logo

1. TAKİPÇİ

Views 4321 Comments 205

Yaşadığımı hissetmek için canım yansın diye yeni bir yola çıkıyordum.

Gideceğim yolların sonunu çok iyi biliyordum ama o yollarda yürürken yaşayacaklarım ve yaşatacaklarım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Dikenler bedenime batabilirdi, düşebilirdim ve tekrardan kalkıp koşabilirdim; çiçek bahçelerinde yürüyebilirdim, gökyüzüne sarılabilirdim ve bir an bile tökezlemeyebilirdim. Yürürdüm belki de arkama bile bakmazdım; beni durdurabilirlerdi ama ben yine de koşmaya devam edebilirdim.

Nasıl yollardan yürüyeceğimi ve neler yaşayacağımı bilmiyordum ama bütün yolların tek bir sona bağlanacağının farkındaydım. O sonu yazmak için ilerliyordum, o son ise benden kaçmak için elinden geleni yapıyordu.

O sonun adı artık ölümdü.

Hızlı adımlarla yurttan çıkarken ayaklarım birbirine dolanıyordu ve çantam kolumdan düşüyordu. Deri ceketimin tek kolunu giymeye çalışırken kapıda duran güvenliğe hafifçe tebessüm ettim ve aynı şekilde karşılık bulduğumda çoktan onun yanından geçmiştim. Arkamdan, “Yavaş ol, düşeceksin!" dediğini duysam da aldırış etmedim ve ceketimin tek kolunu sonunda giyip koşmaya başladım.

Ekim ayının verdiği serinlik İstanbul'un üzerine çökmüştü ve bugün diğer günlere göre güneş ortalıklarda görünmüyordu. Koşarken yüzüme çarpan rüzgâr gözlerimin yaşarmasına neden oluyordu ve alnım da sıcak olmamasına rağmen terlemişti. Saçlarım gözlerimin önüne gelirken, birkaç kişiye çarpmıştım ve arkamdan söylendiklerini duymuştum.

Metro durağının önüne geldiğimde merdivenleri ikişer ikişer inmeye başladım ve insanların bakışlarını görmezden geldim. Geniş ve daha soğuk olan koridora indiğimde bir yandan da çantamın içinde metroya binmek için kartımı arıyordum.

İstanbul'da herkes bir yerlere yetişmeye çalıştığı için ve genelde birkaç kişi de benimle beraber koştuğu için çok göze batmıyordum ama bir süre yaşadığım dingin yer olan Bozcaada'da böyle koşsaydım insanlar bana büyük bir şaşkınlıkla bakabilirdi.

Turnikelerin önüne geldiğimde metroya kaç dakika olduğuna gözlerim kaydı ve dört dakika olduğunu görünce çantamın içinde daha büyük bir hırsla kartı aramayı başladım. Önümde birkaç kişi vardı ve onlar da oldukça hızlı hareket ediyorlardı. En sonunda kart elime ulaştığında kartı okuttum ve turnikeden geçerek hızlıca gideceğim yöne doğru ilerledim.

"Lütfen lütfen lütfen," diye fısıldadım dişlerimin arasından ve metro bekleyen kalabalık insanların olduğu tarafa doğru yöneldim. Bakışlarım herkesin yüzünde tek tek gezinirken adımlarım birbirine dolanıyordu ve ne tarafa gideceğimi şaşırıyordum. "Lütfen," dedim son kez ve gözlerimi kısarak etrafa bakmaya devam ettim. Tam o sırada açılmış olan bağcığıma bastım ve öne doğru sendelediğimde, “Siktir," dedim yüksek bir sesle. Önümdeki yaşlı çift keskin bakışlarıyla beni süzdüklerinde duruşumu düzelttim ve "Pardon," diye mırıldandım. "Sanırım düşüyordum ve ünlemi çok bastırdım, üzgünüm. İçimden söylemeliydim." Ne saçmalıyordum?

Yaşlı kadın bana daha ölümcül bakışlarını atarken gözlerim onun arka tarafında kalan ve gözlerimin aradığı kişiyi gördü. Dudaklarıma gerçekçi bir tebessüm kondurduğumda yaşlı kadının yüzündeki kızgınlık afallamış bir ifadeye dönüştü. "İşte bu," dedim ve elimle yumruk yaptım. "Buradasın, beyefendi."

Yüzü duvara doğru dönüktü ve elleri ceplerindeydi. Altında koyu renk kot pantolonu, üzerinde üç gün önce giydiği bordo kazağı vardı. Kumral dalgalı saçları diğer günlere göre daha fazla dağınıktı; büyük ihtimâl yataktan zorlukla kalkmış olmalıydı ama duruşu hiç de yeni uyanmış gibi görünmüyordu. Kulaklığını her zaman olduğu gibi takmıştı ama tek bir tanesini. Her an gelecek olan bir tehlikeye karşı tetikte olmak içindi.

"Beyefendi mi?" Yaşlı teyzenin sesi bakışlarımı ondan kaçırmama neden oldu. "Kimle konuşuyorsun sen?"

Metronun sesi geldiğinde elimle yaşlı kadının koluna dokundum. "Yanımdaki beyefendi," diyerek onu geçiştirdim. "Görmüyor musunuz?" Yaşlı çiftin bakışları iki yanıma kaydı ve kimsenin olmadığını gördüklerinde kaşları çatıldı. Gülümseyerek elimi havaya kaldırdım ve yanımda sanki birisi varmış da sırtına dokunuyormuş gibi "Hadi beyefendi," dedim efsunlu bir sesle. "Öne doğru gidelim de metroya binelim."

"Akli dengesi yerinde değil galiba. Fazla bulaşmayalım." İstediğim buydu. Yaşlı çifti kendimden korkutarak öne geçtiğimde onun uzun boyuna odaklandım. Her gördüğümde ettiğim tahminlere yenilerini ekliyordum. İki gün önce bir doksan olduğunu düşünmüştüm, dün bir seksen yedi bugün ise bir seksen sekiz olduğu kanısındaydım. Benim boyum bir yetmiş iki olmasına rağmen onu karşımda dev gibi görüyordum, bu tuhaftı.

Ensesine doğru bakarken, başı yana doğru döndü ve metronun geldiği yöne baktı. Kirpikleri gür ve uzundu, kaşları çatık değil aksine rahat görünüyordu. Kavisli burnunun ucu hafifçe kızarmıştı, nedeni dışarıdaki rüzgâr olmalıydı ya da o da benim gibi koşmuştu. Sakalları daha fazla uzamıştı, dört gün önce kesmesine rağmen kirli sakal haline gelmişti. Alt dudağı üst dudağına göre daha kalındı. Dudağını içeriye doğru kıvırdığında bir şeyler düşündüğünü anladım, böyle yaptığında kemikli yüzü daha fazla açığa çıkıyordu.

Yüzü pürüzsüz değildi, yer yer çocukluk izleri olduğunu fark etmiştim çünkü çok eskimiş ve onu da zaman geçerken eskitmiş gibi gösteriyordu.

İç sesim defalarca onun fiziksel görüntüsüne methiyeler düzse de hatta bazen bunu abartsa da onu duymazdan geliyor, başka bir noktadan ona odaklanmaya çalışıyordum. Fiziksel görüntüsüyle ilgilenmemem gerektiğini sürekli kendime hatırlatıyordum.

Yüzünde yirmi beş yaşındaki bir adamın yaşanmışlıkları yoktu; yüzünde bütün yaşlarını yaşamış bir adamın yaşanmışlıkları vardı.

Metro önümüzde durduğunda kapıları açıldı ve en önde olduğu için ilk adımını atan o oldu, arkasından birkaç kişi daha bindi. Kısa adımlarla ilk bulduğu koltuğa oturduğunda onun kararsız bir insan olmadığını buradan çıkarıyordum. Hemen karşısındaki koltuğa oturduğumda bakışlarımı bir an bile olsun ondan ayırmıyordum, o ise bir kez olsun bile bana bakmıyordu.

Belki de bu kadar rahat olmamın nedeni buydu; bana hiçbir zaman bakmıyor, hiçbir zaman göz teması kurmuyordu. Tek göz teması kurduğu kişi hemen yanında duran kız, elinde tuttuğu kitabı ya da pencereden dışarısıydı.

Bomboş bakmıyordu, boş bir oda gibi bakıyordu. Onun gözlerinde bir tane bile eşyası olmayan oda vardı ve gözlerinin içine girersem sesim yankı bulacakmış gibi hissediyordum.

Bakışlarım diğer günlerde olduğu gibi sürekli yanında olan kıza kaydı.

