Helin Aktan’ın güncesinden…
11.01.2020
Her kelime, bir gözyaşı.
Her acı, bir vazgeçiş.
Her umut, bir veda.
Benim için bir masaldı, güzel bir masal fakat sadece benim için bir masaldı.
O masal mutsuz sonla bittiğinde hayatın gerçekleri karşımdaydı.
Gün doğumu, geceye vedaydı.
Bu satırlar da benim masalımın son satırlarıydı.
Güneş doğarken benim yarattığım masalım son buldu.
“Helin S. Aktan”
Daima başını dik tut, dedim kendi kendime boş koridorda yürürken. Daima dik dur, daima kendinin farkında ol, daima kim olduğunu hatırla. Sen yaşadıklarınla, yaşattıklarınla; her şeyinle ve hiçbir şeyinle Helin Aktan'sın, dedi iç sesim. Sonra ekledi.
Öyle güçlüsün ki, geçmiş seni alt edemez, sen onu yok edebilirsin.
Restoranın uzun koridorundan geçerken öz babamı görmeme birkaç dakika kalmıştı. Koza'yla yaşadığımız tartışmadan sonra odama geri dönmüştüm ama bir süre sonra ne Yankı ne Koza yanıma gelmişti, Bartu görüşmenin ayarlandığını söyleyip beni bilgilendirmişti. Birkaç defa benimle gelmek konusunda ısrar etmişti ama kesin bir dille reddettiğim için sonunda o da kabullenmişti.
Akşam yemeği için oldukça lüks bir restoranın üst katında yer ayırtmıştı Sadık Orhan. Yanımdan geçen insanlar öylesine şıktı ki benim umursamaz duruşum dikkatlerini çekiyordu. Işık'a ait bir kot pantolon giymiştim, onun kalçaları benimkinden daha dolgun olduğu için pantolon bol gelmişti. Üzerimde siyah bol bir kazak vardı. Başımda bere ve ellerimde eldiven. Ayaklarımda büyük kar botları, üzerimde Yankı'ya ait bol siyah mont.
Umurumda mıydı insanların bana olan bakışları? Zerre umurumda değildi.
Restorandan içeriye girdiğimde kapıda iki güvenlikle karşılaştım. Direkt olarak kılığıma kıyafetime baktıktan sonra kafalarında kesin yargılara vardılar ve beni kovmak için hamle yaptılar fakat tam o sırada birisi, "Hey!" diye koşarak yanımıza geldi. Güvenlikler ona dönüp baktığında elini kaldırıp koşmaya devam etti. "Kendisi Sadık Bey’in özel misafiri!" dedi nefes nefese yanımıza ulaştığında. "Lütfen hemen içeri alın."
Güvenliklerden birisi gözlerini açıp, "Ah, öyle mi?" dedi sonra hafifçe başını eğerek eliyle içeriyi gösterdi. "Buyurun efendim lütfen."
Kendimi tutamayarak, "Önyargını sikeyim senin," dedim sonra ne tepki vereceğini umursamadan restorandan içeriye girdim. Kapıya koşan ve büyük ihtimalle Sadık Orhan'ın koruması olan o adam yanıma vardı.
"Hoş geldiniz efendim," dedi başını eğerek. Saygı? Gereğinden fazla saygı? İğrençti. Alışık değildim. "Bu taraftan."
Beraber restoranın sol tarafına yürürken, masalarda oturan kadınların bana bakışları komik gelmeye başlamıştı. Koskoca Sadık Orhan'ın kızı olduğumu bilselerdi ne yaparlardı acaba? Şu an alkollü olduğum için bu düşünce bana hiç garip gelmedi fakat hiçbir tuhaflık yapmayacağım konusunda kendime söz vermiştim. Otel odasına çıktığımda hem kendime cesaret vermek istediğimden hem de Koza'ya olan öfkemden küçük viski şişelerinden iki tane içmiştim. Psikolojik olarak altüst olduğum için daha fazla etkilemişti ama en azından düşüncelerden kaçabiliyordum ve bir duyguya takılıp kalmıyordum.
En kötüsü mü olacaktı? Olabilirdi. Bunu düşünmezdim. En azından şu an.
Ayrıca ben genelde kendime verdiğim sözleri tutmazdım.
Restoranın daha loş, daha az insanın olduğu tarafına geçtiğimizde Kars ayaklarımızın altındaydı ve manzara enfes görünüyordu. Işıklar biraz uzak görünüyordu ama aslında otele çok da uzak bir mesafede değildim hatta taksiyle on dakika bile sürmemişti.
Yankı ben buraya gelmeden önce cebime zorla telefonumu sıkıştırmıştı ve şimdi elimi montumun cebine yerleştirdiğimde onu anımsamama neden oldu. Taksiye bindirirken yüzünde fazlasıyla endişeli bir ifade vardı, defalarca telefonun yanımda olmasını istediğini söylemişti hatta söz verdirmişti. Koza konusunda ağzını açıp hiçbir yorum yapmamıştı, ona hak veriyor olabilir miydi? Belki de Koza'yı kırmama üzülmüştü. Sanmıyordum, o kadar da umursuyor olamazdı.
Sadık Orhan'ı en köşe masada gördüğümde göz göze geldik. Beni gördüğü anda masada ayağa kalkıp ceketinin önünü saygıyla ilikledi, bu alışık olduğu bir davranıştı ve üzerindeki jilet gibi gri takım elbise daha fazla sırıtmama neden oldu. Hemen arkasında duran “oğlu” beni gördüğü anda gerildi, bunu metrelerce öteden anladım.
Yanımdaki adama dönüp, "Tek başıma devam edebilirim," dedim elimi kaldırarak. Adam direkt dönüp Sadık Orhan'a baktı, Sadık Orhan da başıyla onay verince adam olduğu yerde kaldı.
Masanın yanına geldiğimde birkaç saniye birbirimize baktık. Buradaki insanların aksine o kılığıma kıyafetime değil, direkt yüzüme odaklandı. Renkli gözlerini izleyerek ceketimi üzerimden çıkardım ardından bereyi masaya attım. En son cebimdeki telefonu çıkarıp masaya koyduğumda Sadık Orhan bana elini uzattı. "Hoş geldin."
Yarım ağız gülümseyerek eline bakıp karşılık vermeden sandalyeye oturmak için hamle yaptım fakat tam o anda, başka bir adam koşup sandalyemi çekmek istediğinde afallayarak ona baktım. "Teşekkür ederim," dedim sandalyeyi tutarak. "Buna gerek yok."
"Olur mu efendim?" dedi adam ve eliyle sandalyeyi işaret etti. Birkaç garson anında masanın etrafına geldiğinde Sadık Orhan, eli havada bir şekilde öylece kaldı, birkaç saniye sonunda o da elini indirip sandalyesine oturdu. Onunla tokalaşacağımı düşünmesi komikti.
Masaya oturduğumuzda birkaç konu dışında ne konuşacağımı hiç düşünmediğimi fark ettim. Aslında duygularımla hareket etmenin daha kolay olabileceğini düşünmüştüm ama Sadık Orhan'a baktığımda hissettiğim net öfke, bazı duygularımın da önüne geçmeye başlamıştı.
Garson önüme bir menü bıraktığında, "Yemek yemeyeceğim, bir bira alabilir miyim?" dedim Sadık Orhan'ın yüzüne bakarak.
"Bira mı?" dedi garson afallayarak. "İsterseniz daha farklı seçeneklerimiz var, yeni şaraplarımızı açtırdık, ayrıca Hollanda'dan gelen…"
Dönüp, "Bira," dedim üzerine bastırarak. "Lütfen."
Bunun için bile garson dönüp Sadık Orhan'a baktığında kan beynime sıçramak üzereydi. Onayladı, onayladığı anda garson toz olup uçtu. Benim arka tarafımda iki koruma vardı, Sadık Orhan'ın arkasında da iki koruma. Bir de oğlu.
Adamlara bakarken, "Yalnız konuşacağımızı düşünüyordum," diye mırıldandım. "Ama görüyorum ki korkudan bütün korumalarını etrafımıza toplamışsın."
Sadık Orhan ummadığım bir şekilde güldü. "Bütün korumalarım, bu restoranın içine sığmaz," dedi. "Senin beni öldürmeye teşebbüs ettiğini düşünürsek bu kadar kişi az bile."
