendi hayatları vardı ama dövüşmeyi öğreniyorduk, kendimizi korumayı, savunmayı... O aralarda da Marco ve X ile tanıştım. X'in annesi de bana hep bakıyordu.”

Sustu.

“Ve sonra?” dedim.

“Sonra da işte asıl kurucu gitti ve ben de örgüte geçtim.”

“Atlıyorsun.”

“Of.” Yüzünü buruşturdu. “Ne duymak istiyorsan söyleyeyim, evet, aptal bir şekilde Marco'ya âşık oldum, onun tarafından reddedildim ve bunu kaldıramayıp örgüte geçtim. Aslında örgüt de kafamda yoktu ama Marco, Tugay'dan rica etmiş galiba. İnanmıyorum.”

Gözlerim açıldı. “Nasıl reddetti?” diye sordum.

Sana âşık oldum, dedim ona, o da bana sen gerçekten deliymişsin, dedi. Bırakmadım tabii, ta ki bana açıkça, beni hiçbir zaman sevemeyeceğini söyleyene kadar. Çünkü gidermişim, bırakırmışım. Aptal.” Öfkeyle nefesini verdi. “Ben de gerçekten gittim işte.”

Kısa bir sessizlik oldu. “Peki sen hâlâ...”

“Asla!” diye bağırdı, Nida yatakta hareketlendi. “Asla,” diye fısıldadı bu kez. “Aklını mı kaçırdın? Üzerinden seneler geçti, ona karşı hissedeceğim tek duygu salt nefret çünkü kendini bir şey sanıyor.” Sonrasında gülmeye başladı. “Ama düşünmeden de edemiyorum, eğer biz olsaydık, sizin gibi kafayı yemiş bir çift olurduk kesin.”

Ben de güldüğümde, “Peki ya Sinan?” diye sordum.

“Sinan,” dedi gülümseyerek elini kalbine koyup. “Hayatımda gördüğüm en masum adamlardan birisi, en başında gülüp eğleniyordum ama sonrasında fazlasıyla dikkatimi çekmeye başladı. O da soğuk davranıyor, bir ret de ondan yememek için senden hoşlanıyorum demek istemiyorum.” Hiçbir şey söyleyemedim çünkü emin değildim. “Zaman geçiyor Avukat, diğer türlü çok sıkılırım.”

Gülümsedim. “Haklısın.”

“Rahatladın mı?”

Gözlerimi kıstım. “Müvekkilimin her zaman bilmediğim başka sırları da olur ve ben merakla onları da bekliyorum.” Gülerek omzumdan iteklediğinde ben de onu itekledim. Tam o esnada kapının küçük penceresi sertçe açıldı, yine adamlardan birisini göreceğimi düşünerek bakışlarımı o yöne çevirdim fakat gördüğüm X'in yüzünden başka kimse değildi.

Hızlıca ayağa kalktığımda koşar adımlarla kapıyı ilerledim ve sertçe kapıyı iteklediğimde gülmeye başladı. “Eftalya'm,” dedi iğrenç sesiyle. “Sevgilin kafayı yemiş durumda!”

“Seni şerefsiz!” diye bağırdım, ardından omzumun üzerinden Nida'ya baktım, derin bir uykudaydı. Kendimden önce Nida'yı kastederek, “O kız çocuğunu buradan çıkar!” diye inledim. “Bunu hak etmiyor.”

“Demek aklınla oynadığım bu küçük hücremi çok beğendin,” dedi X sanki amacına ulaşmış gibi. “İşkence yok, bebeğim. İnan bana yok. Üçünüz beraber nasıl da mutlusunuz, görüyor musun?” Kaşları havalandı. “Yoksa o küçük kıza bağlandın mı?”

“Onu,” dedim acıyla. “Buradan çıkar ve abisine ver. O sadece bir çocuk, anlamıyor musun?”

X gülümseyerek, “Yalvaracak mısın peki?” diye sordu. “O kız çocuğu için.”