Simsiyah saçları vardı ve simsiyah gözleri. Boyu benden birkaç santim daha kısaydı ve esmerdi. Hiçbir zaman makyaj yaptığını görmemiştim ama makyaj yapmasına bile gerek yoktu. Yüzü doğal bir güzelliğe sahipti. Kalp şeklindeki yüzünü tamamlayan çıkık elmacık kemikleri kemerli burnu… Ona yakışıyordu. Saçlarını ya at kuyruğu yapıyor ya da yarım topluyordu. Spor giyinmeyi seviyorlardı.

Kızın bakışları bana doğru döndü.

Onun aksine yanındaki kızla sürekli göz göze geliyorduk ve ne zaman göz göze gelsek, bakışlarını kaçıran ilk kişi hep ben oluyordum. Ondan korktuğum için değildi, bakışlarında anlayamadığım ve çözemediğim bir anlam olduğu içindi.

Sürekli yan yana olmalarının nedenini de anlayamıyordum. Kardeş gibilerdi ama bunu sorgulamak da istememiştim çünkü merakım başka yönlerdeydi ve ikisinin arasındaki ilişki beni çok da alakadar etmiyordu. Dikkatimi tek çeken birbirleriyle asla konuşmuyor olmalarıydı. Gözleriyle anlaşıyorlar, gülümseyerek bir şeyleri çözüyorlar adeta susarak konuşuyorlardı.

Gözlerim tekrardan ona döndüğünde koluna astığı bilgisayar çantasının içinden bir kitap çıkardığını gördüm. İki gün önce okuduğu Tolstoy'un Diriliş kitabını bitirmiş, Goethe'nin Genç Werther'in Acıları kitabına tekrardan başlamıştı. Evet, tekrardan başlamıştı çünkü bu kitabı bir ay içerisinde iki kere daha okuduğunu görmüştüm. Onun için farklı bir kitap olmalıydı, bu durum kaşlarımı çatmama neden oldu.

Onun hakkında tek bilmediğim şey kulaklığında çalan şarkıydı ama bir keresinde de metroda yanına oturmuş ve çalan şarkı az da olsa bana kadar duyulmuştu, sert şarkılar dinlediğini anlamıştım.

Kitabı okurken bir ara kaşları çatıldı ve başını hafifçe kaldırdı; gözleri direkt beni bulmadı ama ayakkabılarıma doğru baktığında huzursuzca kıpırdanarak sonunda bana bakabileceğini düşündüm fakat o düşündüğüm gibi yapmadı ve aynı noktaya bakmaya devam etti.

Turkuaz rengi gözleri, bugün diğer günlere göre daha koyu duruyordu nedeni ise yorgunluktan olmalıydı çünkü gözlerinin altı diğer günlere göre daha fazla morarmıştı.

"Hadi bak," dedim homurdanarak kendi kendime. "Bak bana, bak bana, buradayım. Hadi beyefendi, bak bana."

"Bir şey mi söylediniz?" Yanımdaki adam bana seslendiğinde gözlerim adama doğru kaydı, orta yaşlarındaki amcanın elindeki gazeteden başını kaldırıp bana doğru baktığını gördüm.

"Size değil," dedim hızlıca ve rezilliğimin üzerini örtmek istermiş gibi daha fazla bir şey söyleyemedim. O sırada, “İyi değil," diye bir fısıldama duydum ve az önceki yaşlı kadının amcaya söylediğini anladım. "Sanırım aklı yerinde değil, yanında bir beyefendi olduğunu söylüyor."

Turkuaz rengi gözler, yavaş yavaş yerden kalktı ve yaşlı kadına doğru baktı.

Kahretsin! Şimdi mi dikkatini çekiyordu? Hep böyle olmaz mıydı zaten? Herkesin başına gelirdi, en mükemmel anlarda karşılaşma olmaz, en rezil anlarda burun buruna gelinirdi.

"Nasıl yani?" dedi amca ve tekrardan bana baktı. "Şu an benim oturduğum yerde başka biri mi oturuyor?"

Ne diyeceğimi bilemeyerek, "Evet," dedim ve ardından hızlıca ekledim. "Şu an başka bir adamın kucağında oturuyorsunuz." Aslında amacım bu değildi ama amcanın gözlerinin ciddiyetle beni izlediğini anladığımda ve birkaç kişinin daha bizim konuşmamıza eşlik ettiğini fark ettiğimde herkesin çok fazla ciddi olduğunu o an anladım.

"Ne diyorsun yahu?" dedi amca sertçe gazeteyi kapatarak ve bana doğru tamamen dönerek. "Beni neyle suçluyorsun?"

Hemen karşımdaki turkuaz rengi gözlerin sahibinin olanları dinlediğini biliyordum, rezil olmuştum ama bir şekilde dikkatini çekmiş olmama çok da şaşırmıştım.

"Beyefendi," dedim amcaya doğru ardından alt dudağımı dişledim ve gözlerim amcanın sırtına doğru kaydı. Orada başka birisi varmış gibi "Sana demedim," diyerek gülümsedim. "Üzerine alınma, hayatım."

"Deli deli!" dedi yaşlı kadın ve sesi yüksek çıktı. "Aldırış etmeyin, kendi haline bırakın."

Amca, gazeteyi sertçe koltuğunun altına alırken dilini sertçe damağına vurdu ve oturduğu yerden kalkarak ileriye doğru gitti. Benden korktuğunu gözlerinden okuduğumda kendimi gülmemek için zor tuttum ve bakışlarım turkuaz rengi gözlere doğru kaydı.

O an, dudaklarını bastırmış şekilde elindeki kitaba baktığını gördüm, gözleri kısılmıştı ve etrafındaki çizgiler belirginleşmişti; gülümsememek için kendini tutuyormuş gibiydi ve bunun okuduğu kitapla ilgisinin olmasının imkânı yoktu. Tamamen acı kokan bir kitaba gülemezdi, benim düştüğüm hale gülüyordu. İlk defa.

Tebessüm ettiğimde gözlerim tekrardan yanındaki kızı buldu ve gayet ciddi bir şekilde bana baktığını gördüm. Öyle ciddi bakıyordu ki tebessümüm yavaş yavaş söndü ve bakışlarımı onlardan tamamen uzaklaştırdım.

İneceğimiz durağa geldiğimizde ilk ayağa kalkan o oldu ardından kıza baktı ve o da ayağa kalktı. Benimle beraber başkaları da kalktığında kapıya doğru ilerledik. Benden birkaç adım ötede dursalar da yansımadan yüzlerini görebiliyordum; birbirlerine bakıyorlardı.

Metro durdu ve kapılar açıldı. İndiğimizde o ve yanındaki kız hızlı adımlarla ilerlemeye başladılar, ben de sanki sabahtan beri hızlı yürümemişim gibi onlara ayak uydurmaya başladım.

Yıldız Teknik Üniversitesi'nin önüne geldiğimizde adımlarım ilk başta diğer günlerde olduğu gibi kendi fakülteme doğru ilerledi fakat bu sefer zihnimde dönüp duran çark artık buna bir son vermem gerektiğini söyledi ve adımlarımı hızlıca değiştirerek onun fakültesine doğru yönümü döndürdüm. Bakışlarım onun sırtıyla kesiştiğinde yanındaki kız kendi fakültesine gitmek için onunla yollarını ayırıyordu. Kız büyük ihtimâl fotoğrafçılıkla alakalı bir bölümdeydi çünkü boynunda sürekli taşıdığı ve yanından ayırmadığı fotoğraf makinesi beni bunu düşünmeye itmişti.

Ayrıldıkları tek an fakültelerine girdikleri andı ve ben artık o anı yakalamak istiyordum.

Kız, kendi fakültesine doğru ilerlerken ben de turkuaz rengi gözleri takip etmeye başladım, adımlarımı yine hızlandırdım. Bir anlık cesaretle, "Hey!" diye seslendiğimde dönerse ne diyeceğimi bilmiyordum ama artık bunu bitirmek istiyordum. Duymadı ya da duymamazlıktan geldi bilmiyordum fakat dönüp bakmadı. Fakülteden içeriye girdiğinde normalde hep kantine uğrayıp kahvesini alır ve dersine öyle girerdi ama bu sefer kantine bile uğramadan dersliklere doğru ilerledi.

Ne yaptığımı bilmiyordum ama onu sınıfına kadar takip ederken dersine de gireceğimi hiçbir şekilde planıma dahil etmemiştim.

Kapıyı bir kere tıklayıp içeriye girdiğinde ben de adımlarımı koşuya çevirdim ve kapı kapanmadan sınıftan içeriye daldım; tam o sırada bağcığım birbirine dolandı ve kapıya sıkıca tutunarak yere düşmekten kurtuldum.

