Kırk saat sonrası...
Yerlerde ölü adamlar yatıyordu, paslı kan kokusu burnumu yakıyordu, parmaklarımda ise barutun kokusu vardı. Kafasına çuval geçirilmiş adam, Tugay'ın önünde dizlerinin üzerine çökmüş ağlıyordu.
Korku yerine çok büyük bir heyecan duyuyordum.
“Plan bana uymaz,” dedi gözlerimin içine bakarak, ardından yüzümü tamamen görebilmek için kar maskemi yukarıya doğru sıyırdı, kendisi de kanlı eldivenini çıkardığında tertemiz eliyle saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Ben plan yaparım, herkes bana uyar, güzelim.” Elinin tersi yanağıma silik bir şekilde dokundu. “Bir yerine kan gelmedi ya?”
“Sana yetişemiyorum,” dedim şaşkınlıkla. Tek diyebileceğim buydu.
“Yetişemezsin,” diye cevap aldım. “Çünkü daima yanımda yürüyeceksin.” Başını aşağı yukarı salladı, elimden silahımı aldığında hâlâ büyük bir şaşkınlıkla ona bakıyordum. “Zorunlu zamanlar hariç o karlar yağan ellerin sadece çiçekleri tutsun, silahları değil.”
Yutkunduğumda özgür Tugay Demir Çeviker'in, mahkûm Tugay Demir Çeviker'den hem daha acımasız olduğunu hem de bir o kadar pervasız olduğunu görüyordum. Örgütünün başına geçmişti ve asıl şimdi her şeyi yöneten kişi oydu. Yine de kan gövdeyi götürürken saçlarıma dokunmak için kanlı eldivenini çıkarması dikkatimden kaçmamıştı. “Her şeyin sonunun geldiğini düşünmüştüm,” dedim dürüstçe.
Gülümsedi, başını omzuna doğru yatırdı, bu hareketi her seferinde kalbimin erimesine neden oluyordu. “Yeni başlıyoruz,” dediğinde çenesini havaya kaldırdı, cebinden bir sigara çıkarıp yaktığında dumanı gökyüzüne doğru üfledi. “Ve sonu sadece ben getirebilirim çünkü Tugay Demir Çeviker kaybederken bile daima kazanır.”
Kırk saat öncesi...
Günler önce benim Tugay'a sunduğum tercih şimdi farklı bir şekilde karşıma çıkıyordu fakat nedenlerimiz birbirinden farklıydı. Ben onun canı için bir tercih hakkı sunmuşken o, Sinan'ın canı için bana bir tercih sunuyordu.
Eğer sağı seçersem Sinan'ı kurtarabilecek fakat Tugay'dan da tamamen kopacaktım.
Tabii bu kendi içimde ne kadar mümkün olurdu, bilemiyordum.
Eğer solu seçersem Tugay'ın yanında kalacak ve o ne yaparsa ben de buna boyun eğecektim; bu biraz da eğer Tugay isterse onun infazına boyun eğmek demekti.
Gözlerim bir anahtarda bir de Tugay'ın yüzünde gezinirken yutkundum, bakışlarımı onun üzerinden çekersem cesaretimin kırıldığını anlardı, bu yüzden tam olarak ela gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Altdudağında dilini gezdirdikten sonra başını hafifçe omzuna doğru yatırdı, ardından gözlerini kıstığında büyük bir merakla bana bakıyordu.
Bakışlarım yavaşça kapıya doğru döndüğünde Tugay'ın sol eli çenemi kavradığı gibi kendisine döndürdü. “Göz temasını kesme,” dedi net bir sesle. “Bırak da bakışlarından ne düşündüğünü anlayabileyim.”
Burnumdan nefesimi verdiğimde, “Bakışlarımdan her şeyi anlayabiliyor musun ki?” diye sordum keskin bir sesle.
“Çoğu zaman,” diyerek net bir yanıt verdi.
“Hangi zamanlar anlayamıyorsun?” diye sordum bu kez.
“Konu sen olduğunda her şeyi anlarım,” dediğinde sesi fısıltı gibi çıkıyordu fakat sadece mırıldanmaydı. “Kızgınlığın, üzgünlüğün, tedirginliğin…” Bana doğru hafifçe eğildiğinde biraz daha çenemi kaldırdı. “…sevgin, tutkun, isteklerin,” diye devam etti. “Hepsini bakışlarından görüp anlayabilirim.”
Bir kez daha yutkunduğumda gözlerim birkaç saniye de olsa dudaklarına doğru indi fakat çok oyalanmadan yeniden gözlerine tırmandığımda aksini söyleyip iddialaşmak yerine, “Peki anlamadığın ne?” diye sordum bu kez.
“Ben…” Eli çenemden uzaklaştı, yüzü de öyle. “Konu ben olduğunda ne hissettiğini kestiremiyorum. Bir başkasının şu an solu mu yoksa sağı mı seçeceğini direkt anlayabilirim ama senden emin olamıyorum.” Bu şaşırmama neden oldu, halbuki ona her şeyimle açık gittiğimi düşünüyordum. “Belki de,” dedi gözleri arkamdaki duvara kaydığında, bakışlarını bu kez saklayan oydu. “Kendimle alakalı problemlerim vardır, nedeni budur, kabullenemiyorumdur bir şeyleri.”
Birkaç saniye daha arkamdaki duvara baktığında o duvarda hangi görüntülerin döndüğünü bilemezdim ama onu hissedebilirdim. “Benim uyuduğumu düşünürken söylediklerin mi?” dediğimde gözleri kısıldı fakat bana yine de bakmadı. “Karanlıktan korkman, insanlara zarar vereceğini düşünmen, kendini bir katil olarak...”
Gözleri bana döndüğünde henüz bu yüzleşmeye hazır olmadığını fark ettim. Kendisini saklamaktan ziyade kendiyle bile yüzleşmekten zorlandığı için… Bir yandan da biliyordum, bunları paylaştığı tek kişi ben olmalıydım. “Seçmeyecek misin?” diye sordu lafı değiştirerek. “Çok da zor bir soru olmasa gerek. Sen bana sorduğunda benim cevabım en başından hazırdı çünkü soruyu soran kişi sendin.”
Silik bir tebessümle yüzüne baktığımda, “Ben sana üç tercih hakkı sunmuştum,” dedim.
Onun da dudakları hafifçe kavislendi. “Ölümden mi söz ediyorsun?”
“Ölümden söz ediyorum,” diyerek başımı salladım. “İkimizin ölümünden. Bu neden tercihlerinin arasında yok Tugay?”
Kaşları havalandığında bir süre yüzüme baktı ardından konuyla tamamen alakasız bir şekilde, “Ben özgür olduktan sonra sen daha fazla güzelleştin,” dedi. Dudaklarım aralandığında bakışları yüzümde gitgide artan lekelerde gezindi, sonrasında ellerime baktı, lekeler oraya da ulaşmıştı. “Ya da ben gökyüzüne kavuştuktan sonra daha fazla gerçekleri görmeye başladım.”
Heyecandan kalbim teklediğinde, “Ne alakası var şu an?” dedim. Yan tarafta bir kapı vardı, içeride çocukluk arkadaşım duruyordu, Tugay karşımda çok zor bir tercihle bana kendisine itaat edebileceğimi söylüyordu, konuştuğu ise güzelliğimdi.
“Daldım öyle,” dedi omzunu indirip kaldırarak. “Bir ipin üzerinde yürüyoruz, her an yok olabiliriz, söylemezsem içimde kalırdı.” O her zaman bildiğim delirmiş adamdı, bana karşı ne kadar kırgınlığı olsa da ve belki de affedemeyecek durumda da olsa kendimi kötü hissettiğim hiçbir noktadan vurmuyor, hatta iyi hissettirmeye çalışıyordu. Çünkü farkındaydı, o lekeler arttıkça kendimden nefret edişlerim de çoğalmıştı.
“Güzel olduğumu düşünmüyorum şu an,” dedim kaşlarımı çatarak. “Fakat konumuz bu değil.”
“O halde güzel olduğunu kabullenene kadar her yere ayna koymam gerekecek,” dediğinde büyük bir şaşkınlıkla ona baktım, hatta ufacık bir kıkırtı dudaklarımdan çıktı ama o büyük bir ciddiyetle bana bakmaya devam etti.
“Sen delirdin, farkında mısın?” diye sordum. “Karşıma geçip bana tercih hakkı sunuyorsun, Giray'a gidip beni öldüreceğini söylüyorsun, bana ismim...” Sustum, devam etmek istemedim ama zorundaydım. “Şimdi de güzellikten mi söz ediyorsun? Bana kafayı yedirmeye mi çalışıyorsun sen?” İmalı imalı bana baktı. “Of,” dedim sert bir sesle. “Senin kadar delirmedim en azından.”
“Bu söylediklerine verebileceğim harika yanıtlarım var ama şu an pek sırası değilmiş gibi görünüyor,” dediğinde elinde tuttuğu anahtarı salladı. “Çünkü eğer sağı seçersen söylediğim hiçbir şeyin anlamı kalmayacak.”
“Bana bu tercihi sunmanın nedeni ne?” diye sordum.
“Daha ne kadarını göze alabileceğini görmek istiyorum.” Dudaklarını birbirine bastırdı, gözlerine yeniden kırgınlık geldiğinde hiç beklemediğim kadar net bir sesle, “Sevdiğin birini korumak için beni karşına almayı göze aldın Eftalya,” dedi.
Dişlerimi sıktığımda o da yutkundu.
“Üstelik ihanetin benim zaaflarımdan birisi olduğunu bilerek.” Nefesimi tutmuştum. “Beni tam da o noktadan vurmaya çalıştın, bana bunu bir saniye de olsa düşündürmene gerek yoktu. O an benden gitmeyi kabul ettin, konu ihanet mi sanıyorsun?” Burnundan nefesini verdiğinde dudaklarından kelimeler kırgınlıkla çıkıyordu. “Sen benden gidecektin, yarı yolda bırakacaktın ve bunu yaparken bir an bile düşünmedin. Bu kadar kolay vazgeçemezsin.” Kelimelerin üzerine baskı yaparken bir elini duvara yasladı ve beni gölgesinin altında bıraktı. “Vazgeçmezdin,” diye düzeltti. “Fakat görüyorum ki konu sevdiğin bir başka insan olduğunda benden vazgeçebiliyormuşsun, görmüş oldum.”
Beni kıskıvrak yakalamıştı ve tam karşımdayken konuşmak oldukça zordu. “Konu benim canım olduğunda,” dedim. “Acımasızım fakat anlamıyor musun?” Bu kez fısıldıyordum. “Daha fazla insanı kaybedemem, ailemden geriye kalan iki kişi var. Birisi Meryem ve o şerefsizlerin elinde, diğeri Sinan ve o benim çocukluk arkadaşım, hatta uzun bir süre tek arkadaşımdı. Ne şekilde göründüğüm umurumda bile değildi eğer ben onu korumasaydım onu orada öldürecektin, bir kurşunla beynini dağıtacaktın.”
Bu Tugay'ın şaşırmasına neden oldu. “Gerçekten böyle mi görüyorsun beni?”
“Gerçeği daha mı farklı?” diye sordum. “Sen ihaneti affetmezsin, o örgütten birisini öldürdü.” Defne aklıma geldiğinde canımın acıdığını hissettim ama durup onun için üzülmeye bile vaktim yoktu, zihnimin içi karmakarışıktı. Sakinlik değildi, buz kesmiştim artık. “Onu affedecek değildin, bunu göremeyecek kadar salak değilim.” Bir süre sessiz kaldı, bakışlarından ne düşündüğünü anlayamıyordum, bir şey söyleyecek gibi olduğunda lafını yarıda kesip, “O,” dedim Sinan'ı kastederek. “İhanet etmez, o şerefsizlerle ortak olmaz. Kanımın son damlasına kadar eminim. Bir şeyler dönüyor ve o, bir maşaya dönüştü. Masum.” Kendi kendime çırpınıyordum. “Masum birini öldüremezsin, o kadar da acımasız olamazsın.” O an Tugay'la gerçek bir katil gibi konuştuğumu fark ettiğimde bocaladım. “Yani bunu yapacak birisi değilsin.”
Kalbimi sızlatan o cümleyi söyledi. “Benden korkuyor gibi konuşuyorsun.”
“Hayır,” dedim fakat bu yalandı. Yapabileceklerinden gerçekten korkuyordum. “Öyle değil, düşündüğün gibi değil.” Gözlerimi kapattım, büyük bir nefes verdim, ardından geri açtığımda elini yavaşça arkamdaki duvardan çekti. “Bana tek bir şey söyle Tugay Demir Çeviker, örgütün böyle bir karmaşa çıkaran kişiye ne yapar?”
Düşünmeden “Öldürür,” dedi.
“O halde?” diye sordum. “Ya da şöyle sorayım, Giray ve benim aramda kalsaydın kimi tercih ederdin?”
Tugay üstten üstten bana baktığında, “Seni hiç bırakmadım,” dedi. “Sen beni bırakmak istediğinde bile. Seçtiğim yol da emin ol seni bırakmak olmazdı.”
Onun söylediği cümleleri tekrar ederek, “Arkana bile bakmadan git,” dedim. “Ve bir daha karşıma asla çıkma çünkü eğer karşıma çıkarsan bu kez namlunun ucundaki kurşun birimizin kalbini deler.” Bu cümleyi o kadar çok düşünmüştüm ki zihnimde defalarca ezberden tekrar ediliyordu. “Bu bırakmak demektir ayrıca namlunun...”
“Sen ölürsen bana ne olur?” dedi lafımı yarıda keserek. “Eğer orada kalmaya devam etseydin sağ kalacağını mı düşünüyordun? Giray'ın gözlerinin içine baktın mı o an sen?” Başını iki yana salladı. “Benim seni baştan sona ezberlediğim kadar sen benim tek cümlemden bile ne düşündüğümü anlayamıyor musun?”
“Anlıyorum aslında,” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Fakat anlamadığım birkaç şey de var tabii ki.” Bu kez meydan okuma sırası bendeydi. Hiç teklemeden tek nefeste, “Babanı öldürdüm,” dedim. “Hâkim Ali babandı. Onu neden ben öldürdüm, Tugay? Söylesene.” Gözlerini kırpmadan bana bakıyordu, işte bu ne düşündüğünü anlamamam içindi. “En başından her şeyi planlayan Tugay, babasını öldüren kişinin ben olmamı neden istedi? O hâkimi zaten öldürecektim fakat seçilen kişi Hâkim Ali oldu öyle mi?” Anlık olarak gözlerimi açtığımda, “Babanın,” dedim donuk bir sesle. “Babamı yargılayan hâkim olmasında bir parmağın var mı?” Kafasından geçenleri asla anlayamıyordum. “Seneler önceden babanı öldürdüğüm görüntülerle benim karşıma çıktın, avukatın olmam için zorladın. Onun baban olduğunu bile...”
“Bir kez daha baban deme,” dediğinde sesi sertti. “Ona ismiyle hitap et.” Nefreti öyle büyüktü ki kendi babasını neden öldürmediğini çözememiştim.
“Ben bunu o şerefsizlerin adamlarından birisinden duydum,” dedim. “Yine de sana ihanet etmedim. Öldüğünü söylediler, yine de ihanet etmedim. Kolumu keseceklerdi senin gibi, yine de ihanet etmedim. Kardeşimle tehdit ettiler, beraber öldürmelerini istedim, yine de ihanet etmedim.” Sesim yükselmeye başlamıştı. “Çünkü kendi aptal canımın pek önemi yok, ben öldükten sonra geriye kalanları da bitireceklerini biliyorum ama eğer sen Sinan'a zarar verirsen bu ikimizi de bitirir çünkü anla…” Ona biraz daha yaklaştım. “Ondan vazgeçmeyeceğim çünkü masumiyetinden eminim.” Canım yanıyordu fakat devam ettim. “Senin gördüğün kendi babasını bile öldüren bir kadın olabilir ama ben her gün bunun acısıyla yaşıyorum, daha fazla cesarete ya da acıyla tahammülüm kalmadı.” Yutkunduğumda devam etmek istiyordum ama konuşacak mecalim yoktu, biraz nefeslenmem gerekiyordu.