Kaşlarımı havaya kaldırdım ve önündeki viski bardağına baktım. "Sadece bir yetmiş iki boyunda, elli bir kilo bir kadınım. Dört adamın beni bir saniyede toz bulutu haline getirebilir. Sahiden benden bu kadar korkuyor musun?" Viski bardağını dudaklarının arasına yerleştirip birkaç yudum içtiğinde parmağımla işaret ettim. "O halde bilmen gerekiyor, eğer sana zarar vermek isteseydim bu fiziksel gücümle olmazdı, büyük ihtimalle birkaç saat önceden gelir, bir garsonu tehdit eder ve o viski bardağının içine zehir koydururdum. Sonra da karşımda sen işkence çekerken adamlarının canını kurtarmaya çalışmasını keyifle izlerdim." Donuklaştı, elindeki viski bardağı havada kaldı. Gözlerinden korku geçtiğine yemin edebilirdim. "Ama böyle bir şey yapmadım çünkü seni öldürmek gibi bir derdim yok, bunu sen de çok iyi biliyorsun. Şimdi şov olsun diye çevremize topladığınız adamlarını gönderir misin? Özel konuşmak istiyorum."
Korumalar bile birbirlerine baktılar. Yarı Koza, yarı Yankı Sarca ve tamamen Helin Aktan. Belki de içimde hep bir Koza yaşıyordu kanımız bir olduğu için ve günlerimi Yankı'yla geçirdiğim için ona benzemeye başlamıştım.
Belki de ben bu kadındım, içinde sevginin olmadığı her durumda mantığımın sesi en gür şekilde duyulurdu.
Sadık Orhan başıyla adamlarına emir verdiğinde dördü de bir anda geriye çekildi, o esnada bira şişesini de garson masaya getirdi. Sonra Sadık Orhan'a döndü. "Viskinizi tazelememi ister misiniz Sadık Bey?" diye sordu.
Sadık Orhan önce bana baktı sonra viski bardağına. Yüzümde alaylı bir tebessüm oluştuğunda, "Hayır," diye yanıt verdi. "Bugün çok içtim."
"Ama henüz ilk bardağınız, yepyeni serilerimiz geldi…" Sadık Orhan bakışlarıyla garsonu susturduğunda adam, "Afiyet olsun," deyip yanımızdan uzaklaştı.
Gözlerim arka tarafta kalan oğluna kaydı. "O da gitsin," dedim Sadık Orhan'a. "Yalnız konuşmak istiyorum."
"Kendisi benim…"
"Gitsin."
"Baba."
"Merak etme," diye çıkıştım oğluna. "Babanı ellerinden almayacağım hatta umurumda bile değilsin sadece özel konuşmak istiyorum. Lütfen bizi yalnız bırakır mısın?"
Bir babanın oğlunu arkasına koruma gibi koyması ve kendi yolunda yürütmesi. Tam da Sadık Orhan'a yakışan bir hareket olurdu.
Sadık Orhan elini kaldırdı ve gitmesi için işaret verdi. "Ama baba," dedi kaşlarını çatarak. Öyle öfkeli görünüyordu ki benden bu kadar nefret etmesinin nedeninin sadece babası olmadığını bile düşündüm. Bir kez daha elini hareket ettirdiğinde karşı gelmeyerek yanımızdan rüzgâr gibi geçti ve diğer tarafa doğru yürüdü.
Yalnız kaldığımızda bira şişesini kafama dikip büyük yudumlar içtim ve gözleriyle beni takip etmesini anbean izledim. Öyle dikkatli bakıyordu ki her ne görüyorsa aynısını ben de görmek istemiştim. En sonunda şişeyi masaya geri koyduğumda, "Arkadaşların yok," dedi ciddiyetsiz bir sesle. Soğuk bir adamdı aslında bakışları da öyleydi ama ondan hiç korkmuyordum.
"Neden olsunlar?"
"Senin kurtarmak için önüne atlayacak kadar seni seviyorlar," dedi kaşlarını kaldırarak. "Yalnız göndermeleri mucize olmuş."
"Bana zarar vermeyeceğini biliyorum." Sırtımı sandalyeye yasladım. "Ama bu demek değil ki tamamen güvenliğim yok. Senin gibi korumalarımı açıkça ortaya sermemem olmadıkları anlamına gelmez." Oltaya gelmesini istiyordum ama güldüğünde inanmadığını anladım.
"Benimle görüşmeyi bunları söylemek için mi kabul ettin?" diye sordu. "Beni görmek istememekte kararlı gibiydin."
"Aslında," dedim gözlerimi manzaraya doğru çevirerek. "Kararlıydım ama sonra seni kullanabileceğimi fark ettim."
Sadık Orhan hafifçe öksürerek, "Kullanmak mı?" diye sordu. "Senin karşında yaşıtın mı var? Bu nasıl bir konuşma tarzı?"
Gözlerimi yeniden ona çevirdim. "Saygı mı bekliyordun?" diye sordum. "Saygı gösterebileceğim birisi değilsin." Masanın üzerinden ona doğru eğildim. "Ne sanıyordun? Buraya gelip sana yalvaracağımı ya da beni neden bıraktın diye ağlayacağımı mı?" Gülümsedim. "Asla böyle bir şey yapmam. Asıl sen neden benimle görüşmek istedin?"
Sadık Orhan'ın tek kaşı havaya kalktı ve o da masanın üzerinden bana doğru eğildi. Beklemediğim bir anda, "Senelerdir seni arıyorum," dedi beni şaşkınlığa uğratarak. "Ve en sonunda karşıma çıktın. Seni tanımak istememden daha doğal hiçbir şey yok." Ardından geriye doğru çekildi ve çenesini havaya kaldırdı. "Ama görüyorum ki inatçılık konusunda annene, gururun konusunda bana çekmişsin."
Şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım ama başarılı olamadım. "Beni kandıramazsın," dedim sadece.
"Kandırmıyorum." Verdiği net yanıt ve gözlerinde yalanın kırıntısının bile olmaması neredeyse ona inanmama neden olacaktı. "Seni senelerce benim ve annenin verdiği isimle aradım ama bulamadım. Oysaki çok yakınlardaymışsın, Helin Aktan olmuşsun."
"Bir dakika," dedim işaret parmağımı kaldırarak. "Senin ve annemin verdiği isim? Ne?"
Sadık Orhan kaşlarını kaldırdı. "Evet," dedi neye şaşırdığımı anlamayarak. "Bizim için senin adın…" Bakışlarındaki ifade değişti. "Saye'ydi. Annen bana gölge derdi, Saye'nin anlamı gölge. Senin de adın o olacaktı." Elini çenesinde gezdirdi. "Senelerce seni bu isimle aradım ama bulamadım."
"Sana inanmıyorum…" dedim daha fazlasını duymak istemiyormuş gibi. Ama sonra geçmişimden kaçmayacağımı anımsadım. "Benim annem senin yüzünden öldü, beni hiç istemedin. Bir de bu masala inanacağımı mı sanıyorsun?"
Sadık Orhan başka bir şaşkınlıkla bana baktı. "Bu nereden çıktı?"
Elimi saçlarıma geçirdim, dağıttıktan sonra gözlerimi ovuşturdum ve gülmeye başladım. "Bana annemle benim adımı düşündüğünüzü hatta beni senelerce aradığını söylüyorsun ama annem yok, öldü. Ölüm sebebi sensin. Seneler sonra Saye diyorsun, Saye." Yüzümü buruşturdum. "Helin benim adım, anlamı da yuva. Ve ben belli bir yaşa kadar hiç yuvası olmamış bir kızım. Senin bu yalanlarına inanacağımı mı sanıyorsun?"
Dışarıya çıkmak üzere olan duygularımı dizginlemeye çalışıyordum, başarılı olacaktım, olmalıydım.
Sadık Orhan elini kaldırıp garsonu yanına çağırdı ve geldiği anda, "Bir bira da bana getir," dedi. Garson öyle bir şaşkınlığa uğradı ki belli etmemek için hızlı bir şekilde arkasını döndü, yüzünü ondan gizledi. Yanıt beklerken birkaç saniye kendisine süre tanıdı, belki de yalanları düşündü ama en sonunda, "Annenin öldüğünü nereden çıkardın?" diye sordu. Bu soru zihnimde dönmeye başladığı anda bile dizlerim ve ellerim titremeye başladı.
"Sakın," dedim dişlerimi sıkarak. "Beni bu konuda," artık sesim de titriyordu, "kandırmaya çalışma. Sakın. O kadar da değil."
"Kandırmıyorum." Garson bira şişesini masaya bıraktığında titreyen ellerimi gizlemeye çalışıyordum ama masanın üzerindeki telefon çalmaya başladığında ikimizin de gözü o tarafa kaydı.
LİDERİN arıyor…
Harika bir isim. Özellikle şu ortamda.
Hızlı bir şekilde telefonu meşgule attığımda yeniden ona döndüm.
"Kandırmıyorum," dedi bir kez daha. "Sadece nereden çıkardığını merak ettim. Annenin öldüğünü hem de benim yüzümden."