Öğretim görevlisinin bakışları ona ve bana döndü; onun bakışları ise bir an bile olsun bana dönmedi. Derse geç kalmış olmamız öğretim görevlisinin hoşuna gitmemişti fakat bunu dile getirmek yerine kaşlarını çattı, dersini anlatmaya devam etti.

Onun arkasından ilerlerken adımlarımı daha dikkatli atmaya ve sınıftaki insanlarla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Neredeyse kırk kişi vardı ve herkesin önünde bilgisayarları açıktı. Bu çok normâldi çünkü Bilgisayar Mühendisliği okuyordu, dördüncü sınıftı bu yüzden okula çok sık uğramıyordu.

Ben ise edebiyat okuyordum.

Arka sıralardan bir tanesine oturdu ve çantasından bilgisayarını çıkararak açtı. Şifresini hızlıca yazdığında sınıfta tek bilgisayarı olmayan kişi bendim ve bu en çok dikkat çekecek noktalardan bir tanesiydi.

Arkasına oturduğumda hatta onun arkasına saklanmaya çalıştığımda öğretim görevlisiyle göz teması kurmamaya çalışıyordum. Cihazla bilgisayardan duvara yansıtılan sayısal programlar sanki bambaşka, hiç duymadığım bir dildeydi, öğretim görevlisi hiç bilmediğim bir dili konuşuyordu.

Rezil olmama saniyeler kalmış gibi hissediyordum.

Yan tarafımda oturan kızın bakışları bana doğru döndü ve "Sen kimsin?" dedi kabaca. "Seni daha önce hiç görmedim."

Kıza kaşlarımı çatarak baktım ve susması gerektiğini belli ettim; kız ise sanki yedi yaşındaymış gibi öğretmene ispiyonlamak için can atıyordu.

Ne yapacağımı düşünürken, aklıma bir şeyler geliyordu ama aklıma gelenin benim için doğru yol olup olmadığını bilmiyordum. Masada tırnaklarımla ses çıkarttığımı fark ettiğimde hızlıca bunu yapmayı kestim çünkü az önce bana ters bakış atan kızın önündeki erkek de bana aynı şekilde bakışlar atmaya başlamıştı.

Çok göze batıyordum.

Tam sırası, dedi iç sesim sanki beni kendime getiriyormuş gibi. Aslında yapmak istediğim tam olarak bu değil miydi?

Kendimi toplayarak öne doğru eğildim ve onun ensesine doğru "Hey!" diye fısıldadım. Bir şekilde tepki vermesini bekledim ama kıpırdamadı bile. "Beni duyuyor musun?" Sorum ufacık bir hareketlenme bile yaşatmadı. Fısıldamayı bırakıp kısık bir sesle, “Bana yardımcı olur musun?" diyerek tatlı kız sesimi takındım ama yine hiçbir tepki vermedi. "Yanlış derse hatta yanlış fakülteye girdim, göze batmamak için benimle bilgisayarını paylaşır mısın?"

Dünyanın en saçma konuşma açma şekliydi ve onun tepki vermemesi öfkelenmeme neden olmuştu. Dudaklarından kelime dökülmemesi bir yana kıpırdamamıştı bile ama duyduğuna adım gibi emindim çünkü yan taraftaki herkes beni duymuştu ve kızgın gözlerle beni izliyorlardı.

"Dilini mi yuttun?" dedim kızgınlıkla. "Çocuk gibi azarlanmamı mı istiyorsun?" Dayanamadım, elimle omzundan hafifçe itekledim ve sesim hiç beklemediğim şekilde gür çıktı. "Sana diyorum!"

"Hey!" dedi yan taraftaki zeki kız ve tam o sırada öğretim görevlisinin bize doğru baktığını gördüm. "Neler oluyor orada?" A planı. Neler olduğunu çaktırmamalı ve hiçbir problem yokmuş gibi davranmalıydım. "Derse geç geldiğiniz yetmezmiş gibi bir de çene mi çalıyorsunuz?" Öğretim görevlisi öne doğru çıktı ve bakışları direkt olarak bana döndü. "Senin bilgisayarın nerede?"

Sakın çaktırma. "Evde unutmuşum." Kaçıncı sınıftım ben? İlkokul birinci sınıf mı?

"Evde mi unuttun?" Öğretim görevlisi kulaklarına inanamıyormuş gibiydi. "Kaç yaşındasın sen?"

Azar yemem onun hoşuna gidiyor olmalıydı, sorumlusu ise bendim.

"Yirmi üç," dediğimde neden böyle bir soruya cevap verdiğimi anlayamıyordum.

"Programı yazıp e-posta olarak mı attın?" B planı. Yalan söylemeli ve olabildiğince kıvırmalıydım.

"Evet," dedim ve ellerimi masanın üzerinden indirerek dizlerime koydum. "Dün gece atmıştım." Hangi programdan bahsediyordu? Umarım benim ağzımı aramak için böyle bir numara yapmıyordu fakat içimden bir ses program yazıp e-posta atmak gibi bir durum olmadığını söylüyordu.

Öğretim görevlisi bir şeylerin ters gittiğini anlamış olmalıydı ki birkaç adım atarak bana doğru biraz daha yaklaştı ve yüzüme odaklandı. "Seni daha önce hiç görmedim..." Duraksadı ve duvara kendi bilgisayarından yansıtılan programa doğru baktı. "Sana soru sormak istiyorum."

Hiçbir şey söyleyemedim ve karşımdaki genç ama saçları dökülmüş öğretim görevlisinin yüzüne odaklandım. Kendi kendime düşünce gücüyle onu yanımdan uzaklaştırmak istiyordum fakat bir fantastik kitabın içinde değildim ve burası gerçek hayattı.

Şüphesi gitgide büyüdüğünde belki de bana en basit soruyu soracaktı fakat ben program dilinin ilk harfini bile asla bilemezdim.

"Söyle bakalım," dedi alayla. "C dilinde bir paragraflık metin isteyip noktalama işareti ile bitirip ikinci paragrafı yazarken aralarında boşluk bırakılması gereken kod nasıl yazılır?"

"Efendim?" Japonca mı konuşmuştu? Tek bir yeri anlamıştım, C demişti. Bu demek oluyordu ki C planımı devreye sokmalıydım. "Boşluk," dedim ağzımın içinde geveleyerek. C planı. Aklıma gelen ilk şeyi söylemeli ve rezil olmalı ya da D planını uygulayıp koşarak kaçmalıydım. Kaçmak bana göre değildi bu yüzden, “Basit soru," diyerek gülümsedim. "Space tuşu, klavyedeki boşluk tuşu değil mi? O tuşa basarım."

İlk önce sınıfta derin bir sessizlik oldu ardından herkes gülmeye başladığında C planımı sonuna kadar uyguladığımı ve rezil olduğumu fark ettim.

Gözlerim onun sırtına doğru kaydığında başını yan bir şekilde döndürdü ve hafifçe tebessüm ettiğine şahit oldum; bu sefer metrodaki gibi gülümsemesini saklamaya çalışmıyordu ama gülüşü de pek geniş değildi, daha çok aptal bir insana gülüyormuş gibiydi. Yine de gözlerim dudağının kenarında oluşan ve çizgi şeklinde duran gamzesine kaymadan duramadı.

Kafasını iki yana salladığında ve önüne birkaç saniye sonra döndüğünde öğretim görevlisi "Sen buraya dalga geçmek için mi geldin?" diye sordu.

D planı arkama bakmadan kaçmaktı ve şu an o planımı uygulayamayacağımın farkındaydım çünkü öğretim görevlisi beni pek de serbest bırakacakmış gibi görünmüyordu.

Son planım yani F planımı devreye sokmanın zamanı gelmişti. Dürüst olmalıydım. "Aslında ben dün çok içtim ve hâlâ onun etkisindeyim. Fakülteleri karıştıracak kadar kendimi kaybetmişim, üzgünüm. Normalde Türk Dili ve Edebiyatı okuyorum, izin verirseniz kendi fakülteme gidebilir miyim?" İnsanlar buna inanmış olmalıydı çünkü dün gece neredeyse hiç uyumamıştım ve gözlerimin kırmızı olduğuna adım gibi emindim. Uzaktan gece içmiş ve kendine gelememiş gibi göründüğüme kalıbımı basabilirdim.

Başka bir öğretim görevlisi olsaydı belki benimle uğraşabilir hatta peşine düşebilirdi fakat bu sefer şanslı tarafıma denk gelmiş olmalıydı ki "Çık dışarı," dedi öfkeli bir sesle. "Bir dahaki sefere de yirmi üç yaşında gibi davranmayı öğren."

"Özür dilerim," dedim, yanıma bıraktığım çantamı toplayarak sınıfın arka kapısına doğru ilerledim. Açık olan bağcığıma basmamak için ekstra çaba sarf ettim ve tam çıkarken onun dönük olan sırtına baktım.

