logo

42. YILDIZLAR

Views 432 Comments 7

Bir gün sonra…

Kâbuslarla dolu bir gecenin ardından gözlerimi açtığımda pencereden vuran gün ışığı gözlerimi alıyordu ve saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum. Dün her şey son bulduktan sonra vurulan iğnelerden olsa gerek uykuya dalmam hiç de zor olmamıştı çünkü biliyordum, yaşanılanlardan sonra uyuyabilmem çok zor olurdu. Fakat uyusam bile kâbuslar yakamı bırakmamıştı.

Bir kâbusumda bombaların ortasında kalıyorum, başka bir kâbusumda alnıma bir silah dayanıyordu, en kötü kabuslarımdan birisinde gözlerimin önünde Tugay’ın kan kaybından öldüğünü görmüştüm. Bu en son gördüğüm kâbusum olacak ki gözlerimi açmıştım ama artık geri uyumam imkânsız gibi görünüyordu.

Bakışlarımı yavaşça yan tarafıma doğru çevirdiğimde boşlukla karşılaştım ama zaten Tugay’ın benimle beraber olmadığını hissedebilecek kadar kendimi uykuya teslim etmemiştim. Defalarca odaya girmişti, hatta başkalarının da girdiğini hissetmiştim fakat hiç uyumamıştı, bunu anlamak zor değildi.

Yatakta yavaşça doğrulduğumda üzerimdeki Tugay’a ait olan siyah tişörtü yukarıya doğru sıyırdım ve karnımdaki sargıya baktım. Elimle yavaşça bastırdığımda dün kadar sızı yoktu fakat acısının taze olduğu çok belliydi.

Gözlerim yavaşça banyonun olduğu tarafa doğru kaydığında bacaklarımı yataktan aşağıya doğru kaydırdım ve küçük adımlarla banyodan içeriye girdim. Vücudumun her yeri ağrıyordu, uyuduğumdan ötürü olmalıydı. Artık uyumak istemiyordum çünkü uyumak, dünyayla bütün bağlantımızı kesmek demekti ve ben şu an dışarıdaki dünyadan bihaberdim.

Musluğu açtığımda ve yüzüme soğuk su çarptığımda iyi geldiğini hissedebiliyordum. Bunu defalarca yaptıktan sonra ensemi de ıslattım ve diş fırçasına uzanırken gözlerim aynadaki aksimle yüzleşti.

Saçlarım dağılmıştı, gözlerim şişmişti ve yüzümde renk yoktu. Birkaç kez serumun değiştirildiğini hatırlıyordum ama mideme besin girmediği için olsa gerek sanki vücudumdaki bütün kan çekilmişti. Hayır, yaşadıklarımıza bağlamayacaktım, buna hakkım yoktu.

Dişlerimi fırçalarken gözlerimin altındaki mor halkaları ve beyaz lekelerimi inceledim. Sol yanağımdaki lekenin genişlediğini görebiliyordum, kaşıma doğru tırmanmış ve bir taraf da yavaş yavaş beyazlamıştı. Boynumdaki lekeler ve göğüs kafesim, tenimin rengini göstermeyecek kadar fazlaydı. Saçlarımdaki beyaz tutamlar da artmıştı, belki de yaşlanıyorum diyerek kendi içimde aptalca bir şaka yaptım fakat bu şakaya kendim bile gülme zahmetine girmedim.

Artık güzellikle bir alıp veremediğim yoktu çünkü aynadaki kadının güzelliğinden ziyade, yaşadıklarıyla ilgilenmeye başlamıştım. Lekeler çoğalıyor muydu, bunun artık bir önemi yoktu çünkü o lekelerle de barışmayı kendime öğretmeliydim. Dünyanın en güzel kadını da bir savaş meydanının ortasında ölebilirdi, bunu da çok iyi biliyordum.

Aynaya doğru yaklaştım ve kendi tenime dokunmak yerine aynadaki göğüs kafesime dokundum. “Burada başladı,” dedim aynaya doğru ve parmağım yukarıya doğru tırmandı. “Sonra devam etti.” Gülümsemeye çalıştım, parmağım yanağıma uzandı. “Çok beter bir hal aldı,” işaretparmağım alnımdan saçlarıma uzandı, “ve korkunç bir insana dönüştün Eftalya Atalar. Hayır kastettiğim yüzün değil, ruhun.” Parmağımı aynadan çektiğimde doğruldum ve başımı aşağı yukarı salladım. “Çünkü hayatın seni korkunç bir insan olmaya zorladı, öğren bunu.”

O esnada odanın kapısı yavaşça açıldığında irkilerek geriye doğru adımladım. Az önce kendimle konuşuyordum.

“Eftal,” dedi Sinan. “Uyuyor musun? Gireyim mi?”

Gözlerim kocaman açıldığında onun da odaya defalarca girdiğini fark etmiştim fakat gözlerimi açamadığım için iki kelime bile konuşamamıştım. “Sinan,” dedim banyodan, ardından kapıya tutunarak oradan çıktım. Sinan, kapının aralığından kafasını uzatmış, müsait olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. “Gel lütfen.”

Sinan içeriye girdiğinde ben de banyodan çıktım. Bakışları yüzümde gezindiğinde gülümsemeye çalıştım. Sinan iyi görünüyordu, en azından her zaman bildiğim o Sinan’dı, onun zarar görmediğini bilmek içimi rahatlatıyordu.

“Eftal,” dedi Sinan yutkunarak. “Neden kalktın?”

Hiçbir şey söylemeden, cevap vermeden uzanıp onu kendime çektim ve sarıldım. Dün Tugay için kurduğum bütün cümleler artık benim için de geçerliydi. “Nasılsın?” diye sordum. “Başına hiçbir şey gelmedi değil mi?”

“Ben iyiyim,” dedi eliyle sırtımı ovalarken. “Sen nasılsın asıl? Defalarca odaya girdim ama uyuyordun, ilaçlar uyutuyor olmalı. Aslında şu an uyanman da sağlıksız, gel sana yatağa kadar yardım edeyim.”

“Sinan,” dedim gözlerimi devirip geriye doğru çekilirken. “Artık daha fazla uyumayacağım, beni yatağa yatırıp durmayın.” Ellerimle yüzümü ovuşturdum ve saçlarımı geriye doğru attım. Yeniden göz göze geldiğimizde konuşmadığımız birçok şey olduğu aşikârdı ama nereden başlamam gerektiğini bile bilmiyordum. Ufuk’tan mı? Meryem’den mi? Defne’den mi? Giray ve Nida’nın gidişinden mi?

Bütün bunlar yerine, “Gerçekten nasılsın?” diye sordum elimle kolunu ovuşturarak. “Uyuyabiliyor musun?”

Sinan dürüstçe omzunu kaldırıp indirirken, “Pek değil,” dedi kısık bir sesle. “Sürekli kâbuslar görüyorum, bu yüzden uyumamak benim için çok daha iyi bir seçenek.” Dudaklarını birbirine bastırdı. “Ama en azından yaralanmadım.” Bana karşı olan korkusunu hissettim. “Eftal,” dedi başını iki yana sallayarak. “Beni çok korkuttun, sana bir şey olursa eğer…” Yutkundu ve sonrasında hızlıca devam etti. “Kendimi hiçbir zaman affetmem, bunu biliyorsun değil mi? Çünkü sen benim,” büyük bir nefes verdi, “bu hayattaki en değerli varlıklarımdan bir tanesisin.”

“Kontrolsüz davrandığımın farkındayım,” dedim kendime öfkelenerek. “O an istediği benim ona saldırmamdı ve ben de bunu…”

“Kastettiğim bu değil, senin yerinde kim olsa aynı şeyi yapardı.”

“Kastettiğin nedir?”

“Gözü karalığından söz ediyorum.” Kaşlarını çattı ve kollarını önünde bağladı. “Tek başına siper olamazsın, tek başına savaşamazsın ve tek başına direnemezsin de. Öldürmek mi istiyorsun, ben buradayım; ölmek için adım mı atacaksın, hemen önünde duracağımı da biliyorsun.”

Çaresizlikle ona baktığımda aslında Sinan’ın da Giray’dan bir farkı olmadığını görebiliyordum. Benim yüzümden düştüğü bu çukurda o da canıyla cebelleşiyordu. Belki bütün bunlardan önce Giray kadar neşeli bir hayatı yoktu ama savaştığı sadece bize silah doğrultanlardı, şimdi ülkenin yarısıyla karşı karşıyaydı. “Beni boş verelim mi?” diye sordum başımı omzuma yatırarak. “Asıl ben sana bir şey soracağım.”

“Nedir?”

“Gitmek ister misin?”

Sinan afallayarak bana baktı ve yüzünü buruşturarak, “Ne?” diye sordu. “Nereye?”

Ne dediğimi anlamayacak kadar gitmeyi aklından geçirmemişti. “Buradan,” dedim açıkça. “İşler çok daha kötüye gidiyor, bunu görebiliyoruz ve bu yola çıkmanın en büyük nedeni benim, biliyorum. Eğer gitmek istersen…”

“Ne saçmalıyorsun Eftalya?” Cümlelerimi bıçak gibi yarıda kesti. “Az önce söylediklerimi kulakların duymadı mı?”

“Duydu,” dedim ellerimi kaldırarak. “Ama sen kendi isteğinle bütün bunların içine girmedin, benim yüzümden girdin ve şimdi hem seni korumak hem de hayatına daha güzel bir şekilde devam etmen için bu tercihi sana sunmam gerekiyor.” Başımı art arda iki yana salladım. “Gitmeyi istersen eğer senin için birçok…”

“Hâlâ devam ediyorsun,” dedi Sinan öfkeyle. “Çekinmeden kalbimi kırmaya devam ediyorsun.”

Duraksadım ve sonrasında, “Kalp kırmak mı?” diye sordum.

“Evet,” dedi alayla gülüp. “Nasıl olur da bütün bunların ortasında seni bırakıp gidebileceğimi düşünürsün? Seninle büyüdüm, seninle ilerledim, seninle öğrendim ve gerekirse senin için ölürüm de. Ben senin için öylesine bir koruma mıyım Eftalya?”

“Bunun böyle olmadığını biliyorsun,” dedim söylediklerimden çoktan pişman olarak. “Kalbinin kırılabileceğini düşünmedim, sadece bu tercih hakkının da olduğunu söylemeliydim. Eğer söylemeseydim sonrasında pişman olabilirdim.”

