Helin Güneş'in güncesinden...
11.04.2020
Gökyüzüne bak, erik ağaçları bugün parlak yıldızlara dokunuyor.
Hüseyin için, Nadir için...
Çocuklar için.
Bizim için.
Sokak Nöbetçileri için.
Altıncı Sokak Nöbetçisi, Helin Aktan
Üzerini karaladım.
Altıncı Sokak Nöbetçisi, Helin Güneş
***
LÂL SARCA
2 gün önce...
Gökyüzünde yıldızlar yoktu ve ben genelde yıldızların olduğu gecelerde kendimi mutlu hissederdim.
Bartu'nun beni öptüğü gece gökyüzü yıldızlıydı.
Babamın Rus ruletinde kaybedip öldüğü gün de gökyüzü yıldızlıydı. Evet, kulağa tuhaf geliyordu ama o gün, babam öldüğünde çocuk olmama rağmen mutlu hissetmiştim, bir çocuğun babasının ölmesini istemesi en büyük acıymış, büyüyünce fark etmiştim.
Annemin kendini asıp öldürdüğü günün gecesi yıldızlıydı. Evet, yine kulağa tuhaf geliyordu ama annem öldüğü için de mutlu olmuştum, onun adına. Çünkü ruhu işkence çekiyordu, sonrasında ise bunun için pişman olmuştum, keşke o gün yıldızlar olmasaydı.
Küçük kardeşim Hüseyin'in öldüğü gece ise havada yıldız yoktu. Kapkaranlık bir gece. O gün mutsuzdum çünkü bu hayattaki tek ailemi kollarımda kaybetmiştim.
Sokakta avazım çıktığı kadar bağırıp insanlardan yardım istediğim gün de yıldızlar yoktu.
Hüseyin'i kendi ellerimle gömdüğüm gün de yıldızlar ortalarda görünmüyordu. Elbette görünmezdi, hangi yıldız kendi kardeşini elleriyle gömen bir ablayı görmek isterdi ki?
Büyüdüm, uzun bir süre yıldızlar hiç parlamadı, bir süre sonra da yıldızlara bakmamaya başladım ama Bartu'nun sanki hissediyormuş gibi benimle daima gökyüzünü izleme hevesini bir türlü anlayamamıştım.
Bartu zaten böyleydi, hiçbir şeyi bilmese bile kalbiyle yol çizdiğinde en doğrusunu bulurdu.
Onunla uzanıp gökyüzünü izlediğimiz bütün geceler yıldızlıydı ama beni öptüğü gün öyle parlak yıldızlar vardı ki bir an bizim için parlıyorlar sanmıştım.
Bunu Bartu'ya söylemeli miydim? Belki de bunların hiçbirini onunla paylaşmadığım için eksik hissediyordu. Hayır, söylememeliydim çünkü işaret diliyle anlatmaya çalışsam da tam olarak duygularımı ifade edemezdim. En iyisi bunu da günlüğüme yazmalıydım; bir gün bana bir şey olursa son sayfasında daima onun adının yazacağı sayfanın altına.
Demeliydim ki: Bartu, seninle geçirdiğim bütün gecelerde yıldızlar fazlasıyla parlaktı ve bunun adı mutluluk, eğer şu an yanında değilsem lütfen gökyüzüne bak, yıldızları gör. Bu seni daima mutlu etsin, sen mutluysan yıldızlar parlasın.
O kapının önüne geldiğimde aklımdan sadece yıldızların geçmesinin de bir nedeni olduğunu biliyordum çünkü Yankı beni buraya bir yüzleşme için çağırmıştı, kaçtığım değil de bir türlü istemediğim o yüzleşme gerçekleşecekti; gökyüzünde ise yıldızlar yoktu.
Bugün mutsuz bitecekti, emindim ama vazgeçmeyecektim. Bencillik üzerime biçilmiş bir elbise olsa da o elbiseyi yırtıp atabilirdim, zor değildi.
Kapıyı çaldım, ardından aramızda olan ve sadece üçümüzün bildiği şifreli alkışları tekrar ettim.
Sessizlik. Son kez başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, belki bir yıldızı görürüm diye ama ay bile görünmüyordu.
Kapı açıldığında Yankı'yla göz göze geldik; gözlerinde buğulu bir ifade vardı, aslında o her zaman böyle bakardı ama Helin'le tanıştıktan sonra gözlerine doğan umut bugün yoktu.
Beni içeriye davet ettiğinde geriye dönüp kaçmayı düşünüyordum ama kaşlarını kaldırıp direttiğinde içeriye bir adım attım, ardından Koza'yı gördüm, sonrasında ise Önder'i.
Önder bir sandalyede oturuyordu, ağzı yüzü kan içindeydi, elleri ise bağlıydı. Beni görünce gülmeye başladı ya da zaten gülüyordu, bilemiyordum. "Pazar sabahı, 08.46," dedi Yankı. "Ve hesaplaşma zamanı. O günün sorumlusu Önder ve sendin, Lâl. Şimdi, Koza'yla hesaplaşma zamanı."
Elbet bu günün geleceğini biliyordum hatta emindim ama Koza'yla bakışlarımız kesiştiğinde hâlâ buna hazır olmadığımı hissedebiliyordum çünkü şimdiki zaman devrilip geçmiş zamana kucak açmış gibiydi.
Yankı açık olan kapıya ilerlediğinde gideceğini anladım, büyük bir korkuyla kolunu tuttuğumda gözleri bana merakla döndü. Başımı iki yana salladım, gitmesini istemiyordum, hazır değildim, korktuğum bir şey yoktu ama en azından yanımda beni sevdiğini düşündüğüm biri olmalıydı.
Hayır, bu da bencilce bir düşünceydi. Elimi çektiğimde, “Bunu yapmak zorundasın," dedi Yankı günlerdir gözlerinde geçmeyen o kırgınlıkla. "Doğrular bazen can yakıyor olabilir ama en azından duyulmasına ihtiyaç var." Gözlerimi kaçırdığımda açık olan kapıdan çıktı; geride beni, Koza'yı ve Önder'i bıraktı.
O pazar sabahından sonra bu eve tekrar tekrar gelen kişi sadece benim sanıyordum çünkü Yankı önünden bile geçmek istemiyormuş gibiydi ama şimdi, her şeyin başladığı o evin içindeydik. Ben, Yankı ve Koza'nın birbirimizle sırlarımızı paylaştığımız, oturup oyun oynadığımız hatta kek yediğimiz o evdi.
Koza'yı Önder'den gizliyorduk, karanlıkta uyuyordu ve bazı günler o karanlıkta uyuduğu için fener getiriyordum, pili bitene kadar kullanıyordu. Bazı günler mumları yakıyordu, mumlar eridiğinde benden yenisini istemiyordu ama ben anlıyordum, bir kez daha getiriyordum.
Onun karanlıkta kalmasını istemezken tamamen karanlığa mahkûm edecek adımı atmam da benim en büyük suçumdu.
Koza hâlâ yüzüme bakıyordu, gözünü bile kırpmıyordu, Yankı'nın çıkıp gittiği kapıya odaklanmıştı. Beni uyaran Yankı, ona söylememişti çünkü bu yüzleşmeden kaçacağını düşünüyordu. Onu yeniden gördüğümde bütün nefretini hissetmiştim, öyle ağırdı ki beni öldürmesini bile istemiştim ama sonrasında bu nefret öfkeye ve ardından kırgınlığa dönüşmüştü. Şimdi de gözlerinde kırgınlık vardı. En çok bunu kaldıramıyordum çünkü Koza'nın nefretini kırgınlığına tercih ederdim.
"Suç çetesi toplandı demek," dedi Önder gülmeye devam ederken, ardından ağzındaki kanı tükürdü. "Benim gözbebeğim, Lâl'im." Bakışlarımı Koza'dan ayıramıyordum. "Bana ne yaptıklarını görüyor musun? İşte tam olarak bu yüzden ikisini hiçbir zaman yan yana getirmek istemedim çünkü nankörlerdi."
Onun söylediği hiçbir şey umurumda değildi, ne hissettiği ya da ne durumda olduğu. Hiçbir zaman anlamamıştı ama ondan en çok nefret edenlerden biri de bendim ve onu gerçekten seven tek kişi de Bartu'ydu. Onu sevdiğimi sanıyordu. Kendi elleriyle yetiştirdiği Lâl Sarca'ya birinden nefret ederken seviyormuş gibi davranmayı da Önder öğretmişti.
Bartu'nun sevgisini hiçbir zaman hak etmemişti, Yankı'nın onu sevmek zorunda kalmasını da. “Babanım senin,” derdi Bartu'ya sonra bana gelip ona acıdığını söylerdi. Bartu bilmiyordu ki burnunun dibindeki öz oğlu Yankı'ya şefkatin tek bir harfini bile vermiyordu.
"Lâl," dedi Önder daha yüksek sesle. "Seninle bir anlaşma yapabiliriz." Yine gülmeye başladı, dalga geçiyordu. Benimle değil, Koza'yla. "Hadi ama kızım, kurtar beni."
İçerideki loş ışık bir yerden sonra gözlerime ateş gibi gelmeye başlamıştı. Koza dudaklarını araladı, acılı bir tebessümün ardından, “Onu kurtaracak mısın?" diye sordu Önder için. "Eğer bunu yapacaksan ve önceden bir plan düşündüyseniz benim de planım olduğunu bilin."
Güvenmiyordu, hiçbir zaman güvenmeyecekti belki de ama şu an bile ona kötülük yapabileceğimi düşünmesi benden önce onun için daha yaralayıcıydı.
"Lâl," dedi Önder yeniden. "Onun seni korkutmasına izin verme."
"Bir planınız mı var?" diye sordu Koza yine bana. Sırtı Önder'e dönüktü, o bağlı olduğu için bir şey yapamazdı ama bana sırtını dönmüyordu. Belki sırtından bir darbe indiririm diye.
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda yutkundum. Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ama geçmiş ile şimdiyi ayırıp kavrayabilmek oldukça zordu.
"Şu an," dedi Önder, Koza'ya. "Bizi nasıl alt edebilirsin ki?"
Koza omzunun üzerinden ona baktığında gözleri nefrete bulandı. "Sizin ikinizin olabileceğini düşündüğüm yerde kendimi güvenceye almadan duracağıma inandıran ne, seni aptal herif?" Yeniden bana baktı. "O bir kez yaşanır, tekrarı olmaz."
"Hiç sanmıyorum." Önder her zaman Koza'dan nefret ederdi ama şimdi onu öldürmek istiyor gibiydi. "Sen her zaman aptal, yüzsüz ve muhtaç bir erkek çocuğuydun."
Koza'nın çenesi kasıldı; bana bakarken, “Önder!" diye bağırdı gür sesle. "Beni Sonuncu'yla karıştırma çünkü hiçbir zaman sana karşı bir zaafım olmadı ve düşündüğünden daha acımasız bir adamım, o çocuk değilim artık, öğrenemedin mi henüz bunu?"
Önder'in yeniden gülme sesi geldi. "Acımasız bir adam mısın, bilemem ama hâlâ Harun Aktan'ı gördüğünde altına yapacak kadar çok korktuğunu biliyorum ufaklık."
Koza gözlerini kıstı, dişlerinin arasından bir hırlama döküldü, ardından bir anda dönüp Önder'in göğüs kafesine öyle bir tekme indirdi ki sandalye geriye düşüp kırıldı, Önder sertçe başını çarptı. Ellerimi saçlarıma geçirip geriye kaçtığımda Koza pantolonunun kemerine sıkıştırdığı silahı ortaya çıkardı, sonra yerde uzanan Önder'e tuttu. "Senin gibi üçe kadar sayacağımı mı düşünüyorsun?" diye sordu. "Bir, iki," ardından silahın patlama sesi duyuldu, göğüs kafesine denk geldi. "Hayır, ben sen değilim, senden belki de daha acımasızım."
Önder'in soluğu kesildi, bir şey söyleyecek gibi oldu ama dile getiremedi. "Kendi yarattığın silahla günlerce işkence çekeceksin, benim tarafımdan. Gözünün yaşına bakmayacağım. İlk önce işkencelerini göreceğim sonra alıştıracağım seni o işkencelere." Ağzından nefret saçılıyordu. "Ardından bir kez daha farklı şekilde işkence çektireceğim sana. Tekmeleneceksin," yere tükürdü, "dövüleceksin ve kimse sana yardım etmeyecek."
Önder'in ağzı açıldığında gözleri de kocaman oldu. Titremeye başladığında, ardından başı kalkıp indiğinde bu kez de ellerimi yüzüme geçirdim. Hayır, korku değildi, hiç olmamıştı ama Koza'nın dönüştüğü kişinin sorumlusu olmakla ilk defa karşı karşıyaydım.
"Görüyor musun?" dedi Koza, Önder'e bakarken; sırtı bu kez bana dönüktü fakat elinde sıkıca silahını tutuyordu. "Artık gözümü bile kırpmıyorum, içim acımıyor ya da iki kez düşünmüyorum." Bir anda elindeki silahı bana çevirip üzerime yürümeye başladığında geriye doğru adımladım, sırtım duvara çarptı. "Görüyorsun, değil mi?" dedi silahın ucu göğüs kafesime dokunduğunda. "Dönüştüğüm kişinin farkındasın, değil mi? Yüzleşmeye hazır mısın? Yoksa korkacak mısın?"