Yüzündeki ifade yumuşadığında o da yutkundu. “Babanı...”
Konuşturmadım. “Babamı kaybettim, annem beni hiç istemedi, şu an kardeşim onların elinde, sevdiğim işim...” Durduğumda gözlerimin dolmasını da engelleyemedim. “Ben avukat olmak için çok çabaladım, en büyük hayalimdi ve şu an bombok bir insanım, artık avukat da değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Bitti. Bittim ben.” Cümlelerim bir bıçak gibiydi. “Hepsini kaybettim ve hiçbir şeye dönüştüm. Suçlu sen değilsin, suçlu ben değilim, suçlu belki kimse değil ama yokum işte. Savaşmayacak mıyım? Savaşmaya elbette devam edeceğim, yıkılmam öyle kolay ama artık pilotluk konusunda da ne hissettiğini anlayabiliyorum.”
Canım acıyordu çünkü her ne olursa olsun, işimi çok seviyordum ve bu yolda her şey gibi onu da kaybetmiştim. Hoş, sistem bu haldeyken Tugay'ın avukatı olmasam bile asla işimi yaptırmazlardı fakat her şey bitse bile bir suçlu olduğum için avukatlığa da devam edemezdim. Ben bir suçluydum, ben aslında bir katildim. Ben şu an bütün ülkenin, hatta dünyanın basınında bile örgüt lideri olarak anılıyordum.
Hiçbir şey söylemeden başını salladığında geriye doğru bir adım attı ve sağ elindeki anahtarı bana doğru uzattı. Bu artık bir tercih hakkımın olmadığını ya da tercihimi bu şekilde kabul ettiğini gösteren bir hamleydi. Herhangi bir kırgınlığı yoktu, gözlerine ulaşan hüzün ise cümlelerimin ağırlığındandı. Belki de bütün bunların sorumlusu olarak kendini görüyordu, böyle hissettirmek ise isteyeceğim son şeydi.
Büyük bir nefes verdim, dolan gözlerimi elimin tersiyle sildim, düşük omuzlarımı düzelttim, ardından çenemi havaya kaldırarak bir anda elinden Sinan'ın kapısını açan anahtarı aldım.
Anahtarı elimde sıkıca tutarken gözlerimiz bir an olsun birbirinden ayrılmadı. Daha önce o sağı seçtiğini söylemişti, şimdi aynı hisler içerisindeydim. Dudaklarını birbirine bastırdığında ağzından çıkacaklara dikkat etmeye çalışarak, “Anlıyorum,” dedi başını sallayarak. “Anladım, Eftalya. Seçtin tarafını. Sağı seçtin.”
Gülümsedim, ürkütücü gülümsemiş olacağım ki bakışları gülüşümde oyalandı. Gözlerinin içine bakarak bir anda elimdeki anahtarı arkasındaki duvara sertçe fırlattığımda anahtar ikiye ayrılıp kırıldı.
Sonrasında onu sertçe üzerindeki atletten çekip kendime yaklaştırdığımda yüzü yüzümün hizasına geldi. “Üçüncü tercihe gelelim çünkü benim her zaman üçüncü bir tercihim de olur,” dedim dişlerimi sıkarak. “Ve o gerçekleşecek.” Kaşları havalandığında bunu hiç beklemediği belliydi. Atletini daha sıkı kavradığımda kolye elimin tersine çarpıyordu. “O anahtarla kapıyı açmayacağım, Sinan içeride kalmaya devam edecek fakat kimse canına zarar vermeyecek yoksa canına zarar vereni kendi ellerimle öldürürüm, sen olsan bile! Ve elbette ki ben de ölürüm.” Nefesini tutmuştu. “Sana ise asla itaat etmeyeceğimi bilmen gerekiyor çünkü bu örgütün kurucusu sen olabilirsin ama liderlerinden birisi benim, hatta şöyle bir bakıldığında kurucu olarak da ben anılıyorum, o yüzden yerini bilmen gerekiyor ha?” Gülümsediğimde gözlerinden bambaşka duygular geçti, aramızdaki elektriğin beni yaktığını hissettim. “Hem sen değil miydin karşımda bile önünü ilikleyeceğini söyleyen?” Yutkunduğunda dudaklarını ıslattı. “Sana boyun eğmeyeceğim, beraber yürüyeceğiz. Ne önümde duracaksın ne arkamda, ya bunu kabul edeceksin ya da...” Başımı onun gibi omzuma yatırdım. “Ya da kabul edeceksin, Tugay Demir Çeviker. Benden sana karşı itaat bekliyorsan çok beklersin, beni tanımamışsın demektir.”
Dudakları aralandı ve bir şey söyleyecek gibi oldu, bir kez daha susturdum.
“Ve söylediğin gibi karşımda önünü iliklemek istersen de seni engellemem fakat iliklememen daha çok hoşuma gider, haberin olsun.”
İkisinden de vazgeçemezdim, ikisini de yok edemezdim ve eğer ikisini de kazanamıyorsam ortada duracak, yine ne olursa olsun kendimi feda edecektim. Bu kez fevrilik yoktu. Gözlerim dolabilirdi, canım acıyabilirdi, bazen duygularıma göre hareket edebilirdim ama gün sonunda ben Avukat Eftalya Atalar'dım, artık avukat olamayan. Ben Adnan Atalar'ın kızıydım, ona verdiğim sözler vardı, yaşatmam gereken ismi. Dönüp gitsem bile uğrayacağım durak yine burası olurdu; Sinan ise daima yanımda kalmaya devam etmeliydi çünkü onsuz eksik hissederdim.
Dudağıyla dudağım arasında birkaç santim mesafe varken, “Yine ölümle tehdit ediliyorum ha?” dediğinde sesinde öfke yoktu, bir başkası dönüp de ona böyle meydan okusa neler olurdu tahmin bile etmesi zordu fakat ben bunu her yaptığımda sanki bakışlarından bir gurur geçiyordu ya da ben öyle istiyordum. “Bu kadar meraklı olma ölüme.” Atletini serbest bırakmamıştım, o da isterse geriye çekilebilirdi ama bunu yapmıyordu. Bir anda boşta kalan koluyla benim belimi kavradığında ve havaya kaldırdığında yüzümle yüzü aynı hizaya denk geldi. Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında, “Bana meydan okuma,” dedi fakat bunu söylerken sesinde hoşnut bir hava vardı.
“Yirmi dokuzuncu kişi,” dedim üstten üstten konuşarak. “Senin konuşmaya hakkın yok.” Kolu belimi daha sıkı kavradığında kurşun yarasının acısını hissediyordum ama şu an ona yaslanan göğüs kafesim de heyecanımı gizlemiyordu. Bakışlarındaki ifadeyi okuduğumda, “Biliyordun,” diye fısıldadım. “İkisini de seçmeyeceğimi biliyordun.”
Durdu, baktı baktı… Ardından öyle bir kahkaha atmaya başladı ki uzun zamandır onu böyle gülerken görmediğimi fark ettim. Beni yeniden yere bıraktığında yere düşmemi engelleyen tek şey arkamdaki duvardı. Atletini bıraktığımda başını iki yana sallayarak gözlerimin içine baktı. “Bu kadarı,” dedi gülüşünün arasından. “Bu kadarı gerçekten çok fazla. Dur artık Tugay, dur artık, delirme daha fazla. Meydan okuyor ve sen bundan keyif alıyorsun.”
“Delirmenin zirvesinde olan benim,” dedim, öne doğru adım attım, ardından alttan alttan ona baktım. “Ve bil diye söylüyorum eğer bana bir kez daha Eftalya dersen…” Onu işaretparmağımla geriye doğru ittim. “Çekip gidemezsin ama namlunun ucundaki kurşun senin kalbini deler.”
Omzuna çarpıp yanından geçtiğimde yeniden gülme sesi geldi, ben ise merdivenleri çıkarken her adımımı daha sert atıyordum. Omuzlarımda bir ağırlık vardı, sırtım acıyordu ve o an fark etmiştim, bizim dünyamızda durup da üzülmeye fırsatımız bile yoktu. Planlar, ölümler, kurtuluşlar, kaçışlar… Durup ağlamaya bile fırsatımız yoktu, ağlarsak yıkılırdık, yıkılırsak her şey yok olurdu.
Bu bizi hissiz yapmamıştı, bu bizi güçlendirmişti ama bu güç bir gün bitecekti, biliyordum. İşte o gün ilk yıkımı kim yaşardı tahmin edemiyordum.
Tugay'ın odasına girip kapıyı kapattığımda sırtımı kapıya yasladım ve büyük bir nefes verdim. Tam o esnada odaya bırakılan eşyalarımın içinde olduğu valizimi gördüm. Bu benim odamda kalabilirsin demek miydi? Hızlı adımlarla valize doğru ilerledim ve pijamalarımı giyebilmek için fermuarı açtığımda gördüğüm onlarca çiçekli elbise ve aralarındaki avukat cübbesiydi. Benim cübbem. Bana ait olan cübbem.
Yutkunduğumda gözlerimi kapattım ve hayallerimin, işimin, her şeyin gözlerimin önünden yok oluşuna sadece birkaç saniyelik şahit oldum. O birkaç saniye üzülmek bile zaman kaybıydı, bunu bilerek yeniden gözlerimi açtığımda cübbeyi aldım ve odadaki küçük çöp kovasına attığımda valizin içinden hızlı bir şekilde eşofman takımımı çıkardım ve Tugay'ın içini doldurduğu elbiseleri orada bırakıp odasından çıktım.
Bir an odadan çıktığımda ne tarafa gideceğimi bilemediğimden rastgele bir odaya girdiğimde bu odanın tozlu ve hiç kullanılmamış olduğunu gördüm. Kimin odası olduğunu bilmiyordum ama köşede üstü örtülü bir şeyle karşılaştığımda yutkundum. Küçük bir dolap ve ortada bir yatak vardı, fotoğraflar yoktu. Üzerinde eskimiş eşyaların olduğu bir makyaj masası duruyordu, ayna bile fazlasıyla eskiydi. Elim makyaj masasının çekmecesine uzandı fakat daha sonra bundan vazgeçtiğimde üzeri kapalı olana doğru ilerledim.
Öyle bir tozlanmıştı ki sanki insanların dokunması yasaktı ya da ben öyle hissediyordum, bilmiyordum. Yavaşça üzerindeki örtüyü kaldırdığımda ufacık bir kısmından piyano olduğunu gördüm.
Bu Tugay'ın annesinin piyanosuydu. Bu odadaki eşyalar annesine ait olmalıydı. Ne kadarını getirebilirse onları getirmişti, bir şekilde annesini yaşatıyordu. O an burada durduğum için kendimi fazlasıyla rahatsız hissettim fakat gidebileceğim başka bir yer yok gibiydi. Tugay'ın odasına gidemezdim, diğer odalarda kimlerin kaldığını bilmiyordum. Salona insem belki de Giray'la yüz yüze gelecektim.
Geriye doğru adım atıp yatağa oturduğumda bocaladım, bir yandan da sadece tek bir gece geçirsem fark edilmeyeceğini bile düşündüm. Bu kadar tozlanmışsa Tugay da girmiyor demekti. Belki de giriyordu?
Düşünceler birbirini kovalarken hangi ara uykuya dalmıştım ya da hangi ara kâbuslar beni içine çekmişti hatırlamıyordum.
***
Havada ölüm sessizliği vardı ama ne şekilde gerçekleşecek olan bir ölümün sessizliği olduğunu bilmiyordum. Belki de yaklaşmakta olan ya da bizim yaratacağımız bir kıyametin sessizliğiydi. Hiçbir fikrim yoktu.
Tek bildiğim örgütteki ve Ölüm Timi'ndeki herkesin Tugay'ın büyük toplantı salonunda olduğuydu. Yakınlığı bilinen kişiler oturmuştu, diğerleri ise ayakta duruyordu, hatta öyle ki çoğu kişi sığmamış, dışarıya kadar taşmıştı, bazılarına ise sonradan haber verilecekti. Tek eksik Tugay'dı, o da birazdan gelecekti.
Solumda Giray oturuyordu, sağımda ise Marco vardı. Ölüm sessizliğini bozan Marco'nun elindeki mandalinayı ses çıkara çıkara yemesi ve masaya uzattığı ayaklarını sallamasıydı. Ona baktığımı fark ettiğinde henüz yutmadığı mandalinası ağzındayken bana bir parça uzatıp, “Yesene,” dedi. “Vitamin, iyi gelir. Tam mevsimi, sulu sulu, harika bir şey bu.” Düz gözlerle ona baktığımda elindeki mandalina parçasını havaya attığında ağzıyla yakalayamadı, yere düştüğünde küfür edip yeni bir parçayı daha ağzına attı. “Bayılıyorum şuna ya,” dedi yüksek sesle. “Olmasa yaşayamazdım.”
Onun yan tarafında oturan Javier'in bakışları benimle kesiştiğinde abisini göstererek deli hareketi yaptı. Göz ucuyla Giray'a baktığımda üzerinde siyah eşofmanları vardı, diğerleri örgüt kıyafetlerini giymişti, eldivenleri ellerindeydi fakat Giray tamamen bir yabancı gibi masada oturuyordu. Uykusuz görünüyordu fakat derinlerde acısından çok öfkesini görebiliyordum.
Bir anda göz göze geldiğimizde bakışlarımı üzerinden çektim, Defne'yi kaybetmenin acısını yaşar mıydım emin değildim çünkü art arda çok acı yaşamıştım ama Giray'ın yerine kendimi koyduğumda bana karşı olan nefretini anlayabiliyordum, Sinan'ı neden yok etmek istediğini de öyle.
Marco kucağıma bir tane mandalina bıraktığında bana doğru eğilip, “Ye,” dedi bu kez kısık bir sesle. “Biraz daha beslenmezsen bayılıp kalacaksın.”
“Yiyorum,” dedim.
“Kendini mi?” diye sordu. “Çökmüş görünüyorsun.”
Tek kaşımı kaldırdığımda, “Nasıl görünmemi isterdin bu kadar olayın ardından?” diye sordum tereddütle.
Marco sırıttı. “Mahkeme salonundaki sahneden sonra gelinlik giyersin diye düşünmüştüm.” Gözlerim kocaman açıldığında daha geniş bir şekilde sırıttı. “Tamam kızma, sadece bu karamsarlıktan çok sıkıldım. Bana paramı verin, gideyim ben.” Javier sandalyesinde dönerken yanlışlıkla ona çarptığında, Marco sandalyesini tekmeledi. “Dikkat etsene lan!”
Başımı iki yana salladığımda, “Ölüm Timi neden burada?” diye sordum Marco'ya.
“Nasıl yani?”
“Siz,” dedim onları kastederek. “Yani daha doğrusu sen böyle olayların içinde olmak istemediğini söylemiştin, ülkenin durumu umurunda bile değildi ama şimdi burada örgütle birliktesiniz. Neden?”
Marco çok kısa bir an düşündü, ardından yine beni şaşırtmayarak mandalinayı uzatıp, “Bak gerçekten o kadar güzel bir mandalina ki yediğin an kendini vitamin bahçesinde hissedeceksin,” diye mırıldandı.
Cevap vermek için ağzımı açtığımda çaprazımızdaki Gamze bir anda uzanıp Marco'nun elinden mandalinayı aldı ve ağzına attığında çiğnerken, “Avukat’ı artık rahat bırak,” dedi. “Birisi yedi işte mandalinayı.”
Marco, Gamze'nin yüzüne baktı ardından, “Dikkat et de zehirli olmasın,” dedi.
“Yok,” dedi Gamze. “Zehirli olsaydı bana özel olarak verirdin, Avukat’a uzatmazdın.”
İkisine baktığımda Javier bir kez daha başını iki yana salladı, bu kez yardım dileniyormuş gibiydi.
