logo

1. MAHKÛMİYET

Views 9164 Comments 447

Herkesin sustuğunu yüksek sesle dile getirmek en büyük korkusuzluktu ve artık dünya korkak insanlarla doluydu.

"Ölüm en yüksek çığlıktır."

Duvardaki cümleye odaklandım ama devamı daha can yakıcıydı.

"Ölüm bazen de umutsuz bir dilektir."

Başımı iki yana sallarken gözlerimi gökyüzüne çevirdim ve son cümleyi okumaktan kaçındım ama işte orada, zihnimin içinde, tam da ezberlediğim şekilde dönüyordu.

"Ölüm büyük bir çığlık ve umutsuz bir dilek olduğunda kimse sizi unutamaz. Biz unutulmayacağız."

BL

Duvara siyah boyayla yazılmış cümlenin bir kısmı silinmeye çalışılmış, kırmızı boyayla karalanmış, bazı yerlerine çarpılar atılmıştı fakat oradaydı. BL örgütü zamanla büyümüş, sokaklara yayılmıştı, ardından caddelere ve sonra insanlara. Şimdi de herkesin kalbinde bir şekilde yer etmişti. İnsanlar hükümete, yani Krallık’a duyduğu saygıdan daha fazlasını BL örgütüne duyuyor, ona güveniyordu.

Bense BL'yi ilk bilen kişilerden biriydim kanlı bir mendil sayesinde, bunun neden böyle olduğunu bilmesem de.

Yirmi dört yaşında ilk cinayetimi işlediğimde BL zihnime kazanmıştı.

Şu an yirmi sekiz yaşındaydım ve BL adım attığım her yerdeydi.

Üzerimdeki siyah paltoya sarılıp etrafa daha dikkatlice bakmamaya çalışarak yürümeye başladım fakat yanımdan geçip gidenler bana bakmamak için bir çaba göstermiyordu, aksine üzerimdeki kıyafetlere bakıp anlam vermeye çalışıyorlardı. Bu caddede benim gibi giyinen bir kadın bulmak neredeyse imkânsızdı, hatta bir kadın görmek de çünkü ya istismara uğrardınız ya da Krallık yanlısı olarak görünür, kaçmalarına sebep olurdunuz.

İkincisi gibi göründüğümü biliyordum.

Sene 2027'ydi, mevsimlerden kış, aylardan aralık, günlerdense pazartesi. Kar çok erken yağmaya başlamıştı fakat henüz tutmamıştı. Giydiğim ince takımlar artık üşütmeye başlamıştı, öyle ki tam evden çıkarken zorla Sinan tarafından sırtıma atılan siyah palto bile ısıtmıyordu.

Ve bugün kalbimin üzerine ilk defa kar yağmıyordu, nedenini ise bilmiyordum.

Uzakta arabaya yaslanmış olan Sinan'a baktım, onun gözleri de duvardaki cümledeydi. Sokaktaki insanlar ise yaslandığı arabaya bakıyor, kimisi yere tükürüyor, kimisi de küfürler savuruyordu. Burada kabul görmüyorduk. Bizler, onlar için hükümetin, yani Krallık’ın yanında olan taraftık. Bu mahalle ise tam karşıt görüşteki insanların olduğu yerdi.

Öyle ki polisler bile böyle semtlere giremiyordu çünkü herkes kendi arasında bir örgüt oluşturmuştu. Taşlarla, sopalarla ve bazen silahlarla karşılık veriyorlardı. Ekmek alacak paralarını silahlara harcıyorlardı çünkü artık dünya seneler öncesi gibi değildi; can güvenliği, açlıktan daha kıymetliydi.

Bir baba, evladını doyurmak için mama almadan önce evladının canını korumak için silah temin etmek istiyordu, işte biz artık öyle bir dünyadaydık; bense buradaki insanlara göre silah temin etmelerine neden olan kişiydim.

Karşıdan karşıya geçerken bir adamın bizzat bana küfürler savurduğunu işittim. "Kahrolun!" diye bağırıyordu ve anlamadığım birkaç kelime daha. "Ölüyoruz. İnsan öldürüyorsunuz ve utanmadan buralara, bizlerin yanına geliyorsunuz!" Daha hızlı adımlar attım, arabaya yaslanan Sinan ise bana doğru koşup önüme geçti. "Hanımefendi!" diye haykırdı adam, diğer taraftan başka biri fırladı. "Kaldırımlara bakın, ölüleri bile yerden kaldıramıyoruz çünkü bir mezarlığımız bile yok! Krallık bizim gibileri mezarlığa bile layık görmüyor!"

Ürperdiğimde Sinan sıkıca kolumu kavrayıp başımı eğdi çünkü başka bir taraftan biri taş fırlatmıştı. "Üç gün önce kızımı açlıktan kaybettim!" diye haykırdı bir kadın. "Ve kimse bana yardım eli uzatmadı." Bir taş bacağıma geldiğinde Sinan kısık bir sesle küfretti, acıyla inledim.

"BL bizi koruyacak!" diye bağırdı başka bir kadın. "Bizi kurtaracak!"

"Özgürlüğe!" diye haykırdı iki kişi. "Özgürlüğümüze!"

Taşlar artıp arabanın camlarına gelmeye başladığında Sinan hızlı bir şekilde yolcu koltuğunu açıp beni içeriye soktu. Derin bir nefes verirken emniyet kemerimi bağladım, Sinan da hemen ardımdan binip, "Burası gün geçtikçe kötü bir hal alıyor Eftalya," dedi dişlerini sıkarak. "Meryem için başka bir doktor bulmamız gerekecek."

Meryem Atalar. Benden on iki yaş küçük kız kardeşim. Bundan on bir sene önce sadece ikimizin olduğu bir ortamda silahla çatışmayla dört yerinden vurulmuştu. O zamanlar o altı yaşındaydı, ben ise on sekiz. Bir oyun parkında mutlu mutlu eğlenen iki çocuğu vurmak vicdan isterdi fakat Meryem'e acımamışlardı, tek nedenleri ise babamın üye olduğu partiydi. Karşıt görüşler ve savaşlar kardeşimin hayatını mahvetmişti. Meryem o günden sonra aylarca tedavi görmüş ve en sonunda yüzde seksen sakat kalmıştı. Konuşamıyor, yürüyemiyor, yemek yiyemiyor, gülemiyordu. Gözleri ve ellerinden başka oynayan bir uzvu yoktu.

Okula bile alınmıyordu, yeni yürürlüğe göre engelli çocuklar evde eğitim görmeliydi. Bu yasanın neden çıkarıldığı elbette diğer yasalar gibi tartışmaya kapalıydı, Krallık öyle istiyordu.

Bana hiçbir şey olmamıştı. O zamanlar annem, Meryem hastane odasında canıyla cebelleşirken bana dönüp, "Koruyamadın onu!" diye bağırmıştı. "Sadece kendi canını korudun, öyle değil mi?" Acıyla söylenen cümlelerin bıraktığı etki çok sonrasında kalbe uğruyordu. Meryem'in yaşadıklarından daima kendimi sorumlu tutmamın tek nedeni buydu ama o günü zihnimde tekrar tekrar oynatamıyordum.

Sinan arabayı çalıştırdı. "Bu doktordan başka hiçbir doktoru Meryem istemiyor." Bu mahallede doktoru yaşıyordu ve üç gün kalması şartıyla onu her ay buraya getirmek zorunda kalıyordum. Bir önceki geldiğimde tacize uğramıştım, ondan öncekinde çantam çalınmıştı. Aslında bugün en hafif olay yaşanmıştı.

"O halde doktor buradan taşınsın," dedi Sinan arabaya gelen taşlara öfkeyle bakarken. Çevremizde insanlar vardı, hepsi arka arkaya taş atmaya devam ediyordu.

"Doktor Krallık’ın tarafında değil," diye açıklama yapıp ısıtıcıyı çalıştırdım. "Ve BL'yi destekliyor."

BL. İlk ortaya çıktığında Krallık’ın hiçbir şekilde önemsemediği ama şimdi, karşıt görüşteki partilerden daha büyük bir birliğe dönüşmüş örgüt. Kimin kurduğu belli değildi, nasıl yayıldığı ve kimler tarafından yönetildiği de. Tek bildiğim seneler önce elime tutuşturulan mendilde yazan BL’nin aslında bugünlerin habercisi olduğuydu.

Bir daha o bilinmeyen numaradan mesaj almamış, o adamla karşılaşmamıştım fakat gün geçtikçe BL'nin adını daha fazla duymuştum. İnsanlar isimlerini vücutlarına kazıyordu, fikirlerini duvarlara yazıyorlardı, öyle ki örgüt dünya basınına bile sızmaya başlamıştı. Bütün dünya, ülkemizi ele geçirmeye hazır bir örgütten söz ediyordu. Krallık’ın o kadar da umurunda değildi, ta ki eski başkan başından bir silahla yatağında vurulana dek. Uykusunda, nefes almasına fırsat bile verilmeden vurulmuştu.

Ve geriye bana bırakılan mendil gibi bir mendil bırakılmıştı. Üzerinde BL işlemesi vardı. Bu bir seri katil cinayeti değildi, onların simgesinin işlendiği bu mendil cinayeti örgütün işlediğine dair bir kanıttı.

Birkaç kez örgütten bazı kişilerle aynı ortama girmiştim. Çoğu, yüzümde gülümseme oluşmasına bile neden olmuştu. Hatta bazıları çok komikti, içinde bulunduğumuz dünyaya göre fazla komik. Galiba acıyla baş etme yöntemleri buydu.

Ve bugün kalbimin üzerine ilk defa kar yağmıyordu, nedenini ise bilmiyordum.

Sinan sola döndüğünde bu kez taşlar arka camlara denk gelmeye başladı. Kırılmaz camları çoktan taktırmıştım, korkmuyordum ama insanları anlamak büyük bir kumardı. Bakışlarımı sol tarafa çevirdiğimde yerde uzanan adamı gördüm. Gözleri açıktı, arabaya bakıyordu ve yanında bir boya kutusu duruyordu. Fakat daha dikkatli bir şekilde baktığımda arabaya baktığını değil, boşluğu izlediğini fark ettim.

Adam ölüydü, kimbilir ne zamandan beri yerdeydi. Gerçekten de kimse onu oradan kaldırmamıştı. Krallık’a karşı gelenlere mezar verilmiyordu, maaşları bağlanmıyordu, düşüncelerini özgürce ifade edenler hapse giriyordu, daha da kötüsü el altından öldürüyorlardı. Seneler önce bu zamanların geleceği bir şekilde belliydi ama hiçbirimiz bu kadarını beklemiyorduk.