En uygun cümleleri bulmaya çalışarak, "Bana her şeyi anlatan kişi söyledi," dedim net bir sesle. "Annem senin yüzünden bir silahla kendini öldürmüş hem de beni doğurur doğurmaz. Ona öyle bir acı çektirmişsin ki ben umurunda bile olmamışım, sen ise…"
"Saye," dedi bir anda. "Ne anlatıyorsun sen? Annen seni dört gözle bekliyordu."
"Bana," dedim ciddi bir sesle. "Saye deme. Benim adım Helin." Sonra gülümsedim. "Sadece Helin. Evet, tam olarak bu. Sadece Helin. Senelerce bu oldum, şimdi karşıma geçip bana bunları söyleyerek kafamı mı karıştıracağını sanıyorsun?"
"Senin kafanı karıştırmanın bana nasıl bir yararı olabilir?" diye sordu ciddi bir sesle. "Ya da seni üzmemin? Sadece anlamaya çalışıyorum, bütün bunlar nereden çıktı?" Dirseklerini masaya yerleştirdi. "Nasıl büyüdün? Seni kim büyüttü? Bunları sana kim anlattı?" Sonra duraksadı, gözlerine daha başka bir ifade oturdu. "Harun," dedi duygusuz bir sesle. "Seni o mu büyüttü?"
Sorduğu soruya ilk başta şaşkınlıkla baktım ardından kendimi tutamayarak büyük bir kahkaha atınca yan tarafımızda duran insanlar bize doğru baktı. Daha yüksek sesle gülmeye başladım ve Sadık Orhan'ın bana olan bakışlarını görmezlikten geldim. Öyle bir gülüyordum ki aklımı kaçırdığımı düşünmüş olmalıydı, belki de kaçırmıştım ama kendimi tutamıyordum. Tam susacağım anda başka bir kahkaha daha yeniden bana uğruyordu.
"Harun," dedim gülerek. "Büyütmek." Bira şişesini havaya kaldırdım. "Beni büyütmek." Kahkaha atmaya devam ettim. O gülüşün arasında biradan içmeye devam ederken neredeyse yarısından fazlasını kafama diktim. En sonunda şişeyi geri yerine bıraktığımda elimin tersiyle ağzımı sildim ve gülümseyerek ona baktım. "Harun Aktan beni büyüttü," dedim. "Yedi yaşıma kadar onun yanındaydım."
"Ona seni sormuştum," dedi daha çok kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi. "Tanımadığı birine evlatlık verildiğini söylemişti." Gözleri bana döndü. "Onunla hâlâ görüşüyor musun?"
Elimi alnıma koyup, "Ne anlatıyorsun sen ya?" diye sordum. "Ne saçmalıyorsun?" İçimde bir öfke birikti ya da biriken öfke taşmak üzereydi bilmiyordum ama kendimi daha fazla tutamıyordum. "Birkaç dakikalık zevkin uğruna ben doğdum, arkana bile dönüp bakmadan beni bıraktın ve ben o adamın eline kaldım. Yedi yaşımın yedisi de cehennem gibi geçti, ilk üç yaşımda bana neler yaptığını bile hatırlamıyorum. Geriye kalan dört yaşımın her gecesi anne diye ağlayarak ve senden nefret ederek uyudum ama bir gün beni kurtarmanızı bekledim. Annem öldü beni kurtarmadı, sen zaten hiçbir şeydin. Koca bir boşluktun. Şimdi geçip karşıma bana onunla görüşüp görüşmediğimi mi soruyorsun?" Elimin tersiyle önümdeki bira şişesini itekledim ve yere düşüp tuzla buz olmasına izin verdim. İnsanlar bize dönüp baktı ama aldırış etmedim. "Buraya sana onun yerini sormak için geldim, sonuçta aynı kumaştansınız ama görüyorum ki kötülükleriniz ayrı işliyormuş ve görüşmüyormuşsunuz. Konuşmaya devam etmenin anlamı yok."
Sadık Orhan gözlerini benden ayırmıyordu, garsonlar direkt çevremize gelip bira şişesinin kalıntılarını temizlerken birbirimizden gözlerimizi ayırmıyorduk. "Sana kötü davrandı," dedi daha çok kendisine söylüyormuş gibi.
"Onunla görüşüyor musun, görüşmüyor musun?" diye sordum sözlerini duymazlıktan gelerek.
"Görüşmüyorum," dedi hızlı bir şekilde. "Onu en son seneler önce gördüm ama kendisi her yıl bana mektup gönderir."
"Ah," dedim gözlerimi devirip. "Harun Aktan ve mektupları." Masadan sertçe ayağa kalktım ve oturduğum sandalye geriye düştü fakat umursamadım. "Amacım ona ulaşmanın bir yolunu bulmaktı, senin yalanlarını dinlemek değil."
"Otur," dedi Sadık Orhan tehditkâr bir tınıyla. "Benim yanımda böyle davranamazsın."
Ellerimi masaya yerleştirip yüzüne doğru yaklaştım. "Davranırsam ne yaparsın? Yoksa terk edip gider misin? Döver misin? Öldürür müsün? Senden korktuğumu mu sanıyorsun?"
Harun Aktan'ın öfkelenmesini bekledim ama çok kısa bir süre sonra gülümsedi. "Yemin ederim," dedi sakin bir sesle. "Annenin kopyasısın. Bakışların, yüzün ama en çok karakterin. Bana kızım olduğunu söylemeseydin bile seninle yarım saat geçirsem kızım olduğunu anlardım." Sırtımı dikleştirdim, titreyen ellerimi gizlemeye çalıştım. "Bu bile," dedi ellerimi göstererek. "Annene benziyor. Annene benziyorsun."
"Bunlar," dedim ellerimi göstererek. "Harun Aktan'ın bana hediyesi."
"Annene de onun hediyesiydi," dedi yanıtsız bırakmayarak. Kaşlarım çatıldı, dik dur, dedim kendi kendime bir kez daha.
Duygularım açığa çıkmak için daha fazla çırpındılar, dizginledim onları ama daha fazla gücüm kalmamıştı. Dizlerimin üzerine çöküp avazım çıktığı kadar bağırmama ya da ağlamama çok az kalmıştı.
Sadık Orhan benim öz babamdı. Belki de değildi. Neden her şeye bu kadar çabuk inanıyordum, bunu söyleyen kişi Koza'ydı. Ona neden güveniyordum?
Bana Saye diyordu, anlamı gölge.
Ben Helin'dim, anlamı yuva.
"Konuşma bitmiştir," dediğimde o da ayağa kalktı ve montumu üzerime giyip telefonumu masadan alırken yanıma geldi. Görmezlikten geldim ama o bir anda kolumu tuttu, elektrik çarpmış gibi kendimi ondan uzaklaştırdım.
"Ondan nefret ediyorsun, Saye," dedi sakin bir sesle. "Ve nefret ettiğin adamın sözlerine inanarak beni dinlemiyorsun. Güvenmemeni anlıyorum ama insanlara karşı böyle olmaman gerekiyor." Her zaman sakin konuşması ve bakışlarındaki dinginlik bana Yankı'yı anımsatmıştı.
"Bana Saye deme," dedim öfkeyle. "Ayrıca bu hayatta 'güvendiğim insanlar' var ve sen onların içinde bile olamazsın. Diyelim ki anlattığın gibiydi…" Yüzümü buruşturdum. "O adamın, Harun Aktan'ın karakterini hiç mi anlamadın? Beni gerçekten bulmak isteseydin bulurdun." Geriye doğru bir adım attım. "Annem öldü, sen beni terk ettin." Sonra kollarımı iki yana açtım. "Hem öyle olmasa bile geçen zamanı geri alabilir misin?" diye bağırdım, herkes dönüp yeniden bize baktı.
"Sakin ol," dedi sanki bu mümkünmüş gibi.
Ben Helin'dim, kendine verdiği sözleri tutmayan o kadındım.
"Sadık Orhan'ın kızıyım!" dedim herkese duyurarak. Rezillikse rezillik çıkaracaktım. Evet, kendime verdiğim sözleri tutamazdım. Geçmişle böyle mi yüzleşmek istiyordum? O halde bunu yapacaktım. "Bu adamın senelerdir unuttuğu kızıyım ve bugün beni yanında istiyor! Herkes duysun, bu adam beni bok gibi bir hayatın içinde terk etti!"
Amacım onu öfkelendirmek miydi? Belki de içimde öz babama karşı bir öfke vardı ve şimdi bu şekilde dışarı çıkıyordu. Bilmiyordum, hiçbir şey bilmiyordum sadece içimde savaşan o kişiyi susturamıyordun.
Helin.
Helin ve Saye.