Silahlardan korktuğumu biliyordu, ilk anlattığım kişi Yankı'dan bile önce Koza olmuştu. Geçmişimi ilk o öğrenmişti ve her şey bir tokat gibi sertçe yüzüme çarpmıştı. Kendimi ne kadar hazırlasam da göğüs kafesime Önder'in silahını dayayabileceğini düşünmemiştim.
"Hatırlıyorsun, değil mi?" dedi silahı göğüs kafesime daha fazla yaslarken. "Bana anlattığın o günü. Buradaydık, bana yemek getirmiştin ve seninle konuşmuştuk. Konuşmak zordu ama konuştuk." Kaşlarını kaldırdı, silahını indirmedi. "Elini silah işareti yapıp alnına yaslamıştın babanı anlatırken. Öldü diye düşünmüştüm, sonra intiharı anlamıştım ama zamanla Rus ruletini öğrenmiştim. Ardından bir ip alıp boynuna takmıştın ve annenin ölümünü anlatmıştın. Bir çocuk, başka bir çocuğa sessiz sinema oynar gibi ailesinin ölümünü anlatabilir mi Lâl? Sen bana öyle anlattın, ben de seni öyle anladım. Sonra eksik hissetme diye kendimi de ben sana öyle anlattım." Başını iki yana salladı. "Biz seninle bu evin içinde bunları paylaştık, sırlar büyüdü, yara oldu, yaralar kanadı ve en sonunda beni yaktı, değil mi?" Yutkundum. "Şu an bu silahtan korkman ne kadar umurumda?" Önder'e saçtığı nefret artık bana yönelikti. "Sen silahlardan korkuyorsun diye bütün silahlardan nefret ederdim ama şimdi bu korkun ne kadar umurumda?"
Eğer konuşabilseydim ne derdim diye düşündüm? Çığlık mı atardım? Kurtulmak mı isterdim yoksa gerçekleri ona mı bağırırdım? Hiçbiri değildi. Sadece Koza'ya onu hâlâ çok sevdiğimi söylerdim çünkü zamanla öğrenmiştim, bir insan konuştuğunda daha çok anlaşılıyordu. Belki sesinden, belki kelimeleri telaffuzundan ve belki de sesinin titremesinden.
Hiçbir cevap vermediğimde bana bakmayı sürdürdü. Silaha gözlerimi indirmiyordum ama baskısı canımı yakıyordu, çok bastırdığı için değil, bunu yapan Koza olduğu için.
"Öylece sana bu kurşunu sıkmamı mı bekleyeceksin?" diye sordu gözlerimin içine bakarak. Sadece başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım çünkü bunu istiyordum, bütün açıklamalardan önce eğer içi rahatlayacaksa benim karşıma geçip bir silah doğrultmalı, o silahla canımı yakmalıydı. Bunu yapacaksa zaten hiçbir açıklamanın artık önemi kalmayacaktı.
"Neden?" diye sordu. "Haklı durumuna düşmek için, değil mi? Planın bu mu?" Beni anlamıyordu, zihnimin sadece kötülük için çalıştığını düşünüyordu. "Neden? Bunu yaparsam sana deliler gibi âşık olan adam bana düşman olsun diye mi? Hatta diğerleri? Belki de benim kardeşim bile." Çenesini kaldırdı. "Sana kardeşimi anlatmıştım, hatırlıyorsun, değil mi Lâl?" Gözlerimi kaçırdım, bir anda yüzümü tutup çevirdi. "Hatırlıyorsun, Lâl. Seni onun yerine koyduğumu bile biliyorsun. Böyleydi çünkü. Ben Helin'in yokluğunda seni Helin olarak gördüm."
Yine hiçbir şey söylemeden ona bakmaya devam ettim, zehrini kusmalıydı, canımı yakmak istiyorsa yakmalıydı. Başımı eğmemeliydim, ağlamamalıydım.
"Ve ne var, biliyor musun?" diye sordu. "Helin'e birçok kötülük yaptım ama o benim canımı senin kadar yakmadı." Başını sinirle iki yana salladı. "Yakmamıştı, küçükken. Çocukken." Aklından neler geçiyorsa eli titriyordu. "Sana ise hiçbir kötülük yapmadım ama hiç kimse senin kadar canımı yakmadı."
Yine hiçbir şey demedim. Aylardır bana yansıttığı o nefretinin cümlelere yalın bir şekilde dökülüşünü dinliyordum, hazırdım.
Hazır değildim.
"Her şeyin sorumlusu olmak nasıl bir his?" diye sordu, belki de en çok canımı yakana başvurarak. "Bazen durup düşünüyor musun, eğer ben Sokak Nöbetçileri'nde olmasaydım daha mutlu olurlardı diye." Canım yandı, hiçbir söylediğinde değil ama en çok bu canımı yaktı. "Bartu belki de daha umutlu bir çocuk olurdu," dedi acımasız bir sesle. "Sonuncu bu kadar kukla gibi büyümezdi." Kalbim acıdı, silahtan değil, cümlelerinden. "Nil ve Mutlu, her zaman Önder tarafından senin ön planda olduğunu düşünerek özgüvensiz büyümezlerdi." Çenemi sıktım; ağlamayacaktım, söylediklerini dinleyecektim, yüzleşecektim, bencillik yapmayacaktım. "Ben o kadar çok acı çekmeyecektim," diye devam etti. "Ve belki Helin de bizimle büyüyecekti." Başını omzuna doğru yatırdı. "Her şeyin başlangıcı senin tek bir ihanetin oldu; eğer sen olmasaydın biz bunların hiçbirini yaşamayacaktık."
Ağlamayacaktım, direnecektim, savaşacaktım. Ağlarsam daha bencil olurdum. Bütün söylediklerini kaldıracaktım. Ağlarsam belki de canımı yakmaktan vazgeçerdi ve planlarına son verirdi. Çünkü görüyordum Koza'nın gözlerinde. Her ne kadar berbat bir insana dönüştüğünü söylese de çocukken o hissettiğim merhameti duruyordu; bu yüzden ağlamayacaktım en çok da.
"Hiçbir şey söylemeyecek misin?" dedi gözlerini kısarak. "O pazar sabahı, Önder elimi tutup götürdükten sonra..." Gözlerimi kapattığımda başımı iki yana salladım ve o günü zihnimden silmeye çalıştım fakat imkânsızdı; öyle bir imkânsızdı ki o günün içindeydim.
"Dinleyeceksin," dedi ve gözlerimi açtığımda saf bir acıyla bana baktığını gördüm; o da direniyordu, ağlamamak için miydi, bilmiyordum ama acısını gizlemeye çalışıyordu. "O gün bana yaptığını dinlemek zorundasın."
Zorundaydım, bir gün bu yüzleşmenin gerçekleşeceğini biliyordum ama kalbimin ağırlığı gitgide artıyordu.
"Bu eve geldin, Lâl," dedi o günü anlatırken. "Elinde yine tarçınlı kek vardı; eğer öğrenmek istiyorsan ağzıma bile sürmüyorum, nefret ediyorum. Tarçın kokusundan tiksiniyorum. Bunun da sorumlusu sensin." Ellerimi kaldırıp ona sus demek istedim ama hemen ardından indirdim. "Sonuncu'ya sordum, benden sonra tarçınlı kek yaptı mı, diye. Sustu, onun dilinde susmak evet demektir. Bu yüzden de affetmeyeceğim seni."
Yüzleşecektim, dinleyecektim, bilecektim. Ona yapsam bile ağzıma hiç sürmediğimi söylemeyecektim, bunun bir önemi yoktu çünkü. Benim bir önemim yoktu.
"O kekle geldiğin zaman bana ertesi gün bir sürprizin olduğunu söyledin. Bir başkası söylese o boktan hayatın içinde bir sürprizin varlığına inanmazdım ama sen söylediğinde inandım. Bizim üçümüzün o zamanlar hayalleri vardı, belki aptalca gelecek ama lunaparka gideceğimizi düşünmüştüm. Hatırlasana, siz gitmiştiniz ama ben hiç gitmemiştim. Sürprizin bu sanmıştım, o gece heyecandan uyuyamadım." Dişlerini sıktı. "Eğer bilmek istiyorsan, ilk lunaparkıma yine sizlerle geçen gün gittim ama isterdim ki o pazar sabahı sizinle gideyim. Öğreneyim ve sizinle gittiğim gün hiç bilmiyormuş gibi davranmayayım. Fark ettin mi Lâl? Diğerleri fark etmedi."
Fark ettim.
"Fark etmemişsindir."
Ellerimi kulaklarıma bastırmak istedim, kaçmak istedim, kurtulmak fakat yine de yaslandığım o duvarda onu dinlemeye devam ettim. Öğrenecektim, acısını görecektim ve sonrasında her acıya boyun eğecektim.
"Sabah Sonuncu'yla beraber geldiniz," dedi gülümseyerek ama soğuk bir gülümsemeydi. "Ve bu evden beraber çıktık. Emin ol, o gün bu evi son görüşüm olduğunu bilseydim yeniden dönüp bakardım çünkü bu kadar küçük dairenin bile çocukluğumun en güzel zamanlarına denk gelmesi akıl kârı değildi."
Nefes almaya çalışsam da soluğum kesiliyordu. Dudaklarım aralandı ama elbette ki konuşamayacaktım.
"O gün, bir parka gittik, evet ama lunapark değildi. Köşedeki park, hani arada sırada uğradığımız." Canım öyle bir yanıyordu ki bakışlarımı kaçırdım ve ağlamamak için direnmeye devam ettim ama gözlerim dolmuştu. Yeniden yüzümü tutup çevirdiğinde dişlerini sıktı. "O köşeye geldiğimizde uzaktan Önder'i görüp nasıl saklandığımı ve size baktığımı hatırlıyorsun, değil mi?"
Başımı iki yana salladığımda bu hatırlamamak değildi, kaldıramamaktı. Şu an yapabilsem avazım çıktığı kadar bağırabilirdim ama bu kurtulmak için değil sadece ağlamak için olurdu.
"O zaman anlamamıştım ama şu an hatırlıyorum, Sonuncu da sadece sana bakmıştı. Bilmiyordu, değil mi?" Hiçbir şey yapamadım ama yanıtı biliyordu. "Biz ikimiz sana öylesine çok güveniyorduk ki Lâl. Biz birbirimize bile böyle güvenmedik, sana güvendik. Zaten birbirimize o kadar da güvenmediğimiz çok çabuk düşman olmamızdan ama yine de sana uzun bir süre toz konduramadığımızdan bellli."
Koza'ya biz çok ufakken bir keresinde, “Çocuklar kötü kalpli olabilir mi?” diye sorduğumu anımsadım. Birlikte oluşturduğumuz o işaret dilimle yarım yamalak sorduğum o soruyu anlayıp, “Çocuklar kötü olmaz ama kötü olmak zorunda bırakılır bence,” demişti. O an kendimi kötü biri gibi hissettiğimi biliyor muydu, anlamamıştım ama sonrasında devam etmişti. Biz hepimiz kötü olmak zorunda bırakıldık ama kötülüğü seçmiyoruz, Zeynep.
Bana Zeynep, derdi. Yankı bile Lâl derken, o hep Zeynep derdi çünkü bizim kendi isimlerimizden hiçbir zaman vazgeçmemizi istemezdi.
Kendisi Poyraz isminden tamamen nefret ederken üstelik.
"Korktum," diye devam etti anlatmaya. "Önder'i gördüğümde. Mahvolduğumu düşündüm, bizi yakaladığını düşündüm, size de zarar vereceğine inandım ama sen bana, beni artık affedeceğini söyledin. Ben o an üçümüz için korkarken sen affedildiğimi söyledin. Bir çocuğu affetmek? O zamanlar bu cümle basit geliyordu ama şimdi bakınca Önder'in beni affetmesi ne kadar da zor ve saçmaydı, değil mi Lâl? Ben ona ne yapmıştım ki, değil mi?"
Bana artık Lâl diyordu hatta bana çoğu zaman hitap bile etmemeyi seçiyordu.
"‘Seni affedecek,’ dedin bana. ‘Benimle konuştu, eminim ben,’ dedin." Derin bir nefes verdi, çenesi kasıldı, gözleri kısıldı ve sesinin titremeye başladığını duydum. "O an, senin yalan söyleyebileceğin hiç aklıma gelmedi, biliyor musun? Çünkü ihanetle tanışmamıştım, tanışsam bile sana yakıştırmazdım. Ben ilk ihanetimi kardeşim yerine koyduğum o kızdan, senden gördüm."
Gözümden bir damla yaş aktığında hızlıca sildim çünkü ağladığımı görmesini istemiyordum, herhangi bir merhamet olmamalıydı, acımamalıydı. Hiçbir cümlesinden vazgeçmemeliydi.
"Zeynep," dedi Koza korkuyla, Önder'in dönük sırtına bakarken. Duvar köşesine sinmiş, yere oturmuştu. Kendiyle beraber bizi de gizliyordu. "O beni istemiyor, neden bir anda kucak açsın ki?" Gözleri Yankı'ya döndü, Yankı sadece bana bakıyordu ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Önder'den onu gizliyorduk ve artık onu gizlemeyeceğimizi söylemiştim çünkü Önder onu affediyordu.