Yine bana bakmıyordu ama yüzünde hâlâ o alaylı ifadesi vardı.

Sınıftan çıkıp yürümeye başladığımda öfkelendiğimi ve gitgide arttığını yeni fark edebiliyordum. Parmaklarım avuç içlerime doğru kıvrıldığında tek istediğim okuldan çıkıp gitmek hatta Bozcaada'ya geri dönmekti fakat arka cebimde duran telefonuma gelen titreşimle duraksadım.

Mesaj gelmişti ve tam da aklımdan geçen kişiden gelmişti. Tek bir cümlesi adımlarımın durmasına neden olduğunda, “Kahretsin," diye inledim. Telefonu elimde sımsıkı tutarken bu okuldan hiçbir şekilde çıkamayacağımı hatta ondan uzaklaşamayacağımı anlamıştım, benimki sadece bir anlık istekti ve öyle de kalacaktı.

Çıkış kapısına doğru ilerleyen adımlarım tekrardan sınıfın olduğu tarafa doğru döndü ve telefonu tekrardan arka cebime koyduğumda mantıklı düşünmeye çalıştım.

Sınıfın kapısını gören köşeye geçtiğimde ve dışarıyı gören pencerenin pervazına kalçamı dayadığımda dudaklarımı kemirmeye başladım. Sürekli bu şekilde ilerlemesinden ben de sıkılmıştım artık bir son vermek istiyordum; iyi veya kötü elimde bir sonuç olmak zorundaydı.

Onun dikkatini çekmiyor olabilir miydim? Yaslandığım yerden doğruldum ve yüzümü arkamda kalan cama doğru çevirdim. Kapalı havadan dolayı kendimi daha net bir şekilde camdaki yansımada gördüğümde gözlerim, koşturmaktan dolayı dağılmış olan açık kahverengi saçlarıma kaydı. Makyaj yaparken sadece rimel ve ruj tercih ederdim ve bugün de onu uyuyakaldığım için yapamamıştım. Diğer günlere göre daha kötü görünüyordum, farkındaydım fakat iyi göründüğüm günlerde de dikkatini çekememiştim.

Yönelimi kadınlara değil de erkeklere olabilir miydi? Sanmıyordum çünkü hissettiğim çekim aksini iddia ediyordu.

Her yolu denemiştim, akla gelebilecek her yolu denemiştim fakat hiçbir şekilde karşılık bulamamıştım; kendime güvenen tarafım sönmeye başlamıştı. Normalde hiç zorlanmazdım.

Kemirdiğim dudağımdan kan tadı aldığımda kaşlarımı çattım ve aynadaki kahverengi gözlü kıza arkamı dönerek tekrardan pervaza oturdum. Arka cebimden telefonu çıkardığımda derse gireli yarım saati geçtiğini fark ettim ve birazdan dersten çıkacağını göz önüne alarak rastgele bir oyun açıp oynamaya başladım.

Kendi iç sesim benimle konuşmayı reddediyordu. Hep böyle olurdu, küçüklüğümden beri zor durumda kaldığım zamanlar ya da ne yapacağımı bilemediğim zamanlar kendimle konuşmaz, aklımı bambaşka noktalara verirdim ve yine o zamanın içindeydim. Kendimi oynadığım oyundaki zombilere öyle bir vermiştim ki kendi kendime irkildiğimi ve titrediğimi sonradan fark edebiliyordum.

Sürekli her koşulda planları olan bir kızdım, sürekli bir çıkış noktasına ulaşırdım ve neyi istersem o istediğime ulaşırdım. F planıma yani dürüstlüğe kadar çok nadir gelirdim, bugün ise hayatım boyunca belki de üçüncü gelişimdi.

Nedeni ise tamamen oydu.

Aptal gibi hissetmeme neden olan tamamen oydu.

Sesler işittiğimde başımı daldığım oyundan kaldırdım ve onun sınıfından son birkaç kişinin çıktığını gördüm. Gözlerim iri bir şekilde açılırken telefonumdaki oyunumu bile kapatmadan arka cebime attım, kapıya doğru koştum. "Hey!" diye bağırdığımda sınıftan çıkan son sarışın genç çocuk ile gözlerimiz kesişti. "Ders bitti mi?"

Sarışın saatine baktı ve kaşlarını havaya kaldırdı. "İki üç dakika oluyor, neden sordun? Hocayla mı konuşmak istiyorsun?"

Ona laf anlatacak vaktim olmadığını anladığımda hızlıca yanından geçtim ve omzuna çarpmayı bile önemsemedim. Arkamdan, “Yavaş ol!" diye haykırdı, duymamazlıktan geldim.

Koridora göz gezdirdiğimde köşelerde sohbet eden insanlar dışında kimse yoktu fakat o, ortalarda görünmüyordu. Öyle bir acele ediyor, öyle hızlı yürüyordum ki insanların bakışları bana takılıyordu. Hızlıca merdivenlere yöneldim ve üst kata da bakmaya başladım. Alt kata göre daha az insan vardı ve yine görünürlerde yoktu.

"Kaçırdım!" diye homurdandığımda gözlerim erkekler tuvaletine doğru kaydı ve kanattığım alt dudağımı umursamadan tekrardan dişlerimin arasına alıp erkekler tuvaletine daldım. İçeride iki tane erkek vardı ve beni gördüklerinde iri gözlerle bana baktılar. Başım tuvaletlere doğru döndü ve onlarla göz teması kurmadan tuvaletlerin içine bakmaya başladım.

Tuvalette de yoktu. Adamların şaşkın bakışlarını aldırmadan oradan da çıktım.

Bütün fakültenin içinde onu aramıştım fakat hiçbir yerde bulamamıştım. O kadar çok yorulmuştum ki hızlı adımlarım artık yavaşlamış ve bahçeye çıkmıştım. "Neredesin?" diye mırıldandım ağzımın içinde ve bahçede yavaş yavaş yürümeye başladım. Hafifçe yağmur çiseliyordu.

Ayaklarımı yere sürüye sürüye ilerlerken banklarda oturan insanlara baktım fakat hiçbirisi o değildi. "Neden böyle yaparsın ki?" dedim saçımı kulağımın arkasına itekleyerek. "Koşarak kaçmış olmalısın, sana bunu hiç yakıştıramadım."

Olduğum yerde sabit bir şekilde durdum ve kulağıma, derinden gelen bağırma ve çığlık sesleri ulaştı. Sesin nereden geldiğini anlamak için tam arkamı döndüğüm sırada vücudum sert bir şekilde başka bir vücuda çarptı, geriye doğru sendeledim. Alnımı tutup, “Yavaş..." diyerek homurdanacağım sırada gözlerim onun yüzüyle ve turkuaz rengi gözleriyle kesişti. Çatık olan kaşlarım yavaş yavaş düzeldi ve dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

İlk defa yüzüme bakıyordu. İlk defa direkt gözlerimin içine bakıyordu ve kaşları düz bir çizgi halindeydi. Omuzları dik, çenesi havadaydı ama turkuaz rengi gözlerinde alaylı bir ifade olduğuna adım gibi emindim. Yüzümü inceledi ve gözleri yanaklarımdaki kızarıklıklarda dolandı; alt dudağımı yakalanmanın verdiği korkuyla içeriye doğru kıvırdığımda kan tadı ağzıma geldi.

Başını omzuna doğru yatırdı ve gözlerini kıstı. "Beni mi arıyordun?"

Bana söylediğini anlamış olmak için etrafıma baktım ve benden başka kimse olmadığını fark ettim. Elim enseme doğru gittiğinde bütün planlarımı gözden geçirdim. A planı? B planı? C planı? F planına kadar gözden geçirdim ve kapılarını çaldım ama hiçbirinden yanıt yoktu. Gerçekten bir G planım olmadığı için kendimi koşarak karşımdaki sert ağaç gövdesine çarpmak istemiştim.

Beklemediğim yerden beni vurduğu için afallamış bir ifadeyle, “Nasıl yani?" diye sordum ve hâlâ o derinden gelen çığlık seslerini duyuyordum. "Okulda kavga mı var, çığlık sesleri geliyor." İlk kurduğum cümle bu mu olmalıydı?

"Okulda yok ama kalçalarında büyük bir kavga varmış gibi görünüyor." Bir saniye... Zombi sesi de mi geliyordu? Kahretsin, oyun açık kalmıştı ve popomdan çığlık sesleri geliyormuş gibiydi.

Hızlıca elimi arka cebime attım, çığlık ve zombi seslerini tek bir dokunuşla kapattım. Gözleri bir anlık telefonuma kaydı ardından tekrardan yüzüme baktı.