Korumaları direkt olarak bana koştuğunda ve iki tanesi kollarımdan tuttuğunda kendimi kurtarmaya çalıştım ama izin vermediler. Sadık Orhan hızlı adımlarla üzerime doğru yürümeye başladığında insanlar şaşkınlıkla bizi izliyorlardı.
Tam karşımda durdu. Elini kaldırdı, vuracak sandım ama parmakları çenemi kavradığında başımı havaya kaldırdı. "Senin," dedi kelimenin üzerine baskı yaparak ama sessizce. "Peşini bırakmayacağım. Beni dinleyeceksin sonra ne istersen yapabilirsin çünkü senelerce seni aradım, hep çabaladım. Küçük bir kız çocuğu gibi davranmadığında beni dinlemen gerektiğini de fark edeceksin." Elini çenemden çekti. "Harun Aktan'ı bulmak mı istiyorsun? Senin için onu bulurum ama neden aradığını da söyleyeceksin bana."
Emir veren ve üstün cümleleri. Kendini son çıkış sanması hatta içten içe ona ihtiyacım olduğunu düşünmesi. Hiçbir zaman onun nasıl biri olduğunu hayal etmemiştim ama şimdi düşündüğümde beni terk eden adam tam olarak bu olmalıydı.
"Neden mi arıyorum?" diye hırladım dişlerimin arasından. Sonra yüzüne doğru yaklaştım, son kez çırpındım ama adamları beni serbest bırakmadı. Kısık bir sesle, "Onu öldürmek için," dedim. "Hem de kendi ellerimle. Bu kız çocuğu onun nefesini kesecek. Eğer ulaşırsan bunu da iletirsin. Helin seni öldürecekmiş, de. Ondan artık korkmadığımı da ekle."
Korkuyordum, bunu anladı mı bilmiyordum ama daha fazla yüzüne bakmak istemedim çünkü insanları tanımak konusunda başarılı olduğunun farkındaydım.
Dik dur, Helin dedim kendime en başında söylediğim gibi. Dik dur ve kim olduğunun farkına var.
Adamlardan birisinin bacağına sert bir tekme indirdiğimde acıyla inleyip öne doğru eğildi, kolumu bırakmak zorunda kaldı. Diğerinin dikkat dağınıklığından faydalanarak kolunu sertçe çevirdim ve yan taraftaki masaya doğru itekledim. İki adam da şaşkınlıkla bana bakarken yeniden bana doğru hamle yaptılar ama Sadık Orhan onları eliyle durdurdu.
"Sen," dedi Sadık Orhan ve gözlerine korku yerine sanki kendisi bunu başarmış gibi gurur oturdu. "Etkileyici."
Dik bir şekilde durdum, üzerimdeki montun yakasını düzelttim. "Bir daha iki korumanın değil, dördünün birden beni tutması gerektiğini anlamışsındır umarım."
Daha fazlasını yapamadım, dizlerim titremeye başlamıştı, amacım gizlemek değildi ama kendimi bile kandırmaya alışmak istiyordum. Dönüp yürümeye başladığımda, "Saye," dedi yine arkamdan. "Görüşmek üzere. Bana yeniden geleceksin çünkü aynı annene benziyorsun."
İnsanlar beni izledi, sessizlik gitgide arttı. Ortalığı dağıtmak, kendini göstermek ve arkasını dönüp gitmek. Bu bana eski Helin'i hatırlatmıştı; güçlü olmak değil, güçlüymüş gibi davranmak eski Helin'di. Gerçekten güçlendiğimde her iki kadını da içimde yaşatacaktım, biliyordum.
Umursamaz bir tavırla omzumun üzerinden ona baktım sonra alayla gülümseyip önüme döndüm fakat döndüğüm anda dolan gözlerimi engellemek mümkün değildi.
O kadar hızlı adımlarla o restorandan çıktım ki beremi o masada unutmuştum, sonradan fark ettim. Koridoru koşar adımlarla geçtim, kendimi asansöre attığımda zemin kata bastım ve yirmi kat boyunca nefesimi kontrol etmeye çalıştım ama zorlanıyordum. Öyle zorlanıyordum ki bir an önce kendimi temiz havaya bırakmak istiyordum.
Azap gibi gelen saniyelerden sonra zemin kata vardığımda asansörün kapılarının yavaşça açılmasını umursamadan kendimi o aralıktan dışarı attım ve koşarak çıkış kapısına gittim. Yanından geçtiğim birkaç kişiye çarptım ama önemsemeden koşmaya devam ettim. En sonunda kendimi dışarıda bulduğumda yağan kar direkt yüzüme çarptı ve ayaklarım karın içine battı.
Taksi çevirmekle uğraşmak yerine karanlık yolda koşmaya başladığımda çevrede tek bir insan bile yoktu. Geldiğim yerin köşesini döndüm ve sadece koştum. Nefesim kesilene, gözlerimden akan yaşları durdurana kadar koştum. Ayaklarım tökezledi, karlarda zorlandım ama koşmaktan hiç vazgeçmedim. Soğuk yüzümü ısırırken zihnimde dönen düşünceler bir türlü susmuyordu.
Kaçtığım neydi? Kafamın içinden mi kaçıyordum yoksa geçmişimden mi? Neden kaldıramıyordum? Neden kendimi en güçlü hissettiğim zamanda bile yıkılacakmış gibi oluyordum?
Geçmişim.
Annemin yaşıyor olma ihtimali.
Babamın beni hiç terk etmeme ihtimali.
Koza'nın abim olması.
Harun Aktan'ın yeniden karşıma çıkması.
Sokak Nöbetçileri ve Koza arasındaki savaşta silah olmam.
Geçmişime koştuğumda kurtulacağımı sanıyordum ama daha büyük bataklıktı, geleceğime baktığımda ise…
Evet, orada beni seven insanlar vardı. Sokak Nöbetçileri vardı. Benim ailem olmuşlardı. Yankı vardı, Bartu vardı. İkisine karşı koşulsuz güvenim vardı. Hepsine duyduğum sevgi vardı, onların bana olan sevgileri vardı.
Beni gerçekten seviyorlardı, bunu hissetmiştim çünkü bana, beni sevmiyormuş gibi bakan insanlara öyle çok alışmıştım ki onların beni sevdiklerini görebiliyordum.
Işık vardı, benim sırtımı direkt yaslayacağım ve yolumu çizerken gücüme güç katacak o kadındı. Öylesine kuvvetliydi ki ona ilk defa imrendim.
Lâl vardı. Hiçbir zaman bana karşı hangi duyguları barındırdığını anlayamamıştım ama şimdi görüyordum, o da seviyordu. Seviyordu değil mi? Gitmemi istememişti, ben üzüldüğümde saçlarımı seven kişi Lâl'di.
Mutlu vardı. Yıkıldığım anda yüzümü güldüren ve en başından beri hiç çekinmediğim kişi oydu, sevgisini ilk gün bile hissetmiş olmam tuhaftı çünkü iyi anlaşacağımızı biliyordum. Kalbimi kırmıştı ama kalbimi kırdığı için üzüldüğünü anlamıştım.
Koza vardı.
Koza gerçekten vardı.
Lanet olsun ki Koza'nın varlığına bile şükrediyordum şu anda. En azından geçmişimde bana zararı dokunmayan tek insan oydu, aslında onun da bana zararı dokunmuştu ama o kadar çok kötülük görmüştüm ki bunu bile görmezlikten gelebiliyordum.
Geleceğim oradaydı, onlardaydı. Tek başıma üstesinden gelemiyorsam, güvendiğim insanlarla üstesinden gelebilirdim.
Başaracaktım.
Başaracaktım.
Hayır, başaramayacaktım.
Durduğumda ellerimi dizlerime koydum ve içimi çekerek ağlamamak için kendimi durdurdum. "Ağlama," dedim kendime. "Ağlama, ağlama, ağlama." Ve arkamda bir ses işittim, bir hışırtı belki de adım sesi. Gözlerim hızlı bir şekilde arkaya döndüğünde köşede bir karartı gördüm, yeniden önüme döndüm ve daha hızlı koşmaya başladım.
Geceydi, çok karanlıktı etrafta kar sessizliği vardı. Gökyüzünden yüzüme çarpan karlar, tokat gibi hissettirmeye başlamıştı.
Aklıma kâbusum geldi.
Daha hızlı koştum.
Saye, dedi iç sesim bana. Saye.
İçimde durmadan savaştığım o kadın Saye miydi? Mezarın içine gömülen çocukluğumun adı Saye miydi?
O zaten sadece gölge olabilirdi. Geçmişimin gölgesi, çocukluğum Saye.
"Değilim," dedim kendime. "Yalandı. Yalan söyledi." Hangisi yalan söyledi? Hangi geçmişim yalan söylüyordu? Hangi geçmişim benden bir şeyler saklıyordu?