Dişlerimi sıktım, neredeyse kırılacak kadar kuvvetli bir şekilde, ardından kendimden bile beklemezken, “Gerekirse,” dedim. “Gerekirse yalvaracağım, onu buradan çıkar.”

“Eftal,” dedi Gamze arkamdan.

X gözleri parlarken, “Gerçekten istediğime ulaştım desene,” dedi hücrenin içine bakarak. “Burası büyülü bir yer.” Eğilip Gamze'ye selam verdi. “Nasılsın Gamze? Arada sırada selam ver.”

Gamze onunla tek kelime bile konuşmadı. Onun yüzüne bile bakmadı.

“Seni öldüreceğim,” dedim bütün yüreğimle. “Ben öldürmesem bile Tugay...”

“TDÇ tam bir deli!” dedi heyecanla ve cebinden telefonunu çıkardı. Galerisinden videolara girdi ve hızlı bir şekilde bir haber videosunu bana gösterdiğinde alt başlık can yakıcıydı.

TUGAY DEMİR ÇEVİKER BÜTÜN ÜLKEYİ ATEŞ ALTINDA BIRAKTI!

“Son günlerde Tugay Demir Çeviker'in ülkenin her köşesinde Krallık'a ait her yetkili binada bir yangın çıkardığı, Krallık'ın içindeki her adamı canice öldürdüğü kesinleşmiş bir şekilde önümüzdedir. Öyle ki artık kendini gizleme zahmetine bile girmiyor, öldürdüğü her Krallık yetkilisinin altında aynı notu bırakıyor. Gözünü bu kadar döndürenin ne olduğunu bilemiyoruz fakat artık halk, yürürken bile arkasına bakıyor, bir yerlerden Tugay Demir Çeviker çıkacak diye.”

Not kâğıdı ekrandaydı.

“Ülkeyi cehenneme çevireceğim, cennet bana gelene dek.”

TDÇ

“Onu resmen delirttim!” dedi X keyifle. “Gerçekten bu kez delirdi. Şaka bir yana korkmadığımı söylesem yalan olur, yine de burayı bulması imkânsız. O zamana kadar ya bizi de yakacak ya da biz ona gideceğiz.”

Gözü dönmüş bir Tugay Demir'in neler yapabileceğini az çok biliyordum, bir zamandan sonra kendini bile yakmak pahasına her şeyi yok edecekti çünkü Tugay'ın en güçsüz hali aslında en acımasız haliydi ve o acımasızken olduğundan çok daha korkunç bir adama dönüşüyor, o korkunç adamın gücü ise herkesi mahvedebiliyordu.

“Ne istiyorsun?” diye sordum, X'e.

X çok kısa bir zaman düşündükten sonra, “Sana geleceğim,” dedi. “Konuşmak için. Bekle beni.”

Ardından pencereyi sertçe kapattı ve karanlık kapıyla karşı karşıya kaldım.

Bir süre öylece bakarken aklımdan geçenleri durdurabilmem neredeyse imkânsızdı; bir şeyler oluyordu, olacaktı ve bu şekilde devam ederse kendime çizdiğim yoldaki engebeleri ve geri dönüşleri görebiliyordum.

“Eftalya,” dedi arkamdan Gamze. Ona baktığımda oturduğu yerden kalktı ve üzerini silkeleyerek bana doğru yaklaştı. “Biz seninle,” dedi yutkunarak. “Eğer dost olduysak seninle bir şey paylaşmak istiyorum.”

Kafası karışık bir şekilde ona baktım.

“Ben dostlarımdan hiçbir şey saklamam,” dedi başını sallayarak. “Senin Ölüm Timi hakkında bilmediğin çok önemli bir şey var.”

“Ne gibi, Gamze?” diye sordum sırtımı kapıya yaslayıp ona dönerek.

Gamze büyük bir nefes verdi sonrasında sakince, “Ölüm Timi'nin kurucusu,” dedi rahatsız bir sesle. “Adnan Atalar.” Söylediklerini idrak etmekte zorlanırken yüzümü buruşturdum ve doğru mu duydum diye anlamaya çalıştım. “Adnan Atalar, yani baban,” dedi bu kez yüzümü gördüğünde. “Kısacası Ölüm Timi'nin asıl sahibi artık sensin, Marco değil.”

