logo

24. ÖLÜM NÖBETÇİSİ

Views 258 Comments 0

Işık Sarca'nın güncesinden...

24.08.2008

Daha önce hiç toprağın tadını almamıştım. Bugün ise o toprak zeminde son nefesimi vereceğimi düşünürken ve soluğum kesilirken tadını aldım.

Acıydı, yaralayıcıydı ama en çok ölüm tadı vardı çünkü bir mezarlığın ortasındaydım.

Ellerimi kollarımı bağladılar, Önder'in vücudumda bıraktığı silahının acısı geçmezken şiddet gördüm. İlk önce tekmelediler, sonra tokat attılar, ardından saçlarımdan sürüklediler ve beni bir mezarlığa getirdiler.

Ölülerden korkar mısın, diye sordular.

Hayır, dedim.

Babandan korkar mısın, diye sordular.

Evet, dedim.

Başımı toprağa bastırdılar, babamın mezarındaki toprağı bana yedirdiler, sonra kahkahalarla güldüler.

Acı çektim, dakikalarca; hatta hiç ummadığım yerde, o mezarın başında öleceğimi düşündüm. Geçecekti, geçmeliydi; Mutlu neredeydi?

Gözlerimi açtığımda aydınlıktı ve tekrar açtığımda karanlıktı. Son hatırladığım, beni kucağında taşıyan bir vücuttu. Kolları kuvvetli, nefesi keskin.

Mezarlıktan çıkardı, aydınlığa çıktığımızda gözlerini gördüm.

Bir gözü mavi, bir gözü kahverengiydi.

Sonrası yine karanlıktı.

Bir daha onu göremedim çünkü o tanıdığım bir melekti.

“İstenmeyen Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca”

Ölüm, bir nefes değil, beş nefes kadar uzağımdaydı.

Canım, tek bir kalbin üzerinde atmıyordu, beş kişi için tek tek atıyordu.

Ellerim tek bir kişi için titremiyordu, beş kişi için titriyordu.

Korkuyordum; yeni yeni tanıştığım kaybetme korkusu kalbimdeydi, ensemde dolaşan parmaklar ise Tanrı’nın üvey evladına dokunan parmaklarıydı.

Tanrı diyordu ki sanki kulaklarıma, Sen benim üvey evladımsın, onları sana verdiğimde kendini öz evladım gibi mi hissetmiştin?

İnanmak istiyordum. Kurtulacaklarına, canlarının tehlikeye girmeyeceğine ama içimdeki korkuyu bir türlü aşamıyordum.

Sürekli kendini düşünen, bencil kadın Helin'e ne olmuştu?

Sokak Nöbetçileri için kendi canımdan bir an bile gözümü kırpmadan vazgeçebilirdim.

Bakışlarım birkaç saniye sonunda Koza'nın elinde tuttuğu kronometreden ayrılıp Yankı'ya döndüğünde onun profilinde bana güveni aşılayan duyguları aradım. O Yankı Sarca'ydı. Her zaman başka bir yolu vardı, bunu hep söylerdi; eğer yolu yoksa yeni yollar yaratırdı. Bunu da başaramazsa yıkılan yolları tekrar onarırdı.

Fakat şimdi ona baktığımda gördüğüm Yankı Sarca, her zaman başka yolları olan Yankı Sarca değil gibiydi. Çehresindeki tedirginlik, açıkça okunuyordu ve bakışları kronometredeki dakikaların üzerinde gezinirken çenesi kasılmıştı.

Odanın içinde yükselen ses, kronometreden çıkan sesti.

Dıt-dıt-dıt.

Başımı iki yana salladığımda elim boynuma gitti ve titreyen parmaklarım tenime çarptığında, ensemde gezinen Tanrı’nın elleri, saçlarımı şefkatle son bir kez okşamak istedi.

Sen, dedi bir kez daha Tanrı, hayatın üvey evladısın, kızım. Hiçbir zaman öz evladım olmayacaksın.

Yankı alt dudağını ıslattı, daha sonra çenesini havaya kaldırdı ve kronometreden bakışlarını ayırıp direkt Koza'nın gözlerine baktığında o tedirginliği eminim ki Koza da gördü. "Anlamadığım bir şey var," diye mırıldandığında sesindeki korku muydu yoksa benim kulaklarım yanlış mı duyuyordu? "Mutlu, Bartu, Lâl ve Işık. Onlara tuzağını hazırladın." Öne bir adım attı. "Benim tuzağım nerede Koza?"

Koza'nın bakışları kısıldı ve tekrar sandalyesine oturduğunda derin bir nefes verdi. "Senin tuzağın," dedi. "Duyguların, Sonuncu. Aylar önce sana ne dediğimi hatırlıyor musun? İnsanları sevmekten vazgeç, demiştim sana çünkü sevgi en sonunda bir silaha dönüşür." Omzunu indirip kaldırdı. "Onların canının tehlikesi, sana doğrultulan bir silah. En büyük tuzak aslında sana kurulmuş durumda."

Yankı Koza'nın söylediklerini dinlerken benim için de hazırlanmış bir tuzak olmadığını anlayabiliyordum ve Yankı'nın da bunu düşündüğünü biliyordum. "Bahsettiğin silah, kaybetme korkusu," dedi Yankı sakin bir sesle. "Sen bu korkuyu bana yaşatmak istiyorsun çünkü ben sana yaşattım, öyle değil mi?"

"Aynı renk olan gözlerinden anladığım kadarıyla Sonuncu, fazlasıyla korkuyorsun." Alayla kaşlarını çattı. "Sol gözün de korkuyor mu?" Başını eğip dikkatlice baktı ve sonra başını salladı. "Ah, evet, çok korkuyor."

Yankı gözlerini kapattı, ardından başını önüne eğip çok kısa bir süre öyle kaldı. Vücudundan yaydığı enerji tenimi delip geçerken daha fazla korkmama neden oluyordu ve artık tek hissettiğim kendi kaybetme korkum da değildi, Yankı'nın da yükü omuzlarımda gibiydi.

Sessiz kalamadım, Yankı'nın öfkeleneceğini bile bile, "Peki ya ben?" diye sordum Koza'ya. "Bana hazırlanmış bir tuzak neden yok?"

Yankı gözlerini açtı ve çenesi daha fazla kasıldı ama başını eğdiği yerden kaldırmadı. Normalde fazlasıyla yavaş ilerlediğini düşündüğüm zaman, şimdi kronometrede daha da hızlanmış gibiydi. Sessiz kalamazdım, geri plana düşemezdim, kendimi feda etmeye sonuna kadar istekliydim.

Yaşlı kadın canlandı içimde, omuzlarını dikleştirdi ve bencilliğiyle, kibriyle tam gözlerimin içine baktı; o yaşlı kadını öldüremeyecek olmanın verdiği hırsla titreyen ellerimi yumruk yaptım.

Koza bakışlarını bana çevirip oturduğu sandalyeden kalktı ve bir eli cebinde üzerime doğru yürümeye başladı. Yankı'nın bir adım gerisinde olsam da önümdeki onun varlığını görmezlikten geliyor gibiydi.

"Sen bir Sokak Nöbetçisi misin?" diye sordu gülümseyerek. Birkaç adım uzağımda durdu. "Ben bu tuzakları Nöbetçilere kurdum." Başıyla beni işaret etti. "Senin yerin ne?"

Koza'nın sorduğu sorular, daha çok kendisinin Yankı'dan cevabını istediği sorular gibiydi çünkü merak ediyordu, kabullenilip kabullenilmediğimi. Yankı tarafından nasıl göründüğümü, onlar için değerimi.

"Kim olduğumun bir önemi yok." Sesim net çıktığında Koza daha alayla güldü. "Benim bu odaya tek başıma girmemi istedin, eğer öyle olsaydı şu an bu beş kişi kurtulmuş mu olacaktı?"

Koza elini cebinden çıkardı ve tütün kutusunun içindeki sarma sigaralarından bir tanesini bana uzattı. Bu samimiyet belirtisi kaşlarımı çatmama neden olurken Yankı bakışlarını direkt Koza'ya çevirdi. "Onları kurtarmak istiyorsun," dediğinde kahverengi gözünün altındaki dövme fazlasıyla eski görünüyordu ve ben oraya odaklanmıştım. "Ama bunun kararını verecek kişi sen değildin, Sonuncu'ydu. O ise seni yanında tutmak istedi. Çok duygusal, ağlayacağım şimdi." Tekrar sigarayı uzattı. "Sigara kullanmıyor musun?"

Yankı diğer taraftan uzandı ve Koza'nın elinden tütün kutusunu yavaşça alıp öteki tarafa fırlattı. Bu tepkisi Koza'nın kahkaha atmasına neden olunca başını iki yana salladı. "Onun için hiç tuzak düşünmedin," dedi Yankı. "Çünkü bırakmayacağımdan emindin."

Koza sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi, gözlerini kıstı, daha sonra çakmakla ucunu ateşledi. Saçlarının birkaç tutamı alnına düştüğünde başını arkaya attı, sonra sigara olan eliyle saçlarını düzeltti. Bana bakmaya devam ederken, "Bu kız," dedi benim için. "Bir tarafı kahverengi, bir tarafı mavi gibi. Masum bakıyor ama bu masumluk ölümcül bile olabilir. Tuhaf. Korkusuz bakışlarına zıt bir şekilde titreyen elleri ve dizleri var."

Yankı öne bir adım atıp Koza'nın direkt karşısına geçti ve dikkati kendi üzerine topladı. "Ya onu bıraksaydım? O zaman ne yapacaktın?"

"Bırakmadın." Koza çektiği dumanı havaya üfledi.

"Ya bıraksaydım?" diye tekrar etti Yankı.

"Ama bırakmadın," dedi bu sefer Koza daha eğlenen bir sesle.

Yankı'nın bakışları kısıldı, başını omzuna doğru düşürdü. "Peki ya bu saatten sonra onu bırakmayı seçersem?"

Bunu beklemediğim için tedirgin bir nefes verdim ama istediğim aslında bu değil miydi? Feda edilmesi gereken kişi aslında bendim; her zaman fazlalıktım ve kurtarılması gereken beş can varken benim altıncı canım oradaki en önemsiziydi.

"Hımm," dedi Koza dudaklarını büzerek. "O zaman kendi tuzağını kendin oluşturursun Sonuncu. Burada üç ölüm şekli var. Silahla, bıçakla ya da bombayla. Hangisini seçersen o şekilde öldürürsün. Ama unutma, silahın namlusunu dayayacak kişi sen olursun, bıçağı da öyle. Ve o bombayı patlatacak kişi de sadece sensin."

"Onu kendi ellerimle öldürmemi isteyeceksin," dedi Yankı sakin bir sesle. "Çünkü sınırlarımı görmek hoşuna gidiyor."

"Sınırlarını biliyorum Sonuncu," deyip sigarasından son bir duman daha çekti ve yere atıp botuyla söndürdü. "Fakat ilk defa sana doğrulttuğum silahlar duygularından geçiyor. Bu beni heyecanlandırdı."

Ellerim ve dizlerim daha fazla titredi. Saklamak isteyerek ellerimi arkama gizlediğimde Koza bir yandan da beni izliyordu ve bakışları arada sırada dizlerime kayıyordu.

Kronometrede zaman yedi dakika kaldığını gösteriyordu ve silinen üç dakikada diğerlerinin hissettiği korkular sanki benim bütün vücudumda dolaşıyordu.

Yankı'nın bir şeyler düşündüğü ortadaydı, bakışları Koza'dan ayrılmıyordu ama tedirgin ifadesi yerli yerindeydi.

"Yankı," dedim soluk bir sesle. "Zaman ilerliyor." Bir an bile olsun resimlere bakışlarını çevirmeyen Yankı ne yapmaya çalışıyordu, anlayamıyordum.

"Bu kadar mı aptallaştın?" diye sordu Koza gülümseyerek. "Neden ölümü düşünüyorsun, neden tercihlerle uğraşıyorsun Sonuncu? Resimlere odaklansana." Ellerini iki yana açıp tabloları gösterdi. "Bak, burada beş tane resim var. Seç, hangisini benim ruhumu yansıtıyor?"

Yankı bir süre daha Koza'nın gözlerinin içine baktıktan sonra başını aşağı yukarı salladı ve vücudunu en sonunda tablolara döndürdü. İlk önce bakışlarıyla tek tek tabloları inceledi, sonra birinci tabloya doğru yürümeye başladı.

"Beş önem verdiğim kişinin canı tehlikede," dedi Yankı birinci tablonun önünde durduğunda. "Ve ben onları sadece seni tanırsam kurtarabilirim, öyle mi?"