Harun Aktan?
Sadık Orhan?
Koza?
Arkamda daha fazla adım sesleri duyduğumda omzumun üzerinden baktım ve iki iri adamın yürüdüğünü gördüm, bakışları benim üzerimdeydi ve orta yaşlarındaydılar. Beni takip ettikleri her hallerinden belliydi, yüzlerini gizlemeye çalışıyorlardı.
Çığlık attığımda ikisi de dondu kaldı ama ben daha gür bir sesle çığlık attığımda onlardan kaçmak için bütün gücümü verdim.
Zarar vereceklerdi, bana dokunacaklardı, belki de döveceklerdi ya da çok daha fazlası…
Yere düştüğümde ellerimle yerden destek almaya çalıştım ama parmaklarım karların içine battı. Sürünerek zorlukla doğrulmaya çalıştım ve yeniden arkama baktım ama kimseyi görmedim. Karşıma başka bir yerden mi çıkacaklardı? Hayal miydi? Onlar bana ne yapacaklardı?
Korkuyordum. Çok korkuyordum. Onları alt edebilirdim ama korkuyordum, savaşmaktan bile şu an korkuyordum.
"Lütfen," dedim kendi kendime. "Lütfen. Lütfen." İlerideki otel ışıklarını görüyordum ama oraya koşmak için gücüm olsa da titreyen dizlerim beni engelleyecekmiş gibi geliyordu.
Şu an bu karlara uzansaydım ve sadece bir saat bunu yapsaydım, vücudum bu soğuk karların içine kâbusumdaki gibi gömülürdü, ben ölürdüm, geçmişim ölürdü.
Ama geleceğim de ölürdü.
Ben artık mutlu olmak istiyordum.
Bütün kuvvetimi vererek doğruldum, her zaman olduğu gibi kendimi ayağa kaldırdım ve otele kadar koşmaya devam ettim. Yine ayağa kalktım, yine yaptım bunu ama bu sefer kendimden çok geleceğimi düşündüm.
Belki de beni ilk defa geçmişim yere düşürdüğünde geleceğim için ayağa kalktım; ama bunu yaptım.
Kulaklarımı bütün seslere kapattım, sadece koştum.
Tek istediğim Sokak Nöbetçileri'ne ulaşmaktı, sonra ne olacaksa olsundu ama şu an tek istediğim onlarla birlikte olmaktı.
Fark ediyordum, onlardan gideceğimi söylemiştim ama şimdi bu istediğim son şey bile değildi. Bu hayatta bana iyi gelen, yolumu güzelleştiren onlardı eğer onlardan da gidersem yaşamak için hiç hevesim kalmazdı.
Gitmeyecektim. Ben Sokak Nöbetçileri’nden ve Yankı’dan gidemeyecektim.
Otelin girişine nefes nefese ulaştığımda, dün Bartu'yla oturduğumuz bankta Koza'yla Yankı'nın olduğunu gördüm. Yankı oturuyordu, Koza ayaktaydı ve ona bir şeyler anlatıyordu. İkisinin üzerinde de sadece kazakları vardı, apar topar dışarıya çıkmış gibi görünüyorlardı. Yankı'nın sigarasının dumanı gökyüzüne karışıyordu.
Beni bekliyorlardı. Yüzüme dakikalar sonra bir gülümseme yerleşti. Bütün bu soğuk havaya rağmen ikisi de merakla beni bekliyor olmalılardı.
Buğulanan gözlerimle zar zor seçebiliyordum ama hararetli bir tartışmanın içinde oldukları belliydi.
Tek istediğim sarılmaktı. Tek istediğim o kollardı. Hatta seslenmek istedim ama nefesim kesilmeye başlamıştı bu yüzden yavaş adımlarla duvardan destek alarak onlara doğru ilerledim. Otelin arka tarafına geldiğimde sesleri bana ulaşmaya başladı. Koza Yankı'ya bir konuda akıl veriyor gibiydi, Yankı ise başını eğmiş bir şeye bakıyordu.
"O günü ikimiz de aklımızdan silemeyiz," dedi Koza, düz sakin bir sesle. İlk defa tınısında korkuyu hissetmiştim. Duvarın arkasındaydım. "O gün ikimiz de Önder'i öldürmek konusunda söz verdik, Sonuncu." Suçlayıcı bir şekilde Yankı'ya döndü. "Ama sen vazgeçtin. Sen hep vazgeçtin. Sen ilk önce hep kendinden vazgeçtin."
Yankı'nın sesine kin bulaşmıştı, bu çok nadir olurdu. "Keşke bu kararımdan hiç dönmeseydim." Önder'i öldürmek? O ne yapmıştı? İkisinin de sesindeki bu nefretin nedeni neydi? "Onu hiçbir zaman affetmedim ama Lâl için…"
Lâl Sarca. Sokak Nöbetçileri'nin gözbebeği ve Yankı'nın onu korumasına alışmış Lâl Sarca. Her ağladığında her düştüğünde Yankı'nın onu korumasını isteyen Lâl Sarca.
Onun ellerinden bunu alan aslında bendim çünkü Yankı'ya robot olmadığını göstermek için elimden geleni yapıyordum.
Lâl Yankı'yı robotlaştırıyor muydu? Neden bir anda Lâl'e böyle öfke dolmuştum? Neden ikisinin arasındaki bağın, Işık'la arasında olan bağ ile aynı olduğunu kabullenemiyordum?
"Lâl için her şeye göz yumdun." Koza güldü, her zamanki gülüşüydü. "Lâl için herkesi karşına aldın." Sesine ise hayal kırıklığı oturdu. "Biz seninle birdik, sen düştüğünde ben seni, ben düştüğümde sen beni kaldırıyordun ama Lâl için benden bile vazgeçtin." Koza işaret parmağını ona salladı. "Lâl için kendinden bile vazgeçtiğin zamanların oldu senin ama bak ne oldu? Lâl'in ilk vazgeçtiği kişi sen oldun. Aç gözlerini Sonuncu, onun sessizliği nefretinden geliyor. O herkesten nefret ediyor."
"Öyle değil." Yankı başını iki yana salladı, "Lâl yerinde kim olsa aynı şeyi yapardım. Lâl yerinde kim olsa…"
"Sonuncu," dedi Koza sert ve baskın bir sesle. "İntihardı. Sokak Nöbetçileri'nde iki kişi intihara kalkıştı, birisi Nil, birisi de sendin." Sesine yeniden o korkunun tınısı bulaştı. "Eğer o gün seni bulmasaydım, şu an burada oturuyor olmayacaktın. Seni ben kurtardım, Lâl senin ölümünü bekledi."
Lâl Yankı'nın ölmesine göz mü yummuştu? Bunu neden yapmıştı? Yankı onu affetmiş miydi? Ölebilirdi, şu an yanımızda olmayabilirdi.
Sokak Nöbetçileri'nden iki kişi intihar etmişti. Birisi Yankı Sarca'ydı. Kendi canından bile vazgeçmesinin nedeni, Lâl'in Yankı'dan vazgeçmesiydi.
"Lâl’in yerinde kim olsa aynı şey olurdu," dedi Yankı bir kez daha.
"Ama Lâl yerinde bir başkası olsaydı, tercih edilen sen olmazdın," diye yanıt verdi Koza.
Yankı'nın acılı bir şekilde tebessüm ettiğini gördüm. Profilini seçebiliyordum, Koza ise direkt bana dönüktü ama dalgınlığından beni görmüyordu. "Hayatımı kurtardığını yine mi hatırlatıyorsun, Koza? Bu hiç aklımdan çıkmıyor, çıkmayacak. Ben sana bir can borçluyum."
Neden? Niçin? Düşüncesi bile beni mahvetmeye yeterdi, Yankı Sarca kendi canına kıyamazdı.
"Kardeşimsin," dedi Koza bir anda. Sonra hızlı bir şekilde düzeltti. "Kardeşimdin, ayrıca benimki kurtarmak değil, ödeşmekti, çünkü sen de bana aynısını yapmıştın," dedi.
Yankı ilk önce sessizleşti ve bu beklediğimden daha uzun sürdü ama sonra o kelimeyi kullandı hem de hiç olmayacak birisine. "Korkuyorum, Koza." İkisinin de gözlerinde birbirlerine karşı nefretleri yoktu aksine, nefret değil muhtaçlıktı.
"Aynı şeylerin olacağından ve Helin'in de intihar etmesinden korkuyorsun." Koza, Yankı'ya korkma demedi, ben olsam derdim ama o demedi. "Ve korkmak konusunda haklısın ama başka bir korkun daha var, değil mi Sonuncu?"