“Sen,” dedim kekeleyerek. “Ne? Nasıl yani?”

Gamze elimi tutup yere oturttu. “Dinle,” dedi. “Sana her şeyi anlatacağım, babanın timi nasıl ve ne için kurduğunu. Her şey Adnan Atalar'ın İngiltere'ye gitmesiyle başladı...”

Hücrede On Dördüncü Gün...

Yattığım yerden sertçe dürtüldüğümde gözlerimi yavaşça açtım, Nida kollarımda uyuyordu, Gamze ise hemen alt tarafta, yatağın ucundaydı.

“Gel,” dedi X baskın bir sesle. “Şimdi seninle konuşma zamanımız geldi.”

Yutkunduğumda bakışlarım Nida'ya kaydı, ardından sakince onu kollarımın arasından uzaklaştırıp yatağa geri yatırdım ve yanağına silik bir öpücük kondurduktan sonra yataktan kalktım. X her anımı izlerken alayla güldü ardından beni hücreden dışarıya çıkardı.

Konuşma ise hücrenin başka bir odasında gerçekleşti.

Hücrede On Altıncı Gün...

“Gamze,” dedim onu dürterken. Hücrenin aralık kapısından vuran ışık, tam da onun yüzüne vuruyordu. “Gamze, kalk. Gidiyoruz.”

“Ne?” dedi Gamze, saçlarını geriye doğru atarken ve gözlerini ovuşturarak kapıya doğru baktı. “Ne?” dedi bu kez heyecanla, ardından Nida'nın olduğu yere baktı, Nida yatakta uyuyordu. “Nida,” diye fısıldadı. “Hey, ne oluyor?”

“Hadi,” dedim boğuk bir sesle. “Çıkıyoruz.”

“Nasıl Eftal?” dedi Gamze. “İki gündür sessizsin, nasıl çıkıyoruz? Ne oldu?” Nida'ya baktı bir kez daha. “Onu nasıl alacağız? X nerede?”

Büyük bir nefes verdim, sarsak adımlarla ona doğru ilerledim, ardından yere çöküp, “Birkaç gün sonra,” dedim net bir sesle. “Birkaç gün sonra onu almak için geleceğiz, şimdi bizim gitmemiz gerekiyor. Bazıları için özgürlük vakti, bazıları için ise mahkûmiyet. Sonsuza dek.”

On Yedinci Gün...

Özgürlük

Gecenin karanlığı gökyüzündeydi, şubat ayı bitmek üzereydi, biliyordum lakin karlar yağmaya devam ediyordu. Belki de son yüzyılın en soğuk kışıydı, en karlısı ve en kötüsü.

Her açıdan en kötü kışıydı.

Bakışlarım Tugay'ın evindeydi, birazdan gün aydınlanacaktı; Tugay'ın odasının ışığı yanıyordu. Gökyüzünde sanki ateşin kokusu vardı, gerçekten de ülke kül gibi kokuyordu ve Tugay'ın ne durumda olduğunu tahmin bile edemiyordum.

Yavaş adımlarla eve doğru ilerlerken çıplak ayaklarım karlara batıp çıkıyordu, üzerimdeki kıyafetler yırtılmıştı ve üstüm başım yara, kir içindeydi.

Ama işte gelmiştim, ona gelmiştim. Tek başımaydım, bugün onunla olmak istiyordum, ben aslında daima onunla olmak istiyordum.

Elim kalbime doğru gitti, dolan gözlerimi geriye attım ve gülümseyerek zile bastım. Çenemi havaya kaldırdım, açılmasını bekledim o kapının. Tugay'ı görecektim, on yedi gün, onu görecektim; on yedi gün sonra ona sarılacaktım.

On yedi gün sonra ona sığınacaktım.