"Beni arıyor olmalısın," dediğinde kendinden o kadar emindi ki ne diyeceğimi bilemiyordum. Gerçekten böyle bir giriş beklemediğim açıktı, o da bunu anlamıştı. "Beni kaçırdığın birkaç dakika oldu ve sana bunu açıklamalıyım. Dersten üç dört dakika daha erken çıktım ve sen oyununa öyle bir dalmıştın ki beni fark edemedin, merak etme hiçbir şey yapmadım." Dalga mı geçiyordu yoksa sinirli miydi anlayamamıştım ama yapay bir şekilde hesap vermesi tuhaf görünüyordu. "Rahatlayabilirsin şimdi."

Onu en başından beri takip ettiğimin farkında mıydı yoksa sadece bugün müydü?

"Ben seni metroda gördüm ve sonra dersine girdiğini görünce..."

Lafımı yarıda kesti. "Diğer günlerde metroda gördüğün gibi." Sesi kalındı ve telaffuzu çok düzgündü, tınısı ise oldukça sakindi. Hep sakin gibiydi. Düşünüyormuş gibi tek kaşını kaldırdı ve havaya doğru baktı. "Diğer günlerde okulda gördüğün gibi. Hatta diğer günlerde çalıştığım kafeye geldiğin gibi. Hatta ve hatta evime kadar beni takip ettiğin gibi. Başka kaldı mı?" Gözlerim ellerine kaydı ve yine diğer günlerde olduğu gibi rubik küpü sol elinde duruyordu. "Doğru ya," dedi elini havaya kaldırdığında. "Bunun yenisini almaya gittiğimde de tam arkamdaydın. Bir saniye, hafta sonu sinemada arkamda oturan ve durmadan telefonuna fısıldayarak bir şeyler anlatan o kız da sen değil misin?"

"Film güzel değildi, korku filmlerinden pek keyif almam." Kahretsin! Hızlıca verdiğim yanıt kendi ağzıma bir tane geçirmek istememe neden olmuştu. Bu kadar açık sözlü olmayı bırakmam gerekiyordu.

Verdiğim yanıtı duymazdan geldi ve gözlerimin içine bakmaya devam etti. Diğer günler hiçbir şekilde yüzüme bile bakmazken şimdi gözleriyle, gözlerimin içindeki toprakları eşeliyordu ve turkuaz rengi gözleri öyle ürpertici bakmaya başlamıştı ki diğer günlerde olduğu gibi bakmamasını bir anlık istemiştim.

"Ben aslında," dedim ve kendi kendime hangi yanıtın beni kurtaracağını düşünmeye başladım ardından en mantıklısını seçtim. "Senin dikkatini çekmeye çalışıyordum."

"Dikkatimi çekmeye çalışıyordun?" Başını öne doğru eğdi ve duyduklarına inanamıyormuş gibi davrandı. Dudakları aralandı, samimiyetsiz bir şekilde güldü ve duruşunu tekrardan düzeltti. "Birinin dikkatini çekmeye çalışırken her sabah ziline basıp kaçar mısın? Bugün nerelerdeydin?"

Kahretsin, bunu da mı anlamıştı? "Ben sadece derse geç kalmanı istemiyordum." Ellerimi havaya kaldırdım ve pes etmiş gibi derin bir nefes verdim. "Bak haklısın, bu şekilde kulağa tuhaf geliyor ama bir şekilde seninle karşılaşmamız gerekiyordu ve ben de kadere bırakmak istemedim."

Kısa bir süre yüzüme baktı ve sonrasında ağır ağır başını salladı. "Emin ol kader bile bu kadarına şaşırmış olmalı." Gözlerinin içindeki alay uzaklaştı ve tamamen ciddileştiğinde kalın kaşlarını havaya kaldırdı. "Benimle derdin ne?"

Ne kadar sorgulama hakkım olmasa da ona karşı öfkelenmiştim. "Madem bu kadar farkındaydın neden hiç belli etmedin? Bir aydır senin peşinde dolanmaktan doğru düzgün uyku bile uyuyamıyorum."

"Sınırları ne kadar zorlayacağını merak etmiştim," dedi umursamaz bir sesle. "Bugün sınırların sonuna geldin, şimdi derdinin ne olduğunu söyleme sırası. İstediğin tam olarak bu değil miydi?"

Haklıydı. İstediğim tam olarak buydu ama beni bu kadar fark etmiş olması işi yokuşu sürmesine neden olmuştu. Ne diyeceğimi kendi kafamın içinde düşünürken her hareketimi inceliyor, bir yandan da elindeki rubik küp ile oynuyordu.

"Neden sadece tanışmıyoruz?" dediğimde onunla takılmaya çalışan kadın gibi görünmeye çalıştım. "Ben Helin."

"Amacını söylemeyeceksin ya da kafanın içinde amacını hangi yalanla örteceğine karar veremedin sanırım." Gözlerimin içine baktığında her şeyi anlıyormuş gibi göründüğünden gözlerimi kaçırdım.

"Amacımı söyledim, senin dikkatini çekmeye çalışıyordum. Evet abartmış olabilirim ama takıntılı bir insanım." Adımı tekrar ettim ve bu sefer öne doğru elimi uzattım. "Ben Helin."

Rubik küp ile oynayan eli duraksadı ve elime doğru baktı. "Hangi Helin?" diye sorduğunda elimi aşağı indirmek zorunda kalmıştım. "Fular takan ve elindeki kitabı okuyan Helin mi? Mini etek giyip bacak bacak üstüne atan Helin mi? Motosikletiyle okula gelen deri pantolonlu Helin mi? Zeki kız imajı için numaralı gözlük takan Helin mi?" Bakışları yüzüme tırmandı. "Kahkahalar atan Helin mi? Mutsuz bir şekilde oturan Helin mi? Yoksa..." işaret parmağını bana doğru uzattı. "Kendi kendine konuşan Helin mi?"

Bütün planlarıma lanetler okuyor, bütün yüzlerime küfürler sıralıyordum. Ellerimle kısa bir an yüzümü kapattım ve derin bir nefes alarak kendime birkaç saniye verdim. Sabırla beni beklediğini anladığımda ellerim hala yüzümdeyken, “Sanırım istediğime ulaşmışım," diye mırıldandım. "Dikkatini her saniye çekebilmişim."

Yüzümü kapattığım için ne yaptığını bilmiyordum. Cevap vermesini bekledim ama cevap yoktu, büyük ihtimâl yüzümü açmamı bekliyordu. Ellerimi yavaşça yüzümden çektiğimde ise beni izliyordu.

"Konu sen değilsin, ben çok dikkatliyim." Bakışları ifadesizdi ve bazen gözlerine alay ulaşıyordu, şimdi de o anlardan biriydi. "Bana, benden etkilenmiş bir kadın gibi davranmaya çalışıyorsun ama asıl amacının bu olmadığını biliyorum."

"Nereden biliyorsun?" Kaşlarımı yapay bir şekilde çattım.

"Çünkü sürekli kılık değiştirdin ve gerçek seni bana göstermedin." Beni baştan aşağı süzdü. "Sanırım bugün kendin gibisin, bu oyundan sıkılmış olmalısın." İşte bu konuda çok haklıydı. "Amacını bir şekilde öğreneceğim ama bu senin itirafınla olmayacakmış gibi görünüyor."

"Aslında dikkatini çekebilmek için her yolu denemek istedim. Belki motosiklet süren asi bir kız, belki zeki bir kız, belki kitap okuyan entelektüel, belki de mini etek giyen seksi kız..."

"Beni sadece kabuğumda gördüklerinle tanıman seni amacına ulaştıramadı ne yazık ki," dediğinde ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. "Önemli olan sadece kabuk değildir ve sen ne kadar her adımımı bilsen de daha ilerisini ben izin vermeden göremedin." Ruhunu bilmiyordum, anlamaya çalışmamıştım ve tamamen çok yanlış yollara başvurmuştum. Belki bir kızın fiziksel güzelliğine çekilebilirdi ama benim yaptıklarım daha kötüsüne yol açmıştı.

Kendimi gerçekten tamamen aptal gibi göstermiştim. Onu hafife almıştım, söylendiği gibi birçok insandan çok daha farklıydı ve bu sadece fiziksel olarak değildi.

Bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladığımda arka taraftan onun yanına doğru yürüyen ve hep gördüğüm siyah saçlı kızı gördüm. Dudaklarımı tekrardan birleştirdiğimde turkuaz gözleri geriye doğru baktı ve gelen kişiyi gördü. Tam o sırada hemen arka tarafımızda da bir araç durduğunda sert bir şekilde kornaya bastı, irkildim.

