Lâl Sarca'nın güncesinden...
05.01.-
Bugün ben birini öldürdüm.
Bugün ben birinin son nefesini verişini izledim.
Bugün ben, o kişiden en büyük intikamımı aldım. Bugün ben o intikamı alırken birisi elime silahı verdi, bir başkası elimi temizledi.
Ve ben bugün, Koza'nın en büyük suçunu sırtıma alırken, onu da kendimle beraber ölümün kollarına itekledim.
Ölüm demek ihanet demekti.
"Dördüncü Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca"
Bu hikâye, benim kendi yarattığım hikâyeydi; sayfaları çevirirken kendimi okuduğumu ise hiçbir zaman anlayamayacaktım.
Hikâyemin sonunun nasıl olacağını bilmiyordum ama her şey annem kendisini öldürdüğü gün başladı ve beni ben yapan, o günün ve tek bir kurşunun gölgesiydi. Beni ben yapan, iki kişilik bir ailenin çöküşüydü; beni ben yapan, gölgesinden bile korktuğum geçmişimdi.
Geçmişin içinde çırpınan küçük bir kız çocuğu muydum yoksa kendisini yeni yeni affetmeye başlayan yetişkin bir kadın mıydım, işte bunu bilmiyordum.
On bir yaşımdayken, yetiştirme yurdunda çalışan biri bana öfkelendiği bir anda, karakter olarak annene mi yoksa babana mı benzediğini bilmemek seni kötü bir insan yapacak demişti. Nedenini ise önümde örnek olarak alacağım kimse olmamasına bağlamıştı. Yaşı ellilerindeydi, kır saçları vardı, kısa bir boyu ve üç çocuğu. Kötü kalpli bir adam değildi ama sert bir üslubu vardı.
O zamanlar benim için insanlar bana zarar veren kötü insanlar ve zarar vermeyen iyi insanlar olarak ikiye ayrılırdı. O adam, bana hiç zarar vermemişti ve bu onu iyi bir insan yapardı gözümde.
O andan sonra bu cümleler aklıma kazınmıştı ve bir insanın kendisinin annesi de ailesi de olabileceğine kendimi inandırmıştım, hayallerimizde yaşattığımız anıların, gerçekleşmese bile bize yol göstereceğini düşünmüştüm.
Helin'in annesi, Helin'di. Helin'in üstünü örten yine Helin'di. Saçlarını ören de Helin'di. Ayağa kaldıran da Helin'di. Yemek yapmayı öğreten de Helin'di.
Ama Helin'in babası hiç yoktu. Helin, Helin'in babası olamadı. Şu an fark ediyordum; eksikliğini, kırgınlığını, öfkesini, acısını en fazla hissettiğim kişi annemdi. Bir kez bile babama öfkelenmemiştim. Annemin sırtına ağır bir yük bırakmıştım, babamın sırtı ise dimdikti ama omurgasızlığı gözlerimin önündeydi.
Neden mi hiç babam yoktu? Çünkü hayal kırıklıklarımın arasında babama yer bile olamazdı, o kadar bile kıymeti yoktu gözümde, o kadar bile beklentim olmamıştı. O kadar hiçbir şeydi ki benim için, o kadar hiçti ki…
Dizlerimin üzerine çöktüğümde kendimi ayağa kaldırırken anneme öfkelendim, ağlarken anneme kırıldım, birileri canımı yaktığında anneme koşmak istedim; bir ailem yoktu, annem ve ben vardık.
Ve şimdi karşımda Koza'nın söylediğine göre öz babam duruyordu. Ne hissetmem gerekiyordu? Öfke? Hayır, öfkelenmiyordum. Kırgınlık? Zerresi kalbimde canlanmamıştı. Ağlama isteği? Tek bir gözyaşıma değmezdi. Nefret? Hayatımda o kadar bile yeri olmamıştı. Gerçekten olmamıştı.
Ama ellerimi ve dizlerimi titreten bu duygunun adı neydi, bilmiyordum.
Helin'in annesi Helin'di ama Helin'in babası şu an tam karşısındaydı. Sanırım bu duygunun adı, şimdiye dek geçirdiğim zamanlardaki baba eksikliğini yeni fark etmemdi. Bir baba nasıl olurdu? Buna bile cevabım yoktu çünkü hayal bile etmemiştim.
Aslında dedim o an kendime, bir baba da saçlarını örebilirmiş Helin, bir baba da üstünü örtebilirmiş, bir baba da seni ayağa kaldırabilirmiş ama sen beklentilerini hep annenden yana tutmuşsun, annene inanmışsın, annene dilekler dilemişsin.
Bak Helin, baban da nefes alabiliyormuş ama sen senelerce nefes almayan anneni hayal etmişsin.
Bak Helin, karşındaki adam senin babanmış, babalığı sana öğretmeye cüret edecek son insanmış.
İyi izle Helin, ailenin bir üyesi de oymuş, seni bırakıp gitmiş, hikâyenin başlangıcında onun da adı varmış ama sen altını çizmeyi bile unutmuşsun.
Ve şimdi anla Helin, o adam da seni hiç sevmemiş.
Gözlerimin içine bakarken kaşları hafifçe havaya kalkmıştı, birkaç saniye sürmüştü ve onun arkasından içeriye giren adamların silahlarının sesi, ağzının kenarında bir tebessüm oluşmasına neden olmuştu. Sonrası büyük bir yangın yeriydi.
Birisinin beni kolumdan çektiğini hissettim, hissettiğim tek duygu olan şaşkınlıkla beni çeken kola tutundum ve o kişinin hemen yan tarafımda duran Işık olduğunu gördüm. Etrafıma baktım, yerlerde Ekip'in üyeleri vardı, karşımızda ise bizden sayı olarak daha fazla olan kişiler. Bütün adamlar, karşımdaki babam olacak o adama çalışıyorlardı çünkü silahlarını bir an bile olsun Sokak Nöbetçileri'ne ve Koza'ya yöneltmekten çekinmemişlerdi.
Kendine gel, dedi iç sesim. Sırası değildi. Işık'ın söylediği gibi içimde iki kişi yaşıyordu, birini alt etmek zor değildi.
Bartu, yerdeki silahlardan bir tanesini alıp iki silahı da karşısındaki adamlara doğrulttu. Koza, babam olacak kişinin başına silahı dayadı, yüzündeki alaylı gülümseme ise yerli yerine oturdu. Mahvolmuştuk, sayıca azdık ama Koza hâlâ gülümsüyordu.
Bir an gözlerim Yankı'yı aradı ve onu Koza'nın sırtına siper olurken gördüm. Direkt Koza'yı isabet alacaklarını bildiği için onu korumaya almıştı. Yüzünü göremiyordum fakat sırtını yasladığı Koza'dan daha gergin olduğu ortadaydı.
Karşımızdaki adamlardan en uzun boylu ve Bartu kadar iriyarı olan adam havaya bir kere silahıyla ateş açtığında Işık daha fazla önüme geçti fakat korunmaya muhtaç olmadığımın bilincindeydim. Elimle kolunu hafifçe itekledim ve öne doğru bir adım atıp parmaklarımın arasındaki silahı daha sıkı tuttum.
"Ne yazık," dedi bir anda Sadık. "Görüyorum ki paralı askerlerinizin hepsi ölmüş durumda ve karşımda kocaman bir aile kalmış." Mavi gözleri Ekip'in üyelerinin üzerinde gezindi. "Önemsizler artık aramızda değil ama önemli olanlar burada." Ve o beklediğim cümleyi kurdu. "Eğer ben zarar görürsem, sizlerden çoğu da zarar görecek. Bu aile dağılmayı göze alır mı?"
Herkes sadece bir anlık düşündü ya da bir anlık nefes aldı, bilmiyordum ama bizden ilk kurşunu sıkan elbette ki Bartu oldu ve arkadaki adamlardan bir tanesini kolundan vurdu. Ardından hızlı bir şekilde diğerini de vurduğunda karşılık çok da gecikmedi.
Kargaşa ve silah sesleri bütün salonu doldururken Koza, Sadık'ı kolundan tutup kaldırdı ve boynuna silahı dayamaya devam ederek geriye doğru sürükledi.
İlk hediyem mavi bir bisikletti, son hediyemin ise öz babam olması trajikomik olurdu. Ayrıca bir hediyeyi Yankı almışken diğer hediye Koza'ya aitti. Hayatım bu iki adamın ortasında geçiyordu, tarih sürekli tekrar ediyordu.
Benim hikâyemin başlangıcında Koza ve Yankı vardı; sonunda ikisi de olacak mıydı, bunu bilmiyordum. Belki de benim hikâyemin sonu hiç gelmeyecekti çünkü ben artık olmayacaktım.
Bir an bile şüphe etmedim, elimde duran silahla ben de karşıya ateş açtığımda Işık da diğer tarafa ilerleyip aynısını yaptı. Yankı ise yerde yuvarlanarak Ekip üyelerinin silahlarını topladı.
"Lâl ve Mutlu," dedi Bartu sırtını bir duvara yaslayıp bize doğru bakarak. İkisinden de ses çıkmıyordu, ikisi de ortalarda yoktu ve bu düşünce asıl şimdi canımın yanmasına neden oldu. "Lâl ve Mutlu!" dedi bir kez daha. Kulaklıkla onlara seslendiklerini anladım.
“Koza," dedi Yankı kalabalığın içinde en uzak duran kişiye bakarak. Sadece Sadık'ın boynuna silahı dayamıştı ve onu kendisine siper etmişti. "Onlara bakmaya git, şu an bunu yapabilecek tek kişi sensin." Koza, gözlerini açtı, öyle büyük bir alayla Yankı'ya baktı ki ortada bir espri olup olmadığını bile sorgulamak zorunda kaldım. Yankı da aynısını görmüş olacak ki nefesini verip başını iki yana salladı.
Geri geri adımlar atarak bir adamı vurduğumda hemen arkamdan birisi çıktı ve kolunu boynuma dolayıp beni boğmaya çalıştı. Yankı, refleks olarak bana geleceği sırada adamın dizine sert bir tekme geçirdim ardından kolunu tutup ters çevirerek elimdeki silahla boynuna vurdum. Yankı'nın adımı havada kaldı, Bartu, göz ucuyla bana baktı sonra bir kez daha baktı ve dudakları o şeklini aldı.
Tek şaşırmayan Koza’ydı, zevkle kahkaha attı. "Bu görsel şöleni biraz daha izlemek isterim, Helin Hanım."
"Mutlu ve Lâl'i bulmamız gerek." Piyanonun arkasına saklanan Işık, sert bir ifadeyle Koza'ya baktı. "Birisi beni korusun, onlara bakmam gerek."
"Şu an kimse kimseyi koruyacak durumda değil." Yankı, yerde sürünerek Koza'nın hemen yanına gitti, ardından elindeki silahlardan bir tanesini Koza'ya doğru uzattı. "Onlara bakmaya git, onları bul. Bu şekilde kurtulamayız, birazdan polisler gelecek, kaçmamız gerekiyor."
"Kaçmak mı?" Koza, gözlerini devirdi. "Ayrıca şu an kendi canımdan başka hiçbir canı umursamıyorum, Sonuncu. Aklını mı kaçırdın?"
"Söz verdin, Koza." Yankı doğruldu, yanındaki kolonun arkasına geçip gözlerinin içine baktı. "Bana bugün için söz verdin."
Koza dudaklarını büktü, ardından imalı bir gülümsemeyle, "Onları korumak için değil, onlara zarar vermemek için söz verdim," dedi. "Eğer bu konuya gireceksek Ekip'in hiçbir üyesini koruyamadığını sana hatırlatmam gerekecek, değil mi Sonuncu? Görüyorsun ya, hepsi yerlerde ve nasıl olduysa bir tanesi bile sağ değil."
"Kahretsin!" Dişlerini sıkan Işık, önünde onu fark etmeden yürüyen adamın sırtına sert bir tekme geçirdi ardından adam yere düşünce başına ayağıyla bastırarak tehditkâr bir şekilde Koza'ya baktı. "Her şeyi zora sürüklemek zorunda mısın Koza? Şu an onlara bakabilecek durumda olan tek kişi sensin."
Işık'ın topuklu ayakkabısı adamın yanağına baskı uygularken Koza, bir adama bir Işık'a baktı sonra başka bir kahkahayı daha ortaya döktüğünde onun yüzüne yumruk atma isteğim bir kez daha oluşmuştu, bir gün bunu yapacaktım. "Etkileyiciydi," dedi başını sallayarak. "Fakat aynısını bana yaparsan korkmam, hoşuma gider. Deneyelim bir gün."
"Koza!" dedi Bartu öfkeyle. "Şerefsiz göt herif, buradan çıkınca topuklu ayakkabıyla üzerinden ben geçeceğim senin."
Koza yüzünü buruşturdu. "İşte bu görüntü midemi ağzıma getirdi, hem de çok kötü."
Bir anda kulaklıklarımızda hışırtılar oluştu ardından içimi az da olsa rahatlatan o sesi duydum. "Yankı," dedi Mutlu. "Yankı! Beni duyuyor musun?"
"Şükürler olsun," diye inledi Işık. "Neredesin? Neredesiniz? Seni parçalayacağım, şaka mı yapıyordun?"
"Mutlu, Lâl yanında mı?" diye sordu Bartu. Bunu söylerken önüne düşen adamın suratına bir tekme attı sonra adamı ceketinden tutup kaldırdıktan sonra ona doğru koşan adamın üzerine fırlattı. Koza sadece bir an için Bartu'nun bu hareketinden korkmuşa benziyordu ama göz göze gelince hemen ifadesini düzeltti ve aynı alaylı gülümsemesini takındı.