“O halde bir daha bu cümleleri sakın bana tekrar edeyim deme.” Sinan’ı uzun zaman sonra ilk kez bu kadar öfkeli görüyordum. “Ben son ana kadar, iyi ya da kötü fark etmez,” elini kaldırıp ikimizi gösterdi, “buradayım ve seninleyim. Çünkü sen benim,” gözlerini kıstı, “ailemsin, Eftalya. Ne zaman biz birbirimizi yarı yolda bıraktık?”

Gülümseyerek ona baktığımda, “Ben,” dedim düşünceli bir sesle. “Giray’ın gidişine hak veriyorum ve senin de bir yolun olmalı diye düşünmüştüm.”

Sinan bir kez daha afalladığında bu kez gerçekten anlamıyor gibiydi. “Kimin gidişi dedin sen?”

O an bilmediğini fark ettim ve gözlerim kocaman oldu. “Bilmiyorsun.”

“Neyi?”

Yutkunduğumda bunu söylemenin bana düşmediğini fark etmiştim ama çoktan geç kalmıştım. Bakışlarım kapıya döndüğünde kısık ve acı bir sesle, “Giray,” dedim. “Nida’yı alıp gitti.”

Dudakları şaşkınlıkla aralandığında neredeyse bir dakika boyunca yüzüme baktı. “Gitmez,” dedi onu çok yakından tanıyan bir dost gibi. “O, Tugay’ı bırakamaz.”

“Aslında konu biraz da Nida’yla alakalı.” Yaşananlar yeniden gözlerimin önünden geçti. “Giray’a hak vermediğimi söyleyemem Sinan, o gitti.” Hâlâ inanamıyordu. Gözleri benim üzerimden ayrıldığında bakışları arkamdaki duvara odaklandı ve kendi kendine bir şeyler mırıldandı. “Anlamadım,” dedim başımı çevirerek.

“Bilmiyorum,” dedi daha çok kendisiyle konuşuyormuş gibi. “Tam şu an gidişi…” Kelimelerini seçmeye çalışıyordu. “Kendimi Tugay’ın yerine koyduğumda sağ elimi de kaybetmiş gibi hissediyorum, hem de fiziksel acıdan daha ağır bir acıyla.”

“O da hak veriyor.”

“Hak veriyor olması yarım kalmadığı anlamına gelmez,” dedi. Giray’a öfkelendiğini fark ettim. “Nida’nın korunması gerekiyorsa onu korumanın bir yolunu bulabilirdik eğer birisi yanında gidecekse…” Kendi kendine düşündü. “Bilmiyorum, bir çaresi bulunabilirdi ama Giray’ın gidişi…”

“Aslında büyük bir kavga ettiler,” dedim dayanamayarak. “Giray, Tugay’ın her şeyden vazgeçmesi gerektiğini söyledi, hatta vazgeçeceğinden son derece emindi.”

“Ve Tugay devam etmek istedi, değil mi?”

“Bu karar ikimize aitti.”

“Nasıl yani?”

Sinan’ın sorusuna cevap vermek yerine onu işaret ettim. “Sen olsan vazgeçer miydin?”

Bakışlarını aynalı tavana doğru çevirdi ve düşünceli bir sesle, “Çok zor bir soru,” dedi nefesini verirken. “Bir tarafta uğruna senelerimi verdiğim bir savaş var, o yolun sonuna gelmişim neredeyse ama bir tarafta da sevdiğim kişiler, onların canlarının tehlikesi sözkonusu. Bu kadar da değil, kendi canım da sözkonusu, belki de hayallerim, umutlarım…” Ellerini yüzüne yerleştirdi. “Çok zor bir soru.” Bakışları yeniden bana döndü. “Ama görüyorum ki senin için o kadar da zor olmamış.”

“Aylar önce olsaydı, çoktan vazgeçmiştim,” diye dürüstçe itiraf ettim. “Fakat şimdi hayattaki kıymetlerini kaybetmiş bir kadından daha fazlası değilim. Eğer savaşmazsam, kendi içimdeki o savaş beni zaten öldürürdü, Sinan. Ben asla vazgeçmeyeceğim.”

Gözlerimin içine bakarken, “Eftal,” dedi endişeyle. “Umarım bu kararından hiç pişman olmazsın.”

Hiçbir şey söylemedim ve konuyu değiştirmek için, “Diğerleri ne yapıyor?” diye sordum.

“Birazdan toplantı yapılacak,” dedi Sinan aşağıyı göstererek. “Tugay herkesi topladı, aşağıda bekliyorlar.”

“Öyle mi?” dedim kaşlarımı kaldırarak. “Üzerimi değiştirip geliyorum.”

“Bence biraz daha dinlenmelisin.” Gözlerimi devirdiğimde onu dinlemeyeceğimi çok iyi biliyordu. “Pekâlâ,” dedi ellerini kaldırarak. “Örgüt lideri sensin, emirler senden geliyor, komutanım.” Asker selamı verdiğinde kendimi tutamayıp güldüm ve omzuna hafifçe vurdum, o da bana karşılık verdi. “Havalısın Eftalya Atalar,” dedi geriye doğru adımlar atarken. “Çok havalısın, bunu bil.”

“Çık dışarı,” dedim gülüşümün arasından. “Benimle uğraşmayı bırak.” Halbuki beni güldürmeye çalıştığının da farkındaydım.

Sinan da gülümsedi ve odadan dışarıyı çıktı. Bir an bile zaman kaybetmeden giysi dolabını açıp üzerime rastgele kalın, siyah bir kazak, altıma ise siyah pantolonumu giydim. Çıplak ayaklarımı umursamadan banyoya yöneldim ve saçlarımı taradım. Artık yaralansam bile yıkılmış gibi görünmek istemiyordum ve bu yönümün de gitgide Tugay’a benzediğini fark ediyordum.

Odadan çıktığımda bulunduğum koridorun bomboş olduğunu fark ettim. Merdivenlere doğru yöneldiğimde ise aşağıdan gelen televizyonun sesini ve insanların mırıldanışlarını duyabiliyordum. Her basamaktan bir adım daha attığımda sesler gitgide yaklaşıyordu, Marco’nun baskın sesini duyamamak imkânsızdı.

Derin bir nefes aldım ve büyük salondan içeriye girdiğimde Marco ve Sinan hariç diğerleri yavaşça bulundukları konumdan doğruldular. Gamze, Javier, Red ve Lena salondaki masadalarda, koltuklarda ise BL Örgütünden ve Ölüm Timi’nden adını pek de bilmediğim insanlar oturuyorlardı.

Ben göründüğüm anda odanın içinde sanki benim hakkımda konuşuyorlarmış gibi sessizlik oluştu. Ya da bana öyle geliyordu, bilmiyordum. Tamamen aklımı kaçırmama çok az kalmıştı, bunu anlayabilmek zor değildi.

Sözü ilk devralan elbette ki Marco oldu. “Avukat,” dedi meraklı bir sesle, omzunun üzerinden bana bakarken. “Nasılsın? Daha fazla dinlenmen gerekiyor diye biliyordum.”

“Sıkıldım,” dedim ağız ucuyla ve en baştaki sandalyenin hemen yanındaki boş sandalyeye doğru ilerledim. “Bana kalsa uyumazdım ama ilaçlar uyutup duruyor.” Sandalyeye oturduğumda hepsi bana öyle bir bakıyordu ki sanki ne diyeceklerini bilemiyor ya da çekiniyor gibilerdi, anlayamıyordum. “Neden bana öyle bakıyorsunuz?” Bakışlarım Gamze’ye döndüğünde dudaklarını ıslatıp omzunu kaldırıp indirdi. Koltuklarda oturanlara başımı çevirdiğimde gözlerini kaçırdılar. “Bir şey mi oldu?”

“Bir şey mi oldu?” diyerek beni tekrar etti Marco. “Sanırım olan şeyler sana yetmedi, Avukat.”

“Ama bakışlarınız bir tuhaf,” dedim saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken. Fakat tam o anda, yüzümdeki lekelerin gitgide arttığını hatırladım, saçlarımdakilerin de öyle. Kendimi tutamayıp gülümsediğimde başımı iki yana salladım ve masadaki boş bardağa sürahiden su doldurmak için uzandım. Benden önce Sinan suyumu doldurduğunda yapma dermiş gibi bir bakış attım. “Anlıyorum,” dedim bardaktan bir yudum su içtikten sonra kendi kendime.

Marco oturduğu sandalyeyi yavaşça bana doğru çekip duruşunu düzeltti. Üzerinde Ölüm Timi’ne ait üniforması duruyordu, isimliğiyle beraber. Aynı üniformanın bütün Ölüm Timi’nde olduğunu fark ettiğimde örgüttekiler de simsiyah kıyafetlerini giymişlerdi. “Nasılsın?” diye sordu Marco öne doğru eğilip sadece ikimizin arasında kalacakmış gibi.

“İyiyim,” dedim sakince. “Ama bana biraz daha hassas bir bebekmişim gibi yaklaşırsanız iyi olmayacağım.”

Marco gülümsedi ve parmağını şaklattı. “BL Örgüt kuralı, madde bir, Sevgili Avukat’a bir bebek gibi davran.”

Ben de gülümsediğimde yavaşça omzuna yumruk attım. “Sen nasılsın? Çok kaybımız var mı?”

Marco’nun yüzü ciddileşti. “Sekiz tane adamımı kaybettim, örgüt ise beş adamını kaybetti. Hepsi de iyi adamlardı.”

“İçinde tanıdıklarım var mı?”

Gamze masanın üzerine oturup bacaklarını sandalyeye uzattı. “Maalesef Omar’ı kaybettik.”

“Ya,” dedim üzgün bir sesle. Tek diyebildiğim buydu çünkü daha fazla kayıp vereceğimizin bilincindeydim.

“Sırtından vurularak öldü, onu öldüren kişi de Ufuk’tu.” Sinan’ın sesindeki öfke öyle ağırdı ki bizim öfkelenmemize bile fırsat vermeyecekmiş gibiydi.

“Umarım bir mezarı olmuştur,” dedim Marco’ya bakarak.

Marco gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi. “Maalesef onu orada bırakmak zorunda kaldık, hatta birçok adamımız da orada kaldı.” Marco’nun da doğru düzgün uyumadığı kızaran gözlerinden açıkça okunuyordu. “O şerefsiz bizim hakkımızda o kadar çok şey biliyor ki.” Dişlerini sıktı ve Gamze’ye baktı. “Onunla aran iyiydi, değil mi?”

Gamze sert bir şekilde Marco’nun yüzüne baktıktan sonra, “Ne kastediyorsun?” diye sordu. “Ona Ölüm Timi’nin sırlarını verdiğimi mi ima ediyorsun?”