Arabanın sürücü koltuğundan daha önceden de gördüğüm bir adam indiğinde diğer günlerden farklı olan tek şey lüks arabasıydı. Her seferinde daha farklı lüks bir arabayla okulun önüne geliyor ve onları alıp gidiyordu. Takip edemediğim tek zaman dilimi de oydu.

Uzun boylu ve oldukça iri birisiydi. Yirmi sekiz yirmi dokuz yaşlarında görünüyordu. Simsiyah saçları kısaydı, sakallarını kesiyordu ve omuzları öyle genişti ki beni kendi etrafında on kere döndürüp karşı duvara fırlatabilirdi.

Siyah saçlı kız yanımıza gelmek yerine o iri adamın yanına doğru ilerledi ve ikisinin de gözleri bizim üzerimizde gezindi.

"Bana adını söylemeyecek misin?" Sorduğum soru başının bana tekrardan dönmesine neden oldu.

"Bilmiyor musun?" Biliyordum, adının her noktasına kadar ezberlemiştim. Dürüst oldum.

"Biliyorum ama senden adını duymak ve bu şekilde tanışmak istiyorum." İlk önce bir şey söylemedi fakat sonrasında sınıfta olduğu gibi aptallığıma güldü. Dışarıdan birisi komik bir espri yaptığımı düşünebilirdi fakat öyle bir şey söz konusu değildi.

Bir adım atarak bana doğru yaklaştı. Bakışları gözlerimden aşağıya doğru kaydığında, “Benim peşime düşerken küçük bir kız çocuğu gibi dikkatsiz olmayı bırakıp bağcıklarını bağlamalısın," dedi. "Yere düşersen beni izleyemezsin, Takipçi. Ben bazen çok hızlıyımdır."

Kokusu burnuma doğru hafifçe gelmişti fakat tam olarak ad koyamamıştım. "Emin ol bağcıklarımın üzerine basıp düşmek, seni kaçırmaktan daha önemsizdi çünkü zaman kaybını sevmem." Gözlerini ayakkabılarımdan çekti ve yüzümü incelerken dalga geçen ifadesi silinmemişti. "Adını söylemeni istiyorum." Elimi yine havaya kaldırdım ve hevesle yüzüne baktım. "Tekrarlayalım. Ben Helin." Bu üçüncüydü ve dördüncüyü tekrar etmeyecektim.

Ne istediğini biliyordum, amacımı söylememi istiyordu ama bir şekilde içimden bir ses bu oyunun onun da hoşuna gittiğini dile getiriyordu. Bir yandan da ona ulaşabileceğim bütün yolları kendi ellerimle mahvettiğimin farkındaydım. Artık yapabileceğim hiçbir şey kalmamıştı.

Yağmur biraz daha hızını arttırmıştı ve onun yüzüne su damlaları vurmaya başlamıştı. Yüzü, daha önce gördüğüm hiçbir erkeğin yüzüne benzemiyordu. Farklı yüz hatları, farklı bakışları, farklı bir ifadesi vardı. O farklıydı, tamamen farklıydı ve dikkat çeken en önemli tarafı farklı olmasıydı.

Elime baktı ve kısa bir an düşündü. Bu kadar zor olmamalıydı ama o da benimle oyun oynamak istiyormuş gibiydi. Hiç beklemediğim anda elime rubik küpünü bıraktığında neler olduğunu anlayamamıştım. "Madem oyun oynamayı çok seviyorsun, bu zor oyunu da tamamla," dedi ve geriye doğru bir adım attı. "O zaman zaten bildiğin adımı belki söylerim ve zaman kaybetmeden tanışırız."

Gerçekten oyun oynamaktan keyif alıyordu, bakışlarından bu anlaşılıyordu. Hiçbir şey söyleyemedim ve elimdeki renkli küpe baktım o ise sırtını bir an bile düşünmeden bana döndü ve arabaya doğru ilerledi.

Başımı küpten kaldırmadım. Arabanın kapılarının açıldığını duydum ve bindiklerini anladım. Birkaç saniye sonra motor sesi yükseldi ardından araba kayarak önümden geçti. Ben ise küpü düşündüğümden daha uzun bir süre izledim ve daha önce hiçbir şekilde rubik küp birleştirmediğimi hatırladım.

Zordu ama imkânsız da değildi.

Hangi durumun içerisine düştüğümün farkında mıydım? Bir çukurda değildim aksine yeryüzündeydim ve ayaklarım yere sağlam bir şekilde basıyordu. Sorun da burada başlıyordu, yeryüzünde ayaklarım sağlam bir şekilde basarken kendi kendimi o çukurun içine iteklemeye çalışıyordum.

Arka cebime koyduğum telefonum titremeye başladığında gözlerimi renkli küpten ayırdım ve tam karşıma bakarak telefonu cebimden çıkardım. Ekrandaki isme baktığımda gergin kaşlarım rahat bir pozisyona geçti ve ekranı kaydırarak telefonu kulağıma yaklaştırdım.

"Seni izliyorum." Gözlerimi kıstım ve okulun etrafındaki arabalara tek tek göz gezdirdim, en sonunda beyaz arabanın içinde onunla göz göze geldiğimde hafifçe tebessüm etti, penceresi açıktı. "Arabaya doğru gel."

Hiçbir şey söylemeden telefonu kapattım ve arabaya doğru ağır adımlarla yürümeye başladım, en başından beri olan biteni izlediklerinin farkındaydım fakat bunun yüzüme vurulması rahatsız hissetmeme neden olmuştu. Rahatsızlığımı ise hiçbir şekilde belli etmek istemiyordum.

Arabanın arka kapısını açarak içeriye geçtim ve kapattığımda gözlerim yanımda oturan adamla kesişti. Beni baştan aşağı süzdükten sonra şoför koltuğunda oturan adamın omzuna dokundu ve hareket etmesini söyledi. Birkaç saniye içerisinde araç hareket ettiğinde sözü onun yerine ben üstlenmek istedim.

"Olmuyor." Dudağımdan çıkan tek kelime, gözlerindeki ifadenin değişmesine neden oldu. Benden böyle bir şey beklemiyordu.

"Nasıl?" diye sorduğunda duyduklarına inanamıyor gibiydi. "Bu zamana kadar hangi durum olursa olsun bir şekilde kurtuldun, kendini sıyırdın ya da amacına ulaştın. Şimdi ne oldu?"

Gergin bir nefesi dişlerimin arasından verdiğimde yüzümdeki hayali maskeyi çıkardım ve büyük bir ciddiyetle ona doğru tamamen döndüm. "Çok zor. Adım atmama ya da o yolda ilerlememe hiçbir şekilde izin vermiyor. Düşündüğümden çok daha zeki biriymiş, haklıymışsın." Omzumu indirip kaldırdım. "Pes ediyorum, yerime başkasını bulun."

Gözlerimin içine söylediklerime hâlâ inanamıyormuş gibi bakıyordu fakat daha derinlerinde hayal kırıklığının tadını almıştım. "O adamın zekâsının üstünlüğü yüzünden pes ediyorsun yani öyle mi? Doğru mu anlamışım?" Başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Koza senden başka kimseyi görevlendirmek istemiyor, biliyorsun.”

Düşündüğüm gibi hassas bir noktadan değiniyor ve damarıma basmaya çalışıyordu. "Cem abi," dedim hiddetle. "Konu sadece zekâ değil. Bütün yollarım kapandı, her yöntemi denedim." Cem abi sessizliğini korurken koyu yeşil gözlerini benden ayırdı ve camdan dışarıya doğru baktı. Bir şeyler olduğunu sezdiğimde, “Ne oldu?" diye sordum merakla. "Bir şeyler var."

"Aslında..." dedi ve sustu. Büyük bir merakla onun yüzüne bakmaya devam ediyordum fakat o bana bakmıyordu. Kırklı yaşlarındaydı, en başından beri yanımda olan kişiydi. Ona sevgim yoktu ama saygım vardı. Kolunu tuttum ve bana bakmasını sağladım. Gözlerimdeki merakı gördüğünde, “Koza’nın tercih etmek istemediği ama kolaylıkla halledebileceğimiz bir yolumuz daha var," diyerek kaşlarını havaya kaldırdı. Ona yorgun bir ifadeyle bakmaya çalıştığımda ellerini havaya kaldırıp, “Tamamen bizim halledeceğimiz bir durum," diye açıklamada bulundu. "Fakat sen vazgeçmek istediğini söylüyorsun."