"Beş önem verdiğin kişinin canı tehlikede," diye tekrar etti Koza. "Zayıf noktanız Bartu'nun başına bir silah dayandı. Gözbebeğiniz Lâl, şakağındaki silahtan dolayı bir an bile kıpırdayamıyor. Mutlu ve güzel Işık..." Başını iki yana salladı. "Birisi parçalara ayrılacakken bir tanesinin güzel başı, bedeninden ayrılacak. Beşinci kişinin canı ise sadece senin ellerinde."

Yankı birinci tablonun önünde durduğunda resmi dikkatlice incelemeye başladı, gergin omuzları dikti. Baktığı tablo karmaşıktı ve koyu renkleriyle bir şimşeği anımsatıyor gibiydi.

"Senin aksine onların gerçekliğini ben anlatayım," dedi Yankı. "Birinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca. Evet, grubumuzun zayıf halkası çünkü öfke problemi var fakat öfkesi, yüzlerce insanı korkutacak kadar da büyük. Onun ortası yoktur. İki duygu hisseder: ya sevgi ya nefret. Sevgi hissederken düşünmeden hareket eder çünkü değer verdikleri en önemlisidir ama nefret hissederse…" Başını salladı. "O zaman asıl korkulması gereken zamandır çünkü gücü yüzlerce kişiyi değil, bütün evreni yok eder. O nefret nasıl oluşur, biliyor musun? En değer verdiği zarar görürse."

Bartu'yu, Yankı'nın gözünden dinlerken bakışlarım tabloda geziniyordu. En kısa ve en yalın şekilde anlatmıştı. Onu başına bir silah dayalıyken hayal edebiliyordum, öfkeden köpürüyor olmalıydı ama Lâl'in canı tehlikede olduğu için bir adım dahi bile atamadığına emindim. Eğer Lâl bir zarar görürse... O zaman Bartu'nun gücü bütün insanlığı mahvederdi.

"Yani bana sizden biri zarar görürse beni mahvedeceğini mi söylemeye çalışıyorsun?" Bu Koza'yı korkutmamıştı. "Dur bir düşüneyim, en önem verdiği kişi yanındaki Lâl değil mi? Ona âşık."

Yankı diğer tabloya doğru yürümeye başladığında Koza'nın söylediğini duymazlıktan gelmişti. Az öncekine göre fazlasıyla açık renkli bir tablonun önünde durduğunda mavi renklerin hâkimiyeti gözlerimi alıyordu. Huzurlu bir tabloydu ama beni nedense huzursuz eden, masmavi gökyüzünün altındaki kanlı denizdi.

"İkinci Sokak Nöbetçisi, Mutlu Sarca," dedi bu sefer ona geçerek. "Yine söylediğin gibi en eğlencelimiz, bizim neşemiz fakat düşündüğün gibi Mutlu sadece bunlarla sınırlı değildir. O fazlasıyla zekidir, çeviktir. Anlayamazsın, sana gülümser ama seni alt eder ya da o tehlikedeymiş gibi davranır ama sen tehlikede olursun. Hızlı duygu geçişleri seni yanıltmasın, benden sonra grubun beyni aslında Mutlu'dur. Derinlerinde ne sakladığını hiçbir zaman anlayamazsın."

Koza başını aşağı yukarı salladığında derin bir nefes verdi. "Ne kadar zeki olursa olsun," dedi. "Onun damarı, başka bir damara bağlı. Güzel kardeşi için yapamayacağı hiçbir şey yok."

Yankı hızlı bir adımla diğer tabloya geçti ve o tabloyu incelerken gülümsediğini hissettim. "Üçüncü Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca," dedi net bir sesle. Karşısında bulunduğu tablo az önceki tablonun aksine daha koyu tonlardaydı fakat bu sefer gökyüzünde kan vardı, yeryüzünde ise mezarlıklar. "Sana göre grubun en önemsizi, öyle değil mi?"

"Fazlasıyla önemsiz," diye karşılık verdi. "Önder onu hiçbir zaman ailesinde istemedi ve o istemediği için siz de onu en başından beri aslında kendi ailenizin dışında tuttunuz. Zamanı geriye alsak üçüncüyü ben büyütürdüm, benimle beraber."

Yankı büyük bir nefes verdi. "Sana Işık'ın benim en büyük sırdaşım olduğunu söylesem ne diyebilirsin?" Sorusu şaşırmama neden oldu ama Koza'nın tarafında herhangi bir tepki yoktu. "Benim çocukluğumun bütün sırları Işık'ın hafızasında. Ben en çok onunla büyüdüm. Ve onun da bütün sırları, bendedir."

Düşünceli sesinde çözemediğim bir gizem vardı. Koza'nın aksine Işık'ı hiçbir zaman Sokak Nöbetçileri'nin önemsizi gibi görmemiştim; aksine, önemli bir yapı taşıydı ama önemsiz görünmesinin nedeni, Lâl gibi gözbebeği olmaktansa her zaman geri planda durup Mutlu'yu ön plana çıkarmasıydı.

"Işık ve Mutlu'yu tek bir insanmış gibi düşündün, öyle değil mi? Çünkü onların birbirleri için yaşadığını düşünüyorsun." Çok ağır adımlarla diğer tabloya doğru yürüdü. "Onları tekil düşünme Koza. Işık, Mutlu'ya ayak bağı olabilir çünkü Mutlu bu konuda çok hassas. Zekidir ama konu Işık ise beyni durur fakat Işık?.." Tehditkâr bir şekilde gülümsedi. "Onun için aynı durum söz konusu değil. Işık duygulardan ibaret mi sanıyorsun? Onu incelerken yüzüne değil, tam gözlerinin içine baksaydın görebilirdin. İnsan tanıma konusunda çok iyidir."

Koza yine gülmeye başladığında sanki iki dostun muhabbetine dahil oluyormuş gibiydim ama kronometredeki zaman ilerliyordu. "Bu konuda haklısın," dedi. "Her şeyi susturabilirim ama erkekliğin verdiği dürtüyü susturamam. Işık'ın güzelliği başımı döndürdü. Olur da tabloyu bilemezsen ve onun ölmesini seçersen bıçağın o güzel başı kesmesini görmek istemem."

Işık'tan bahsederken yüzünün daha fazla gülmesinin ve ses tonunun değişmesinin tek nedeni erkekliğin verdiği dürtü müydü? Koza'yı anlayabilmek neredeyse imkânsızdı. Onu çözdüğünü söyleyen kişi kesinlikle yanılıyordu çünkü bir insanın yüzüne gülümserken, diğer eliyle karnından sakince bıçaklayacak kadar ürpertici bakışları vardı.

"Dördüncü Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca," dedi Yankı ve tabloyu incelerken başını omzuna düşürdü. Resim dalgalı bir denizin derinliklerini gösteriyordu; yüzeyinde ölmüş siluetler vardı ama derine batmayan insanlar, bacaklarıyla küçük ağaçlara dönüşüyordu. Yüzeyi ne kadar dalgalıysa ağacın kökünün olduğu yer o kadar durağandı.

"Söylediğin gibi grubun gözbebeğidir, hepimiz için. Nedenini merak ediyor musun? Ettiğini biliyorum." Tabloya yavaşça dokundu. "Kimsesiz sokak çocuklarının anne eksikliği vardır Koza. Lâl o eksikliği kapatmıyor, bize o eksikliği unutturuyor. Şefkatli elleri var, şefkatli gözleri ve şefkatli cümleleri." Parmakları resmin üzerinde gezindi. "Evet, cümleleri. Bu cümleleri ise sadece dört kişi duyabiliyor."

Beni kapının dışına iteklemişti, bunu yaparken ise bir an bile düşünmemişti. Oysaki ben de bazen Lâl'i duyabiliyor, onun gözlerinden bütün cümleleri okuyabiliyordum.

Koza bakışlarını bana çevirdi. "O halde," dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Dördüncünün senin için farklı olduğunu söyleyebilir miyiz?"

Yankı'nın reddetmesini bekledim; bunu neden düşündüm bilmiyordum ama bencilce bir istekle reddetmesini umdum.

"Öyle," diye itiraf etti Yankı. "Hepsine karşı sevgim eşit ama Lâl benim sırtımı bir an bile düşünmeden yaslayacağım tek kişi. Öyle bir duygu ki arkamdan boynuma bir ip bağlayıp beni boğmaya çalışsa, beni öldürdüğünü değil, nefesimin bana zarar verdiği için böyle bir yol denediğini düşünürüm. Ona karşı güvenimin düzeyi bu."

Ellerimi yumruk yaptığımda yavaş yavaş bakışlarımı yerden kaldırıp Koza'nın gözlerine baktım. Kahverengi ve mavi; ikisi de kasırgaları anımsatırcasına beni izliyordu ve Yankı'nın cümlelerinden sonra benim ona birkaç saniyelik bakışımda ne düşündüğümü anlamıştı.

"Hayatta güvendiğin yegâne kişi," diye mırıldanırken tek kaşı havaya kalktı. "Onu kaybetmek istemeyeceksindir."

Yankı en sonunda beşinci tabloya doğru ilerlediğinde yine Koza'nın dediğine cevap vermedi. "Onun için bütün duygular vardır," dedi başka bir konuya geçerek. "Tek bir duygu hariç. Hepimiz ölmekten korkarız, değil mi? Onu her şeyle korkutabilirsin ama kendisini öldürmekle korkutamazsın. Nefes bile almadan kendi ölümüne koşabilir, kendi sonunu yazarken ise bir an bile düşünmez. Hiçbir zaman anne olmak istemeyecek belki de ama bir annenin şefkatini her zaman kalbinde taşıyacak."

Bu Koza'nın dikkatini çekmişti, gözlerinden az çok anlayabilmiştim ama bunu bana yansıtmamak için yüzüme dikkatlice bakmaya devam ediyordu. "Üzüldüm," dedi iğneleyici bir sesle. "Kardeşin Bartu'nun ona âşık olmasından dolayı Lâl'i kaybetmene. Belki de onunla daha farklı bir hayatınız olabilirdi ama sen Bartu için kendi duygularından vazgeçtin. Öyle değil mi?"

Yankı beşinci tabloyu fazlasıyla inceledikten sonra sırtını tabloya çevirdi ve bakışları ikimize döndü. "Zeki bir adamsın Koza," dediğinde yüzü fazlasıyla ciddiydi. "Ama bir eksiğin var, o da duygulardan anlayamamak. Bu da zekânı aşağı çekiyor. En yakın zamanda bunun üzerine çalış."

"Dürüst olalım mı?" Koza eliyle çenesini sıvazladı. "Bartu Sarca, Lâl Sarca'ya âşık. Hem de öyle âşık ki canını bile verebilir. Ama Lâl Sarca? O Bartu yerine sana âşık ve bütün..."

"Bu kadar yeter." Yankı'nın kaşları çatıldı; dakikalardır onu tek öfkelendiren konuşma bu oldu. "Şu an ikisinin de başına bir silah dayalı ve benim için önemli olan da tam olarak bu." Gözleri sandalyenin üzerine bırakılan kronometreye kaydı, kaşlarını kaldırdı. "Süre tükeniyor."

Acıyla nefesimi verdim ve Koza'nın söyledikleri, Yankı'nın anlattıkları hep beraber zihnimin filtresinden geçerken kendime itiraf bile etmediğim o gerçekle yüzleştim. Evet, Bartu Lâl'e âşıktı ama Lâl'in duyguları hangi yöndeydi? Yankı'ya karşı hisleri... Başımı hızlıca iki yana salladım; buna ihtimal bile vermek istemiyordum çünkü Yankı'yı benden alacak ve kaybetmeme sebep olacak tek kadın belki de Lâl’di.

Bir gün Yankı, ben ve Lâl arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa gözünü kırpmadan beni boşluğa iterdi. Hiçbir şeyden değil ama bundan emindim.

Ona güveniyordu, güveni sonsuzdu. Öyle bir güvendi ki öldürse, öldürmesinin bile bir nedeni olduğunu düşünecek kadar güveniyordu ve bana öylesine çok güvenmiyordu ki bazen onun hayatında yerimin bile olmadığını düşündüğüm oluyordu.

"Ve beşinci kişi," dediğinde Yankı bize doğru yürümeye başladı.

Koza geriye bir adım atıp beni ön plana çıkardı. "Onu dinlemek için sabırsızlanıyorum."

Yankı yapay bir şaşkınlıkla gözlerini açtı. "Sabırsızlanıyor musun?" dedikten sonra bakışları aynı ifadeyle bana döndü. "Onu zaten tanıyorsun."

Başıma sanki keskin bir bıçak saplandı, o bıçak zihnimin içinde dolandı ve Sokak Nöbetçileri'yle geçirdiğim bütün zamanları zedeledi. Eminim ki korkularım direkt gözlerimden okunuyordu ama Koza, benimle aynı durumda değildi. "Tanıyor muyum?" diye sordu. "Bu da nereden çıktı?"