Uzaktan Işık'a doğru yaklaşan adamı vurduğumda bize iyice yaklaşmaya başladılar. Bu, hepimizin bitişinin başlangıcı olacaktı. Öyle kalabalıklardı ki, kurtuluşumuz nasıl olacaktı, bilmiyordum.
"Bizim bulunduğumuz yerde sinyal çekmiyordu," dedi Mutlu nefes nefese. "Şu an Lâl'i arıyorum ama bulamıyorum, en son…" Sessizlik oldu, ardından dudaklarından bir küfür çıktı. "Siktir, Lâl'i almışlar, kulaklığı yerde."
Bartu donakaldı, Yankı'yla göz göze geldik. Tam o esnada dışarıda siren sesleri duyduğumuzda hepimiz için kaçınılmaz sona yaklaştığımızı anlamıştım. Koza'nın sıkıca tuttuğu Sadık Orhan dışında kimse gülümsemiyordu. Koza bile artık gülümsemiyordu, bu demek oluyordu ki cehennem yaklaşıyordu.
"Dinle," dedi Yankı, doğrulup sırtını yeniden Koza'nın sırtına vererek. Bu hareketi gözlerimi Koza'ya çevirmeme neden oldu, omzunun üzerinden ona doğru baktı ve bu hareketi hem kendisini hem Koza'yı korumak için yaptığını görmek dudaklarının aralanmasına neden oldu. Yankı arka tarafından çıkan birkaç adamı vurdu sonra dişlerini sıkarak hızlı bir şekilde şarjörünü değiştirdi. "Yangın alarmını çal, suların çalışmasını ağla. Ardından duman selektörlerini harekete geçir."
"Lâl'i ne yapacağız?" diye sordu Işık yerde sürünerek bizim olduğumuz tarafa doğru gelirken. "Mutlu, Lâl nerede?"
"Kulaklığını bodrum katında düşürmüş," dedi yanıt olarak. "Onu bulamıyorum, onu göremiyorum." Başka bir küfür daha yuvarladı ağzında. "Bana sadece birkaç dakika verin."
Siren sesleri daha fazla yaklaşmaya başladığında Sadık Orhan yüzündeki o gülümsemesini koruyarak, "Onu bulamazsınız," dedi. "Çünkü bana ait gizli yerleri bir tek ben ve güvendiğim adamlarım bilebilir." Başını aşağı yukarı salladı. "Beni bırakın, o sizin olsun çocuklar. Derdiniz neyse sonra konuşuruz, olur mu?"
Bartu, sırtını duvara sürterek bize doğru yaklaştığında gözlerindeki ateş ve korku hepimizi yakacak durumdaydı. Direkt olarak, "Nerede o?" diye sordu, ardından Koza'ya, "Bırak onu," dedi. "Bırak onu, yerini söylesin."
Koza'nın yüzündeki ifadede değişiklik bile olmadı, gözleri yerdeki Ekip üyelerine kaydı ve bakışları kısıldı. Aklından her ne geçiyorsa Sadık Orhan'ın boynuna silahı daha fazla yasladı, aynı anda Yankı da sırtını ona. "Koza," dedi sanki aklından geçenleri okumuş gibi. "Bırak onu, Lâl'i burada bırakamayız."
"Koza." Işık'ın sesi yalvarır gibi çıktı. "Şu an ne dalga geçmenin sırası ne eğlenmenin!"
Sadık Orhan nefesini verip kendisini bir kez Koza'dan kurtarmaya çalıştı ama Koza izin vermedi. "Başında en güvendiğim üç adamım var ve bana bir şey olduğu dakika onun beynini patlatırlar," diye hırıldadı zorlukla nefes alarak. "Siktiğimin çocuğu, bıraksana beni."
"Koza." Sesim ona ulaştığında gözlerimin içine baktı. Başımı iki yana salladım çünkü Lâl'den nasıl nefret ettiğini görebiliyordum, nefret olmasa bile eğer ortada bir intikam varsa şu an ondan alması gereken zamandı. Şu an Ekip üyelerini bu hale getirenlerin sorumlusunun eğer Yankı ve Işık olduğunu bilirse ya da anlarsa, Sadık Orhan'ı hiç bırakmazdı.
Öyle ya da böyle, Sokak Nöbetçileri’nin kaderi yine Koza'nın ellerindeydi ve bu sefer canı tehlikede olan kişi Lâl'di.
"Bir konuda yanıldın Sadık Orhan," dedi Koza en sonunda nefesini verip. "Önemsizlerin çoğu aramızdan ayrıldı evet ama," gözleri Işık'a doğru kaydı. "Bu ailenin dağılması benim umurumda bile değil. Çünkü ben bu aileden değilim. Artık değilim." Yüzünde tehlikeli bir gülümseme oluştu. "Ve o kıza ne olduğu umurumda bile değil."
Bartu, silahları ve adamları umursamadan silahı Koza'ya doğrultup, "Şerefsiz herif!" diye bağırdı. "Seni öldürürüm! Bırak onu! Lâl'in ölmesini mi istiyorsun?"
"Koza," diye mırıldandım fakat beni duymadı. Yüzünde sabit bir ifade vardı, kime ne olduğu umurunda değilmiş gibi davranıyordu ama az önce onun en güvendiği adamlar ölürken, aynı ifade Yankı'da da vardı. Tek fark, Lâl gerçekten bu ailenin bir üyesiydi, Ekip'in üyeleri ise Koza için aile olmamıştı.
Koza için değerli olan hiç kimse ve hiçbir şey yoktu. Bu şekilde kaybedecek hiçbir şeyi de olmayacaktı.
"Bunu yapma." Yankı'nın keskin sesi, altında bir rica barındırıyordu. Bartu bir an bile olsun Koza'dan silahını ayırmıyordu, gözlerinde ilk defa ona karşı bir nefret vardı. "Bunu yapmak istemeyeceğini biliyorum."
"Tarih, Sonuncu, tarih," dedi dönüp ona bakmayarak. "Tekrar ediyor. Her şey yeniden aynı şekilde yazılıyor. Hatırla, aynısı olduğunda Lâl ne yapmıştı? Sen kimi tercih etmiştin?"
"Aynı şey değil," dedi Yankı. "Bunu sen de biliyorsun."
"Aynı şey." Çenesini kaldırıp Bartu'ya baktı. "Tek fark, bu sefer fiziksel anlamda da sırtını bana yaslıyorsun ama vurursan şaşırmam, o zaman da aynısı olmuştu."
Siren sesleri kapının önüne kadar geldiğinde Mutlu kulaklıktan, "Beş saniye sonra sular devreye girecek," dedi. "Sonra duman. Sahnenin arkasında bir merdiven var, oradan geçin..."
"Buradan ayrıldığımız anda ben zarar görürsem o kızı ölmüş bilin." Sadık Orhan'ın keskin nefesi hepimizi dehşete düşürmeye yetmişti.
"Koza." Yankı'nın sesinde korku vardı. "Onun silah korkusunu biliyorsun. Lâl'in bu korkusunu biliyorsun." Yankı kaşlarını çattı. "Onun geçmişini biliyorsun, onun yaşadıklarını biliyorsun." Başını Koza'nın başına yasladı ve gözlerini kapatıp nefesini verdi. "Eğer bir gün ölecekse de böyle ölmesini istemeyeceğini biliyorum. Hiçbir şey sandığın gibi değildi." Kısık bir sesle devam etti ama biz onun ne dediğini duyduk. "Lâl'i kız kardeşine benzetiyordun, hatırla. En azından bunu hatırla ve bir anlık şu dönüştüğün adam olmaktan vazgeç. Onun yerinde kız kardeşin olsaydı, aynı şekilde mi davranırdın?"
Koza bana baktı. O kısacık anda, gözlerindeki nefretin kalktığını ve yerini kırgınlığa bıraktığını gördüm ama bir anda yangın alarmı çalmaya başladığında ve tepemizdeki su fıskiyeleri çalıştığında Koza, Sadık Orhan'ı da kendiyle sürükleyerek sahnenin oraya doğru yürüdü. Yankı peşinden giderken Bartu da koşar adımlarla ilerledi ve adamlar bizi takip edeceği sırada duman selektörleri çalışmaya başladı. Bir anda etraf sise bulandığında Işık, kolunu belime doladı ve beni de kendiyle beraber koşturarak perdenin oraya doğru yürüdü.
Bütün bunlar olurken dışarıdaki polis megafonundan bir ses yükseldi. Filmlerde duyduğumuz o bilindik replik: "Etrafınız sarıldı, teslim olun."
Perdenin arkasına geçtiğimizde loş ışık bize kucağını açtı, sis henüz perdenin arkasına ulaşmamıştı ama kalktığı anda adamların bizim peşimizden geleceğini biliyorduk.
Koza bizden birkaç adım uzakta dururken, dördümüzün de gözlerinin içine baktı ve Sadık Orhan'ı kendisine siper almaya devam etti. Birkaç saniye sürdü, o birkaç saniyede gözlerindeki ifade, duruşu, omuzları her şeyi değişti. En son baktığı kişi Yankı’ydı. Kinle, "O benim için bunu yapmazdı," dedi. "O benim ölmemi isterdi ve istedi de."
"Bugün söz verdin Koza," dedi Işık. "Zarar vermemek için söz verdin, şu an bunu yaparsan o zarar görecek. Sen sözünü tutmamış olacaksın."
"Koza." Yankı artık sakin kalamıyordu. "Ama ona bir can borcun olduğunu da unutma." Bu cümle, Koza'nın bütün ifadesini değiştirdi, gözleri bambaşka bakmaya başladı.
Bartu ellerini saçlarına geçirip karıştırdı sonra bir an bile tereddüt etmeden elindeki silahın namlusunu Koza'nın alnına dayadı. "Yemin ederim," dedi, sesinde ufacık bir korku yoktu. "Seni öldürürüm, Koza. Bunu yaparım, gözümü bile kırpmam."
Ama Koza zaten çoktan vazgeçmiş olacak ki, Sadık Orhan'ın boynuna dayadığı silahı gevşetti sonra adamı Yankı'ya doğru itekledi ardından Bartu'nun bileğini tutup sertçe aşağıya indirdi. "Aptal herifin tekisin," dedi sert bir sesle. "O kıza âşık olacak kadar ve benim ölümden korktuğumu düşünecek kadar aptalsın." Sadık Orhan'ı Yankı tuttuğunda ve bu kez şakağına silahı dayayan o oldu. Perdenin arkasındaki sis bize ulaşmaya başlamıştı.
Yankı ve Işık bakıştı ve ardından Yankı, "Nerede?" diye sordu.
"Bana bir şey yapmayacağınızı nereden bileceğim?"
Yankı öfkeyle adamın boynuna kolunu sardı, kendine yapıştırdı ve kulağına doğru, "Onun nerede olduğunu söyle!" diye bağırdı.
Sarı loş ışık hepimizin yüzünü aydınlatırken Koza'nın aldığı sık nefesler, içinde biriktirdiği bütün öfkesini gösteriyordu. Kendisine kızgındı, olanlara kızgındı ama en çok geçmişe kızgındı, belki de geçmişte olduğu o adama kızgındı, bilmiyordum.
Sadık Orhan, eliyle aşağı katı gösterdiğinde Mutlu'nun sesini işittik. "Buradayım!" diye bağırdı, ilerideki merdivenlerin orada gölgesini gördük. Hepimiz aynı anda oraya doğru ilerlediğimizde önümüzdeki kişi Koza'ydı. Demir merdivenin basamaklarını inerken loş sarı ışık etrafı daha fazla kapladı ardından zemini gördük ve Mutlu'yu. Işık bir an bile düşünmeden arkamdan geçerek koşar adımlarla merdivenlerden indi ve Mutlu'nun boynuna sarıldı ve ellerini saçlarına geçirip alnından öptü.
Mutlu da aynı şekilde karşılık verdiğinde saçları terlemişti ve üzerindeki gömleğin ön düğmelerini açmıştı, ceketi ortalarda yoktu.
"Nerede?" dedi Yankı Sadık Orhan'a bir kez daha.
Bu sefer Sadık Orhan parmağıyla ilerideki düz duvarı gösterdi. Hiçbirimiz ne olduğunu anlayamadık ama Yankı'yı da kendisiyle beraber yürüterek o tarafa doğru ilerledi. Yan tarafında duran Koza, parmaklarının arasında tuttuğu silahı öyle sıkı kavramıştı ki bir an o silahı kaldırıp gözünü kırpmadan birinin canına kıyabileceğini bile düşündüm.
Düz duvarın önünde durdu, sağa doğru baktı, eli duvarda gezindi ve bir noktada parmakları oyalandı. Ardından bir kez duvara yumruk attığında demir sesi geldi ve birkaç saniye içerisinde beyaz duvar, yukarı doğru kaymaya başladı. Aslında duvar değildi, Sadık Orhan, kendisine ait bir yuva inşa etmişti.
Gitgide açılan kepenkler gözlerimizin önüne bembeyaz bir ışığın dolmasına neden oldu. Burasının bir garaj olduğunu anladım. Gözlerimi alan o beyaz ışıklar araba farıydı. Ellerimle yüzümü kapattım ardından silah sesleri ve Yankı'nın acı dolu haykırışını duydum.