Bakışlarım yeniden Giray'a döndüğünde ellerine baktığını gördüm, tırnaklarıyla oynarken, “Neye bakıyorsun Avukat?” diye sordu bana dönmeden. Ürperdiğimi hissettim. “Görmek istediğin nedir?”
Kendimi tutamayarak, “Seni merak ediyorum,” dedim kısık bir sesle. “Tabii ki yanında olamayacağımı biliyorum ama...”
Toplantı odasının kapısı sert bir sesle açıldığında Tugay içeriye girdi ve o içeri girdiği anda örgüttekiler de Ölüm Timindekiler de ayağa kalktı. Oturanlar ben, Marco ve Giray kalmıştık. Marco kendi timine bakıp yüzünü buruşturduğunda örgüttekiler âdeta mum olmuşlardı. Blue, Gamze'ye bakıp çaresizce başını salladığında Ufuk onu dürtüp susturdu. Ondan korkmayan üç kişi varsa o da bizdik. Ağır adımlarla yürümeye başladığında her adımında yarattığı duygu bambaşkaydı.
Tugay'ın altında kamuflaj askeri yeşil kargo pantolon vardı, üzerinde ise siyah bir tişört. Protez eli ortadaydı fakat sağ elinde eldivenlerini tutuyordu. Tişörtün üzerine yelek giymişti, yeleğin üzerinde iki tane silah vardı. Dışarıdan geldiği belliydi, saçlarında karların izleri vardı, eliyle saçlarını karıştırdığına kumral saçları dağıldı. Boynunu çıtlattığında sadece birkaç saniye üçümüze baktı, oturduğumuzu gördüğünde silik bir şekilde tebessüm etti ve eliyle herkese oturun işareti yaptı.
Marco mandalinasını yemeye devam ederken ben gerildiğimi hissediyordum çünkü yüzü öyle ifadesizdi ki gerçekten şu an örgüt lideriyle tanışıyormuş gibi hissediyordum. Bir o kadar da etkileyici göründüğünü inkâr etmek aptallık olurdu. Nemli dağınık saçları, hafif kızaran burnu ama sert yüzüyle Tugay Demir Çeviker, BL Örgüt kurucusu olarak karşımda duruyordu.
Yeleğindeki iki silahı, ardından küçük ceplerinden iki tane çakıyı çıkardı. Sonrasında kargo pantolonundaki silahı, diğer tarafından ise tabancayı çıkardı. Arka cebinden kalın tel çıkardığında onu bir insanı boğmak için yanında bulundurduğunu anladım. Hepsini masanın üzerine yerleştirdiğinde yeleği de çıkarıp masanın üzerine attı ve ellerini masaya yerleştirip başını kaldırdı, herkesin yüzüne baktı.
Nefesim kesildi.
Kaşları çatık, yüzü ciddi, bakışları netti. Tam karşısında ben vardım, gözü benim dışımda herkese dokunuyordu. “Tanışma faslını geçelim,” dedi net bir sesle. “Zaten hepiniz benim kim olduğumu biliyorsunuz.” Boynundaki damarlar açığa çıktığında gergin olduğunu hissedebiliyordum, televizyonun sesi geliyordu, ülkenin geldiği halden söz ediliyordu ve Tugay bütün bunların nedeni olduğunu bilerek tam karşımızda duruyordu. “Şimdi sadece tek bir soru soracağım ve bir kez daha sormayacağım, lafı uzatmaktan asla hoşlanmam.” Hayır, benimle daha fazla konuşmak için adımlarını bile daha yavaş attığı zamanlarını biliyordum. Öne doğru hafifçe eğildi. “Aranızda,” dedi. “Hainin kim olduğunu bilen var mı? Eğer şu an itiraf ederse affedeceğim ama eğer sonradan öğrenirsem o kişiyi de hainle beraber cayır cayır yakacağım.”
Salon buz kesti, aşağıdan eşofmanımın kolunu avuçladığımda herkes birbirine baktı, öyle ki Marco bile mandalina yemeyi bırakmış, heyecanla herkesin yüzüne bakıyordu. Giray ise silik bir tebessümle kardeşini izliyordu.
Neredeyse bir dakika geçti. Tugay herkesin yüzüne baktığında söz alan tek kişi Gamze oldu. “Hain Sinan değil mi?” Blue şaşkınlıkla ona dönüp baktı. Kimse Defne mi diye sormaya bile cesaret edemiyordu.
Tugay, Gamze'ye baktığında, “Ben zaten hain kim diye sormadım,” dedi. “Hainin kim olduğunu bilen var mı, diye sordum.” Gözlerini kıstığında bakışlarını Gamze'den ayırmadı. “Sonradan ortaya çıkarsa beni uğraştırması can sıkıcı olur, o yüzden söylüyorum.”
“Yani Sinan mı hain?” diye sordu bu kez Gamze. Marco boğazını temizlediğinde Gamze bakışlarını Marco'ya çevirdi, Marco ise kaşını kaldırarak onu susturdu.
Tugay hiçbir cevap vermediğinde Giray yine silik bir tebessümle izlemeye devam etti. Bir süre daha sessizlik devam ettiğinde, “Pekâlâ,” dedi. “Ben de öyle tahmin etmiştim zaten. Bu odanın içinde olup da hainin kim olduğunu bilip susacak kadar delirmiş birisinin olma düşüncesi can sıkıcı olurdu çünkü ben daha fazla delirmiş birisinin olduğunu düşünmüyorum.” Alayla güldüğünde beni düşünüp düşünmediğini merak ettim. “Merak etmeyin,” dedi. “Hain kontrolüm altında.”
Sinan'ı kastederek onların önüne mi atıyordu yoksa bambaşka bir anlam mı vardı? Tugay'ın aklından neler geçiyordu?
“O halde,” dedi Marco. “Şimdi ne yapacağız?”
Tugay bakışlarını Marco'ya çevirdiğinde, “Krallık'ın elinde kız kardeşim var,” dedi. Sesine birkaç saniye de olsa keder oturdu ya da bunu sadece ben hissedebildim, diğerlerinin gördüğü donuk bir ifadeydi. Bakışları bana döndüğünde çenesiyle işaret etti. “Onun da kız kardeşi Krallık'ın elinde. Bu yüzden tedbirli olmamız gerekiyor, elimizi kolumuzu bağladılar.” Büyük bir nefes verdiğinde duruşunu dikleştirdi. “Kardeşlerimize bir şey yapmayacaklarını biliyorum çünkü koz olarak görüyorlar.” İçinin acıdığını bir tek ben mi görüyordum?
“Zaten herkes seni öldü olarak biliyor,” dedi Marco masaya uzattığı ayaklarını sallayarak. “Halk senin eşekler cennetinde eşek üzerinde gezdiğini düşünüyordur.” Ölüm Timi'nden birisi gülüşünü durduramadığında Tugay direkt ona baktığında sustu, Marco ise sırıttı. “Gerçekleri konuşalım Deli Adam,” dedi ardından ayaklarını masadan indirip ciddi bir duruşa geçti. “Sen öldün, yoksun şu an ve Eftalya Atalar asıl kurucu, hatta lider. Halk ona itaat ediyor, onu tanıyor. Ne dese yapabilecek durumdalar. Daha bu sabah kocaman bir topluluk meydana çıkıp Eftalya'nın adını bağırıyordu.” Şaşkınlıkla ona baktım. “Dünya basınında bile Eftalya'nın fotoğrafları dolaşıyor, kırmızı bültenle aranıyor, kadını yakalayana milyonlarca ödül koydular.” Neler duyuyordum böyle? Yavaş yavaş söylemeliydi. “Ne kadar hayranı varsa o kadar nefret edeni de var fakat işte o noktadayız, içeriden sen olabilirsin ama dışarıdan avukatının söz hakkı var.”
Yutkunduğumda herkesin bakışları bana döndü. Tugay dışında. Bir süredir hakkımda dönen haberlere bakmamıştım fakat dünya basınında bu kadar da yer aldığımı tahmin etmemiştim, kırmızı bültenle aranıyordum. Kırmızı bültenle. Örgüt de Ölüm Timi de bana muhtaçtı. Söz hakkı ne kadar Tugay'da gibi görünse de benim kabul etmediğim hiçbir şey gerçekleşmezdi, halkı arkama alabilirdim.
Tugay'ın gözleri bana döndüğünde, “Zaten,” dedi kelimelerin üzerine bastırarak. “En az bana duyulan saygı kadar ona da saygı duyulmasını istiyorum.” Giray burnundan nefesini verdiğinde herkesin bakışları ona döndü, oradaki herkes aralarındaki soğuk rüzgârın farkındaydı. “En azından,” dedi Tugay, bu kez yalana başvuruyordu. “Bir süre. Çünkü ona ihtiyacımız var.” Biliyordum, Defne'den sonra örgütte benden nefret edenler vardı, bu sadece Giray'dan ibaret değildi. “Kısacası,” dedi Tugay düşündüğüm gibi düşünerek. “Onun tırnağı kırılsa tırnağının hesabını sormak için örgütteki herkesi karşıma dizerim. Sonra kim olduğunu önemsemeden hepinizin tırnaklarını sökerim. Ona saygı duymak, korumak zorundasınız.”
Örgütten tanımadığım birisi, “Tamam ama biz sustukça Krallık daha fazla güçleniyor,” dedi kendinden emin bir sesle. “Artık bir şeyler yapmamız gerekiyor, fazlasıyla sessiz kaldık. Tek tek, BL destekleyen bütün halkı dizginlemeye başladılar. Çoğunu öldürüyorlar, öldüremediklerini köleleri haline getiriyorlar. Her yer yangın yeriyken BL'nin bu kadar sessiz kalması hiç iyi değil. Eftalya Atalar'ın sessiz kalması hiç ama hiç iyi değil.”
Tugay başını onaylayarak salladı. “Her şeyden önce,” dedi kısık ama uyarıcı bir ses tonuyla. “Nida ve Meryem onların elindeyken daha dikkatli olmamız gerekiyor çünkü her yanlış hamle bir çocuğun canı demek. Benim kardeşimin ve onun kardeşinin canının zarar görmesi demek...” Durdu, yutkundu ardından devam etmedi ama söylemediği her şeyi biz tamamen hissettik. “Onlara,” dedi. “Hiçbir şey olmayacak.”
“Yerlerini bilmiyoruz,” dedi Marco, elindeki mandalinayla oynarken. “Onlara nasıl ulaşacağız?”
“Onlara ulaşmayacağız,” dedi Tugay. “Onların bize gelmesini sağlayacağız.”
“Nasıl yani?”
Tugay gülümsedi, yine ürperticiydi. Tek tek herkesin gözünün içine baktı ve korkutucu bir ses tonuyla, “Başkan'ı,” dedi. “Başkan'ı kaçıracağız.”
Kalabalıktan sesler yükselmeye başladığında herkes çok şaşkındı çünkü Başkan'a ulaşmak neredeyse imkânsızdı, onu kaçırmak ise bir hayal gibiydi. Evinin çevresinde dolaşıldığı zaman bile keskin nişancılar direkt vuruyordu, çitler elektriktendi, yerlerin bazıları mayınlıydı. Başkan'ın yaşadığı yer öyle korunaklıydı ki bir mahzen gibiydi.
“Siktir oradan hadi,” dedi Marco gülmeye başlayarak. “Ayılar da aslında arıların götünden doğmuş, bunu hiç duydun mu?” Gözlerim kocaman açılmıştı, şaşkınlıkla Tugay'a bakıyordum.
Kalabalıktan yükselen ses susana kadar Tugay bekledi, sessizlik yeniden doğduğunda, “Ciddiyim,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Başkan'ı kaçıracağız ve bunu evinden yapmayacağız.” Arkasındaki tahtaya döndü ve örtüyü çektiğinde kocaman bir haritayla, fotoğraflarla, birbiriyle bağlantılı oklarla karşılaştım. Krallık'ın bütün birimleri, binalarının yeri, ad ve soyadları, işleri, aileleri, hatta bazılarının bindikleri arabalarının plakaları... Hepsi bu tahtada gizliydi. Ölenlerin üzerine çarpı atılmıştı. Tugay senelerdir bir proje gibi BL Örgütü üzerine çalışıyordu.
Javier kısık bir sesle Marco'ya doğru, “Şakasına söylemiyorum, gerçekten deli olabilir mi?” dediğinde Marco ensesine fiske attı.
Tugay uzanıp projeksiyon cihazının ardından masanın üzerindeki bilgisayarı açtı ve şifresini girdikten sonra bir dosyaya ulaştı, o dosyanın da şifresini girdikten sonra Krallık'ın bütün konferansları, toplantıları, gerçekleşmesi beklenilen işleri tam karşımızdaydı. Çoğu halkın bildiğiydi ama bazıları da Krallık'a ait olanlardı.
Tugay projeksiyondan yarın akşamı gösteren tarihi sol protez eliyle işaret etti. “Başkan,” dedi sakin bir sesle. “Yarın akşam büyükelçiyle yemek yiyecek çünkü İtalya'dan yardım isteyecek. Elbette korunaklı olacak ama restoranın çevresinde ne mayınlar olacak ne elektrikli teller. Keskin nişancılar bizim halledemeyeceğimiz şeyler değil.” Öyle rahat konuşuyordu ki şaşkınlığıma şaşkınlık ekliyordu. “Büyükelçiye zarar verilmesini istemiyorum, o bize lazım ama Başkan'ı oradan alırsak bütün işimiz kolaylaşacak.”
“Sen öyle böyle değil, gerçekten delirdin amına koyayım,” diyen Marco mandalinayı masadan onun önüne doğru yuvarladı. Tugay mandalinayı eline aldığında soymaya başladı ve ona sırıtarak baktığında bu kez Marco da sırıttı. “Ve bu hoşuma gitti, hadi Başkan'ın sülalesini sikelim.”
“Sülalesini sikmeyeceğiz,” dedi Tugay. “Kibar bir şekilde onu evimizde ağırlayacağız.” Birkaç kişi güldüğünde Tugay da güldü. “Gruplara dağılacağız ve görevleri tek tek anlatacağım Marco,” dedi mandalinadan bir parça koparıp ağzına attıktan sonra geri ona göndererek. “Timi sen halledeceksin.” Bakışları bana döndü, ardından Giray'a. “Örgüt üçümüzde.” Başını salladı. “Giray ve...” Duraksadı, bana nasıl hitap edeceğini bilemedi, bocaladığında, “O,” dedi. “Benimle beraber gelecek.”
“O kim?” dedi Marco bana göz kırparak. Yine en fazla keyif alan Marco olmuştu.
Tugay hiçbir cevap vermeden Marco'ya bakış attığında büyük ihtimal Tugay gerçekten de bana Eftalya derse onun kalbini deleceğimden korkuyordu. Bu komikti ama şu an gülemezdim.
“Beni çıkar o plandan,” dedi Giray sessizliğini bozarak. “Bu siktiğimin örgütü için hiçbir şey yapmam.”
Tugay sert bir sesle, bir an bile düşünmeden, “Yapacaksın,” dedi. “Yapmak zorundasın.”
“Yapmayacağım,” diyen Giray bir anda ayağa kalktı ve Tugay gibi durarak ona meydan okudu. “Beni zorla bakalım da avukatınla onun şerefsiz korumasının beynini nasıl dağıtıyorum, gör o zaman.”
Herkes birbirine baktığında elim boynuma doğru gitti ve nefes almakta bile zorlandığımı hissettim. İkisinin karşı karşıya gelmesi isteyeceğim son şey iken şimdi benim yüzümden düşmana dönüşmeleri ağır geliyordu.
Tugay birkaç büyük nefes aldı ardından, “Ne istiyorsun?” diye sordu. “Ne olduğu zaman rahatlayacaksın?” Öyle sakin görünüyordu ki, sakinliğinin altında yatanlar beni ürkütmeye başlamıştı.