“Hiçbir şey ima etmiyorum, sadece o sikik herifin BL Örgütünde olduğunu, en çok bu örgüttekilerin onu tanıdığını ve nasıl oluyor da hiçbir şekilde şüphelenmediklerini anlamaya çalışıyorum.” Bunların konuşulacağını biliyordum, hatta Marco’nun bu görevi üstleneceğinden de emindim ama direkt hedef aldığı insanlar örgüttekilerdi. “Giray nerede?” dedi en sonunda. “Madem Avukat burada ve iyi, madem bir toplantı yapılacak, en önemli sorular ona sorulmalı çünkü o herif, bu örgüte Giray yüzünden girdi.”

Gamze aşağılayarak Marco’ya baktı. “BL Örgütünde olmasına rağmen senin çok büyük bir sırrını biliyor gibiydi, Marco. Sence örgütteki birisi mi anlattı bunu yoksa X mi? Senin fikrin nedir?”

“Asıl sen ne kastediyorsun?” dedi Marco ellerini iki yana açarak. “Benim sırrımı…” Duraksadı ve gözlerini Gamze’nin üzerinden çekti. “Giray nerede?”

Sinan’la bakışlarımız kesişti, Marco da Giray’ın gittiğini bilmiyordu, büyük ihtimal Tugay söyleyecekti, bu yüzden bu görevi üstlenmek istemiyordum.

“Defne nerede?” diye sordum karşılık olarak.

“Gizli odada tutuluyor,” dedi Marco. “Ve alnına silah dayayıp beynini dağıtmamak için beni durduran tek şey, maalesef ki yine ve yine Giray.” Ellerini sertçe masaya koydu ve bana doğru eğildi. “Avukat, bir hain örgütün içinde nefes alıyor, her şeyimizi biliyor, günlerce, hatta aylarca bizimle yaşıyor, yetmiyor Meryem’i…” Bakışlarımdaki ifade değişmiş olacak ki konuyu hızlıca kapattı, biraz daha eğildiğinde sadece benim duyabileceğim şekilde fısıldadı. “Nasıl oluyor da benim çocukluk sırrımı bilebiliyor?” dedi dişlerini sıkarak. “Bunu bilen tek kişi Adnan Atalar’dı.”

“Ne?” dedim bozguna uğrayarak.

Gözlerini kapattı ve geri açtığında, “Benimle gel,” dedi ayağa kalkıp. Sözünü dinleyip ayağa kalktığımda beni odanın en köşesine, alkol dolabının olduğu tarafa doğru götürdü. Viski şişesini eline aldığında bardağa yavaşça doldurdu ve bunu yaparken kaşları çatık, duruşu ise dikti. “Sana ikram etmiyorum çünkü hastasın.”

“Hasta değilim.”

“Yaralısın.”

“Teknik olarak.”

“Her anlamda yaralısın.”

“Marco,” dedim sinirle. “Yapma şunu.”

“Neyi?” Omzunu duvara yasladı ve viskisinden birkaç yudum aldı. “Bir şeyler yokmuş gibi davranacak değiliz, Avukat. Hastasın ve yaralısın, dinlenmen gerekiyor, çok yorgun görünüyorsun ama sen hâlâ o çeneni kaldırıp burada bize katılma çabası içerisindesin. Baban yaşıyor olsaydı seni odaya kilitlerdi.”

Yüzümü buruşturdum. “Benim babam hiç öyle bir adam olmadı.” Kollarımı önümde bağladım. “Sen benimle uğraşmak mı istiyorsun?”

Marco başını iki yana salladıktan sonra, “Sadece nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum ama inatçılığından hiçbir şey kaybetmemişsin,” diye mırıldandı. “Hani ölmeden önce bir ışık görürsün ya, onu da mı görmedin? Çünkü biz senin ölebileceğini düşündük.”

Gülüp gülmemek arasında kaldığımda, “Sen benimle dalga mı geçiyorsun şu an?” diye sordum.

“Sayılır,” dedi, büyük bir nefes verdi ve odanın üzerinde gözlerini gezdirdi. Herkese tek tek bakıp, “BL Örgütüne neden dahil olduğumu biliyor musun?” diye sordu.

“Aslında sadece eğlenmek istediğini düşünmüştüm,” dedim ucu açık bir yanıt vererek.

Marco, gözlerini devirip viskisinden birkaç yudum daha aldı. “Eğlenmek için seçtiğim yollar, sonu cehenneme çıkan yollar olmaz, Eftalya Atalar ve ben en başından büyük bir yangın çıkacağını zaten biliyordum.”

“O halde?” dedim merakla. “Tugay için mi?”

“Hayır, ona âşık olan ben değilim.”

“Giray?”

“Benim yanımda onun adını anma, tüylerim diken diken oluyor.”

Gözlerimi devirdim. “O halde?” dedim bir kez daha. “Krallık’a olan öfken desem, Krallık’ın senin umurunda olmadığını çok iyi biliyorum.”

“Krallık’tan nefret ediyorum,” dedi Marco dürüstçe. “Ama onları devirmek için canımdan vazgeçmem.”

“Of Marco, bulmaca mı çözüyoruz?”

“Heyecanlı ama değil mi?” Sırıttığında keyiften uzaktı ama ne yaşarsa yaşasın rahat kişiliğinden ödün vermemeye dikkat ediyordu. Acaba kendi içinde neler yaşıyordu? “Aslında bu kadar çetrefilli düşünmene gerek yoktu, tek bir yanıtı var ve bu yanıt çok açık bir yanıt.”

“Nedir o?” dedim bıkkın bir sesle.

“Sensin.” Bir anlık duraksadım ve tek kaşımı havaya kaldırdım. “Ölüm Timi’ni bu savaşa dahil ettim çünkü sen dahil oldun, bundan emin olduğum gün ne zamandı biliyor musun? Bir hastane odasında beş dakika da olsa Tugay’la vakit geçirmek için bana yalvardığın gün. Senin o gün, çoktan teslim olduğunu anladım ve benim de Ölüm Timi’ni bu savaşa dahil etmekten başka çarem kalmamıştı.”

Ne diyeceğimi bilemediğimde kavuşturduğum kollarımı yavaşça açarak, “Babam Ölüm Timi’ni sana bırakırken böyle bir şart mı koydu?” diye sordum. “Yani zorunluluktan mı yaptın?”

Marco yine alayla güldü. “Bana zorunluluktan hiç kimse hiçbir şey yaptıramaz, Avukat ve hayır, baban hiçbir zaman böyle bir şart koymadı. Çünkü şart koymasına gerek bile yoktu.” Bana doğru yaklaştı. “Ölüm Timi bizzat senin için, sizin için kuruldu. Bir gün ölme diye.”

Gidişler artık o kadar çok korkutmaya başlamıştı ki Marco’nun bu konuşmayı sanki gitmek istediği için yaptığını düşünmeye başlamıştım. “Bu da bir çeşit zorunluluk değil mi? Ölüm Timi’ni bana vermek istediğinde de babam için bunu göze almıştın.”

“Avukat, Avukat, Avukat,” dedi Marco başını iki yana sallayarak. “Çok akıllısın ama hayatın boyunca kendine o kadar değer vermemişsin ki insanların da sana verdiği değeri görememişsin, babanın bile.” Haklıydı ve haklılığı can yakıcıydı. “Fakat eğer bilmek istersen bütün bunlara rağmen dahil etmek istemesem zaten etmezdim. En azından ben bu kadar dahil olmazdım.”

“Ne demeye çalışıyorsun?”

“Dahil oldum, Ölüm Timi dahil oldu çünkü yaşamanı istiyorum.” O kadar keskin bir sesle söyledi ki bir emir gibiydi. “Çünkü senin baban, ben küçükken beni yaşattı. Ona olan can borcumun karşılığı sensin.”

Babamla aralarındaki o ince bağı az çok görebiliyordum fakat Marco anlatmadan ona bunu sormak istememiştim. “Nasıl bir yaşatmaktan söz ediyorsun?”

“Her şeyden vazgeçmiş bir çocuğu alıp büyüttü, o büyüttüğü çocuk hiçbir zaman onun kadar merhametli olmadı ama vefa ne demek çok iyi öğrendim.” Viskisindeki son yudumunu içti. “Ben küçükken çok fakirdik ve bir gecekonduda yaşıyorduk. Babam, biz adımızı bile söyleyemezken terk edip gitmiş, nerede olduğunu bir süre bilemedim, onu bulduğumda ise bir idam sehpasındaydı. Beni son gördüğünde gözlerinde sevgi vardı ama bizi neden bırakıp gittiğini hiç anlamadım. Annem o gittikten sonra bizi büyütmeye çalıştı, her işi yapıyordu.” Kelimenin üzerine bastırdı. “Her işi.” O kadar dikkatli bir şekilde beni inceliyordu ki sanki yaptığım her hareket onu anlatmaktan vazgeçirecekmiş gibiydi, bu yüzden olabildiğince ifadesiz kalmaya devam ediyordum. “Sonra bir gün, yaşadığımız mahalledeki insanlar anneme olan nefretleriyle bulunduğumuz evi yaktılar. Zaten minicik, iki odası olan bir gecekonduydu, hiçbir zaman ısınmazdı bile ama o gün cayır cayır yandı, biz ise uyuyorduk.” Sessizleşti ve bakışlarını benden ayırıp yere doğru baktı. “O gün annemle ben yangından sağ kurtulduk ama küçük kardeşim Javier, öldü.” Kaşlarım çatıldı, neyse ki bana bakmıyordu. “Evimiz yoktu, mahalledeki insanlar bizi istemiyordu, kimse bizimle muhatap olmuyordu. O gün annem elimi tutup sadece yürüdü ve en sonunda açlıktan neredeyse bayılacak duruma geldiğimizde bir ağacın dibine oturdu.” Bakışlarını yerden kaldırdı ve bana baktı. “O bir mandalina ağacıydı ve iki gün boyunca sadece o mandalinalarla beslendik.”

“Marco,” dedim kendimi tutamayarak. “Bu yüzden mi…”

“Küçüklüğümden beri alışkanlığımdır, mandalinalar bana daima annemi hatırlatır.”

“Artık bana da anneni anımsatacak.”