Yankı'nın acı dolu sesini. Yankı'nın acı dolu çığlığını.
Ona ne olduğuna bile bakamadan, Koza, beni kolumdan tuttuğu gibi bir anda arkasına aldı ve bu sefer onun da acılı sesini işittim. Aynı sesti, aynı acıydı, aynı çığlıktı ve önümde sarsıldı.
Ben kurşunların önüne atlamam, demişti Koza. Şimdi beni korumak için bunu yapmıştı.
Kâbustu. Sonu gelmeyecek bir kâbustu. Olası sondu. İçinde bulunduğum durumda ölümdü. İçinde bulunduğum durumda yaşamdı. İçinde bulunduğum durumda kumardı. Arabaların farları söndüğünde Sadık Orhan'ı karşımızda gördüm, yanında üç , arkada beş adamı vardı ve silahları bize doğrultulmuştu.
Zaaflarımız bizi güçsüzleştirirdi ve aile, öyle bir zaaftı ki hiçbirimiz bu kaçınılmaz sonu düşünmemiştik. Yankı bile düşünmemişti.
Hepimizin tek düşündüğü Lâl'in canıydı fakat şimdi hepimizin canı tehlikedeydi.
Önümde duran Koza'nın omzunda ıslaklık vardı ve eli omzundaydı, parmakları kana bulanmıştı. Yankı, bir eliyle bacağını tutuyordu. Baldırına saplanan bıçağı gördüğümde aklımı kaçıracak gibi oldum. Midem altüst oldu, elimi kalbime götürdüm , hikâyemin başlangıcındaki o iki adam, ikisi de acı çekiyordu.
Bu savaşı kaybetmiştik.
"Ben sizin gibi küçük çocukları çok eğittim," dedi Sadık Orhan karşımızda dimdik dururken. "Eğitirken de savaştım, hep kazanan ben oldum." Nefretle hepimize baktı. "Küçük eğlencenizin sonucu bu olmamalıydı biliyorum ama benden ne istiyorsanız, aranızdan birisi canıyla ödeyecek." Çenesiyle beni işaret etti. "Eşek şakası yaptığınız arkadaşınıza bu çok daha güzel bir sürpriz olabilir."
Adamların silahları bize doğrultulmuşken, sırtını bana yaslayan Koza'nın dişlerinin arasından aldığı sık nefesleri duyabiliyordum. "Eşek şakası değil," dedi. Başka hiçbir şey diyemedi.
"Ah," dedi Sadık Orhan. "Bu çetenin iki lideri var, öyle mi? Hanginizi canıyla ödemek ister bana yapılan bu saygısızlığı?"
Yankı acıyla bacağını tutarken dik durmak için çaba sarf ediyordu fakat parmaklarına bulaşan kanlar onun iyi olmadığını ve iyi olmayacağını bana gösteriyordu. Önümde duran Koza'nın vücudu sarsılırken her an düşecek gibiydi, acı, vücuda girdiği ilk anda insanı ya öldürürdü ya da hissizleştirirdi. Bunu düşünmek canımın onlar kadar acımasına yetti.
"Doğum günü kızına soralım mı?" dedi Sadık Orhan bana bakarak. "Hangisinin canını almamı istersin?" Öne doğru yürüdü, karşımızda durdu ve yanındaki adamdan aldığı silahı bir Yankı'ya bir Koza'ya doğru tuttu. "Hangisinden vazgeçersen sana çok güzel bir sürpriz olur?"
Tercihler. Tercihim.
Bir tarafımda çok sonra bulduğum ve benim geçmişimin en büyük parçası olan Koza.
Bir tarafımda çok sonra bulduğum ve benim geçmişimin en büyük parçası olan Yankı.
İkisinden birini tercih etmek demek, hikâyemin başlangıcında kurtulan küçük kız çocuğunun ölümü demekti, her şey değişirdi ve dayımın ellerinde ben eminim ki son nefesim verirdim.
"O senin kızın," dedi Koza tek nefeste. "O senin öz kızın."
Sadık Orhan gözlerini devirdi fakat odaklanamıyordum, gözlerim Yankı'nın kanla kaplı eline yöneldi. Bacağına saplanan bıçak, Koza'nın söylediği öz babamın ona sapladığı bıçaktı.
"Sizin gibi kaç tane hırsızla uğraşıyorum ben her gün, bunu biliyor musunuz?" dedi bir kez daha gözlerini devirip. "Para için girmeyeceğiniz şekil yok." Polis sesleri hâlâ geliyordu ve sis dağılmış olacak ki yukarıdaki adamlar da merdivenlerden inmeye başladı.
"Emri ver, baba," dedi Sadık Orhan'ın arkasındaki iriyarı bir adam. Baba. Babası. Sadık Orhan birilerinin babası olabilmişti.
Sadık Orhan da baba olabiliyordu demek ki.
Koza, "O senin," diye söze başlayacağı sırada kalabalık adamların arkasındaki Lâl'in, bir sandalyede oturmuş korku dolu gözlerle bize baktığını gördüm. Başına silah dayanmıştı ve gözleri irice açılmıştı. Önündeki adam tamamen çekildiğinde diğerleri de onu gördü.
"Lâl," dedi Bartu öne doğru bir adım atarak fakat elimle onu durdurdum ardından ben öne çıktım ve bu tiyatroya son vermek istedim. "İkisinden birini tercih etmeyeceğim," dedim başımı iki yana sallayarak. "Eğer birini istiyorsan, beni alabilirsin."
Yankı dönüp bana baktı, Koza da omzunun üzerinden zorlukla benimle temas kurdu, ikisini de görmezlikten geldim. "Ne cesur hareketler bunlar," dedi Sadık Orhan. "Doğum günü kızını, doğum gününde öldürmek mi?" Bu sefer elindeki silahı bana doğrulttu. Bir an bile çekinmedim, o silaha doğru yürüdüm, namlu kalbimin üzerine geldiğinde neye güvendiğimi bilmiyordum.
İçimde korku vardı, içimde endişe vardı ama içimde hissetmediğim o nefreti de artık tatmaya başlamıştım; karşımdaki adam benim öz babamdı. Bunu artık anlayabiliyordum çünkü şimdi fark ediyordum, baba demek benim için acımasızlık demekti. Dayımın bahsettiği o acımasız adam karşımdaydı. "Önce konuşalım," dedim kendimden bile beklemediğim o sakinlikle. "Sonra ne istersen onu yapabilirsin."
Hikâyesinin başlangıcındaki iki adam için sonunda kendisinden vazgeçen o kadın olmak… Güzel bir sondu, en azından hayallerimde bu şekilde öleceğimi hiç düşünmemiştim ama bir yanım o kadar rahattı ki, karşımda sanki bir hayalet vardı ve o hayaletin elindeki silahın kurşunu bile beni öldüremezdi.
"Datça'da üç sene yaşadın," dedim sakin bir sesle. Bakışları umursamaz bir şekilde beni izledi. "Baban bir kumarhane işletiyordu ve annem o kumarhanede çalışıyordu." Sadık Orhan aynı umursamazlıkla bana bakmaya devam etti. "Reşit değildi ama onu yanına aldın, onunla oldun."
"Bunları bilmeyen kimse yoktur," dedi aynı umursamazlıkla. "Ayrıca o dönemde birlikte olduğum kadınların haddi hesabı yoktu, dersinizi bu şekilde mi çalıştınız?" Arkamdakilere baktı sonra soğuk namluyu bana biraz daha yasladı.
Bir an bile şüpheye düşmeden, "Baban anneni kumarhanenin ortasında öldürdü," dediğimde gözlerindeki umursamazlık yavaş yavaş kalktı ve kaşları hafifçe çatıldı. "En yakın arkadaşın…"
"Siz Volkan'ın adamları mısınız?" dedi dişlerini sıkarak. Kim bilir hangi düşmanının adını veriyordu.
Ağzıma nefret doldu, nefesimi kinle verdim ve bakışlarım arkama döndü, direkt Koza'ya baktım. Söyleyeceklerim kendimle beraber onu da yakacaktı, bir isim iki çocuğu mahvedebilirdi. Koza ve ben o iki çocuktuk.
Koza destek alacağım son insandı, belki de şu an onun desteğe ihtiyacı vardı ama ona bakarken bakışlarında bunu görmeyi bekledim. Aynı kin, aynı nefret onda da vardı. Anladı, öyle bir güçlü baktı ki bana, nefret güce dönüştü.
"En yakın arkadaşın Harun Aktan," dedim kelimeler dudaklarımdan döküldüğünde, titreyen sesim acımı gizlemiyordu. Anlatılan o hikâyeyi yeni yeni hatırlıyordum. "Kendisi benim dayım ve annemi sana o verdi. Annem öldükten sonra ben onun ellerine kaldım." Kendimi işaret ettim, duruşum dikleşti. "Ben Helin Aktan, o adamın soyadını taşıyorum ve senin paran da şanın da şöhretin de umurumda değil. Hatta karaktersiz bir şerefsiz olman da umurumda değil. Eğer buraya gelmeden önce sürprizin bu olduğunu bilseydim zaten yüzünü görmek istemediğimi söylerdim." Sesim gitgide yükseldi. "Senden hiçbir şey istemiyorum ve yalan söylemek için de hiçbir nedenim yok." Başımı iki yana salladım. "Zamanında bir bebeği terk edip gidecek kadar şerefsiz birisin, eminim o kişiyi öldürecek kadar da cesaretin yoktur." Yüzümü buruşturdum. "Bırak artık şovu, bizi serbest bırak, gidelim."
Gözleri kısıldı ve yutkundu. Bir an bile düşünmeden, sanki eli ateşe çarpmış gibi silahını aşağıya indirdi. Gözlerimin tam içine baktı, öyle bir baktı ki bakışlarından geçmiş geçti ve şimdiki zaman ona ağır geldi ama kötülük hiçbir zaman değişmezdi. Hiçbir beklentim yoktu, hiçbir isteğim de. Olmayacaktı fakat eğer Koza'nın ya da Yankı'nın canına zarar gelirse, intikam için peşine düşeceğimi biliyordum.
"Annen," dedi.
Konuşmasına izin vermeden, "Senin yüzünden öldü," diye karşılık verdim. "Senden bir yüzleşme istemiyorum," dedim nefretle. "Merak ettiğim hiçbir şey de yok. Bizi serbest bırak. Senden tek istediğim bu."
Merak ettiğim hiçbir şey yoktu gerçekten de. Ailem olmamasına alışmıştım, kendi yarattığım kurgularla da ailemin acısını yeterince yaşamıştım; gerçekleri duymak yeni acılar doğururdu ve benim bir babaya ihtiyacım yoktu; benim gerçek bir baba sevgisine ihtiyacım olmuştu, Sadık Orhan ise bunun için çok geç kalmıştı.
Sadık Orhan kısa bir sessizliğin ardından, "Kızı serbest bırakın," dedi arka tarafı göstererek. Gözlerini öyle bir dikmişti ki bana her ne görüyorsa aklından geçenler ifadesini yumuşatmıştı.
"Baba," dedi o iriyarı adam ama Sadık Orhan onu duymadı bile.
"Diğer kapıyı açın," diye emir verdi. Herkes donakalmış bir şekilde ona bakıyordu. "Diğer kapıyı açın!" diye bağırdı gür bir sesle. Adamlardan birisi hızlı bir şekilde koşarak garajın içindeki siyah kapıya doğru ilerledi ve düğmelere basarak kapının yukarıya doğru kaymasına neden oldu. O sırada iki adam da Lâl'in ellerini ve ayaklarını çözüyorlardı fakat donuk bir şekilde karşıya bakan gözleri bir an bile olsun hareket etmiyordu. "Bu kapıdan çıkın," dedi başıyla işaret ederek. "En güvenli kapı bu."
Lâl'in ellerini ve ayaklarını çözdüler ama o hareket bile etmeden karşısına bakmaya devam etti. Öyle korku doluydu ki bu an, bana arabanın altında korkuyla titrediği anı anımsatmıştı.
Tam o sırada, Koza, benden destek bulmak için elini omzuma doğru attığında bakışlarım ona doğru kaydı. Vurulmuştu ve bu benim yüzümden olmuştu, o destek bulmak için bana tutunmuştu ama ben, bana destek vermek istediğini düşünecek kadar aptallaşmıştım.
Sadık Orhan geriye doğru çekildi sonra hızlı adımlarla yanımızdan uzaklaşıp arabasına doğru ilerledi.
Arkasından bakarken yüzümdeki nefreti görsün istiyordum, aynaya baktığında kendisinden nefret etmeliydi. Fakat o kadar kötü birisi kendisinden nefret bile edemezdi.
"Çok Yeşilçam filmi izledim galiba," dedi Koza yarı alaylı yarı ciddi kulağıma doğru. "Hep birinin önüne atlamak isterdim Koza Arkın olarak, bu kişi sen oldun. Şu saatten sonra bana çok borcun var, küçük kardeşim." Hissettiğim nefreti gördüğü için mi böyle konuşuyordu yoksa beni rahatlatmaya mı çalışıyordu? Aslında Koza buydu. Sorgulanmaması gereken o adam.
Ben de elimi onun beline sardım. "Borcum bir de seni benim vurmam olsun o halde," dedim yüzümü buruşturarak. "Çünkü iğrenç esprilerini artık kaldıramıyorum."
Güldü, Koza gerçekten güldü ve alnıyla alnıma dokunup, "Yürüt beni köle," dedi. "Taşı beni çabuk."