Giray'ın çenesi kasıldı, omuzları dikleşti, boynunu çıtlattığında, “Benim sevdiğim kadın öldü,” dedi baskın bir sesle ama yine hüznü değil, öfkeyi hissettim. “Ve onu vuran şerefsizin evladını karşıma getirmediğin sürece bu örgüt sikimde bile değil.” Diğerlerine baktı. “Siz,” dedi örgüttekilere. “Hepiniz Defne'nin arkadaşıydınız ve şimdi Tugay'a boyun eğiyorsunuz, öyle mi? Biriniz bile çıkıp bir şey demeyecek misiniz?” Giray neden kendine bir yandaş arıyordu? Elbette ki kimseden ses çıkmadı, bu ise beni bozguna uğrattı. “Siktirin gidin,” dedi Giray alayla. “Hepiniz korkak piçlersiniz.”
Tugay öfkeyle burnundan nefesini verdiğinde, “Sinan öldüğünde rahatlayacak mısın?” diye sordu sert bir sesle.
Giray hiç düşünmeden, “Sayılır,” dedi, bakışları bana döndü, ardından yeniden Tugay'a baktı. “İntikamımı almadan ilerleyeceğimi düşünebiliyor musun? Onu bir gün öldüreceğim, bugün olmasa bile bir gün fakat o güne kadar bu siktiğimin örgütü için hiçbir şey yapmayacağım.”
Tugay çenesini havaya kaldırdı, birkaç saniye düşündü ve ardından, “Blue,” dedi gözlerini Giray'dan ayırmadan. “Sinan'ı buraya getir.”
Elim yeniden boynuma gittiğinde Tugay'ın gözlerinin içine baktım ama o bana bakmıyordu; gözleri Giray'dan bir an olsun ayrılmıyordu. Giray ise memnun bir şekilde başını sallıyordu. Blue ikiletmeden odadan çıktığında Giray da Tugay'ın önüne bıraktığı silahlardan birisini aldı. Birkaç saniyede şarjörünü taktığında kilidini açtı ve elinde sıkıcı tutarak öne doğru çıktı.
Ben de oturduğum yerden kalktığımda, “Hayır,” diye fısıldadım, herkes fısıltımı duydu ama kimse bana aldırış etmedi. Tugay ise hiçbir şekilde benimle göz teması kurmadı. Artık kimse oturmuyordu, herkes nefesini tutmuştu ve olacakları bekliyordu; benim kalbim ise delicesine atıyordu. “Hayır,” dedim bir kez daha, bu kez sesim daha yüksek çıktı. “Bunu yapamazsın.”
Tugay aldırış bile etmedi, Giray ise alayla bana bakıp başını iki yana salladı. “Hayır!” diye bağırdığımda Tugay'a doğru ilerledim, birisi beni tuttu ama onu itekleyerek adımlarımı Tugay'a ilerlettim. “Ona bir şey olursa yaşanacakları sana söyledim!” Sesim odanın duvarlarına çarpıp herkese ulaştı ama sanki Tugay duymadı bile. Gözleri bir an olsun bana dönmedi, herkes o an gördü, asıl ihanete uğrayan ben olmuştum. “Yemin ederim,” dedim dişlerimi sıkarak. “Ona bir şey olursa...”
Blue içeriye koşarak girdiğinde gözleri kocamandı. “Sinan...” dedi nefes nefese.
“Ne var?” dedi Giray.
“Sinan,” dedi başını iki yana sallayarak. “Kapısı açık. Kaçmış.”
O an bütün gözler bana döndüğünde bu gözlerin içinde Tugay da vardı. Asıl şimdi ihanete uğrayan Tugay olmuştu, diğerleri için ise yine hain konumuna düşmüştüm. Giray vücudunu bana çevirdiğinde elindeki silah titremeye başladı ve Tugay'a öyle bir baktı ki dudaklarından, “Beni kandırdın,” kelimeleri döküldü, öyle bir nefretle söyledi ki ben de titrediğimi hissettim.
Başımı art arda iki yana sallarken geriye doğru bir adım atarak, “Ben yapmadım,” dedim Tugay'a. “Yemin ederim ben yapmadım.”
Herkes Tugay'ın bana ne yapacağından korkuyordu fakat benim korktuğum bambaşka şeylerdi. Geri geri yürürken bacaklarıma kramplar girdiğinde adımlarım duraksadı, nefes almakta bile zorlandığımda Tugay, “Bu iki oldu,” dedi ürkütücü ve oldukça net bir sesle. “Ve ben üçüncüyü beklemeyeceğim.”
“Ben,” dedim, ardından sesim yükseldi. “Ben yapmadım! Anlamıyor musun? Ben yapmadım! Sözümü çiğnemeyeceğimi biliyorsun.” Tugay bana bomboş gözlerle baktı. “Biliyorsun,” diye fısıldadım bu kez. “Biliyorsun Tugay, beni tanıyorsun.”
“Evet,” dedi Tugay. “Tanıyorum ve bunu ikinci kez yapıyorsun.”
O sırada Giray bakışlarını Tugay'a çevirdiğinde ona eğilip kısık bir sesle bir şey söyledi, ardından silahı sertçe yere attığında, “Sikerim örgütünü,” dedi. “Biz böyle anlaşmamıştık, ben sana güvenmiştim.” Neyden söz ediyordu? “Bu kez gerçekten bitti.” Üzerindeki yeleği de çıkarıp Tugay'a doğru fırlattığında hissettiğim ölüm sessizliğinin nedenini görebiliyordum. “Avukatın için,” dedi. “Kardeşine ihanet ettin.” Alayla güldü. “Ama ne yazık, onun tarafından da sen ihanete uğradın.” Herkesin tek tek yüzüne baktı. “Şimdi hepiniz siktirin gidin, ben artık yokum.” Tugay'a dikkatle baktı. “Bu kez gerçekten yokum.”
Bir an bile düşünmeden kapıdan çıkıp gittiğinde örgütteki herkeste bir hareketlenme oldu ama kimse onun peşinden gitmedi. Tugay ise bakışlarını benden ayırmıyordu. “Ben,” dedim soluk soluğa. “Yapmadım, gerçekten yapmadım.” Sesim öyle çaresiz çıkıyordu ki örgüttekilerin bana karşı olan nefret dolu bakışlarını bile görmezden gelebiliyordum.
Tugay gözlerini kapattı, nefesini verdi, elini sertçe masaya vurduğunda gürültüsü herkesin sesini bir bıçak gibi kesti. Bakışlar Tugay'a döndüğünde, “Eftalya Atalar'ı,” dedi sert bir sesle. “Ben ortaya çıkana kadar halkın gözünün önünde tutacağız, ardından onu ben kendi ellerimle öldüreceğim.”
Başımı iki yana salladığımda BL Örgütü tamamen parçalanmıştı. Ben ve Tugay, Tugay ve Giray... Defne ölmüştü, Sinan kaçmıştı. Her şey birbirine girmişti ve Tugay bana öyle bir bakıyordu ki bakışları bile öldürebilecekmiş gibi hissettiriyordu. Şu an örgütteki herkesin de benden nefret ettiğini biliyordum.
“Hayır,” diyebildim sadece ama bana inanmıyordu, inanmayacaktı.
“Giray,” dedi Marco kaşlarını çatarak.
Tugay, Marco'yu duymazdan gelerek, “Onu bir şekilde halledeceğim,” dedi. “Şimdi Eftalya Atalar'ı dışarı çıkarın, planı anlatacağım.”
Olaydan üç saat öncesi...
Yüzümde bir elin varlığını hissettiğimde gözlerim yavaşça açıldı ve Tugay'ın bakışlarıyla karşılaştım. İlk başta nerede olduğumu anlayamadım, bulunduğum yerin Tugay'ın annesinin odası olduğunu fark ettiğimde savunmaya geçerek, “Özür dilerim,” dedim. “Özür dilerim, ben nerede kalacağımı...”
İşaretparmağını dudaklarına götürdü, sessiz olmamı söyledi, sonrasında ise, “Evin istediğin yerinde dolaşabilirsin,” dedi. “Burada ise sadece sen uyuyabilirsin.” Yutkunduğumda dışarıya doğru baktım, hava kararmak üzereydi, ne zamandan beri uyuyordum? Başım çatlıyordu. “Şimdi benimle gel.”
“Nereye?” Bir rüyanın içinde olabilir miydim?
Tugay hiçbir şey söylemeden başıyla işaret verdiğinde kapıyı yavaşça açıp önünde yürümem için eliyle destek verdi. Küçük adımlar attığımda parmakları sırtıma dokundu ve sessizce beni merdivenlere yönlendirdi, salonun önünden geçerken birisinin mutfağa doğru hareket ettiğini gördüğünde beni hızlı bir şekilde kendine çekip sırtımı göğsüne yasladı. Bizi karanlığa hapsettiğinde kendi evinde neyin köşe kapmacasını oynadığımızı anlayamamıştım.
Mutfaktan yeniden odaya geçen kişinin gölgesinin ardından bu kez sola döndürdü ve ardiyenin olduğu yere doğru gittiğimizi anladım. Şaşkınlıkla ona döndüğümde bir kez daha işaretparmağını dudaklarına götürüp beni susturdu.
Kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu, öyle ki dönüp Tugay'ın üzerini aramak istiyordum silah var mı diye. Bu bir kâbus olmalıydı, yaşanılanlar bir kâbus olmalıydı.
Ardiyenin kapısına geldiğimizde Tugay cebinden anahtarı çıkardı, yerde ise kırık olan anahtar vardı. Bir an bile dönüp bana bakmadan ardiyenin kapısını açtığında karanlıkla karşılaştım fakat sonrasında bir düğmeye bastığında içerisi loş bir ışıkla aydınlandı.
İlk hissettiğim küf kokusuydu, ilk duyduğum bir nefesti, ilk gördüğüm ise Sinan'ın bağlı görüntüsüydü. Bakışları benimle kesiştiğinde ağzı bağlanmıştı, elleri de arkadan bağlıydı, öyle sıkı bağlanmıştı ki kollarında iplerin izi vardı.
Ufak acılı bir inlemeyle ona doğru hareket ettiğimde Tugay sol kolunu kaldırıp beni engelledi, tek kaşını havaya kaldırarak, “Dur orada,” dedi baskın bir sesle. “Şimdi konuşma sırası ben ve Sinan'da.”
“Hayır,” dedim acıyla. “Bunu yapmayacağını söyle bana.”
Bu bir kâbus olmalıydı, tam şu an uyanmalıydım ve her şeyin kâbus olduğunu fark etmeliydim. Hatta bu kâbus Tugay'ın infazından öncesinden beri gördüğüm bir kâbus olarak kalmalıydı.
Sinan'ın bakışları bir an olsun benden ayrılmazken ikimizin de gözlerinden çocukluğumuzun geçtiğini biliyordum. O benim yanımdaydı, ben yalnız hissettiğimde bile benimleydi ve şimdi hayatı bir pamuk ipliğine bağlıydı. Onu kurtaracak kişi bendim.
“Buna,” dedi Tugay başını sallayarak. “Koruman karar verecek.” Gözleri Sinan'a kaydı, önüne geçtiğinde ve diğer sandalyeyi aldığında Sinan bakışlarını benden ayırmıyordu, başını ise iki yana sallıyordu. Elbette onun ihanet etmeyeceğini biliyordum, daima bundan emindim, neden ikna etmek için bana böyle bakıyordu ki? Bu canımı yakmıştı. Çünkü kimse şu an ona inanmıyor, herkes ondan nefret ediyordu.
Tugay sakince Sinan'ın ağzındaki bantı çekip çıkardığında Sinan öksürmeye başladı, o sırada hızlıca hareket edip soldaki suyu aldım ve Sinan'ın içmesine yardım ettim; Tugay ise hiçbir tepki vermeden Sinan'a bakmaya devam etti.
Sonrasında ise altındaki siyah eşofmanın cebinden bir bıçak çıkardığında düğmesine bastı ve keskin yüzünün parlaklığı gözlerimi aldı. “Hayır,” diye inlediğimde Tugay âdeta beni duymuyor gibiydi.
“Şimdi,” dedi Tugay net bir sesle. “Seninle kısa ve öz konuşacağım, Sinan Yaman.” Gözlerini bıçaktan ayırdı, Sinan'a baktı; acımasızlıktan ziyade, bin tane tilkinin zihninde gezdiği Tugay Demir'i gördüm. “Tek bir yanıt istiyorum.” Başını salladı. “Bize,” dedi üzerine bastıra bastıra. “İhanet ettin mi?”
Sinan'ın gözleri bana döndüğünde “Hayır,” dedim onun yerine. “Görmüyor musun? O çaresiz bir durumda.”
“Sinan,” dedi Tugay, beni duymazdan gelerek. “Yüzüme bak ve net bir yanıt ver, sen ihanet edecek kadar şerefsizsen erkeklik yapıp onu da itiraf edersin çünkü zaten öleceğini bilirsin ama ihanet etmediysen de çocukluk arkadaşının bu şekilde senin için çırpınmasına tahammül edememen lazım.” Sesinde korkutucu bir hava vardı. “Öyle ki biraz daha devam edersen Giray onu öldürecek ve ben bile kurtaramayacağım çünkü ihanet eden asıl kişi o gibi görünüyor ve o seni ne kadar koruyorsa sen bir o kadar korkak davranıyorsun.” Blöf yapıyordu fakat öyle profesyoneldi ki, ürpermeden edemedim.
Sinan bana bakarken gözlerinden geçenlerde korkuları vardı, o korkuları sadece ben görürüm sanıyordum ama acıyla nefesini verdiğinde kısık bir sesle, “Yapamam,” dedi. “Konuşamam. Yapamam. Öldürürler, yapamam.”
Tugay çenesini havaya kaldırdığında, “Eğer konuşmazsan da öldürüleceksin,” dedi.
“Hayır,” dedi Sinan, bakışlarını Tugay'a çevirerek. “Kendi canım umurumda bile değil, şimdi o bıçağı kalbime sok, ne kaybedeceğim?” Bakışları bana döndü. “Özür dilerim,” dedi acıyla. “Özür dilerim Eftal, seni düşürdüğüm durum için özür dilerim. Düşüreceğim her durum için de öyle. Lütfen izin ver, beni öldürsün, engelleme onu.”
Gözlerim dolduğunda, “Tugay,” dedim acıyla. “Görmüyor musun, o mahvolmuş durumda.” Bir adım daha atıp ona yaklaşmak istediğimde Tugay yeniden kolunu kaldırıp beni engelledi; engelleri aşabilirdim ama savaşamıyordum, şu an Sinan'ın bu çaresizliğiyle savaşamıyordum.
Tugay bıçağın keskin yüzeyini avcunun içine doğru çevirdiğinde sandalyeden kalktı ve Sinan'ın üzerine doğru eğildiğinde, “Konuşmadığın sürece,” dedi dişlerinin arasından, bir eli omzunu tuttu. “Herkesi kaybedeceksin ama konuşursan benim tarafıma geçmiş olacaksın.”
Sinan bakışlarını Tugay'a çevirdi. “İkizin,” dedi. “İkizin beni yaşatmaz.” Duraksadı. “Defne,” dedi ardından acıyla nefesini verdiğinde, “Öldü mü?” diye sordu. “O öldü mü?” Bir anda ağlamaya başladığında, “Sikeyim,” diye bağırdı ve hareket ederek o sandalyeden kurtulmaya çalıştı, ipler kollarını daha fazla kesti. “Sikeyim, düştüğüm durumu sikeyim, düşürdüğüm durumu sikeyim.” Tugay'a öfkeyle baktı ama gözleri doluydu. “O bıçağı sapla, öldür beni çünkü bu ağırlıkla yaşayamıyorum.”
Ellerim korkuyla titremeye başladığında Sinan'ın canı Tugay'ın parmaklarının arasındaydı. Kaybedilenler, ikizi, ne olursa olsun Sinan'ın onun sözünü çiğnemiş olması Tugay için yeterince fazlaydı. Şimdiye kadar Sinan'ın çoktan öleceğini biliyordum, belki de bu kadar yaşatmasının nedeni bendim.
“Tugay,” dedim acıyla. “Hayır.”