Kapının önünde hareketlenme oldu, birisi delikten baktı, ardından kapı öyle sertçe açıldı ki görmeyi umduğum Tugay'ın yüzü öfkeliydi, hırslıydı, sinirliydi fakat gördüğüm Tugay'ın yüzü âdeta hüzünden çökmüş bir adamdı. Sakalları uzamıştı, saçları dağınıktı, gözlerinin altı mosmordu ve üzeri çıplaktı. Beni gördüğü an, “Ben,” dedi, “yine rüya,” durdu, elleri havalandı ardından inanamıyormuş gibi saçlarımdan tuttu. “Sen,” dedi bu kez. “Burada.” Gülmeye başladı, ardından kaşları çatıldı ve beni öyle bir kendine çekip sarıldı ki sıcacık kollarında kendimi buldum; o bana sarıldığı an, geriye attığım gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmeye başladı. Tugay elleriyle yüzümü kavradı, alnımdan, burnumdan, yanaklarımdan, dudağımdan öptü. Sonrasında kapıyı kapatıp beni içeri çekti ve yeniden sarıldığında nefes bile alamayacak kadar yüksek bir sesle ağlıyordum.

“Ben aradım,” dedi. “Sikeyim, her noktaya baktım, çaresizliği sikeyim, her şeyi yaptım, sinyal kesicilerin olduğu bir yerdeydin.” Eli kolyeme uzandı. “Sikeyim,” dedi bir kez daha. Yüzümün her zerresine baktı, yara izlerimi gördü, gördüğü anda gözleri doldu ya da öfkedendi bilmiyordum. “Ne yaptılar?” dedi dişlerini sıkarak. “Ne yaptı? Ne oldu?”

“Tugay,” dedim ağlayarak. “Anlatacağım. Sadece sarıl bana, ne olursun...” Bitirmemi bile beklemeden yeniden sarıldı, hatta kucağına aldı, on beş günde o hücrede öyle bir kilo vermiştim ki sanki bir çocuğu kaldırıyormuşçasına çok rahattı. Beni merdivenlere yönlendirdi ve basamakları çıkarken yüzümün her zerresini öpmeyi bırakmadı. Her basamakta bir şeyler mırıldandı ama ne dediğini anlayamadım.

Odasına gittiğimizde, “Yara olmuş her yerin,” dedi, en çok o bilirdi bu yaraları. “İşkence mi çektirdiler?”

“Hayır,” dedim başımı iki yana sallayarak ama yanaklarımdan yaşlar sessizce dökülmeye devam ediyordu.

“Dövdüler mi seni?”

“Hayır.”

“Aç mı bıraktılar?”

“Hayır.”

İç çekti, gözlerinin içi kıpkırmızıydı. “Ne yaptılar güzelim sana?” dedi elinin tersi yanağımdaki izde dolaşırken. Betonda yatmaktan yanağımda yara oluşmuştu.

“Görmemi sağladılar,” dedim başımı sallayarak.

“Neyi?”

“Bir çocuğun gözünden dünyayı.”

Tugay anlamıyormuş gibi yüzüme baktığında ellerimi vücuduma geçirip kucağından inmek için hamle yaptım. “Çok pisim,” dedim titreyerek. “Çok pisim, kan kokuyorum, pislik kokuyorum, vücudumdan nefret ediyorum. Duş almak istiyorum, temizlenmek istiyorum, kurtulmak istiyorum.”

Tugay bir an bile düşünmeden beni banyosuna soktu. Bu kez izin bile almadan üzerimdeki siyah paltomu çıkardı, ardından siyah kazağımı, sonrasında altımdaki pantolonumdan kurtuldu. İç çamaşırlarımla kaldığımda onları da çıkarması için bekledim ve gözlerim, banyodaki aynayla buluştu. O an gördüm. Saçlarımın neredeyse yarısının beyazlaştığını, beyaz lekelerimin yüzümün birçok kısmında yayıldığını. Yaraların bile lekeleri kapatamadığını.

Daha fazla ağlamaya başladığımda çirkinliğim karşısında aynaya karşı gözlerimi kapattım.