"Tanıyorsun," dediğinde bakışlarını benden ayırmıyordu. "Hem de çok iyi tanıyorsun. Onu sadece piyonun yapmak istiyorsun, bunun için çabalıyorsun. Bir oyun oynuyorsun, bir tiyatro çeviriyorsun. Onu önemsiz göstermeye çalışıyorsun ama aslında en önemlisi o, bunu sen de biliyorsun." Korkutucu bir ifadeyle gülümsedi. "Bunu ben de biliyorum."

Tırnaklarımı avuçlarıma daha fazla geçiriyor, nefes almakta zorlanıyordum. Yankı bütün gerçekleri biliyormuş gibi davranıyordu; Ekip'i, Koza'nın oyununu, benim kim olduğumu. Gözlerinde yine o tedirginlik vardı fakat bu sefer oluşan tedirginlik kaybetme korkusu değildi, gerçeklerin tedirginliğiydi.

"Beşinci kişi," dedi Koza kelimenin üzerine basarak. "Önem verdiğin beşinci kişi kim?"

"Anlamadın mı?" diye sordu Yankı alayla. "İki kişi var bu odada Koza ve sen tek bir kişiyi gerçekten tanıyorsun, öyle değil mi? Neden beynin durdu?" Omuzlarını dikleştirdi, Koza'nın karşısında daha kendinden emin durdu. "Beşinci ve Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca. Önem verdiğim beşinci kişi, kendimim."

Koza bunu beklemiyordu. İlk önce sessizliğini korudu, sonra heyecanla ellerini birbirine çarpıp kahkaha atmaya başladı ve âdeta Yankı'yı alkışladı. "Sana inanamıyorum Sonuncu," dedi keyifle. "Bana bu kızın hayatında hiçbir yerinin olmadığını mı söylemeye çalışıyorsun?"

Yankı sakin gözlerle Koza'yı izlerken o kadar da neşeli görünmüyordu, yine tedirgindi fakat bu sefer gerçeklere daha da yaklaşmış gibiydi.

"Sana onun hayatımda hiçbir yeri olmadığını söylemiyorum," dedi keskin bir sesle. "Sana onun Sokak Nöbetçileri'nin arasında bir yeri olmadığını göstermeye çalışıyorum. O bizim grubumuza eğitilmek için gönderildi ve bir Sokak Nöbetçisi değil. O Helin. Sadece Helin."

Neden üzülüyordum? Her zaman sürekli bir Sokak Nöbetçisi olmadığını tekrar eden kendimken neden onun sesinden duymak beni üzüyor, yaralıyordu? Haklıydı. Ben bir Sokak Nöbetçisi değildim, ben öylesine biriydim. Ben sadece Helin'dim. Bu kadarla sınırlıydım. Onların grubuna gönderilmiştim, onlar istemediği sürece de o gruptan atılırdım.

"O sizin aranızda bir fazlalık," diyen Koza, Yankı'nın cümlelerinin beni yıktığını anlamıştı. "Sadeceden ibaret olmak ne demektir iyi bilirim." Gözleri bana döndü ve ben de o an, aslında onun tarafında durduğumu fark ettim; tuhaftı. Yankı karşımızdaydı ve ben nasıl olduysa Koza'nın arkasına geçmiştim.

"Biz beş kişiyiz," diyen Yankı Koza'nın her hareketini inceliyordu ama Koza tam karşımda durmuş, gözlerimin içine bakıyordu. "Ve ben her zaman Sonuncu olarak kalacağım."

"O ise her zaman Sadece," dedi Koza ve eli havaya kalktı, önüme gelen bir tutam saçı parmaklarının arasına aldıktan sonra yavaşça dokundu. "Onu en iyi ben anlarım çünkü ben de her zaman sadeceden ibarettim." İlk defa bakışlarına anlayamadığım bir duygu oturduğunda çekinmeden direkt bana bakarken, tanıdığını gösterdi; sanki gözleriyle beni o an girdiğim durumdan çıkarmak istedi veya halime acıdı, bilmiyordum ama saçı kulağımın arkasına iterken parmakları yüzüme dokundu.

Ürperdim, korktum ama en çok içimdeki kötülüğü daha fazla hissettim. Yankı'nın gözü önünde bunu yapması, belki de onun vereceği tepkiyi öğrenmek içindi ama ben bunu beklemeden başımı sağa çevirip elinin düşmesine neden oldum. Gözleriyle beni öylesine rahatsız edici şekilde izliyordu ki bir kez daha ellerimi saklamak zorunda kalmıştım.

"Sonuncu," dedi. "Onun ellerinin titremesini geçirmeye çalışıyorsun, öyle değil mi?" Gülümsedi. "Ben olsaydım ellerinin titremesini gizlememesini ve o titremelerle yaşamasını öğretirdim çünkü korku, bazen insanı daha güçlü kılar." Geriye bir adım attı, son kez o rahatsız edici bakışları üzerimde gezindi. "Saklama ellerini," dedi. "Onunla yaşa."

İlk defa Koza'yı bir düşman gibi görmedim, ilk defa onun bir maşası gibi hissetmedim, ilk defa ona bakarken yaşanmışlıkları olan o adamı gördüm. Kötü bir adam olmadığını ilk defa o an hissettim çünkü cümlelerinde onu bu hale getiren çaresizliği hissetmiştim; bakışlarında değil, cümlelerinde. Yüzü hâlâ alaylıydı, gözleri hâlâ küçümserdi ama cümlelerinden acılar akıyordu.

Yankı bizim olduğumuz tarafa doğru yürüdü ve aramızdaki sözsüz bakışma onun adımlarıyla kesildi. Tanrı’nın ellerini artık hissetmedim, nefesi vardı ve belki de bu son öz evlat gibi hissettiğim dakikalardı.

"Kardeşlerimle konuşmak istiyorum." Yankı boğazını temizledi. Kronometre son üç dakikanın kaldığını gösteriyordu. "Bu kadarını yaparsın umarım?"

Koza sırtını bize dönüp ıslık çalmaya başladı ve neşeli melodisi, ağlamama bile neden olacak kadar korkutucu geldi. "Hımm," dedi en sonunda. Sandalyenin üzerindeki kronometreyi alıp havaya kaldırdı. "Sadece iki kişi. Bonkörlüğüm de bir yere kadar Sonuncu. Seç, hangisiyle konuşmak istersin?"

Yankı düşünmedi, bunu bekliyormuş gibi direkt "Mutlu," dedi. "Onunla konuşacağım."

Koza başını aşağı yukarı salladı, sonra parmağıyla kulaklığına dokunup Mutlu'ya kulaklık verilmesini söyledi. Dakikalardır bizi duymamaları daha iyi hissetmeme neden olmuştu, özellikle Bartu o konuşmalardan sonra sakinliğini koruyamazdı.

Hışırtı sesleri geldi, beş-altı saniye geçtikten sonra Mutlu, "Yankı," dedi sakin bir sesle. "Prensin konuşuyor." Gülümsediğini hissettim ama acılıydı ve sesine korku olmasa da endişe hâkimdi.

"Mutlu." Yankı parmağını kulaklığına yasladı. "Korkuyor musun?"

"Ne?" Mutlu gülmeye başladı. "Bugün duyduğum en mantıksız soru buydu sanırım. Korkmak mı? Saçmalıyorsun Yankı, ne korkması? Altı üstü patlayacağım, o kadar."

Yankı güldü ama onun da gülümsemesi acılıydı. "Biliyorum, sen böyle heyecanları seversin..."

"Elbette!" Mutlu şakıdı. "Şu an yanımda ciğerlerine kadar bomba taşıyan bir adam var," dedi. "Gözleri üzerimde ve kendisi her an patlayabilir, benim de o patlarsa kollarım ve bacaklarım başka yerlerde dans edebilir. Bunlar beni korkutur mu hiç? Altı üstü uzaktan kumandalı bir canlı bomba, hem de basit bir uzaktan kumanda."

Yankı başını iki yana sallayıp gülmeye devam etti. "Adam yakışıklıysa ve seni izliyorsa bu hoşuna gidebilir."

"Ah," dedi Mutlu. "Bomba fantezisi. Daha önce hiçbir pornoda izlememiştim, eğer buradan tek parça çıkarsam videosunu çekeyim mi?" Kendini rahatlatmaya çalıştığı sesinden belliydi ama daha başka bir şeyler var gibiydi. "Burada Hayalet Gözler tablosuyla beraber iki tablo daha var ve ikisinin kilidini açmak çok kolayken Hayalet Gözler tablosunun kilidini ben bile açamam. Bana neyi hatırlatıyor, biliyor musun? Teknedeki kilitli odayı..."

Mutlu'nun heyecanlı heyecanlı konuşması, hiçbir şey yokmuş gibi davranması aslında altında daha farklı şeylerin olduğunun sinyalini mi veriyordu yoksa ben kafayı mı yemeye başlamıştım?

Kısa bir sessizlik oldu, bu sessizlikte her ne olduysa Mutlu ve Yankı'nın bir şeyler paylaştığını hissettim. "Açmak istiyor musun o kilidi?" diye sordu Yankı.

Mutlu derin bir nefes verdi. "Hayır." Boğazını temizleyip öksürdü. "Ben bombalarla ölmek istemiyorum ve burası kutu gibi. Labirent gibi. Küp gibi."

Yankı'nın kaşları çatıldı ama Koza direkt aralarına girip, "Yeter bu kadar," diye mırıldandı. "Diğer kişinin kim olmasını istiyorsun?"

Yankı yine düşünmedi. "Lâl," dedi. "Onunla konuşacağım."

Gözlerim şaşkınlıkla açıldı. "Lâl mi? Onunla tek taraflı konuşmak mı istiyorsun?" Koza dudaklarını araladı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama daha sonra vazgeçti ve tekrar kulaklığına parmağını yasladı. "Lâl'e kulaklığı verin."

Birkaç saniye geçti, kulaklığımızda aynı sessizlik devam etti ama sanki ben Lâl'in ruhunu hissettim. Yankı derin bir nefes vererek sadece, "Korkma," dedi. Bunu öyle içten söyledi ki sıcaklığı beni yaktı. "Bir Rus ruleti oyununda değilsin Lâl. Korkma ve düşünme. Her zaman yaptığını yap. Her zaman yaptığını. Duydun mu?" Nefesini duydum, ağladığını düşündüm ama hayır, başka bir nefes gibiydi. Lâl Yankı'nın sesini duyunca rahatlamış mıydı?

Kendimi yine fazlalıkmış gibi hissetmemin nedeni de neydi? Yankı'nın Lâl’le konuşurken gerçekten hissettiği korku muydu yoksa bakışları bana döndüğü zaman oluşan ifadesizliği miydi? En başından benden vazgeçmediyse sonrasında da vazgeçmezdi, değil mi?

"Son iki dakika," dedi Koza. "Hangi resim olduğunu buldun mu?"

Yankı ağzından bir nefes verdi ve bir sigara çıkarıp yaktı. Bunu yaparken gözlerini benden ayırmıyordu. On dakika içerisinde düşündüklerini, aklından geçenleri anlayabilmek neredeyse imkânsızdı. "Biliyor musun," dedi sigarasından duman çekerek. "Hem duygularımla hem de aklımla hareket ettiğim için hiçbir zaman pişman olmayacağım Koza ama sen duygulardan anlayamadığın için her zaman benden bir-sıfır geride olacaksın."

Koza yutkundu ama yüzündeki alaylı gülümseme silinmedi. "Bahsettiğin duygu sevgi mi?" diye sordu. "Benim bünyeme uğramayalı çok uzun zaman oldu ve uğramasını da istemem."

"Hayır, sevgi değil," dediğinde sakin bir sohbetin içinde gibiydi. "Güven duygusundan söz ediyorum. Bu hayatta neredeyse kimseye güvenmiyorsun, değil mi?" Cevap vermesini bile beklemedi. "Güvenmiyorsun. Kimseye arkanı dönmezsin çünkü korkarsın. Asıl önemli olan da ne biliyor musun? Birine güvenmeden arkanı dönebilmek. Ben bunu başarıyorum ve daha güçleniyorum."

Beni kastediyordu, o an anlamıştım. Yankı yüzündeki tedirginlikle bile dakikalardır bir rol içerisindeydi, bütün konuşmalarıyla hem de.

"Karşındaki kişiye bu gücü vermiş oluyorsun aslında," dedi Koza. "Bile bile ateşe yürüme klişesi. Neden yapıyorsun?"

"Çünkü insanların sınırlarını görmek hoşuma gidiyor," diye mırıldandı. "Çünkü insanları bu şekilde tanıyorum. Ama bir şeyi daha fark ettim, o da ne, biliyor musun? Sen bu hayatta aslında sadece bana güveniyorsun."