Dudaklarım aralandı onlara seslenmek için ama içimden bir ses yapma dediği için yavaşça yürüdüm ve onlara daha fazla yaklaşıp ağacın arkasında durdum, olabildiğince kendimi gizlemeye çalıştım.
Yankı kısa bir süre düşündü, çökmüştü, her ne olduysa ya da neye bakıyorsa mahvoluyordu ama bir yandan da suçlu bir adam gibiydi.
"Bunu ona açıklayamam çünkü artık bana güvenmez," dedi en sonunda sakin ama fazlasıyla kederli bir sesle. "Anlamıyor musun? Bu aramızdaki her şeyi bitirebilir."
Bu aramızdaki her şeyi bitirebilir mi? Bizi ne bitirebilirdi ki? Bugün Yankı’nın o tedirginliğini anımsadım, gözlerindeki korkuyu ve o veda öpücüğünü. Hissetmiştim ama geri plana atmıştım. Şimdi tam karşımdaydı.
Sokak Nöbetçileri bir masaldı, ben o masalın prensesi değildim fakat kendimi öyle sanmıştım. Hayır, aslında prenses de sanmamıştım, ben o masalın prensesi olmak istemiştim.
"Ama bir gün öğrenecek." Koza'nın sesi daha net ve daha sertti. "Geç olmadan bunu ona söylemen gerekiyor, duygusal davranmaktan vazgeç, mantıklı ol. Aklını kaybetmek şu an sana hiç yakışmıyor, gerçekler Sonuncu."
Gerçekler. Sokak Nöbetçileri bir masaldı, ben o masalın kötü karakteri miydim? Gerçekler bunlar mıydı?
Yankı elini saçlarına geçirdi, parmaklarının arasında bir fotoğraf karesi tuttuğunu gördüm. "Neyini anlamıyorsun Koza?" diye sordu. "Bu aramızdaki bütün güveni bitirecek. Helin bana güveniyor, bu onun tek dayanağı, bunu biliyorum. Eğer bana olan güveni biterse, geriye kalan hiçbir şeye de güvenmeyecek. Benim canım cehenneme, onu düşünüyorum."
Kalbimin üzerine bir ağırlık oturdu, nefesim daha fazla kesildi ya da ben nefesimi tuttum bilmiyordum ama artık ayakta durabilecek gibi değildim. Benden bahsetmiyorlardı. Benden bahsetmemeleri gerekirdi. Ben değildim, değil mi? Şakaydı belki de? Evet, şu an beni görmüşlerdi ve Koza oyun oynamak istemişti, Yankı da öylesine kabul etmişti. Koza’nın her zamanki şakalarından birisi olmalıydı.
Yankı Sarca, Helin'in güvenini bitiremezdi, bu imkânsızdı.
"Ben olsam direkt söylerdim," dedi omzunu kaldırıp indirerek. Umursamaz görünüyordu ama gerçekten öyle miydi, anlayamıyordum.
"Sen elbette söylerdin," dedi Yankı Koza'ya. "Çünkü Helin sana hiçbir zaman güvenmedi." Acımasız bir cümleydi ama doğruydu. Fakat şu da vardı ki, Koza'ya güvenmesem bile onun yolundan senelerce yürümüştüm. Hem de farkında olmadan ve hâlâ onun çizdiği yoldaydım.
Güvenmediğim Koza, beni Sokak Nöbetçileri'yle tanıştırmıştı; kendisi ailem olamazdı ama bana aile bir vermişti. Bir başkası bunun Koza'nın kalbinin iyiliğinden olduğuna inanırdı ama ben amacının beni en yükseğe çıkarıp sonra da o yükseklikten atmak olduğunu düşünüyordum.
"Ve sana güvendi," dedi Koza. "Sen de o güveni boşa çıkardın." Ardından elini kaldırdı.
"Bir nedenim vardı," diyen Yankı başını art arda iki yana salladı. "Geçerli bir nedenim vardı."
"Güven, nedenler dinlemez tıpkı yalanların nedenleri dinlemediği gibi." Koza gözlerini kıstı. "Onun yalanlarının nedenlerini dinlediğinde yine de ona güvendin mi?"
Hayır.
Elim kalbime doğru gitti, hayır bunu istemiyordum. Bir şeyler yıkıldı, inşa edilen her şey yerle bir oldu. Hayır, ben Yankı Sarca'ya güveniyordum. Ona olan güvenim, benim tek çıkışımdı.
"Onun elinden aldığım şey yalanlardan bile büyük…" diyen Yankı ayağa kalktı ve Koza'ya o fotoğraf karesini gösterdi. Ben göremedim, sırtı bana dönüktü. "Bu şekilde olmamalıydı. Bu şekilde bir şeyleri öğrenmemeliydim. Bu şekilde bilmemeliydim." Koza'ya elindeki fotoğraf karesini verdi. "Bana bunları o anlatmalıydı, ben kendi ellerimle onun elinden geçmişini aldım, bana o geçmişi bir başkası anlattı."
Koza, derin bir nefes aldı ve elindeki fotoğraf karesine bakarken gözlerini yeniden Yankı'ya çevirdi ama tam o anda beni de ağacın arkasında gördü. Göz göze geldik, gözlerimin içine baktı; uzun uzun. Yankı başını önüne eğmişti ve ellerini saçlarına geçirmiş çaresizlikle bir şeyler mırıldanıyordu.
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım, çaresizlik beni de mahvedecek gibiydi. Susmalıydı, devam etmemeliydi çünkü kaçarken geleceğime çarpmıştım. O geleceğimde güvensizlikle karşılaşmıştım. "Sus," dedim dudaklarımı oynatarak.
Koza susmadı.
"Bu Helin adına gelmiş, o adam tarafından gönderilen dokuzuncu mektup," dedi. "Ve sen bir kere o mektupları okumaya başladın, her şeyi öğrendin hem de bütün detaylarıyla. Onun elinden sana geçmişini anlatmasını aldın ve o adamdan her şeyi dinledin, güvenini yok etmişsin ne fark eder?" Koza fotoğraf karesini havaya kaldırdığında kendimi gördüm, çok küçüktüm iki yaşında, belki de üç? Önümde doğum günü mumları vardı, fotoğraf fazlasıyla eski ve yıpranmıştı.
Sokak lambasını aydınlatan ışık bu sefer huzur vermiyordu. Yağmur değil, bu kez kar yağıyordu ve bizi kurtaracak kimse yoktu.
Zaman aylar öncesine döndü, Yankı’ya okuyamadığım mektubu verdiğim o anı hatırladım. Nedeni bilinmez, ona koşulsuz bir şekilde güvenip vermiştim. Onlarla tanıştıktan sonra gelen ilk mektuptu. Dokuz mektup daha mı gelmişti?
Koza devam etti, durmadı. "Harun Aktan bu mektuplara Sadık Orhan hakkında bilgiler koyarken onun babasını bulan da bütün bu görüşmeleri ayarlayan da sendin. Amacımız Harun Aktan'ı köşeye sıkıştırmaktı ama görüyorsun, biz köşeye sıkıştık. O adam bu mektuplarla bizimle oynuyor."
Güven. Benim sözlüğümdeki tanımı Yankı Sarca'ydı.
Benim iznim olmadan, benim gerçeklerim olmadan başıma gelen her şeyi belki de o mektuplarla dayımın ağzından okumuştu ve günlerce hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmıştı. Acı çektiğim her an aslında detaylarıyla gözlerinin önündeydi, Harun Aktan'ı gördüğümde gerçekten orada olduğunu da biliyordu. Hatta o günden sonra bir hafta ortadan kaybolmuştu.
Sadık Orhan, Yankı’nın Harun’u düşürmek için hazırladığı bir kumpastı ve tek plan, Ekip’i indirmek de değildi.
Elbette bir şeyler anladığını düşünmüştüm ama bu kadarı çok fazlaydı. Ben anlatacaktım, ben söyleyecektim. O mektuplarda neler yazıyordu? Babamı mı anlatmıştı? Peki ya annemi?
Kendi hayatımı dışarıdan izleyen bir figüran gibi hissettiren Yankı Sarca'ydı oysaki kendimi hayatımın başrolü sanıyordum.
Yankı kendisini yeniden banka bıraktığında Koza'nın elinden fotoğraf karesini çekip aldı. Bana baktı, küçüklüğüme, sonra derin bir nefes aldı ve gözlerini gökyüzüne çevirdi. "Bu canımı çok acıtıyor, Koza," dedi. "Bu fotoğraftaki çocuk canımı çok yakıyor ama onun canı daha fazla yanıyor. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ben kendi ellerimle onun saçlarını kestim, o gün öyle bir acı çekti ki, her şey değişti."