İşaret diliyle, “Eminim," demiştim. "Bana güvenmiyor musun? Onunla konuştum, artık seni de bizimle büyütecek." Koza'nın gözlerine şaşkınlık doldu. "Eğer yalan söylüyorsa biz zaten buradayız, onu engelleriz."
Koza'nın bakışlarına bir anlık umut doldu, sonra sevgi ve ardından heyecan. Bir çocuk ne kadar çabuk kanabilirse o kadar çabuk kandı bana. "Ya seni de kandırdıysa?" demişti endişeyle. "Ya bu işin sonunda size de zarar verirse?"
Aklının ucundan ihanet geçmedi çünkü bana inancı sonsuzdu.
"Bana güven," dedim işaret diliyle. "O artık seni kabullendi."
Kabullenilmek Koza'nın zaafıydı, bunu çok iyi biliyordum. Çocukken bile bunu çok istiyordu ve büyüdüğünde de Sokak Nöbetçileri'ne ne kadar düşman hattında girmiş olursa olsun, en sonunda bize kendini kabullendirmek istemişti.
"Ya döverse beni?" demişti Koza, sonra kaşlarını çatmıştı. "Ama benim yüzümden sizi dövmesinden iyidir, değil mi? En azından artık sizinle olacağım." Gülümsedi. "Diğerleri beni biliyor mu? Onlara söylediniz mi?"
Yankı sessizce dinliyordu, onun tek bildiği şu andan itibarendi. Güven en büyük silahtı, bunu o yaşımda fark etmiştim. O bana inanıyordu, bana inandığı için yalan söyleyecek kadar. Belki de bu yüzden artık yalanlara tahammülü yoktu.
"Hayır," demiştim. "Onlara da sürpriz olacak."
"Beni severler mi?" Endişelendiği konu bu muydu? "Diğerleri yani? Kardeşlerim."
"Severler," dedim.
"Peki kız kardeşimi de sonradan bizim yanımıza almama izin verir mi?" diye sordu bu kez.
Kaşlarımı çattığımda, “Zaman geçiyor," demiştim. "Önder'in yanına gidelim."
"Benimle siz de gelecek misiniz?" diye sordu merakla.
Hiçbir cevap vermedim. Gözlerindeki korku uzaklaşmıştı, bana inanmıştı, inanmak bir yana umutlanmıştı.
Başımı Önder'e çevirdim ve alkışlamaya başladım; son cümlesi, “Benimle siz de gelecek misiniz?” olmuştu.
Önder bizi gördü ve gülümseyerek yanımıza doğru yürüdü.
Hayır, Koza; biz seninle hiçbir yere gelmeyeceğiz çünkü sen artık bizimle beraber olmayacaksın, diyemedim.
"Nasıl bir his, biliyor musun?" diye sordu. "Kendimi aptal gibi hissettiriyor ama çocuktum. Ufacık bir dairede gizleniyordum, sizden başka kimsem yoktu ve sen bana bir ışık tuttun. Belki de başka bir konu olsa daha fazla sorgulardım ama o gün sorgulamamıştım hem sana güveniyordum hem de kabullenilmemekten yorulmuştum."
Başka bir yaş daha yanağımdan düştüğünde yine hızlıca sildim fakat art arda akıyordu. "Önder geldi," dedi. "Gülümseyerek. Çöktüğüm yerden kaldırmak için elini uzattı ve hiç çekinmeden onun o elini tuttum. Bana yaptıklarının hepsi toz bulutu olup uçtu, o gün bana gülümsedi ve sizinle olacağımı söyledi. Sen söyledin, inandım; o gülümsedi, inandım; elini uzattı, tuttum."
Ağlamam şiddetlendiğinde, yaslandığım duvarda ayakta bile zor durduğumu fark ettim. "‘Beni gerçekten istiyor musun?’ diye sordum ona. ‘Evet,’ dedi. Sen söylemesen ona inanmazdım ama sen söylediğin için inandım. ‘Eve mi gideceğiz?’ dedim. ‘Hayır,’ dedi. Korktum, sana baktım, onayladın. ‘Nereye gideceğiz? dedim. Üzerime başıma bakıp, ‘Sana bir şeyler alalım,’ dedi. ‘Kardeşlerin seni böyle görmesin. Kardeşlerin,’ dedi. Önder ilk defa beni sizden ayrı görmedi, kardeşlerin dedi. Sonuncu'ya baktım, onun da gözlerine umut doldu, başını salladı, sonra Önder'e baktı. O da inandı."
Başımı iki yana salladığımda artık kaldıramadığımı fark ettim, gözyaşlarım art arda akarken o elindeki silahla beni şu an çekip vurmasını istiyordum.
"‘Pazar sabahı,’" dedi. "Elimden tuttu ve beni sizin yanınızdan uzaklaştırdı. Biz beraber yürürken, siz arkada, duvarın kenarında kaldınız ve başımı çevirip size baktım, sonra gülümseyerek el salladım. Siz de bana el salladınız, Sonuncu gülümsedi, sen gülümsemedin. O gün anlamadım ama sonrasında düşündüğümde ihanetin yüzünde oluştuğunu fark ettim." Sesi daha fazla titredi, namluyu daha fazla bastırdı. "Köşeyi döndük, ben başımı çevirdim ve ilk gördüğüm Önder'in kolundaki saatti. Saat 08.46, yeni hayatımın başlangıcıydı." Gözleri acıyla doldu. "Başımı kaldırıp Önder'e baktım, artık gülümsemiyordu."
Ayakta duramadım, duvardan sürtünerek yere çöktüm; o da benimle eğildi, silah bir an bile olsun kalbimin üzerinden ayrılmıyordu. Acıyla nefesini verdiğinde onun da gözünden yaş aktı ama silmedi, dişlerinin arasından, “O gün beni nereye götürdü, biliyor musun?" diye sordu. "Biliyorsundur, anlıyorsundur."
Bilmiyordum.
"Harun Aktan'a bıraktı beni," dedi ve başka bir yaş daha düştü. "Sana sessiz sinemayla bana uyguladığı şiddetleri anlattığım o adam var ya, beni onun yanına bıraktı. Pazar sabahı, 08.46 son mutlu olduğum andı; o eve gittiğimde saat 10.25'ti. Hayatımın en mutlu zamanı, 99 dakika sürdü. Şimdi bana cevap ver, her şeyin ve en çok benim çocukluğumun sorumlusu olmak nasıl hissettiriyor sana?" Ağlıyordu ama sessizce, yaşlar akıyordu ama silmiyordu. "Cevap ver, bu adama dönüşmemi sağlayan sen her gece nasıl rahat bir uyku uyuyabildin? Nasıl gülümsedin? Nasıl Sonuncu'ya beni kurtarmasını söylemedin? Nasıl diğerlerine benden bahsetmedin? Nasıl düşman olmamı sağladın?" Acıyla nefesini verdi. "Ölmüştür diye mi düşündün? Bu mu içini rahatlattı? Yaşadığımı görünce üzüldün mü?" Elindeki silah yeniden titremeye başladı. "Ben seni Helin'in yerine koydum, sen beni hiç mi Hüseyin'in yerine koyamadın? Azıcık bile mi? Bana bunu nasıl yaptın?"
Ellerimi yüzüme yerleştirdiğimde ağlamaya devam ettim. Bana acısın diye ağlamıyordum, beni sevsin diye de değil, affetmesi de umurumda değildi. Her şeyin sorumlusu olduğumu biliyordum ve bunun ağırlığını artık kaldıramıyordum.
Ne sanıyorlardı? Bartu benden vazgeçti diye intihar ettiğimi mi? Yankı bana artık eskisi gibi davranmadığı için ölmek istediğimi mi? Bütün bunlar elbette ki bir nedendi ama hiçbirinde onlar suçlu değildi. Ben Lâl Sarca olduğum için ölmek istemiştim. Şunun farkında değillerdi: Birine ihanet etmek kadar, o ihanet duygusuyla yaşamak da zordu. Ben senelerce Koza'ya olan ihanetimle elbette yaşamıştım ama hiçbir zaman diğerleri gibi değildi bu.
Hayatımda belki de verdiğim en bencilce olmayan karar, kendimi öldürmekti. Bu herkes için en doğrusu olacaktı, yaşattıklarım ve yaşatacaklarım için. Biliyordum, birçok anlamda kendimi öldürmek de bencillikti ama diğerleri gibi değildim. Hepsinin çocukluktan acıları vardı; ben acılardan ibaret değildim, ben Koza'nın da söylediği gibi kötü biri olmak zorunda kalmıştım. Onlar kadar iyi biri değildim, onlar gibi kardeş sevgisiyle bağlanmamıştım hemen hatta uzun bir süre onlardan kaçmak istemiştim.
Ben hiçbir zaman Sokak Nöbetçisi olmak istememiştim; bunu o evden defalarca kaçtığımda beni bulup getiren Önder biliyordu.
Bunu ihanetimin ardından her gece kâbuslarıma giren Koza da biliyordu, kâbuslarımdan ağlayarak uyanıp yaşamasını dilediğimi duyan Bartu da biliyordu. “Kim yaşasın?” diyordu, cevap yoktu. O sanıyordu ki onunla konuşmak istiyordum; hayır, ben kimseyle konuşmak istemiyordum.
"Hiçbir şey söylemeyecek misin?" dedi.
Ellerimi yüzümden çektim ve işaret diliyle sakince, “Beni öldür," dedim silahı göstererek. "Hem de gerçek bir silahla. Artık silahlardan korkmuyorum ve ölüm de korkutmuyor. Ben kendimi öldürmeyi bile beceremedim, bunu sen yap, yalvarıyorum."
"Tek diyeceğin bu mu?" dedi alayla gülerek. "Hâlâ o kadar bencilsin ki."
"Ölmek istiyorum," dedim hızlıca. "Hiçbir şeyi hak etmediğimi biliyorum, her şeyin sorumlusuyum. Mutlu anlarımda bile gölgeler var. Bencillik değil bu, kim olduğumu biliyorum. Yap bunu. Yalvarıyorum yap."
"Senin yüzünden Nil'i kaybettim," dedi Koza net bir sesle. "O gün teknede kurşunun isabet etmesi gereken kişi sendin ama Nil'e denk geldi. Onun bile hayallerini çaldın." Bunu söylerken kendine öfkesi ortaya çıktı. "Senin bu gerçek kişiliğini Bartu bilse seni sevmeye devam eder mi acaba?"
"Sevilmeyi hak etmediğimi biliyorum," dedim. "Ve birini sevmeyi bile hak etmiyorum. Bunları biliyorum. Bütün bu söylediklerinin farkındayım. Eskiden gerçek yüzümü görürler diye korkuyordum ama artık korkmuyorum."
Helin'i günlüğümü Ekip'e verirken gördüğümde gizlememin en büyük nedeni de bu değil miydi? Zaman geçmişti, bir şekilde kader çizmişti; Koza'nın kardeşi benim günlüğümü ihanet ederek Ekip'e vermişti ve ben bunu hak etmiştim.
Hak ettiğimi bana onun kardeşi yaşatmıştı.
"Keşke o kurşun bana denk gelseydi ve ölseydim." Artık ağlamıyordum. "Yarım kalanı tamamla, beni öldür. Yalvarıyorum bunu yap çünkü sen şimdi yapmazsan ben bir gün elbette ki yapacağım. Bu şekilde yaşayamıyorum."
Koza elinin tersiyle yanaklarını sildi, sonra çenesini havaya kaldırdı. Gözlerimin içine bakarken yine nefretini, o ilk zamanlarındaki öfkesini bekledim fakat kırgınlık vardı. Başını iki yana salladığında her ne düşündüyse silahı yavaşça göğüs kafesimden çekti, ardından aşağıya indirirken gözlerimin içine bakmaya devam etti. Saniyeler dakikaya dönüştüğünde, “Bana bir neden ver," dedi. "Seni affetmek için değil, ihanetlerin nedensiz olmadığına inanmam için. Seni sevmiyordum, de mesela. Fazlalıktın de. Hiçbir zaman bizim gibi değildin de. Ama bir neden ver."
"Hiçbir neden sana yaşattıklarımı geçirmeyecek," dedim ellerim titrerken.
"Elbette geçirmeyecek," dedi hırsla. "Ben kendi kardeşimi senelerce yalnız bırakmış olacağım, Nil'in çocuğu olmayacak ve ben Harun Aktan'ın karşısında korkularımla titremeye devam edeceğim. Ama bunların bir önemi yok. Bana bunu neden yaptın?"
Kendime süre verdim. Söyleyeceklerimi düşündüm, kendi kafamın içinde hepsini hesapladım ama en sonunda kalbimden geçenleri dile getirmek istedim.
"Hiçbir zaman Sokak Nöbetçileri'ne ait hissetmemiştim," dedim zorlukla ellerimi hareket ettirerek. "Bütün o yaşadıklarımdan sonra hayatı sevmiyordum. Annem ölmüştü, babam ölmüştü ama en kötüsü kendi kardeşimi ellerimde gömmüştüm. Hiçbiriniz benim için önemli değildiniz, tek istediğim kaçıp kurtulmaktı." Derin bir nefes verdiğimde dikkatlice parmaklarıma bakıyordu, gözlerinde bir heves vardı. Belki de beni affetmek için oluşan bir hevesti. Hayır, bu imkânsızdı.