Bakışlarım Yankı'ya doğru kaydı ve onun da koluna Mutlu'nun girdiğini gördüm. Bize bir kez bile olsun dönüp bakmıyordu. Işık diğer taraftan koluna girmek istedi ama buna izin vermedi ve sekerek önümüzde yürümeye başladı.
Bartu, sandalyede oturmaya devam eden Lâl'e doğru koştu. Sandalyenin önünde durdu ve ona baktı, ne yapacağını bilemedi çünkü daha önce Lâl aynı bu şekilde Bartu'dan korktuğu için kaskatı kesilmişti. Ellerini havaya kaldırdı, geri indirdi sonra önünde dizlerinin üzerine çöktü. Tam karşısına bakmaya devam eden Lâl'e, "Hey," dedi sakin bir sesle. "Bitti. Bak biz buradayız."
Lâl'in ağır bakışları Bartu'ya doğru döndüğünde gözlerinden akan yaşları yeni görebiliyordum. Konuşamamasının acısını bir kez daha içimde hissettim, bu acı öyle bir acıydı ki belki de çığlık atmak ve içinden geçenleri haykırmak istiyordu ama bunu yapamıyordu. Yaşadıklarını anlatmak istiyordu, yapamıyordu. Tek yapabildiği ağlamaktı ve korkudan öyle çok titriyordu ki geçmişinde günlüğünde okumadığım o sayfaları bir kez daha merak ettim. Suskunluğunun nedenini, silahlara olan korkusunu ve bu güçsüzlüğünü.
Koza, Lâl'i kız kardeşine benzetiyordu, nedeni neydi? Hangi geçmişimiz ortaktı?
Bartu, elini bir kez daha kaldırdı ve dokunup dokunmamak arasında kararsız kalıp, "Geçti," dedi. "Hiçbir şey olmadı." Bartu'nun eli titriyordu.
Lâl, dudaklarını oynatarak tek bir kelime söyledi: "Korkuyorum."
Bu Bartu için yeterliydi. Elleri direkt Lâl'in yüzünü buldu ardından alnından öptü sonra yanaklarından ve gözlerinden. En son saçlarından ve halatların izlerinin kaldığı bileklerinden. Lâl sessiz sessiz ağlamaya başladığında Bartu kollarını onun beline doladı, bacaklarını beline dolamasını sağladı ve başını boynuna gömüp oradan da öptü ve ayağa onunla beraber kalktı. Lâl'in titreyen vücudu Bartu'nun kucağında ufacık kaldı.
Birkaç saniye birbirimize baktığımızda Bartu'nun gözlerinin dolduğunu gördüm ama hemen gözlerini kaçırdı ve çıkış kapısına doğru yürüdü.
"Bartu da çok fazla Yeşilçam filmi izlemiş olmalı," dedi Koza. "Ferit Bartu."
Kapıdan çıkarken arkamızdan bizi izleyen adamlar da, arabasının koltuğuna oturmuş Sadık Orhan da umurumda bile değildi. "Çeneni kapat, Koza."
"Ayşecik Helin." Bütün ağırlığını bana verdi.
Sertçe onu omzumla iteklediğimde acıyla tısladı. "Koza, sırası değil. Ayrıca sen Cüneyt Arkın değilsin, üstelik bu hikâyenin kötü adamı bile olabilirsin."
"Ah," dedi Koza omzuna elini bastırarak. "Kurşun eğer omzuma girdiyse şu an kalbime doğru hareket etmeye başladı, ölüyorum galiba."
Dayanamayıp gülümsedim ve yüzümü ısıran soğuğu da yerdeki karların yürüyüşümü engellemesini de umursamadım.
"Işık, sen Bartu'yla Lâl'i al," dedi Mutlu arabalarından birisine yürürken. Arka tarafta kalan polis ışıkları ve megafonun sesi devam ediyordu. Sadık Orhan'ın adı söylenip duruyordu, o kadar önemli biriydi ki polisler zarar görmesini fazlasıyla önemsiyor olmalılardı.
Benim için ise dünyanın en önemsiz insanıydı.
Ben, Mutlu, Yankı ve Koza, Mutlu'nun süreceği arabaya doğru ilerlerken, Işık Bartu ve Lâl diğer arabaya geçti.
Arka koltuğa ben ve Koza yerleştik, ön koltuğa Yankı geçti ve sürücü koltuğuna da Mutlu. Isıtıcıları açan Mutlu, aynadan bize doğru baktı sonra Koza'yla göz göze geldi. "Seni kelebek kanadından mı vurdular?" dedi ciddiyetsiz bir sesle. "Vah vah, çok üzüldüm."
"Yankı," diyerek ona doğru eğildim ama Koza, hâlâ boynuma doladığı kolunu benden çekmiyordu ve hareket etmemi engelliyordu. "İyi misin?" Gözlerim zorlukla bıçağı gördü, tamamen girmemişti ama kan, siyah pantolonunda büyük bir ıslaklık bırakmıştı. Gömleğini zorlukla çıkarıp bacağına tampon olarak bastırdığında başını iyiyim dermiş gibi salladı.
Yankı’ya pansuman yapan yine kendisiydi, bu neden canımı yakıyordu?
Mutlu arabayı hareket ettirdiğinde Işık'ın sürdüğü araç da bizimle beraber hareket etti. "Otele mi gideceğiz?" diye sordu Mutlu, Yankı'ya. "Hastaneye gitmek ister misin?"
"Otele." Yankı'nın kısık sesi acısını gizleyemiyordu.
"Hastaneye gitmeliyiz," dedim endişeyle. "İkiniz de kötü görünüyorsunuz."
"Işık halleder." Yankı başka bir nefes verdi ve eliyle bacağına daha fazla bastırdı. "Zor durumdaysak hastaneye gideriz, şu an çok riskli."
Bir kez daha eğilip Yankı'ya bakmak istedim ama Koza, omzumdan daha sıkı tuttu ve ters bir ifadeyle ona baktım. "Bana da tampon lazım," dedi Yankı'nın üzerimdeki ceketine bakarak. "Şu ceketi versene, araba yeterince sıcak oldu."
Ceket. Elbisenin yırtılması. Yankı'yla yaşadıklarımız. Yanaklarıma ateş bastığında, "Hayır," dedim. "Ben hâlâ çok üşüyorum." Ama alnımda boncuk boncuk terler olduğuna emindim. Koza da bunu desteklermiş gibi yüzümü inceledi ve kaşlarını çattı sonra Yankı'ya baktı.
"Senin gömleğin ne ara yırtılmıştı Yankı?" dedi ve çektiği acı sesinden belli olsa da sorgulamaktan geri durmadı.
"Sikeyim, Koza," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Şu an, şu şekilde neyi sorguluyorsun?"
"Ne halt yediğinizi," diye karşılık verdi.
"Sana ne bundan?" Yankı omzunun üzerinden ona doğru baktığında yüzünü yandan gördüm.
"Ne demek sana ne?" dedi kırılmış gibi. "Ben Koza Arkın, Ayşeciğime ne yaptığını merak ediyorum."
"Bu adam niye böyle?" Mutlu dikiz aynasından Koza'yla göz göze geldi. "Kendimi akıl hastanesine uygun görürdüm, bu benden daha beter. Farkında mısın, vuruldun sen. Omzunda şu an bir kurşun olabilir. Hayatı ciddiye al biraz."
"Ona aldırış etme çünkü canı acıyor," dedi Yankı Mutlu'ya doğru. "Hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda. Her şeyi alaya almazsa açığa çıkacağından korkuyor."
"Sen de çok sessizsin," diye mırıldandı Koza. "Hem fiziksel hem de ruhsal olarak acı çektiğinde hep sessiz olursun yoksa açığa çıkmasından mı korkuyorsun?"
"Senin ne dediğinin…"
"Siz kafayı mı yediniz?" diye sordum ikisine de. "Şu an bunun sırası mı?"
Mutlu'dan destek bekledim ama o yine beni şaşırtmadı. "Koza ve Yankı öpüşmesi bekliyorum, Helin ve Yankı öpüşmesi bunun yanında hiçbir şey."
"Mutlu!" dedim sert bir sesle. Ardından Koza'nın boynuma sıkıca doladığı ve beni neredeyse boğduğu kolunu tutup kendimden uzaklaştırdım. Koza yapay bir kırgınlıkla bana baktı ama gözlerini pencereye çevirdi sonrasında ise arabanın içini derin bir sessizlik kapladı.
Bize çok uzak olmayan otele vardığımızda arabadan ilk inenler Bartu ve Lâl oldu, Lâl hâlâ Bartu'nun kucağındaydı. Onun arkasından Işık indi. Ben de arabadan inip hızlı bir şekilde Yankı'nın kapısını açtım ve Mutlu'yla beraber onu arabadan indirdik. Bir kolunu boynuma doladığımda bir elimle de belini sardım ama bir anda diğer tarafımda da Koza'yı hissettim ve yine boynuma kolunu doladı. Yankı'nın bacağı, Koza'nın omzundan daha kötü durumdaydı ve kurşunun omzunu sadece sıyırdığından adım gibi emindim. Yine de diğer kolumu da Koza'nın beline doladım. Yankı sol tarafımda, Koza sağ tarafımda yürümeye başladık.
"İkiniz niye kızın üzerine bindiniz," dedi Mutlu arkamızdan sonra Koza'ya doğru koştu ama Koza eliyle onu engelledi. Çıplak ayaklarla, yerlerdeki karlara ve üzerimdeki elbiseye rağmen ikisini de yürütmeye çalışıyordum ve canımdan olacak gibiydim. Koza bütün ağırlığını bana veriyordu, kolunu doladığı yerde arada sırada yanağıma dokunuyordu ve Yankı ona baktığı zaman sırıtıyordu. Eğer her şeyi dalgaya alması acısıyla orantılıysa şu an Koza acıya batmış durumdaydı.
Otelden içeriye girdiğimizde resepsiyondaki adam ve kadın halimizi görüp hızlı bir şekilde yanımıza koştu. "İyi misiniz?" dedi kadın endişeyle. Bakışları Yankı'nın bacaklarına döndü. "Aman Allah’ım ambulansı aramamı ister misiniz?"
Mutlu cevap vermek için ağzını açtığında Koza direkt lafa atladı. "Teşekkür ederiz, Hanımefendi, ufak bir kaza geçirdik, ben sevgilimi kurtarırken," başıyla beni işaret etti, "yanlışlıkla koluma çarptım." Zorlukla konuşuyordu ama hâlâ kendisinden ödün vermiyordu. Yankı'yı işaret etti. "Sevgilimin erkek kardeşi de beni kurtarmak için koşarken üzerime düştü ve bıçak bacağına girdi." Gözüyle ileride asansör bekleyen Bartu ve Lâl'i işaret etti. "Kucaktaki kızı da kan tutuyor, o yüzden iyi değil."
Yankı'nın boğazından hırıltılı bir nefes döküldüğünde Işık'ın sesini işittik. "Benim pansuman eşyalarım yanımda." Büyük ihtimalle arabanın içinde her zaman bir tane bulunduruyorlardı. "Doktorum, o yüzden hastaneye gitmedik ve gerekli müdahaleleri yaptık. Yukarıda da devam edeceğim, bir şeye ihtiyacımız olursa sizi bilgilendiririm."
"Ayaklı yalan makineleri," diye mırıldandı Mutlu sessizce. "Utanmasam ikisini birbirine yakıştıracağım."
"Ta-tabi," dedi kadın sonra asansörleri gösterdi. "Siz odanıza çıkın, oraya istediğiniz her şeyi gönderebiliriz, lütfen bizi haberdar edin."
"Sevgilim," dedi Koza bana dönüp. "Nasıl da Cüneyt Arkın gibi seni kurtardım ama."
Yankı dayanamayıp arka taraftan Koza'nın omzuna bir tane yumruk indirdi, buna aldırış etmedi ve daha büyük sırıttı. İkisini de itekleyerek asansörlere doğru yürüttüğümde Bartu ve Lâl çoktan binmişti. Onların arkasından biz de bindik ve asansöre zorlukla sığdığımızda Mutlu düğmeye bastı. Kayarak kapanan kapılar ve ardından yukarı çıkan asansörün sesinden başka hiçbir ses yoktu.
O sessizliği Bartu bozdu. "İyi misin kardeşim?"
Yankı omzunun üzerinden Bartu'ya baktı. "Sıkıntı yok, daha önce de olmuştu."
Bu sefer Bartu, Koza'ya döndü. "Sen iyi misin lan şerefsiz herif?" Lâl'in arkadaki aynadan Koza'yı izlediğini gördüm ama göz göze gelince bakışlarını başka tarafa çevirdi.
"Kolum koptu," dedi Koza alayla. "Ama alışığım, sıkıntı yok."
"Yok, kopmasın," diyen Bartu tehlikeli gözlerle Koza'yı süzdü. "O kolun bana lazım, o elin de bana lazım. İşime yarayacak."
Koza yüzünü buruşturup başını çevirdi. "Bugün bana çok koşmadın mı sence de koca adam? Hoşuma gitmiyor, anla bunu."
"Bu adam düşük çenesiyle benden rol çalmaya başladı." Mutlu kıvırcık saçlarını geriye doğru attı. "Bu adam ben olmaya başladı, kanıma dokunuyor."