Fakirler daha fakir, zenginler daha zengindi. Kimin iyi taraf olduğu açıkça ortadaydı ve benim kötü tarafta görünmem de büyük bir kumardı.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordu Sinan beni düşüncelerimden uzaklaştırarak. Taşlar artık yoktu, geride kalmışlardı fakat bakışlar aynı yerinde duruyordu. Derme çatma evlerden lüks binaların olduğu tarafa çıkmaya başlamıştık.

"Babamı ziyarete," dedim, ardından ısıtıcıyı biraz daha yükseltmek için düğmeye uzandım. Sinan ise bakışlarını elime çevirdi, ardından dişlerini sıkıp yeniden cama baktı.

Dört sene önce babam yargılanma sürecindeyken onu ipten kurtarabilmiştim fakat zaman geçtikçe artık onu kurtarabilmek imkânsız bir boyuta erişmişti. İlk önce hapse atılmıştı, ardından karşıt görüşte olanların birlikte bulunduğu o hücreyi boylamıştı. Biraz zaman sonra avukatı olmam yasaklanmıştı, bir süreden sonra avukat tahsisleri bile Krallık’ın onayından geçmeye başlamıştı. Ve şimdi en büyük suçluların bulunduğu adanın ortasındaki hapishanede geleceğini bekliyordu.

Düşüncelerinden, fikirlerinden ve inandıklarından ise bir an bile olsun vazgeçmiyordu. "Direneceğim," diyordu. "Vazgeçmeyeceğim. Boyun eğmeyeceğim Eftal, gerekirse beni öldürsünler, ben bu dünya için çabalamaya devam edeceğim. Çocukları öldürüyorlar, kadınları katlediyorlar ve bunları yapanları da savunuyorlar. Nasıl onların tarafında olabilirim?"

Babam çok gururlu adamdı, öyle ki gururu canından daha kıymetliydi ama benim için en kıymetli olanın kendisi olduğundan habersizmiş gibi davranıyordu. Ondan başka kimsem yoktu. Annem sadece kendini düşünürdü, babam suçlu bulunduğu anda ondan boşanmış, Krallık’ın tarafındaki bir milletvekiliyle evlenmişti. Haftada bir beni arar, bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sorar, umurundaymış gibi davranıp kapatırdı. Meryem'i görmeye de ayda bir kez gelirdi, onu bana bırakmıştı çünkü evlendiği adam Meryem'i istemiyordu.

Babamın gururunun mu yoksa annemin bencilliğinin mi daha büyük olduğundan emin değildim ama babam hâlâ anneme âşıktı.

Radyoya uzandığımda Sinan bir kez daha elime ters bir şekilde baktı. Simsiyah saçları bugün daha da dağılmıştı, tarama zahmetine bile girmemişti belli ki. Griye çalan mavi gözleri ise kıpkırmızıydı. Gitgide daha fazla irileşiyordu, boyu sanki daha fazla uzuyordu ama bugün, diğer günlerden daha ufak gösteren ruhuydu. Canını sıkan bir şeyler vardı ve o şeyleri çok iyi biliyordum. Üzerine giydiği boğazı açık kazağı bile bunun habercisiydi çünkü Sinan hiçbir zaman boğazını kapatmadan dışarı çıkmazdı, askeri liseden sonra zorla damgalanan iz boğaz boşluğundaydı. Bu damga Krallık’a aitti; onlardanmış gibi görünmek benden daha çok onu rahatsız ediyordu.

Gözlerimi devirip, "Söyle," diye mırıldandım. "Söyle ve kurtul. Günlerdir karın ağrısı çekiyorsun Sinan Yaman."

"Saygısızca olur Eftalya Atalar," derken gözlerini kısmıştı. Işıklardaydık, yolda mendil satan çocuklar değişmemişti fakat bir fark vardı. Her mendilin içinde BL'yi öven bir cümleyle tanışıyordunuz. Öyle bir ideolojiydi ki sıradan bir yürüyüşte bile BL'nin sizi etkisi altına alması muhtemeldi.

"Saygısızca olmaz," dedim bize yaklaşan küçük çocuğa bakarken. "Lütfen içindekileri boşalt." Sinan'la aramızda büyük bir bağ vardı ama çalışırken bana hiçbir zaman saygısızlık yapmazdı, daima bana patronu gibi davranır, hatta bazen öfkelendiğinde Eftalya Hanım diye çıkışırdı. Sustu, direksiyonu daha sıkı kavradı. "Sinan…" dedim gözlerimi devirerek. "Üç, iki, bir, stop." Bu aramızda küçüklüğümüzden beri bir şifreydi, resmiyeti kaldırmak istediğimizde telsizden birbirimize bunu mırıldandır, ast üst ilişkisiz beraber oyunlar oynardık. Sonra yeniden normale döner, o müştemilata dönerdik. Bu olay büyüdükçe yüz yüze olmaya başlamıştı. "Şimdi seni dinliyorum, resmiyeti kaldırdık."

O sırada küçük çocuk cama vurup işaretparmağını kaldırdı ve konuşmamızın arasına daldı. Mavi gözleriyle, uzun kirpikleriyle ve üzerindeki kirli kıyafetleriyle aslında hem buraya ait hem de değildi. "Sinan," dedim. "Arabanın kilidini ve camı aç."

"Tehlikeli," dedi hiddetle.

"Aç," dedim tek nefeste. "Küçük bir çocuk bizi öldüremez çünkü henüz ne yaptığının bile farkında değil."

Sinan onaylamaz bir şeyler mırıldandı fakat arabanın kilidini açıp camı indirmeyi de ihmal etmedi. Siyah camın arkasından gözlerimiz kesiştiğinde çocuk kaşlarını kaldırıp mendili bana uzattı.

"Ne kadar?" diye sordum torpido gözünden cüzdanımı çıkarırken.

"Ne kadar verirseniz hanımefendi," dedi çocuk çekingen bir şekilde.

"Peki sana para vermesem ama arabama alsam, sonra yemek yemeğe gitsek olur mu?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. "Aç olduğunu düşünüyorum."

"Değilim hanımefendi," dedi çocuk fakat etrafına ürkek bakışlar attı. "Ayrıca mendili almak zorundasınız, almazsanız bana çok kızarlar."

"Hey!" diye bağırdı arka taraftan bir adam. "Onunla konuşmayı bırak, mendili alıyorsan al, almıyorsan ilerle sürtük!" Bize yaklaşmaya başladığında çocuk korkuyla gözlerini açıp mendili uzatmaya devam etti. Çocuk zarar görmesin diye hızla mendili aldım ve eline yüzlük sıkıştırdım. Sinan anında camı kapattı.

Yeşil ışık yandığında neyse ki adam bize ulaşmadan uzaklaşmaya başlamıştık. Elimdeki kâğıt mendile bakarken köşesinde duran yapışkanlı kâğıt parçasını fark ettim. Beni açmalısın diyordu kâğıt, BL'den sana bir mesaj var.

"Ne yazıyor?" diye sordu Sinan tek nefeste. İçimdeki merakla, bunu bana yaptıran Sinan'mış gibi kâğıdı hızlı bir şekilde açtım ve sesli bir şekilde okudum.

Dün gece bir anne çocuğunu besin eksikliği yüzünden emziremedi ve ikisi de öldü. Bunun tek sorumlusu Krallık. Susma, dile getir çünkü kalbin hâlâ atıyor.

Özgürlüğe.

BL

Arabanın içini sessizlik kapladı. Derin bir sessizlikti bu çünkü ikimiz de ne yaptığımızı biliyorduk fakat Sinan en sonunda dayanamayıp, "Bu cümlelerin ardından canın yandı mı?" diye sordu. Cevap vermedim. "Krallık’a öfke duydun mu?" Yine cevap vermedim. "Kendine öfke duydun mu?" Sessizlik. "Eftalya," dedi sert bir sesle. "Parmağına taktığın o yüzükten utandın mı peki?" Bakışlarım ona döndüğünde acıyla nefesimi verdim.

Dört gün önce nişanlanmıştım. Kerem Karaman'la.

Sinan bir yola bir bana bakarken çenesi kasıldı, öfkeden nefesi kesik kesikti. Kendi aramızda yapılan nişana asla katılmamış, sonraki gün ortalarda görünmemişti. Bir daha karşılaştığımızda da ağzını bıçak bile açmamıştı fakat bu yüzleşmenin gerçekleşeceğinden emindim.

"Bunu neden yaptığımı biliyorsun," diyebildim sadece. Sinan ise başını iki yana sallayıp gaza biraz daha bastı. "Babam kendini kurtaramıyorsa ve gururunu susturamıyorsa ben bu şekilde halledeceğim. Kerem'in Krallık’la arasının çok iyi olduğunu biliyorsun. O gerçekten çok iyi bir savcı ve..."

"Senin baban son derece soylu bir adam Eftalya ve sen soysuz adamın tekiyle nişanlandın, üstelik o adam zaafını kullandı." Başını iki yana salladı. "Bunu babana söylediğinde…" Hırıltılı bir nefes verdim. "Söylemeyeceksin değil mi? Söyleyemezsin. Bunu kendine nasıl yapabilirsin? Nasıl olur da o adama boyun eğebilirsin?"

"Boyun eğmedim," diyerek karşı çıktım. "Sadece olması gerekeni gerçekleştirdim. Ne bekliyordun? Dünyamız bu haldeyken aşk evliliği yapabileceğimi mi? Hem evlilik de neyin nesi? Herkes artık bir amaç uğruna yaşıyor Sinan. İkinci gün gözümüzü açtığımızda yaşadığımıza şükrediyoruz. Altı üstü altından bir halka parmağımda, adı da nişan..."

"O adam için böyle olmadığını biliyorsun," diyen Sinan'ın sesi yükseldi ardından hızlı bir şekilde toparladı. "Sana aşk evliliği yap demiyorum ama çabaladığın yolun sonunda sen olmaktan çıkıyorsun."

Aslında Sinan da babamdan başka kimsemin olmadığını, babama bir şey olursa yaşamaya devam edemeyeceğimi çok iyi biliyordu fakat öfkesi bütün bunların dışındaydı. Bunu seneler boyunca gözlerinin içinde görmüştüm, itiraf edemediği duygular orada, gözlerindeydi. Ben anlardım, o ise anladığımı anlamazdı; bu sessiz bir anlaşmaydı.