"Ama sonra üçümüz yakınlaştık ve ben seni çok sevdim, Koza." Gözleri gözlerime tırmandı, ardından hızlıca ellerime yeniden baktı. "Sen o günün Önder'in ilk teklifi olduğunu mu sanıyorsun? Beni canımla tehdit ettiği bile oldu ama kabul etmedim." Yeniden gözlerimin içine baktığında başını iki yana salladı. "İnanmayacak mısın? Eğer inanmayacaksan yanımda günlüğümü getirdim, o gün yazmıştım. Onu oku. Olmaz mı?"
İnanmasını beklemek aptallıktı ama elini öne uzatıp, “Günlüğü ver," dedi. "Oradan okuyacağım."
Haklıydı, elbette bana inanmayacaktı. İkiletmeden çantamdan ilk günlüğümü çıkarıp kenarları sararmış, üstü soyulmuş deri defteri eline bıraktım. Hiçbir şey söylemeden eline aldı, hızlı hızlı sayfaları geçmeye başladı ve en sonunda ona ihanet ettiğim tarihi buldu.
Konuşabilsem belki de bu günlüğe ihtiyacı olmayacaktı, sesimden bile anlayabilirdi dürüstlüğümü ama bu şekilde günlüğüme ihtiyaç duymuştu. Keşke konuşabilseydim, en çok konuşmak istediğim ikinci çaresiz zamandaydım.
Birincisi, Bartu beni dinlemeyip başını çevirdiğindeydi.
"Bugün Koza'ya ihanet ettim. Bu satırları yazarken onun nerede nefes aldığını bilmiyorum, tek bildiğim Önder'in bana yalandan da olsa Koza'nın zarar görmeyeceğine dair verdiği söz.
Elbette o zarar görecek, bunu biliyorum, bunu bilmek canımı yakıyor.
Önder en sonunda benden istediğini aldı ve Koza'ya ulaştı. İçimde ne kadar kocaman bir boşluk olsa da hatta bazen kaçıp gitmeyi düşünsem de bunu ona yapabileceğime ihtimal vermezdim.
Fakat her insanın zaafları vardır, Önder de benim zaafımı biliyor."
Gözlerini kaldırıp bana baktı. "Zaafının Sonuncu olduğunu ve onu tercih ettiğini mi söyleyeceksin? Önder bunu bana zaten söyledi."
"Hiçbir zaman ikiniz arasında bir tercih değildi," dedim. "Bana ikiniz arasında tercih hakkı da sunmuştu ve ben yine de seni ona vermedim."
Koza inanmasa da başını yeniden elindeki günlüğe indirdi.
"Günlüğüme seninle konuşarak devam edeceğim, Koza. Hiçbir zaman bunu okumayacaksın, biliyorum ama seninle bir tek buradan konuşabilirim.
Sana bu hayattaki tek dileğimi söylediğim zamanı hatırlıyor musun? Bir mucizeyle Hüseyin'in hayatta olduğunun haberini almak istediğimi söylemiştim, üstelik onu kendi ellerimle gömdüğüm halde. Bir çocuk, başka bir çocuğu toprağa gömemez, bu çok büyük bir acı ama aynı çocuk böyle mucizeleri de bekler.
İmkânsız bir dilek dememiştin ama bakışlarında umut yoktu.
“Başka bir dilek,” demiştin, “O halde Hüseyin'i gömdüğüm yeri öğrenmek istiyorum,” demiştim. “En azından bir çiçek götürmek için.” “Bilmiyor musun?” diye şaşırmıştın. Bu hayatta unuttuğum en büyük acının onu gömdüğüm yer olması fazlasıyla kötüydü ama bilmiyordum. Görsem hatırlardım, gitsem bilirdim.
Önder bana iki gün önce gelip kardeşimin mezarının yerini bildiğini söyledi ve annemin yaşadığından söz etti.
Bunun hayaliyle yaşadığımı nereden biliyor, bilmiyorum.
Bunun karşılığında seni istedi. Biliyorum, siz olsanız yine de kabul etmezdiniz, bu ihaneti gerçekleştirmezdiniz ama ben sizin gibi değilim. Benim tek bir ailem var, o aile benim kardeşim. O aile ne olursa olsun benim annem.
Kendimi çok kötü hissediyorum, bu satırları yazarken ağlıyorum ama yarın o mezara gideceğim için de mutluyum, sonrasında ise anneme kavuşacağım.
Sokak Nöbetçileri'nin dördüncü çocuğu Lâl Sarca'nın günlüğünün son cümleleri bunlar. Seni tanımak güzeldi, umarım bir gün sen de kardeşine kavuşabilirsin. Ben artık gidiyorum."
Sayfadan bakışları ayrıldı ve gözleri boşluğa odaklandı, sonrasında günlüğü yavaşça kapattığında kendisini çöktüğü yere bıraktı. Gözleri boşluktan ayrılmazken derin bir nefes verdi, ardından geri aldığında bana bakmıyordu. Baksa konuşacaktım ama bakmıyordu.
Dakikalar geçti, o sessizlikte Önder'in işkence çeken nefes seslerinden başka hiçbir şey yoktu.
Günlüğü yere bıraktığında bakışları en sonunda bana döndü, gözlerindeki ifadeden hiçbir şey anlamadım ama öylece beni izledi.
"Çocuktum," dedim ikimizin arasındaki işaret diliyle. "Çocuk olduğum için yaptım demiyorum, çocuk olduğum için inandım. Şimdi olsa bu aptal yalana inanmazdım ama o gün inandım çünkü buna ihtiyacım vardı." Yutkundum. "Ve şu an olsa bunu yapmam ama çocuk olan Zeynep yine inanırdı ve yine sana ihanet ederdi çünkü ne hissettiğimi biliyorum." Yeniden gözlerim dolduğunda derin bir nefes verdim. "Her şeyin sorumlusu, bencil biriyim."
Eli boynuna gitti, her ne düşünüyorsa bu ona rahatsız hissettirdi. Merak ettim o an, kendisi Helin için bana ihanet eder miydi?
Hayır, etmezdi. Önder de bu yüzden beni seçmişti çünkü gözbebeği olan Lâl Sarca daima ilk önce kendisini düşünürdü. Bunu bana Önder söylemişti.
"Mezarı gördün mü?" diye sordu bir anda. Sesinde acı vardı.
Hayal kırıklığıyla gülümsedim. "Sonraki sayfayı oku, Koza."
Dudakları aralandı, ardından günlüğü yeniden eline aldı ve sonraki sayfayı açtı.
"Annem yaşamıyor, mezar yok.
Beni öylesine bir mezara götürdü, benim Hüseyin'imin bedeni o kadar büyük bir mezarın içinde olmaz. Tanıyorum onu gömdüğüm yeri, bir erik ağacı vardı. Önder beni bir tarlaya götürdü, ‘Kardeşin burada,’ dedi.
Biliyorum, orada değil, beni kandırdı.
Annemi sordum, ‘Yanlış bilgi almışım,’ dedi.
Biliyorum, annem o gün öldü, beni kandırdı.
Her şeyi kaybettim. Ne yapacağım? Kimseye hiçbir şey anlatamam. Yankı Koza'yı soruyor, ona gerçekleri anlatamıyorum. Önder, Yankı'ya Koza'nın gitmek istediğini söylüyor, Yankı inanmıyor, yine gelip bana soruyor.
Önder, Yankı'yı Koza'dan nefret ettirmeye çalışıyor, Yankı nefret etmiyor, ben kendimden nefret ediyorum.
Önder beni kandırıyor, ondan kaçamıyorum.
Her şeyi kaybettim. İkinci ailemi de kaybettim.
Koza iyi misin? Seni kaybettim."
Yarısında okumayı kestiğini defteri sertçe kapatmasından anladım, ardından yere fırlattı. Önder'e sinirlendiğini anladım, belki de bana ya da her şeye. Elini saçlarına geçirdiğinde, “Lâl," dedi kırgınlıkla. "Biliyor musun, bana o mezarı bulmak istediğini söyleseydin biraz daha büyüdükten sonra bütün erik ağaçlarını seninle dolaşırdık ama yine de o mezarı bulurduk."
Ağlamaya başladığımda direnmek istiyordum ama bunu yapamıyordum çünkü bu cevaba biraz daha büyüdüğümde ulaşmıştım. Bartu demişti bana, “İstersen kardeşini bulabiliriz,” diye. Sonra diğerleri de öyle. Hiçbir şey bilmedikleri halde çabalamak istemişlerdi. Kabul etmemiştim, onlar kandırmamıştı, Koza da kandırmazdı.
"Bulurduk," dedi kısık sesle. "Ve ne sen böyle bir hayal kırıklığı yaşardın ne ben böyle bir adama dönüşürdüm ne de bütün bunların hepsi yaşanırdı." Omuzlarını kaldırdığında, “Çocuktun," dedi kendine hatırlatıyormuş gibi. "Bunu kendime defalarca söyledim, merak etme ama biz de çocuktuk, belki de bunu kabullenemiyorumdur. Belki de çocuk Koza'nın Zeynep'i o kadar severken aynı şekilde sevilmemesini kabullenemiyorumdur. Belki de çocuk Koza'nın sen konuş diye her gece yatarken dua etmesini bile kabullenemiyorumdur. Burada çocuk Koza olsaydı o silahla seni vururdu, ben bunu yapmayacağım." Çöktüğü yerden kalktı ve yukarıdan bana baktı. "Bir çocuk hayatlarımızı mahvetti. O çocuk sendin."
Duvardan destek alarak doğrulduktan sonra, “Beni affet demeyeceğim," dedim ağlamaya devam ederken. "Ama bugünden sonra ne istersen yaparım. Eğer bu ailede bensiz daha mutlu hissedeceksen gidebilirim..."
Bakışlarıyla beni susturdu. "Bartu'yu mahvetmeyi mi istiyorsun?"
"Dayanamıyorum, Koza. Senin bakışlarına artık dayanamıyorum. Kim olduğumu hatırlamak problem değil, mutlu hissettiğimde bile vicdan azabı çekiyorum çünkü bakışların orada. Ne yapacağım bilmiyorum ama bu şekilde olmuyor."
Başını omzuna doğru yatırdığında uzun bir süre düşündü, ardından, “Benim için bir şey mi yapmak istiyorsun?" diye sordu. "O halde bugünden sonra hayatta kalmaya devam edersek ve Harun Aktan'ın karşısına çıkarsak önümde dur. Onun karşısında korkularıma yenik düşersem ve kendimi küçük düşürürsem bir an bile düşünme, canıma kıy. Beni öldür."
Dudaklarım aralandığında son derece ciddi bir ifadeyle bana bakıyordu.
"Bunu o altı kişi arasında yapabilecek tek kişi sensin, Nil'in de yapabileceğini düşünürdüm ama biliyorum, kalbinin bir yerlerinde beni yaşatıyor ve tetiği çekse bile kalbimi değil, bacağımı isabet alır. İşkence çekmemi ister ama ölmeme göz yummaz."
"Bunu asla yapmayacağım."
"Ben bir kez daha Harun Aktan'ın karşısında korkularımla durursam ve o beni alt ederse ölmüş sayılacağım zaten, Lâl. Eğer ben yapamazsam al bir silah, sık kurşunu. Belki de o zaman ihanetini temizleyeceksin."
"Asla," dedim. "Evet, önünde duracağım ama seni korumak için, canına kıymak için değil."
Alayla bana baktı, ardından bana sırtını döndü. Tamamen. Yerde silah olduğu halde. Koza bana sırtını döndü.
Bakışlarım odanın içine yöneldi, duvarlara, sonra çocukluğumuzu gördüm. Oyunlar oynadığımız, eğlendiğimiz, keyiflendiğimiz, her şeye rağmen birbirimize güvendiğimiz o zamanları hatırladım.
Omzuna dokundum, dönüp baktı. Öfke yoktu, nefret yoktu, hırs yoktu ama kırgınlık hâlâ oradaydı. "Beni hiçbir zaman affetmeyeceksin, değil mi?" diye sordum utanmadan.
Hemen cevap vermesini bekliyordum ama tahmin ettiğimden daha uzun süre düşündü. "O küçük Koza ölmedi," dedi. "Ve ben hiçbir zaman tam anlamıyla büyümedim. Eğer bilmek istiyorsan seni her zaman çok seveceğim." Gözleri kavlanmış duvara döndü, yüzünde acılı bir tebessüm oluştu ve aramızdaki işaret diliyle devam etti. "Seni her zaman çok seveceğim, Zeynep ama seni hiçbir zaman affetmeyeceğim."
HELİN AKTAN
Sokak Nöbetçileri'yle beraber çıktığım ilk görevi hatırladım, aylar öncesiydi ama dün gibi aklımdaydı. Bugün olduğu gibi bir masanın etrafında oturmuştuk, altı kişiydik. Abim yoktu.
Bir yetiştirme yurduna gitmiştik, ben Yankı'nın eşi rolündeydim, elime bir silah bile vermemişti belki onlardan birine zarar veririm diye ve âdeta beni teste tabi tutmuştu.