Sesim titredi, buna ikisi de şahit oldu. “Seni öldürmemi engelleyen tek şey ne biliyor musun?” diye sordu ve beni işaret etti. “Onun çekeceği acıyı göze alamamam.” Yutkunduğunda, “Haklıydın,” dedi. “En son buraya girdiğimde söylediklerinde.” Sinan'la aralarında kısa bir bakışma geçti, ne konuşmuşlardı? “Bu yüzden seni öldüremem, öldürtemem.”
Sinan burnundan nefesini verdi. İkisinin sözsüz bakışmasının altında neler yattığını anlamak mümkün değildi.
“Fakat,” dedi Tugay hemen ardından. “Ölene kadar seni burada tutabilir ve Krallık yanlısı pislik bir hain olarak anılmana izin verir, caddelere kadar fotoğrafını asar, seni herkese rezil ederim. Bir gün kurtulsan bile zaten kendini öldürmek zorunda kalırsın çünkü Krallık'tan senin de nefret ettiğini biliyorum.”
Farkındaydı, Sinan'ı tanımıştı, bu saydıklarını yapmak yerine bizzat Sinan'ı öldürse çok daha iyiydi.
“Anlamıyor musun?” diye inledi Sinan. “Ağzımı açtığım an,” fısıldamaya başladı, “beni öldürürler.”
Tugay gözlerini kıstı, birkaç saniye ona baktı, uzun süre düşündü, ardından, “O halde,” dedi geriye doğru çekilerek. “Seni öldüreceğim çünkü…” Biraz daha geriye doğru gitti ve ardiyede bir şeyler aramaya başladı. “…ihaneti asla ama asla affetmem.” Bir şeyleri devirdi, dudaklarım aralandığında hiçbir şey söyleyemedim. “Sen,” dedi kutulardan bir tanesini açarak. “Tam bir piç kurususun.” Elindeki bıçağı önündeki karton kutuya geçirdi, açtığında içinden fotoğraflar döküldü. “Seni öyle bir öldüreceğim ki,” dedi Tugay, diğer köşeye giderek oradan bir kömür aldı. “İşkenceler içinde kıvranacaksın.”
“Tugay,” dedim fakat artık şaşkındım.
Hızlı bir şekilde elindeki fotoğrafın arkasını çevirdi ve kömürle oraya bir şey yazıp Sinan'a doğru çevirdi. Tek bir kelime vardı: “Dinleyici?”
Sinan başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. Üzerinde bir dinleyici vardı, şu an konuştuğumuz her şeyi duyuyorlardı.
“Siktir git,” dedi Sinan, öfkeyle. “Krallıktan da senden de nefret ediyorum, beni öldürecek cesaretin bile yok.”
Tugay başka bir fotoğraf karesini eline aldığında yere düşen fotoğrafta babasının yüzü vardı. Arkasına yine tek bir kelime yazdı: “Nerede?”
“O halde,” dedi Tugay. “Son kez çocukluk arkadaşına bak Sinan Yaman çünkü çok kısa bir zaman sonra…” Bana bakıp göz kırptı. “O da senin yanına gelecek.”
Sinan başıyla göğüs kafesini gösterdi. “Ya da,” dedi Sinan. “Belki de o seni öldürür.”
Tugay'la birbirimize baktığımızda ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk; Sinan'ı ele geçirdiklerini düşüneceklerdi fakat Sinan bizim tarafımızda olacaktı.
Hatta BL Örgütündeki hain de Sinan'ın benim tarafımdan serbest bırakıldığını düşünecek, bu da tam istedikleri gibi Tugay'la aramızda bir savaş çıkmasına neden olacaktı; istedikleri bu ise onlara istediklerini verecektik fakat bir adım ileride olan biz olacaktık.
Olaydan beş saat sonrası...
Kazanmak için kaybetmek değil, kaybetmene rağmen yola devam edilmesi gerektiğini bilmeliydi insan.
Hayatım boyunca hiçbir zaman kaybettim diyerek köşeme çekilmemiştim belki de bundan dolayı en çok da avukat olmak istemiştim çünkü orada kayıp olmazdı, hatta kaybetsem bile bir sonraki aşamada yenebilirdim.
Tugay Demir Çeviker'in davası başta benim için bir hırsa dönüşmüştü, onun kaybetmemesi gerekirdi çünkü o kaybederse ben de kaybederdim fakat bir süreden sonra bu ikimizin kaybı olmaya başladı ardından kalbim attı; atışlar onun avuçlarına dolmasa bile bu gerçekleşsin istedim. Gerçekleştiğinde ise kalbimi onun ellerine koşulsuz ve şartsız verebileceğimden emindim.
Avuçiçimden öptü, yanık izim iyileşti. Gözlerimin içine baktı, ailem olabileceğine inandım. Yürüdü, yollarda bıraktığı adım izlerini takip ettim. Sırtını döndü, izlerinden çektiği acıları hissettim. Güldü, bir mahkûm için umutlandım, üzüldü, merhameti ellerimden tuttu. Bütün bunların ortasında ise tekrar tekrar yere düştüm ama sarsılmaz bir şekilde Tugay'a güvenmekten hiçbir zaman vazgeçmedim, ona güvenmek benim gücümdü.
Ona olan güvenim ne bakışlarından ne duruşundan ne de sözünün eri olmasından geliyordu; ona olan güvenim iyi bir insan olduğuna emin olmak demekti.
Kalbimin bir yerinde Sinan'ı hiçbir zaman öldürmeyeceğine inanan bir tarafımın olduğunun bilincindeydim fakat bana olan kırgınlığı, onun ölümünden çok daha ağır geliyordu ona, biliyordum. Haklı mıydı, haklıydı fakat yine olsa aynı şeyi yapar mıydım? Elbette yapardım.
Çünkü durmadan içindeki kötü bir insanla savaşan Tugay Demir Çeviker'in aynaya baktığında kötü bir insana dönüşmesini izlemesine engelledim. Şu an değildi ama bir gün bana hak verecekti, bunu biliyordum.
Biz Tugay'la birlikte bir oyun oynamış, Sinan'ı kurtarmıştık.
Mutfakta oturmuş bomboş bir şekilde kahve bardağına bakarken evin içi oldukça sessizdi. Ölüm Timi birkaç saat sonra gerçekleşecek görev için dağılmıştı, örgüttekiler neredeydi bilmiyordum ama Giray ortalıklarda görünmüyordu, gerçekten terk etmiş olabilirdi.
Sinan ise artık bizim tarafımızdaydı, Tugay'ın himayesindeydi ve bunu kimse bilmeyecekti.
Kahveden bir yudum daha aldığımda midemin bulandığını fark edip hafifçe o bardağı itekledim ve masadan kalkıp merdivenlere yöneldim. Ev hiç bu kadar sessiz olmamıştı, belli ki evin içinde uyanık olan tek kişi de bendim. Tugay neredeydi onu bile bilmiyordum ama annesinin odasında uyumam hususunda herhangi bir mahsur olmadığını söylemişti.
İştahım yoktu, her şey üst üste geliyordu ve stres, midemin daha fazla ağrımasına neden oluyordu. Duygusal olarak yıkılmamam gerektiğini savunurken fiziksel olarak yıprandığımı fark ediyordum.
Odadan içeriye girdiğimde kaşlarım çatıldı ve banyonun kapısının açık olduğunu fark ettim, ışık da açıktı ve mis gibi şampuanın kokusu geliyordu. Su sesi yoktu, içeride kimse yoktu fakat birisi burada duş almıştı.
Tugay. Tugay özellikle gelip benim yattığım odada duş almayı tercih etmişti. Bir tarafım bunun bir şaka olabileceğini söylerken diğer tarafım kendi odasındaki banyodan korktuğunu söylüyordu. Belki de her zaman annesi yaşamasa da güvenli olduğu için ona diye ayırdığı odada duş alıyordu, bilmiyordum.
Küçük adımlarla banyoya doğru ilerlediğimde valizimin de odaya getirildiğini gördüm. Bu beklemediğim bir şey değildi, elbette inatlaşacaktı.
Banyoya girdiğim anda sımsıcak suyun getirdiği buhar ve ardından o erkeksi şampuanın kokusu yüzüme vurdu. Derin bir nefes aldığımda bakışlarımı aynaya doğru çevirdim ve o anda gördüğüm, heyecandan kalbimin sıkışmasına neden oldu.
Aynadaki buğuda “Kar Kraliçesi” yazıyordu ve altına da beceriksiz bir şekilde küçük bir çiçek çizilmişti. Elimle ağzımı kapattığımda ve kıkırdadığımda bunu aynalardan kaçarken aynaya her baktığımda gülümseyerek hatırlamam için yapmıştı.
Saatler önce herkesin ayağa kalkıp önünde titrediği adam aynaya çiçek çiziyordu; ben gülümseyeyim diye. Her şey değişirdi, kalbi kırılabilirdi, tartışabilirdik, hatta acımasızlaşabilirdik fakat gün sonunda o asla değişmezdi, değişmemeliydi. En kötüsü bile olsa bütün dünya bana çok kötü hissettirirken o bir şekilde iyi hissettirebilecek bir yolunu bulabiliyordu.
Kurak toprakların ortasındaydım, gözlerimi kapatıyordum ve çiçeklerin kokusu burnuma doluyordu. İşte Tugay Demir Çeviker benim gözlerimi kapattığım o güzel yerdeydi, kurak toprakları bile güzelleştirendi.
Banyodan çıktığımda üzerinde bir kez daha düşünmeden koridorda yürümeye başladım ve onun odasının kapısının aralıklı durduğunu gördüm, ışık ise yanıyordu. Karanlıkta uyuyamıyorum, demişti. O hiçbir zaman uyurken ışıklarını söndürmeyecekti, bunu anlamıştım.
Yavaş bir şekilde odasının kapısına gittiğimde ve aralıktan baktığımda yüzü kapıya dönüktü, üstü çıplaktı, belinden aşağısını kapatan örtü yere doğru düşmüştü ve altında sadece siyah baksırı vardı.
Yüzüstü yattığı yerde sırtındaki izler ışığın altında parlıyordu, öyle kötü bir durumdaydı ki bir kez daha dönüp bakamayacağımı hissetmiştim. İşkencelerin izleri kabul edilebilirdi ama bunun adı azaptı.
Yine de o yüzündeki ifade, nemli saçları ve odayı dolduran kokusu içeriye doğru bir adım daha atmama neden oldu. Kapı hafifçe ses çıkardığında korkuyla irkildim fakat yüzünde herhangi bir hareketlenme olmadı. Buraya neden geldiğimi bile bilmiyordum, belki de rahatsız olacaktı ama işte buradaydım, Eftalya Atalar biraz pervasızdı ve yine o pervasızlığını yapmıştı.
Tedirgin bir şekilde elimi saçlarıma geçirdiğimde üzerimde zayıfladığım için bana bol gelen siyah eşofman takımım vardı. Belki ona eşyamı unuttuğumun bir bahanesini uydurursam ve pijamalarımın... Düşüncelerim duraksadığında elim bir kez daha kalbime gitti çünkü az önceki görüntü yüzümü gülümsetirken bu görüntü canımı acıtmıştı.
Dolabın üzerinde Tugay'ın ütülü pilot üniformasının hemen yanında benim avukat cübbem de asılıydı artık. Çöpten alıp Tugay kendisi asmıştı.
Boğazım düğümlendiğinde cübbeme doğru ilerledim ve yakasında bir not olduğunu gördüm. Titreyen elimle notu çevirdiğimde kendi el yazısıyla cümlesini gördüm. “Bir gün ikimiz de hayallerimize yeniden kavuşacağız, o güne dek ölmek de gitmek de yasak bize.”
Gözlerim dolduğunda başımı çevirip ona baktım. Belki de bu odada bulunmamam gerekiyordu, belki de şu an beni burada istemeyecekti, belki de alt edemediği kalp kırıklığı daha ağır basıyordu fakat bizim dünyamızda yüzlerce gün yoktu, bugünden ibarettik. Bugün ya yaşardık ya ölürdük; ya hissettiklerimize göre ilerlerdik ya da gözlerimizi kapatmadan önce yapamadıklarımız için üzülürdük. İşte tam da bu yüzden ne o bugünleri tüketmek istiyordu ne de ben.
Yatağa yanına yürüdüğümde hareketsiz duruyordu ama biliyordum, uyumuyordu çünkü söylemişti, ufacık bir ses bile onu uyandırıyordu. Ben nasıl rol yaptıysam o da şu an bunu gerçekleştiriyordu.
Gözlerimi kapattım, an, dedim, an şu an Eftalya, yarından emin değilsin, içinden ne geliyorsa onu yap.
Yavaşça soluna oturduğumda yatak içeriye doğru çöktü, ardından cenin şeklinde yanına uzandığımda dizlerimi karnıma doğru çektim. Elim heyecandan titrerken ayaklarımı içeriye doğru kıvırdım ve gözlerimi kapattım, bir şey söylemesini bekledim. İçimden saniyeleri sayarken titriyordum fakat bu heyecandandı. Dişlerimi parmaklarıma geçirirken ilk defa mı bu kadar düşünmeden hareket ediyordum yoksa ilk defa mı bu kadar düşünmeden hareket ettiğim için korkuyordum, emin değildim.
Saniyeler dakikaya dönüştü, korku daha fazla arttı.
Fakat hiçbir şey korktuğum gibi olmadı.
Yatakta hareketlenme oldu, kalkıp gidebileceğini düşündüm ama protez olan kolu bana dolandığında kendine doğru çekti. Sırtım göğsüne yaslandığında kalçam vücuduyla bir bütün oldu. Örtüyü üzerimize doğru çektiğinde nefesi saçlarıma, enseme, hafifçe yanağıma dokundu ve yeni çıkmaya başlayan sakallarının hissi ürpermeme neden oldu. Birkaç kez daha nefes aldı, ardından sanki daha fazlası olabilecekmiş gibi beni kendisine daha fazla yasladı, kollarının arasında ufacık kalana dek bana sarıldı.
Onun her zerresini hissedebiliyordum ve kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu.
Dudakları enseme dokundu. Bu bir öpücük değildi, temastı fakat nefesini verdiğinde bile dağılabileceğimi hissettim. Burası. Tam burası. Ona şu an sarıldığım ve beraber uyuyacağımız an. İşte bu an, şu andı ve durmalıydı çünkü hayatımda hiç bu kadar huzurlu, hiç bu kadar ait hissetmemiştim.
“Kolum,” diye fısıldadı kulağıma doğru. “Eğer rahatsız ediyorsa çekebilirim.” Kastettiği proteziydi çünkü soğuktu, hissizdi. Ama öyle bir umurumda değildi ki, bir cevap vermek yerine elim protez olan elini tuttu ve onu göğüs kafesime doğru çekip sımsıkı sarıldım. Soğuk olması umurumda bile değildi, o bana sarılıyorken üşümem imkânsızdı.
Gülümsediğini hissettim, dudakları bu kez silik bir öpücükle enseme dokundu, sonrasında kulağımın arkasından yavaşça aşağıya doğru indiğinde boynuma bir öpücük daha kondurdu. Her öptüğünde nefes aldı, her öpücüğünü çektiğinde nefesini verdi. Bunu her yaptığında benim vücudum onun vücudunun daha fazla şeklini aldı, her zerremi hissediyordu, ben de onun her zerresindeydim ve bunu hissetmek, tutkunun yanında bambaşka duyguların da canlanmasına neden olmuştu.
Dudakları boynumdan saçlarıma doğru çıktı, nefes alırken göğüs kafesinin kalkıp inişlerini hissedebiliyordum. “Tugay,” dedim. Duraksadı, ardından başını yavaşça kaldırdığında yanağı, boynumun girintisindeydi. “Bana karşı olan kırgınlığın hemen geçer mi?” diye sordum.
Düşündüğümden daha uzun bir süre düşündü ardından, “Tek bir şartla geçer gibi görünüyor,” dedi.
“Nedir o?”