Kronometre bir buçuk dakikayı gösteriyordu. Bir buçuk dakika kalmıştı ve o sadece sohbet ediyor, resimlere bile dönüp bakmıyordu. "Bunu da nereden çıkardın?"

"Resmi bulacağımdan yüzde yüz eminsin, değil mi?" deyip ellerini iki yana açtı ve küçük adımlarla Koza'nın karşısına geçti. "Bunun güveni sende öyle bir var ki kardeşlerimi boşu boşuna tehlikenin kollarına atıyorsun."

Anlayamıyordum, Yankı ne demek istiyorsa kavrayamıyordum ama bu sefer Koza da anlayamıyor gibiydi. "Sadece küçük bir oyundu," dedi Koza. "Resmi bulacağına yüzde yüz eminim. Sadece seninle küçük savaşlarla başlamak istedim."

"Küçük savaşlar?" Yankı güldü, gülüşü fazlasıyla ürkütücüydü. "Küçük oyunlar dediğin, kardeşlerimi kullanmak mı? Bunu daha önce hiç yapmamıştın. Beni şaşırtıyorsun ve gitgide kötüleşiyorsun Koza."

"Sen de gitgide aptallaşıyorsun Sonuncu," diye karşılık verdi. "Son otuz saniyen. Eğer otuz saniye içerisinde resmi söylemezsen bir kardeşine veda etmek zorunda kalacaksın."

Yankı başını aşağı yukarı salladı, çenesi kasıldı. "İnsanlar hayatında birçok şeyden vazgeçer," dedi. "Ama vazgeçilen olmak her zaman daha zordur. Sen hep vazgeçilen oldun Koza."

Son söylediği Koza için çok ağır bir cümle olacak ki yüzündeki gülümseme birkaç saniyede silindi fakat daha sonra tekrar yerine geldiğinde baskın bir sesle, "Yirmi saniye," dedi. "Hâlâ sohbet mi etmek istiyorsun?"

"Ve vazgeçilenler aslında güvenilmeyenlerdir," diye devam etti Yankı. "Arkanı döndüğün kişidir, sırtını bıçaklamasını beklersin ve o bıçaklar. Söyle, vazgeçilmek mi daha acıydı, güvenilmemek mi?"

"On saniye," diye yanıt verdi, başka da hiçbir şey demedi.

"Dokuz saniye," diye devam etti Yankı. Tedirginliği tamamen yok olmuşa benziyordu. "Ve sekiz saniye. Ve yedi saniye." Yankı'nın sigarası bitmek üzereydi, bu rahatlığının nedeni neydi anlayamıyordum ama saniyeleri geriye sayarken bile sanki kardeşlerinin canı tehlikede değilmiş gibi nefesini veriyordu. "Üç saniye," dediğinde gülümsedi. "İki saniye."

"Bir," dedi Koza. Sonra kronometre ses çıkararak ötmeye başladı ve bu ses, hayatımın sonuna kadar zihnimin içinde çınlayacak sandım. "Resmi söyle ya da bir kardeşini seç Sonuncu."

Yankı tekrar resimlere baktı; her resmin üzerinde bakışlarını uzun bir süre gezdirdi ve en sonunda nefesini verdi. "Resmi bulamadım." Dehşetle gözlerim açıldı, ona inanmak istemedim ama gözleri öyle samimi bakıyordu ki emin olmadığı bir şeyler var gibiydi, düz bir şekilde ilerleyemiyordu. Korku kolları arasına beni daha fazla çekti, bütün kardeşlerin tek tek canının üzerinde kendi canımı hissettim.

"Birini feda mı edeceksin o zaman?" diye sordu Koza. Fazlasıyla dikkatlice Yankı'ya bakıyordu ve planları hiç de istediği şekilde ilerlememiş gibiydi. "İşte bunu beklemiyordum."

Yankı durdu, çok kısa bir an düşündü, ellerini birbirine sürtüp gözlerini kapattı. "Evet," dedi. "Maalesef birini feda etmek zorunda kalacağım."

Boğazıma sarılan parmaklar Tanrı’nın parmakları mıydı? Saçlarımı okşayan Tanrı, ölmemi mi istiyordu? Üvey evladının artık bu dünya üzerinde yeri bile yok muydu?

"Yankı," diye mırıldandım. "Neler oluyor?"

"O halde bana kimi feda edeceğini söyle Sonuncu. Söyle de o kişiyi bu dünya üzerinden sileyim." Koza'nın sesi ürperticiydi, korkutucuydu, kâbuslarımdaki kötülüğün sesine benziyordu.

Elleriyle oynamaya başladı, parmaklarına dokundu, alt dudağını dişlerinin arasına aldı; her ne düşünüyorsa bu düşünce dudaklarını kanatacak kadar çok ısırmasına neden oldu. "Sadece tek bir kişiyi seçmiyorum," dedi Yankı kendinden emin bir sesle. "Geriye kalan beş kişi ölecek."

"Nasıl yani?" Koza ne söylediğini anlayamamıştı, başını yana yatırdı. "Ne demek istiyorsun?"

Yankı çenesini havaya kaldırdı, boynunu birkaç kez çıtlattı, ardından beni arkasında bıraktı ve Koza'ya doğru yürüyüp, "Vazgeçilen aslında tek bir kişi olacak," dedi. "Ve bu ölümüyle olmayacak." Profilinden ne demek istediğini anlayamıyordum ama gözlerindeki durağan ifade korkmama neden olmuştu. "Biz beş kişiyiz Koza. Sokak Nöbetçileri beş kişiden ibaret. Ve ben o beş kişiyi aynı anda patlatmanı istiyorum. Hepimizi bombanın olduğu odaya koy, bir an bile düşünme. Ben artık Sonuncu Sokak Nöbetçisi değil, Ölüm Nöbetçisi olayım. İstediğin bu, Sokak Nöbetçileri’ni yok etmek, değil mi?"

Nefesim kesildi, karnıma şiddetli bir sancı girdi ve ensemdeki o nefes de sanki benden uzaklaştı, Tanrı beni tamamen yalnız bıraktı. Canımı istemedi, canlarımı benden çekip almak istedi.

"Senin ölmeyeceğini söylemiştim," dedi Koza. "Kendini bu gruptan çıkar."

Yankı gülerek başını iki yana salladı. "Koza, şu an belimde bir silah var, bunu biliyorsun ve ben aralarından kimseyi seçmeyeceğim. Ben seçmediğimde sen de hepsini öldürmek zorunda kalmayacak mısın? İşte o zaman birkaç saniyemi almaz." Parmağını kaldırdı, şakağına dayadı. "Bum! Kendimi öldürürüm. Bu oyuna başlarken en başından beri benim kendimi de feda edeceğimi biliyordun. Silahlarımızı almamanın nedeni de buydu."

Arkadaydım, görünmezdim, gölgeydim, ruhsuzdum, yok olmuştum. Beni fark eden kimse yok muydu? Onlar beş kişiydi, ölürken bile beraber öleceklerdi ama geride bırakılan ben mi olacaktım?

"Yankı," dedim titreyen bir sesle. Sesim ona ulaşmadı, ben bile zor duydum.

Koza, Yankı'nın gözlerinin içine bakarken bir şeyleri çözmek istiyor gibiydi, onu anlamaya çalışıyordu fakat bir sonuca ulaşamayınca, "Peki ya Helin?" diye sordu. "Onu o odaya almayacak mısın?"

"Sana beş kişiyi sunuyorum," dedi Yankı ciddiyetle. "Ve sen hâlâ Helin'i sorguluyorsun. Neden?"

"Sadece merak ediyorum." Koza başını iki yana salladı. "Onu neden bu kadar dışarıda tutuyorsun?"

"Dışarıda tutmak?" Yankı yüzünü buruşturdu. "Söylediğin gibi Koza, onu önemsiyorum ve ölmesini istemiyorum. Yoksa böyle bir karşılık beklemiyor muydun?"

"Yankı," dedim daha yüksek bir sesle. Bu sefer beni duydu ama dönüp de bana bakmadı. Vazgeçilen bendim ama yaşayacak olan da bendim? Bu nasıl bir sondu? Tek başıma ölüme yürümek kendimi daha iyi hissetmeme neden olurdu. Bu şekilde gözlerimin önünde yaşanacakların acısını nasıl kaldıracaktım?

"İstediğin bu değil miydi?" diye sordu Yankı. "Neden öyle bakıyorsun Koza?"

Koza anlayamıyormuş gibi başını iki yana salladı. "Resmi bulmaya çalışmadın bile, neden?"

"Anlayamayacaklarını sana anlatmayacağım," dedi Yankı sabit bir sesle. "Seni korkutan ne Koza? Yoksa benden mi korkuyorsun?"

Başımı önüme eğdim ve kendimi yine hiç olmadığı kadar yalnız hissettim; bu yalnızlığımda ise ölüm bile yanımda değildi. O bile terk edip gitmişti. Beni bu hale getirenin ne olduğunu biliyordum, kabullenilememek.

Onlarla ölmemi bile kabullenmiyordu.

"Şu an bir kumar oynuyorsun," dedi Koza kendinden emin bir sesle. "Bir planın var, biliyorum Sonuncu ama ben senin bütün kumarlarını daha önceden tahmin ettim. İstediğin gerçekten bu mu?" Ellerini iki yana açtı. "O halde öyle olsun."

Bütün herkesin, bütün insanların, bütün nefeslerin bana karşı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Sanki kıyamet kopacaktı dakikalar sonra ve o kıyametten sadece ben sağ çıkacaktım ama sevdiğim herkes yok olmuş olacaktı.

Yankı Koza'ya cevap vermedi ve Koza, kulaklığa bastırıp herkesin canlı bombanın olduğu odaya götürülmesini söyledi. Başımı yerden kaldıramıyordum ama Yankı'nın yüzüne bakarsam hissedeceklerimden korkuyordum. Dengem sarsılıyordu, kendimi nasıl hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum ama nefes almakta zorlanmaya başlamıştım.

Gözümün önünde kıyamete doğru yürüyorlardı, bense o kıyameti izleyecektim; ait olduğum yerde, Koza'nın yanında çünkü hak ettiğim buydu.

Onlarla ölüm bile bana yakışmıyordu.

"Yankı," derken sesim acıyla titredi. Bana dönük olan sırtı hafifçe yan döndü ve omzunun üzerinden bana baktı. "Ben de sizinle gelebilir miyim?" diye sordum, sanki küçük bir çocuğun oyun arkadaşına sorması gibi. "Size bir şey olursa ben ne yapacağım?" Soruyu sorarken sesim daha fazla titredi, gözlerim doldu. "Ben neden hep geride kalıyorum ki? Sizinle ölmeyi bile hak etmiyor muyum?"

Yank, dudaklarını araladı, ardından geri kapattı ve gözlerime baktı; bunu yaparken acılarımı gördü, yüzümdeki kederi gördü, onunla ölmek istediğimi anladı, onlarla ölmek istediğimi anladı.

"Üzgünüm," dedi Yankı bana. "Bir kez kendini öldürmene izin verdim, o anın pişmanlığını biliyorum, bir kez daha bu pişmanlığı yaşayamam."

Kalbimin üzerindeki iz acıdı, o izden acı aktı sanki karnıma doğru, ardından elim kalbime gitti. "Ama ben o zaman kendimi öldürmek istemiştim," dedim. "Şimdi de sen istiyorsun ve ben bunu izleyecek miyim?" Kalbime doğru baktım. "Gözlerimin önünde intihar mı edeceksiniz? Biliyorum, ben o beş kişiden biri olmayacağım, ben bir Nöbetçi de hiçbir zaman olamayacağım ama bu kadarını da hak ettiğimi düşünmüyorum."

Gözümden bir damla yaş düşerek yanağımdan süzüldü, ardından çeneme kaydı. Silmek istemedim çünkü o silecekti, bana böyle öğretmişti.

Yankı gözlerini kapattı, kendine birkaç saniye verdi, yüzümü görmek istemedi ya da bakmak istemedi. Seçtiği neydi? Bir kumar oynuyordu. Kazanırlarsa hep beraber kazanacaklardı, kaybederlerse hep beraber kaybedeceklerdi, bense sadece bekleyecektim.

Bulunduğumuz odanın kapısı açıldı, içeriye iriyarı bir adam girdi ve yanımdan geçerken Yankı'ya doğru ilerledi. Onu almaya gelmişti, o odaya götürecekti, belki de bu onu son görüşüm olacaktı.

Yankı kapattığı gözlerini açtı, bir daha bana bakmadı ama nefesini verdiğinde ya yaklaşan bir son olacaktı ya da kazanacağı bir savaş, bunu görebiliyordum. Adam Yankı'nın yanında durdu ama Yankı, adamın onu tutmasını bile beklemeden kapıya yürümeye başladı. Gözleri bana dokunmadı, ileriye doğru baktı.