Sesinde kırgınlık mı yoksa korku mu vardı, anlayamamıştım. Cem abi de benim gibi emirleri başkasından alıyordu ama o daha fazla zarar görüyordu, bunun farkındaydım. "Seni bu yaşıma kadar hiçbir zaman yarı yolda bırakmadım, bunu biliyorsun." Cümlenin devamını, bu sefer yarı yolda bırakacağımı söyleyerek kapatmak istiyordum çünkü girdiğim yolda başkalarına zarar verirken kendimin de zarar göreceğini az çok anlamıştım. "Fakat bu iş..." Doğru kelimeyi aramaya çalıştığımda kısa bir sessizlik oldu. "Oldukça ciddi, önemli ve herkesi etkileyecek bir iş. Hepimiz zarar görebiliriz, sadece onlar değil. Bu zamana kadar birçok iş yaptık fakat bu hem can alır hem can verir, bunun da farkındasın."

"Ve sen de biliyorsun," dedi ardından bakışları kısıldı. "Çıktığımız hiçbir yoldan geri dönmemek için yeminler ettik. Can almaya ve can vermeye başlandı, sen farkında değil misin? İstesen de kaçamazsın, Helin."

Uzun bir süre birbirimize baktık. Öyle uzun süre baktık ki benim çocukluğum ve onun gençliği yanımızda oturdu ve onlar kendi aralarında konuşurken biz sessizliğimizi korumaya devam ettik.

En sonunda bakışlarını kaçıran ben oldum ve pencereden dışarıya doğru baktım; tam karşıda bir kız çocuğu duruyordu ve hemen yanında babası elini sıkıca tutmuştu. Yağmurdan korunmak için babasının montunun içine şımarık bir şekilde girmeye çalışıyor, babası ise saçlarını okşuyordu. Benim hayatım hiçbir zaman o kız çocuğunun saklandığı babasının güven veren montunda olmamıştı ama ben hep öyle olmasını dilemiştim.

Hiçbir zaman da normal hayat sürebilen biri olmamıştım ve bu saatten sonra da öyle birisi olamayacaktım; bunu kabullenmek bile saklanmamam gerektiğini bana haykırıyordu.

"Pekâlâ," dedim ellerime tekrardan kelepçelerin vurulmasına neden olarak. "Yeni yol nedir? Ne yapacaksınız?" Pencerenin camının kapanması için düğmeye bastım, kız çocuğunu artık görmek istemiyordum.

Cem abinin telefon sesi sanki benim tekrardan geri dönmemi bekliyormuş gibi çalmaya başladı.

Bana hiçbir şey söylemeden telefonu açtı ve "Önder," dedi net bir sesle. Bu ismi bildiğimden dolayı hızlıca başım ona doğru döndü ve kaşlarımı kaldırdım. Önder Sarca'yı kısa bir an dinledi. "Helin," dedi adımı söyleyerek. Diğerinden daha uzun süre dinledi ve gözleri gözlerime tırmandı, yıldızların yeşil gözlerinde parladığını hissettim. "Akşam yanına geliyor, kararından pişman olmayacaksın. Dosyasını zaten sana göndermiştik."

Birkaç önemsiz kelimelerden sonra telefonu kapattığında şaşkınlık, endişe, merak ve heyecan beni çepeçevre sarmıştı. Duygularım Cem abiye geçmiş olmalı ki yüzüne ürkütücü bir tebessüm ulaştı. "Sen bir aydır grubun liderine ulaşmak için çabalarken biz de farklı bir şekilde çabalıyorduk ve istediğimiz sonuca ulaştık."

"Aklımdan geçen olamaz," dediğimde şaşkınlığımdan dolayı gülmeye başlamıştım. "O kadar da değil."

"O kadar," dedi Cem abi ve çenesini dikleştirerek bana küçüklüğümden tanıdığım o üstün bakışını attı. "Önder Sarca'nın grubuna dahil oluyorsun."

“Koza?” dedim. İlk sorduğum o oldu. Hiçbir cevap vermedi ama bir işler karıştırdıklarını anladım.

Elimde tuttuğum renkli küpe bakışlarım döndü ve parmaklarımın arasında döndürürken, düşüncelerimin yönü de küpteki renkler gibi ışıldıyor, sönüyor ve hareket ediyordu. O renkler hareket ederken ise bütün düşüncelerimi renklerin içine hapsediyordum; en belirgin renk ise benim içime çoktan hapsolmuş olan beyazdı.

***

Tam karşımda Önder Sarca vardı ve oturduğu sandalyenin önündeki ahşap masaya parmaklarını birkaç kez vurup beni izlemeye devam ediyordu. Hava çoktan kararmıştı, yağmur ise ne çok fazla ne çok hızlı yağıyordu. En sevdiğim yağmurun yağışını, Önder Sarca'nın karşısında durarak kaçırıyordum.

"Seni nelerin beklediğini biliyor musun?" Benim hakkımda neredeyse her şeyi biliyordu, eline bütün bilgilerim ulaşmıştı ve beni neden, nasıl, ne uğruna kabul etmişti bilmiyordum ama sonuç olarak onun yanındaydım. Hakkımdaki çoğu soruya yanıt bulduktan sonra böyle bir soru yöneltmesi, korkutmaya çalışmasından kaynaklanıyordu. "Cem, seni nelerin beklediğini anlattı mı?"

Tek bir konu dışında tamamen dürüst olacaktım. "Tam olarak değil." Önümde birleştirdiğim parmaklarımla oynarken koyu renk gözleri beni öyle dikkatli izliyordu ki her hareketime dikkat etmek zorundaymışım gibi hissediyordum.

Kırlaşmış saçları vardı ve boyu bir seksen civarındaydı. Geniş omuzları düşmüştü ve yüzündeki kırışıklıklar yaşının ilerlediğini gösteriyordu fakat bakışları daima güçlüydü. Burnunun üzerindeki dikiş izleri kaç defa kırıldığını kendi kendime sorgulamama sebep oldu.

"Çok kötü." Açık sözlüydü, bu yönü bana benziyordu. "Belki de düşündüğünden çok daha kötü yollara gireceksin, bunu istiyor musun gerçekten?"

Omzumu umursamaz bir şekilde indirip kaldırdım. "Çok kötü yaşamanın bana hiçbir etkisi olmayacaktır çünkü hiçbir zaman iyi bir hayatım olmadı."

Verdiğim yanıt onun daha fazla dikkatini çekmemi sağlamıştı. "Sana nasıl güveneceğim?"

Kendimi ona kanıtlamaya çalışmak yerine, “Zamanla?" dedim sorgular gibi bir sesle. "Şu an isteseniz de bana güvenemezsiniz ama bilmelisiniz, size elimden geldiğince hizmet etmeye çalışacağım."

"Bana resmi konuşmana gerek yok," dediğinde oturduğu sandalyeden kalktı ve yanıma doğru ilerledi. Gözleri gözlerimi yine çok dikkatli bir şekilde istila etmeye başladığında ben de aynı şekilde ona baktım. "Çocuklarım hiçbir zaman benim hizmetçim değildir ve ben hiçbir zaman diğerleri gibi olmadım."

Önder Sarca tam olarak anlattıkları gibi bir adamdı, yine de şaşırmadan edemedim ve şaşkınlığım ona da geçti. Gerçekten böyle miydi? "Peki ben sizin iyi niyetinize nasıl inanacağım?"

Güldü. "İnanmak zorunda değilsin ama ben sana güvenmek zorundayım, bunu biliyorsun."

Ona şart koyma ya da üstünlük kurma hakkım şu an için yoktu, bunun zaten farkındaydım ama az da olsa o da benim nasıl birisi olduğumun farkına varmalıydı. "Siz beni nasıl gruba dahil etmeyi kabul ettiniz? Bildiğim kadarıyla ailenize kimseyi almıyordunuz ve diğerlerinin aksine ailenizden kimseyi de çıkarmıyorsunuz."

Ailenin üzerine yaptığım vurgu hoşuna gitmiş olacak ki hafifçe tebessüm etti ve bana biraz daha yaklaştı. "Neden kabul ettiğim de bana kalsın, Helin." Her kelimeye önem verdiği çok belliydi. "Kendi ağzınla söylüyorsun, biz bir aileyiz, diğerleri gibi değiliz." Duraksadı ve bakışlarına tehditkâr bir ifade usulca yerleşti. "Aile, erişebileceğin en güzel sıcaklıktır. Şunu da unutma, bir aile parçalanırsa hiç hissetmediğin soğukluğu hisseder, sıcaklığa bir daha ulaşamazsın. Daha önce iyi bir hayatın yok diye yeni hayatında hissettiğin sıcaklığı sakın buza dönüştürmeye çalışma." Beni ilk defa üstü kapalı tehdit ediyordu ve bu ailesi içindi.

Ne demek istediğini anlamıştım ve başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda, “Ailene zarar vermeyeceğim," dedim. "Bir gün parçalayacak olursam kendimi o aileden parçalayıp atarım, emin olabilirsin." Artık dürüst değildim.