"Bunu kimse bilmeyecek," dedim açıklama olarak. "Aramızda gizli bir nişan. Benden bir isteği yok, onu sevmediğimin farkında." Gözlerimi kapattım ve başımı koltuğa yasladım. "Hem belki ona âşık olurum, severim zamanla. Babam için bana yardım etmek istiyor, bu bile o kadar kötü biri olmadığını gösterir."

Yine sessizlik oldu, aptalı oynadığımı çok iyi biliyordu. Bu kez çok daha uzun sürmüştü bu sessizlik. En sonunda Sinan, "Sevgi ve aşk kötülükle beslenmez Eftalya…" diye mırıldandı. "Sevgi ve aşk bazen acı verse de kalbini attırır ama sen o parmağındaki yüzükle kalbini durdurdun. Kendini kandırmaktan vazgeç."

"Babama bir şey olursa..." Yutkundum. "Ondan başka kimsem yok Sinan. Bunu biliyorsun."

"Ben varım Eftalya," dedi boğuk bir sesle. "Ben varım ve buradayım. Senelerdir buradayım."

"Aynı şeyden söz etmiyoruz, senin canın tehlikede değil." Bir şeyler söylemek için ağzını açtı. Gözlerim akıp giden yolda gezinirken, "Bu kadarı yeterli," diye fısıldadım. "Stop düğmesinden parmağımı çekiyorum."

"Elbette Eftalya Hanım," dedi ve başka hiçbir şey söylemedi. Sakince, aramızdaki sessizliğe başka bir ses eklensin diye uzanıp radyoyu açtım.

"Ülkenin yüzde doksanının çok mutlu olduğu ve bu verilerle refah seviyesinin yükseldiği kanıtlanmıştır. İnsanlar..."

Kanalı değiştir.

"Hükümet kimsesizler için evler kurmaya devam ediyor ve bu evler vergi karşılığında daha güzel bir hale geliyor."

Kanalı değiştir.

"Opera sanatçısı şarkısını söylerken sanata karşı olan bir topluluk tarafından kurşunlanarak öldürüldü."

Kanalı değiştir.

"Kitaplara gelen yasaklar mecliste tartışmalara konu olmaya devam ediyor. Vatandaşların bir kısmı kitapların toplatılmasından memnun fakat bir kısmı ise sanata karşı gelinmemesi gerektiğini söylüyor. Bu tartışmalar..."

"Lanet olsun," diye mırıldandım. "Lanet olsun."

Kanalı değiştirdiğimde bir kadının çocuğunu aradığı ve altı aydır bulamadığı söyleniyordu. Son günlerde BL ile işbirliği içinde olduğundan tutuklanmak için aranıyordu fakat acılı annenin çocuğunun yaşadığını bilmekten başka umudu yoktu.

Kanalı değiştirdim.

"İdam yasası mecliste tartışılmaya devam ediyor." Gözlerim kısıldı ve radyonun sesini açtım. "Direnişçiler, Sosyalistler, Fikir Birlikleri ve Ayaklanma Başlatanlar için idam yeniden gündeme geldi ve bu kez vatandaşlar da bunu istediği için olumlu bakılıyor."

Sinan'la göz göze geldik. Boğazıma yumru oturmuştu. İkimizin de aynı şeyi düşündüğüne emindim. Korktuğumuz gerçekleşecekti, idam geliyordu ve ilk önce Krallık’a karşı gelenleri idam edeceklerdi.

Telefonum çalmaya başladığında ekranda Ceyda Kısrak ismiyle karşılaştım. Fakülteden hâlâ görüştüğüm tek arkadaşımdı, insanlarla aramdaki soğuk mesafeyi Ceyda sayesinde aşabilmiştim ama güvendiklerimiz tartışıldığında ortaya çok daha kötü sonuçlar çıkıyordu.

Ekrandan onay düğmesine basıp, "Ceyda?" diye mırıldandım.

"Haberleri duydun mu?" diye sordu hararetli bir sesle. Büyük ihtimalle yine bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.

"Evet ve bunu bekliyorduk zaten. İdam yasası..."

"Hayır ahmak," dedi öfkeyle. "Hapishanedekiler için gelen yeni kuralları."

"Ne?" Oturduğum yerden biraz doğruldum. "Ne kuralları?"

"Ah, bilmiyorsun," dedi mutsuz bir sesle, sonra bir kahve istediğini duydum. "Çok yorgunum, dün gece çok içtim ve okula geç kaldım. Kahve alıyordum." Hiçbir şey söylemeden cevap vermesini bekledim. "Üst rütbe hapishanelere artık ağızlık ve haftalık işkence kuralları getirdiler. Henüz tamamen onaylanmadı ama az önce babanın hapishanesinde çalışan bir gardiyan deneme olarak orada bugün uygulamaya başladıklarını söyledi. Bil bakalım bu yöntem tecavüzcülerden bile önce kimlere uygulanıyor?"

"Ceyda," dedim sessizce. "Hayır."

"Çok üzgünüm." Birine teşekkür etti, sonra koşuşturma sesini bir kez daha duydum. "Ama iyi haber, avukatlarla konuşulurken ağızlıklarını çıkabiliyorlar."

"Ceyda!" dedim sertçe. "Babamın avukatı değilim artık, biliyorsun ve onlara hayvan gibi davranıyorlar!" Başımı iki yana salladım. "Babam," dedim nefesimi vererek. "Onun astımı var Ceyda. Bu..."

"Çok üzgünüm," dedi bir kez daha. "Senin için gardiyanların birkaçıyla konuşur, elimden geleni yapmaya çalışırım, olur mu?" Bunu ben de yapabileceğim için hiçbir şey söylemeden dinlemeye devam ettim. "Kerem sana bundan bahsetti mi? Yasayı onaylayanların arasında babasıyla o da var."

Sinan bir küfür savurdu ve sertçe direksiyona vurdu. Kalbim gür bir sesle atıyordu. Kerem’e sorsaydım bunu yapmak zorunda kaldığını ama babam konusunda yardım edebileceğini söylerdi, buna emindim. "Bahsetmedi…" Tek diyebildiğim bundan ibaretti.

"Büyük ihtimalle seni üzmek istememiştir," dedi ama kırgın sesi, senelerdir gizlemeye çalıştığı durumla yeniden yüzleşmeme sebep oldu. Kerem'e karşılıksız bir aşk besliyordu. Birkaç kez bunu Kerem'e ima ettiğimde umurunda olmadığını, hatta benim uydurduğumu söylemişti ama ben bundan adım kadar emindim.

Ceyda'ya kızgın hissetmiyordum, umurumda da değildi ama bana saygısızlık yaptığının farkında olmaması kötüydü çünkü gizleyemiyordu.

"Büyük ihtimalle," diyerek onu geçiştirdim. Birkaç dakikalık boş sohbetin ardından telefonu kapattık. Nişanı biliyordu ama konusunu bile geçirmiyordu, muhtemelen dile getirmek canını yakıyordu.

Sonrasında barodan birkaç kişiyle konuştum ve bu bilgiyi teyit ettirdim, tam da Ceyda’nın dediği gibi onaylayanlardan bir tanesi de Kerem'di fakat bu nişanımızdan önce olmuştu. Bana sunduğu üstü kapalı nişanlanmaya karşılık babama yardım etme sözleşmesinden çok daha önceydi.

Sinan yine hiçbir şey söylemedi ama gerginliği gözle görülür şekilde ortadaydı. Öyle ki Kerem aradığında gerginliğinden dolayı telefonu açamamış, sadece sessizce yolu izlemeye devam etmiştim.

Seneler önce o ödül töreninde hâkimi öldürdükten sonra bir daha asla aynı kadın olamamıştım. Bu Sinan'la aramızda bir sırdı. O gün Sinan'a hiç kusmadığımı söylediğimde sadece durmuş, dikkatli bir şekilde yüzüme bakıp başımı çevirmişti. Bu yüzden bile kendimi kötü hissetmiştim. Hiç kimse benden şüphelenmemişti, öylece bir toprağın altında gömmüştü Sinan adamı. Mezarının yerini bile bilmiyordum ama bugün o mezar bir şekilde ayağımın altında ezilecekmiş gibi hissediyordum.

Dört senedir içimde büyüyen korku, acı ve geceleri kâbuslarıma konu olan kan sanki bugün yeniden ortaya çıkacaktı. Bu bir histi, sadece bir his ama genelde hislerimde yanılmazdım.

"Burada bekleyeceğim," dedi Sinan yüzüme bakmadan. Çoktan geldiğimizi o an fark ettim. "Dikkatli ol."

Hapishane adadaydı, oraya gitmek için vapurlara biniliyordu ve yetkililer dışında kimse gelemiyordu. Korumalar bile. Çünkü bu hapishanede en güçlü suçlular kalıyordu.

Hiçbir şey söylemeden arabadan indim ve ileride duran vapura doğru ilerledim. Sonrası klasik protokollerle devam etti. Kimlik kartı, Krallık Selamı, imza seremonisi ve yarım saatlik bir vapur seferi. En sonunda küçücük adadaki o büyük hapishanenin önündeydim.

İşin tuhafı Krallık yetkilileriyle onların adamları da bu adada yaşıyordu. Bu kadar korkusuzluğun nedeni neydi? Fare kapanının ortasına ev inşa etmekle aynı şeydi.

Ve bugün kalbimin üzerine ilk defa kar yağmıyordu, nedenini ise bilmiyordum.

Hapishanenin önünde durduğumda kapıdaki iki gardiyan hemen beni tanıdı ve dönüp birbirlerine baktılar.

Haftada üç kez buraya geliyordum, babamın avukatlığını yaparken bu daha fazlaydı fakat üç ay önce babamın avukatlığını yapma görevini elimden almışlardı, Onu görmek için tek şansımsa ziyaretine gelmekti.

Avukatı olarak değil, Eftalya'sı olarak. Kızı olarak.

Gardiyanlar başlarıyla selam vermeden önce dijital olan kartımı onlara gösterdim, ardından kapıya okuttum fakat geçen sefer olduğu gibi hata verdi. Derin bir nefesin ardından “Avukat Eftalya Atalar,” dedim ikisine bakıp. “Ve beni tanıyorsunuz. Yine aynı protokolle mi ilerleyeceğiz?" Eskiden daha resmi olan kuruluşlar şimdi daha laçkaydı ve bu çok daha kötüydü.