Yanımdan geçerken Yankı'ya, "Her zaman başka bir yol vardır," dedim. "Öyle değil mi?" Sustu, cevap vermedi, o an sessizliğini korudu, konuşsa başka şeyler söyleyecekti sanki. Beni Koza'yla bırakıyordu, beni aslında onlara geldiğim yerde bırakıyordu.

Belki de Koza’yı bana karşı tavrı konusunda deniyordu? Neden?

Onaylamadı, içimi rahatlatmadı, yanımdan geçip gitti, sonra kapının kapanma sesini işittim ve adımlarını... Dondum, nefes bile almadım ve gözlerimi tek bir noktaya diktim. Koza'nın gözlerinin üzerimde olduğunu biliyordum ama o noktaya bakmaya devam ettim; yalnız bırakılmış bir kız çocuğuydum, ölmesin diye bırakılmış kız çocuğunun umut arkadaşları ölecekti belki de. Ve o kız çocuğunun yanında, ona umutlarını veren adam vardı.

Elim kulağıma gitti ve kulaklığı çıkarıp yere attım. Boş vermiş bir ifadeyle gülümsediğimde, "Senin kim olduğunu biliyorum," dedim Koza'ya. "Ve sen de benim kim olduğumu biliyorsun."

Koza da hareketlendi, o da büyük ihtimalle kulaklığını çıkardı, bana doğru ilerlediğini hissettim. Bir yaş daha yanağımdan süzüldü. Sadece duygularımı hissediyordum ve yaşlı kadın yine ortalarda yoktu; halbuki yaşlı kadının en çok hak ettiği yerde olması gerekiyordu.

"Sonunda baş başa kaldık," dedi Koza. "Ve ikimiz de aslında olması gereken yerdeyiz, öyle değil mi?"

Yankı bunu mu yapmaya çalışmıştı? Benim tarafımı bildiğini göstermek mi istemişti?

"Benim olmam gereken yer burası değil." Titreyen ellerime baktım, titremesinler diye içimden binlerce dua sıraladım. "Ama benim olmam gereken yer, onların yanı da değil, değil mi? Sadece Helin. Bundan ibaretim. Hayatım boyunca hep olmamam gereken yerlerdeydim, bir yere kendimi ait hissettim; fakat o kadar berbat ki. Sen beni, onların arasına gönderdin Koza, biliyorum ve bir ajan olarak değil, Yankı'ya kullanacağın bir koz olarak."

Koza beni sessizce dinlerken yüzünü göremiyordum. Güçsüzdüm, konu onların canı olduğunda, onlar olduğunda fazlasıyla güçsüzdüm. Sonra kendimle yüzleşiyordum, bir ayna çevriliyordu, daha fazla güçsüzleşiyordum.

"Çok duygusalsın." Koza'nın sesi netti. "Ben seni gücün için seçmiştim ama şimdi baktığımda güçsüzlükten ayakta bile zor duran bir kadın görüyorum."

"Yankı'nın korkusu olabileceğimi, Yankı'ya karşı kullanabileceğin bir koz olacağımı düşündün," dedim. "Bunda başarılı oldun mu, emin değilim ama ben, tamamen korkuya batmış durumdayım, ben tamamen kaybetmekten korkan bir kadınım." En sonunda cesaret gösterdim ve başımı kaldırıp ona baktığımda beni dikkatlice incelediğini gördüm. "Beni nasıl bir çukurun içine attın? Burada fiziksel acı yok, burada ruhum acıyor ve parçalara ayrılıyor."

"O çukura daha önce ben de düştüm," dedi Koza. "Ve bizim gibiler, sadeceden ibaret olarak kalacaktır. Bunu unutma."

Gözünün altındaki dövmeye bakışlarım kaydığında, "İstediğim an arkamı sana dönüp gidebilecek durumda değilim, değil mi?" diye sordum. "Yani şu an, seni, sizi tamamen reddedecek durumda değilim çünkü öyle akıllısın ki bu ihtimali de düşündün, değil mi? Aslında ben sana bağlıyım, ben bilmesem bile."

Koza dudaklarını birbirine bastırdı. Bana merhamet göstermesini bekledim, beni kullanmayı bırakmasını bekledim, bana her ne yapıyorlarsa ondan vazgeçmesini bekledim ama o onaylar gibi başını aşağı yukarı salladı. "Söylediğin gibi," dedi. "Sen sadece bir maşasın ve avcumun içindesin. Elimde seninle alakalı öyle kozlar var ki." Derin bir nefes alıp gülümsedi. "Şu an istesem bir silahla Sonuncu'yu vurmanı bile sağlayabilirim. Sana en doğru ve en yalın şekilde anlatayım mı? Sen benim kuklamsın ve benim seni yönetmemi istemiyorsan kendine çekidüzen ver, sen kendini yönetmeye başla."

Acıyla nefesimi verip, "Sokak Nöbetçileri'yle tanışana kadar kötülük ne bilmezdim, kötülüğe bulandığımın farkında bile değildim çünkü," dedim. "Ama onlarla tanıştım ve görüyorum ki siz çok kötü insanlarsınız. Çok kötü." İşaret parmağımı ona kaldırdım. "Sen," dedim üzerine basarak. "Acımasız bir adamsın."

Koza güldü, alt dudağını dişlerinin arasına aldı, ardından işaret parmağımı tutup aşağıya indirdi. "Onlarla tanıştıktan sonra bizim kötülüğümüzü gördün," dedi. "Ama asıl merhametsizliği onlardan göreceksin." Parmağımı bıraktı. "Sen ve ben," dedi gözlerimin içine bakarak. "Unutma, aynı taraftayız. Sen bana bağlısın, nasıl olduğunu bilmesen bile."

Çaresizlik.

Gerçekler.

Olması gerekenler ve olacaklar.

Yine hepsi üzerime gelmeye başlamıştı. Vazgeçebileceğimi düşünüyordum, her şeyi yok edebileceğimi düşünüyordum, yeniden doğabileceğimi düşünüyordum ama şimdi bakıldığında imkânsızı hayal etmenin hazzına ulaştığımı görüyordum.

Ben içimdeki yaşlı kadını öldürsem bile omuzlarımdaki iplerle insanlar beni yönlendirmeye devam edecekti çünkü kötülüğe bulanmış bir insan, bir daha o kirden arınamazdı. Ben kötülüğün kuklasıydım.

"Hadi," dedi Koza. "Bakalım ne yapmışlar?" Kulaklığı tekrar kulağına yerleştirdi ve ben de yerden kulaklığı aldım. Geriye dönüp odanın kapısına ilerlediğinde ben de onun peşinden ilerledim. Kulaklığı yeniden taktığımda ses hiç yoktu, sanki kulaklıklar kapatılmış gibiydi.

Koza kapıyı açtı ve içeriye girdiğinde kamera odası gibi bir yer olduğunu anladım. Serginin her noktasını çeken kameralara bakarken ilk gözüme çarpan elbette ki canlı bombanın olduğu odaydı. Adımlarım hızlandı. Koza önümdeki sandalyeye oturdu ve ben de hemen arkasında durdum.

İlk gözüme çarpan Bartu oldu. Odanın içindeydi, ellerini saçlarına geçiriyor, bağırıyor, bir şeyler söylüyor, daha sonra bunu defalarca tekrar ediyordu. Işık ve Mutlu yan yanaydı, yüzlerini göremiyordum ama ikisinin de gözü karşılarındaki canlı bombadaydı.

Gözlerim Yankı ve Lâl'i aradı, birkaç saniye sonra kadraja Yankı da girdi; öylece durmuş, canlı bombaya bakmak yerine resimlere bakıyordu.

Lâl? Biraz daha eğilip Lâl'i aramaya başladım fakat o ortalarda yoktu. Göz ucuyla Koza'ya baktım ama o rahat bir şekilde oturmuş, gülümseyerek Sokak Nöbetçileri'ni izliyordu. Fark etmemiş olma ihtimali var mıydı?

"Sonuncu," dedi Koza sakince. "Lâl'e fazlasıyla değer veriyor olmalı. Seni düşmanıyla yalnız bırakıyor ama onun kaçmasını istedi."

Neden bu kadar rahattı? Bu tuhaftı. Onları izlerken keyiflenmesi, savaştan mı yoksa onların bu halinden mi zevk aldığını bana düşündürmüştü.

"Onları kurtarmaya elbette ki birileri gelecek," deyip ellerimi masaya yasladım. "Koskocaman sergi ve bu odaya kimse girmek istemeyecek mi?"

Koza yüzünü buruşturup bakışlarını bana döndürdüğünde, "Bu sergiyi sadece ben kurguladım ortak," dedi. "Size o çakma isimlerin verilmesini sağlayan bile benim. Buradaki herkes benim davetlim; bu resimler, duvarlardakiler, çoğu benim en sevdiğim resimler. Belki de ben çizmişimdir?" Kollarını önünde bağladı. "Kafamın içine hoş geldin küçük. Burası da benim dünyam."

"Yani," dediğimde gözlerim gözlerine kaydı. "Buraya aslında tablo çalmaya gelmedik, öyle mi? Ama Önder demişti ki..." Durdum, gözlerim açıldı. "Önder seninle işbirliği içinde mi?"

"Ah!" Koza alnına vurdu. "Ben herkesi oynatırım. Bazen maske takar, oynatırım. Bazen maskemi çıkarır, oynatırım. Ama en sonunda herkes istediğim tiyatro oyununu sergiler." Gözlerini kıstı.

Kulaklığımızdan ses yükseldi, hışırtıların ardından Yankı'nın sesini duyduk. "Koza," dedi sakince. "Oyunun nasıl gidiyor?"

Koza gülmeye başladı, ardından dikkatlice ekrana baktı. "Şu an tam da istediğim gibi, sen neler yapıyorsun Sonuncu?"

Kısa bir sessizlik oldu, o sessizliğin ardından Yankı'nın da gülme sesini işittim, sonra bakışları direkt kameraya döndü. "Ben bir kumar oynadım," dedi. "Ve yine şans benim tarafıma döndü. Dinle Koza. Oyun oynama sırası artık bende."

Yankı kameraya yaklaştı; ben geriye bir adım attım, yüzümde belli belirsiz bir gülümseme oluşurken gözlerim Koza'nın profiline kaydı. Hiçbir duygu değişimi yoktu, yine gülümsüyordu, istekle ve heyecanla.

"İşte şimdi anladığım dilden konuşmaya başladın," dedi. "Oyunun nedir?"

Yankı canlı bombanın yanında durdu. "İlk önce, canlı bomba hikâyen fazla klişeydi," dedi Yankı alayla. "Ve Mutlu gibi biriyle canlı bombayı aynı odaya koymak dünyanın en saçma fikriydi. Ama doğru ya, senin istediğin aslında Mutlu değildi, Bartu'ydu ama şansına Mutlu düştü." Adamın ceketini yırtar gibi açtı ve çıplak karnındaki bombaları gösterdi. "Basit bir düzenekle hazırlanmış bomba. Mutlu'nun bu konulardaki yeteneğini unutmuş olamazsın, onun için birkaç saniye bile sürmemiştir."

Mutlu'nun sesini duyduk. "Kelebek Kozası, dinle beni. Bu odaya girdiğim an aslında o bombayı etkisiz hale getirdim." Mutlu ve ellerinin hızlılığı. Nasıl o canlı bombaya yaklaşabilmiş ve bunu başarmıştı?

Her şey çözülmüş müydü, bu kadar mıydı? O halde Koza'nın yüzündeki gülümsemenin nedeni de neydi? "Gerçekten bunu düşünmediğimi mi sandınız?" diye sordu Koza. "Ah Sonuncu, ben bir odanın içine sadece tek bir tuzak koymam, bunu bilmiyor musun? O canlı bomba sadece zaman kaybı olsun diyeydi."

Gülümsemem yine silindi, yutkundum ama Yankı'nın yüzündeki gülümseme devam ediyordu. "Elbette," dedi Yankı. "Asıl kumarı burada oynadım."

"Nerede?" dedi Koza.

"Resmi bulamama konusunda." İşte o an, Koza'nın yüzündeki gülümseme silinmese de gözlerindeki neşe az da olsa uzaklaştı. "Koza," dedi Yankı. "Sesim geliyor mu yoksa kelebek olup uçtun mu?"

Koza derin bir nefes aldı. "Resmi bulacağını biliyordum," dedi. "Ama madem resmi buldun, neden kumar oynadın?"

Yankı, "Hımm," dedikten sonra kameraya odaklandı. "Helin, beni duyuyor musun?"

İlk önce duraksadım, ardından kısık sesle, "Evet," dedim. "Seni duyuyorum."

"Güzel, şimdi dediklerimi yapar mısın?" Cevap vermedim ama zaten söylediklerini yapacaktım. "Resimlerin olduğu odaya döner misin?"