“Her gece benimle uyursan,” diye fısıldadı ve sağ eliyle omzumu açıp oradan da öptü. “Her sabah…” dedi, omzumdan yukarıya, köprücükkemiğimin olduğu yere doğru tırmandı, “…benim yanımda uyanırsan.” Heyecandan titrememek için nefesimi tutuyordum ama dudaklarının bıraktığı his, kıvranmama bile neden olabilirdi. “Ne olursa olsun,” dediğinde dudakları şakağıma dokundu, ardından dudaklarını sürterek yanağıma doğru indirdi, oradan da boynuma. “Her ne yaşanırsa yaşansın, benimle uyuyacağına söz verirsen.”
O an dudaklarının bıraktığı arzunun yanında bambaşka bir his daha vardı: yeni oluşan lekelerimden öpüyordu.
Bir an bile düşünmeden, “Söz veriyorum,” dedim nefesimi vererek. “Senin yanından başka hiçbir yerde uyumayacağım.”
“Güzel,” dedi ve başını yeniden yastığa koydu. “O halde şimdi ışıkları kapatabilirsin çünkü karanlık da olsa sen varsın, korkuları benden alamazsın ama korkularla baş ederken yanımda kalırsın.”
Gülümsediğimde uzanıp yatağın yanındaki düğmeye bastım ve oda karanlık olduğunda Tugay bir anlık nefesini tuttu, ardından geri verdiğinde tedirginliğini hissettim. Aklını dağıtmak için, “Biliyor musun, ben küçükken karanlığı severdim,” dedim hevesle. “Sana nedenini söyleyeyim mi? Söyleyeyim mi hı? Lütfen.”
“Söyle,” dedi gülerek. “Merak ettim.”
“Çünkü lekelerimi kimse o şekilde görmezdi.” Mutsuz bir nefes verdim. “Aydınlıkta herkes lekelerimi bilirdi ama karanlıkta görünmezlerdi ve ben de bu yüzden karanlıkta daha güzel olduğuma inanırdım.”
“Hımm,” dedi çenesini saçlarıma dayayıp. “Ama ben seni bir yılbaşı gecesi en parlak ışıkların altında gördüğümde o barın en güzel kadınıydın ve lekelerin de oldukça güzel görünüyordu.”
“Yalancı,” dedim yüzümü buruşturarak. “Ayrıca beni gördüğün o gün deliler gibi sarhoştum, annem beni yine istemiyordu ve Sinan...”
“Sinan yoktu,” dedi cümlemi tamamlayarak. “O gün anlattın.”
“Nasıl hatırlıyorsun ya? Sen sarhoş değil miydin?”
“Seni gördükten sonrasından mı söz ediyorsun?” dediğinde güldü.
Ben de güldüğümde, “Yine laf cambazlığı yapıyorsun,” diye çıkıştım. “Nasıl hatırlıyorsun? Nasıl bu kadar geçmişe hâkimsin? Benim hatırlamadığım daha neler var? Biz neden daha önce tanışmadık? Neden benim yanıma gelip benimle tanışmadın? Biz neden geçmişte flörtleşmedik mesela?” Of. “Yani şu an flörtleşiyoruz demek istemedim ama geçmişte tanışsaydık bence flörtleşirdik gibi geldi bana, yani öyle bi’ geldi.” Tugay yeniden güldü. “Söyle, nasıl hatırlıyorsun? Hafızan nasıl bu kadar iyi?”
Dudaklarını boynuma doğru indirdi, “Konu hafızam değil,” dedi dudakları sürterken. “Konu sensin, o yüzdendir. Konu senin içinde olduğun anılar.”
Heyecanımı gizlemek için, “Yalancı,” dedim bir kez daha. “O yılbaşı gecesinde üzerimde ne vardı, söyle o zaman?”
“Beyaz bir maske takmıştın,” dedi hızlı bir şekilde. “Siyah bir elbise vardı üzerinde, kısaydı. Ayakkabıların elbisene zıt bir şekilde pembeydi, nereden bildiğimi sorarsan taksiye bindirirken kafama doğru attın.” Utançtan bayılacaktım. “Saçların dalgalıydı, uzundu ve yarım toplamıştın ama gecenin sonuna doğru olmasından gerek, dağılmıştı.”
Mutsuz bir nefes verdim. “O gün en sevdiğim incili tokamı kaybetmiştim,” dedim. “Babamın hediyesiydi, çok üzülmüştüm.”
Tugay sessiz kaldı.
“Başka ne hatırlıyorsun?” diye sordum.
“Sen,” dedi. “Sen ne hatırlıyorsun?” Silik hafızamı zorladım, o gün öylesine sarhoştum ki hiçbir şey net değildi.
“Tek hatırladığım bir taksiye bindirildiğim, eve taşındığım. Ondan öncesinde her şey o kadar silik ki.” Başımı iki yana salladım. “Keşke hatırlayabilsem.” Yine sessiz kaldı. “Aslında ben yılbaşlarını çok severim,” diye söze başladım. “Küçükken Noel Baba’ya da inanırdım hatta babam, inandığım için her yılbaşında Noel Baba kostümü giyer, bana hediye verirdi. Ben de babam olduğunu bile bile sanki Noel Baba gelmiş gibi mutlu olurdum.” Kıkırdadım. “Bir keresinde babam sanki anlayamayacakmışım gibi bisikleti hediye paketi yapmıştı. Tabii annem asla izin vermedi kullanmama çünkü kız çocukları bisiklet kullanmazmış. Ben de inadına futbol oynadım hep. Çok iyi kaleciyimdir, şut da güzel çekerim.” Düşündüm ve hevesle, “Basketbolda da iyiyimdir, voleybolda pek iyi değilim. Lisedeki aptal kızlar beni voleybol takımlarına almak istemezlerdi, kesin hepsi şu an Krallık tarafındadır, BL tarafında olmasınlar. Vay canına, şimdi hepsi beni gazetelerde görüyorlar! Eziğe bak, ne olmuş, diyorlar mıdır acaba? E şimdi sen de beni öptün, herkes bunu gördü, neler neler…” Nefesimi verdim. “Gelecek sene yılbaşında çok eğlenelim mi? Ne olursa olsun eğlenelim ama. Çok mutlu geçsin, hem belki Noel Baba gelir olmaz mı? Bak ben Noel Baba gelirse...” Bir an durduğumda konuşmaktan nefessiz kaldığımı fark ettim. Kaç dakikadır konuşuyordum?
Tugay'dan bir ses bekledim ama onun derin nefeslerine tanık olduğumda uykuya daldığını fark ettim. Demek ki çok konuşmamın yararı da vardı, Tugay'ı uyutmuştu. En azından saçma sapan Noel Baba hikâyelerimi dinlememişti.
“Hepsini,” dedi uyku sersemi. “Hepsini dinledim, merak etme.”
“O halde,” dedim utançla. “Sen de bana kendinle ilgili bir şey ver, Noel Baba hikâyesine benzesin.”
Duraksadı, bir an bunu söylediğim için kendimi kötü hissettim ama Tugay, “Az önce aynanın buğusuna çizdiğim çiçeği küçükken anneme çizmiştim,” dedi. “Çok severdim, yağmur yağsın isterdim, hava soğusun, buğusuna şekiller çizeyim. Pek becerikli değildim ama annem her seferinde çok mutlu olurdu.” Biraz daha sokuldu, dudakları boynumun girintisindeydi, sesi boğuklaştı. “Şu an çiçekler alamıyorsam, duvarlara çizdiremiyorsam ben de seneler sonra hiç yapmadığım bir şeyi yaptım, o aynaya çiçek çizdim.” Başını kaldırdığında bana baktığını hissettim. “Mutlu oldun mu?” diye sordu çocuk gibi.
“Çok,” dedim içten bir sesle. “Çok mutlu oldum.”
“Güzel,” dedi. “Çünkü babam camları kırdığı gün, buğulara şekiller çizmeyi bırakmıştım. Senin aynalarını ise kimsenin kırmasına izin vermeyeceğim.”
Sessiz kaldım, o da öyleydi çünkü daha fazlasını konuşmak istemeyeceğine emindim. Ardından yeniden uykuya daldığında büyük bir şaşkınlıkla nefesimi verdim. Sonrasında ise gözlerimi kapattım ve uzun zamandır hiç bu kadar çabuk uykuya dalmadığımı fark ettim.
Ve fakat uykuya dalmamla yeniden uyanmam sanki aynı anda oldu çünkü Tugay'ın inleyen sesi beni uykumdan uyandırdı. Sol kolu hâlâ üzerimdeydi ama sırtüstü yatıyordu ve diğer eli yumruk şeklini almıştı. Ter içinde kalmıştı, dişleri sıkılıydı ve arada sırada çırpınıyor, yumruğunu yatağa geçiriyordu. Acı çektiği her halinden belliydi, öyle ki bağırmamak için verdiği çabayla neredeyse yumruk yaptığı elini ve belki de dişlerini kıracaktı.
Başını iki yana salladığında, “Tugay,” diyerek elimi yüzüne götürdüm fakat aynı anda kolumu sertçe döndürdüğünde ve yatakta doğrulduğunda bu kez acıyla inleyen kişi bendim. Sağ eli bileğimi öyle sıkı tutuyordu ki biraz daha çevirirse neredeyse bileğimi kıracaktı. Bir kez daha acıyla inlediğimde uyku sersemi bir şekilde yüzüme baktı. “Tugay,” dedim nefesimi vererek. “Benim, Eftalya.”
Elektrik çarpmış gibi elimi bıraktığında etrafına baktı ve yatakta olduğunu fark etti, ardından uzanıp düğmeye bastı ve ışıklar içeriye dolduğunda göğsü korkuyla inip kalktı. Birkaç saniye daha bekledi, bakışları yavaşça bana döndü; ben ise farkında olmadan elimi bileğime sardığımda gördüğü manzarayla bin parçaya ayrıldığını fark ettim. “Hayır,” dedi korkuyla. “Bir şey yapmadım.” Sol elimi tutup çektiğinde bileğimdeki kızarıklığı gördü. “Hayır,” dedi acıyla. “Ben yapmadım, değil mi? Ben mi yaptım? Ben yaptım.” Yeniden bileğimi bıraktı, ardından bir kez daha aldı ve bu kez öfkeli bir nefes verdiğinde elini saçlarına geçirdi. “Özür dilerim,” dedi. “Özür dilerim, çok özür dilerim. Benim gibi bir adamla uyuma düşüncesi aptallıktı, çok özür dilerim. Gideceğim şimdi, çok özür dilerim.” Bileğimden öptü, ardından sanki kızarıklığı geçirebilecekmiş gibi parmaklarını bileğime sürttü ve bakışlarını bana çevirdi, gözlerindeki o acıyı gördüm. “Çok özür dilerim,” dedi. “Ben bir canavarım.” Bileğimi bir kez daha bıraktı ve kalkmak için hamle yaptı.
Uzanıp kolundan tuttuğumda, “Hayır,” diyerek karşı çıktım. “Bu yaptığını birçok insan yaşamıştır, hangimiz irkilerek uyanmadık?” Bileğim hâlâ sızlıyordu ama bunu asla yansıtmayacaktım. “Abartıyorsun, kendine canavar demek için an kolluyorsun.” Başını iki yana salladığında kolunu benden kurtarmak istedi fakat daha sıkı tuttum. “Gidersen kendimi kötü hissedeceğim, Tugay. Lütfen kal, uyumasak bile lütfen kal.” Gitmedi, yanıma uzanmadı, yatağa oturduğunda sırtı bana dönüktü. Parçalanmış sırtı bana dönüktü.
“Özür dilerim,” dedi bir kez daha. “Dünyam bu haldeyken seninle tanıştığım için. Keşke daha normal bir adam olsaydım. Özür dilerim, benimle beraber huzurlu uyuyabileceğini düşündüğüm için.”
Hiç çekinmeden arkadan kollarımı ona doladım ve yüzümü sırtına yasladığımda yanağıma kesikleri dokunuyordu. “Ben özür dilerim,” dedim fısıldayarak. “Yılbaşı gecesinde seni unuttuğum için ve belki de birçok kez seni göremediğim için.”
“Sırtım kötü durumda,” dedi. “Yüzünü çek.”
“Yüzüm lekelerle dolu, kesiklerine de çok yakışıyor.”
“Senin lekelerine hiçbir şey yakışmaz,” dediğinde vücudu hâlâ titriyordu. “Benim izlerim hiç hem de.”
Doğruldum ve çenemi omzuna yasladığımda, “Sana daha önce hiç çok güzel olduğunu söyleyen oldu mu?” diyerek onu taklit ettim. Başımı yan bir şekilde yatırdığımda saçlarım aşağıya doğru savruldu. Gözleri bana döndüğünde şirin görünmeye çalışarak kirpiklerimi hareket ettirdim. Neyse ki onu güldürdüğümde başını iki yana salladı. “Sen oldum, nasılım ama?”
“Katil gibisin.”
“Flörtöz gibiyim.”
“Acımasız gibisin.”
“Merhametli gibiyim.”
“Çirkin gibisin.”
“Seksi gibiyim.”
Şaşkınlıkla bana baktı ve ikimiz de gülmeye başladığımızda utançtan kendimi sırtüstü yatağa geri bıraktım. “Bunu unutuyorsun,” dedim. “Hemen.”
“Konu sen olduğunda,” dedi, ardından o da yatağa yattı ve bir anda beni kendisine doğru çektiğinde yüzüyle yüzüm arasında neredeyse hiç mesafe kalmadı, bir bacağımı kucağına çektiğinde eli bacağımı sıkıca tuttu, diğer kolu ise belimdeydi. “Hafızam çok iyidir.”
“Hmm,” dediğimde yeniden güldüm ve o da bana katıldı. Özgürdü, benim yanımdaydı ve bütün kötülükler şu an uzaklarda gibiydi. An, şu andı ve biz şu anı yaşarken dışarıdaki dünyada savaş yoktu. Bir süre gözlerimin içine baktığında bakışlarına yeniden az önce yaşanılanlar dolduğunda gülümsemesi silikleşti, ne düşündüğünü biliyordum, korkularının farkındaydım fakat hiçbirini söylemeyecekti, bundan da emindim.
Sırtüstü yattı, ardından başımı göğüs kafesine yasladığımda bir kez daha sol bileğimi kaldırıp öptü, yüzünü ise benden gizledi. Ne dersem diyeyim kendisini hiçbir zaman affedemeyeceğini biliyordum, hatta belki de bir kez daha uyuyamayacaktı. Korktuğu başına gelmişti, daha nicelerinden de korkuyordu. Bir kez daha öptü bileğimden, sonrasında bundan da vazgeçti.
Yine de gitmedi. Çünkü gitmek ve ölmek yasaktı.
“Tugay,” dedim, uzanıp ışığı kapattı.
“Efendim?” dedi.
“Bana bir daha Eftalya deme,” dedim.
Sessiz kaldı ardından, “Herkes sana Eftalya diyor ama,” dedi.
“Sen deme,” dedim. “Herkes desin, sen deme çünkü sen söylediğinde adımın anlamı çiçek değil, denizkızı oluyor.”
Bir cevap verdi mi bilmiyordum çünkü uykuya daldım, o ise saçlarımı okşadı, başparmağı bileğimde bıraktığı izde dolaştı ve biliyordum, Tugay artık uyuyamayacaktı.
***
Gökyüzünden lapa lapa kar yağıyordu, güneş batmak üzereydi ve kocaman bir kalabalık Tugay'ın evinin önünde bekliyorduk. Ölüm Timi sağ taraftaydı, hepsi kum saati amblemlerini yakalarına takmışlardı; sol tarafta ise örgüttekiler vardı.
Tam ortada ben, Tugay ve Marco duruyorduk.
Giray ise ortalarda yoktu.
Tugay parmaklarını ve boynunu çıtlatıp öne doğru bir adım attı. Altındaki siyah kargo pantolon, üzerindeki siyah paltosu, ayağındaki siyah botları ve başındaki kar maskesi. Omzuna asılı büyük bir silah vardı, belinde de silahlar. Sağ elinde eldivenleri tutuyordu.