Gardiyanlardan bir tanesi lakayt bir şekilde gülümseyip beni oyaladı fakat diğeri öğle arasına çıkmak için sabırsız olduğundan kapıyı benim için açtı.

"Görüş saati başladı hanımefendi," dedi lakayt olan. "Görüş saatini doldurmak istemezseniz sizi burada bekliyorum, bir çay ya da kahve içmek için..."

"Çeneni çok seviyorsan hemen kapatmalısın," diyerek onu sert bir dille uyardım. "Benden çekinmediğinizi biliyorum ama size çekineceğiniz insanlar getirebilirim veya benden çekinmene neden olabilirim."

"Metresi olduğunuz Kerem Karaman'dan mı bahsediyorsunuz?" Güldü.

Kimse nişanlı olduğumuzu bilmiyordu. Henüz. Ama ortada dönen dedikoduların, arkamdan edilen lafların, her şeyin farkındaydım. Dişlerimi sıktığımda ona doğru küçük bir adım attım. Bir yetmiş altı boyundaydım ve gardiyan neredeyse benden birkaç santim kısaydı.

"Bugün adanın havasını iyi almaya bak gardiyan," diye mırıldandım. "Çünkü yarın aynı havayı alamayacaksın."

Gardiyan kahkaha attı. "Ah, Kerem Bey’e işime son vermesini mi söyleyeceksiniz?"

Güldüm, ardından sertçe burnuna öyle sert bir yumruk attım ki geriye savrulup arkasındaki duvara çarptı. Eli burnuna gittiğinde parmaklarının arasından kan damladığını gördüm. Diğer gardiyan kocaman gözlerle bana bakarken, "Çünkü nefes alacak burnunu kırdım," dedim gülümsemeye devam ederken. "Ve karşılık verirsen kırılan tek yer burnun olarak kalmayacak."

Milletvekilinin kızı olduğunuzda küçüklüğünüzden beri eğitilerek büyütülüyordunuz. Babam beni sürekli dövüş sporlarına göndermiş, ardından kendi çapında kutu kurşunlatarak silah kullanmayı öğretmişti. Sonrasında ise başka spor dallarına yönlendirmeye çalışmıştı. Anneme göre elbette bu bir kadına yakışmazdı, hatta benim erkek gibi büyüdüğümü dile getirirdi ama büyüdükçe sadece bunlar için bile babama minnettar kalabiliyordum.

"Devam edebilirsiniz Eftalya Hanım," dedi diğer gardiyan, burnunu kırdığımın önüne geçerken. "İyi görüşler."

Hiçbir cevap vermeyerek büyük demir kapıdan girdim ve dört katlı taştan hapishaneye baktım. Sıvası akmış, duvarları kavlanmıştı fakat yazıları inatla silmiyorlardı. Mahkûmların yazdıkları kelimeleri ve cümleleri silmeme nedenleri ise nefretlerini diri tutmaktı.

"Toplum ölümünüzü getirecek!"

"DFG yaşayacak!"

"Sessiz değiliz, sadece dilimizi kestiler!"

Eski bir birlikti, katledilmişlerdi.

"Gözlerimi çıkarın, görmeye devam edeceğim. Kulaklarımı kesin, duymaktan vazgeçmeyeceğim. Dilimi koparın, konuşmanın başka bir dilini bulacağım. Kolumu yok edin, diğer elimle var olmaya devam edeceğim."

BL

Bu yeni yazılmıştı, kaşlarımı çattım ve başımı iki yana salladım. Bundan birkaç ay önce büyük suçluların bazı uzuvlarının kesilmesi maddesi yürürlüğe girmişti fakat gerçekten hayata geçirdiklerini şu an görebiliyordum.

Hapishaneye girdiğimde tanıdık görevli beni karşıladı. Yüzünde tebessümle kadın, "Hoş geldiniz," dedi. "Sizi dün bekliyordum."

Birkaç ay sonra bütün kurumlardaki kadınların işlerine son verileceğinden tamamen habersizdi, bu can yakıcıydı. İşine bağlılığı yüzündeki tebessümden belliydi. Kadınların seçme ve seçilme hakkı da ellerinden alınacaktı. Krallık’a yakın olanlar, yani benim gibiler işlerine devam edecekti ama onun dışındakiler evlerinde kalacaktı.

"Sadece yoğundum," dedim aynı tebessümle karşılık vermeye çalışarak. Söylediğimi umursadı mı bilmiyordum ama camın arkasına geçtiğinde gözlüğünü taktı ve klasik maddeleri sıralamak için hazırladı. O kâğıtlarla oyalanırken ben camdaki yansımamla karşılaştım.

Saçlarım çok uzamıştı, belimdeydi. Anneme göre bu beni gerçekten metres gibi gösteriyordu ama ben tıpkı kocaman seramdaki çiçeklerimin dallarını kesemediğim gibi saçlarıma da kıyamıyordum. Gözlerim için ise aynı şeyi söyleyemezdim. Mor halkalar oldukça kötü görünüyordu, nişan gününden beri uyumadığım her halimden belliydi.

Üzerimde ise yine koyu renk takımlar vardı ama bol gelmeye başlamıştı. Zayıfladığımı fark edebiliyordum, yansımadaki kemikli yüzüm de bunu bana haykırıyordu. Üzerime giydiğim lacivert, dize kadar dar inen düğmeli elbise bile bunu örtemiyordu.

"Eftalya Hanım?" dedi kadın birkaç kez seslenmiş gibi.

Daldığım noktadan ayrılıp kuru olan dudaklarımı ıslattım. Sürdüğüm koyu kahverengi rujuma kaydı gözleri fakat çok oyalanmadı. "Dalmışım," deyip dijital kartımı okuttum, ardından o soruları sormadan cevapları tek tek sıraladım. "Avukat Eftalya Atalar. 10 Ocak 1998, İngiltere doğumluyum," dedim kendimi tanıtarak. "Anne adı Yasemin, baba adı Adnan. Milletvekili ve eski belediye başkanı Adnan Atalar'ın eski avukatı olarak onunla görüşmeye geldim." Kayıtlara geçerken kadın kaşlarını kaldırdı. "Kızı olarak," diye düzelttim. "Görüş izni dijital sistemimde kayıtlı olduğu gibi Adnan Atalar'ın yirmi dakikalık izni benim için ayrılmıştır." Kadın başını salladı, son cümleleri bekledi. Yüzlerce kez tekrarladığım o cümleyi yine dile getirdim. "Onurlu Krallık’ımı karanlığa sürüklemeyeceğime ve mahkûmlara ışığı göstereceğime ant içerim."

Kadın sevecen bir şekilde gülümsedi, ardından önüme bir kâğıt itti. Saniye düşünmeden imzaladım ve kâğıdı verirken üzerimdeki eşyaları da ona teslim ettim. Avukatı olarak değil, kızı olarak girdiğimde değil çantam, tek bir çöpü dahi sokamazdım içeriye.

Rutubet kokan koridorda yürümeye başladığımda ve gardiyanlardan biri bana eşlik edip kapıları açtığında sakin görünmeye çalışıyordum fakat ilerledikçe hapishanedeki rutubet kokusunun yerini kan, sessizliğin yerini ise acı haykırışlar almıştı. Bakışlarım sağ tarafa döndüğünde gardiyan, "Buradan," dedi fakat baktığım yön daha karanlık, işkenceye daha gebeydi. Gardiyan bir kez daha, "Buradan," dedi ve eliyle işaret etti. "Orası yasaklı bölge hanımefendi."

"Orası işkence bölgesi," diye düzelttim gardiyanı. İçeriden bir adam söylediğimi destekler gibi acıyla haykırdı. Öyle bir haykırıştı ki bu, ölümle son bulmuş olmalıydı.

Bu söylediğim onu şaşırtmıştı ve yüksek sesle söylediğim için etrafına bakmak zorunda kalmıştı, ardından işaretparmağını dudaklarına götürüp beni görüş yapılacak alana doğru götürdü.

İlk önce camları gördüm, sonra camın arkasındaki mahkûmları. Ardından onları ziyarete gelen dostlarını, arkadaşlarını, sevgililerini ve ailelerini…

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırıp, "Ama bu kapalı görüş," dedim. "Ben sanıyordum ki..."

"Açık görüşlere kısıtlama geldi Avukat Hanım," dedi sakin bir dille. "Yakınlarla görüşme artık bu şekilde sağlanıyor."

"Neden?"

Gardiyan, "Sizi daha rahat dinleyebilmek için," dedi.

"Peki ya avukatlar?"

"Onlara herhangi bir sınırlama getirilmedi." Başımı iki yana hiddetle salladığımda içimdeki öfkenin katlanarak arttığını hissedebiliyordum.

"Size bir şey sorabilir miyim?" dedim dayanamayarak. Kır saçları alnına düşmüştü, büyük ihtimalle bütün bu olan bitene karşı olacak kadar yaşı vardı, güzel zamanları görmüştü ama sorumu tahmin ettiğinden sessizliğe gömülmüştü. Sustum ve gülümsedim. Bu gülümseyişime hayal kırıklığıyla karşılık verdi ve görüş alanını eliyle işaret edip geriye çekildi. Bazen soruyu dile getirmeden de sorabilirdiniz ve karşınızdaki kişi size tek bakışıyla cevap verebilirdi.

Onaylamıyordu, istemiyordu ama zorunluydu.

Arkamı dönüp yürümeye başladığımda babamı bulmak zor olmadı, hatta ilk gördüğüm gözler onunkilerdi ama yüzünü göremiyordum çünkü ağızlıkla oturuyordu. Siyah ağızlık, kuduz köpeklerin ağızlarına takılanla aynıydı. Tek farkı üzerine mahkûm numarası işlenmesiydi. 5 numara. Ağızlıkların renkleri farklılık gösteriyordu, babamdaki siyahtı.

Hızlı adımlarla onun olduğu tarafa yöneldiğimde hissetmiş gibi gözlerini boşluktan çekti ve bana baktığı anda mavi gözleri ışıldadı, aynı şekilde karşılık verirken acıyla dudaklarımı birbirine bastırdım.

Her gördüğümde biraz daha çöküyordu fakat bu kez ölümle burun buruna gelmiş gibi korku doluydu bakışları. Beni gördüğünde umut ve kurtuluş arardı halbuki, ilk ve son cümlemizin içinde her zaman umut geçerdi. Babamın canını bu kez daha fazla yakmışlardı.