Marco gülümsedi. “Hikâyenin devamında mutluluk bekleme çünkü bir mutluluk yok.” Bardağına ikinci viskisini doldurdu. “İkinci günün sonunda annem beni dizlerine yatırdı ve ilk kez bir şarkı mırıldanarak beni uyuttu, ninni gibiydi. Belki de hayatımda aldığım en güzel uykuydu fakat gözlerimi açtığımda ne annem vardı ne o güzel ses ne de annemin şefkatli elleri.” Yutkunduğumda ifadesiz kalmak artık çok zordu. “Annem gitmişti, karşımda ise üç tane görevli vardı. Annem beni terk etmeden önce gidip evsiz bir çocuğun şikâyetini gerçekleştirmiş ve öyle ortadan yok olmuş, ne büyük iyilik ama!”

Kendimi tutamayarak, “Çok daha iyi olmanı istediği için bunu yapmış olmalı,” dedim. “Çünkü kendisinin başka hiçbir çaresi kalmamış.”

“Her zaman çareler vardır Avukat, bir anne için ise bu çareler sonsuz sayıdadır.” Acıyla tebessüm etti. “Beni yetiştirme yurduna aldıklarında artık eskisi gibi değildim, her gün kavga ediyordum, her gün bir olay çıkarıyordum.” Çenesiyle beni işaret etti. “Ve o zamanlar senin baban o yetiştirme yurdunda müdürlük yapıyordu.” Gözlerim açıldı. “Bütün sabrıyla her seferinde beni iyi bir adam yapmaya çalıştı ama en sonunda o adam olamayacağımı fark ettiğinde beni istediğim şeylere yönlendirdi. Dövüş dersi aldım, şiddeti bu şekilde hallettik mesela. Çoğu gece yurttan kaçtığımda ve neredeyse defalarca ölümle burun buruna geldiğimde baban beni kurtarıyordu. Sabırla. Bir an bile vazgeçmeden.” Çenesini havaya kaldırdı. “Adnan Atalar’a o kadar çok şey borçluyum ki anlatsam bir defteri doldurur ama en büyük borcumun ne olduğunu da çok iyi biliyorum. O da sensin. Seni korumak ve yaşatmak. Büyüdüğümde yolumu kaybettiğim o noktada beni bulan yine babandı yoksa ben ölmüştüm.” İşaretparmağını kaldırıp bana salladı. “Bir daha gözün dönüp de ölümün kucağına atlamadan önce bu anlattıklarımı aklına getir, Avukat çünkü Adnan Atalar’dan sonra bir de senin pişmanlığını yaşayamam.”

“Bunları,” dedim son cümlelerini duymazdan gelerek. “Başka kim biliyor?”

“Sadece baban biliyor,” dedi.

“Peki ya…” Omzumun üzerinden Javier’e baktım. “O?”

“Yetiştirme yurduna henüz bebekken bırakılan biriydi, onu ben buldum. Kendisini kardeşim sandı, ben de hiçbir zaman ona bunun yalan olduğunu söylemedim, bu sırrı da bir tek baban bilir.”

“Ama sen ona bir abi gibi yaklaşıyorsun,” diye fısıldadım.

“Çünkü onu da ben büyüttüm,” dedi ciddiyetle. “Çünkü o benim sahiden de kardeşim. Bak ben birçok konuda kalpsiz bir şerefsiz olabilirim ama konu bağlar olduğu zaman gözüm hiç kimseyi görmez. Ayrıca babam bizi terk ettikten sonra maddi durumlardan dolayı annem Helen’i fazla bir boğaz olarak görmüş ve yetiştirme yurduna vermiş. Onunla da aynı yurtta büyüdük.”

Şimdi en başında Ölüm Timi’nin neden geri durduğunu ve sonrasında dahil olduğunu anlıyordum. Hatta bunu çoğu zaman Tugay da sorguluyordu, şimdi her şey cevabını bulmuştu.

“Bir şey sorabilir miyim?” dedim çekinerek. “Ama cevap vermek zorunda değilsin.”

“Sor,” dedi kaşlarını kaldırıp

“Annen,” diye mırıldandım. “Daha sonra ondan haber aldın mı?”

“Evet.” Buruk bir şekilde gözlerimin içine baktı. “Ölüm Timi mezarlığında yatıyor.”

Dudaklarım aralandığında daha fazla soru sorabilecek gibi hissetmiyordum. “En azından kavuşmuşsunuz,” diyebildim sadece.

“Onu bulduğumda kanserden ölmek üzereydi,” dedi Marco. “Konuşamıyordu bile. Sadece on gün bakabildim, on günün sonunda öldü.” Sesi titrediğinde hızlı bir şekilde bakışlarını kaçırdı ve cebinden sigarasını çıkarıp yaktı. “Her neyse, umarım bu konuşmanın amacını anlamışsındır.”

Sadece, “Anladım,” dedim ama ona bakmaya devam ettim. O ise gözlerini bana çevirmiyordu. “Anladım,” dedim yeniden. “Bu yüzden insanlara bağlanmaktan hep kaçıyorsun değil mi?”

Marco yüzünü buruşturdu. “Bu çok saçma bir tespitti.”

“Hayır, değildi,” dedim düz bir sesle. “Çünkü kaybetmekten çok korkuyorsun. Marco, sen dünyanın en cesur adamlarından birisin ama bir yanın o kadar korku dolu ki bunu aşamıyorsun.”

“Avukat ben sadece yaşıyorum ve savaşıyorum,” dedi gözlerini bana çevirirken. “Tek istediğim bunlar. Tek keyif aldığım da öyle. Senin âşık olduğun adam gibi kimseyi zaafım yapacak halim yok benim çünkü aptal bir adam hiç olmadım.”

“Javier zaafın değil mi?” Marco’nun kaşları çatıldı. “Ona bir şey olsa?”

“Ona bir şey olmasından korksaydım Ölüm Timi’nin içine yerleştirmezdim.” Bilmiş bir ifadeyle bana baktı ve sonrasında odanın içinde gözlerini gezdirdi. “Bu aptal Giray nerede?”

“Aksini inkâr etsen de bu odadaki bazı kişilere değer veriyorsun,” dedim inatla. “Resmen kendinle savaş içerisindesin, Marco. Bana yaşa derken bile babamı katıyorsun. Bu seni mahveder.”

“Özür dilerim Avukat ama akıl hocalığına ihtiyacım yok,” dedi beni duymazdan gelerek.

“Peki bana bütün bunları sadece uyarı olarak mı anlattın?”

Marco ağız ucuyla gülümsedi. “Sırrım nefes alan biriyle daha yaşasın istedim, insana bazen ağır geliyor.”

Ben de dayanamayıp gülümsediğimde gözlerimi kıstım. “Bundan sonra hiçbir mandalina teklifini geri çevirmeyeceğim.”

Bu kez keyifle güldüğünde, “Teşekkürler Adnan Atalar’ın kızı,” dedi ciddiyetten uzak bir sesle. “Bu hoşuma gider.”

Kapının önünden adım sesleri geldiğinde ikimiz de bakışlarımızı o yöne çevirdik ve ilk önce Tugay’ın gölgesini gördüm, ardından kendisi içeriye girdi. Dün gördüğüm adamdan neredeyse tamamen uzaktı. Kaşları çatıktı, duruşu dikti, adımları sağlamdı. Hatta yüzüne renk gelmiş gibi görünüyordu. Altında askeri yeşil kargo pantolonu, üzerinde ise siyah atleti vardı. Protez eli ortadaydı fakat kargo pantolonunun cebinde bıçak ya da silah taşıdığını bilecek kadar onu iyi tanıyordum.

Artık kimseye güvenmezdi.

Tugay içeriye girdiği anda Ölüm Timi’ndeki birkaç kişi ayağa kalktı ve Gamze, oturduğu masadan hızlı bir şekilde zıplayıp sandalyeye geçti. Javier dik bir duruşa geçti, Sinan ise direkt bana baktı. Çünkü aklından hâlâ Giray’ın geçtiğini çok iyi biliyorduk.

“Bu adam nasıl oluyor da hep demir kadar sert durabiliyor?” diye sordu Marco masaya doğru ilerlerken. “Hayır, üzülmüyor demiyorum, üzülüyor fakat o kadar kolay toparlanıyor ki takdir ediyorum. Sanki senin başında bekleyen o adam değil.”

Onların gördüğü Tugay Demir Çeviker’den öylesine uzaktım ki ama onların gözüyle de baktığımda nasıl bir adamla karşı karşıya kaldıklarını anlayabiliyordum. Halbuki o odadaki görüntüsü gözlerimden silinmezdi, bana yalvardığı anı istesem de kulaklarımdan silemezdim.

Tugay başıyla masadakilere selam verdiğinde gözleri odanın içinde gezindi ve masaya doğru yaklaşan bizi gördüğünde kaşları havalandı. Yüzündeki demir kadar sert ifadesi değiştiğinde masanın yanından ayrılıp bana doğru yürüdü. “Sevgili Avukat,” dedi sorgulayıcı bir ses tonuyla. “Neden yatağında değilsin?”

Marco parmaklarıyla barış işareti yapıp sandalyesine oturduğunda, “İyiyim,” dedim Tugay’ın gözlerinin içine bakarak. Hâlâ sorgulayıcı bir ifadeyle bana bakıyordu. “Gerçekten iyiyim,” dedim dürüstçe. “Uyumaktan sıkıldım ve dünyayla bağlantımı kesmek istemiyorum.” Etrafıma baktım, ona yavaşça yaklaştım. “Sen nasılsın?” diye mırıldandım kısık bir sesle.

Tugay bir cevap vermek yerine gözlerimin içine bakıp gülümsedi sanki sen varsın, dermiş gibiydi, ardından sol elimi kaldırıp avcumun içinden öptü. Beni solundaki sandalyeye götürürken herkesin bakışları üzerimizdeydi. Sandalyemi çektiğinde oturmamı bekledi, Lena’nın dudakları büyük bir şaşkınlıkla aralandığında bunu beklemediği açıktı.

Sandalyeye oturduğumda omuzlarımdan dökülen saçlarımı geriye doğru aldı ve yavaşça sol yanağımı okşayıp sandalyesinin önüne geçti. Herkes Tugay’ın ne söyleyeceğini beklerken Tugay masanın üzerindeki ilaç kutusunu gösterip, “İlaçlarını içtin mi?” diye sordu sanki bu şu an en mühim meseleymiş gibi. Marco parmaklarını burnunun kemerine götürüp başını iki yana salladığında ben de gülümsedim. “Antibiyotiğinin saatini geçirmemen gerekiyor.”

“Avukat’ın ilaçları bulunduğumuz durumdan daha mühim gibi davranıyorsun,” dedi Marco, Tugay’a imayla bakıp.