Her iki tarafa da baktı ve Marco'ya, “Siz restoranın tepesindeki keskin nişancıları halledeceksiniz konuştuğumuz gibi,” dedi, ardından kendi örgütüne döndü. “Siz ise dışarısı temizlendikten sonra içeriyi temizleyeceksiniz.” Beni ve kendisini gösterdi. “Biz ikimiz, her şey hallolduktan sonra Başkan'ı kıskıvrak yakalayacağız. Benden onay gelmeden hiçbir şey yapmayın, yeterli.”
“Benim senden emir almayacağımı bilmen lazım,” dedi Marco.
“O halde kafana göre hareket et Marco,” dedi Tugay omzunu indirip kaldırarak. “Eğlenip geri dönersiniz.”
“Eğlenmek için Başkan'ın yaşlı kıçına ihtiyacım yok.” Marco yüzünü buruşturduğunda timdekilerden ve örgüttekilerden bazıları Marco'ya güldü.
Tugay başını salladığında, “O halde,” dedi, ardından yavaşça ve oldukça çekici bir şekilde kafasındaki kar maskesini aşağıya doğru indirdi. Bunu yaparken gözlerimin içine baktı, sonrasında ise ellerine siyah eldivenlerini giydi; Tugay Demir Çeviker'in siyah eldivenlerini giymesi demek Krallık için can sıkıcı bir durumdu. Simsiyah kıyafetlerle karşımda durduğunda bana doğru yaklaştı, ardından diğerlerine başıyla işaret verdi. Örgüttekiler ve timdekiler arabalarına doğru yürümeye başladıklarında benim arkamdaki son model büyük araç ikimize aitti ve farkındaydım, Krallık'tan çalınmıştı.
Benim de altımda siyah kargo pantolon, ayaklarımda siyah botlar ve üzerimde siyah, boğazlı kazak vardı. Tugay sakince bana doğru yaklaştı ve sanki bir çocukmuşum gibi saçlarımı arkaya attı, kar maskesini aşağıya doğru indirdi, bunu yaparken mutsuz bir nefes verdi. “Hoş değil,” dedi.
“Hoş olmayan ne?”
“Lekelerini göremeyecek olmak,” dedi. “Böyle eksik hissediyorum, güzelliğin kayboluyor.”
Kaşlarım çatıldı fakat bunu görmedi, yine de aynısını yaptığını hissettiğimde gözlerimi devirdim, bu kez yine aynısını yapmaya çalıştı ama başaramadı. Kısık bir sesle güldüğümde cebinden iki tane beyaz eldiven çıkardı ve bana doğru uzattı. “Tugay,” dedim başımı iki yana sallayarak. “Bence ben artık beyaz...”
Elimi tutup kaldırdı, duraksadı ve sonrasında, “Tutabilir miyim?” diyerek geceden sonra izin aldı. Gözlerimi açtığımda ben yataktaydım ve o yoktu, gitmişti. Bileğimde ise silik bir kızarıklık kalmıştı.
“Elbette,” dedim. “Ama o eldivenler yerine siyahları takmalıyım çünkü bizim dünyamızda...”
Lafımı yarıda keserek ellerime sakince beyaz eldivenleri geçirdi ve üzerindeki ceketin iç cebinden rengârenk bir atkı çıkardığında, “Ne?” diyerek gülmeye başladım ve ondan kaçıştım ama hızlı bir şekilde belimden yakaladığında o da güldü. “Hayır,” dedim. “O atkı ne? Sen delirdin mi? Karizmam var şu an benim!”
Öyle bir gülüyordum ki sesim gökyüzüne karışmıştı. O da bana katıldığında sağ kolunu belime dolayıp beni tek bir hamleyle kaldırdığında çığlık attım. Beni bir çanta gibi taşıyıp arabaya doğru götürdüğünde hem çığlık atıyor hem de gülüyordum. Yolcu koltuğunun kapısını açtı, beni oturttu, emniyet kemerini taktı, rengârenk atkıyı boynuma doladı ve en sonunda sol elimi kaldırıp avcumu yanık izinden öptü. Sonrasında ise bileğimden, kendi bıraktığı izden.
“Öncelikle,” dedi, gülüşünün arasından. “Hava soğuk, üşümeni istemem.” Belimde üç tane silah vardı... Yüzümdeki kar maskesi gizlenmek içindi... “Ve siyah elbiselerin altına pembe topuklu ayakkabılar giyen kadın, bu kıyafetine de renkli bir şeyler ister diye düşündüm.” Şaşkınlıkla ona baktığımda, “Anlaşıldı mı?” diye sordu, cevap vermemi bile beklemedi. “Anlaşıldı.”
Kapımı kapattığında sürücü koltuğuna geçti, arabayı çalıştırmadan dönüp bana baktı, ardından gazı alevlendirdi ve sert bir viraj alarak arabayı yola doğru sürdü. Tam o esnada uzaktaki bahçemi gördüm, oraya gitmek istiyordum, çok uzun zaman olmuştu... Yüzüme mutsuzluk çöktüğünde Tugay elbette ki bunu fark etti ama hiçbir şey söylemedi çünkü anlamıştı; her şey o kadar üst üste gelmişti ki çiçeklerle bile ilgilenememiştim.
Başka bir yola döndüğümüzde kollarımı önümde birleştirdim, boynumdan sarkan pembe, mavi ve morla bezenmiş atkı da sallandı. Kendimi tutamayıp bir kez daha güldüğümde, “Bilmiyorum farkında mısın?” dedim gülüşümün arasından. “Başkan'ı kaçırmaya gidiyoruz ve belimde silahlar var.”
“Belinde silahları olan birisi renkli atkı takamaz diye bir kural mı var?” diye sordu. İmalı bir şekilde ona dönüp baktığımda dudakları aralandı ve “Yok artık,” dedi. “O kadar da değil. Elbette o atkıyı takmayacağım, unut bunu.” Gülmeye başladığımda hiç olmadığım kadar gergindim ve gerginliğimi belki de bu şekilde gülerek atıyordum.
“Bir gün seni sarhoş edeceğim ve bu atkıyı boynuna dolayacağım,” dedim keyifle. “Kendime söz olsun.”
“Unut bunu, güzelim benim,” dedi gülümseyerek. “Hiçbir alkol bana o atkıyı taktıramaz.”
Gözlerimi devirdiğimde hiçbir şey söylemedim ama bunu yaptıracağıma neredeyse emindim.
Tugay arabayı hiç olmadığı kadar hızlı kullanıyordu. Öyle ki karanlık çöktükten sonra sokak lambalarının da yanmadığı bir yoldaydık, tek ışık farın ışıklarıydı. Az önceki gülüşlerim tamamen gerginliğe dönüştüğünde birkaç kez yutkundum ve olduğum yerde hareketlendim, tam o esnada Tugay önüme bir telefon uzattı. Kaşlarımı kaldırarak ona baktığımda, “Bu ne?” diye sordum.
“Telefon,” dedi.
“Ciddi olamazsın,” dedim gözlerimi açarak. “Yani ne demek oluyor bu?”
“İşte arıyorsun, mesaj atıyorsun, karşıdakinin sesini filan duyuyorsun. Mesela bana mesajlar atabilirsin, zaten rehberde sadece ben varım.” Sırıttı.
“Telefonun özelliklerini biliyorum Tugaycığım,” dedim iğneleyerek. Dönüp bana baktığında güldü. “Buna neden ihtiyaç duyduğumuzu anlamadım, sana bol n ile günaydın mesajı atmam için mi?”
“O ne demek?” diye sordu başka bir yola dönerken.
Gülmeye başladığımda, “Hiç,” dedim. “İnternette meşhur bir şey.”
“Bol n ile günaydın mesajı atınca ne oluyor ki?” diye sordu.
“Günaydın demek var, günaydınnnn demek var. İkincisinde insan kendini değerli hisseder.” Sessizce dinledi. “Sen kimseyle mesajlaşmadın mı?”
“Ben genelde telefonla konuşmayı tercih edenlerdenim.”
“Kimseye günaydın mesajı da mı atmadın yani?”
“Atmadım.”
“İyi geceler?”
“Atmadım.”
“İyi günler?”
“Atmadım.”
“Uyudun mu?”
“Ha?”
Gülmeye başladığımda, “Vay canına,” dedim. “Sen sosyal medya da kullanmıyordun o halde?”
“Hayır,” dedi. “Sıkıcı. İnsanlar beni görünce ne olacak ki?”
“Bunu söyleyen adamı görmek isteyen binlerce kız var,” diyerek hayıflandım.
Tugay güldü. “Abartıyorsun.”
İçimde bambaşka bir duygu oluştuğu için konuyu değiştirip, “Yani sen sahiden de kimseyle mesajlaşmadın öyle mi?”
“Hayır,” dediğinde kendisini eksik hissetmişti. “Sen mesajlaştın mı?”
“E yani,” dedim ağzımın içinde geveleyerek. “Benim de vardı hızlı zamanlarım, bol n ile attığım günaydınlarım.”
Tugay bir yola bir bana baktı, yeniden yola döndüğünde, “Başlatma şimdi bol n ile başlayan günaydınlara,” dedi baskın bir sesle. “Verdim işte telefonu, sende durmasını istiyorum. Ne olursa olsun bana ulaşman için.”
Güldüm. “Az önce çok eğleniyordun, ne oldu? Hani telefon, mesaj atmak ve konuşmak için araçtı vs.”
“O, sen bol n ile günaydın mesajı attığını öğrenene kadardı,” dediğinde gerçekten böyle ufacık bir konuda gösterdiği tepki beni çok eğlendirmişti. En azından onun da genç bir adam gibi davrandığı zamanları olabiliyordu. Hatta ikimizin böyle normal atışmaları da olabiliyordu. “Bol n,” dedi ağzının içinde. “Sikeyim bol n harfini.” Gözlerim açıldığında istemeye istemeye, “Tüh,” dedi ağzının içinde. “Küfür ettim.”
“Tugay,” dedim gülerek. “Şu an ülkeyi ayağa kaldıran bir adamsın, Başkan'ı kaçırmaya gidiyorsun, belindeki silahlar vücuduna batıyor ve sen bol n ile atılan günaydın mesajına mı takıldın?” Hiçbir cevap vermediğinde yüksek sesle gülmeye devam ettim. “Delireceğim, çok komiksin.” Bakışlarını bana çevirdiğinde boğazımı temizleyip susmaya çalıştım ama öyle ciddiydi ki ağzıma fermuar çekiyormuş gibi davrandım, telefonu ise pantolonumun cebine yerleştirdim.
O sırada arabanın içini bir mesaj sesi doldurdu. Tugay telefonunu çıkardığında hızlı bir şekilde birkaç tuşa bastı. “Kim o?” dedim ve bu klişe cümleyi söylediğim için kendime tokat atacağımın sözünü verdim.
“Önemli bir şey değil,” dedi. “Bir arkadaş.”
Yüzümü buruşturduğumda Tugay'ın gülümsediğini hissediyordum fakat onun gibi direkt söylenmeye başlamayacaktım.
Caddeye çıktığında restoranın yolunu bildiğim için sola dönmesini bekledim fakat Tugay sağa döndüğünde kaşlarım havalandı, ardından, “O restoran sol tarafta kalıyor,” dedim göstererek. “Daha kısa bir yol mu var?”
“Hayır,” dedi Tugay net bir sesle. “Doğru yoldayız.”
Sesine ciddiyet bulaştığında, “Bu,” dedim kekeleyerek. “Bu da ne demek?” Tugay bir kez daha sağa döndüğünde caddeden uzaklaştığını fark ettim. Etrafıma baktığımda müstakil evlerin olduğu bir semte giriş yaptığını gördüm. Ellerim arabanın kapısına tutunduğunda, “Hey,” dedim yüksek sesle. “Neler oluyor? Söylemeyecek misin?”
Tugay'ın telefonuna bir mesaj daha geldi, o mesajı açtı, ardından gülümsediğinde yüzüne vuran telefonun ışığından gözlerinin içinin parladığını gördüm. Birkaç saniye sonra telefonu cebine yerleştirdi, bakışları bana döndü, arabayı yavaşlattı. “Şu demek oluyor,” dedi keyifli bir sesle. “Haine ilk tokadı attık.”
“Ne?” Gözlerim açıldı.
“Başkan'ı kaçırmayacağız,” dedi ve arabayı durdurdu, fren darbesiyle öne doğru kaydığımda elimle destek aldım. “Ama herkesin bunu düşünmesini, buna göre hareket etmesini sağladım. Hain gidip Krallık'a bunu söyleyecekti ve herkes Başkan'ı korumak için seferber olacaktı.” Dudaklarını ıslattı, başını omzuna doğru yatırdı. “Tam da düşündüğüm gibi oldu. Nefes almadan gidip bunu Krallık'a yetiştirdi, restoranın önünde onlarca çevik kuvvet, helikopterler, kolluk kuvvetleri var. Hepsi Başkan'ı korumak için bekliyor. Bu şekilde de ne örgüt içeriye girebilecek ne de Ölüm Timi.” Göz kırptığında anlamakta zorlandım.
“Fakat,” dedim. “Eğer Başkan'ı kaçırmayacaksak bundan bizim ne kârımız olacak?”
Tugay bakışlarını karşısındaki villaya doğru çevirdiğinde iki ışığı yanıyordu, önünde sadece iki adam duruyordu, bir tanesi sızmak üzereydi.
“Bütün ilgi Başkan'ın üzerinde,” dedi. “Ve Başkan'ın herkesi karşısına alacağı tek bir kişi var: erkek kardeşi.” Çenesiyle villayı gösterdi. “Biz de onun erkek kardeşini kaçıracağız ve bunu çok kolay bir şekilde yapacağız. Örgüttekiler planın iptal olduğunu düşünecek, timdekiler de öyle, ta ki Krallık elimde tuttuğum kozu fark edene kadar. O zaman hainin bulunduğu yer sarsılacak, ona olan güvenleri azalacak, pervasız davranacak ve bum!” Ellerini birbirine çarptı. “Onu kendi kazdığı kuyuya düşüreceğim.”
Benim sanırım anlattıklarını anlamam için yaklaşık bir dakikaya ihtiyacım vardı çünkü beynim durmuş gibi hissediyordum. Fakat beklemek için de pek zamanımız yok gibi görünüyordu. Tek gördüğüm, Tugay hainin planını tıpkı onun istediği gibi ilerletiyordu ama asıl olan çok farklıydı, Tugay hainden bir adım öndeydi.
Kapısını açıp aşağıya indiğinde hızlı bir şekilde benim de kapımı açtı ve inmem için yardım etti, ardından silahı çıkarmam için başıyla işaret verdi. “Dış kapının önünde iki adam var,” dedi. “İçeride iki adam ve kapısının önünde iki adam.” Dışarıdaki adamlara baktım. “Onlara bu şekilde yaklaşmamız zor çünkü uzaktan elektrik sensörleri var, tek bir düğmeyle bizi yok edebilirler fakat birisi onları uzaktan öldürürse...”
İki kısık kurşun sesi geldi, ardından dış kapının önündeki iki adam alınlarından vurularak yere yığıldı. Şaşkınlıkla geriye doğru kaçtığımda etrafıma baktım. “Kim?” diye sordum.
Tugay hiçbir şey söylemeden eliyle bana gel hareketi yaptı ve omzundaki silahı havaya kaldırıp boynuna yasladı, gözünü ise nişana kestirdi. Sakin adımlarının hemen arkasında ben yürüyordum, sol elimde silahı sıkıca tutuyordum ama şaşkınlığım gözle görülür derecedeydi.
Yere yığılan adamların önüne gittiğinde adamın telsizinden bir ses geldi: “Birim bir,” dedi. “Dışarıdan bir ses duyduk, iyi misiniz?”
Tugay güldüğünde telsizi eline aldı, ardından düğmesine basarak, “Birimine soktuğum,” dedi. “Dışarıdaki ses bana ait, Tugay Demir Çeviker. Aç kapıyı, ben geldim.”