"İkiniz de sırası olmayan yerlerde boş boş konuştuğunuz içindir," dedi Işık fakat Koza dönüp ona baktığında Işık'ın endişeyle koluna bakan gözleriyle karşılaştı. Koza'nın bakışlarında ise ufak bir kırgınlık yakaladım ama bu çok uzun sürmedi.
Büyük bir savaştan çıkmıştık hatta her şey mahvolmuştu, benim için birçok şey üst üste gelmişti ama Koza öyle rahat davranışlar sergiliyordu ki kendi kendimi sorgulamak zorunda kalıyordum. Gerçekten acıdan ve kafasını kurcalayan detaylardan kaçış taktiği oldukça iç rahatlatıcıydı. Bunu artık ben de uygulamalıydım.
Kata geldiğimizde ikisini de taşıyarak odaya doğru yürüdüm. Mutlu hızlı adımlarla ilerleyip odanın kapısını açtı. Kapı ardına kadar açıldıktan sonra Işık, içeriye koşup malzemeleri hazırlamaya başladı, biz de onların peşinden içeriye girdik.
Yankı'yı da Koza'yı da aynı koltuğa oturttuğumda ikisi de sırtını yaslayıp başlarını tavana kaldırdılar. Sonra birbirlerine baktılar ve bir kez daha tavanı izlediler. "Helin," dedi Yankı. "Dolaptan viski verebilir misin?"
Acıyı uyuşturacağından emin olduğum için hızlı adımlarla mini dolaba ilerledim ve küçük viski şişesini uzaktan Yankı'ya doğru attım. Bartu ise Lâl'i yatağın olduğu odaya götürdü ve sürgülü kapıyı kapattı. Mutlu onların arkasından bakarken bakışları benimle kesişti ve göz kırptı. Ben de aynı şekilde karşılık verdiğimde yanıma doğru yürüdü. "Nasılsın sevgili eşim?" diye sordu o da mini dolaba eğilip içinden diğer viski şişesini alarak. "Çok çabuk boşandık." Olanlardan sonra benim nasıl olduğumu anlamaya çalışıyordu.
Işık elindeki ilkyardım malzemelerinin hepsinin masaya dizdikten sonra Koza'yla Yankı'ya doğru yürüdü.
"İyiyim, sevgili eşim," dedim gülümseyerek. "Seni Host Bey’e bırakmak istedim, büyük ihtimalle seni benden daha mutlu eder."
Mutlu yorgun bir şekilde güldü. "Ah Host Bey, benim bulutlu kekim, tarçın kafalım, güzel yüzlüm, al yazmalım." Elini kalbine koydu. "Tekrar kavuşacağımız anı bekliyorum."
Mutlu gibi duvara yaslandım ve soluklanıp kollarımı önümde bağlayarak Yankı'yla Koza'ya baktım. "Sence hangisi hangisinin hostu?" diye sordum amacım biraz kafa dağıtmaktı fakat en sonunda düşüncelere geri döneceğimi biliyordum. Bir yandan da Mutlu'nun içini gerçekten iyi olduğum konusunda rahatlatmak istiyordum.
Işık Koza'ya, "Gömleğini çıkar," diye emir verdi ve yüzüne bakmadan Yankı'nın bacağına doğru ilerledi ama Yankı viski şişesinin kapağını açarak yarısı bitecek kadar büyük yudumlarla içti. Başını yasladığı koltuktan kaldırdı, Koza'ya baktı. Koza, elini uzattığında viski şişesini verdi o da geriye kalan içkiyi içti. Küçük şişedeki viski bittiğinde elinin tersiyle ağzını sildi ve Yankı'yla göz göze geldiler. Sonra başka tarafa baktılar. Ardından bir kez daha birbirlerine baktıklarında ikisi de hallerine gülmeye başladı. Birisi birinin omzunu, birisi birinin bacağını gösteriyordu ve alaya alıyorlardı.
"Eskiden birimize bir şey olurdu," dedi Yankı dilini damağına üç kere vurarak. "Şimdi ikimiz de ceset olduk."
"Bence ikisi de birbirinin host beyi," dedi Mutlu beni daldığım görüntüden uzaklaştırarak. "Ve bunun sonu ateşli bir sevişme olursa senin pabucun dama atılır, Helinski. Bence onların arasından çekilmelisin."
"Daha neler!" Mini dolaptan son viski şişesini de çıkarıp Yankı'ya doğru götürdüğümde elimden aç kalmış gibi onu da çekip aldı ve açıp yine yarısına kadar içti ve Koza'ya verdi.
"Yankı sen de pantolonunu çıkar, uzanman gerekiyor." Işık yüzünü buruşturdu. "Koza gömleğini çıkar demiştim."
"Kolumu hareket ettiremiyorum, çıkaramam ki," dedi Koza saf maskesini takarak. "Yardım etmen gerekiyor," duraksadı, gözlerinin içine baktı, "Nil."
"Hiçbir fırsatı kaçırmıyorsun kanadını kırdığımın kelebeği," dedi Mutlu diğer taraftan öfkeyle.
Işık, Koza'nın önünde dizlerinin üzerine çöküp gömleğinin düğmelerini açmaya başladı, Koza ise gözlerini Işık'ın gözlerine dikti. Altın sarısı saçları dağılmıştı, gözlerinin altı morarmaya başlamıştı ve yorgundu, acı çekiyordu ama Işık'a bakarken gözünde bir yıldızın yanıp söndüğüne yemin edebilirdim.
Koza'nın kahverengisinde belki bir çiçek bile yetişmezdi, öyle kuraktı ama mavisindeki yıldızlar Işık için yanıp sönüyordu.
"Helin," dedi omzunun üzerinden bana bakarak. "Yankı'yı diğer koltuğa götürür müsün? Uzanması gerekiyor."
Başımı sallayıp ona doğru ilerledim ve kolunu tutup ayağa kaldırdım. Kolunu omzuma attığında bizim de gözlerimiz kesişti. Endişemi mi gördü yoksa kendimi susturduğum tarafımı mı bilinmez, çenesini başıma yasladı ve saçlarımdan öptü. "İyiyim," dedi rahatlatmak istermiş gibi. "Bu benim için sinek ısırığı, merak etme."
"Nil," dedi Koza. "Keşke gömleğin düğmeleri sonsuzluğa uzansaydı, öyle değil mi?"
Kendimi tutamayıp güldüm, Yankı gözlerini devirip, "Abartma," dedi. Mutlu ise yapacak hiçbir şeyi olmadığı için elleriyle kulaklarını kapatıp karşısındaki duvarı izlemeye başladı ve ağzının içinde bir şarkı mırıldandı.
Yankı'yı karşı tarafta kalan koltuğa oturttuğumda ve yavaşça uzanmasını sağladığımda başının altına yastığı koydum. "Çok mu acıyor?" diye sordum yüzünü buruşturduğunu görünce. "Keşke hastaneye gitseydik."
"Helin," dedi Işık. "Yankı'nın pantolonunu çıkarır mısın?"
Yankı, bunun arkasından gülümsediğinde dakikalar sonra yüzüne neşenin ulaştığını gördüm, şakayla karışık, "Pantolonumu çıkarırsan acımaz," dedi fakat bacağını hareket ettirdiğinde yüzünü tekrar buruşturdu.
Mutlu, Işık'ın ona verdiği makası bana verdiğinde ilk önce pantolonunun bıçak saplanan kısmını halka şeklinde kestim ardından ellerim pantolonunun kemerine uzandı. Yüzüm yüzüne yakın bir şekilde dururken, saçlarım önüme doğru döküldü ve perde görevi yaptı. Kemeri tokasından çıkardığımda Yankı, bir elini yavaşça kaldırdı ve turkuaz gözleri tam gözlerimin içine bakarken yanağımı okşadı. "Böyle bir gün, bu şekilde bitsin istemezdim, üzgünüm," dedi kısık bir sesle. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
Kemeri açtım ardından elim pantolonunun düğmesine uzandığında parmaklarım karnına değdi, Yankı kasıldı. "Ben de böyle bitsin istemezdim," dedim gözlerimi gözlerine dikip. "Ama sonunda cehennem de olsa bugün silinmesin, ben hep öncesiyle hatırlayacağım."
Yankı dilini dudaklarında gezdirdi, alt dudağını dişlerinin arasına aldı ve eli çeneme doğru ilerledi. Fermuarı indirirken, "Şu an," dedi fısıldayarak. "Daha fazla konuşma."
"Neden?" Boş bulunup sorduğum sorunun cevabını birkaç saniye içinde anladım. Kendimi tutamayıp güldüğümde Yankı da güldü ama yeniden acıyı hissettiğinde yüzünü buruşturdu.
"Pantolon mu çıkarıyorsun ameliyat mı yapıyorsun?" Koza'nın sesi aramıza girdiğinde omzumun üzerinden ona baktım ardından kendimi toparlayarak pantolonu yavaşça aşağıya doğru indirdim, Mutlu getirdiği çarşafı Yankı'nın üzerine örterken bıçağın olduğu yere oldukça dikkat ettim.
Pantolonu tamamen çıkardığımda gözlerim bıçağın saplandığı yere kaydı ve kan akışı dursa da etrafının gitgide kızarmaya ve morarmaya başladığını görmek ellerimin uyuşmasına sebep oldu. "Yankı," dedim acıyla. Gözlerim ona kaydı ama beni rahatlatmak istermiş gibi yüzüme bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu.
Tam o sırada Bartu'yla Lâl'in girdiği odanın kapısı açılıp ikisi beraber çıktığında Lâl, yorgun gözlerle bize baktı ama neyse ki ağlamıyordu. "Ben Lâl'i odasına bırakacağım," dedi Bartu. Hepimiz onlara bakmaya devam ettik. "Lâl," dedi sonra boğazını temizledi. Kaşları çatıldı. "Yalnız kalmak istemiyor, yanında olacağım." Gözlerini kaçırdı, Lâl ise Yankı'ya bakıp başını bir kez iki yana salladı. Büyük ihtimalle nasıl olduğunu soruyordu. Yankı ise başparmağını kaldırıp gülümsedi. "Bir şey olursa," Bartu utanıyordu, çok tuhaftı, "haber verirsiniz. Yani uyumam. Uyumayız. Hemen yan oda zaten. Şurası. Ararsınız ya da kapıyı çalarsınız."
"Bartukıç'ım," dedi Mutlu gülümseyerek. "Sence bu kadar uzun açıklama yapıp Manas Destanı yazmana gerek var mıydı?"
Bartu onu duymazlıktan gelip bana baktı. "Helin," dedi ve kolunu uzatıp beni yanına çağırdı. Bir an bile tereddüt etmeden yanına gittiğimde kolunu omzuma dolayıp beni göğsüne doğru çekti. Ben de ona sıkıca sarıldığımda bir an bizi izleyen Koza'yla göz göze geldim, direkt gözlerini kaçırdı. Öyle sıkı sardı ki beni, Bartu'nun bu güven veren kollarından vazgeçmek imkânsızdı ve fark ettim ki bir baba, Bartu gibi sarılabilirdi. "Seninle hâlâ konuşmuyorum," dedi açıklama yaparak. "Ama bu seni merak etmeme engel değil. Konuşacağız." Alnımdan öptü, saçlarımı karıştırdı. "Bugün sana bir kez daha hayran kaldım, beton yetmez diyordum, artık bırak betonu çimento makinesi yetmez."
"Sen bana küsemezsin brocuk," diyerek geriye çekildim ve göz kırptım. "Ben iyiyim, siz de iyi olun." Bakışlarım Lâl'e döndü ve kolunu yavaşça okşadım. "Uyumayı dene, olur mu?" Lâl, beni onaylayarak başını salladı ve o da beni şaşırtıp kendine çekip sarıldı. Birkaç saniye sürdü ama yine o anne duygusunu hissettim. Ellerim havada kalmışken geriye çekildi.
Birkaç dakika sonra ikisi de odadan çıktıklarında Işık, "Yankı'nın durumu daha acil görünüyor," dedi. "Koza'nın kolunu kurşun sıyırmış, yarası pek açık değil ama Yankı'ya epey dikiş atmamız gerekecek." Başıyla Mutlu'ya işaret verdi. "Yankı'yı içerideki odaya götürelim, Helin sen burada kalıp belirli aralıklarla Koza'nın omzuna şu ilacı pamukla sürebilir misin? Mikrop kapmaması gerekiyor." Onaylayarak başımı aşağı yukarı salladım ve Koza'nın yanına doğru ilerledim, o sırada Mutlu'yla Işık Yankı'yı içerideki odaya doğru götürüyordu. "Koza oturma ve uzan, ben gelene kadar da sakın hareket etme."
Koza canına minnetmiş gibi koltuğa uzandı ve onun da başının altına yastık koydum. Yere, omzunun olduğu hizaya oturdum. Işık'ın bıraktığı pamuğu ilaca batırdım ve çıplak omzundaki yara izine bastırdım. Koza, acıyla inledi ve gözlerini kapattı. "Çok mu acıyor?" diye sordum pamuğu yavaşça sürtmeye başlayarak. "Gerçekten de o kadar kötü görünmüyor." Gözlerim yavaşça göğüs kafesine ve dövmelerine kaydı. Dövmeleri anlamsız görünüyordu çünkü üzerlerinde yeni izler oluşmuştu, vücudundaki izler ise gözle görülürdü. "En azından bunlar çok daha kötü görünüyor," dedim pamuğu biraz daha sürerek. "Bu yaralara katlandıysan, şu acı hiçbir şey olmalı senin için."