Koza çenesini havaya kaldırdı, ellerini ceplerine yerleştirdi. "Belki de seni anlar," dedi Koza gözlerimin içine yeniden bakarak. Yankı başını kaldırıp olumsuz anlamda iki yana salladı. "Belki de bizi anlar," diye devam etti. "Belki de kendisinin güçsüz olduğunu ve bize ihtiyacı olduğunu fark eder, belki de geçmişin hep kurak olduğunu ve tek başına halledemeyeceğini görür," dedi diken gibi cümlesiyle. "Belki de gelip bir gün sana kendisi anlatır."
"Hayır." Yankı kesin cevabıyla beraber banka koyduğu zarfı kaldırdı. "Bana hiçbir zaman anlatmadı, ona o anlarında yaklaşmama bile izin vermedi. Sana anlattı, senden yardım istedi ama bana anlatmadı, anlatmayacaktı. Bir şeyler yapmam gerekiyordu, bu şekilde olmuyordu." Gözlerini Koza'ya çevirdi, sesinin titrediğini duydum. "Çaresizdim, çok çaresizdim."
"Ne bu? Helin'e yapacağın konuşmanın hazırlığı mı?" Küçümseyici bakışlarını Yankı'ya çevirdi. "Biraz daha ikna edici olmalısın."
"Koza," dedi dişlerinin arasından. "Çaresizliğimi görmüyor musun?" Yeniden ayağa kalktı ve ellerini yüzüne kapattı. "Çok çaresizdim. Hâlâ çaresizim ve sen bunu biliyordun. Her yolu denedim, her yolu deniyorum."
"Ne gibi?" diye sordu Koza. “Onu evden kovmak gibi mi?” Bu da ikisinin bir oyunuydu. "Şu an peşine iki adam taktın onu izlemesi için.” Az önce korktuğum o adamlar, Yankı’nın peşime taktığı adamlardı. “Çünkü buraya geldik, Harun Aktan buraya gelebilirdi. Ona ulaşabilirdik. Helin peşindeki adamlarla karşılaşırsa ne olur hiç düşündün mü?"
"Onu korumak için her yolu deniyorum." Yankı çaresizdi ama ben öylesine dağılmıştım ki konuşmanın devamında daha neler çıkacaktı bilmiyordum. Az önce korktuğum, bana zarar vereceğini düşündüğüm o iki adamı Yankı peşime takmıştı. O restoranda da onlar var mıydı?
“Onu korumak ayrı, onu kuklan yapmak ayrı, Sonuncu. Elindeki telefonda bile ses iletimi açıktı ve biz onların bütün konuşmalarını dinledik. Bu, ondan önce Helin’in geçmişine saygısızlık. Hiç kendine dönüp sordun mu, amacın sadece onu korumak mı yoksa duyduğun güvensizlik mi?”
Elim cebimdeki telefona gittiğinde acıyla yutkundum. Ne zamandan beri haberim olmadan peşimde adımlıyordu? Ne zamandan beri geçmişimi ellerimden alıyordu ve ne zamandan beri söz hakkım bile yoktu kendi hayatımla ilgili?
Beni yönetiyordu, bütün güvenime rağmen. Sadece bu yaşımı da değil, bütün yaşlarımı. Bu iyileştirmek değil, yıkmaktı. Bu korumak değil, parçalamaktı.
Gözümden yaşlar akarken ağacın arkasından çıktım ve küçük adımlarla onlara doğru yürüdüm, Yankı çaresiz bir şekilde Koza'ya o soruyu sordu. "Beni anlar mı?"
Onu daima anlayan tarafım, kırgın gözlerle bana bakıyordu. Kendimi kalbimden vurduğumda bile bahaneler üreten tarafım, şimdi duyduklarıyla yıkılmıştı.
Kendimi özgür hissettiğim yerde aslında Yankı’nın kafesinin içindeydim.
Koza hiçbir cevap vermeden bana bakmaya devam ederken Yankı da artık ne olduğunu anladı ve Koza'nın baktığı tarafa başını yavaşça çevirdi. Beni gördüğü anda vücudu kaskatı kesildi, elinde tuttuğu zarf bir anlık titredi. "Bilmiyorum," dedi Koza. "Bunu ona sor, artık her şeyi biliyor."
Koza bilerek yapmıştı. Koza yine kendisi istediği için bir tiyatro sergilemişti ve benim yıkılacağımı bile bile yapmıştı bunu ama haklıydı, en sonunda bununla yüzleşecektim.
Sessizce ağlayarak, iç çeke çeke onlara doğru yürürken nasıl hâlâ ayakta durabiliyordum bilmiyordum ama Yankı Sarca'ya güvenmenin büyük bir kumar olacağını hiç düşünmemiştim. Daha neler vardı? Kendimi onun karşısında geçmişimle yüzleşmeye hazır hissetmiyordum ve şimdi onun karşısında çırılçıplak geçmişimle durduğumu biliyordum.
Birkaç adım uzağında bekledim, düşündüğümden daha uzun süre birbirimize baktık. Dudakları aralandı bir şeyler söylemek istedi ama geri kapattı. Elini kaldırıp beni tutmak istediğinde kendimi ondan uzaklaştırdım ve sakince uzanıp fotoğraf karesini elinden aldım. Çevirdiğimde küçüklüğümdeki yüzümle karşılaştım, silik görüntüdeki bendim ve o kız çocuğu gülümsüyordu. Alnında bir yara izi vardı, o yara izi Harun Aktan’dan kaçarken yere düştüğümde olmuştu. Derin değildi, şimdi silik bir izi vardı. O yaşımda öyle bir acı hissetmiştim ki bir daha hiçbir acı o acının yanına yaklaşamaz sanmıştım.
Şimdi aynı acıya sahiptim fakat bu defa kalbimdeydi.
"Bak," dedim fotoğrafı havaya kaldırarak. "Ben." Sakin bir şekilde diğer elindeki zarfı aldım. "Bak," dedim bir kez daha. "Bu da geçmişimi mahveden adamın bana gönderdiği mektup." Gözlerimin içine bakarken acıyla yutkundum. Her baktığımda bana güveni hissettiren o gözleri şimdi öylesine yabancı geliyordu ki alnımdaki yara izi sanki açıldı ve daha fazla acıdı. Sanki yeniden yere düştüm.
Fotoğrafı sakince parçaladığımda gözleri hâlâ gözlerimdeydi. Küçük Helin’in son izleri yerlere döküldü ve karların içinde kaybolmaya başladı. Rüyamdaki gibi sanki o Helin öldü, karların altında gömülecekti, çamur olacaktı ardından yüzü tanınmayacaktı.
Her şey kâbusumdaki gibiydi. Koza vardı, ben vardım, Yankı vardı; çocukluğum karların içine gömülüyordu. "Bak," dedim Yankı'yı göstererek. "Sen. Yankı Sarca. Güvendiğim o adam."
Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildiğimde bir adım geride duran Koza olanları izliyordu. Keyif alıyor muydu bilmiyordum ama bunun olmasını istediğini biliyordum.
"Helin," dedi Yankı. "Ben," omuzları düştü, nefesi hızlandı, "yapacak hiçbir şeyim yoktu. Bunu yapmak zorundaydım." Ellerini iki yana açtı. "Başka çarem yoktu, gerçekten yoktu." Uzanıp gözyaşlarımı silmek istedi fakat biraz daha geriye çekildim. Her zaman gözyaşlarımı silecekti, o silecekti ve ben ona izin verecektim.
Bu onu mahvetti ve benim gerçeklere daha fazla kucak açmama neden oldu.
Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. "Ben sana güvendim," dedim. "Ben sana her şeye rağmen güvendim, en çok sana güvendim." Mektubu havaya kaldırdım. "Asıl tuhaf olan ne biliyor musun? Bunların dışında da bir şeyler saklıyorsun benden, biliyorum ama en çok yaralayan ne oldu biliyor musun? Geçmişimi ben sana anlatabilirdim ama sen bu adamdan dinlemek istedin. Sadece bekleyebilirdin, hazır olduğumda bunu yapabilirdim." Başımla arka tarafımı gösterdim. "Ne zamandan beri adamlar beni takip ediyor? Evden kovulmamın asıl nedeni neydi? Koza'yı kullanmanın nedeni?" Gülümsedim. "Seni asıl korkutan neydi? Sadık Orhan’la konuşmalarımız hakkında ne düşünüyorsun?" Başını iki yana salladığında ne düşündüğünü bile bilmek istemiyordum. “Yankı, ne zamandan beri benim iplerim senin elinde ve beni oynatıyorsun?”
"Helin," dedi, uzanıp ellerimi tuttu fakat elektrik çarpmış gibi ondan kaçtım. "Beni anlamaya çalış," dedi. "Şu an mantıklı düşünemiyorsun, aklın karışık. Bak beni dinle sadece bir kez dinle."