Tugay beni iç çamaşırlarımdan da kurtardı ve kucağına çektiği gibi duşun altına yerleştirdi. Ayakta durmakta zorlandığımda yavaşça yere çöktüm, dizlerimi karnıma doğru çektiğimde o da musluğu açtı ve ılık su yüzüme doğru dökülmeye başladı. Gözlerimi kapattım, o ılık su bütün yaşananları, bütün cümlelerimi, bütün anlaşmalarımı, bütün vazgeçtiklerimi ve bütün kazançlarımı benden alıp götürsün istedim.

Tugay'ın üzerinde hâlâ kıyafetleri vardı ama umursamadan şampuanı aldı ve güzelce temizledi beni, bunu birkaç kez daha yaptı, sonrasında vücudumu güzel kokulu duş jeliyle temizledi. Sessizce ağlamaya devam ederken kendime daha fazla sarıldım, o ılık su hep beni yıkasın istedim. Yıkarsa zaman geçmezdi, zaman geçmezse ben kurtulurdum.

En sonunda suyu kapattığında sırılsıklam bir şekilde arkamdan çıktı ve elinde bir havluyla beni sarıp kucakladı. O anda onun da sırılsıklam olduğunu gördüm fakat bunu umursamadı. Kucakladığı gibi yatağa götürdü, oturttuktan sonra başını iki yana sallayarak beni havluyla tamamen kuruladı ve sonrasında bana kendi kıyafetlerini giydirdi.

Üzerimde siyah bol bir kazak, altımda siyah kalın bir eşofman altı. Saçlarımı taramak için hamle yaptığında elini durdurup, “Tugay,” dedim kısık bir sesle, bakışları bana döndü. “Uyumak istiyorum sadece. Kollarında uyumak istiyorum. Bırak, uyu benimle yalvarırım. Lütfen.” Eli havada öylece kalırken, “Lütfen,” dedim ağlayarak. “Sadece kollarında olmak istiyorum, sadece bana sarılmanı istiyorum, konuşma bile, sadece sarıl bana. Uyut beni sonra.”

Dudakları bir şey söylemek istermiş gibi aralandı fakat geri sustu, bir kez daha tekrar etti bunu ama faydasız olacağını anladığında üzerindeki ıslak kıyafetlerden kurtulup yatağa, yanıma geldi ve beni kollarının arasına çekip üzerimi sıkıca örttü.

Boğuluyordum, öyle bir boğuluyordum ki ağlamalarımı durduramıyordum. Nefes alamıyordum, gözlerimi kapatıyordum o hücredeydim, gözlerimi açıyordum o hücreden çıktığım an geliyordu aklıma. Öyle bir boğuluyordum ki Tugay ne kadar sıkı sarılırsa sarılsın yetersiz geldi bana.

Sağındaydım.

Arkamdan bana sımsıkı sarıldı, sırtım güvendeydi, kolları vücudumdaydı, nefesi ensemdeydi. Boynumdan öptü, yanağımdan öptü, saçlarımdan öptü ve art arda tekrar etti bunu. Öyle bir ağladım ki bitmeyecek gibiydi. Sonrasında onu ellerinden öptüm, hem sağ elinden hem sol elinden. Sonrasında ona doğru döndüm ve yüzünü avuçlarımın arasına alıp öptüm. Bir şey söyleyecek gibi olduğu her an dudaklarından öptüm. Saçlarından öptüm, kokusunu içime çektim.

“Canımın içi,” dedi Tugay en sonunda.

“Lütfen,” dedim gözlerimi kapatarak. “Bugün değil. Bugün konuşmayacağım.”

“Ne zaman konuşacaksın?”

Sustum.

“Nasıl kurtuldun?”

Sustum.

“Ne oldu?”

Sustum.

“Lütfen.”

Sustum.

“Yalvarıyorum.” Sesi titriyordu Tugay'ın. Ensemdeydi nefesi. “Yalvarıyorum, bir şey söyle. Korkuyorum.” Tugay Demir Çeviker bana yalvardı, bu yalvarışı daha fazla ağlattı beni.

Sustum, bir kez daha sustum.