Nadir'i ilk kez orada görmüştük, Ferda'yı da öyle. İkisini kurtarmıştık, bir tanesini sonradan kaybetmiştik ama Ferda için elimizden geleni yapmaya devam ediyorduk. Yankı onu oldukça güvenli bir yere sakladığını söylemişti, diğer çocuklarla beraber. Neresi olduğunu asla kestiremiyordum.
O gün o yetiştirme yurdunda bize ihtiyacı olan birçok çocuk vardı, onların hepsini belki kurtaramamıştık ama o gün onlar bizi kurtarmak için etten duvar örmüşlerdi. Bunu unutmak imkânsızdı; bir çocuk sizi tek başına kurtaramazdı ama onlarca çocuk bir silahtan bile daha güçlü olabilirdi. Bunu o gün görmüştüm.
Şimdi Sokak Nöbetçileri'yle son görevimize gidecektik ve bu kez rol değildi, ben gerçekten Yankı'nın eşiydim. Şu an elime silah vermemek bir yana, kendi belindeki silahı uzatıp bana verirdi.
Dün geceyi hatırladım, yüzümde tebessüm oluştu. Hiçbir şey demeden Yankı'nın kollarının arasına girmiştim, gözleri kapalıydı ama uyumadığını biliyordum; kollarını vücuduma sarmıştı, sonra başımın tepesinden öpmüştü. "Sağlam dayak yedim senden," demişti gülümseyerek. "Ne yalan söyleyeyim, bu hoşuma gitti ama, bensiz uyuyamadığın, değil mi?"
"Kapa çeneni," demiştim gözlerimi kapatırken. "Sadece uyumak istiyorum."
Sessizliğin ardından yan dönmüştü, yüzlerimizi aynı hizaya getirmişti. Harun Aktan'ın sebep olduğu izleri görmek yeniden canımı yakmıştı.
İlk önce alnımdan öptü, ardından burnumun ucundan, sonra çenemden ve dudağıma yaklaşırken elimi tutup kalbinin üzerine koydu. Ufak bir dokunuşun ardından bile kalbinin hızlandığını hissettim, geriye çekildiğinde gülümsedi. "Kalbim bir tek senin için atacak," dedi söz veriyormuş gibi. "Ve eğer duracaksa bir tek senin uğruna duracak."
"Bir kez daha kalbinin durmasından bahsedersen seni ayağımın altına alıp tekme tokat döveceğim," dediğimde iteklemeye çalıştım fakat gülerek beni sıkıca sardı. "Bunu yaparım." İçmişti hatta sarhoştu, kelimeleri telaffuz edememesinden bile anlıyordum ama ben sarhoş Yankı Sarca için bile hayatımdan bir beş sene verebilirdim.
"Biliyorum," dedi endişeyle. "Yaparsın." Bana sarılmaya devam etti. "Sen bana her şeyi yaparsın. Bütün söylediğim lafları tek tek yedirirsin hatta, Helin. Önünde dizlerimin üzerine çöktüm, sana yalvardım, sana yenildim ve sana âşık oldum." Derin bir nefes verdi. "Sana yenilmek, bana hayatı kazandırdı. Her sabah uyandığımda seni göreceğimi bilmek beni bu hayata bağlıyorsa bu yenilmeye boyun eğerim ben." Başını geriye doğru çekti ve yüzümü ellerinin arasına aldı. "Bir insan bir insanı bu kadar sevebilir mi, bilmiyorum ama dünya bile güzelse senin sayende."
Gülümsediğimde, “Sarhoşsun sen," dedim ama kalbim hızlanmaya başlamıştı. "Böyle konuşarak beni alt edebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun."
Gülmeye başladığında yüzümü sevdi, öyle bir sevdi ki sanki çok değerli bir elmastım. "Seni alt etmek yerine direkt altıma alsam nasıl olur?"
"Koza sen beni altına almışken bizi görse sence nasıl olur?" Yüzünü buruşturdu ve derin bir nefes daha verdi.
"Acilen kabile gibi olan bu aileden ayrılıp beraber harika bir eve çıkmamız gerekiyor," dediğinde fısıldıyordu. "Belalı abinden çok sıkıldım; bana, ‘İstersen beni öp ama kardeşimi öpme,’ diyor."
Kahkaha atmaya başladığımda, “Yakışırsınız aslında," dedim; o da güldü, sonra kokumu içine çekti. "Sarhoşsun, konuşamıyorsun bile. Uyu, yarın uzun bir gün olacak. "
"Sarhoşum," diye kabullendi, "konuşamıyorum bile." Bana baktı. "Ama yine de bir tek senin adını kekelemeden söyleyebiliyorum, Helin." Dudaklarım aralandı. "Helin," dedi bir kez daha. "Bir tek senin adın. İçimde adını o kadar çok tekrar etmişim ki hata bile yapamıyorum."
Bu kadar kolay onu affetmemeliydim elbette ama çoktan affetmiştim, bu da tuhaftı. "Bunlar etkilemiyor beni," demiştim ama çoktan ilk günkü heyecanım içimdeydi, asla geçmeyecekti. "Uyu, Yankı."
"Helin," dedi derin bir nefes verirken.
"Uyu," diye tekrar ettim.
"Helin," dedi bir kez daha; adım dudaklarından beni diliyormuş gibi çıkmıştı. Hiçbir cevap vermedim ama ona daha fazla sokuldum. "Helin ya," dedi çocuk gibi. "Uyudun mu? Uyuma. Çok güzel bir şey söyleyeceğim sana." Gözlerimi yumduğum yerde derin nefesler almaya başladım. "Of!" dedi omzunu silkerek. "Sarhoşum, sabaha unuturum ben bunu. Not mu alsam?" Gülmemek için kendimi tutmak çok zordu. "Helin," dedi daha yüksek sesle, sonra saçlarımdan öptü. "Kızım gerçekten bu cümleyi sana söylemeden uyumak istemiyorum ya."
O cümle için canımı verirdim ama inadımdan yine de vazgeçmedim.
"Uykum geldi; al işte uyuyacağım amına koyayım," dedi hareketlenerek. "Telefonumu götüme mi soktum, nerede bu telefon? Sikeyim böyle işi." Duraksadı. "Pardon bebeğim, ayıp oldu." Nefesimi tuttum, gülmemek için. "Of!" diye inledi. "Söyleyeyim mi?"
Söyle, diye çırpındım kendi içimde. Söyle, sen unutursun ama ben asla unutmam, Yankı.
Birkaç dakika geçti, uyuduğunu düşündüm ama en sonunda kulağımda uykulu sesini duydum. "Sevgilim," dedi, heyecandan bin parçaya bölünürken. "Kalbimi hissediyorum seninle."
***
Kalbimi hissediyorum seninle. Üç kelimeydi ve sadece üç kelime, bizim açımızdan bu kadar büyük bir anlam taşıyamazdı. Uyanmıştık, o unutmuştu ama ben asla unutmayacaktım.
"Planı anlatın," dedi Bartu düşüncelerimin arasına o sert sesiyle girerken, bacaklarını masaya çapraz uzatıp ağzına bir çikolata parçası attı. "Lan Helin, ne sırıtıyorsun öyle?" Başımı iki yana salladığımda el kol hareketi yaptı. "Delirdin mi kızım? Ağzını kapat." Yankı başını eğip bana baktı ve o da ne olduğunu anlamaya çalıştı, elimle geçiştirdiğimde derin bir nefes verdim.
Koza o sırada öfkeyle uzanıp Bartu'nun elinden biten çikolata paketini aldı ve inleyerek, “Aptal, ayı herif!" dedi. "Bu çikolata Almanya'dan bana özel olarak geldi ve ne kadar olduğunu biliyor musun?" Paketi Bartu'nun yüzüne attı. "Her gün ufacık bir parça yiyordum, bunu nereden buldun sen?"
Bartu gülmeye başladığında ağzının kenarına bulaşan çikolatayı da emdi. "İnanır mısın, iki ısırıkta mideye indirdim, tadı da bok gibiydi."
"Ben onu saklamıştım," diye hırsla çıkıştı Koza.
"Ne saklaması, aptal herif," dedi Bartu kaşlarını çatarak. "Pamuk ağzında bana getirdi zıplaya zıplaya. Seni sattı minik tavşanın."
"Pamuk hakkında düzgün konuşacaksın." Koza çocuk gibi kaşlarını çattı.
"Ben gerçekten artık bu ailenin üyelerinin gün geçtikçe benden daha ruh hastası olmasını kaldıramıyorum," dedi Mutlu üzüntüyle. "Gerçekten bir çikolata için tartışıyorlar."
"Çikolata değil, Almanya'dan gelen kırk sekiz dolar değerindeki çikolata." Koza gerçekten sinirlenmişti. Yankı elini alnına koyduğunda şakaklarını sıktı ve ben gülmeye başladım.
"Bir çikolataya kırk sekiz dolar mı verdin, mal herif?" dedi Bartu gülerek. "Başka nelere bu kadar para veriyorsun?"
"Ben senin gibi lahmacunun arasına bitter çikolata sürüp yemiyorum, hoşaf herif," diye karşılık verdi Koza. "Mideme saygım var."
"Dökül lan," diyen Bartu sırıtıyordu. "Başka nelere bu kadar para veriyorsun?"
"Ben biliyorum," dedi Mutlu, Koza'ya bakarak. "Banyoda gördüm."
"Neyi?" dedi Işık bir anda ve hepimiz ona döndük, sonra bunu sorduğuna pişman olup sandalyeye biraz daha sindi.
"Söyle," dedi Bartu, Mutlu'ya merakla. "Söyle, onu da tüketeyim."
Mutlu kendini tutamayıp gülmeye başladığında, “Sanmıyorum," dedi alayla. "Yani öyle bir şeye ihtiyacın yoktur."
"Ben de çok merak ettim," dedim. "Yani banyoda çok para verdiği neyi görmüş olabilirsin?"
Koza ilk önce donuklaştı, ardından yüzünün rengi değişti, sonra Mutlu'ya, “Lan kıvırcık," diye hırladı. "Ulan sizi bu malikâneye özelimi karıştırın diye mi aldım ben?"
"Malikâneye mi?" Bartu kahkaha attı. "Sikimden aşağı Kasımpaşa, başımıza zengin veledi kesildi. Malikâneymiş. Sıçarım malikânene, gecikmiş elektrik faturalarını öde önce, cimri herif."
"Onları nereden gördün oğlum sen?" dedi Koza gözlerini açarak. "Beni delirtecek misiniz siz ikiniz?"
Mutlu ellerini yüzüne yerleştirdi, sonra dudaklarını büzerek, “Seninle bir anlaşma yapabiliriz," diye cilveli bir şekilde konuştu. "Eğer şartımı kabul edersen banyoda gördüğüm o şeyi kimseye söylemem."
Koza alnına vurduktan sonra Yankı'ya dönüp, “Şunları sustur," dedi hırsla. "Birisini mahvedeceğim yoksa."
Yankı omzunu silkti. "Lider sen değil misin? Sustursana. Şov yapıyordun."
"Koydu!" diye bağırdı Bartu havaya yumruk atarken. "Zıplattı, hoplattı, deldi geçti." Boğazımı temizlediğimde ve Bartu'yla göz göze geldiğimizde geri yerine oturup utanarak özür diledi.
Birazdan çok büyük bir cehennemin içine düşecektik; ya biz kıyamet olacaktık ya da kıyamette can verecektik ama yine de şu an Koza'nın pahalı banyo ürününü tartışıyorduk.
Sokak Nöbetçileri her zamanki gibiydi. Ne olursa olsun, ne kadar zaman geçerse geçsin, aynı şekilde kalacaktı; bundan her seferinde emin oluyordum.
Lâl masadaki sudan birkaç yudum içtikten sonra geri masaya bıraktı ve Koza'ya kaçamak bakışlar attı. İki gündür aralarındaki enerjinin değiştiğini fark edebiliyordum hatta geçen sabah mutfakta otururken bütün o sorulara onu iten kişinin de Koza olduğunu anlamıştım fakat bu konuya karışmayacaktım çünkü Yankı da hiçbir şekilde karışmıyordu.
"Lan!" dedi Bartu eliyle ağzını kapatarak. "Viagra mı kullanıyorsun yoksa?" Mutlu kahkaha atmaya başladığında Işık da eliyle ağzını kapattı. "Kayganlaştırıcı mı lan? Geciktirici mi?" Gülmemek için kendimi tuttum, Yankı ise gülmeye başladı. "Oğlum, şişme bebek mi yoksa?"
Koza öfkeyle bağırdığında, “Sik surat," diye çıkıştı. "Şişme bebeği öyle ortalıkta şiş mi bırakacağım ben? Mal mıyım?"
Işık'ın gözleri kocaman açıldı. "Şişme bebek olduğunu kabul ediyor musun yani?"
Hepimiz gülmeye başladığımızda, “Lan!" diye bağırdı Koza. "Yok öyle bir şey!" Daha fazla güldük. "Ulan benim öyle şeylere ihtiyacım mı var?"
"Evet," dedi Mutlu ile Bartu aynı anda.
"Sonuncu!" dedi Koza dişlerini sıkarak. "Eğer bir şey yapmazsan bu ikisinin hayatını kaydıracağım."