Koza dönüp bana baktı, istese buna izin vermeyebilirdi ama rahat bir ifadeyle başını aşağı yukarı salladı. Yankı'nın söylediğini yaparak beş tane tablonun olduğu odaya geri döndüm ve Koza içeride kaldı.

"Beş tablo," dedi sakince. "Koza'nın ruhunun aksine Beş Sokak Nöbetçisi'ni tanımlıyor."

Şaşkınlıkla öylece ortada kaldığımda içeriden Koza'nın kahkaha sesi yükseldi. "İşte bunu özlemişim," diye mırıldandığını duydum. "Sandığım kadar aptallaşmamışsın."

"İlk tablo," dedi. "Birinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca'yı tanımlıyor. Şimşek onun gücü ve öfkesi. O tabloyu kaldırıp arkasına bakar mısın? Büyük ihtimalle tablonun arkasına yerleştirilmiş bir bomba var." Yutkundum ve sanki Yankı bunu anladı. "Korkma," dedi. "Hiçbir şey olmayacak, bak hadi." Yavaşça tabloyu kaldırdığımda duvarın içine yerleştirilmiş bombaları gördüm. Gözlerim açıldı. "Burada bomba var."

"Beklediğim gibi." Diğer tabloya doğru yürüdüm, Yankı devam etti. "İkinci tablo, İkinci Sokak Nöbetçisi, Mutlu Sarca. Masmavi gökyüzü onun neşesi ama denizin kanla kaplı olması, geçmişi ve ikilemleri. Arkasına bak, orada da bomba olacaktır."

Başımı salladım ve baktığımda bombaları gördüm. Kablolar o kadar fazlaydı ki neredeyse başımı döndürüyordu.

"Üçüncü tablo, üçüncü Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca." Hızlıca o tabloya ilerledim. "Mutlu'nun tablosuna benzer bir tablo ama sevgili Koza, Işık'ın daha fazla kötülüğe battığını düşündüğü için onun gökyüzünü daha koyu yapmış ve mezarlık..." Duraksadı. "Mutlu'dan daha ölü olduğunu mu anlatmaya çalışıyor, bilmiyorum."

"Hayır," dedi Koza diğer taraftan. "Bir ölünün tadına bakacak kadar cesur olduğunu anlatmaya çalışıyor tablo. Ve bir mezarlığı bile güzel kılabileceğini gökyüzüyle." Yüzümü buruşturdum ve Koza'yı anlamanın bir kez daha imkânsız olduğunu fark ettim.

Yankı söylemeden tablonun arkasına baktım ve bombaları gördüm. "Burada da bombalar var," dediğimde sonunun nereye varacağını bilmiyordum.

"Elbette." Yankı'nın sesi gitgide keyifleniyordu. "Dördüncü tablo, dördüncü Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca." Diğer tarafa yürüdüm, tabloyla göz göze geldiğimde aslında nasıl da Lâl'i yansıttığına şahit oldum. "Dalgalar geçmişi, önceden oluşan sesi ama derinler şu anı. Sevgili Koza burada da Lâl'in derinlere gömülmesinin nedeninin geçmişinde bıraktığı insanlar olduğunu düşünmüş. Ne büyük yanılgı." Dalga geçiyordu, keyfi fazlasıyla yerindeydi. Yine tablonun arkasına baktım ve hepsinden daha fazla bomba olduğunu gördüm.

"Ve en önemlisi," dedi Yankı. "Beşinci tablo, Beşinci Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca. Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca." Daha önce tabloya dikkat etmemiştim ama şimdi bakıldığında tamamen Koza'yı ama daha derinlerde Yankı'yı yansıttığını fark ettim. Hapishane çizimiydi, silik gri lekeler vardı, hapishanenin içinde ise iki siluet. Bu iki siluetten bir tanesinin eli havadaydı ki büyük ihtimalle bu kişi Yankı'ydı çünkü elinde keskin bir cisim vardı, diğer siluet ise kaderine razı geliyor gibiydi. "Burada sevgili Koza, benim zekâmı epey küçük görerek hem beni hem kendisini yansıtmış."

Yankı'nın söylemesini beklemeden yine tabloyu kaldırıp arkasına baktım ama bombalar yoktu, aksine, iki dakikada takılı kalmış dijital bir düzenek vardı. "Yankı," dedim. "Burada..."

"Dur, ben tahmin edeyim," dedi. "Orada bir cihaz var, şifre girmek için, öyle değil mi?" Gözlerim açıldı ve yanıt vermeme kalmadan Yankı devam etti. "Koza'nın planı şuydu: Ben beşinci tablonun onu yansıttığını düşünecektim, resmi seçecektim, hatta altında bu cihazla karşılaşacaktım. İmzası bu olacaktı. Neden mi? Çünkü o cihazın şifresi, Koza'nın hapishaneden çıkma şifresinin aynısı olacaktı, öyle değil mi? Benim silahımla beni vurmaya çalışacaktın Koza."

Koza'nın sesi gelmiyordu ama ben bu olanlar karşısında donakalmış bir şekilde karşımdaki tabloya bakıyordum. "Ama," dedim soluk bir sesle. "Sen bu imzayı atarsan Koza'nın da içinde bulunduğu oda patlardı. Bu çok anlamsız."

"İşte, kumara burada başladım Helin." Sesi ciddileşti. "Mutlu bana, o resmi açan şifrenin, teknedeki gibi bir şifre olduğunu söylemeseydi asla bu sonuca ulaşamazdım. Bu aramızda bir şifreydi, basit bir şifre. Koza'nın hapishanedeki kilidine koyduğum şifreyi bilen tek kişi Mutlu'ydu. Parçaları birleştirdim. Umduğum gibi çıkmazsa biz ölecektik." Bunu söylerken nefesini verdi. "Ama umduğum çıktı."

"Anlayamıyorum," dediğimde geriye bir adım attım. "Yani Koza kendi bile isteye intihar mı edecekti?"

"Hayır," diyen Koza'nın sesini duydum. "İntihar edilmesini sağlayacaktım."

Yine anlayamamıştım, kendimi kocaman bir aptal gibi hissediyordum. Aptal.

"O odadaki tablo, sadece beni yansıtıyor Helin. Eğer Koza'yı yansıttığını düşünseydim ve imzası olan şifreyi girseydim, patlayan bizim bulunduğumuz oda olmayacaktı, yanlış tabloyu seçtiğim için şu an bizim bulunduğumuz oda olacaktı ve şu var, sadece Mutlu değil, Işık, Lâl ve Bartu da ölecekti. Mutlu ne dedi? Burası labirent gibi, dedi. Aslında tek bir odanın içinde aralarda ince duvarlar var. Koza'nın planı, o şifreyle dördünü birden öldürmekti."

Elimle ağzımı kapattığımda gözlerim irice açıldı. Eğer Yankı bir anlık bu resmi seçseydi şu an dört kişi yanımızda olmayacak mıydı? Bunu düşünmek bile korkudan nefesimin kesilmesine neden oldu.

Resimlerin olduğu odadan kamera odasına tekrar döndüm ve Yankı'yı yine resimlere bakarken buldum. "Hazır mısın Koza? Şimdi benim oyunuma geliyoruz."

Gözlerim dakikalar sonra Koza'ya kaydığında ciddiyetle Yankı'yı izlediğini gördüm. Yine çok rahattı, yine kendinden emindi ama artık gülümsemiyordu. "Bu odaya bir şekilde girmem gerekiyordu, yapabileceğim tek şey ise kendi ayaklarımla intihara gitmek oldu. Belki sadece zor bir canlı bomba olacaktı ve biz çoktan ölecektik ama Koza'yı biliyorum, onu tanıyorum, yalandan o da hoşlanmaz."

"Aslında bulunduğun yerdeki oyunu, ben senin için yarattım Sonuncu."

"Hayır, Koza," dedi Yankı. "Ben istediğim için oynuyorum." Kameraya resimleri gösterdi. "Burada kilitli üç resim var, en önemlisi ise Hayalet Gözler tablosu. Neden mi? Çünkü onu bizim çalmamız gerekiyordu." Kameradan bile gördüm, başını iki yana salladı. "Seni asıl yansıtan tablo, Hayalet Gözler tablosuydu Koza, öyle değil mi?"

Sessizlik oldu. Koza ciddiyetle kameraya bakarken gelecek sonucu kucaklamak üzereydi. "Evet," dedi sadece. Başka hiçbir şey söylemedi.

"Ve burada da bombalar var. Mutlu demişti ki, bu şifreyi ben çözemem. Çünkü şifre, gerçekten Koza'yı yansıtan bir şifre olacak." Yankı gülmeye başladı. "Asıl komik olan da ne, biliyor musun Koza? Kendin için kurduğun bir düzenekte şimdi sen tuzaksın. Buradaki şifreyi doğru girersem oradaki bombalar patlayacak."

Bartu'nun arkadan uzunca bir küfür savurduğunu işittim, Mutlu ise kameraya doğru dönüp başını kaldırdı, sonra orta parmağını gösterip göz kırptı.

"Yanımda Helin var," dedi Koza. "Bunu yapar mısın?"

"Ah, Koza," dedi Yankı. "Amacım seni öldürmek değil ki, sadece kendi kurduğun tuzağa kendinin düştüğünü göstermek." Boğazını temizledi. "Benim seni öldürmem için elime çok fırsat geçti ama ben de senin gibiyim, savaşmaktan ve seni yenmekten zevk alıyorum."

Geriye bir adım attım ve Yankı'nın odanın içinde ben varken bombalardan bu kadar rahat bahsetmesinin tedirginliğini yaşadım.

"Şifreyi bulabilecek misin?" dedi Koza. "Yoksa hapishanede koyduğun şifreyle aynı mı diye düşünüyorsun?"

"Hayır." Yankı rahat bir tavırla resme ilerledi ve son gördüğüm bu oldu. "Şifre aynı değil ama sen bana şifreyi söyledin zaten. Dur, neydi? ‘İnsan, kendi iktidarını bir başkasının üstünde nasıl gösterir Winston?’ (…) ‘Acı çektirerek.’ " Yankı'nın gülümsediğini hissettim. "Defalarca okuduğum kitap. Sayfa 356. Şifre 356. Deneyelim mi?"

"Sen denersen ben de denerim," dedi Koza, sesine keyfin tekrar bulaştığını hissettim. "Unutma, sen de hâlâ bomba dolu bir odadasın."

Yankı cevap vermedi, bir cihaza basma sesi geldi, ardından tam resimlerle dolu odadan çıkacakken saatin yüksek sesi kulaklarıma doldu. İlk başta dondum kaldım, ardından düzenekten çıkan seslerin resimlerin arkasındaki bombalardan geldiğini anladım.

"İki dakikan var Koza," dedi Yankı. "Elini çabuk tut."

İki dakika.

İki dakikam mı vardı?

"Yankı," derken adımlarımı atmakta zorlanıyordum. "Bombalar..."

Arkamdan Koza'nın geldiğini işittim ve başımı çevirip baktığımda sakince onun da tablolara doğru yürüdüğünü gördüm. İstese kolumdan tutup beni çekebilirdi, o bombaların içinde bırakabilirdi ama umursadığı şu an bunlar değildi, Yankı'yı yansıtan tabloya doğru yürüyüp o tabloyu kaldırdı.

"Helin," dedi Yankı. "Oradan çık." Sesi sakindi, iki dakikada buradan çıkacağım konusunda bana güveniyordu ama yine de sesindeki endişeyi hissedebilmiştim.

Arkama bile bakmadım, kapıyı açtım ve hızlıca karanlığa dalıp önüme gelen ilk sola döndüm, ardından ilk sağa. Öyle hızlı koşuyordum ki aydınlığı görene kadar defalarca duvarlara çarptım.

Kulaklığımızdan son kez Yankı'nın sesini duyduk. "Koza," dedi baskın bir sesle. "Ben belki de duygularım yüzünden aptallaşıyorum ama sen, ben aptalken bile bana karşı kaybediyorsun. Sen gün geçtikçe daha fazla yok oluyorsun."

Ve sonra son kez Koza'nın sesi. "Sonuncu," dedi daha baskın bir sesle. "Ben belki de kumarı sevmiyorum diye bu savaşı kaybettim ama kuklalardan ve tiyatrolardan hoşlandığımı hiçbir zaman unutma. Asıl sen, bir tiyatro oyunun içinde mahvoluyorsun."

Sonra sesler kesildi.

Demire değme sesi yükseldi, aydınlığı gördüm ve oraya doğru koşmaya başladım. Serginin içinde hiç kimse kalmamıştı, her yer bomboştu ama Sokak Nöbetçileri de görünürlerde yoktu. Onları bekleyemezdim, çıkış kapısını gördüğümde bir daha arkama bakmadan o kapıya daha hızlı ilerledim. İçimden saniyeleri sayarken iki dakikanın tükenmek üzere olduğunun farkındaydım.