Ve en sonunda, “Uyu Tugay,” dedim. “Yalvarırım uyu benimle bugün ve ışıkları kapat. Çünkü biz yan yanayken hiçbir karanlık korkutmaz bizi, ayrıyken ise en aydınlık anlarda bile kör gibi hissederiz.”

Bu kez o da sustu. Ne anladı bilmiyordum, ne düşündü onu da bilmiyordum ama uzanıp ışıkları kapattığında onun kollarında sanki son kez gözlerimi kapattım ve son kez yüzüne baktım; o benim âşık olduğum adam, o benim kaçtığım kollar ve o benim intiharımdı.

On Yedinci Gün

Sabah 07.29

Mahkûmiyet

Günlerden 22 Şubat.

O gün gökyüzü bile güneşin görünmesine müsaade etmedi, o gün karlar bile yağmadı, o gün yağmurlar bile kendisini paylaşmak istemedi.

Kuru bir soğuk vardı.

Kupkuru soğuk, Tugay'ın cayır cayır yanmasına neden olacaktı, bilmiyordu.

Başını yavaşça çevirdiğinde zorlukla kapayabildiği gözlerini araladı ve hemen yanına baktı; yanındaki yastıkta iz vardı, boşlukla karşılaştı. Avukatın izi hâlâ silinmemişti, nereye gitmişti? Yeniden duş mu alıyordu? Yavaşça başını kaldırdığında duşa kulak verdi, su sesi yoktu.

Elini saçlarına geçirip yanındaki telefondan saatine baktı, ardından gözlerini ovuşturarak odanın içine baktı. İlk önce komodindeki çerçevelenmiş güle, ardından yanındaki aile fotoğraflarına, hem kendisinin hem de avukatının ailesinin. Diğer tarafa döndü, avukat cübbesiyle pilot üniformaları orada duruyordu.

Avukat nereye gitmişti?

Merdivenlerde o sarsak adım seslerini duymak için kulak kabarttı ama herhangi bir ses yoktu. Eli boynuna doğru gittiğinde yataktan yavaşça doğruldu ve tam o anda piyanonun üzerindeki deste şeklindeki mektupları gördü.

Bir yumru oturdu boğazına, bir ihtimal geldi aklına ama bunu direkt aklından çıkardı çünkü biliyordu, güveniyordu, tanıyordu; Avukat’ı aklından geçeni yapmazdı.

Yataktan ayrıldığında hızlı adımlarla mektup destesine doğru ilerledi ve mektupların üzerinde duran kâğıttan laleyle karşılaştı, ona hapishanede vermişti; yapay bir şekilde kâğıtla yaparak. O kaybolmamıştı ve şimdi mektupların üzerinde duruyordu.

Hayır, Avukat’ı aklından geçeni yapmazdı, emindi bundan. Gülümsedi, arkasına baktı ve sonrasında, “Sevgili Avukat,” diye seslendi. “Bunlar da nereden çıktı güzelim?”

Deste şeklindeki mektuplar, Tugay'ın ona mahkûmken gönderdiği mektuplar, o mektupların hemen yanında ise telefonu duruyordu.

Hayır, zaten avukatı telefon kullanmayı çok sevmezdi, bunu biliyordu.

Mektup destelerinin hemen üzerinde bugünün tarihine ait yeni bir mektup vardı.

Sevgili Müvekkilime, demiyordu.

Eftalya Atalar'dan Tugay Demir Çeviker'e yazıyordu üzerinde.

O Eftalya Atalar değildi ki diye düşündü, Tugay. O Sevgili Avukat’tı. Sevgili Avukat’ından, Sevgili Müvekkiline yazması gerekirdi diye düşündü.

Sanki kalbinde bir yangın çıktı, o yangın bütün vücudunda dolaştı, sanki hiç olmayan elini bile yaktı ama Tugay yine de ihtimal vermedi. Sevgili Avukat’ı aklından geçeni yapmazdı, günler önce korktuğu hiçbir şeyi yapmazdı, söz vermişti; söz verdiği hiçbir şeyi yapmazdı.

Tugay'ın elleri öyle kolay kolay titremezdi ama mektubu açarken elleri titredi, kendini piyanonun sandalyesine bıraktığında bu son kez kendisini o sandalyeye bırakışı olacaktı, henüz bunu bilmiyordu.