"Tabii," dedi Mutlu başını sallayarak. "Seversin kaydırmak falan."
Koza masanın üzerinden Mutlu'ya doğru atıldığında Mutlu ayağa kalkıp hareket çekti ve Yankı Koza'yı tuttu. Bartu ayaklarını masada Koza'ya doğru sallarken, “İndir lan ayağını!" dedi ona. "Bu masa özel yapım, ağacı götüne soksan ödeyemezsin." Yüzündeki öfke bir anda silindi ve Işık'a döndü. "Canım," dedi ona bakarak. "İnanmıyorsun, değil mi bütün bunlara? Beni biliyorsundur canım."
"Canım ne ya?" dedim elimi yüzüme yerleştirerek. Işık ise benim aksime gözlerini kaçırdı, bunun hoşuna gittiğini bile düşündüm ya da umursamıyordu.
"Bi durun artık," dedi Yankı hepsine bakarak, sonra Koza'ya döndü. "Rahat dur, huysuz yaşlı amca gibisin amına koyayım." Bartu ile Mutlu'ya baktı. "Siz de bi ciddi durun." Çocuklarını azarlayan baba gibi davrandığında üçü de sustu, Koza kaşlarını çattı, sonra bir kez daha Bartu'nun ayağını itekledi ama beceremedi. "Bugün çok önemli bir gün, ne içtiniz siz?"
Mutlu ağzının içinde, “Komik bir şey varsa söyleyin, biz de gülelim, demesine az kaldı," dediğinde gülmeye başladım ama Yankı baktığında direkt yüzümü düzelttim.
"Mahmut Hoca," dedi Bartu mırıldanarak.
"Susun artık," dedi Işık da ama gülmemeye çalıştığını anlamıştım. "Şu an yeri değil." Bir anda masanın altına eğilip ortaya bir viski şişesi çıkardı. "Şunu da içmekten vazgeçin."
"Lan!" dedi Koza. "Bu yıllanmış bir viski, ayrıca kaç dolara aldığımı..."
"Koza!" Yankı ona ters ters baktığında dudaklarını birbirine bastırdı, sonra kollarını önünde bağladı. Çocuk gibi bana baktığında Yankı'yı gösterdim ve eliyle deli işareti yaptım, Koza gülerek bana göz kırptı.
"Tamam," dedi Bartu bacaklarını indirip boynunu çıtlatarak. "Gerçeklere dönüp konuşalım ama bu kadar gerilmemize de gerek yok çünkü günlerdir zaten sik gibiyiz. Evet, en büyük görev; evet, hepimizin o adamla bir hesaplaşması var ama basite indirgersek daha rahat edeceğimizi düşünüyorum." Bakışları Lâl'e döndü. "Yoksa elbette Lâl'i vurduğu için o adamın kanını sonuna kadar damarlarından çekip iliğini kurutmak istiyorum."
Sessizlik oldu. Bir gerçek vardı, bu gerçeği tek bilmeyen kişi yine Bartu'ydu. Lâl başını önüne eğdiğinde, Koza'nın gözleri onun üzerindeydi ve sessizlik devam etti.
Bunu bozan Işık oldu. "Nadir'i kaybettik," dedi üzerine basarak. "O adam yüzünden." Gözleri Koza'ya döndü. "Bir çocuğu kaybettik onun yüzünden," dedi, sanki kastettiği çocuk Koza'ymış gibi. "En çok bu yüzden onu mahvetmek istiyorum."
"Çok fazla neden var," dedim başımı sallayarak. "Ama her şeyden önce hatta kendimden bile önce böyle bir adamın artık var olmamasını istiyorum." Koza elleriyle oynuyordu, dalgındı, bizi dinlediğini biliyordum ama duymazlıktan geliyordu.
Yankı'yla göz göze geldik; tek bakışımdan anladı, o hep anlardı ama bu kez anlamak derin bir nefes almasına neden oldu, ardından ellerini masaya yerleştirdi.
"Harun Aktan bana karşı kaybetti, güvendiği en büyük kozu aldık. Annemizi kurtardık." Annemiz. Annemiz dedi, bizim annemiz. Sahiplendi. Koza bile bunu söyledikten sonra Yankı'ya baktı ama olağan bir şekilde devam etti.
Bartu sözünü kesti. "Geçen sefer o bize saldırmıştı, bu kez biz saldıracağız. Bunu biliyordur, hazır bekliyordur."
Yankı başını salladı. "Çünkü bize artık saldıracağı bir zaaf kalmadı. Biz yedi kişi yan yanayız, ne olursa olsun düşündüğünün aksine bir bütünüz." Sesi baskın, yüzü ciddiydi. "Önder'e güveniyordu, ilk önce onu yok ettik; ardından Mahir Güneş'e güveniyordu, onu da yok ettik." Yutkundu, kendisine birkaç saniye süre verdi. "Annemize güveniyordu ama onu da aldık. Saldıracağı çocukları gizledik, o evden ayrıldık. Kullanacağı tek zaaf birbirimize olan bağımız ama biz birlikteyiz, bunun farkında." Biraz eğildi, yüzünde üstün bir tebessüm oluştu. "Sadece savaşacak, planı olmayacak."
"Haklısın," dedi Mutlu çenesini kaldırarak. "Ama birimizden birini ele geçirirse yine o zaaf başlayacak; ben buradaki kimsenin kimseden vazgeçmeyeceğine eminim." Koza'nın parmaklarıyla oynayan eli duraksadı, Lâl derin bir nefes verdi. "Nasıl bütün olarak kalmaya devam edeceğiz."
"Onun planı yok, dedim. Bizim var." Başını aşağı yukarı salladı. "Önder dünyanın en iğrenç insanı da olsa bizi eğitti ve silaha dönüştürdü. Hepimizin kendi içinde iyi olduğu noktalar var. Lâl," dedi, Lâl korkuyla başını kaldırdı. "Hızlı koşuyor." Gözlerini açtı. "Bartu güçlü. Siz ikiniz ellerinizi iyi kullanıyorsunuz. Helin ve ben nişan almak konusunda iyiyiz. Koza ise..."
"Beni kullanacak." Koza Yankı'nın sözünü yarıda kesti, elleriyle oynamaya devam ederken tırnaklarının çevresini kanattığını fark ettim. "Korkularımı kullanacak, eğer bir zaaf varsa bunun üzerine gidecek. Hiçbirinizi değil, beni size karşı kullanacak." Bakışları bize döndü, beni hızla pas geçtiğinde derin bir nefes verdi. "Eğer beni kullanırsa ve boyun eğersem beni feda edin."
Ölüm sessizliği masanın ortasına darbe gibi indiğinde Yankı bunu anlamışçasına gözlerini uzun bir süre kapattı ve açmadı. Kimseden tek bir kelime bile çıkmadı.
En sonunda, “Ne saçmalıyorsun?" diye mırıldandığımda kalbime büyük bir ateş düşmüştü. "Sen neden söz ediyorsun?" Dişlerimi sıktım, sandalyeyi sıkıca tuttuğum ellerimin titremeye başladığını hissettim, uzun süre sonra ellerim korkudan titredi, Koza'yı kaybetme korkusu buna sebep olmuştu. Işık elini bacağıma sakinleştirmek istermiş gibi koyduğunda, “Ne saçmalıyorsun?" dedim daha yüksek bir sesle.
"Duydun," dedi acımı görmezlikten gelerek. "Eğer beni alt ederse sakın benim yüzümden bu yoldan vazgeçmeyin. Emin olun, o şekilde yaşamaktansa ölsem bile onun öldüğünü de bilerek..."
"Ölsem bile ne demek?" diye bağırdığımda oturduğum sandalyeden hızlıca kalktım. "Benden vazgeçin, ne demek?" Ellerimi saçlarıma geçirdim. "Yine bir planınız var, değil mi?" Yankı'yla ikisinin yüzüne baktım. "Siz iki aptalın ağzından benden vazgeçin, beni feda edin demekten başka hiçbir şey çıkmayacak mı?" Elimi sertçe masaya vurup Koza'ya döndüm. "Nasıl bir anda kolayca karşımıza geçip benden vazgeçin diyebiliyorsun?"
"Helin, bağırma," dedi Koza ama onun da sinirlenmeye başladığını hissediyordum.
"Kes sesini!" diye daha yüksek sesle bağırdığımda gözlerimin öfkeden mi yoksa acıdan mı dolduğunu bilmiyordum. "Eğer bana o kadar yaşattığına, o kadar yalnızlığıma, acıya ve çocukluğuma rağmen dönüp seni affediyorsam karşıma geçip vazgeçin benden diyemezsin. Duydun mu beni?" Hepsine baktım, özellikle Yankı'ya. "Hiçbiriniz diyemezsiniz." Koza'ya döndüm yeniden. "Benim içimdeki Harun Aktan nefreti, abime duyduğum sevgiden üstün değil. Senin nefretinin bazı duygulardan üstün olması da umurumda değil."
"Helin," dedi Yankı susturmak için.
"Ne var?" dedim sert bir sesle. "Sıkıldım sizin bu ‘ateşlerin içine ben atlarım, size hiçbir şey olmasın’ edebiyatınızdan. Bir kişi ölse diğerleri tam mı yaşayacak? Bana ikinizin dün neler yaşattığını çok iyi biliyorum. Bir daha bu yaşanmayacak." İşaret parmağımı Yankı'ya kaldırdım. "Sadece birazcık, Yankı. Birazcık bile olsun bana dün gibi hissettirirsen…" sustum, dişlerimi sıktım ve gözümden akan yaşı elimin tersiyle sertçe sildim, "eğer bugün biri kendini feda edecekse ben yokum, olmayacağım. Çocukluğum istediği kadar acı çekebilir, umurumda değil."
"Anlamıyor musun ulan?" dedi Koza. "Kendini benim yerime koy, en iyi sen anlayacaksın." Devam etmek istemedi, çekindi, utandı ama yine de duvarlarını indirdi. "O adamın karşısında..."
"O adamın karşısında tek başına durmayacaksın!" diye bağırdım.
Daha fazla sakin kalamadı, elini sertçe masaya vurdu. "Korkuyorum!" diye bağırdı; sesi odanın içinde çınladı. "O adamdan hâlâ çok korkuyorum! Senin iyileşmiş olman benim de iyileştiğimi göstermez!"
Işık bileğimi tutup oturtmak istedi ama izin vermedim. Birbirimize bakarken, “Seni kaybetmeyeceğim," dedim titreyen bir sesle. "Ve eğer bu masada biri senden vazgeçecek olursa o kişinin de en büyük düşmanı olacağım." Başımı acıyla iki yana salladım. "Beni iyi dinle, Koza. Geri planda ne yetiştirdiğini bilmiyor olabilirsin ama istediğimde öyle birine dönüşürüm ki karşımda tek bir kişi bile duramaz." Ona doğru eğildim. "Buna abim de dahil." Koza yutkundu; alt dudağını kanatacak kadar sertçe dişlerinin arasına aldı ve bakışlarını kaçırdı.
"Tehdit mi ediyorsun?" diye sordu ama sesindeki gururu hissetmiştim.
"Hayır," dedim zorlukla gülümseyerek. "Yetiştirdiğin o kadını gör istiyorum." Elimi kaldırıp onu işaret ettiğimde yine ellerim titriyordu; henüz yeni geçmişken bu tekrar edemezdi. "Eğer," dedim zorlukla konuşarak çünkü sesim de titriyordu. "Savaşarak atlattığım bu korkulu titreyişlerim senin kaybınla yeniden ortaya çıkacaksa her şeyin canı cehenneme. Çünkü ben de bir kez daha iyileşemem ve ölürüm. Beni duydun mu?"
"Helin," dedi Yankı dişlerini sıkarak. Uzun zaman sonra ilk defa bana öfkelendiğini hissettim. "Bir daha o kelimeyi ağzına almayacaksın."
"Kimse kimseden vazgeçmeyecek," dedi Bartu baskın bir sesle aramıza girerek. "Bunu bu masada yapacak kimse yok." Koza'ya sertçe baktı. "Bize böyle bir öneriyle geldiğin için bile bugünden sonra senin belanı sikeceğim." Gözleri bize döndü. "Benim sizin gibi intikam almak isteyeceğim biri bile yok çünkü ailemden kimseyi tanımıyorum ama bugün sanki kendi intikamımmış gibi yola çıkıyorum. Elimde bir fırsat olsa dönüp sadece, 'Neden?' diye sorardım, o fırsatım bile yok. Siz şimdi geçip vazgeçişten mi bahsediyorsunuz?"
Sokak Nöbetçileri beş kişiydi: Yankı, Mutlu, Bartu, Lâl ve Işık. Bir vücudun parçaları olarak tam görünüyorlardı.
Ben gelmiştim, Sokak Nöbetçileri altı kişi olmuştu. Ben bu ailenin kalbi miydim, emin değildim ama onlara göre göğüs kafesleriydim.
Koza gelmişti, Sokak Nöbetçileri yedi kişi olarak tamamlanmıştı. O an hepsi görmüştü, bir vücudun parçaları olsalar da dik durmuyorlardı. Koza iskeleti olmuştu ve Sokak Nöbetçileri artık dimdikti.