Kulaklarım uğulduyordu ve nefesim kesiliyordu. “Beni hiçbir zaman bir silah gibi kullanmayacağını söylemiştin,” dedim başımı sallayarak. “Keşke beni bir silah gibi kullansaydın Yankı, bir kukla gibi değil.”
Bana yaklaştı fakat ben ondan kaçtım ve adımlarım hangi noktaya gidiyorsa o noktaya ilerledim. Kolumu kavradı, elini savurdum. Yüzüme dokunmak istedi, sertçe onu omuzlarından itekledim. “Dokunma bana!” Sesim, kar sessizliğinin ortasında çınladı ve uğultu yaptı. “Ben kendimi tam kalbimden vurduğumda bile sana güvenmek için nedenler yarattım!” Gözlerimden yaşlar akarken utancı da hissetmeye başlamıştım. “Neyi bilmek istiyordun? Ne öğrendin? O adamın bana neler yaptığını okumak içini rahatlattı mı? Geçti mi? Geçti mi Yankı!” Avazım çıktığı kadar bağırırken ellerini havaya kaldırdı ve titrediğini gördüm.
Geriye dönüp yürümeye devam ettim ve sokak lambasının ışığı tam tepemizden vururken, eli elimi kavradı ve geri döndürmek istedi. Teni buz gibiydi.
“Ben bir daha,” dedi başını iki yana sallayarak. “Bir daha bunu yaşamak istemiyorum.” Sesi titriyordu. Koza’nın onun arkasında olması, onu bu şekilde görmesi umurunda bile değildi. “Bu şekilde değil.”
İlk başta ne demek istediğini anlamakta zorlandım fakat daha sonrasında gözleri, sokak lambasına kaydığında o anılarının içinde onu ve kendimi gördüm. Benim hayalimde ikimiz vardık, onun hayalinde tek başınaydı. Bir çocuktu, o sokak lambasının altına terk edilmişti. Bunu iyileştirmiştim fakat yine bir sokak lambasının altındaydık.
"Her zaman bizi kurtaracak başka bir yol mıdır?" diye sordum defalarca sorduğum o soruyu yineleyerek.
"Var,” dedi ve gözlerinin dolduğunu gördüm, belki de yanılsamaydı ya da ben onu böyle görüyordum. “Benim senin için her zaman bir çarem, bir yolum var." Çaresizliği sesinde duydum, çaresizliği gözlerinde gördüm. "Bana güven, her zaman başka bir yol var."
Defalarca onun beni terk edeceği anı düşünmüştüm. Her seferinde kalbimde bir katran kaynayıp durmuştu, ihtimallerden kaçarken bile ölmeyi dilemiştim fakat şimdi, o noktada olan bendim.
Ona güvenmiştim, o kendine güvenmediği zamanlarda bile.
Onu sevmiştim, o bana sevgisini göstermediği zamanlarda bile.
Ona âşık olmuştum ve ona bunu söylemiştim, o bunu söylemezken bile.
Ben aslında bütün yollarımı onunla inşa etmiş, en çok onun anlattığı masallara inanmıştım.
Bu bir masaldı, ben o masalın ne kötü cadısıydım ne de prensesi. Ben bu masalın hiçbir şeyiydim.
"Artık buna inanmıyorum," diye yanıt verdim çenemi havaya kaldırarak. "Çünkü geçmişime giden bütün yollar kapalı, kurtuluşum imkânsız." İşaret parmağımla onu gösterdim. "Mutlu olabilirsin, sen bana güvenmiyordun artık ben de sana güvenmiyorum ve bizi kurtaracak yollara inancım bitti. Sen bitirdin, o güvenle beraber."
Geriye doğru bir adım daha attığımda bana yaklaştı ama arkamı dönüp yürümeye başladım. Otele değil, başka bir yola. Neresi olursa ama oraya dönmeyecektim.
Sarı sokak lambasının ışığı bize çarpıyordu. Yağmur yağıyordu, Yankı beni öpmüştü ve ben ona güveniyordum, bizi kurtarmak istemiştim.
"Helin," dedi peşimden gelirken. Başka bir sokak lambasının altında beni durdurduğunda kolumu tutup çevirdi. "Beni bir kez dinle, sadece bir kez," dedi. Eli kolumdan elime doğru uzandı bir kez daha, turkuaz gözleri yalvarır gibi baktı bana. "Beni anlayacaksın, her şeyi anlayacaksın."
Kendi hikâyemin son cümlesi.
Helin Aktan, Yankı Sarca'yı sevdi, Yankı Sarca tarafından sevildi ve onu her şeyi olarak bildi.
Ama Helin Aktan Yankı Sarca'ya bir daha güvenemedi.
Bu olacaktı. Biliyordum. Gerçek buydu.
Masalın son cümlesini ise hiçbir zaman bilemeyecektim. “Sen benim ayaklarıma kapanmadan hemen önce sana geleceğinle ilgili bulunduğum temennileri hatırlıyor musun Yankı?” diye sordum acıyla. Sanki daha fazla mahvolabilirmiş gibi büyük bir acıyla bana bakmaya devam etti. “Hepsinin hâlâ arkasındayım. Mutlu ol Yankı, hayatına çok seveceğin ve güvendiğin birisi girsin.” Acı boğazımı yakıyordu.
“Senden başkası umurumda değil,” dedi ve bir damla yaş aktığını gördüm yanağından. Elimi tutup yüzüne kaldırdı ve sert bir tokadı zorla yüzüne vurdu. “Acısını çıkar benden, bağır çağır, her şeyi yap ama bana bunu yeniden yaşatma.”
Elimi ondan çektiğimde yeniden tutmak istedi ama ondan kaçtım. “Bensiz mutlu ol Yankı,” dedim yeniden. “Ama o temennilerime eklediğim başka bir şey daha var.” Ellerimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. “Hayatın boyunca hiç unutma benim üzerimde bıraktığın bu güven kırıklığını ve bir daha kimseye karşı da yapma bunu. Neden biliyor musun? Çünkü kimse sana benim kadar güvenmeyecek.” Yutkunduğumda kendimde hiç görmediğim o güç, şimdi benimle beraberdi çünkü ilk defa kalbim, avcumun içinde paramparçaydı.
Bitmişti. Bitmiştik.
Bir anda yeniden dizlerinin üzerine çöküp, “Bir kez daha yaparım bunu,” dedi nefesini vererek. “Bin kez daha dizlerimin üzerine çökerim. Bana bunu yeniden yaşatma. Ben iyileştim, Helin. İyileştirdim bütün terk edilişleri. Seninle iyileştirdim. Şimdi sen gidersen benim için her şey eskisi gibi olacak.” Eli ellerimi buldu bir kez daha. “Gidecek misin?” diye sordu çocuk gibi. “Gün doğsun, Helin. Bırak gün doğsun. Ben o çocuk gibi hissetmek istemiyorum yeniden.” Gözlerim sokak lambasına kaydı ve acıyla nefesimi verdiğimde ellerimi tutan elleri titriyordu. “O zaman da karlar yağıyordu böyle. Aynıydı, her şey aynıydı.”
Belki de her kaybetmekten korktuğunda buz gibi olmasının nedeni buydu çünkü soğuk bir gün, ailesi tarafından bir sokak lambasının altında terk edilmişti.
Sarı sokak lambasının ışığı bize çarpıyordu. Karlar yağıyordu, Yankı tam karşımda duruyordu, güven bitmişti, ikimiz de artık kurtulamazdık.
O sokak lambasının altında ben onun yanına gitmiştim, şimdi ondan gidiyordum.
Bütün yaşanılanlar, bütün yaşatılanlar, bütün acılar, bütün gerçekler ve bütün olması gerekenler. Biz buyduk. Yankı ve Sadece Helin olabilir diye düşünmüştüm, Yankı Sarca ve Helin Aktan ise olamazdı.
Biz ikimiz de imkânsızdık.
Ellerini bıraktım, geriye doğru bir adım attım.
Gün doğmak üzereydi ama sokak lambaları sönmemişti.
Geriye doğru bir adım daha attım ve ikimiz de o an fark ettik, bu sondu.
Bu bir vedaydı.
Bu gerçek bir vedaydı.
Ona umut olduğunu her gece hatırlatacağımı söylediğim günün ertesi gecesi, onu bir sokak lambasının altında bütün umutsuzluğuyla bırakıp gittim.
Unutulmayacak günlere bir yenisi daha eklenmişti o da benim Yankı’yı bir sokak lambasının altında terk edip gittiğim 11 ocak gecesiydi. 2 kasım tarihi bu şekilde silindi ve yerine kötü bir anı yerleşti.
Bizim güzel tarihimiz yok oldu.
Sokak lambaları ise bize yine şahitti.
Paragraf Yorumları