“Tugay,” diye başlıyordu mektup. Çok da uzun bir mektup değildi, kısaydı. Ama sevgili müvekkilim neredeydi, Tugay çok yabancıydı, mektuplara böyle başlanmazdı.

“Sana bir mektupla veda ettiğim için üzgünüm.”

Veda ne demekti, anlamını unuttu Tugay. Hayır, Sevgili Avukat’ı aklından geçeni yapmazdı, gitmezdi, terk etmezdi onu.

“Seninle geçirdiğim her an için sana minnettarım çünkü bana renklerimi gösterdin, aynaları sevmeme neden oldun ve çiçeklerimin bile yüzünü gülümsettin; senin gülüşün, bir çiçeğe bile sevgi verebilecek kadar yüceydi, bunun farkında ise hiçbir zaman olamadın.

Fakat ben artık renklerimi istemiyor, aynalardan kaçmak istiyor ve çiçeklere küsüyorum. Çünkü fark ettim ki ikimizin de elleri böyle kan içindeyken hangi çiçeğe dokunursak dokunalım onu kuruturuz, hangi aynaya baksak kendimizden utanırız, hangi rengi üzerimize giysek eğreti durur.

Her şeyimi kaybettim; kaybederken hemen yanımdaydın. Sanma ki bu mektup aklını kaybetmiş bir kadının mektubu, son derece aklı başında bir şekilde yazıyorum, ben artık bu acıya katlanamıyorum. Ben artık bu kayıplara katlanamıyorum. Ben artık...

Ben artık çok korkuyorum Tugay.

Hem kendimden.

Hem senden.

Her ihtimali düşündüm; kalmayı da öyle, ölmeyi de, sevmeyi, hatta seve seve ölmeyi de fakat fark ettim ki ben yaşamayı da seviyormuşum ve biz seninle yaşayamıyormuşuz. O özgür gibi hissettiğim gün, benim gerçek bir nefes aldığım gündü.

Şimdi kendime bu ülkeden başka gidebilecek bir yer bulmuşken öylece kalıp savaşmak, kaybedeceğimi bildiğim bir kumara girişmek, bir de kendimden vazgeçmek istemiyorum.

Seni sevdim.

Sana âşık oldum.

Ve bu intihardı. Seni sevmek ve sana âşık olmak intihardı; boynumda bir urgan varmış gibi hissettiren bu duyguya artık tahammül edemiyorum. Kendime tahammül edemiyorum, yaşananlara tahammül edemiyorum.

Bir gün belki seneler sonra eğer yaşıyor olursak, sen savaşında kazanırsan ve karşılaşırsak bana küskün bakma; küsmezsin hem bana sen, bilirim. Gülümsemezsin de artık, onu da bilirim ama öfkeyle bakma bana yeter. Seneler önce olduğu gibi, birbirimizi hiç tanımıyormuş gibi yan yana geçip gidelim, kokumuz bile birbirimize ulaşmasın.

Şayet birimizden birimiz de ölürsek, anlaşma asla gerçekleşmeyecek. Ben ölürsem sen; sen ölürsen ben yaşamaya devam edeceğim; o anlaşmayı yırtıp attım. İkimiz de başka yerlerde ölüp gideceğiz.

Bu hayatta kimseye verdiğim sözü tutamadım; babama, kardeşime, hatta anneme bile fakat bir kez olsun sana verdiğim sözü tutmak isteyerek mutfakta sana bir hediye bıraktım.

Bu sana âşık olan Eftalya Atalar'ın değil, avukat olduğu zamanlar sana söz veren kadının hediyesi.

Seni terk edip gitmek çok ağır, biliyorum ama ben bir yandan bizi de terk ediyorum, bunu unutma.

Merak etme, yaşayacağım; avukat olamayacağım belki bir daha ama kendime küçük bir ev tutacağım, arkadaşlarım olacak ve sevdiğim her şeyi yapmaya devam edeceğim. Lütfen bana ulaşmaya çalışma çünkü ben savaşla birlikte bizden de kaçıyorum.