Samimiyetimi anlamak istermiş gibi uzun bir süre boyunca bir şeyler daha söylememi bekledi fakat benim ona başka söyleyebileceğim hiçbir şeyim yoktu. En sonunda, “Sahiden," diyerek geriye doğru bir adım attı ve kollarını önünde bağladı. "Senin hakkında birçok şeyi biliyorum ama sen yeni ailen ve ailenin üyeleri hakkında bir şeyler biliyor musun?"

"Hemen hemen," dediğimde gözlerim masanın arka tarafında kalan duvardaki çerçeveye takıldı. Önder Sarca ve yanında beş tane çocuk fotoğraf çekilmişti. Liderlerine bakıyordum. Fotoğrafta tek gülümsemeyen yüz ona aitti. "En yakından liderinizi tanıyorum, diğerleri hakkında pek fikrim yok fakat hepsinin özel insanlar olduğuna eminim."

Tek kaşını havaya doğru kaldırdı ama lideri nereden tanıdığımı sorgulamadı. "Onlarla tanışmaya hazır mısın?"

"Onlar benimle tanışmaya hazır mı?" Benden daha çok onların hayatları değişecekti, bunun farkındaydım.

"Sence?" diye sorduğunda hazır olsalar da beni istemediklerini anlamıştım. "Onların sana alışması ve senin onlara alışman çok ama çok uzun zaman olacak." Biliyordum, bunun farkındaydım fakat çok da umurumda değildi.

Dışarıdan bir korna sesi yükseldiğinde Önder Sarca kapıya doğru baktı ve "İşte geldiler," diyerek kapıya doğru yöneldi. Korna sesi, bir arabanın kornasına ait değildi ve bu tuhaftı.

Hiçbir şey söylemedim ve Önder Sarca ile birlikte kapıdan dışarıya çıktık. Yağmur çok daha fazla yağmaya başlamıştı ve hava da olduğundan daha fazla serinlemişti. Gözlerim sokağın karşısına doğru baktığında kolumla yüzüme hafifçe siper almıştım, yağmurdan korunmaya çalışıyordum.

Sokak lambası hepsinin yüzünü tek tek aydınlatıyordu ve hiçbiri yağmurdan korunma adına bir çaba sarf etmiyordu. Önder Sarca'nın arkasından çıkıp öne doğru birkaç adım attığımda gözlerim hepsinin gözleriyle kesişti ve yağmurdan korunmayı bıraktım. Korna sesi düşündüğüm gibi bir arabaya ait değildi, hepsinin altında bisikletleri vardı ve bisiklet kornasının sesiydi.

Sağ köşede bir erkek ve bir kız duruyordu; birbirlerine çok benziyorlardı ve diğerlerinden daha çok birbirlerine yakın duruyorlardı. İkisi de bisikletinden indiğinde yavaşça yere bıraktılar.

"İkizler," dedi Önder Sarca açıklama yaparak. Baktığım yönü görmüştü. "Mutlu ve Işık. Grubun elleridir, anahtarıdır. Birisi olmadan, diğeri de var olamaz." İkisi de aynı boydaydı ve aramızda birkaç santim vardı. Sarı saçları karanlığa rağmen altın gibi parlıyordu ve Işık'ın saçları omzuna doğru düşmüştü. Mutlu'nun saçları ise çok uzun olmamasına rağmen geride toplanmıştı. Sakallarını kesmişti ve kıyafetleri rengarenkti, fosforlu mor bir mont giymişti.

Yüzümde hafifçe tebessüm oluştu ve tebessümüme tek karşılık veren Mutlu oldu. Çok da samimi bir gülüş değildi ama elini hafifçe kaldırıp selam verdiğinde ben de elimi kaldırıp onun aksine samimi bir şekilde güldüm. Işık ise hiçbir tepki vermeden bana bakıyordu.

Sol köşeye bakışlarım kaydı ve onu zaten tanıdığımı hatırladım. Okula sürekli farklı lüks arabalarıyla gelen iri adamdı fakat bugün diğer günlerin aksine altında bir bisikleti duruyordu, bir ayağı pedaldaydı ve her an gitmek istiyormuş gibiydi. En kalın bisiklet tekerlekleri onun bisikletindeydi. Tam olarak kendine yakışan bisiklete binmişti.

"Bartu," dedi Önder Sarca. "Grubun gücüdür, ellerin yumruğa dönüşüdür. Onunla geçinmek oldukça zordur ama tanıdığında çok seversin." Yüzüne bana bir tepki vermesi için baktım ama oldukça ifadesiz hatta o kadar ifadesiz bakıyordu ki beni görmediğini bile düşündüm. O sırada elimi kaldırıp ona selam verdiğimde gözleri elime kaydı. Kendi isteğiyle tamamen beni görmezden gelmek istiyordu. Hiçbir şekilde karşılık vermedi ve Önder Sarca'ya baktı; grubun en büyüğü olduğu çok açıktı. Grubun en öfkelisi olduğu da.

Sertçe bir bisikletin bırakıldığını fark ettiğimde gözlerim liderin arkasındaki silüete döndü ve o silüet de liderin arkasından çıkarak öne doğru bir adım attı. Onu da tanıyordum. Hep gördüğüm siyah saçlı kızdı. Beni sürekli fark eden ve sürekli fark ettiği halde bakışlarını bir an bile kaçırmayan o kızdı. Ürpermeme Bartu değil, o kız sebep olmuştu.

"Lâl." Adı tuhaf bir şekilde hoşuma gitmişti. "Grubun bacaklarıdır, hızıdır, kurtuluşudur. Göz bebeğimizdir." Önder Sarca, Lâl'den bahsederken sanki bir hazineden bahsediyormuş gibiydi. Onun gözlerinin içine bakmak içimin ürpermesine daha fazla neden olsa da bakışlarımı ondan ayıramıyordum. İfadesiz bakmıyordu, daha çok ifadesinde bir öfke vardı ve nedenini anlayamıyordum. Onunla temas bile kurmaya çalışmadım çünkü karşılık bulamayacağımı neredeyse emindim.

"Tuhaf," diye fısıldadığımda sesim farkında olmadan büyülenmiş gibi çıkmıştı. "Hepsi tek tek bir insanın vücudunu oluşturuyormuş gibi. Birisine bir şey olursa o insan yaşamazmış gibi. Çok farklı bir bağ."

Gözlerim en sonunda liderlerine döndüğünde bana en yakın olan kişi turkuaz gözlerin sahibiydi. Bisikletini yan tarafına almış, tek eliyle tutuyordu ve bakışları benim üzerimdeydi. Önder Sarca açıklama yapmak istediğinde elimi kaldırıp onu susturdum ve bu tepkim, onu şaşırttı.

Öne doğru birkaç adım attığımda beni karşısında görmenin şaşkınlığını yaşamıyormuş gibiydi ya da bunu çok iyi gizliyordu, bilemiyordum.

Elim, yavaşça montumun cebine gittiğinde bakışlarımı ondan ayıramıyordum ve içimdeki ona karşı açtığım kişisel savaşın nedenine bir türlü anlam veremiyordum. Gözlerini kıstı ve her hareketimi incelerken cebimden bana öğlen vermiş olduğu renkli küpü çıkardım; gözleri o noktaya kaymadan küpü havaya kaldırdım ve hiç beklemediği anda ona doğru attım.

Çevik bir hareketle küpü havada tuttuğunda gözleri bir süre daha üzerimde gezindi ve ben de ona doğru daha fazla yaklaşıp tam karşısında durdum. Aramızda bir adımlık bir mesafe kalmıştı.

En sonunda elindeki küpe baktığında sessizce, “Tamamladım," dedim, zafer kazanmış gibi gülümsedim. "Bahsettiğin kadar zor bir oyun değilmiş, ne dersin?" Küpü parmaklarının arasında çevirdi ve her rengin doğru yerde olduğunu fark ettiğinde onun da yüzünde benimki gibi şeytani bir gülümseme oluştu.

Küpten gözlerini ayırdı ve bana baktı; turkuaz rengi gözleri tam gözlerimin içine bakarken başını hafifçe omzuna düşürdü ve küpü cebine koyduktan hemen sonra elini öne doğru uzattı. Dudakları hafifçe aralandığında, “O halde tanışalım," diye mırıldandı. "Yankı Sarca." Elimi hiç düşünmeden öne doğru uzatıp elini tuttuğumda parmakları sıkıca elimi tuttu ve ben de aynı şekilde karşılık verdim.

Yaşadığımı hissetmek için çıktığım bu yolda başka bir duygu daha göğsümün ortasına o an oturdu, hiç olmayacak bir zamanda hem de.

Duygunun adı umuttu. Daha önce hissetmediğim bir umuttu ve nedenini bilmiyordum.