Telsizin ucunda sessizlik oldu ve bir düşme sesi geldi, sonrasında ise evin içinde hareketlenme oldu. Birisi evin kapısını açtığında Tugay da aynı anda dış kapıyı itekledi. Adam koşarak dışarıya çıkacağı sırada Tugay silahını havaya kaldırdı fakat yine başka birisi vurdu. “Sikeyim,” dedi Tugay bir noktaya bakarak. “Bana bırak, keyiflenmek istiyorum.” Ardından diğer adam da çıktığında boş bulunup ben de silahımı kaldırdım ve adamı bacağından vurdum, benim ardımdan silahı tutan diğer kişi alnından vurduğunda Tugay öylece kaldı. “Yok artık,” dedi hem bana hem bir noktaya bakarak. Bir gülme sesi işittim.
Tugay ayağıyla adamı iteklediğinde içeriye doğru girmemizle karanlık bize kucak açtı. Salonun içindeydik, hemen ileride mutfağın ışığı yanıyordu. Tugay yavaş adımlar atarak başıyla bana işaret verirken sırtımı ona yasladım ve ben de onunla yürümeye başladım. Bir başka odaya geçtiğimizde adım sesleri işittik ve adımlarımız bıçak gibi kesildi.
O esnada bir kol belime sarıldı ve şakağıma namluyu dayadı. Bunu yaptığı an, bir an bile düşünmeden kolunu tutup çevirdim ve öne doğru iteklediğimde yere düştü; silahı ayağıma çarptığında hızlı bir şekilde onu alnından vurdum. Tam o esnada Tugay beni yakalayıp arkasına aldı ve bir silah sesi daha duyulduğunda diğer adamı da o öldürdü.
Sırtım göğsüne değerken arkadan kulağıma doğru, “Nefes kesicisin,” diye fısıldadı. “Ama izin verirsen senin için bütün kötü adamları ben öldüreyim.”
Gülümsediğimde yan taraftan bir ses daha duyuldu, hızlı bir şekilde silahımı kaldırdığımda gölge gitgide yaklaştı, Tugay hiçbir şey yapmadı fakat benim parmağım çoktan tetiğin üzerine gelmişti.
Ama o sesi duyduğumda gerçekten de nefesimin kesildiğini hissettim.
Onun sesi.
Giray'ın sesi.
“Nerede kaldın?” dedi hiddetle Tugay'a. “Götüm dondu karın altında.”
Daha büyük bir şaşkınlık vücudumu titrettiğinde elimdeki silah neredeyse yere düşecekti, ikisinin de bakışları bana döndüğünde namluyu indirmem gerekiyordu ama bunu yapamıyordum bile. “Siz,” dedim ikisine doğru. “İkiniz...”
“Gerçek değildi,” dedi Tugay, ardından Giray'ı omzundan tutup kendine doğru çekti. Çok kısa bir an sarıldı fakat sanki ömürlere bedeldi. “Ve hiçbir zaman da gerçekleşmeyecek bir senaryoydu.”
“Ama,” dedim Giray'a doğru. “Sen beni...” Tugay'a baktım. “Bugün, Sinan'ı...” Sanırım her şeyi anlamam için birkaç dakikaya ihtiyacım vardı. “Defne,” dedim en sonunda. “Defne...” Yutkunduğumda ikisinden de bir tepki bekledim ama sakince bana bakmaya devam ettiler. “Ölmedi,” diye fısıldadım. Yine öylece baktılar. “Kahretsin, ölmedi,” dediğimde silahı indirdim, ardından Tugay'a vurmaya başladım. “Allah kahretsin,” dedim onun göğüs kafesine vururken ve mutluluktan gözlerim doldu. “Bunu bana şimdi söyleyemezsin, onun öldüğüne inandım, kendimi suçlu hissediyordum, kahretsin, seni öldüreceğim.”
“Dur,” dedi Tugay yumruklarımdan kurtulmaya çalışarak. “Bir saniye beni ölümle tehdit etmeden dur.”
“Bana söylemeliydin,” dedim geriye doğru çekilerek. “Nasıl saklarsın?”
“Yanıtı öğrenmem gerekiyordu,” dedi Tugay. “Eğer o kapıyı açmayı seçseydin, seni bunların hiçbirine bulaştırmayacaktım ama sen, bu çukurda kalmaya devam edeceksin gibi görünüyor.”
Nefesimi verdiğimde gözlerimi kapattım, geri açtığımda Giray'la birbirimize baktık. İkimizden birisinin konuşması gerekiyordu, bunu üstlenen kişi Giray oldu. “Eğer merak ediyorsan,” dedi. “Sinan'ı hâlâ öldürmek istiyorum.” Sesi oldukça ciddiydi. “Ve Defne ölseydi onun mezarını bizzat ben kazardım ama ölmemiş olması Sinan'ın nefesini kesmemem ve işimize yaraması için bir neden.” Çenesiyle beni işaret etti. “Ve sen...” Bakışları Tugay'a döndü. “Her neyse.”
“O masum,” dedim direkt. “Gerçekten masum.”
Giray beni duymazdan geldi ve Tugay'a dönüp, “Adam yukarıdaki odasında. Zaten uyuşturucu bağımlısı, şimdi tozunu çekmiş, keyfine bakıyordu,” dedi. “Sesleri bile duymadığına eminim.”
“O halde,” dedi Tugay. “Gidelim de daha fazla keyiflendirelim onu.”
Giray keyifli bir şekilde nefesini verdi ve başıyla işaret etti. Üçümüz beraber merdivenleri tırmanmaya başladığımızda en önde Tugay vardı, ben ikisinin ortasındaydım ve Giray hemen arkamdaydı.
O an fark etmiştim: güvendiği iki insan vardı sadece. Ben ve Giray. Bana karşı güveninde hiçbir eksilme yoktu.
Gülümsemek saçmalıktı ama şu an gülümsüyordum.
Kapının önüne geldiğimizde içeriden kahkahalar ve gülme sesleri geliyordu; kadınların da sesleri vardı. Tugay ve Giray birbirine baktığında Tugay işaretparmağını kaldırıp üçten geriye doğru saydı, bire geldiğinde sert bir tekmeyi kapıya geçirdi. Kapı kırılarak açıldığında içerideki üç kadın çığlık atarak kaçışmaya başladı, gecelikleriyle duruyorlardı ve kafaları güzel gibiydi.
Kadınlar korkuyla ellerini kaldırdıklarında hemen arkalarında Başkan'ın erkek kardeşini gördüm. Ağzının üzerinde beyaz toz vardı, gözleri baygın bakıyordu, hatta sırıtıyordu. Tugay kadınlara baktı, ben ise ona baktım ve Tugay tam da düşündüğüm şeyi yapıp yolu açarak kadınların geçmesi için izin verdi. Çığlık atarak odadan çıktıklarında geriye sadece dördümüz kalmıştık. Bir de odadaki televizyon açıktı ve haberlerin sesi geliyordu.
“İlk defa böyle saçma bir hayal görüyorum,” dedi Başkan'ın kardeşi. Hatırladığım kadarıyla adı Ersin'di. Sır gibi saklanırdı, kirli bir geçmişi vardı ve kimsenin umursamadığı biriydi ama görüyordum ki Başkan'ın zaafıydı.
Tugay hızlı adımlarla Ersin'e doğru yürüdü, arkasına geçip saçlarını kavradı ve öyle sert bir şekilde başını önündeki masaya çarptı ki Ersin yüksek bir çığlık attı. “Bu hayal görüp görmediğine emin olmana neden olabilir,” dedi ve yeniden, daha sert bir şekilde başını masaya çarptı. Ersin'in kaşı yarıldığında ve burnundan kan gelmeye başladığında başını geriye doğru çekip ona doğru eğildi. “Ben kimim biliyor musun?” dedi kısık bir sesle. “BL Örgütü kurucusu Tugay Demir Çeviker. Şimdi telefonunu bana ver de abine hediyesini göndereyim.”
Ersin büyük bir şaşkınlıkla başını çevirmek istediğinde Giray, Ersin'i tuttuğu gibi yere fırlattı, ardından ayakkabısıyla yüzüne bastırdığında Tugay cebinden telefonu çıkarmıştı. “İkiz,” dedi Giray. “Hep beraber poz mu versek şu şekilde? Anı olarak saklarız, son aşama Başkan olur. Keyifli geldi kulağıma.”
Tugay güldüğünde başını iki yana salladı fakat Giray telefonu elinden çekip aldı, ön kamerayı çevirdi ve düğmeye bastığında Ersin'le beraber fotoğraf çekildi. Kendimi tutamayıp güldüğümde Tugay yere çöktü, telefondan rehbere girdi. Ardından, “Amına koyduğumun puştu,” dedi. “Bir tane erkek ismi yok rehberde.”
Giray botuyla daha fazla baskı yaptığında Ersin acı bir şekilde bağırdı. Tugay en sonunda numarayı buldu ve görüntülü aramaya bastığında Giray yanındaydı, ben Tugay'ın arkasındaydım ve Ersin yerdeydi.
Üçüncü çalışında telefon açıldığında görüntüye Başkan'ın yüzü girdi, restorandaydı, gözlerinde korku vardı, bulunduğu yerde ise sessizlik hâkimdi.
“Merhaba, şerefini siktiğim,” dedi Tugay, ardından kar maskesini yukarıya doğru sıyırdığında yüzünü açığa çıkardı. “Ben Tugay Demir Çeviker, ölmeden mezara gömdüğünüz ve hepinizin uykularını kaçıran o adamım.” Başkan'ın gözleri irice açıldı, Tugay telefon ekranında olsa bile güvenlikler ona siper oldu. Başkan etrafına baktı, Tugay yüksek bir kahkaha attı. “Evet yine ben, özledin mi beni?”
“Sen,” dedi Başkan tedirginlikle.
“Bir su iç,” dedi Tugay. “Ya da...” Düşünüyormuş gibi davrandı. “İçmesen mi acaba? Güven olmaz kimseye, dikkat etmek lazım.” Başkan o an elinden bardağı fırlattı.
“Sen beni kardeşimin telefonundan...” Konuşamıyordu. “Nasıl...”
“Şimdi senin bana hediyen olduğu gibi benim de sana bir hediyem var.” Ekranı aşağıya indirdi ve Ersin'in acı çeken yüzü Başkan'a ulaşmış olacak ki telefondan acı dolu bir haykırış duyuldu. Tugay üç kez dilini damağına vurduğunda, “Çok ayıp, çok ayıp,” dedi işaretparmağını sallayarak. “Senin gibi uslu bir çocuğa hiç yakışıyor mu böyle bağırmak? Bende tabak boş gönderilmez; sen bana bir tehditle geldin, ben sana aynı tehditle karşılık veriyorum.” Başını salladığında gözlerinde korkutucu bir ifade vardı. “Kardeşin artık benimle ve emin ol, bu sadece canıyla tehdit değil, şantaj diye yutturacağın her şeyi öz kardeşinin itiraflarıyla yayarım bütün ülkeye.” Başkan donuk bir şekilde Tugay'a bakıyordu. “Duyuyor musun lan beni, sikik?”
“Seni,” dedi Başkan ve öfkeyle ayağa kalktı. “Seni öldüreceğim!” diye haykırdığında nefreti sesinden taşıyordu.
“Sen,” dedi Tugay. “Benim bir adım yakınıma yaklaşsan adımımdan ölürsün, geç bunları ve şimdi beni iyi dinle.” Tugay keyiflenmişti. “Aramıza yerleştirdiğin hain benim herkesle aramı bozabilir, her şeyi yıkabilir ama beni yıkamaz, bilin, sizin adım attığınız yerler, benim ayak izlerim sayesinde var oldu.” Telefonu yeniden Ersin'e döndürdü, Başkan'ın gerçekten de bizimle arası bozulmuş diye düşünmesini sağladı. “Ve eğer bir gün içerisinde bana bu telefondan Nida ve Meryem'in sesini duyurmazsan aşama aşama değil, direkt hepinizi patlatırım, ülkeyi ateş altında bırakmayı geç, sizi o ateşin içine odun diye atarım.”
“Senin ben sülaleni...”
Tugay telefonu kapattığında tiksintiyle nefesini verdi, Giray'a baktı, ardından bana, sonrasında ise adamı balkona doğru sürükledi. Ne olduğunu anlamadığımızda Giray'la birbirimize baktık fakat Tugay köşede duran çuvalı adamın kafasına geçirdiğinde, “Kapalı alanda duramıyorum,” dedi cebinden sigarasını çıkarırken. Ucunu yaktı, bakışları aşağıya doğru kaydığında ölü adamlara gözleri kaydı, sonrasında ise eldivenindeki kan izlerini gördü.
Yeniden gökyüzüne baktığında sigarasından bir duman daha çekip bakışlarını bana çevirdi, sanki asıl gökyüzü benmişim gibi.
Yerlerde ölü adamlar yatıyordu, paslı kan kokusu burnumu yakıyordu, parmaklarımda ise barutun kokusu vardı. Kafasına çuval geçirilmiş adam Tugay'ın önünde dizlerinin üzerine çökmüş ağlıyordu.
Korku yerine çok büyük bir heyecan duyuyordum.
“Plan bana uymaz,” dedi gözlerimin içine bakarak, ardından yüzümü tamamen görebilmek için kar maskemi yukarıya doğru sıyırdı, kendisi de kanlı eldivenini çıkardığında tertemiz eliyle saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Ben plan yaparım, herkes bana uyar güzelim.” Elinin tersi yanağıma silik bir şekilde dokundu. “Bir yerine kan gelmedi ya?”
“Sana yetişemiyorum,” dedim şaşkınlıkla. Tek diyebileceğim buydu.
“Yetişemezsin,” diye cevap aldım. “Çünkü daima yanımda yürüyeceksin.” Başını aşağı yukarı salladı, elimden silahımı aldığında hâlâ büyük bir şaşkınlıkla ona bakıyordum. “Zorunlu zamanlar hariç o karlar yağan ellerin sadece çiçekleri tutsun, silahları değil.”
Yutkunduğumda özgür Tugay Demir Çeviker'in, mahkûm Tugay Demir Çeviker'den hem daha acımasız olduğunu hem de bir o kadar pervasız olduğunu görüyordum. Örgütünün başına geçmişti ve asıl şimdi her şeyi yöneten kişi oydu. Yine de kan gövdeyi götürürken saçlarıma dokunmak için kanlı eldivenini çıkarması dikkatimden kaçmamıştı. “Her şeyin sonunun geldiğini düşünmüştüm,” dedim dürüstçe.
Gülümsedi, başını omzuna doğru yatırdı. Bu hareketi her seferinde kalbimin erimesine neden oluyordu. “Yeni başlıyoruz,” dediğinde çenesini havaya kaldırdı, cebinden bir sigara çıkarıp yaktığında dumanı gökyüzüne doğru üfledi. “Ve sonu sadece ben getirebilirim çünkü Tugay Demir Çeviker kaybederken bile daima kazanır.”
Sanki bu cümlelerine bir yanıtmış gibi odanın içindeki televizyondan o ses duyuldu:
“Bugün Eftalya Atalar, günler sonra ilk kez kendini gösterdi, bu bir duvar yazısında gizliydi.” Tugay'ın bakışları içerideki televizyona döndüğünde ne olduğunu biliyordum, sabah Ufuk'tan rica etmiştim ve demek ki gerçekleşmişti.
“Ne yaptın?” dedi Tugay.
Spiker benim cevap vermemi bile beklemeden duvar yazısını ekrana getirdi, ben de bakışlarımı televizyona çevirdim.
İki dal orkide vardı, ikisi de canlıydı, hatta renklerle süslenmişti. Altında ise benim cümlem yer alıyordu.
“İki dalı olan orkide çiz, ikisini de canlandır, sonrasında kalbindeki renkleri çiçeklere ver; ölmüş olan dalını iyileştirenin hangi duygu olduğuna karar ver, o duygu sadakat ise hiçbir orkide bir daha solmaz. Renklerini verenin hangi duygu olduğuna karar ver, aşk ise o çiçek daima rengârenk kalır.”
Tugay Demir Çeviker'in
Sevgili Avukat’ı
Paragraf Yorumları