Kapıyı itekleyip kendimi dışarı attığımda birkaç saniye soluklanıp karanlık sokakta koşmaya devam ettim. İlk sağa döndüğümde başka bir sokağa denk gelmiştim, ardından başka bir tarafa yöneldim ve arkamdan başkalarının koştuğunu işittim. Başımı çevirip baktığımda Sokak Nöbetçileri'ni gördüm.

En önde Bartu vardı, öyle hızlı koşuyordu ki anlam veremedim ama sonra, "Lâl!" diye bağırdığında nedenini anladım. Arkasında Işık ve Mutlu vardı ve hemen onların arkasında Yankı. Sergi salonundan tamamen uzaklaştığımızda Bartu bir kez daha, "Lâl!" diye haykırdı. "Sesimi duyuyorsan koş!"

Bana çarpıp yanımdan geçtikten sonra diğer tarafa yöneldi; Yankı en geride kalırken gözleri Bartu'nun üzerindeydi.

"Lâl!" diye bağırdı Işık da. "Tehlike yok! Ortaya çık!"

Tam o esnada büyük bir patlama sesi sokağın içinde çınladı, sergi alanı patladı. Ellerimle kulaklarımı kapattığımda çıkmaz sokağa girdiğimizi fark etmiştim ve yan tarafımdaki eski arabanın yanına kulaklarımı kapatarak çöktüm fakat tam o anda, bir kedi yavrusu gibi arabanın altına saklanan Lâl'i gördüm.

"Lâl," dedim büyük bir acıyla. Yanağı betona değiyordu, göğsünün üstüne yatmıştı ve sadece adımlarımızı izliyordu. "Tehlike geçti, çıkabilirsin." Bana bakmadı, gözlerini diktiği noktadan ayırmadı.

Bir patlama sesi daha geldiğinde bu sefer diğeri kadar büyük değildi ama dumanların ve ateşin yükseldiğini görebiliyordum. Lâl patlamayla beraber öyle bir titredi ki elimi tutup ona uzanmak istedim ama geriye kaçtı.

Bartu küfürler savurarak Lâl'i ararken daha fazla dayanamadım. "Burada!" diye bağırdım. "Arabanın altında." Hepsinin gözleri bana döndü, Bartu dehşetle bulunduğum yere koştu.

"Bartu, dur," diye bağırdı Yankı onun arkasından ama o umursamadı bile. Arabanın önüne geldiğinde beni resmen omzumdan itekledi ve önünü açarak çöküp Lâl'e baktı.

"Şükürler olsun," dedi nefesini vererek. "Buradasın. Buradasın." Uzanıp Lâl'i çekmek istedi ama Lâl bende olduğu gibi geriye doğru kaçtı, hiçbirimizin yüzüne bakmadı. "Lâl," dedi korkuyla. "Gel buraya, neden orada duruyorsun?"

Mutlu ve Işık, sonra da Yankı geldiğinde hepsi büyük bir tedirginlikle Bartu'ya bakıyorlardı.

"Lâl," dedi Bartu. "Gelsene." Geri çekilmesine rağmen Lâl'i sertçe kolundan tutup çekmeye çalıştığında Lâl, yumruklarını sıktı ve titremesi şiddetlenmeye başladı. Onu zorluyordu ama Lâl hazır değildi.

"Bartu, yapma," dedi Yankı arkadan sakin bir sesle. "Şu an kendinde değil."

"Ne demek kendinde değil?" Onu daha fazla zorladı, Lâl konuşamadığı halde acıyla hırıldadı.

“Bartu,” dedim ben de korkuyla. “Korkuyor, zorlama.”

Bartu Lâl gibi yere uzandı ve ona bakarak, "Bir şey olmadı," dedi. "Buradayım. Bir sorun yok."

Lâl iç çekerken gözlerini diktiği noktadan ayıramıyordu. Işık'ın gözleri doldu ve arkasını dönerek eliyle ağzını kapattı. O esnada boynundaki bıçak izini gördüm, fazla derin olmasa da boynu kesilmişti.

"Lâl!" diye bağırdı Bartu. "Yüzüme bak!" Yine uzandı, yine onu sertçe kolundan tuttu ama bu sefer Lâl acıyla dişlerini gösterdi, tekmelerini savurdu. “Lanet olsun!” Siniri gözle görülüyordu, bu Lâl’i daha fazla ürkütüyordu.

Yankı derin bir nefes aldıktan sonra yere çöktü ve başını eğip Lâl'e baktı. Bizim gibi uzanmadı, dokunmaya çalışmadan bir süre izledi, sonra, "Sakin ol," dedi çok kısık bir sesle. "Ben Yankı. Şu an yirmili yaşlarındasın, geçmişinden kimse burada değil. Bak ellerime…" deyip ellerini uzattı. "Bomboş, hiçbir şey yok." Lâl gözlerini kırpmaya başladı. "Yirmili yaşlarındasın," dedi bir kez daha. "Baban yok. Annen yok. Kimse burada değil. İyisin. Kimse gelmeyecek."

Hafifçe elini arabanın altına doğru uzattı ama onu dokunmadı. "Bak," dedi. "Tut elimi, boş olduğunu göreceksin. Yirmili yaşlarındasın. Annen ve baban burada değil. Saklanmak zorunda değilsin." Elini biraz daha uzattı. "Sana bir şey olmasına izin vermeyiz. Sana zarar vermeyiz."

Lâl'in ifadesiz bakan gözleri yavaş yavaş Yankı'ya döndü ve onun gözlerini gördüğü anda acıyla nefesini verdi. Elini korkarak uzattı, Yankı'nın elini tuttu ve onu çekip çıkarmasına izin verdi.

Lâl Bartu'dan korktu, Yankı onu korkularından kurtardı.

Canım parçalandı, kendimden önce Bartu'ya parçalandı çünkü Lâl’in Yankı'nın elini tuttuğu anda nefesini verişi ve yüzündeki acılı ifade, çöktüğüm yerden doğrulmama neden oldu. Bartu da uzandığı yerden kalkarken arabadan destek alıyordu.

Elleri korkudan titriyordu benim gibi ama Lâl onun korkularını bile görmüyordu.

Yankı'nın sıkıca tuttuğu eliyle arabanın altından sürünerek çıktı ve dizlerinin üzerinde dururken birkaç saniye Yankı'nın gözlerine baktıktan sonra bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ve başını onun göğsüne yasladı, koluna sımsıkı tutundu.

Canım parçalandı, kendimden önce Bartu'ya parçalandı çünkü Lâl’in Yankı'ya sarıldığı anda gözlerinin dolması ve ellerini saçlarına geçirip arkasını dönmesi bir oldu. Yürüdü, daha hızlı yürüdü, sonra sert bir yumruğu duvara geçirdiğinde haykırdı. Bu haykırmayla beraber Lâl daha fazla titredi fakat Bartu'nun artık gözü görmüyor gibiydi. Bir yumruk ve sonra başka bir yumruk daha geçirdiğinde elinin tersi kanamaya başlamıştı.

Mutlu onun yanına koştu. Işık Bartu'ya, "Lâl'i korkutuyorsun," diye hırladı. "Kendine gel." Bartu duymadı bile, Mutlu duvara attığı yumrukları tutmaya çalışırken bütün gücünü veriyordu ama engelleyemiyordu.

"Her şey senin yüzünden oldu!" diye bağırdı Bartu, sonra duvara bir yumruk daha vurdu. "Her şeyin sorumlusu sensin!" Lâl korku içinde elleriyle kulaklarını kapattığında daha sesli ağlamaya başladı, Yankı ise sadece Bartu'yu izliyordu.

Işık, Lâl'in yanına çöktüğünde dolu gözlerle, "Bir şey yok," dedi nefes nefese. "Bir şey yok, bir şey yok, hiçbir şey yok," diye tekrar etti. "Canım kardeşim, hiçbir şey yok."

"Işık." Yankı'nın sesi ölümcül bir sakinlikteydi. "Lâl'i eve götürün."

Lâl Yankı'dan ayrılmak istemedi, başını iki yana salladı ama Işık elleriyle onun yüzünü kavradığında, "Ben Işık," dedi ağlayarak. "Seni buradan götüreceğiz. Mutlu!" Arkaya seslendi. "Mutlu, buraya gel!"

Bartu bakışlarını Lâl'in olduğu tarafa çevirdiğinde ağladığına şahit oldu, öfkesi alevlendi. Büyük adımlarla Lâl'in üzerine yürürken önüne geçip ellerimi kaldırdım. "Bartu, şu an değil," dedim sakince. "O iyi değil. Belli ki her şeyden korkuyor, öfken onu ürkütüyor."

"O ağlıyor!" diye bağırdı fakat Lâl, Bartu her bağırdığında daha çok korktu. "Neden benim elimi tutmadın?" diye sordu. "Niye ağlıyorsun? Benden korkuyor musun?" Işık Lâl'i ayağa kaldırdı, Bartu ona iyice yaklaşmak istedi, elini kaldırıp onu tutmaya çalıştı ama Lâl korkuyla yüzünü kapattığında tir tir titriyordu. "Lâl," dedi eli havada dururken. "Sana vurmam, sana asla zarar vermem. Benden korkma."

Yine önüne geçtim. "Yapma," dedim daha yüksek sesle. "O şu an iyi değil, üzerine gitme!"

Bartu'nun gözü hiçbir şey görmüyor gibiydi, beni bir anda öyle sertçe önünden itekledi ki geriye tökezleyip yere düştüm. Acıyla inlediğimde elim belime gitti, bu sefer Mutlu Bartu'nun önüne geçti fakat Yankı için son damla beni iteklemesi olmuştu.

Yankı sertçe Bartu'yu geriye itekledi, Bartu sendeledi, sonra bir kez daha itekledi, ardından bir kez daha. "Farkında değil misin?" diye sordu dişlerini sıkarak. "O senden korkuyor. Onu korkutuyorsun."

Işık Lâl'i hızlıca oradan uzaklaştırırken Bartu'nun bakışları Yankı'ya kaydı ve sertçe kendi göğsüne vurdu. "Benden mi korkuyor? Benden korkuyor, öyle mi? Neden?" Lâl'in peşinden gitmek istedi ama Yankı bu sefer kolundan tutup onu itekledi.

"Sinir hastası gibi davranmaktan vazgeç Bartu," dedi derin nefesler alarak. "Lâl'in şu an ihtiyacı olan son kişi sensin."

Bartu ilk önce gözlerini açtı, daha sonra kahkaha atmaya başlayarak, "Değil mi?" dedi. "Lâl'in ihtiyacı olan kişi yine sensin, sadece sensin. Yankı Sarca! Vay be Yankı Sarca! Kurtarıcı. Tek seferde onu kurtardın, muhteşem cümlelerinle, sakinliğinle onu kurtardın!" Alkışlamaya başladı. "Yine diğer günlerde olduğu gibi tercih ettiği kişi sen oldun, değil mi? Bir şey söyleyeyim mi? Bu senin hoşuna gidiyor. Onun tarafından tercih edilmek."

Yankı gözlerini kapattı, derin bir nefes aldıktan sonra, "Bartu, git," dedi. "Saçma sapan bir olaydan çıktık, tahammül sınırlarımı zorluyorsun."

"Değil mi, ben gideyim en iyisi." Başını alayla salladı. "Sonuçta sen Lâl'in hemen yanındasın hatta şu kızın da yanındasın." Yere düşen beni gösterdi. "Herkesin ilgi odağısın. En çok sen seviliyorsun, herkesin sana ihtiyacı var. Vay canına." Yüzü ciddileşti, işaret parmağını Yankı'ya doğru kaldırdı. "Ayrıca saçma sapan olay mı? Senin yüzünden bugün Lâl'in başına dakikalarca silah dayandı, Işık'ın boynuna bıçak… Mutlu bir bombayla aynı odadaydı. Yanımda Lâl titriyordu, anladın mı? Titriyordu! Bunların olacağını düşünmedin, bizi ateşe attın. Her şeyin suçlusu sensin! Beyinsiz gibi davrandın."

En sonunda Yankı'nın suçlanacak taraf olacağını biliyordum ama bu kadar erken beklemiyordum. Çünkü o Yankı Sarca'ydı. Robottu, tek düşünebildiği kardeşlerini korumak olmalıydı, buna programlanmıştı. Başka hiçbir şey düşünemezdi.

Yankı, "Haklısın," dedi. "Her şey benim yüzümden oldu, bunu biliyorum. İlk defa her şeyi boş vermek istedim ve sonuçları gördüm. Her şeyin sorumlusu benim, tamam mı?"