Böyle bir masada daha önce Koza hepsinin düşmanıyken, şu an hepsi Koza için öne atılırdı, bunu biliyordum. Zaman geçince durumlar değişmişti.
Biz altı kişi, yaşımız belki de çocuktu.
Biz yedi kişiydik; yaşımız kaçtı, bilmiyordum ama hem çocuk hem yetişkin, biz bir bütündük, bugün ne olursa olsun vazgeçemeyecektik.
Ellerimle yaşları yeniden sildiğimde kapının çalma sesi duyuldu fakat bir süre kimse hareket etmedi. En sonunda kapıyı açmaya Mutlu gittiğinde ve sonradan içeriye Sadık Orhan ile arkasındaki iki adam girdiğinde ortama hâlâ sessizlik hâkimdi.
"Hmm," dedi Mutlu arkadan Sadık Orhan'a bakarken. "Zıkkımın kökünü yedik az önce afiyetle, ister misiniz?" Sadık Orhan gözlerini açarak Mutlu'ya baktığında ne demek istediğini anlamamıştı, onu tanımayan kimse ne dediğini zaten anlamazdı.
"Adamlar hazır," dedi Sadık Orhan ortaya. "Düşündüğümüz gibi evinde, kaçmamış. Neye güveniyor, bilmiyorum ama bizi bekliyormuş gibi."
"Çünkü kaçarsa daha rahat yakalanacağının farkında," dedi Lâl dayanamayıp. "Savaşacak, kazanamazsa saklanacak."
"O evin oradan çıkmasını engelleyeceğim," dedi Yankı başını sallayarak.
"Nasıl?" diye sordu Sadık Orhan, Yankı'ya. İkisinin arasındaki gergin hava direkt hissediliyordu. "Yeterli adamım yok, birçok kaybım olacak. Öncesinde kaybettiklerimi bile toplayamadım."
"Orasını bana bırak," dedi Yankı göz ucuyla bakıp. "Senin düşünmediklerini de ben düşündüm." Bartu bu çıkışının ardından öksürmeye başladığında bana göz kırptı, dakikalar sonra hissettiğim gerginlik o bana göz kırptığında toz bulutu olup uçtu, yok oldu, gülümsedim.
"Yüreğim sıkıştı, içim şişti, yok oldum, öleceğim," dedi Mutlu elleriyle yüzünü ovuştururken. "Ben gidip bir bardak su ve zehir içeceğim."
Arkasını dönüp yürüdüğünde Sadık Orhan bize bakarak, “İyi mi?" diye sordu.
"O hep öyle," dedi Bartu. "Aldırış etme, babalık."
"Babalık?" dedi Sadık Orhan tekrar ederek.
"Yani," dedi Bartu. "Burada sadece bize saygı duyulur, böyle de şerefsiz çocuklarız."
Sadık Orhan'ın öfkelenmesini bekliyordum ama gülümsediğinde hepimize tek tek baktı, sonra Koza'nın üzerinde daha fazla oyalandı. Kaşları çatıldığında, “Koza," diye seslendi. Koza dönüp baktığında, "Sen iyi misin?" diye sordu.
Sadık Orhan'ın iyi olup olmamasını sorması Koza'yı büyük bir şaşkınlığa sürüklerken, “Ben mi?" dedi kaşlarını kaldırıp. "İyiyim," diye devam etti kekeleyerek. "İyiyim."
Bana baktı ama direkt gözlerimi kaçırdım, Sadık Orhan'la aramdakileri sonraya saklıyordum, şu an değildi.
"Tamamdır," dedi Yankı ellerini yeniden masaya yerleştirerek. "Harun'un karşısına hep beraber çıkmayacağız, bölüneceğiz çünkü yan yana olursak bizi daha çabuk yakalar." Burnunu çekti, Bartu'ya baktı. "Sen Helin ve Lâl’le olacaksın." Lâl'e baktı. "Normalde onun yalnız olmasını isteyecektim ama buna gerek yok." Kendine bir şey yapma ihtimalini düşündüğünü anladım. "Mutlu benimle olacak," dedi başını sallayarak. "Onun ellerine ihtiyacım var." Koza ile Işık'a baktı. "Siz ikiniz berabersiniz. Normalde Koza'yı ben alacaktım ama bunu Harun düşünebilir."
Koza ve Işık birbirine baktı, Işık elini boynunda dolaştırdı. "Kulaklıklarımız yine olacak," diye devam etti Yankı. "İletişim halinde olacağız. Kimsenin," Bartu'ya bakış attı, "canı sıkıldığı için adam öldürmesini istemiyorum. Duydun mu Bartu? İnsanları soyup koşturmak da yok, dikkatli ol. Sana eşimi emanet ediyorum. Yaptığın tek bir hata hepinizi mahveder."
Bartu yüzünü buruşturdu fakat duruşu dikleşti. İlk zamanlar hepsi beni Bartu'dan korumaya çalışıyordu ama şimdi direkt onunla birbirimize emanettik. Değişenler gözlerimi dolduracak kadar fazlaydı, üzerinde saatlerce konuşulurdu ama şu an sırası değildi.
Yankı masanın altından büyük bir valiz çıkarıp masanın üzerine bıraktığında, “Mutlu!" diye bağırdı. "Gel buraya! Çıkacağız!" Viski şişesini eline alıp bir anda kafasına dikti, ardından geri bıraktığında valizin fermuarını açtı. Hayır, şu an gözüme seksi gelmemeliydi. Üzerinde koyu mavi gömleği, altında siyah pantolon... Hayır, şu an seksi gelmemeliydi.
Silahları tek tek bölüştürdüğünde herkese ikişer tane düşüyordu, Bartu'ya ise bir tane. Lâl'e de vermemeyi tercih etti. Bartu'ya göre silahlardan korktuğu içindi ama doğrusunu biz biliyorduk, kendisine bir şey yapmasın diyeydi.
"Lâl'e de silah ver," dedi Koza bir anda. Dudaklarım aralandığında Yankı ona dönüp baktı. "Ver," dedi başıyla işaret ederek.
"O silahlardan korkuyor," diyerek masum bir açıklama yaptı Bartu.
"Ver," dedi yine Koza baskın bir sesle.
Hiçbirimiz o an Lâl'e güvenmedik ama Koza Lâl'e güvendi, bu tuhaftı.
"Neden?" diye sordu Yankı imayla.
"Bir şey olmayacak," dedi, Lâl'in kendisine zarar vermeyeceğine inanarak. Yankı tek kaşını kaldırdı ama Koza ağzının içinde küfür yuvarlayıp iki silahı da Lâl'in önüne bıraktı. "Bartu ve Helin'in yanında olmadığı an kendisini nasıl korumasını bekliyorsun? Koşarak mı? Kurşun eminim bacaklarından daha hızlıdır."
Yankı bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra susup başını sallayarak onayladı. "Mutlu!" dedi bir kez daha, sonra bıçaklardan bir tanesini kemerinin arkasına sıkıştırdı. Diğer bıçağı ise başına bir şapka geçirmeden önce içine koydu. Silahları da beline sıkıştırırken, Sadık Orhan büyük bir dikkatle bizi izliyordu.
İki silahı da pantolonumun kemerine sıkıştırdım, Bartu sertçe ayağını masanın üzerine koyup bıçağı çorabının içine sıkıştırdı. Koza masadaki ayağına küfür yuvarlarken onu duymazlıktan geldi. Diğer ayağını da koyup oradaki çorabının içine de bıçak sıkıştırdı.
"Helin," dedi Yankı bana dönüp ciddiyetle bakarak. "Sadık Orhan ikimize silahlar verecek; sen sol çatıda, ben sağ çatıda olacağız. Keskin nişancılar biziz. Zamanı geldiğinde sana söyleyeceğim." Görevdeyken ayrı bir seksi hali olduğunun farkında mıydı acaba? "Duydun mu?" dedi kaşlarını kaldırarak. Başımı salladım. "Ayrıca saçlarını topla hatta topuz yap, herhangi bir zarar gelmesin."
"Mal herif," dedi Bartu üzerindeki beyaz gömleğin kol kısımlarına minik jiletler koyarken. "Aşktan delirdin iyice."
Yankı Bartu'yu duymazlıktan gelip, "Mutlu!" diye bağırdı gür sesle. "Buraya hemen gelmezsen..."
Bir anda kulaklarımıza mehter marşı doldu; Mutlu salonun kapısından ayağını çarpa çarpa içeri girdiğinde kolunu da indirip kaldırıyordu. Yanaklarının altına siyah boyalar sürmüştü, üzerinde Pembe Panterli beyaz bir tişört vardı ve altında mor bir şort... Sadık Orhan büyük bir şaşkınlıkla bakarken onun çevresinde dönmeye başladı.
Işık ters ters Bartu'ya bakıp, “Beraber oturup Muhteşem Yüzyıl izlediniz, değil mi?" diye sordu. Bartu hiçbir cevap vermedi ama yanıtı Mutlu'da açıktı.
"Kafayı yiyeceğim ben artık," dedi Koza ağlamaklı bir sesle. "Malikânemin içinde mehter marşı çalıyor."
"Ey ahali!" diye bağırdı Mutlu. "Çıktığımız bu yolda, ben padişahınız ve siz kullarım başarıyla döneceğiz!" Sadık Orhan'ın şaşkınlığı artıyordu. "Mehter marşıyla çıktığımız bu yolda, ‘Haydi Gel İçelim’ dinleyerek döneceğiz. Hüüüğ!" Gülmeye başladığımda Mutlu bana doğru yaklaştı. "Sultanımız için!" Yankı'ya baktı. "Onun kölesi için!" Bartu'ya döndü. "Soytarımız için!" Koza'ya bakarken sırıttı, sonra, “Şişme bebeğimiz için!" diye haykırdı. Hepimiz gülmeye başladığımızda yaklaşık beş dakika Koza'nın Mutlu'nun ağzını kapatmaya çalışmasıyla geçti. En sonunda ise Yankı yine bir baba gibi ikisini ayırdı, sonra Mutlu'ya silahlarını verdi.
En sonunda zorlukla da olsa evden dışarıya çıkmaya başladığımızda geriye Sadık Orhan’la ikimiz kalmıştık. Beni beklediğini anladım ama yüzüne bakmak yerine toka aramaya devam ettim, yoktu. Büyük ihtimalle saçlarımı toplayamayacaktım.
Kapıya yöneldiğimde arkamdan gelip, “Arkadaşların çok tuhaf," dedi.
"Arkadaşlarım değil, ailem." Diğerleri kapının önünde bekliyorlardı. Bakışlarımı ona çevirdiğimde, “Anne," deyip boğazımı temizledim. "Annem nasıl? Hâlâ sakinleştiricilerle uyutuyorlar mı?"
"Evet," dediğinde gözlerimin içine bakıyordu.
"Bugün eğer her şey güzel bir şekilde son bulursa ilk olarak onun yanına gideceğim," dedim; Sadık Orhan'dan daha çok kendime hatırlatmaya çalışıyordum.
"Belki beraber gideriz." Alayla ona baktım, sonra diğer tarafa yürümek için hamle yaptığımda kolumu kibarca tutup beni engelledi. "Bana izin ver," derken duyduğum en sakin ses tonunu takındı. "Bir şekilde sana ulaşmak istiyorum."
Ona kalbimden geçenleri söylemek için dudaklarım aralandı ama hemen ardından, “Şu an değil," dedim başımı iki yana sallayarak. "Belki daha sonra."
"Söz mü?" dedi hevesle ve gülümseyerek.
Onun o heyecanını bile kırmayı düşündüm ama bunu bugün yapmayacağımdan emin olarak, “Söz," dedim başımı sallayıp. "Seninle konuşacağım."
"Sen, ben, annen," dedi direterek. "İsterse abin de olur." Son söylediği beni şaşırtmıştı, bir aile mi hayal ediyordu? Benim bitmek tükenmek bilmeyen hayal gücümün nereden geldiği anlaşılıyordu. "Söz, değil mi?" dedi yine.
"Söz," dedim bir kez daha.
Ağzından derin bir nefes verdikten sonra, “Belki bir gün baba da dersin," dedi, gözlerimi devirdiğimde elini kolumdan uzaklaştırdım ve acılı bir tebessüm gönderdim. "Belki," dedi, hevesi kırılmıştı. "Belki, Saye."
Başımı çevirip kendime birkaç saniye süre verdim, ardından Yankı'nın yanına ilerledim. Diğerleri büyük araca binmeye başlamışlardı, Yankı ise beni bekliyordu.
Ona yaklaştığım an kollarını iki yana açtı, bir baba gibi değil, bir babadan çok daha fazlası gibi. Sıkıca beline sarıldım, başımı göğüs kafesine yasladım ve derin bir nefes verdim. Dudakları saçlarıma dokundu, birkaç kez öptükten sonra, “Saçlarını toplamamışsın," dedi endişeyle. Tepemizdeki sokak lambasının ışığı yüzümüze vuruyordu, çenemi göğüs kafesine yaslayıp aşağıdan ona baktım. Alnımdan öptüğünde gülümsedi, o gülümseyince sokak lambasının ışığı sanki daha fazla parladı. "Ne oldu?" diye sordu. "Bir şey söyleyeceksin sen."
"Sadece," dedim anlık huzurla. "Sana söylemek istediğim çok güzel bir cümlem var."