Karşısında birkaç saniye ayakta dikildim, ardından boş sandalyeye kendimi bıraktığımda parmaklarım direkt olarak cama dokundu ve onun da parmakları cama uzandı. Gülümsemeye çalıştım ama onun karşılık verip vermediğini bile anlayamıyordum. Arkasında duran gardiyanla göz göze geldiğimde bu adamın az önceki gardiyanla asla aynı düşüncede olmadığını boynundaki yarım ay dövmesinden anladım.

Bütün bunları savunanların yanındaydı. Hatta gönüllü gardiyan seçilmişti, yarım ay bunu simgeliyordu. Aynısı Kerem'in ensesinde de vardı ve Sinan'ın da boğazına damgalamışlardı.

"Babacığım," dedim sesimin ulaşması için delikli cama yaklaşarak. "Nasılsın?"

Bembeyaz saçları, düşük omuzları ve her şeye rağmen parlayan gözleri. Evimize girip onu götürüşlerini asla unutamıyordum.

Babamın bakışları arkasındaki gardiyana döndüğünde gardiyan, "Sadece beş dakika," dedi ve sertçe babamın ağızlığını çıkardı. Bakışlarım gardiyandan ayrılıp yeniden babama döndüğünde o ağızlığın yanaklarında iz bıraktığını, hatta kestiğini ve dudaklarının nefes darlığından rengini kaybettiğini gördüm.

"Eftalya'm," dedi öksürerek, ardından dudaklarını ıslattı. "Burada işler biraz karışıyor ama iyi olmaya çalışıyorum." Hayır, babacığım olmaya çalışmıyorsun, sen ölüyorsun, seni öldürüyorlar. "Bize bu ağızlıkları verdiler ve koğuş dışına çıktığımız an takmamızı söylediler." Bir kez daha öksürdü. "Başkalarıyla konuşmamız yasaklandı ama sadece bu da değil, yan koğuştan birkaç kişinin dilinin kesildiği söylentileri var." Onu hiç tepki vermeden dinlemeye çalıştım ama tırnaklarım çoktan bacaklarıma batmaya başlamıştı. "Bana senden sonra avukat verilmeyeceğini söylediler, bu doğru mu?"

Babamla aramızda sözsüz bir anlaşma vardı birbirimize asla yalan söylemeyeceğimize dair. "Evet," dedim diğer söylediklerini arka plana atarak. "Böyle bir uğraşları var ama birkaç savcıyla beraber çabalıyoruz."

Babam direkt anladı, her şeyi anlardı zaten. Yüzüğü taktığım elimi aşağıda gizliyordum. "Kerem…" dedi öksürürken. "O nasıl?"

Yeniden gülümsemeye çalıştım. "İyi."

Babam kaşlarını kaldırdı. "Aranız nasıl?"

"İyi."

"Eftalya?" Ne düşünsem hissederdi. "Neler oluyor?"

"Sadece…" Bakışlarımı kaçırdım ve diğer mahkûmlara baktım. Herkes mahvolmuş görünüyordu ve gözlerindeki ışık tamamen sönmüştü fakat bunun ötesinde dikkatimi çeken başka bir şey olmuştu.

Biri.

Diğerlerinden daha farklı görünen bir adam.

Babamın hemen yanındaki sandalyede oturuyordu fakat karşısındaki görüş sandalyesi boştu ve bakışları direkt benim üzerimdeydi. Ağızlığı takılıydı, kırmızıydı, üzerinde 1 numara vardı fakat dikkatimi çeken ağızlığının rengi değil, gözlerini bir an bile olsun benden ayırmaması olmuştu.

"Sadece…" dedim yeniden yutkunarak ve bakışlarımı adamdan ayırarak ama elaya çalan açık kahverengi gözleri çoktan zihnime kazınmıştı. "Karmaşık." Babam tedirgin bir nefes verdi. Elimi bir kez daha cama yasladım. "Ama korkma, hallederiz."

"O sana…" dedi babam büyük bir yalandan kaçıyormuş gibi. "…zarar vermiyor, değil mi? Eftalya sakın benim için bir aptallık yapma. Çok yalnızsın, seni kullanırlar."

Yaptım babacığım, onunla nişanlandım, dün bana sarılmak istedi ve sarıldım. Sinan haklı, benden daha fazlasını isteyecek ve belki de ben senin için ona bunları sunmaya çalışacağım ama sen özgür olduktan sonra arınacağım. Zaten babacığım aşk benim için çok uzak bir kavram. Baksana dünyamız yok oluyor, dünya bu haldeyken aşkın ne önemi var?

"Asla zarar vermiyor," dedim yalan söyleyerek. Ona yalan söylediğim tek konu buydu. "Ve yalnız değilim baba. Birçok arkadaşım, kitaplarım ve çiçeklerim var." Çok yalnızım baba, Sinan ve Ceyda'dan başka kimsem yok çünkü herkes Krallık’a ait. Krallık’a duyduğum nefreti haykırmak istiyorum baba ama haykırdığım an beni öldürürler ve beni öldürürlerse senin hiçbir şansın kalmaz.

"Ah," dedi babam gülümseyerek. Bu gerçek bir gülümsemeydi. "Çiçeklerin nasıl?"

Tebessüm ettim. "Harikalar! Bir tane zambak, bir tane de papatya aldım. Senin çiçeklerinin hiçbiri solmadı, Meryem'in çiçekleri gitgide büyüyor. Büyüyoruz babacığım. Yeşeriyoruz ve solmuyoruz."

Birçok anlam taşıyan bu cümleler babama ulaştı, bana çoktan öğrettiği bir şiir gibiydi. "Meryem," dedi ürkek bir sesle. "O nasıl?"

Yine yalana başvurmayarak, "Ağrıları çok," dedim. "Onu doktorunun yanına bıraktım, biliyorsun ondan başka kimseye gitmiyor ama o semt baba…" Gözlerimi kapattım. "Berbat halde. BL resmen orayı ele geçirmiş durumda ve biliyorsun, fakirler her zamankinden daha fakir, zenginler ise daha zengin. Onları eziyorlar. Bugün Meryem'in doktoru, yani Hikmet Bey artık daha fazla bu ülkede duramayacağını söyledi. O gidince ne yapacağımı bilmiyorum." Dertlerimden bahsederken babamı daha fazla acının içine gömdüğümü fark ettim ve başımı iki yana salladım. "Ama korkma, hallediyorum. Meryem de iyi. Halledeceğiz." Bir kez daha parmaklarımı cama yasladım. "Bütün çabam babacığım, bütün hayatım, bütün hırsım, bütün gücüm, bütün aklım senin için. Her şeyi senin için yapıyorum ve halledeceğim."

Babam konuyu başka bir boyuta çekip, "Bu saydıkların yüzünden Kerem'e yaklaşıyorsan..." diye çıkışacaktı ama lafını böldüm.

"Hayır. Kerem gerçekten iyi bir adam ve onu senelerdir tanıyorum. Seni de tanıyor ve o da senin için çabalıyor." Bir kez daha gözlerimi kaçırdığımda elimi saçlarımdan geçirdim ve yan taraftaki mahkûmun daha dikkatli bir şekilde bana baktığını, hatta aklımın oyunu değilse tebessüm ettiğini hissettim. Gözleri kısılmıştı. Ağızlığına rağmen dudaklarının kıvrımını hissedebiliyordum.

Babama baktım, ardından yeniden o adama baktım ve babama döndüm. "Burada seni rahatsız eden birileri var mı?" Babam kaşlarını çattı. "Yani mahkûmlardan."

"Yok," dedi. "Vardı ama götürüldüler. Nereye götürüldüklerini bilmiyorum. Benim kaldığım ve yanımızdaki iki koğuş benim gibi eğitimli insanlara ayrılmış durumda." Buradaki diğer mahkûmlar da babam gibi insanlardı fakat bu yan taraftaki mahkûmun korkutucu, belki de meraklı bakışların anlamı neydi? Babamla bir ilgisi yoksa benimle ilgisi neydi? "Mahkemeye kaç gün kaldı?"

Babamın gözünün içine bakarken o adama bakmamak için büyük çaba veriyordum fakat dayanamayıp üçüncü kez o yöne döndüğümde hâlâ bana baktığını gördüm. Bunu bekliyormuş gibi bir elini havaya kaldırdığında deri siyah bir eldiven taktığını gördüm, diğer elinde ise eldiven yoktu fakat parmakları yara içindeydi. Babamda olan yaraların aynısıydı.

Eldivene nasıl izin veriyorlardı? Mahkûmların hepsi tek tip giyinmek zorundaydı. Simsiyah bir tulum giyme zorunlulukları vardı ama bu adam eldiven takıyordu.

Başka bir gardiyanın adama yaklaştığını gördüm. Babam dağılan dikkatimi fark edince, "Eftalya?" diye seslendi. "Bana bak kızım, buradaki kimseye birkaç saniyeden fazla bakma."

Gözlerimi zorlukla o adamdan ayırdığımda aklımdaki soruyu anlamış gibiydi ama hiçbir şey söylemedi. "On gün sonra mahkeme," dedim. "Maalesef sana on gün içinde avukat verilmesini sağlayamayacağız ama Kerem hâkimle iletişim içinde. Bir çaresini bulacağız." Dağılan odağımı toplamak zordu, cama doğru eğildim. "O adam kim oluyor da eldiven takabiliyor baba? Bu yasak değil mi?"

Babam işaretparmağını dudaklarına götürdü ve beni susturdu. Kaşlarım çatıldı fakat bir daha o yöne bakmadım, bakamadım değil, bakmadım çünkü odaklanırsam aynı savaşı o adama açacağımı biliyordum.

"Yeter bu kadar," dedi babamın arkasındaki gardiyan sert bir sesle, sonra babamın karşı çıkmasına izin bile vermeden sertçe boynunu tuttu ve ağızlığı yukarıya çekti.

"Yavaş olun," dedim düşündüğümden daha yüksek bir sesle fakat elbette beni dinlemediler. Babamı sandalyesinden düşecek kadar sert bir şekilde oturduğu yerden kaldırdılar ve birbirimize veda etmemize izin bile vermeden âdeta sürükleyerek götürdüler.

Bu anı daha önce yaşadığım için sessiz ama acı içinde izledim, ilk seferde nasıl bağırdığım ve hapishaneyi nasıl ayağa kaldırdığım dün gibi aklımdaydı. Babam gözden kaybolana kadar çıktığı kapıya baktım ve tırnaklarımı avuçlarımın içine batırarak o boşlukla bir kez daha yüzleştim.