"Üzgünüm Ayşecik ama," dedi Koza gözleri hâlâ kapalı bir şekilde dişlerini sıkarak, "küçük bir çocukken acıya daha dayanıklıydım, yaşlandıkça çekilmez bir hal alıyor."
"Yaşlı olduğunu kabul ediyorsun yani?" Hem acısını unutturmak hem de onun taktiğini kullanıp aklını dağıtmak için onu dalgaya aldım. "O zaman artık böyle şeylerle uğraşmayı bırakıp çoluğa çocuğa karış, gidip Balıkesir'e yerleş ve domates patlıcan yetiştir. Sana çok yakışır."
"Çoluğa çocuğa karışmak mı?" Gözlerini açtı ve şaşkınlıkla bana baktı, şaka yapmıştım fakat bunu ciddiye almıştı; Yankı ve Koza bazen dünyanın en zeki salakları olabiliyorlardı. "Beni baba olarak düşünebiliyor musun?"
Dudaklarımı büktüm ve pamuğu uzaklaştırıp çöpün içine attım. "Neden olmasın? İki tane erkek çocuğun olsa ve onlara gözlerini kırpmadan adam öldürmeyi öğretsen sonra onlar da büyüyünce," Koza'nın ağzını taklit ettim, "intikam alacağım, herkesi mahvedeceğim, ben bu ülkenin hâkimiyim," güldüm, "diye dolaşsalar fena mı olurdu?"
Koza da güldü. "Ülkenin hâkimi mi?" Dilini damağına vurdu. "Kırılıyorum, ben dünyanın hâkimiyim." Gözlerini tavana çevirdi, yavaşça hareket ederek yüzünü buruşturdu.
"Gerçekten," dedim neden sorduğumu bilmeyerek. "Kendini hiç çoluğa çocuğa karışmış, yanında karın varken hayal etmedin mi? Her şeyden vazgeçmişsin ve mutlu bir hayatın olmuş. Bunun hayali bile bazen bir insana huzur verebilir."
"Çok fazla film izliyorsun, Ayşecik," dedi Koza tavana bakmaya devam ederek. "Gerçek hayatta mutlu bir aile yoktur, mutlu anne babalar da yoktur ve mutlu çocuklar da yoktur."
"Vardır."
"Yoktur."
"Vardır."
"Yoktur." Güldü, öfkeyle ona baktım ve pamuğa ilacı sürüp sertçe omzuna dokundurdum. Acıyla inlemesini umursamadan aynı şekilde devam ettim.
"Tamam," dedi Koza bir elini teslim oluyormuş gibi kaldırarak. "İleride kullanacağın bir itiraf olsun ve bu konuşmamızı bir daha ikimiz de tekrar etmeyelim." İşaret parmağını kaldırdı. "Bazen hayal ediyorum." Yüzüm yumuşadığında bunu fark etse de bana bakmamaya devam etti. "Senin düşündüğünün aksine erkek çocuğu değil, kız çocuğu isterim hatta bir keresinde rüyamda görmüştüm." Bakışları bana döndü ve hevesle anlatmaya başladı. "Yeşil gözleri vardı, sarı saçları. Hayatımda gördüğüm en güzel ikinci kız çocuğuydu." İkinci kız çocuğu. "O günden sonra bir kızım olsa nasıl olabileceğini düşündüm ama sonra hayal kurmak Koza'ya yakışmaz, deyip vazgeçtim. Çünkü ben neyin hayalini kurduysam, o mahvoldu." Cevap vermek için dudaklarımı araladığımda gözlerini bana çevirdi. "Sen çok film izleyen bir Ayşecik olduğun için kesin böyle hayallerin vardır."
Ona hiçbir şeyi anlatma, dedi bir tarafım. Bunu hak etmiyor, sana karşı her şeyi kullanabilir, diye mırıldandı ve Işık'ın o cümleleri kulaklarımda çınladı. İnsanların zaaflarına oynuyordu, hiç ummadıkları anlarda onları kıskıvrak yakalıyordu ve ben şu an en güçsüz anımdaydım ama öyle içten bakıyordu ki ilk defa, Koza'ya inanmasam bile eğer gerçekten benim ağabeyimse onunla bir şeyler paylaşmadan ölmek istemedim.
"Eskiden öyle hayallerim hiç yoktu," dedim pamuğu omzuna yeniden sürerek ama büyük bir dikkatle beni dinliyordu. "Çünkü hep öleceğimi düşünüyordum."
"Öleceğini mi?" diye sordu şaşkınlıkla.
"Evet, her gece yatmadan önce öleceğim anı hayal ederek uyuyordum, bu intihar düşüncesi değil, bir gün öleceğinin farkında olmak. On sekiz yaşındaki Helin'e bu yaşa kadar geleceğini söylesek kahkaha atardı ama yaşıyorum işte." Omzumu kaldırıp indirdim. "Sonra bir şeyler değişti, hayal kurmaya başladım." Hevesle gözlerimi açtım ve ona baktım. "Biliyor musun, ben de bir keresinde rüyamda evlendiğimi gördüm, başı çok güzeldi, sonu mahvoldu ama evleniyordum. O günden sonra hayal kurmaya başladım. Sanırım bir erkek bir de kız çocuğu isterim; oğlumu öyle güzel yetiştiririm ki kimsenin kılına zarar vermez, kızımı öyle güçlü büyütürüm ki kimse onu ezip geçemez." Yutkundum ve hızla devam ettim. "Mesela onlara ilk öğreteceğim şey bisiklet sürmek olur çünkü ben hiç öğrenemedim, masallar okurum, istedikleri yemekleri yaparım." Güldüm. "Sevgilileriyle tanışırım, onları yemeğe davet ederim. Sonra sevgililerini kıskanırım, onları ayırmaya çalışırım…"
Bir anda susup ne yaptığımı sorguladım çünkü kendime bile itiraf edemediklerimi, Koza'ya anlatıyordum. O da bunu fark etti fakat belli etmeyerek, "Peki ya babaları?" dedi sanki hayallerimdeki adamı bilmiyormuş gibi. "O bu arada ne yapıyor? Birasını içip bıçağın ucundaki elmasını mı yiyor?"
İtiraf etmekten çekinmedim. "Bir baba nasıl olur, hiç bilmiyorum, o yüzden hayal edemiyorum." Bugün hissettiğim bütün duygular açığa çıktı. Başımı önüme doğru eğdiğimde eksikliğini hissettiğim o duyguyu Koza'dan gizleyemedim. "Bunu bugün fark ettim. O adamı gördüğümde onu hiç hayal etmediğimi fark ettim, hiç düşünmediğimi hatta hiç kızmadığımı. Ben kendimin annesi olabildim ama hiçbir zaman kendimin babası olamadım, bu yüzden bilmiyorum."
Sesim titredi, bunu gizleyemedim ama o buna aldırış etmeden, "Yankı dünyanın en iyi babası olur," dedi kısık bir sesle. "Bir baba nasıl olur ben de bilmiyorum hatta hiçbirimiz bilmiyoruzdur ama Yankı çok iyi bir baba olur." Başımı kaldırdığımda gözümden bir damla yaş aktı fakat hızlı bir şekilde elimin tersiyle silip yeni bir pamuğa ilaç sürdüm. "Ayrıca," dedi, "bunu söylediğim için birkaç saat sonra çok pişman olacağım ama o da seninle böyle hayaller kuruyor."
Gözlerim açıldı. "Sana bunu mu anlattı?" Şaşkınlığımı atlatamadım. "Siz gerçekten düşman olduğunuza emin misiniz yoksa el ele verip hepimizi kandırıyor musunuz?"
Söylediğime cevap vermedi ama yüzündeki o gülümsemeyle gözlerimin içine bakıp, "Sana bir babanın nasıl olduğunu anlatmak isterdim," dedi. "Çünkü ben hayalini çok kurdum. Benim için baba demek güç demek. Öyle bir güç ki, sana zarar vermez, sana gelecek zararlara göğüs germek yerine sana göğüs germeyi öğretir. Bak bir baba…"
Başımı omzuma doğru yatırdım, acıyla gülümseyip, "Koza," diye mırıldandım. "Bunun için çok geç kaldın. Ufacık bir çocukken bana bir babanın nasıl olduğunu anlatabilirdin, ben de sana inanırdım ama yetişkin bir kadınken ve kendimi bu şekilde büyütmüşken, anlattığın baba değil, gördüğüm baba Sadık Orhan'dan ibaret kalacak."
Yüzündeki gülümsemesi donuklaştı. "Ben de çocuktum," dedi sanki bu dünyanın en çaresiz cümlesiymiş gibi. "Ufacık bir çocuk abin olabilir, ufacık bir çocuk baban olabilir. Dinle, ufacık bir çocuk ailen de olabilir ama ufacık bir çocuk seni bütün kötülüklerden koruyamaz ve o kötülükler bir çocuğu mahvedebilir. Mahvolan bir çocuk kimseyi iyi edemez." Başını aşağı yukarı salladı. "Ben de çocuktum, Helin. Koza da çocuktu."
"Büyüdün." Acımasız görünebilirdim ama ilk kez, ondan hesap sormayı değil, beni görmesini istiyordum. "Büyüdük. Ama sen hâlâ aynısın, hiç değişmemişsin ve ben artık korunmaya muhtaç bir çocuk değilim."
"Kendimi bir yerden sonra, birilerinden ayrıldıktan sonra yanlış büyütmüşüm demek ki," dedi boş bulunup. Maskesi yok gibiydi hatta öylesine yalın konuşuyordu ki benimle, karşımda ufacık bir erkek çocuğu varmış gibi hissetmiştim. "Yalnız kalmışım, kendime böyle büyümeyi öğretmişim demek ki. Yanlış büyümüşüm, Helin. Kendi kendimin yanlışı olmuşum demek ki."
"Ama ben de çocuktum ve senin gibi düşünmüyorum. Benim o yaşıma rağmen saracak kocaman kollarım vardı." Kendimi işaret ettim. "Ufacık bir çocuk abim olabilirdi. Ufacık bir çocuk babam olabilirdi. Ufacık bir çocuk ailem de olabilirdi ve ben onu her şeye rağmen bütün kötülüklerden koruyabilirdim, eğer elimi tutsaydı. Mahvolduğu yerde ben onun ablası olurdum, ben onun annesi olurdum, ben onun ailesi olurdum." Başımı iki yana salladım. "İşte aramızdaki fark bu."
"Ama büyüdük işte ve her şey için çok geç," diyerek bakışlarını tavana çevirdi. "Bazı şeyler sadece hayallerde kalır, kendimi böyle kötü büyütmüşken zaten bir baba olarak çocuğumu da iyi büyütemem."
Dayanamadım. "Hayalindeki çocuk Işık'a benziyor." Hareket bile etmedi. "Benim için her şey geç olabilir ama Işık konusunda duygularını dinlemeyi dene. Ona bakışlarını görüyorum."
"Abartma," dedi göz ucuyla bakıp. "Sadece çok güzel, o kadar."
"Hayalinde Işık'la evlendiğini ve ondan çocukların olduğunu itiraf etmek bu kadar mı zor Koza? İndir duvarlarını, senin de içinde bir Yeşilçam karakteri var."
Gülümsemedi hatta bakışları kısıldığında aklından ne geçiyorsa bu onun yutkunmasına neden oldu. Gözleri bana kaydı, gördüğüm saf pişmanlıktı. "Nil için çocuklarının olduğunun hayallerini günlerce bile kurabilirim, bundan çekinmem," dedi. "Bütün hayallerimi bunun için ayırabilirim çünkü elinden en çok istediği şey alındı." Ardından omzunu kaldırıp indirdi ve acıyla yutkundu çünkü fizikseldi, ruhsal olması canımı şu an çok yakardı. "Ama o hayallerin içine kendimi koyamam, bu ona haksızlık olur."
"Koza," dedim pamuğa yeni ilacı sürerken. "Maske takmaktan vazgeç. Bu konuşan adam, gerçek sensin. Eğer maske takmaktan vazgeçersen, o zaman gerçeğini herkes görebilir."
"Safsın, Helin," diyerek konuyu değiştirdi. "Bazen öyle bir vicdanını dinliyorsun ki insanları tanıyamıyorsun, belki de bu gördüğün adam maske takıyordur, nereden biliyorsun?"
"Öyle olsun." Onunla tartışmayacaktım, onu sorgulamayacaktım. Omzuna ilacı sürerken, aklımdan geçen bütün soruları yuttum çünkü ona artık soru da sormayacaktım. O Koza'ydı.
"Odanın içi çok sıcak," dedi üzerimdeki cekete bakarak. "Çıkarsana onu artık."
Parmaklarım duraksadı ama belli etmemeye devam ederek, "Kırgınlık var üzerimde, hasta olacağım bence," dedim. "Çok üşüyorum."
Koza, bir anda diğer eliyle çenemi kavradı ve başımı kaldırdı. "Bil diye söylüyorum, çirkin küçük kardeşim," dedi. "Seni o herife vermeyeceğim ve eski zamanlarınız bitti."
"Sana karışma hakkını kim veriyor ki?"
"Ortak kanımız."
"İğrençsin, Koza," dedim kusma sesi çıkararak. "İğrenç. Töre dizisi mi çekiyorsun? Koza Arkın olduğunda çok daha iyiydin. Ayrıca ben istediğim her şeyi yapabilirim, bana karışamazsın. İstersem ondan on çocuk yaparım, bu benim hayatım."