Sen de yaşamaya çalış, en azından o kahvaltı masasındaki gülümseyen adama veda etme çünkü o adam, benim çocukluğumu iyileştirdi.

Şimdi artık bana Sevgili Avukat demek zorunda değilsin çünkü adımı kabullendim.

Eftalya Atalar'ım ben, üstelik adımın anlamı denizkızı. Sen de tekrar et, Eftalya Atalar diye, ezberle. Bu kez canım yanmayacak.

Çünkü çiçekler yanınca ölür, yandım ve ölmedim; okyanusta boğuluyorum şu an, ölmek mümkün değil, denizkızıyım. Bütün çiçekleri simgelemiyorum, simgeleyemem, öğrendim bunu da.

Hayatı boyunca seni ne olursa olsun unutmayacak fakat bir kez daha gözlerinin içine bakamayacak o kadın,

Eftalya Atalar

Özgürlüğümüze değil ama mahkûmiyetimizden kurtuluşumuza...

***

Gece, 23.29

Tugay mutfak masasında oturmuş, öylece boşluğu izliyordu.

Ses yoktu, kimse yoktu, yalnızdı; kimse gelmemişti, giden gitmişti zaten.

Ve masanın üzerinde bir tabağın içinde sözü verilen yaprak sarmaları vardı.

Tabağın hemen yanında ise Tugay'ın günler önce aldığı, güneş simgeli evlilik teklifi yüzüğü.

Ne ağzına sarmadan sürebilmişti ne de yüzüğü yeniden eline alabilmişti. Gözyaşı yoktu, öfke yoktu, nefret yoktu; tek bir duygu vardı.

Acı. Sadece acı. Avukat’ına bütün bu savaşlara, acılara rağmen bir umutla evlilik teklifi edecek, belki bir gün kurtulurlarsa bu kez o yüzüğü huzurla parmağına takmasını sağlayacaktı.

Aşkla. Gerçek bir aşkla.

İnandığını sandığı ama inanmaması gereken aşkla.

Üçüncü paket sigarasını bitirirken ikinci şişe viskisini de içiyordu.

Biliyordu elbet, bir nedeni vardı gidişinin. Fakat bunların hiçbirisi Tugay'ın içini soğutmazdı çünkü ne olursa olsun Tugay Demir Çeviker, Eftalya Atalar'ı bırakmazdı. Hiçbir sebep onu terk etmesine itmezdi, yapayalnız bırakmazdı. Şu an onu bıraktığı gibi.

Sarmaya doğru uzandı, yüzünde silik bir tebessüm oluştu. Acaba tadı nasıldı? Güzel olmamalıydı, güzel miydi? Neden güzeldi? En son annesinin ellerinden yemişti, o gitmişti; şimdi Avukat’ı yapmıştı, o da terk etmişti.

Öyle sert bir şekilde tabağı fırlattı ki tabak duvara çarpıp tuzla buz oldu.

Biliyordu elbet, bu cümleleri kurmasa Tugay'ın onu bırakmayacağını fakat böyle bir terk ediliş annesinden sonraki en acı tecrübesi olmuştu.

Evin kapısının açıldığını duyduğunda baştan sonra ezberlediği mektubu itekledi ve koşar adımlarla, “Sevgili Avukat,” diyerek kapıya doğru ilerledi. Bu ona son Sevgili Avukat demesiydi, bilmiyordu.

Bugünden sonra artık ezberleyecekti; o Eftalya Atalar'dı, anlamı denizkızı olan.

Kapı açıldı, ardından Giray'ı gördü ve Giray'ın elini tuttuğu küçük kardeşi Nida'yı.

Birisi gitti, bir başkası geldi; gözleri dolduğunda Tugay daha fazla ayakta kalamayarak dizlerinin üzerine çöktü. Bu yıkımla son dizlerinin üzerine çöküşüydü.

Avukat, Eftalya Atalar aklından geçeni yapmıştı; Tugay Demir Çeviker'i terk etmişti.