İdam geliyordu. Ülkeye idam geliyordu ve ilk önce kendilerine karşı olanları öldüreceklerdi, bu ölenlerin içinde benim babam da vardı. Onu gözlerimin önünde öldüreceklerdi ve bu yaşıma kadar verdiğim bütün çaba boşa gidecekti.

"Sevgili Avukat."

Bir ses duydum lakin üzerime alınmayıp gözlerimi boşluktan ayırmadım. Sadece birkaç saniyeye ihtiyacım vardı, ondan sonra kalkıp gidecektim ama o ses bir kez daha bana ulaştı, bu kez daha gür bir şekilde. "Sevgili," dedi vurgulayarak. "Avukat."

Gözlerim ağır ağır yan taraftaki adama döndüğünde eğildiği yerden bana seslendiğini gördüm. Ağızlığını çıkarmışlardı tam da istediği gibi ve yüzü şimdi bana daha yakındı.

Kemikli bir yüzü, köşeli ve gamzeli çenesi, kavisli ve kanatlı bir burnu vardı. Yanaklarında babamdaki gibi ağızlığının izi kalmıştı fakat babamdan daha kötü görünüyordu. Sinekkaydı tıraş zorunluluğu olmasına rağmen sakalları hafifçe uzamıştı ve dolgun dudakları tıpkı babamınkiler gibi kurumuştu. Bakışlarım gözlerine kaydığında az önce gördüğüm gözlerinin şimdi açık olan yüzüyle daha uyumlu durduğunu fark ettim. Ela gözleri büyük ve hafifçe çekikti, kirpikleri ise saçları gibi koyu kahverengiydi. Dalgalı saçları diğer mahkûmlara göre daha bakımlı görünüyordu ama dağınıklığı aynıydı. Makas izleri kendi saçlarını kestiğini söylüyordu ama eline makas alması bile yasak olmalıydı.

Bütün bunların dışında gözlerinden ne düşündüğünü anlamak tamamen imkânsızdı, hem işim gereği hem de tecrübelerimle bunu direkt anlardım ama bu adamda tek ulaşabildiğim ela gözlerdi.

"Bana mı seslendiniz?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

Omzunu indirip kaldırarak nefes aldı. Ne iriydi ne de zayıf ama bu bana hapishaneden önceki hayatında atletik bir vücudu olduğunu gösteriyordu. Üst düzey insanların olduğu yerde onun mesleği ne olabilirdi? Asker diyebilirdim ama duruşu, saçının şekli, hatta bakışları bile bunun aksini gösteriyordu. Siyasetçi olamazdı çünkü bunun için genç ve dinç görünüyordu. Genç bir siyasetçi? Ah sanmıyordum, genç siyasetçilerin hepsini öldürmüşlerdi.

Adam yavaşça etrafına baktı sonra gülümseyerek "Size," dedi başını indirip kaldırarak. "Sevgili Avukat. Evet, size sesleniyorum."

Yüzüne daha dikkatli bir şekilde baktım, bir yerlerden tanıdık geliyordu ama bir yandan da o tanıdık kişiyle alakası yoktu. Yüzünde o kadar çok yara vardı ki eskiden gördüysem bile onu tanımak imkânsız olurdu.

"Avukat olduğumu nereden biliyorsunuz?" diye sordum çenemi kaldırarak. "Ve sizi bir yerden tanıyor muyum?"

Adam birkaç saniye yüzümü inceledi, ardından kıyafetime baktı ve sanki ayaklarıma kadar beni süzdü. Bakışları yeniden yüzüme tırmandığında, "Üzerinizdeki sıkıcı elbise, çalışmaktan taramadığınız saçlarınız, yorgunluğunuz ve yakanızdaki yarım ay damgalı rozet bu zamanda sizin avukat olduğunuzu bağırır cinsten," dedi kibar bir dille ama öyle iğneleyici bir tınısı vardı ki bu kibarlığı bir silah gibiydi. "Fakat bunların dışında ben zaten sizin avukat olduğunuzu biliyorum."

Kaşlarım daha fazla çatıldı. "Babamla konuşmamı mı dinlediniz?"

Başını omzuna doğru yatırdı, gözlerini az önceki gibi kıstı ve karşısındaki sandalyeyi işaret etti. "Sevgili Avukat," diye mırıldandı. "Karşıma geçip oturursanız size söyleyeceklerim var. Sizinle göz göze gelmek için heyecanlıyım, bu anı uzun zamandır bekliyorum." Yaşı yirmilerinde olmalıydı, kalın tok sesi ise susuzluktan veya alkolden çatallaşmış gibiydi.

Arkasındaki gardiyana baktım, hiçbir şey umurunda değilmiş gibi öylece bize bakıyordu.

Siyah deri eldivenli, bir numaralı mahkûma göz yumuyorlardı. Neden?

"Bunu neden yapayım?" diye sordum ayağa kalkıp kendi sandalyemi düzelterek. "Başka mahkûmlarla iletişim kurmak âdetim değil."

Adam dilini üç kez damağına vurdu ve başını iki yana sallarken, "Benden mahkûm diye bahsetmeniz kalp kırıcı Sevgili Avukat, adımı sorsaydınız söylerdim," dedi tekdüze bir sesle. "Üstelik sadece birkaç gün sonra beni savunmak için başkalarının karşısında duracak olmanıza rağmen bu şekilde kalbimi kırmanız hiç ama hiç hoş değil."

"Efendim?" dedim yüzüne dikkatle bakarak. Dalga geçip geçmediğini anlamaya çalıştım fakat yüzündeki tebessüm dalga geçen bir adamdan öte kibirli bir adama ait gibiydi.

"Duydunuz," dedi resmiyetle. "Ama duymadıysanız yeniden..."

"Siz bir mahkûmsunuz, " dedim üzerine bastırarak. "Ve ben sizin avukatınız değilim. Lütfen kendinize gelin." Arkasındaki gardiyana sert bir bakış gönderdim. "Akli dengesi yerinde değil sanırım?"

Adam güldü. Bir mahkûma zıt duran bakımlı dişleri gözlerimin önüne serildi ama daha fazla odaklanmamaya çalışarak bir kez daha sandalyeyi düzelttim. Çekip gitmem gerekiyordu ama adamın bu rahatlığı ve gardiyanların bu duruma izin vermesi babama yapılan haksızlığı gözlerimin önüne sermişti ve bu öfke bambaşka bir öfkeydi.

"Hayır Sevgili Avukat, akli dengem fazlasıyla yerinde ama görüyorum ki sizin öfke probleminiz var." Çenesiyle beni ve bulunduğum yeri işaret etti. "Üstelik benim aksime oksijeniniz kesilmediği ve sokaklarda özgürce dolaşabildiğiniz halde." Bir anlık kalbimin çatladığını hissettim çünkü o da babam gibi bir mahkûmdu ama bakışlarıyla mahkûm olan benmişim gibi davranıyordu. "Direkt kabullenemeyeceğinizi bildiğim için evinize bir mektup gönderdim, onun ardından zaten beni görmeye geleceksiniz." Eldivenli işaretparmağını havaya kaldırdı. "Ve elbette hediyem de var size."

"Bunu neden yapayım?" Kaşlarım çatıldı. "Evimin adresini nereden biliyorsunuz?" Öne doğru eğildim, ellerim sandalyeyi sıkıca tuttu. "Siz kim oluyorsunuz da beni bu şekilde tehdit edebiliyorsunuz?"

Dudaklarını büktü. "Yapacaksınız," dedi net bir sesle, ardından gözleri o anda hızlı bir şekilde parmağımdaki yüzüğe kaydı. Öylesine dikkatliydi ki elimi anında saklamama rağmen görmüştü. Kaşlarını kaldırdı. "Ve kim olduğumu öğreneceksiniz ama yeniden söylüyorum, adımı merak ediyorsanız şimdi size söylerim."

"Hayır," dedim karşı gelerek. "Ben Krallık’ın karşı çıktığı mahkûmlara avukatlık yapmıyorum." Bu adam Krallık’ın bir oyunu olabilir miydi? Bir test? Belki de Kerem'in bir oyunuydu.

"Ah," dedi adam yapmacık bir kırgınlıkla. "Bildiğim kadarıyla babanız devletin elindeki kara listede ilk sıralarda ve siz onun senelerce avukatı oldunuz."

Dişlerimi sıktığımda, "Bunu size kim söyledi?" diye sordum. "Babamın arkadaşı mısınız?"

Adam başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Sizin hakkınızda birçok şeyi biliyorum Sevgili Avukat. Sizin bilmediklerinizi bile."

"Bana Sevgili Avukat demekten vazgeçin," dedim ve gitmek için adım attım.

"Sevgili Avukat’ım diye sahiplenmek isterim ama siz uğraştırıyorsunuz," dedi ve o da ayağa kalktı. Düşündüğümden daha uzun boyluydu, başımı kaldırıp ona bakmak zorunda kalmıştım. Bir doksan bir ya da bir doksan iki.

"Terbiyesiz, küstah, saygısız herif," dedim kısık bir sesle.

"Sayılır," dedi söylediğimi duyarak ya da dudaklarımı okuyarak.

Sinir bozucuydu ama bir türlü gidemiyordum.

"Bu şekilde devam ederseniz..."

"Sizi anlıyorum," diye devam etti ve sözümü yarıda kesti. Normalde sözümü kesmek imkânsızdı ama baskınlığı daha fazla öfkelenmeme neden olmuştu. "Dışarıdasınız ve bolca zamanınız olduğu için sürekli diretiyorsunuz ama bilirsiniz babanızdan, biz mahkûmların çok zamanı yoktur Sevgili Avukat." Cümleleri diken gibi battı. "Beni kurtarabilecek tek avukat da sizsiniz. Bunu kabul etmek zorunda kalacaksınız." Dudaklarım aralandı cesareti karşısında. "Yine de ben size bir iyilik yapacağım ve neden zorunda kalacağınızı size göstereceğim. Mektubumu okuyun lütfen." Eldivenli elini kaldırdı ve gardiyanı çağırdı. "Kendinize iyi bakın. Görüşmek üzere." Gardiyan arkasına geçti ve ağzını kapatmak için eğildi. O sırada bana tarafını âdeta kanıtladı. "Özgürlüğümüze."

BL.

Bu adam BL örgütündendi ve hapishanedeydi; ne kadar önemli biriyse onu bu hapishaneye getirmişler, direkt öldürmemişlerdi.