"Tamam değil!" Yumruklarını sıktı ve başına vurmaya başladı. "Senin sikik zekâ savaşlarının sorumlusu da bizler değiliz, duydun mu? Git ne bok yersen ye, istediğini yap ama bizi bulaştırma." Yankı'nın yakasını kavrayıp kendine çekti. "Lâl'i sikik savaşlarına bulaştırma."

Çöktüğüm yerden doğruldum ve ikisinin arasına girmek isteyerek kollarımı uzattım fakat Yankı, Bartu'ya bakmaya devam ediyordu. "Madem onu bu kadar çok düşünüyorsun," dedi Yankı. "Lâl'in bugün neden kötü olduğunu anlat bana."

Yakasını daha sıkı kavradı, dişlerini sıktı. "Çünkü korktu," dedi. "O korkuyor böyle şeylerden."

"Nasıl şeylerden?" diye sordu rahat bir sesle. "Söylesene, Lâl'i korkutan ne Bartu?"

Bartu dudaklarını araladı fakat sonra geri kapattı ve Yankı'nın yakasını bırakıp itekledi. "Bilmiyorum!" diye haykırdığında sesi, sokağın içinde çınladı. "Bana anlatmıyor, söylemiyor, benimle bu tarz konuları konuşmuyor. Ama senle?" Acıyla güldü. "Onun her şeyini biliyorsun."

Yankı da karşılık olarak güldü ve yakasını düzeltti. "Dinle beni aptal herif," dedi kelimelerin üzerine basarak. "Lâl bana da hiçbir zaman hiçbir şeyi anlatmadı ama ben onu anladım, gördüm, baktım. Sen ona bakıyorsun ama kör bir âşık gibi bakıyorsun. Onu hor görüyorsun, onu itip kalkıyorsun. Senelerdir lan, senelerdir aşkından ölüyorsun kızın ama silahlardan korktuğunun farkında bile değilsin!" Bartu'nun üzerine doğru yürüdü. "Babasının nasıl öldüğünü biliyor musun?" Başını iki yana salladı. "Bilmiyorsun. Babasının nasıl bir adam olduğunu biliyor musun? Biliyorsun ama duyduğunda öfke nöbetine girdiğin için yine Lâl sana hiçbir şeyi gösteremedi. Sen gerçekten kör bir adamsın ve onu hak etmiyorsun."

Son cümleye kadar dikkatle dinleyen Bartu son cümleden sonra afalladı. "Ne dedin sen?" dedi. "Ben onu ne?"

"Hak etmiyorsun," dedi Yankı tekrar. "Lâl, senin öfke nöbetlerinle yaşayacak bir kadın değil, senin gibi birisiyle yapamaz. Değişmek zorundasın, Bartu. Duydun mu? Değişmek zorundasın."

Bartu bir süre sustu, Yankı'nın gözlerinin içine baktı sonra ona doğru yaklaştı. "Ben hak etmiyorum, sen mi hak ediyorsun?" diye sordu büyük bir kinle. "Değişeyim ve sana mı dönüşeyim istiyorsun? Hadi ama Yankı, Koza'yla olan konuşmalarını dinlettiler bana, Lâl'den nasıl bahsettiğini duydum, bu beni bambaşka şüphelere itekledi. Belki aptal bir adamım, belki hiçbir şeyi anlamıyorum ama ben böyle bir adamım, gözümü bile kırpmadan onun için canımı veririm. Bunu biliyorsun ama bildiğin halde bana hak etmiyorsun diyorsun öyle mi?"

"Koza'yla olan konuşmalarımdan ne çıkardın?" diye sordu Yankı dikkatle. "Ben ne demişim? Ne sanıyorsun? Lâl sadece senin için mi değerli? Onun benim için yerinin ne kadar ayrı olduğunu..."

"Sana tek bir şey soracağım," dedi Bartu. "Koza'nın söylediğini tekrar edeceğim. Eğer ben olmasaydım, Lâl'in aşkına karşılık verir miydin?"

Ben yokmuşum gibi konuşması, benim de öfkelenmeme neden olduğunda "Bartu," dedim sert bir sesle. "Ne saçmalıyorsun?"

Gülümsedi. "İkimizin de bunu duymaya ihtiyacı var bence Helin." Gözleri bana döndü. "Seni rahatsız etmiyor mu aralarındaki bağ? Düşünsene, sürekli tercih ettiği Lâl oluyor. Sürekli ama. Sarılmak istiyorsun sarılmıyor, gidiyor Lâl'e sarılıyor. Ölüyorsun endişeden, gidiyor ilk önce Lâl'in elini tutuyor. Her şeyde ilk ona koşuyor. Ve sonra sana diyorlar ki, hak etmiyorsun onu. Çünkü aptalsın, çünkü öfkelisin. Çünkü anlamıyorsun."

Yankı bütün bunları duymazlıktan gelerek, "Bana bu soruyu sormamış ol," dedi düz bir sesle. "Ve Lâl'in bana karşı bir aşkı yok, bunu nereden çıkarıyorsun?"

"Bugün konuşmalarınızı dinledim, Yankı," dedi. "Eğer ben olmasaydım, belki de her şey sizin için çok farklı olabilirdi. Lâl'in beni sevmeme nedeni de bu."

Yankı'nın çenesi kasıldı. "Lâl eğer seni sevmiyorsa ki bunu bilmiyoruz, nedeni ben değilim," dedi. "Nedeni sadece sensin. Her şeyde beni suçlu görmekten vazgeç artık, küçük bir çocuk gibisin. Aynaya bak, şu öfkene bak. Bu şekilde onun gözünde sadece..." Sustu, alt dudağını dişlerinin arasına aldı.

"Söyle," dedi Bartu ve yumruklarını sıktı. "Devamını getir o cümlenin. Onun gözünde ben sadece?"

Bartu sinirden titremeye başladı, gözleri daha fazla doldu ama bu sefer önü alınamaz şekilde kendine hâkim olamıyordu. "Gerçekleri mi duymak istiyorsun?" dedi Yankı. "Duy o zaman. Sen onun babası gibi davranıyorsun ve onu sadece korkutuyorsun. Bu şekilde ona sadece babasını hatırlatırsın."

Ağırdı, yaralayıcıydı ama gerçeklerdi. Bartu'nun kucaklaması gereken gerçekler bunlardı; kendisini düzeltmesi gereken gerçekler bunlardı. Belki de defalarca zihninde bunu düşünmüştü ama açıkça dile getirilmesi, özellikle Yankı'nın dile getirmesi, Bartu'nun acıyla nefesini vermesine neden oldu.

Dişlerini sıktı, acıyla haykırdı ardından sert bir yumruğu Yankı'nın yüzüne geçirdiğinde bağırıp onun önüne geçtim ve ellerimi kaldırdım. Bartu'nun gözünden bir damla yaş düştü. Hızlıca sildiğinde işaret parmağını salladı. "Bugün hepimiz senin savaşının kurbanlarıydık," dedi. "Hepimiz senin için canımızı bile verebilirdik ama bundan sonra hiçbir savaşında ben yokum."

"Bartu, git," dedim dişlerimi sıkarak. "Git buradan." Yankı, Bartu'ya karşılık vermedi ama arkamda dimdik durduğunu ve daha fazlasını beklediğini biliyordum.

"İki oldu Bartu," dedi Yankı. "Eğer üçüncüsü olursa asıl o zaman ben senin hiçbir savaşında olmayacağım ve senin aksine, sözümün arkasında ölene kadar dururum."

Bartu hiçbir şey söylemeden yanımızdan geçip gittiğinde adım sesleri ve nefes sesleri ne kadar uzaklaşırsa olsun, en yakınımızda gibiydi. Bir süre sırtım ona dönük durdum, gözlerim karşıya odaklandı ama Bartu'nun tamamen uzaklaştığını fark ettiğimde yavaşça vücudumu Yankı'ya doğru çevirdim ve alt dudağının köşesinin patladığını gördüm. Gözleri direkt olarak bana döndüğünde endişeyle nefesimi verdim ve parmaklarımı dudağına yaklaştırdım. "Patlamış," dedim endişeyle. "Acıyor mu?"

Yankı gözlerini bile kırpmadan bana bakarken ne düşündüğünü kestiremiyordum. Hızlı bir şekilde çantamı açtım ve içinden peçete çıkarıp dudağının kenarına bastırdım. Kan, peçeteye rengini verirken yüzümü buruşturup, "Bir şeyler söylesene," dedim. "Çok acıyor mu?"

Başını iki yana salladı ama gözlerime bakmaya devam etti. Her ne düşünüyorsa kaşlarını havaya kaldırdı; peçetenin yaptığı baskıyı hissetmiyor gibiydi.

"Bartu fevri bir adam," dedim içini rahatlatmak istermiş gibi. "Birkaç saate eminim pişman olacaktır ve sana hak verecektir. O her şeyi şiddetle çözmeye çalışan birisi. Yani onu affetmelisin."

Yine hiçbir şey söylemedi, beni izlemeye devam etti. Dakikalardır üzerine yapışan ruhsuzluğu, adım adım uzaklaşmaya başlamış gibiydi. Sakindi ama gereğinden çok daha fazla sakindi; öfkelenmeliydi belki de kendini suçlamalıydı ya da küfürler savurmalıydı ama bu şekilde olmamalıydı. Ona karşı şu anda ne hissettiğimi bilmiyordum, kırgın ya da kızgın olabilirdim fakat gözlerine baktığım zaman kendi duygularımı hiç edebiliyordum.

"Yankı," dedim peçeteyi aşağı indirerek. "Nasılsın?" Omzunu indirip kaldırdı, gözlerimin içine bakmaya devam etti; sanki bana bakıyordu ama bakmasının nedeni sığınmaktı. "Yorgun görünüyorsun," diye mırıldandım. "Hemen eve gitmek ister misin?"

"Çok yorgunum," çıktı dudaklarından. Bu sanki her anlamda bir yorgunluktu. "Her şey dağılmış gibi hissediyorum, parçaları toplayamıyorum. Bugün olanların tek sorumlusu bendim, kendi savaşıma kardeşlerimin canı da dahil oldu. Kurtulmak istiyorum ama kurtulamıyorum, nefes almak istiyorum ama alamıyorum. Şu an kendimi o odanın içinde, o bombayla patlamış gibi hissediyorum." Son cümleden sonra gözlerini kapattı. "Ya da o bombayla beraber patlamış olmayı diliyorum."

"Ne?" dediğimde kaynar bir suyu içmişim gibi boğazım yandı. "Ne saçmalıyorsun?"

"Sadece yoruldum." Hiç ummadığım anda geriye doğru bir adım attı ve yere oturdu sonra başını iki yana salladı. "Dağılanları nasıl toplayacağımı bilmiyorum, sırtım Helin, sırtım. Kamburum artık canımı acıtıyor."

Ben de yanına dizimin üzerine çöktüm ve yutkundum. "Bütün yükler omuzlarında," diye mırıldandım. "Ama bak ben buradayım. Senin yüklerinden bazılarını benim sırtıma koyabilirsin, bunu yapabilirsin."

"Senden bunu istemiyorum," dediğinde gerçekten bitkindi. "Senden başka bir şey isteyeceğim ve daha önce kimseden istemedim. Belki çok bencilce, belki çok saçma ama ilk defa nasıl hissettireceğini merak ediyorum."

"Sana iyi gelecek bir şeyse," dediğimde ellerimden geleni her şeyi yapmak istiyordum. "Hemen yaparım."

"Çok büyük bir şey," dediğinde gülümsedi. "Benim için. Belki de çok farklı. Sadece..."

"Yankı," dedim solgun bir sesle. "Söyle, gitsin. Ne istersen, anladın mı? Ne istersen."

Gözlerini bana çevirdi, tamamen o ruhsuzluğu silindi, gardını tamamen indiriyormuş gibi "Helin," dedi. "Benim bir yuvanın sıcaklığına ihtiyacım var şu an." Küçük bir erkek çocuğu konuştu sanki. "Sarılsana bana."

Donakaldım, öylece baktım. Derin bir nefes aldım sonra verdim ve onu kendime çekip sarıldığımda başını göğüs kafesime yasladım, parmaklarım saçlarına tutundu. Kollarım geniş omuzlarını sararken olabildiğince sıkı sarıldım ona, olabildiğince kendime hapsetmek istedim.

"Ben bir yuva olamayacak kadar soğuğum Yankı," dedim titreyen bir sesle. "Sana istediğini veremem." Bunu söyler söylemez o da kollarını belime doladı ve derin bir nefes çekti sonra öyle sıkı sarıldı ki nefes bile alamayacağımı hissettim; güçlü kolları beni kendisine hapsetti.

Çenesini omzuma koydu sonra omzuma öpücük kondurdu. "Başkalarına soğuk, bana sıcaksın," dedi. "Sen benim Yuva’msın."