“Avukat’ım benim için her zaman, her koşulda ve her şeyden daha mühim olacaktır.” Tugay’ın Marco’ya verdiği yanıt, masadaki herkesin birbirine bakmasına neden oldu.

“Bir şeyler atıştırdıktan sonra içeceğim,” dedim inatlaşmak yerine.

Tugay bana onaylayan bir bakış gönderdi ve masaya doğru döndü. Sandalyeye oturmak yerine ayakta durduğunda ellerini masaya yasladı ve öne doğru yavaşça eğildi. Karşısındaki televizyonda haberler açıktı ve altyazıda adımız geçiyordu; o haberlerde neler söylendiğini ne kadar merak etsem de şu an bunun sırası olmadığını görebiliyordum.

Tugay derin bir nefes verdiğinde bakışlarını Marco’ya döndürdü. “Mahzenlerden kaç kişi kurtardık?”

Marco kaşlarını kaldırdı. “Tam sayısını bilmiyorum.”

“Onları güvenli alana aldık mı?”

“Evet.”

Gamze’ye doğru döndü. “Kaç çocuğu kurtardık?”

“Dört yüz altı,” dedi Gamze hızlı bir şekilde. “Yarısı kaçtı.”

Tugay başka bir nefes aldı ve gözlerini Lena’ya çevirdi. “Mahzenlerde kadın oranı mı daha fazlaydı, erkek oranı mı?”

Lena hızlı bir şekilde, “Erkek,” dedi. “Çünkü kadınları kendilerine almayı tercih ediyorlardı.”

“Öncelikle,” dedi Marco, Tugay’ın sorgusunu yarıda keserek. “Sırayla gidelim mi?” Sırtını yaslayıp kollarını önünde bağladı. “Ufuk konusunu konuşmamak için Giray kafasını kuma mı gömdü yoksa sen mi koruyorsun?”

Tugay’ın bakışları sadece bir saniyelik bana döndüğünde onlara hiçbir şey söylemediğimi fark etti. Dudaklarını birbirine bastırdı, ellerini yasladığı yerden doğruldu ve oldukça sakin bir sesle, “Giray gitti,” dedi. “Artık olmayacak.”

Herkes büyük bir şaşkınlıkla Tugay’a bakarken Gamze kendi kendine, “Ne?” diyerek tepki verdi. “Nereye gitti?”

“Gitti mi?” Javier’in ağzı kocaman açılmıştı.

Marco öyle bir hayal kırıklığıyla Tugay’a baktı ki diğerleri şaşırırken Marco sanki bunu bekliyormuş gibiydi. Bir şey söyleyecek gibi oldu ve sonrasında ağzını kapatıp gülmeye başladı. O kadar gür bir kahkaha attı ki aklını kaybetmiş gibi görünüyordu. “Gitmiş,” dedi kafasını iki yana sallayarak. “Demek gitmiş.” Gülüşü bir anda kesildi ve sert bir şekilde Tugay’a döndü. “Ve sen de gitmesine izin verdin öyle mi?”

Tugay yeniden ellerini masaya yasladığında Marco’nun gözlerinin içine bakarak tane tane, “Gitmesi gerekiyordu,” dedi. “Ve gitti.”

“Gitmedi,” dedi Marco düzelterek. “Kaçtı. Ve sen de bunun farkındasın.” Tugay’ın çenesi kasıldığında Marco da ayağa kalktı ve Tugay’la aynı duruşa geçti. “Ben götümü bombalardan kurtarmaya çalışırken senin sevgili ikizin kaçtı öyle mi?”

“Marco,” dedim kendimi tutamayarak. “Nida’yla beraber gitti, gitmesi gerekiyordu ve gitti.”

“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu Avukat?” dedi Marco sanki şaka yapmışım gibi. “Her şeyin en berbat olduğu zamanın içindeyiz, tek bir kişiyi bile kaybetmemiz çok kötüyken Giray gibi bir askerimiz çekip gidiyor.” Tugay’a yeniden baktı. “Kaçıyor. Üstelik hiçbir şeyin hesabı ona sorulmuyor bile. Ufuk’u örgüte kim soktu? Defne mi, Giray mı? Senelerdir o herif hangi belgeleri topladı? Hiç mi şüphelenmediler? Bunların cevabını bile alamadan kaçtı öyle mi?”

“Giray’ı o büyük olayın ardından gördüğümde berbat bir durumdaydı,” dedi Gamze, Marco’ya doğru. “Hepimiz Avukat’la ilgileniyorduk fakat onu dışarıda gördüğümde yanına gittim. Sırtındaki yükü tahmin bile edemezsin, Ufuk konusu onu düşündüğünden çok daha fazla yaraladı çünkü daha önce aynısını Defne’yle yaşadı. Sonuçta kurucu yokken o yönetiyordu ve yönettiği adamların böyle çıkması bir asker için çok kötü bir his. Kendisini çok suçlu hissettiği her halinden belliydi.”

Marco’nun yüzüne anlık bir hüzün çöktü ve sesinin ayarının düştüğünü fark ettim. “Yine de bunlar gitmesi için bir neden değil,” dedi kendi kendine. “Hepimiz yıkılıyoruz, yaralanıyoruz ama bir şekilde devam etmek zorundayız. Giray çok mutsuzdu, çok suçlu hissediyordu ve gitti öyle mi? Eğer bu yüzden gittiyse…”

“Benden her şeyden vazgeçmemi istedi,” dedi Tugay masaya bakarken. “Çünkü Nida’nın gözlerinin önünde bir adam öldürdüm. Neredeyse o kurşun Nida’ya denk gelecekti.”

Masada derin bir sessizlik olduğunda Marco ayağa kalktığı yerden kendisini yeniden sandalyeye bıraktı ve elleriyle yüzünü ovuşturdu. Bakışları tavanda gezerken artık bakışlarındaki hüzün silinmiyordu. Giray’ı sevdiğini çok açık bir şekilde görüyordum, aslında onu üzen sadece Giray’ın gitmesiydi, teknik hiçbir şeyle ilgilenmiyordu.

“Aranızdan birine veda etti mi?” diye sordu Marco ama gözleri hâlâ tavandaydı. Kimseden ses çıkmadı, Lena başını silik bir şekilde iki yana salladı. “Kan kaybettik,” dedi Marco ve gözlerini Tugay’a çevirdi. “Sen de böyle hissetmiyor musun? O senin her şeyindi.” Tugay yutkunduğunda Marco’nun hissettiğinin bin katını hissettiğini biliyordum ama onu az da olsa tanıyan birisi şu an burada o zaafını göstermeyeceğini çok iyi bilirdi. Marco da bunu görmüş olacak ki acılı bir şekilde gülümseyip kaşlarını kaldırdı. Bu kez o da Tugay’ı gördü. “Anlıyorum,” dedi Marco dik bir oturuşa geçerek. “O halde yola GPÇ olmadan devam edeceğiz.”

“Örgütteki herkesi iyi tanıyordu,” dedi Gamze mutsuz bir sesle. “Bence bunu kimseye söylememeliyiz çünkü dışarıdan iki kardeşin yollarını ayırması kötü görünüyor.” Tugay gözlerini kapattığında başını sağa doğru yatırdı. “Ne?” dedi onu dürten Javier’e doğru. “Birilerinin gerçekleri söylemesi gerekiyor, eğer Krallık’ın kulağına giderse bunu kullanırlar.”

“Krallık’ın kulağına gitmesi için aramızda bir hain daha olması gerekiyor Gamze,” dedi Tugay gözlerini açıp ona bakarak. “Fakat yeterince haine doyduğumuzu düşünüyorum, öyle değil mi?” Herkesin yüzüne tek tek baktı. “Değil mi?” dedi bir kez daha. Herkes kafasını salladığında Tugay da salladı. “Ve aksine Giray’ın gidişini bilerek Krallık’a duyuracağız, onlar da bunu halka haber nitelediğinde yayacaklar.” Tugay sandalyesine oturduğunda bir ayağının bileğini dizine yaslayıp sağ eliyle masada hafif bir ritim tuttu.

“Ve?” dedi Marco merakla. “Sonrasında da bir film mi çekecekler?”

Tugay dilini damağına vurup Marco’yu reddetti. “İşi lehimize çekeceğiz, onlar yolların ayrıldığını söyleyecekler ama biz yayınladığımız bildiriyle Giray’ın Krallık’ın elinde olduğunu söyleyeceğiz.” Kaşlarım havalandı, Tugay’ın eliyle yaptığı ritim hızlandı. “Ve bizi canıyla tehdit ettiklerini.” Bakışları bana döndüğünde dikkatli bir şekilde onu dinliyordum. “Halk ses kaydının ardından Krallık’a değil, bize inanacaktık çünkü kimse ikizimin beni bırakıp gideceğini düşünmez.” Son cümlesi, hem kendisini yaralamıştı hem de bizi ama o, her şeye öylesine planlı bakıyordu ki yine acısını güce dönüştürüyordu. “Halk, Krallık’a baskı yaparken biz de zaman kazanmış olacağız.”

“Kartları açık oynarken halkı yanımıza çekmek için bizi mağdur göstereceksin,” dedim söylediklerini düşünerek. “Ve aslında buna başladın da.”

“Evet,” dedi Tugay beni onaylayarak. “Önceden bu Krallık ve bizim aramızdaydı, halk sınırlı bilgilere sahipti ama artık tamamen şeffaf olacağız. Mahzendeki insanların görüntülerini her gün yayınlayacağız, sokaklarda açlıktan ölen insanları da doğurganlığı elinden alınan kadınları da çocukların nasıl kullanıldığını da. Onların bize karşı başlattığı siber savaşın karşılığını bu şekilde vereceğiz, insanları kocaman bir öfke topuna dönüştüreceğiz ve sadece BL destekleyenlerin değil, kararsız olanların bile tepki vermesini sağlayacağız.”

Tugay’ın aklından geçenleri okuyabiliyordum ve bunu görebilmek ürpermeme neden olmuştu. “Sen savaş başlatıyorsun,” dedim kısık bir sesle.

“Zaten başlayan savaşa halkı da artık ortak ediyorum,” dedi Tugay beni düzelterek. “Çünkü kralların tahtı halkın emekleriyle yapılmıştır, o tahtı kıracak olan da yine halktır. Benim o tahta attığım tekme sarsılmasına neden olur, halkın attığı tekme devrilmesine. İkisi arasında çok büyük bir fark var.”

Marco ciddiyetle, “Halkı, Krallık’ın sözünü dinlemeyecek hale getirmeye çalışıyorsun, değil mi?” diye sordu.