Gardiyan ağızlığını bağladı ve adamın sessizliğe gömülmesine neden oldu. Daha fazlasını izlemek istemediğim için arkamı dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladım. Çığlıkları yeniden duydum fakat bir kez daha o tarafa bakmadım, bu kez başka bir gardiyan bana eşlik etti.

Kadının olduğu tarafa çıktığımda elimi taşın üzerine koydum ve derin bir nefes verdim, gözlerim dışarıdaki gün ışığına yöneldiğinde kadın eşyalarımı önüme koydu. Sertçe eşyaları almadan önce kadına selam verdim, ardından hızlı adımlarla oradan uzaklaştım.

Az önceki ağır demir kapının oraya çıktığımda burnunu kırdığım gardiyanın yerine başka bir gardiyan geldiğini gördüm. Benimle göz teması bile kurmadan kapıları açtılar.

Siyah paltoyu üzerime geçirirken beş dakika gibi bir süre yürüyüp vapura ulaştım. Kendi kendime, "Aklını kaybetmiş, geri zekâlı herif," diye söyleniyordum. "Sıkıcı elbiselermiş." Çantamdaki telefonu çıkardım ve Kerem'in adına tıkladım.

Birkaç çalışın ardından açtı. "Eftal," dedi keyifli bir sesle. "Ne yaptın? Adnan amca nasıl?"

"Bana neden söylemedin?" Sessizlik oldu, elbette bunun geleceğini biliyordu. "Kerem, ağızlığı bana neden söylemedin? Ceyda söylemeseydi büyük bir sürprizle karşılaşacaktım ve..."

"Ceyda mı söyledi?" dedi öfkeli bir sesle. "Ona söylememesi gerektiğini söylemiştim."

Ceyda gardiyanlardan birinin ona söylediğini belirtmişti fakat bunu Kerem'e söylemedim ve devam etmesini bekledim. Bunu yapmadı. "Her türlü öğrenecektim," dedim sert bir sesle. "Bu benden neden gizleniyor?"

"Üzülme diye."

"Aklını mı kaybettin?" dedim öfkeyle. "Dün üzülmeyeyim diye söylemedin ama bugün öğrenecektim zaten. Bu nasıl bir saçmalık..." Sonra duraksadım ve dehşetle güldüm. "Dün gece yaptığın parti mahvolmasın diye benden bunu gizledin, değil mi?" Başımı iki yana salladım. "Bencil herifin tekisin."

"Of Eftalya," dedi bıkkın bir sesle. "Abartıyorsun. Dün hepimizin eğlenceye ihtiyacı vardı ve güzel vakit geçirdik." Ben geçirmemiştim, onlar geçirmişti. "Normal hayattan sıyrılman gerektiğini öğrenmen gerekiyor."

"Senin de babamı ne kadar önemsediğimi öğrenmen gerekiyor Kerem çünkü nelere katlandığımı biliyorsun." Bu cümle bıçak gibi ona saplandığında düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldı.

Kerem uzun bir süre benim bütün işlerime koşmuş, beni elde etmek için büyük çaba vermişti. Sadece yardımlar da değildi, birçok el altı işi de yürütmüştü. Hatta babamın refah içinde yaşamasını sağlamıştı, ne kadar olabilirse. Savcı olmasının dışında ailesinden ötürü de maddi durumu oldukça iyiydi çünkü babası Krallık’ın yanında duran bir milletvekiliydi ve annesi ise yandaş gazeteciydi.

Bütün bunlar olurken Kerem bana karşı hislerini belli etmişti. Aslında babama yaptıkları için karşılık vermemiştim hislerine hemen ama beni babamla tehdit ettiği gün yapacak hiçbir şeyim kalmamıştı. En ufacık bir tartışmamızda yaptığı iyiliklerle karşımda dikiliyor ya da daha fazlasını yapabilecekken sanki onu sevmediğim için beni engelliyordu.

Karşılıklı birbirimizi kullanıyorduk. Onu sevebilmek için çok çabalamıştım fakat bir süreden sonra bundan da vazgeçmiştim çünkü onu sevemezdim; ben insanlara bile isteye acı veren kimseyi sevemezdim.

Zaten aşk bu hayatta bana fazlasıyla uzaktı.

"Ne kastettiğinin farkına var," dedi Kerem tehditkâr bir ses tonuyla.

Dilimi ısırdım ve cümleleri geriye ittim.

İnsan hayatındaki yolu kendi seçebiliyordu ama ben hayatımı kendim için yaşamayı bırakalı çok uzun zaman olmuştu. Hayatıma yön veren acılardı, kederlerdi ve yaşanılanlardı. Kendimi ve benliğimi kaybediyordum ama yaşaması gereken bir babam vardı, onun için canımı bile verebilirdim, bu yüzden Kerem'e boyun eğmek kaybettiğim benliğimi bulmamda başka bir engel olacaktı ama vazgeçmeyecektim.

"Akşam yemekte konuşuruz," dedim daha sevecen bir sesle. "Seni anlıyorum."

"Güzel." Arkadaki sese bakılırsa barodaydı. "Seni seviyorum, akşam yemekte görüşürüz."

"Seni," dedim ardından duraksadım ve gökyüzüne baktım. "Bekleyeceğim yemeğe. Görüşürüz." Cevap vermesini bile beklemeden telefonu yüzüne kapattım.

“Aşk kendini gizlemez,” demişti babam başka bir gününde. “Senin karşına geçer ve seni bulduğunda dört elle sana sarılır kızım. Bu yüzden sen de onu gizleyemezsin.”

Gözlerimi gökyüzünden ayırdım, bakışlarım dalgalı denizle kesişti, o sırada üzerimdeki elbise sanki daha fazla bol gelmeye başlamıştı ama bunun nedeni kilo kaybı değildi, olduğum kadının cansız bir mankene dönüşmesiydi.

***

Hayatımda yaşanan her olay bir pamuk ipliğine bağlıymış gibi geliyordu. İnce, hassas ve tek bir darbeyle parçalanacak türden. Ben de o ipin üzerinde yavaş yavaş yürüyordum. Dikkatli, sakin ama bir gün dengem sarsılırsa düşmek, ipin kopmasından çok daha iyi olacaktı.

Hayatım ne zaman bu duruma gelmişti hatırlıyordum ama hayatımız ne zaman kurtulacaktı, hiçbir fikrim yoktu.

Birisi ne yaptığımı sorgulasa sadece nefes aldığımı söylerdim.

Bir de soğuğu hissettiğimi.

Kapının önünde durup derin bir nefes alırken hissettiğim soğuğun beni etkilemesine izin veriyordum. Çantamın içinden anahtarı çıkarırken ise dış kapı yavaşça açıldı ve Nigâr kapı aralığından bana baktı.

Haftanın beş günü evimde bana yoldaş olan, yardımlarını esirgemeyen ve çocukluğumu bilen Nigâr bir yandan da Meryem'e bakıyordu fakat artık ellilerinde olduğu için onun da beni terk edip gideceği günü bekliyordum.

"Sen miydin?" dedi tedirginlikle.

Babamın büyük bir baskınla evden götürülmesinin ardından hepimizin kalbinde büyük bir korku kalmıştı ama Nigâr’ın eşinin suikast sonucu öldürülmesi, korkularına korku ekmişti. Her kapı sesinde irkiliyordu hatta çoğu zaman dışarı çıkamıyordu.

"Benim Nigâr Sultan," dedim gülümsemeye çalışarak. "Kapıyı açabilirsin."

Kapattı, sürgüyü çekti ardından açtığında üzerindeki yemek yapmadan önce giydiği önlüğünü gördüm. "Geç kaldın," dedi merakla. "Başına bir iş geldi sandım Eftalya."

"Yok." İçeriye girerken üzerimdeki montumdan kurtuldum. "Meryem'i doktoruna bıraktım, iki gün sonra alacağım. Oradan babamın yanına geçtim, sonra da baroya. Yarın önemli bir davam var." Elimdeki belgeleri gösterdim, çok da önemli olduğu söylenemezdi. Boşanma davalarına bakmak benim için önemsizdi. Artık avukatlar olarak aldığımız her suçluyu bile dikkatle seçiyorduk ve çoğumuz Krallık tarafında olanları tercih ediyordu. Babam dolayısıyla henüz baroda dışlanmaya başlanmamıştım ama zamanla bunun da olacağını biliyordum. "Çok güzel kokuyor," dedim derin bir nefes alarak. "Yoksa patates yemeği mi yaptın?"

"Evet." Nigâr tedirgin bir nefes verdi. İçeriye geçmeden önce duraksadım. "Adnan Bey nasıldı?"

Ona ağızlıktan söz etmeli miydim? Onun da oğlu hapisteydi ve maalesef benden daha şanssızdı çünkü görüş izni yoktu. Oğlu, bizzat hükümet binasını taşlama girişiminde bulunmuş, uzuvları kesilmişti. Hatta ölmüş bile olabilirdi ama bunu bilmiyordu.

"Aynıydı," dedim dürüstçe. "Yorgunluğunu gizleyemiyordu."

"Ah." Nigâr başını salladı. İkimiz de sessizce bekledik. En sonunda üst katı işaret etti. "Odanı ve Meryem'in odasını topladım, ayrıca çiçekleri de suladım." Ev o kadar büyüktü ki hepsine aynı anda yetişemiyordu.

"Teşekkür ederim," dedim ilerleyerek. "Bana yemekte eşlik etmek ister misin?" Sonra gözlerimi devirdim ve topuklarımda döndüm. "Gerçi Kerem de birazdan burada olacaktır, kendisine akşam yemeği sözüm var, bu yüzden Sinan asla gelmek istemedi. ‘Salyangoz suratlıyla aynı masada yemek yiyeceğime gider salyangoz yerim,’ diye de çıkıştı." Nigâr kaşlarını kaldırdı. "Yer bu arada, bir keresinde Kerem'e nefretinden salyangoz yedi." Nigâr kaşlarını daha fazla kaldırdı. "Her neyse, senin de Kerem'den hoşlanmadığını biliyorum."

Kerem'in adını bile duyduğunda ürperdiğini gördüm. "Sağ ol," dedi başını sallayarak, ardından aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını kaldırdı ve hızla ayakkabı dolabının yanındaki vestiyere uzandı. "Bugün akşama doğru bu kutu sana geldi."

Kaşlarımı çattım. "Kargo firması genelde barodaki ofisime gönderir."