"On çocuk mu?" Eliyle alnına vurdu. "On tane Sonuncu mu?" Başını iki yana salladı. "Kâbus mu bu? Siz artık yan yana bile gelmemelisiniz."
"Neden öyle diyorsun ki?"
"Düşünsene Sonuncu'nun çocukları olmuş, hepsi filozof gibi ortada dolanıyor, sırf bu görüntü yüzünden bile seni ona vermemem lazım." Dalga geçiyordu ama bundan fazlasıyla keyif alıyordu. Yankı'nın bakışlarını ve sesini taklit ederek, "Yankıcan oğlum, beş yaşında olman, beş ciltlik ansiklopedi okumana engel değil. Say bakalım dünyadaki bütün gölleri, akarsuları, denizleri." Çenesini kaldırdı. "Helinhan kızım, dört yaşındasın ama lütfen şu integral sorusunu çözer misin? Bu şekilde olmaz. Ayrıca trigonometri dünyanın en basit konusudur."
Kendimi tutamayıp yüksek bir kahkaha atıp, "Yankıcan mı?" dedim. "Helinhan mı?" Öyle bir kahkaha atıyordum ki uzun zamandır böyle gülmemiştim.
"Çocuklar yüz değil doksan sekiz alsa serumla hastaneye götürürler Sonuncu'yu." Daha büyük bir kahkaha attım. "Mükemmeliyetçi pezevenk, küçükken de böyleydi. Doksan dokuz alınca tebeşir tozu içer, kendisini hasta ederdi, doksan beş alsa direkt bileklerini keserdi."
"Şaka yapıyorsun!" deyip başımı iki yana salladım ama bir yandan da kahkaha atmaya devam ediyordum.
"Aynı ilkokula gidiyorduk ama Önder beni diğerlerinden ayrı bir yerde büyüttüğü için Sonuncu akşamları benim yanıma kaçar, beraber ders çalışırdık," dedi gülümseyerek. "Onun dirsekleri çürürdü, doksan dokuz alırdı ben bir kere okuduğumla yüz alırdım, kıskançlıktan komaya girerdi. Hiç itiraf etmedim ama hep kopya çekerek yüz alırdım. Şimdi duysa bir de bu yüzden bana düşman olur." Kahkahama eşlik etti ve ikimizin de sesi odayı doldurdu.
Diğer odanın kapısı açıldığında kahkaha atarak o tarafa baktım ve Işık'la Mutlu'yu gördüm. İkisi de bize şaşkınlıkla bakarken gülüşümü durduramıyordum. "Nasıl," dedim kahkahamın arasından. "Yankı? Dikiş," kahkahaya devam ettim, "attınız mı?"
İkisi de bir deliyi izliyormuş gibi bana bakarken, "Evet," dediler duraksayıp. "Sen iyi misin?" Kaşları çatıldı Işık'ın. "Yoksa bir sinir harbi mi?" Kollarını önünde bağladı, Koza'ya ters bir şekilde baktı. "Ne dedin kıza yine?"
"Hayır hayır, o bir şey yapmadı," deyip çöktüğüm yerden kalktım ve zorlukla gülüşümü durdurup içeride uzanan ve gözleri kapalı olan Yankı'ya baktım. "Nasıl? Bir sıkıntı yok, değil mi?"
Benim kalktığım yere oturdu Işık, Mutlu da Koza'nın ayaklarını itekleyerek oraya yerleşti. İkisini yalnız bırakmayacaktı. "İyi," dedi Işık başını aşağı yukarı sallayarak. "Sabaha kadar birisinin başında beklemesi gerekiyor sadece ve bunu senin yapacağından hiç şüphem yok."
"Benim de mi öyle?" diye sordu Koza ben odaya doğru yürürken.
"Evet."
"Peki, kim benim başımda bekleyecek?"
"Elbette ben kelebeğim," diye lafa atlayan Mutlu beni bir kez daha güldürdü. "Sen kimi düşünmüştün?"
"Nil," dedi ben odadan içeriye girerken. "Bazen keşke annemin karnında kalsaydı diyor musun bu çocuk için?"
Koza'nın yüzüne baka baka sürgülü kapıyı kapattığımda son gördüğüm çatılmış kaşlarıydı.
Yankı uyuyor gibi görünüyordu, bu yüzden sessizce hareket edip köşedeki çantaya doğru ilerledim ve üzerimdeki ceketi çıkardım. Elbisenin sırtındaki yırtık, oda sıcak olsa da tenime soğuk bir ürperti doldurmasına neden oldu. Elbiseyi omuzlarımdan yavaşça sıyırırken kalçamdan zorlukla aşağıya indirdim ve eğilip çantanın içinden Yankı'ya ait siyah bir tişört aldım.
"Bayıldım bu görüntüye," dedi Yankı bir anda. "Güzel, heybetli, görkemli." Korkuyla irkilip ellerimle göğüslerimi kapatıp ona döndüm fakat onun gözleri vücudumda dolanıyordu.
"Uyuyorsun sanıyordum," dedim tişörtü direkt olarak üzerime tutarak. Aniden olmasaydı belki böyle utanmazdım fakat şu an yanaklarıma ateşin dolduğunu hissediyordum. Beni baştan aşağı süzdü sonra öyle yavaş ve sindire sindire gözlerime ulaştı ki daha fazla hissedemezmişim gibi o ateş bütün vücudumda dağıldı.
"Uyurken bile kokusunu alacağım bir vücudun var bence," dedi gülümseyerek. Hızlı bir şekilde tişörtü üzerime geçirip elime geçen ilk eşofmanı da altıma giydim. Bu da Yankı'ya aitti ve belimden düşüyordu. "Şu an belimden aşağısı iğneden dolayı uyuşmuş durumda ama neyse ki gözlerim hâlâ yerinde."
"Kendini nasıl hissediyorsun?" dedim yatağa doğru yaklaşıp lafı değiştirerek. "Ağrı kesici içmek ister misin?"
"Alkol," dedi parmaklarını şakaklarına bastırıp gözlerini kapatarak. "Birazdan getirirler."
Tek ayağımın üzerinde durup etrafıma baktım sonra yatağın köşesine oturup gözlerimi kıstım. Sargılı bacağı çarşafın dışında duruyordu, göğsü çıplaktı ve onun da göğüs kafesinde Koza’da olduğu gibi izler vardı. Bu sefer kürekkemiğindeki dövmesini açıkça görebiliyordum, onu tanıdım tanıyalı ilk defa gözlerimin önündeydi.
Şekli dikkatli bir şekilde incelerken bakışlarımı fark etti. "Daha önce görmemiş miydin?" diye sordu.
"Görmüştüm ama inceleyememiştim," diye mırıldandım ve yatağa yüzüstü uzanıp ellerimi çeneme yerleştirdim, ayaklarımı havaya kaldırdım. "Dövmenin anlamı ne?"
Uzun bir çizgi, çizgi simsiyahtı fakat çizginin üzerinde damla gibi bir figür vardı içi maviye boyanmıştı. Gözyaşı? Sanmıyordum. "Bir fikrin var mı?" diye sordu.
"Gözyaşı?" dedim kaşlarımı çatarak. "Ama bu çok saçma olur."
Yankı güldü. "Biraz öyle oldu."
"Çok merak ettim," dedim ayaklarımı hareket ettirerek. "Söylemeyecek misin?"
Elini dövmeye dokundurdu ve kaşlarını kaldırdı. "Aslında altında başka bir dövme vardı ama onu sildirip bunu yaptırdım çünkü insanın fikirleri değişebiliyor." Nefes verirken düşünceliydi. "Ablam ben küçükken…" Tam o sırada kapı çaldı ve Işık kapıdan seslendi. "Gel," dedi Yankı sakin bir sesle. Işık yavaşça kapıyı açtı ve elindeki beş viski şişesinin üç tanesini yatağın köşesine bıraktı. Geriye kalan iki şişeyi Koza'ya götürmek için hiçbir şey söylemeden çıkarken, o aralıkta bile başını eğip bizi incelemeye çalışan Koza'yı ve Mutlu'yu gördüm. Onlara baktığımı görünce Mutlu gözlerini kaçırdı ama Koza bakmaya devam etti; Mutlu ise onun önünü kapattı.
Işık kapıyı kapattığında, "Koza gözlerini bizim üzerimizden alamıyor," diye mırıldandı düşünceli bir sesle. "Kafayı bize takmış durumda."
"Yankıcan ve Helinhan'dan korkuyor."
"Ha?"
"Anlat," dedim konunun üzerinde durmayarak. "Ablan sen küçükken?"
Nefesini verdi ve bir kez daha dövmesine baktı. "Ablam ben küçükken bana dört yapraklı yoncanın ailemizi simgelediğini söylerdi," dedi omzunu kaldırıp indirerek. "Dört yapraktan her biri bir şeyi ifade eder: Birinci yaprak umut, ikinci yaprak inanç, üçüncüsü sevgi ve dördüncüsü iyi şanstır. Benim umut olduğumu söylerdi, ona umut olmuşum. Babama iyi şans derdi, anneme inanç, kendisine ise sevgi." Sesinin tonu değişti. "Annem ve babam hiçbir zaman bunları hak etmedi ama insan nasıl isterse öyle hayal ediyor." Parmakları biraz daha dolaştı dövmenin üzerinde. "O öldükten sonra dört yapraklı yoncaya inancım bitti ama sonra," gözleri bana döndü, "birisiyle tanıştım. O yoncaya inancım yeniden başladı. Ben de bu dövmeyi yaptırdım. Tek yaprak var, beni simgeliyor, sonra yanına üç yaprak daha eklenecek eğer bir gün ailem olursa." Kaşları çatıldı. "Yani öyle olması gerekiyor. Bir anlık yaptırdım." Bakışlarını kaçırdı, etrafa baktı. "Yani öyle işte. Tek yaprak olarak da kalabilir bu. Bilmiyorum." Elini saçlarına geçirdi ve burnunu kaşıdı. "Her neyse."
Hayranlıkla ona bakıp, "Çok güzel," dedim gözlerimi açarak. "Çok anlamlı." Dövmeyi uzun uzun izledim ve Koza'nın bana az önce söylediklerini ve iki çocuk hayalimi hatırladığımda gülümsemeden edemedim. "Ama Yonca yeşil olmaz mı? Bu yaprak neden mavi?"
Yutkundu. Alt dudağını içeriye doğru kıvırdığında arada sırada ona uğrayan utanç duygusunu gördüm. "Yaprakları, ait olan kişilerin en sevdikleri renklere boyatacağım." Utancını gizlemek konusunda oldukça başarılıydı. "Benim rengim mavi çünkü sen bana en çok mavi rengin yakıştığını söyledin," dedi kısık bir sesle. "Ben de o renge boyattım."
"Yankı," dediğimde başımı yana doğru yatırdım ve aklıma ilk gelen cümleyi söyledim. "Bu çok," kelimeleri toparlayamadım, "bu çok güzel. Bu çok anlamlı. Ben," nefesimi verdim, "hayran kaldım. Teşekkür ederim."
"Ve ben bu yapraktaki umut," dedi derinden gelen bir sesle. "Umut. Hep umut olacağım."
"Sen umut," dedim gözlerinin içine bakarak. "Hep umut olacaksın." Yatakta ona doğru yaklaştım ve yavaşça başımı karnına yasladım. "Benim umudum oldun. Her zaman başka bir yol vardır, dersin Yankı. Bu cümle umut oldu. Bu cümle sensin. Sen umutsun."
Bana öyle anlamlı baktı ki sanki hep bunu duymak istiyor gibiydi ya da ablasından sonra belki de ona bunu söyleyen ilk kişi bendim. Eli saçlarıma uzandı, yüzüme gelen birkaç tutamı uzaklaştırdı ve yavaşça yüzümü severken, "Bunu bana arada söyle, olur mu?" dedi başını sallayıp. "Bana hep umut olduğumu hatırlat."
"Sana bunu her gece uyumadan önce söyleyeceğim, söz veriyorum," dedim. "Sana hep umut olduğunu hatırlatacağım." Gözleri gözlerimin içine büyük bir hayranlıkla daldı, en içten gülümsemesi dudaklarına kondu.
"Bazen," dedi, beni öpmek için eğilmeye çalıştı fakat onu yormadan başımı kaldırdım. "Seni hak edecek ne yaptığımı sorguluyorum." Dudakları alnımı buldu, uzunca öptü sonra burnumun ucundan öptü ardından dudaklarıma ufak bir öpücük bıraktı. "Bazen," dedi bir kez daha. "Seni hak etmek için daha başka ne yapabilirim diye düşünüyorum." Yutkundu, parmakları tüy kadar hafif bir şekilde çeneme tutundu. "Ama hep," dedi bu kez. "Bir an bile şüphe etmeden, pişman olmadan, sana her baktığımda iyi ki diyorum." Dudaklarıma bir kez daha dudaklarını bastırdı, içten bir şekilde nefesini vererek öptü, diğer eli saçlarımda gezindi. Geriye doğru çekildiğinde turkuaz gözleri bütün duygularıyla bana bakıyordu. "Helin, her şey sana Helin. Her şeyim sana."
Elim çenemde duran eline doğru kaydı ve avcunun içini öpüp, "Bu cümleler umut olduğunu söylediğim için mi?" diye sordum sonra gözlerinin içindeki o anlamsız kederi silmek için güldüm. "Yoksa Işık, iğnenin içine romantiklik iksiri mi koydu?"