“Evet,” dedi Tugay. “Akşam yediden sonra dışarı çıkmak yasak fakat bir hafta sonra o halkın dışarı çıkmasını sağlayacağım. Marketlerde reçetesiz ürün almak yasak ama halkın istediği ürünü almasını sağlayacağım. Boyun eğmek yerine başkaldıracaklar, her bir darbe tek tek yayınlanacak; onların haber kanallarının önüne biz geçeceğiz. Yavaş yavaş sözlerinin dinlenmediğini fark ettiklerinde gerçek yüzlerini halka da gösterecekler ve daha keskin kurallar koyacaklar. O noktada…” Tugay gülümsedi, gülümsemesi korkutucuydu. “Halka gerekli olan her şeyi sağlamaya çalışacağız. Yemek, güvenlik, konaklama. Bunu gizli gizli değil, açıkça yapacağız. Bir yerde değil, her yerde olacağız. En sonunda da öfkelerinin en yüksek noktasında,” parmağını şaklattı, “büyük bir savaş başlatacağız. Bütün halkın sokağa dökülmesini sağlayacağız. Onlar başkaldırırken biz Krallık’ın içini temizleyeceğiz.” Masanın üzerindeki bilgisayarı açtı ve birkaç tuşa basıp ekranı bize doğru döndürdü. “Aşağıdan yukarıya gideceğiz. İlk önce milletvekilleri, ardından bakanlar, sonrasında yardımcılar ve Başkan.” Hepimiz öyle bir kilitlenmiştik ki kimseden çıt çıkmıyordu. “Ufuk denilen haini ise bana bırakacaksınız.”

Marco başını aşağı yukarı sallarken, “Sen halkın bize etten duvar örmesini sağlıyorsun,” dedi kendi kendine konuşur gibi. “Peki ya sonrasında ne olacak?”

“Sonrası?”

“Eğer herkesi yok edebilirsek sonrası ne olacak? Onu da düşündün mü?”

“Muhalefet lideriyle irtibat halindeyim,” dedi Tugay. “Düzen sağlanacaktır.”

“Kastettiğim ülke değildi,” diyen Marco çenesiyle Tugay’ı işaret etti. “Sana ne olacak? Bize ne olacak?”

Tugay çok kısa bir sessizliğin ardından, “Herkes ne yapmak istiyorsa onu yapacak,” dedi daha çok kendini telkin ediyormuş gibi. “Tek bildiğim planları devreye sokmamız gerektiği. Hem de hemen.”

Marco’nun aklı hâlâ sorduğu sorudaydı. “Kendinle alakalı planın nedir TDÇ?” Bana döndü. “Senin, Avukat?”

Tugay’la birbirimize baktığımızda Tugay bu konunun herkesin ortasında konuşulmasından rahatsız olmuştu, anlayabiliyordum. “Senin ne?” diye sordum Marco’ya.

Marco alayla güldü. “Ölmek dışında mı?” Omzunu kaldırıp indirdi. “Eğer yaşarsam sahiden de bir sahil kasabasına gidip mandalina bahçesi edinmek istiyorum. Patlıcan filan da ekerim.”

Gözlerimi devirdim. “Ciddi sormuştum.”

“Ben zaten ciddiyim.” Marco gerçekten de şaka yapmıyordu.

“Sen birilerini öldürmeden nasıl duracaksın ki?” diye sordu Javier gözlerini kısarak.

Marco cebinden mandalinasını çıkardığında kabuğunu soymaya başladı ve her soyduğu kabuğu Javier’in yüzüne attı. “Marco’nun bile ölüm kotası vardır.”

“Bir sorusu olan var mı?” diye sordu Tugay masaya doğru.

“Adamlarımızı kaybettik,” dedi Gamze üzüntüyle. “Onların yerini nasıl dolduracağız?”

“Sinan dolduracak.”

“Ne?” dedi Sinan. Hemen arkamda ayakta duruyordu.

Tugay, Sinan’a dönüp, “Kaybettiğimiz her adamın yerine güvenilir birini getirmeni istiyorum,” dedi güvenle. “Bunu yapabilir misin?”

Omzumun üzerinden Sinan’a baktığımda tereddüt ettiğini ama yine de olumlu anlamda başını salladığını gördüm.

“Peki ya Defne?” diye sordum merakla. “Onu ne yapacağız?”

“Onu birazdan sorguya çekeceğiz,” dedi bana doğru eğilip. “Senin de olmanı istiyorum.”

Marco mandalinadan ağzına bir parça atıp, “Ne mutlu ki ben dahil değilim,” dedi rahat bir sesle. “Fakat o kadın konuşmayacak, adım kadar eminim. Kapalı kutu. Ne yaptığı bile belli değil.”

“Sadece ağlıyor.” Lena’nın sesiyle bakışlarımız ona döndü. “Yattığım oda, onun kaldığı yere çok yakın ve geceleri durmadan ağlama sesleri geliyor.”

“Çok üzüldüm,” dedi Marco ağzına başka bir mandalina daha atarken. Bana da bir parça uzatıp göz kırptı. Hiç düşünmeden elinden aldığımda ve yemeye başladığımda Marco hevesle, “Harika,” dedi. “İlk defa direkt reddetmedin.”

“Reddetmeyeceğimi söylemiştim,” dediğimde başka bir parçayı daha ağzıma attım.

İnsanlar yavaş yavaş başka taraflara dağılmaya başladığında Gamze, Sinan’ın yanına gelip ona bir şeyler söyledi ve koltukların olduğu tarafa doğru yönlendirdi, tam o sırada Marco’nun ikisine baktığını gördüm. Ağzındaki mandalinayı yavaşça çiğnemeye başladığında bakışları onlar koltuğa gidene kadar devam etti. Göz ucuyla Tugay’a baktığımda onun da Marco’yu izlediğini gördüm. Bilgisayarı kendi önüne çekerken umursamaz görünerek, “Marco,” dedi düşünceli bir sesle. Klavyeden birkaç tuşa bastı, rastgele haber sayfalarına baktığını gördüm. “Mandalina bahçeleri ve patlıcanlar dışında bir planın daha var mı?” Normalde Tugay hiç dahil olmazdı ama Giray’ın gidişinin ardından bir şeyler değişmiş olacak ki o da sanki Marco için bir şeyler yapmak istiyordu.

“Bana mı katılacaksın TDÇ?” diye sordu Marco gülerek. “Eğer öyleyse bir tekne çalıp ülke ülke gezebiliriz, ne dersin?”

Tugay elini yanağına yerleştirdiğinde gülümsedi. “Bir tekne çalıp ülke ülke gezeceğim insan sen değil, Sevgili Avukat’ım olurdu.” Marco yüzünü buruşturdu. “Ve eminim ki seninki de ben değil, kalbindeki kişi olurdu.”

Marco afalladığında ağzındaki mandalinayı bile çiğnemeyi bıraktı. “Ne zamandır kalbimle ilgileniyorsun?”

Tugay başka bir haber sayfasına geçerken sanki ilgilenmiyormuş gibi yapmak için elinden geleni yapıyordu. “Kurşunlar Gamze’ye denk gelmesin diye ona siper olduğunu fark ettiğimden beri.” Marco bu kez öksürdüğünde aşağıdan Tugay’ın bacağına vurdum fakat o hissetmemiş gibi bilgisayar ekranına bakmaya devam etti. “Hayattan ne öğrendiğimi merak edersen, ki etmediğini biliyorum ama ben yine de söyleyeceğim, hiçbir şeyi geciktirmemeliyiz. Eğer kalbinden bir şeyler geçiyorsa bunu hemen yap.” Bakışlarını Marco’ya çevirdi. “Çünkü yarın bizim için çok geç olabilir.”

“TDÇ,” dedi Marco kaşlarını çatıp öne doğru eğilerek. “Örgüt yönetmenin yanında aşk doktorluğu mu yapmaya başladın?”

“Hayır,” dedi Tugay ve bir anda bilgisayarı diğer tarafa itekleyip ellerini önünde birleştirdi. “Sadece seni düşünüyorum.”

Marco çok büyük bir şaşkınlıkla ona baktı. “Beni mi? Sen mi?”

“Evet,” dedi bu kez Tugay. “Yarının ne getireceğini bilmediğimiz bir dünyanın içindeyiz ve sen benim için değerli bir adamsın, hayatımı sana borçlu olduğum zamanlarım var.”

Marco elindeki mandalinayı yavaşça masaya koydu, ellerini üzerindeki pantolona sildi ve uzanıp Tugay’ın alnına elini koydu, ardından yanağına. İkimiz de tuhaf tuhaf Marco’ya baktığımızda, “Ateşi yok,” dedi bana dönüp. “O zaman geriye tek bir seçenek kalıyor.”

“Ne o?” diye sordum.

“Bana âşık oldu.”

Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda Tugay da güldü. Hatta o kadar çok güldüm ki bu bile anormaldi; en son ne zaman gülmüştüm? Bilmiyordum.

“Avukat,” dedi Marco bana dönüp. “Seninkinin gerçekten hisleri varmış. Dün su verdiğimde de lavaboya dökmek yerine tek seferde içti. Ondan önce de silahsız bir şekilde yanımda dolaştı. Ne kadar garip değil mi? Bunun adı aşk olmalı çünkü bu yönünü bir tek sana gösteriyor.”

Hayır, o artık hapishanenin üzerinde bıraktığı lekelerden kurtuluyordu ve Giray’ın gidişi onda o kadar büyük bir yara açmıştı ki Giray’a gösterdiği bütün o keskin yüzlerini şimdi törpülemeye çalışıyordu. Aslında bu adam, benim tanıdığım adamdı ama diğerleri bu yönünü görmediği için şaşırıyorlardı.

“Sana güveniyorum çünkü,” dedi Tugay.

“Sanırım bayılacağım,” diyen Marco geriye doğru kaydı ve titremeye başladı. “Çok kötüyüm, bu kadarı çok fazla geldi.”

“Marco,” dedim gülerek ve yeniden Tugay’a baktım. “İnsanlar bu yönünü pek bilmiyor, biraz daha yavaş ilerlemelisin.”

“Sevgili Avukat,” dedi Tugay gülümseyerek. “Sence de abartmıyorlar mı?”

“Abartmak mı?” Marco yeniden doğruldu. “Kendine dışarıdan bakmalısın TDÇ.”