"Gelen kişi kargo çalışanı değildi." Umursamaz bir şekilde omzunu indirip kaldırdı. "Genç bir delikanlıydı, bunu sana vermem gerektiğini söyledi, hatta ilk başta kötü bir şey olduğu konusunda korktum fakat bana referans olarak babanı tanıdığını söyledi."

"Ve buna inandın mı?" dedim çekingen bir şekilde vestiyere uzanırken. "Evimin adresini nereden bildiğini sordun mu?" Başını korkuyla iki yana salladı. Kızmıştım ama yeterince dertle uğraştığı için bunu ona yansıtmak istemedim. "Peki," dedim vestiyerden kutuyu alırken. "Sen çıkabilirsin, ellerine sağlık yeniden."

Bir cevap vermedi, yaptığının hata olduğunu bilerek hemen yanıma gelip vestiyerdeki montunu ve çantasını aldı ardından kapıyı açıp çıkarken, "Kerem Bey gelene kadar," dedi dikkatle. "Kapıyı kilitlemeyi unutma olur mu?"

Bakışlarım kapıdaki beş kilide, üç sürgüye kaydı. Bunu Sinan benim için yapmıştı ama çoğu zaman o kilitleri kullanmak yerine yastığımın altında sakladığım silahıma güveniyordum.

Başımı tutamayacağımı bildiğim bir sözle salladım. Nigâr çıkıp gittiğinde ise kapıyı kilitlemeden oturma odasına ilerledim ve siyah kutuyu elimde salladım. Ne çok büyük ne de çok küçüktü ve oldukça hafifti.

Oturma odasındaki üçlü koltuğa kurulduğumda önümdeki meşeden masaya kutuyu koydum ve diğer tarafta duran sigaradan bir tane alıp yaktım.

İki katlı evin en sevdiğim köşesi, Amerikan mutfakla birleşik olan oturma odasıydı çünkü hayatımın son güzel anıları babamla burada geçmişti. Karşımdaki büyük televizyonda filmler izlemiştik, sol taraftaki boydan pencereye bakarak karları saymıştık ve sağ taraftaki kitaplığı birlikte dizmiştik. Şimdi o pencereye yine karlar vuruyordu fakat bu kez tek başıma izleyebiliyordum.

Eğilip yan tarafta duran ayaklı lambayı yaktım ve sarı loş ışık odayı aydınlattığında elimdeki sigarayı kül tablasına bırakıp kutuyu dikkatle açtım. Beni çok zorlamadan açıldığında içinin de simsiyah olduğunu gördüm. Bir CD vardı, bir de mendil. Kanlı bir mendil.

Elim ilk önce mendile uzanmak için uzandı fakat ardından bunun bir suç objesi olduğunu düşünüp temastan vazgeçtim.

Hızla ayağa kalkıp koridora bıraktığım bilgisayar çantamı aldım, ardından mutfak çekmecesinden eldivenleri. Sakince bilgisayarı açmadan önce eldivenleri elime geçirdim, sonra bilgisayarı açtım. Şifreyi girdikten sonra gözlerim yeniden mendile uzandı ve eski Eftalya'nın bu görüntü karşısında neler yapabileceğini düşündüm.

Bu bir tehdit kutusu olmalıydı. İlk avukat olduğum zamanlar bu beni çıldırtsa da şu an sadece bir mendille bundan kurtulduğum için kendimi iyi hissediyordum. Hapishanedeki o mahkûmun bana oynadığı oyun gerçekten kanlı bir mendil göndermek miydi? Bunlara alışık olduğumu bilmesi gerekiyordu. Karşı taraftaki müvekkilin, savunduğum müvekkilin annesinin dilini koparıp bana kutuyla gönderdiği günün üstüne daha kötü bir kutu alamazdım sanki. Ya da en azından öyle sanıyordum.

Çantamın içindeki telefonumun sesi odayı doldurdu fakat umursamadan dikkatli bir şekilde kutudan CD'yi alıp bilgisayara taktım. Sadece bir dosya vardı: BL

Kaşlarım çatıldı, gözlerim yeniden mendile döndü ve o an zihnimde bıçakları hissettim. Geriye doğru kaçtığımda ellerimi havaya kaldırıp seneler öncesine gittim. O mesajlara, bilinmeyen numaradan gelen Sevgili Avukat’lı o cümlelere, gelecekte görüşeceğimizi söylemesine, tam ödülü almadan önce bu mendilin bana verilişine.

BL yazıyordu, kimse bilmezken BL yazıyordu.

Ve şimdi o mendil buradaydı.

Boğulduğumu hissederken sakince bilgisayara yaklaşıp dosyaya tıkladım. Önce fotoğrafları gördüm, ardından bir videoyu. Kalbimin ortasında bir endişe peyda oldu, bu endişenin nedeni daha büyük felaketleri doğuracaktı.

Videoya tıkladım ve kül tablasına bıraktığım sigarayı yeniden dudaklarımın arasına aldım.

İlk önce görüntü bembeyaz bir tuvaletin tavanını gösteriyordu, ardından yavaşça indiğinde dudaklarımın arasındaki sigarayla donakaldım ve çantamdaki telefon yeniden çalmaya başladı.

Videodaki kişi bendim, dört sene önce öldürdüğüm hâkimleydim ve birazdan onun beynini tek kurşun darbesiyle dağıtacaktım. Bu görüntüleri aklımdan silmek imkânsızdı fakat anbean hareketlerimi izlerken karşımdaki kişi ben değildim sanki, oldukça donuktum.

Bir nefes, iki nefes ve son nefes. Kurşun adamın beynini dağıttı ve bedeni yere yığıldı.

Sigara dudaklarımın arasından yere düştüğünde halının üzerinde yavaşça delik açmaya başladı ama videodan gözlerimi ayıramıyordum.

Sakin adımlarım, aynadaki aksim ve ellerimdeki kandan kurtuluşum. Çenemi havaya kaldırışım, saçlarımı arkaya atışım. Dudaklarımdaki ruju tazeleyişim ve yüzüme yapmacık bir gülümseme maskesini yerleştirişim. Eftalya Atalar'ın babasını yargılayan hâkimi öldürüşünün görüntüleri.

Video durdu, bakışlarım yeniden mendile döndü ve onu elime alırken titrediğimi fark ettim. Kalbimin üzerine büyük bir ateş düşmüştü, korkunun ateşi. Mendili elimde çevirirken o simgeyle yeniden yüzleştim.

BL

O adamdı. Bugün benimle konuşan o adamdı, o mahkûmdu bana bu mendili veren ve oradaydı. Nasıl unuturdum? Halbuki ne kadar da önemli bir andı benim için. Nedeni çok açıktı aslında. O gün hakkında bir daha konuşmamış, tamamen hafızalardan silmek istemiştik.

Bir an bile düşünmeden kutudaki beyaz zarfı elime aldım ve çevirdiğimde kırmızı mühürle üzerindeki BL damgasını gördüm. Zarfı yırtar gibi açtığımda yere düştü ve içinden beyaz bir kâğıt çıktı.

Dörde katlanmış kâğıdı hızla açtığımda düzgün bir el yazısıyla karşılaştım. Ellerim titremeye başladı, o hâkimi öldürdüğümde bile böylesine korkuyla titrememişlerdi.

Okuyacağım satırların asıl benim mahkûmiyetimin başlangıcı olacağının bilincine ise o an vardım.

Sevgili Avukat,

Bu mektubu tam olarak nerede okuduğunu bilmiyorum ama gönderdiğim hediyenin sana ulaştığını umuyorum. Bu sana ilk hediyem, özensiz olduysa affola, mahkûmiyet altında sana karşı en fazla bu kadar kibar olabiliyorum. Bir gün gökyüzüne yeniden temas ettiğimde sana daha güzel bir hediye paketi vereceğimden emin olabilirsin. Daha gerçekçi ve daha içten.

Bu kısa mektubu gülümseyerek yazıyorum çünkü kutuyu açtığını varsayıyorum ama merak etme, birazdan başka bir hediye daha gelecek. Üzgün yüzünde gülümseme oluşturacak başka bir hediye.

Seni hiçbir şeye zorunlu tutmadığımı, sadece bu tek taraflı mahkûmiyetten sıkıldığımı ve seni de benim mahkûmum yapmak için böyle bir çaba içinde olduğumu bilmeni isterim.

Üç gün.

Üç gün içinde görüşeceğimizi umuyorum, şayet görüşmezsek üç gün sonra seni yanımda görmekten de mutluluk duyacağımı bilmeni isterim, bunun çok kolay gerçekleşeceğini kutuyu açtıysan zaten anlayacaksın.

Bu bir tehdit değil Sevgili Avukat.

Bu, Krallık’ın yanında gibi görünen senin bana uzanmak zorunda kalan yardım elin. Büyük bir heyecanla, elimi uzatmış bir şekilde seni bekliyorum.

Unutma, mahkûmiyet hiçbir zaman tek taraflı olmaz.

Özgürlüğümüze,

BL

Elim boynuma doğru gittiğinde kapı çaldı ve hızlı adım sesleri duydum. Gözlerim kapıya kaydığında nefesimi tutmuştum, kalbim hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Ne kadar süre o kapıyla bakıştığımı bilmiyordum ama boğulacağımı hissettiğimde derin bir nefes alıp koşar adımlarla kapıya ulaştım.

Bir saniye, iki saniye, üç saniye.

Kapıyı açtığımda kimseyle karşılaşmadım ama yerde bir çiçek duruyordu. Beyaz bir orkide. Bir çiçeği kurumuş, diğer çiçekleri canlı. Eğilip üzerindeki notu açtığımda başka bir mektupla karşılaştım.

Bu bir savaş değil, barış çiçeği. Bahsettiğin serana güzel bir orkide gönderiyorum iyileştirmen için. Çiçek yetiştirmek kolaydır Sevgili Avukat fakat bir çiçeğin hayatını kurtarmak çok zordur. Bunu başarabileceğine inanıyorum. Farz et ki bu çiçek bizim dünyamız. Sen olmazsan o çiçek iyileşmez.

Merak ettiğin ama bir türlü sormadığın adımı bu şekilde söylemek de daha doğru geldi.

Ben Tugay Demir Çeviker.

BL örgütünün lideri ve kurucusuyum.

Senin için ise sadece kurtarmak zorunda olduğun bir mahkûmum.

Şimdilik.

Ve bugün kalbimin üzerine ilk defa kar yağmıyordu, nedenini ise artık biliyordum.