Bu onu güldürdü, geriye doğru çekildiğinde başımı yeniden karnına yasladım ve göğüs kafesinde iki parmağımı yürüyormuş gibi hareket ettirerek, "Ayrıca," dedim. "Bir eşin ve iki çocuğun olacak demek mi bu? Hangisi sevgi, hangisi iyi şans, hangisi inanç olacak acaba?" Kaşlarım çatıldı. "Bir de onların da mı sevdikleri renkleri yaptıracaksın?"
"Hımm," dedi eli yeniden saçlarımı bulduğunda. "Çocuklarımın belki sevdiği renkleri yaparım ama eşime benim ona yakıştırdığım renk daha iyi olur." Gülümsediğini hissettim, karnı hareket etti. "Mesela siyah. Çok iyi değil mi?"
Gözlerimi yüzüne çevirdim ve keyifli gülümsemesini izlerken kaşlarımı çattım. "O eşine söyle," dedim kızgınlıkla. "Siyah herkese yakışmaz." Sonra karnına tırnaklarımı sürttüm. "Ayrıca bu iğnenin içinde sadece romantiklik yoktu sanırım, hani uyuşmuştun sen?"
"Bir görsen kafamın içini," alt dudağını dişledi, "hayali bile çok başka o siyahların. Ah şu gözlerim bir görseydi." Kaşlarım daha fazla çatıldı. "Elbet bir gün, elbet."
"Sapık herifin tekisin," diye hırladım.
"İğneden, güzelim," dedi göz kırparak. "Ayrıca bütün kitaplarda yazar bu, liderler altlarındaki kişilere sapıklık…"
"Ay!" diye bağırdım ve bir kulağımı karnına yaslarken elimle de kulağımı kapattım. "Lütfen bunu yapma! Hayır! İmdat!"
İçeriden Mutlu'nun bağırışlarının sesi geldiğinde Işık, onu susturmaya çalışıyordu. İkimiz de içeriden gelen sesleri dinledik. Düşündüğümüzden daha uzun sürdü sessizliğimiz. Yankı elini saçlarımda dolaştırdı, ben parmaklarımı onun göğüs kafesinde. İkimiz de uzun bir süre sustuk ve suskunluk beni bugünü düşünmeye itti. Yankı da bunu anlamış olacak ki parmakları duraksadı. "Bugün çok güçlüydün," dedi başını sallayıp. "Ama sana bir tercih hakkı sunulduğu zaman bir daha kendinden vazgeçme, bunu istemiyorum."
"Kimden vazgeçmeliydim?" diye sordum. "Sen mi?" Nefesimi verdim. "Koza mı?" Kaşları düz bir çizgi halini aldı. "Kimse benim yüzümden zarar görmemeliydi ayrıca o adam cesaretsizin teki, beni öldüremezdi."
"Yine de çok güçlüydün." Başını aşağı yukarı salladı.
"Güçlü değil, hissizdim." Bakışlarımı ona çevirdim ve aklımdan geçenleri kendimle konuşmadan ona anlattım. "Çünkü hiçbir zaman babamı düşünmemiştim, bu bana sürpriz değildi. O benim için bir yabancıydı, öfke bile hissetmedim, biliyor musun? Boşluktu." Gözlerimi kapattım. "Orada, bir yerlerde gölgesi bile hiç olmadı. Böyle bir sürpriz olduğunu bilseydim, önceden bana söylemeni isterdim çünkü buraya kadar gelmemize gerek kalmazdı."
"Mutlu edeceğini düşünmemiştim aslında," dedi düşünceli bir sesle. "Sadece insanın gerçekleri öğrenmesi içini rahatlatıyor. Sen de gerçeğinle yüzleştin." Parmağı alnımda dolaştı. "Ve o adam seni bırakmayacak, Helin. Bugün bunu gözlerinde gördüm. O adam seni asla bırakmayacak."
"Cehennemin dibine kadar yolu var, Yankı," dedim umursamazlıkla. "Hayatımda yeri bile olamaz."
"Onu dinlemeyi hiç düşünmedin mi?"
"Neyi dinleyeceğim ki?"
"Belki bir nedeni vardır," diye mırıldandı. "Belki seni bırakmasının geçerli bir nedeni…"
"Hiçbir anne ve babanın çocuğunu bırakmasının geçerli bir nedeni olamaz." Lafını ağzına tıktığımda dudaklarını birbirine bastırdı ve suskunluğunu korudu. "Ve buraya gelmemizin tek nedeninin o adam olmadığının da farkındayım."
Bu konunun açılacağının bilincinde olarak elini yüzümden çekti ve Işık'ın yatağa bıraktığı viski şişelerinden bir tanesini eline alıp kapağını açtı, kafasına dikti. Onu izledim ama o bana bakmadı bile. "Ekip'in ödemesi gereken bir bedel vardı," dedi Yankı dürüstçe. "Bu intikam benim değil, Işık'ın intikamıydı."
"Bu sadece kendini kandırmaktır," diye fısıldadım ve uzanıp çenesini tuttum, gözlerinin gözlerime çevrilmesine neden oldum. "Sen Koza'nın elinden gücünü almak istedin."
"Koza'nın gücü hiçbir zaman başkaları olmaz." Gözleri kısıldı. "Ama onun senelerdir inşa ettiği evini yıkmak benim için zor olmadı çünkü kendisi de aynı şeyi yapardı." İkisi de bir anda birbirine nasıl böyle kinlenebiliyordu? "Ve yaptı da. O gün, o akşam, tek istediği bizi bitirmekti."
"Yankı." Başımı doğrulttum, elimi çenesinden çektim. "Koza'nın inşa ettiği o evde ben bir süre kaldım, o ev bana yuva olmadı ama hayatımı verdi, o evdeki insanların bana iyiliği dokunmuştu. Yıktığın sadece Koza'nın evi değildi, benim de evimdi. En azından öncesinde bunu bana söyleyebilirdin çünkü bugün iki sürprizle karşılaştım."
"Neden söylemediğim şu cümlelerinden çok açık değil mi?" diye sordu. "Ve Caner'i serbest bırakarak neden söylememem gerektiğine kanıt göstermedin mi?" Şifonyerin üzerindeki sigara paketinden bir tane çıkarıp dudaklarının arasına koyduğu anda onu geri aldım. Bu sefer alkol şişesini kafasına dikti. "Şimdi sence de çok açık değil mi seni neden bir şeylerden uzak tuttuğum?" Çenesiyle kapıyı gösterdi. "İçerideki adam, Koza. O senin geçmişin ve ben senin gözlerinin içine bakarak, seninle beraber hareket ederek o adamı bitiremem. Daha Caner'e bile izin vermiyorsun."
"Bu da kendini kandırmak," dedim gülerek. "Koza'yı hiçbir zaman bitirmeyeceksin çünkü onu öyle çok seviyorsun, öyle çok aileden görüyorsun ki… Hatta Koza da seni bitiremeyecek çünkü o da seni çok seviyor. İkiniz de kendinizi kandırıyorsunuz." Yatakta oturur bir pozisyona geçtim ve şişeyi elinden alıp ufak bir yudum içtim, viski oldukça acıydı. "Caner'i serbest bıraktığım için bana kızgın olduğunu biliyorum ama yine olsa yine aynı şeyi yaparım." Sessizliğini korudu ve yüzüme bakmaya devam etti. "Fakat bu saatten sonra benim de kendime göre planlarım olacak ve sen de hiçbirinden haberdar olamayacaksın."
"Gitmek gibi mi?" diye sordu. Sesinde acı var mıydı, anlayamıyordum ama gözlerine karanlık çöktü. Bu kez de ben hiçbir cevap vermeden yüzüne baktım. "Helin, gitmek gibi mi?"
Kapı bir anda açılıp içeriye Koza daldığında ikimizin de bakışları kapıya doğru döndü. Bizi uzun bir süre inceledi, ardından odanın içindeki koltuğa hiçbir şey yokmuş, çok normal bir şeymiş gibi ilerledi. Hemen arkasından Işık da içeri girdiğinde başını iki yana sallayıp nefesini verdi. Koza koltuğu altından çekerek iki kişilik hale getirdi sonra yastığı düzeltip omzunda sargısıyla dikkatli bir şekilde uzandı. Şaşkınlıkla onu izlerken Işık'a eliyle gel işareti yapmayı ihmal etmedi.
"Ne oluyor ulan?" dedi Yankı Koza'ya bakarak. "Ne yapıyorsun?"
"İkinizin de gece saat başı kalkması gerekiyor," dedi Işık. "Fakat Koza burada uyumak istediğini söyledi, saat başı seninle kalkarsa canı sıkılmayacakmış."
"Mutlu nerede?" diye sordum. "İçeride de koltuk yok muydu?"
"İçeride, koltukta uyuyakaldı," dedi Işık ve işaret parmağını dudaklarına yaslayıp koltuğa doğru ilerledi. Koza'nın hemen yanına oturduğunda ve bağdaş kurduğunda dördümüz de birbirimize kocaman gözlerle bakıyorduk. Işık ne ara üzerini değiştirip en havalı pijamalarını giymişti? Gerçekten bu kız yeni gelin gibi dolanmaktan ne zaman vazgeçecekti?
"Sen iyice saçmalamaya başladın," dedi Yankı çenesiyle Koza'yı işaret ederek. "Derdin ne?"
"Yankıcan ve Helinhan," dedi onu tiye alarak.
"Ne?" dedi Işık'la Yankı aynı anda.
"Uyu Sonuncu," dedi gözlerini kapatıp. "Yarın bugün gibi olmayacak, konuşacaklarımız var."
"Bence de artık uyuyun," dedi Işık yorgun bir sesle. "Bugün çok hızlıydı, hiçbir şeyi atlatamadık, yarın zor bir gün olacak ve ikinizin de uyuşması geçince acıları katlanacak."
Yankı ağzının içinde bir şeyler geveleyerek elindeki viski şişesinden daha büyük yudumlar içti ve bitirdiğinde yüzünü ekşitip yanındaki lambanın düğmesine uzandı. Ben de diğer tarafta kalan düğmeye uzandığımda Koza, "Açık kalsın," dedi sakin bir sesle. "Karanlık beni korkutuyor. Gözlerimi açtığımda hep sizi görmek isterim, amacım dikizlemek değil."
"Koza, kapa o çeneni," dedi Yankı kaşlarını çatarak. "Bokunu çıkardın artık, karanlıktan korkmadığını biliyoruz. Kendi kendine eğleniyorsun, senden başka eğlenen yok."
"Vah vah," dedi Koza. "Eğlenmemene o kadar çok üzüldüm ki, kalbim acıdı."
"Başlamayın," dedim elimle alnıma vurarak. "Uyuyun."
Uzanıp yine de ışığı kapattığımda odanın içine karanlık doldu. Ardından Işık, "Helin nöbetleşe uyuyalım, olur mu?" dedi. "Şimdi ben uyuyayım, bir saat sonra da sen uyursun."
"Olur, tabii ki," dedim Işık'a.
Yankı, kolunu benim tarafıma doğru açıp beni yanına davet ettiğinde pencereden vuran ışık direkt bizi aydınlatıyordu ve görüneceğimizi biliyordum. Başımla Koza'yı işaret ettim, bizi izlediğine adım kadar emindim. Yankı, ne olacak dermiş gibi kafasını salladı ama ben omzumu kaldırıp indirdiğimde ağzından büyük bir nefes verip başını yastığa yasladı ve gözlerini kapattı.
Beş dakika boyunca odanın içinde sessizliği dinledim ardından duvardaki saatteki tik takları saymaya başladım, gözlerim gitgide karanlığa alışırken saatin de kaç olduğunu böylelikle görüyordum.
Tam on dakika sonra Koza'nın sesini duydum. "Uzun zamandır birileriyle uyumamıştım," dedi sakin bir sesle. "Başkalarının nefes sesini duymak güzel oluyormuş."
"Nasıl yani?" diye sordu Işık. "Hiç yanında uyuduğun bir kadın olmadı mı?"
"Ben birisinin yanında uyurken kendimi güvende hissetmem," diye karşılık verdi.
"Ama şu anda bu odada senden ayrı üç kişi var, Koza." Işık'ın keskin cümlesi Koza'ya ulaştığında çok kısa bir sessizlik daha oldu.
Nefesini verdi. "Uyuyacağımı kim söyledi, boşa nöbet tutuyorsunuz zaten." Hiçbirimiz ona cevap vermedik. Yankı'nın nefes sesi bile duraksadı ama tam beş dakika sonra Koza'nın derin nefes seslerini duyduğumuzda gülümsedim.
Çocuksu ve kendisine bile göstermediği bir tarafı vardı. Bu tarafı oldukça masumdu.
"Uyudu," diye fısıldadı Işık bana doğru. "Ve uyuyacağını biliyordum."
Yankı'ya dönüp baktım ve pencereye baktığını gördüm. "Bugün Koza bambaşka birisi gibi," dedim şaşkınlığımı gizleyemeyerek. "Hangisi gerçek, anlayamıyorum." Yankı hiçbir cevap vermedi, gözleri penceredeyken her ne düşünüyorsa kaşları çatıktı fakat o da yavaş yavaş kendini uykunun kollarına bıraktığında gözlerimi ondan bir an olsun ayırmadım.
Hikâyemin başı ve hikâyemin sonu.
Yankı'ya yaklaştım. Elim yüzünü buldu, parmaklarım yanağını okşadı ve kulağına eğildim: "Sen umutsun ve ben sana umut olduğunu her zaman hatırlatacağım. İyi geceler."
Paragraf Yorumları