“Ve sen de lafı değiştirmemelisin.” Tugay işaretparmağını kaldırıp Marco’ya salladı. “Gamze bana geldiğinde senin izini silmek için uğraşıyordu ve bütün kuralları da sırf sen istediğin için esnettim. Onun saçları uzundu, istediği kıyafetleri giyebiliyordu ve istediği gibi davranabiliyordu. Bunlara senin için tamam dedim, neden? Onun mutluluğunu ve rahatını neden bu kadar düşünüyorsun?”

Marco omzunun üzerinden Gamze’nin oturduğu yere baktı. Sinan’la ikili koltukta oturmuş, ellerindeki telefondan bir şeylere bakıyorlardı. “Bundan onun haberi yoktur umarım,” dedi Tugay’a.

“Yok,” dedi Tugay. “Ama sorum bu değildi.”

“Ve soruna verecek cevabım yok.” Marco, oturduğu sandalyeden kalktı ve kaşlarını çattı. “Beni düşünmen çok ince bir davranıştı ama gönül işleri umurumda bile değil, halimden memnunum.

Tugay’ın bir cevap vermesini bile beklemeden arkasını dönüp salondan çıktı. Birkaç saniye sonra, “Korkuyor,” dedim.

“Reddedilmekten mi?” diye sordu Tugay.

“Hayır, kaybetmekten.” Gözlerim Sinan ve Gamze’nin olduğu tarafa yöneldiğinde Sinan’ın da sanki hissetmiş gibi bize baktığını gördüm. Gamze ise heyecanla Sinan’a bir şeyler anlatıyordu. “Sence bir gün Marco, Gamze’ye giderse Gamze, Sinan’ı bırakır mı?

Tugay kısa bir sessizliğin ardından, “Tek bildiğim Marco’nun Gamze’de yara bıraktığı,” diye mırıldandı. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerimdeki korkuyu gördü. “Sinan’ın üzülmesinden mi korkuyorsun?”

“Evet,” dedim dürüstçe. “Çünkü ilk defa bir kadın için bu kadar gözlerinin parladığını görüyorum. Gamze’ye gerçekten değer veriyor. Bana bütün bunlar bittiğinde bir aile kurmaktan söz etti, biliyor musun?” Mutsuz bir şekilde nefesimi verdim. “Onun ağzından ilk kez böyle cümleler duydum, çok şaşırtıcı.”

Tugay sandalyesini tamamen bana döndürüp benim sandalyemi de ayağıyla kendine doğru çekti. Dizlerimiz çarpıştığında olabilecek en yakın teması kurdu. “Sen bu konu hakkında ne düşünüyorsun?” Kaşımı kaldırdım. “Aile olmak hakkında yani.”

Kendimi tutamayıp güldüğümde, “Bu kadar olayın ortasında tuhaf bir soru değil mi sence de?” diye çıkıştım. “Yani sonuçta bunu düşünmek için…”

“Sevgili Avukat,” dedi Tugay uyarıcı bir ses tonuyla. “Sana kaç kez daha söyleyeceğim bizim için anın sadece şu an olduğunu? Sana bakıyorum ve dünyadaki bütün sesleri susturuyorum, bir tek senin sesini işitiyorum. Sana bakıyorum ve her şey son buluyor, imkânsızlıklar imkân dahilinde oluyor.” Öne doğru eğildi ve yüzüme doğru yaklaştı. “Sana bakıyorum, cayır cayır yansam bile ateşi hissetmiyorum. İşkenceler çektikten sonra bana beş dakika güneşi gösterdin sen, her şeyi güzelleştirdin. Şimdi seninle aile olmaktan bile konuşmayacaksam neden varım ki ben?”

Gülümsediğimde bakışlarım gözlerinden dudaklarına doğru kaydı ve yeniden gözlerine tırmandığımda aynı şeyi yaptığını gördüm. “Babamı rüyamda gördüm,” dedim sakince. “Ve ona aile olmak istediğimi söyledim, hatta annemden daha iyi bir anne olmak istediğimi.” Gülüşüm acıyla harmanlandı. “Tuhaf, rüyadan uyandığımda bu düşünce hâlâ devam ediyordu yani rüyadaki Eftalya’ya özgü bir düşünce değildi. Önceden aile olmak çok uzaktı ama seninle tanıştıktan sonra o kadar da uzak gelmemeye başladı.” Parmaklarım sağ elinin üzerinde gezinmeye başladı. “Mutlu bir hayat, iyi bir aile, annem gibi olmadığım bir annelik ve sen,” dedim çenemle işaret ederek, “harika bir baba olurdun.” Tugay beni öyle bir hevesle dinliyordu ki devam etme hevesim daha çok artmıştı. “Benim için yaptırdığın şu evde yaşadığımızı düşün, anlatmıştım ya içini. Oradayız, yaz mevsimindeyiz, gece ve gökyüzünde yıldızlar var.” Tugay protez elini çenesine koyduğunda beni hayranlıkla izlemeye başladı. “Çocuklarımız uyumuş.”

“Çocuklarımız?” dedi Tugay gülümseyerek. “Kaç tane yapmışız?”

“Üç,” dedim aklıma geleni söyleyerek. “İki oğlan, bir kız.”

“Bunu daha önce düşünmüş müydün peki?”

“Hayır, bir anda içimden geldi. Neden?”

“Hiç,” dedi. “Hiç güzelim, devam et.”

Ben de elimi çeneme koyduğumda odanın bir ucuna odaklandım. “Bir hamak var bahçede, o hamakta uzanıyoruz ikimiz de. Yıldızları izliyoruz, cırcır böceklerinin sesi geliyor.”

“Çiçek kokuları var,” diye devam ettirdi. “Senin bahçenden gelen.”

“Senin dik durmak zorunda kalmadığın bir hayattayız artık,” dedim.

“Çiçekli elbisen üzerinde.” Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken beni hayranlıkla izlemeye devam etti. “Ve çok güzelsin. Uyuyakalıyorsun, yüzünü izliyorum, çiçek kokularının arasında bile en çok senin kokunu seviyorum. Öyle bir an.”

Yutkunduğumda, “Ben avukatım,” dedim acıyla. “İşimi yapıyorum.”

“Ve ben…” dedi o da. “Pilot.”

“Aslında ne kadar da sıradan değil mi?” diye sordum üzüntüyle. “Bir hamakta uzanıp gökyüzünü izlemek bile hayal oldu bizim için.”

Tugay kaşlarını çattı. “Gel benimle,” diyerek elimi tuttu. Ben daha cevap bile vermeden beni oturduğum yerden kaldırdığında ve hızlı adımlarla salondan çıkardığında merdivenlere yöneldi.

“Nereye?” diye sordum ama elimi öyle sıkı tutuyordu ki bu bile bir cevap gibiydi. Basamakları tırmanırken odalarımızın olduğu katı da geçti ve en üst kata çıktı. Buraya daha önce gelmediğimi fark ettiğimde Tugay soldaki bir odanın kapısını açtı.

Ardiye gibi bir yere açıldığında içeride eski eşyalar vardı, kime ait olduklarını bilmiyordum ama Tugay köşedeki tozlu battaniyelerden bir tanesini eline geçirdiğinde başka bir battaniyeyi de benim omuzlarıma attı. Az çok ne yapmaya çalıştığını anladığımda ardiyenin demir kapısına doğru ilerledi ve üzerindeki kilidi sertçe çekip açtı.

Beni evin çatısına çıkardığını fark ettiğimde kapıdan başını eğip geçti ve benim de geçmem için sol elini uzattı. “Gel,” dedi. “Bu gece yıldızları izleyeceğiz.”

“Tugay,” dedim afallayarak ve merdivenlere doğru bakarak. “İnsanlar aşağıda.”

“Umurumda değil.”

“Bu haldeyken mi?” diye sordum bu kez. Halden kastım ben değildim, içine düştüğümüz çukurdu.

Tugay aslında ne demek istediğimi anlamıştı ama anlamamazlıktan gelerek bana doğru uzandı ve sol kolunu belime doladı, ardından beni havaya kaldırıp çatıya doğru çekti. Göğüs kafeslerimiz bütün olduğunda ve ayaklarım havalandığında yüzüyle yüzüm arasında neredeyse bir karışlık mesafe vardı. “Ne varmış halimizde?” diye sordu gözlerimin içine bakıp tek eliyle kucaklayarak. “Ben bir avukat ve pilottan başka hiçbir şey göremiyorum, sen görebiliyor musun?”

“Ya,” dedim gülerek ve burnuna fiske attım. “Beni aşağıya indir yoksa düşeceğiz.”

“En azından birlikte düşmüş olacağız,” deyip güldü ve sonrasında burnumun ucundan öpüp beni yere indirdi fakat elimi bırakmadı.

Üç gün önce bıçaklanan sanki ben değilmişim, bütün ülke, hatta dünya bizi konuşmuyormuş, insanlar her hamlemizi beklemiyormuş gibi biz çatı katına çıkmış, hayalimizi paylaşıyorduk. Bu öyle bir andı ki aslında bizim kim olduğumuzu bana gösteriyordu. En berbat anların ortasında bile biz o acıya boyun eğmek yerine o acıya rağmen nefes alabiliyorduk.

Biz aslında sadece Tugay ve Eftalya olmayı da başarabiliyorduk.

Tugay elindeki battaniyeyi dikkatli bir şekilde yere serdi ve elimden tutup beni yere çekti. İlk önce ben oturduğumda o da yanıma oturup elimdeki battaniyeyi omuzlarımıza attı. Bakışlarım gökyüzüne doğru kaydığında tek bir yıldız bile görmedim, öyle ki mevsim yaz da değildi ve yağmur çiseliyordu.

“Tugay,” dedim gülerek. “Yıldız yok.”

O da gülmeye başladığında, “Sevgili Avukat,” dedi alayla. “Ben Tugay Demir Çeviker’im, birazdan yıldızlar da ortaya çıkacak, halledeceğim ben.”

“Nasıl yapacakmışsın onu?” diye sordum imayla.

Tugay bana dönüp beni sol kolunun altına aldı ve göğüs kafesine yaslayıp uzandı. Bir bacağımı onun bacağının üzerine attığımda o da kollarını bana sıkıca doladı. Uzandığımız yerde gökyüzüne bakarken, “Yıldız gösterme büyüsünü bilmediğini söyleme bana,” dedi küçümseyerek. “Bunu herkes bilir sanıyordum.”

“Özür dilerim efendim,” dedim alayla. “Hayatımda daha önce hiç böyle bir büyü duymamıştım, lütfen bana öğretir misiniz?”

“Efendim mi?” Tugay gülerek bana baktı. “Bana itaat ettiğini duymak da keyifliymiş.”