"Hmm," dedi elinin tersiyle yüzümü okşarken. Zamanın durduğunu hissettim, diğerleri sanki yoktu hatta birazdan silahlarla da dans etmeyecek gibiydik. "Nedir o bebeğim?"
Parmaklarımın ucunda yükseldim, ona daha sıkı sarılırken, “Sevgilim," dedim onun gibi. "Kalbimi hissediyorum seninle." İlk önce kaşlarını kaldırdı, yüzümü okşayan eli duraksadı, sonra sımsıcak gülümsedi. Turkuaz gözlerinde o umut parladı, adı gibi ışıl ışıldı. Oradaydı, biz bugün o umudun ışığıyla bile kazanırdık.
Kulağıma eğildi, gülerken, “Sevgilim," dedi tekrar ederek. "Uyumadığını biliyordum ama senin ağzından yeniden duymak için gösterdiğim bu çaba takdir edilir."
Omzuna vurduğumda gülmeye devam ederken daha sıkı sarıldı, sonra tepemizdeki sokak lambasının yanıp sönmesiyle beraber ikimiz de oraya baktık. Neleri düşündük, neleri hatırladık bilmiyordum ama yeniden saçlarımı okşamaya başladığında, “Bugün kıyamet biz olacağız," dedi daha önce bana söylediğini tekrar ederek.
Hiçbir şey söylemedi ama az önce gözlerinde gördüğüm o umut daha fazla parlıyordu, inanıyordu, o inanırsa ben inanırdım. "İyileştiğimi hissediyorum sanki," dedi bir veda cümlesi gibi ya da yeni bir başlangıçmış gibi. "Değişiyorum, geçiyor zaman. Artık bazı hayaller o kadar da imkânsız değil, bazı gelecekler o kadar da uzak değil."
"İyileştiğini nasıl anladın?" diye sordum, ben iyileşmeye başladığımı artık kırmızı ışıklardan korkmadığımda fark etmiştim.
"Helin'im," dedi sokak lambasının altında saçlarımı okşarken. "Artık saçlarına baktığımda kalbim acısa da ölecekmişim gibi hissettirmiyor. Korkularım yok oluyor. Kötü bir baba olmayacağım ben, çocuklarım benim kaderimi yaşamayacak. Değil mi?" Bakışları bana döndü; ihtiyaçla, minnetle. "Değil mi, Helin? Sen evet dersen inanırım."
"Yankı," dedim duyduklarıma inanamayarak. Bir şeyler demeliydim ama dudaklarımdan kelimeler dökülmüyordu. Baba olmaktan kaçan, düşüncesiyle bile titreyen Yankı, şimdi bundan korkmuyordu.
Eli bileğini buldu ve mavi boncuklu bilekliğini parmaklarının arasına aldı. Elleri saçlarımı bulduğunda beceremese de tepeye topladı, sonra bilekliğiyle sakince toplamaya çalışırken, “Bu bileklik ablamındı," diye açıkladı. "Yağmur'un yani. Beni korumasını istediğim zamanlar takıyordum ama benden önce senin saçlarını korusun, o saçlarına zarar gelmesin."
"Yankı," dedim yine. Yankı Sarca. Umut Güneş. Benim her şeyim, sevgilim, eşim. Şu an kalbimin içine bile sığdıramıyordum onu.
Saçımı yarım yamalak topladıktan sonra elleri yüzümü buldu. "Saçlarını korusun, seni korusun ve bugün kazanalım. Dövme tamamlansın, yoncanın diğer yapraklarını boyayalım. İki çocuğumuz olsun; biri erkek, diğeri kız." Yutkundu, dudakları alnımı buldu ve geriye çekildi. "Kızımın saçları hep uzasın, upuzun olsun, makas değecekse ben görmeyeyim. Hep açık kalsın, zarar gelmesin." Başını iki yana salladı. "Senin saçlarına bakarken hissettiklerim, onun saçlarına baktığımda tam tersine dönsün." Yutkundu bir kez daha. "Olur, değil mi Helin bütün bunlar?" diye sordu. "Sen olur dersen inanırım, sen olur dersen daha fazla hayal kurarım."
Başımı hevesle aşağı yukarı salladığımda, “Her zaman başka bir yol vardır," dedim onun bana öğrettiği gibi. "Eğer yol yoksa kendi yollarını çizmeyi öğren. Biz öğrendik."
Düşünmedi, çekinmedi ve bir anda dudakları dudaklarımı bulduğunda yüzüm ellerinin arasında kayboldu. Veda eder gibi değil, yeniden başlar gibi öptü. Gidecek gibi değil, gerçekten bana gelmiş gibi. Umut eder gibi, Umut gibi.
"Hey!" diye bir ses yükseldiğinde Yankı dudaklarını zorlukla benden ayırdı ve Koza'nın öfkeli sesi aramıza girdi. "Üç saniye içinde burada olmazsanız..."
Yankı gözlerini devirdi, sonra elimi tutarak beraber büyük araca doğru yürüdük. Diğer araçta Sadık Orhan ve adamları varken, biz başka bir araca bindik. Koza sertçe ellerimize vurdu, ardından Yankı'yı çekip kendi yanına oturttuğunda onlar karşımızda Koza, Yankı ve Işık olarak oturdular.
Ben Mutlu'nun yanına geçtim, onun yanında Lâl vardı. Bartu ise ön koltuktaydı.
Yankı ve Koza atışmaya başladığında az öncenin verdiği hisle gülümsemeye devam ettim ve aynı gülümsemeyle Mutlu'ya döndüğümde aynısını onun yüzünde gördüm. Kendimizi tutamayıp gülmeye başladığımızda, “Güneş gözlükleriyle karşılaşan İbrahim Tatlıses ve Mahmut Tuncer videosu," dedi. Yüksek sesle kahkaha attığımda omzuyla omzuma vurdu.
Yüzünde hâlâ siyah boyaları vardı, üzerinde Pembe Panterli tişörtü. Uzun zaman sonra onu ilk defa bu kadar kendisi gibi görüyordum. "Nedir yüzünüzü güldüren Mutlu Bey?" dedim kısık sesle.
"Ah benim sultanım," dedi Mutlu elindeki telefona bakarken. "Aşk ne büyük bir duygu ki yüzde gülümseme oluşturuyor."
Gözlerim kocaman açıldı, öyle ki Lâl de merakla Mutlu'ya döndü. "Aşk mı?" dedim şaşkınlıkla. "Neler oluyor? Çabuk anlat."
"Olmaz," dedi Mutlu çenesini kaldırarak. "Nazar değer yatak odamın mumuna."
"Of." Tamamen ona döndüm. "Bırak Kanuni'yi, dökül çabuk, ne oluyor?" Lâl de diğer taraftan dürttüğünde heyecanla ona bakıyorduk.
"İnanılmaz gerçekten," dedi Mutlu, Lâl'e bakarak. "Benim aşk hayatım Lâl'i bile mezarından diriltti." Lâl omzuna vurdu, ben diğer taraftan vurdum, Lâl bir daha vurdu ve ben de öyle... Ardından Lâl’le birbirimize bakıp güldüğümüzde onu özlediğimi fark ettim.
"Tamam," dedi Mutlu kısık sesle, sonra sadece ikimizin duyabileceği şekilde öne eğildi. "Sizce ben," dedi tane tane. "Hayatımın aşkı, bir tanecik seksi hostumu bulmuş, onunla flörtleşiyor muyumdur?"
"Ne?" diye bağırdığımda herkesin bakışları bize döndü, aracı süren şoförün bile. Elimle ağzımı kapattığımda herkese kaçamak bakışlar atarak özür diledim, sonra Mutlu'ya doğru bir kez daha, “Ne?" diye fısıldadım.
"O gün adını öğrenmiştim zaten, uçağın giriş kısmında hosteslerin ve hostların adı yazar ama ulaşmak istemedim, sonuçta rahatsız olabilirdi." Tedirgin hissetti; Lâl ile benim hevesimizi görünce daha rahat devam etti. "İki gündür rüyamda görüyorum," hadi oradan dermiş gibi baktım, "yemin ederim, " dedi hevesle. "Bir ihtimal sosyal medyadan yazdım."
"Ne yazdın?" diye sordu Lâl.
Mutlu mesajı açıp bana gösterdi.
Merhaba sayın Host Bey, sizinle daha önce uçmuş muyduk? :')
"Ya!" dediğimde elimden telefonu aldı. "Bakma, tapusu bende," dedi alayla, sonra devam etti. "O da çok normal bir şekilde cevap verdi: Merhaba sayın Mutlu Bey, sizinle daha önce uçtuğumuza eminim, diye. Ben tabii yerlerdeyim, yetmedi göklerdeyim, bir de Bartu'nun kafasındayım. O da yetmedi duvardayım. Yarım saat heyecandan öldüm ama sonra kendini bir şey sanmasın diye şey yazdım: Pardon, yanlış oldu, bir daha bana sakın yazma. "
"Ne?" diye bağırdığım bir kez daha.
"E yeter," dedi Koza azarlayarak. Elimi kaldırıp yeniden özür diledim.
"Ne bileyim," dedi Mutlu. "Bartu dedi ki: ‘Bunu yaz kesin, bak nasıl peşinde koşuyor.’ Ben de mal gibi onu dinledim. Gittim yazdım, adam görüldü attı, yetmedi, takipten çıktı. Üstüne mesajları geri çekti. Biraz daha abartsa dünyadan silecekti."
"Aptalsınız," dedim Mutlu'ya. "Kelin ilacı olsa başına sürer, dinlediğin adama bak." Bakışlarım Lâl'e döndü. "Pardon, bebek." Elini kaldırıp, önemli değil, anlamında hareket yaptı. "Ve sonra?"
"At gibi giden, it gibi döner," dedi. "Bartu'yu evlatlıktan reddettim ve yeniden yazdım, kendim gibi. Sabah akşam konuşuyoruz, iki n kullanarak günaydın yazıyor. Aşk bu bence." Gülümsediğimde başımı omzuma yatırdım. "Canım Ebubekir'im."
"Ne?" dedim anlamayıp.
"Evet," dedi Mutlu. "Adı Ebubekir ve sakın bana Ebubekir Sıddık bebek şakası yapma. Bu konuda şakalara kapalıyım, tamam mı?" Sustum, Lâl’le bakıştık ve dudaklarımı birbirine basırdım. "Yarın İstanbul'a geliyor ve bugün eğer tek parça halinde çıkarsak görüşeceğiz." Ellerimi birleştirdim. "Ona da dedim, canım şimdi bir çatışmaya gireceğim, ölürsem beni özle diye ama güldü. Sokak Nöbetçileri olmanın en büyük zararı, ciddiye alınmıyorsun. Ben şimdi ona nasıl söyleyebilirim ki götümde bıçak saklıyorum diye. Sen olsan söyleyebilir miydin?"
"Haklısın," dedim ciddiyetle. "Peki nasıl hissediyorsun?"
Yüzündeki gülümseme yavaş yavaş silinirken bakışlarını kaçırdı ve düşündüğümden daha uzun bir süre sessiz kaldı, bu sessizlikte Lâl’le birbirimize baktık, Mutlu'nun üzerine büyük bir hüzün çöktü. "Bilmiyorum," dedi en sonunda. "Sadece birini sevmeme bile o kadar çok izin vermedi ki insanlar, kulağa imkânsız geliyor. Sevmek." Kaşlarını çattı. "Aynı zamanda sevilmek. Bir o kadar da kandırıldım çünkü." Bakışları bana döndü. "Helin," dedi kısık sesle. "Sence benim de mutlu olmam mümkün mü? Sence dünya benim gibi hissedenlere izin verecek mi?"
Elimi yüzüne koyduğumda, “Mutlu," dedim gülümseyerek. "Sana bunların hiçbirinin sözünü veremem ama daima yanında olduğumu söyleyebilirim, gerekirse seninle beraber hislerin için de savaşırım. Savaşırız. İnan, şans ver ve yaşa."
"İnan, şans ver ve yaşa," dedi söylediğimi tekrar ederek. "Yeni sloganım bu artık, donuma kadar yazdıracağım. Teşekkürler seksi."
Seksi. Mutlu bana ilk gördüğü günkü gibi hitap etti ve kalbim sıcacık oldu. Başımı omzuna yasladığımda, gözlerimi az önceki tartışmanın aksine derin bir sohbetin içinde olan Yankı ve Koza'ya çevirdiğimde yüzümdeki gülümseme genişledi. Ön koltuktaki Bartu'ya baktım, arada sırada dönüp Lâl'i izliyordu, güvende olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Cam kenarındaki Işık'a bakışlarımı çevirdim, dalgın görünüyordu ama kulakları Yankı ve Koza'daydı, biliyordum.
Düşündüm, diledim ve belki bininci kez diledim.
Bugün biz kazanmalıydık çünkü eğer kaybedersek yetişkinliğimizden önce çocukluklarımızın kalbi kırılacaktı ve bir daha iyileşemeyecektik, iyileştiğimiz yerden parçalanacaktık.
Çünkü çocukların kalbi düşünülenin aksine sadece bir kez kırılırdı ve bir kez iyileşirdi; bir kez daha tekrar ederse o çocuklar artık umut edemezdi, umut ise kalpten gelirdi.
Paragraf Yorumları