“İlk ve son duyuşundu zaten.” Tugay bu kez kahkaha attığında ben de güldüm. “Söylesene, nasılmış bu büyü?”

Tugay, “Kapat gözlerini, güzelim,” dedi fısıldayarak. “Sana yıldızları getireceğim.”

Karşı gelmeyerek gözlerimi kapattığımda Tugay’ın yavaşça hareketlendiğini hissettim ve sonrasında başımı yavaşça kaldırdığında kulağıma bir kulaklık yerleştirdi. Gözlerimi açmamak için direndiğimde diğer kulaklığı da kendi kulağına koymuş olmalıydı. Birkaç saniye sonra kulağıma bir şarkı dolduğunda bu şarkıyı biliyordum çünkü bütün bunlardan önce yalnız kaldığımda güçlü kalmak için dinlediğim bir şarkıydı ama Tugay bunu nasıl bilebilirdi?

Judas Priest’in Angel şarkısı kulaklarıma dolduğunda yüzümde öyle bir gülümseme oluşmuştu ki en son ne zaman bir şarkı dinlediğimi bile hatırlamıyordum. Krallık’ın koyduğu kurallara ister istemez bizim de ayak uydurduğumuzu, o siyahlığa bizim de kucak açtığımızı fark ettim; bunu fark etmek bir yandan canımı yakarken bir yandan da şarkıyı kulaklarım acıyana kadar dinlemek istiyordum.

Ve sonrasında sözlerini fark ettim; sözlerinin bize nasıl uyduğunu, şu ana nasıl uyduğunu.

Ardından Tugay’ın dudaklarını alnımda hissettim. Dokundurmuştu ama uzun uzun öpse böyle bir his olmazdı, biliyordum. Dudaklarını yavaşça alnımdan sürterek indirdiğinde burnumun ucundan öptü ve yanağıma doğru ilerledi. Yanağıma silik öpücükler kondururken bir elim kalbime doğru gitti ve hızlı bir şekilde attığını fark ettim; Tugay ise kalbimin üzerine koyduğum elimin üzerine protez elini yerleştirip çeneme doğru ilerledi. “Tugay,” diye fısıldadım elimi daha fazla kalbime bastırarak. “Bu şarkıyı çok severim.”

“Biliyorum,” dedi çenemden öptükten sonra. “Sinan’dan öğrendim.” Gülümsediğini hissettiğimde dudaklarını çenemin çizgisinde nefesini vererek gezdirdi. “Sadece yüzünü gülümsetmeliydim ve seni sınırlı hayatımızda baş başa olduğumuz bir konsere getirdim.”

“Tugay,” dedim bütün kalbimle. Tugay. İsmi bile her şeye yeter gibi geliyordu. Şarkı ise en sevdiğim cümlelerden bir tanesini söylüyordu: We can find our way somehow. Escaping from the world we're in to a place where we began. (Bir şekilde yolumuzu bulabiliriz. Bulunduğumuz dünyadan kaçabiliriz, başladığımız yere.)

Dudakları çenemde duraksadığında nefesi yüzüme çarpıyordu, yağmur şiddetini artırmıştı ama ben yağmur tanelerini hissetmek yerine Tugay’ın nefesini hissetmeyi yeğliyordum. Öyle ki Tugay tam dudaklarımın üzerine geldiğinde şarkının o cümlelerini bana söyledi. “Angel, remember how we chased the sun. Then reaching for the stars at night.” (Melek, hatırla nasıl da güneşi kovaladığımızı. Sonra da geceleri yıldızlara ulaştığımızı.)

Gülümseyerek devam ettirdim. “As our lives had just begun.” (Sanki yaşamlarımız yeni başlamış gibi.)

Tugay bu anı bekliyormuş gibi dudaklarını dudaklarımın üzerine örttüğünde şarkı bizim için devam ediyordu. Dünya yanabilirdi, her yer cehenneme dönebilirdi şu an umurumda değildi çünkü şarkı sadece bizim için çalıyordu, gökyüzü sadece bizim içindi, yıldızlar eğer ortaya çıkacaksa bize hizmet ettikleri için çıkacaktı.

O an hiçbir şey ama hiçbir şey umurumda değildi.

Nemli dudaklarını dudaklarımın arasına yerleştirdiğinde çok yavaş bir şekilde beni öptü ve dudaklarını özlediğimi fark ettiğimde öpücüğüne karşılık verdim. Sakin, acelesiz ama bir o kadar da tutkuyla altdudağımı dişlerinin arasına alıp yavaşça çekiştirdiğinde ve dilini gezdirdiğinde kalbimin atışları şarkıyla beraber sanki kulaklarımdaydı. Boşta kalan elimi ensesine yerleştirdiğimde onu kendime daha fazla çektim ve ben de öpmeye başladım.

Dudaklarımız bir bütün halini aldığında nefesini verip kendisini bana daha fazla yasladı ve öpüşü derin bir hal aldı. Dudaklarının verdiği his kadife kadar yumuşakken öpüşü bir o kadar sertleşmeye başlamıştı. İç çektiğini hissettim ve doğrulup vücudunun yarısıyla üzerime çıktığında yaralandığım yere dikkat etmeye çalışıyordu ama belli bir süreden sonra neredeyse ikimizin de bunu umursamayacağını biliyordum.

Dili dudaklarımın üzerinde gezinirken yavaş bir şekilde birkaç kez öpüp geri çekildi ve altdudağımı dudaklarının arasına alıp hırıltılı bir nefes verdi. Sonrasında birkaç kez öpüp çektiğinde ve diliyle neredeyse beni çıldırttığında ensesinden onu kendime bastırıp çok daha fazlasını istediğimi belli ettim. Nefes alamayacağım kadar derin bir şekilde beni öptüğünde kalbimin üzerine koyduğum elim uyuşmuştu, kalbim ise göğüs kafesimi kırmak üzereydi. “Avukat,” dedi dudaklarıma doğru nefesini verirken. “Aklımı başımdan alıyorsun.”

Gözlerim hâlâ kapalı olmasına rağmen sanki onun yüzünü görüyordum, haylaz ama bir o kadar da tutkulu olan bakışları gözkapaklarıma çizilmişti. Yeniden dudaklarımın üzerine örtüldüğünde başımın döndüğünü hissettim, bu anı asla unutamazdım çünkü sanki gökyüzünün üzerinde gibi hissediyordum.

Şarkı son ritimlerine basmaya başladığında Tugay’ın dudakları dudaklarımdan zorlukla ayrıldı ve boynuma doğru ilerledi. İlk önce boynumdan, sonra nefes boşluğumdan öptü, göğüs kafesime doğru ilerlediğinde tam kalbimin üzerine bir öpücük kondurdu. Yeniden yukarıya çıktığında dudaklarını dudaklarımın üzerine yavaşça sürttü. “Aç gözlerini benim güzelim,” dedi dudakları dudaklarımın üzerindeyken. “Yıldızları senin için getirdim.”

Şarkı bittiğinde ve gözlerimi açtığımda heyecandan dönen başımla beraber Tugay’ın bahsettiği o yıldızların aslında gökyüzündeki yıldızlar olmadığını anlamıştım. Gülmeye başladığımda o da güldü. “Bunu nasıl yaptın?” diye sordum gülüşümün arasından. Minik minik yıldızlar çevremizde dönüyordu, fantastik bir şekilde değil, başım döndüğü için. Bu hem komik hem de eğlenceliydi. “Bunu planladın mı daha önce?”

“Hayır,” dedi gülerek. “Ya gökyüzündeki yıldızlar ortaya çıkacaktı ya da senin başını döndürecektim.” Başını kaldırıp gökyüzüne baktı, tam o anda yağmurun düşündüğümden çok hızlandığını fark ettim, gökyüzünde ise tek bir yıldız yoktu. Tugay yeniden bana döndüğünde elinin tersiyle yanağımı sevdi. “Tanrı bugün benimle değildi ama elbet bir gün benimle beraber olacak, o gün yıldızları ortaya çıkaracak ve ben seni yine böyle bir gecede yeniden öpeceğim. Gerçek yıldızlarla.”

Kollarımı onun boynuna doladım ve yüzüne doğru yaklaşarak, “Tugay,” dedim kısık bir sesle.

“Efendim canımın içi?”

“Bana şu an çok ama çok mutlu olduğun, hiçbir derdinin olmadığı başka bir hayat mı yoksa Tugay’ın da içinde olduğu bu savaşın ortası mı deseler hiç düşünmeden senin olduğun hayatı tercih ederdim.” Yaralandığımda benden defalarca özür dilemişti. Hayatım için kendini suçluyordu biliyordum ama ben bütün ihtimallerin ortasında bile yine Tugay’ı seçerdim.

Gök gürüldediğinde yağmur daha da hızlandı. Tugay ise bakışlarını bir an olsun benden ayırmıyordu. Hiçbir şey söyleyemedi çünkü o da biliyordu özrüne karşılık olarak bu cümleleri söylediğimi.

“Tugay,” dedim bir kez daha ve hızlıca devam ettim. “Her şey bittiğinde ne yapacağımızı konuşmaktan hep kaçıyoruz, farkında mısın?”

Tugay duraksadı ve sonrasında, “Sana bir gün bu şarkıyı piyanoyla çalayım mı?” diye sordu.

“Ne dediğimi duymadın mı?”

“Çalabilirim.” Hayır, duymuştu ama duymamazlıktan geliyordu.

Gözlerimi kısa bir süre kapattım ve geri açtığımda ona ayak uydurdum. “Çalmanı çok isterim, en yakın zamanda yap bunu.”

Bu cümlelerin ardından derin bir sessizliğe gömüldük. Yanıma uzandığında ve beni yeniden göğüs kafesine çektiğinde yağmur bizi sırılsıklam edene kadar o şekilde uzandık; kulaklıkta müzik ise hiç durmadan tekrar etti, ta ki şarj bitene kadar.

Dakikalar sonra Defne’yle yüzleşme yaşayacaktık ve onun her itirafı, belki de bize bambaşka kapılar ya da bambaşka cehennemler açacaktı bilmiyordum; tek bildiğim şu anı mahvetmek istemediğimdi.

O çatıda Tugay ve Eftalya’ydık. Pilot ve avukat. İki genç insan, iki âşık.

Ve iki ölümsüzdük sanki. Bize o an hiçbir kötülük dokunmazdı çünkü bizim kalbimizde de zerre kötülük yoktu. İşte tam o anda, umutlar benim için yeniden yeşermişti.

Solmamaları için elimden geleni yapacaktım.