logo

17. NEFRET KORKUSU

Views 344 Comments 5

Beni kötü bir insan olmaya sürükleyen gerçekleri düşündüm. Kötülüğümle yüzleşmiş o insanların gözleri tam karşımda sanki bana baktılar. Hepsinin bakışları birbirine benziyordu, hepsinin dikenleri, bir diğerinden sonra daha fazla acıtıyordu. Keskindi, acılıydı, mahvederdi ama dimdik durmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştim.

Unutamadığım bir anı vardı. On yedi yaşımdı, on sekizinci yaş günüme bir gün kalmıştı. Okuduğum lisedeki kimse beni sevmezdi, yanlarından geçerken sustukları ama arkasından söylemedikleri laf kalmayan o kız bendim. Ne olursa olsun, onların yanından geçmeye devam eden ve çenesini dik tutan Helin'in şu an olsa yüzüne büyük bir tokat indirirdim çünkü insanlara inanmayı hiçbir zaman bırakmamıştı.

Doğum günlerinden nefret ediyordum. Doğum günlerinden dört yaşım nefret ediyordu, beş yaşım, altıncı yaşım, yedinci yaşım. Doğum günlerinden geçmiş olan ve gelecek olan bütün yaşlarım nefret ediyordu ve edecekti de çünkü masumiyet, doğum günlerinin gecesinde yok olmuştu.

O on sekizinci yaşımda, on sekiz kere tekrar tekrar kendimden nefret ettim, on sekizinci yaşımda insanlara kötülük yapmadan önce kendime en büyük kötülüğü yaptım ve her şey daha farklı olsun diye bir adım atmak istedim çünkü insanlara inanan bir tarafım vardı ve hayallerinde mutlu olacağına inanan bir tarafım.

On yedi yaşımın son günü, okulda tanıdığım herkese bir mesaj attım ve sonraki gün on sekizinci yaşımı kutlayacağımı, herkesin davetli olacağını söyledim. Fazla işlek olmayan ama cebimdeki bütün parayı verebileceğim bir kafeyi kapattırdım, on sekiz yaşıma uygun bir elbise giydim ve kendime kocaman bir pasta aldım. Özellikle lanetimi silmek için doğum günü pastama beş tane mum diktim, laneti silmek için yepyeni bir insan olmak istedim.

İyi bir insan, on sekiz yaşında bir kız olmak istedim.

İnsanlar da bana şans verirler sandım.

İnsanlar bana o şansı vermediler.

Trajikomik bir şekilde doğum günüme kimse gelmedi ve dalga geçmek için bir çelenk gönderdiler; çelengin üzerinde 'İyi ki doğdun!' yazıyordu ve bir mezarlığa gönderilecek türdendi. Bana olan nefretlerini bu şekilde kusarlarken hiçbirisi bende bırakacağı izi düşünmemişti, doğum günlerimin bende bıraktığı izleri de.

Doğum günümü unutmayan tek bir kişi vardı, o da dayımdı. Unutmamı istemiyordu, unutmayı istemiyordu. Kafedeki masanın karşısındaki televizyonda küçüklük fotoğraflarım dönmeye başlamıştı, dayımla olan fotoğraflarım art arda sıralanıyordu. Sonunda doğum günün kutlu olsun, yazıyordu. Vazgeçmemiş, her zaman kurduğu o meşhur cümlesini de kurmuştu: Her doğum gününde beni hatırlamayı unutma.

Sonrası alabileceğim kadar karanlık, alabileceğim kadar dağınık, alabileceğim kadar yaralayıcıydı.

Bir daha doğum günlerim için asla adım atmamaya yemin ettim, çevremdeki hiç kimseye gününü söylemedim, hiçbir doğum gününe bile katılmadım.

O günden sonra bütün kötülüklerime rağmen, insanların iyi biri olabileceğine dair inançlarımı da yok ettim. O günden sonra değişmeyi reddettim.

Yok etmiştim. Reddetmiştim.
Sokak Nöbetçileri'yle tanışana kadar.

Şu an. Caner elimde tuttuğum günlüğe bakarken duyduğu isimden dolayı kaşları çatılmıştı. Beklemiyordu, bunu görebiliyordum ama bir yandan da sorgulamak için can atıyordu. "Lâl Sarca mı?" diye sordu afallayarak. "Neden o?"

Eve geldikten sonra Işık beni direkt olarak Lâl'in odasına götürmüştü ve artık orada yatacağımı söylemişti yani Lâl ile aynı odayı paylaşacaktım. Eve ilk geldiğimde buna karşı çıkan Lâl, kapının eşiğinden beni izlerken o an başını sallamış, beni kabul etmişti. Kırmızı ışıkların olduğu odasının kapısını ise sıkıca kilitlediğini duymuştum, sanki girmek istesem bile engellemek için bunu yapmıştı.

Uyumak istediğimi söylesem de Işık ve Lâl beni yalnız bırakmak istemiyormuş gibi yanımda kalmışlardı. Konuşmamıştık, sessizliği paylaşmıştık ama onlarla sessizliği paylaşmak bile beni sakinleştirmişti.

Yankı Sarca yanıma bile uğramamıştı, eve bile bizimle beraber gelmemişti. Bartu ve Mutlu evin nerelerindeydi bilmiyordum ama Yankı'nın adım sesini bile duymamıştım.

Bir süreden sonra uyumuştum ve tekrardan gözlerimi açtığımda Lâl'in odasında tektim, geceydi. O an, kararlarımı sorgulayacağım, yollarımı görebileceğim, adımlarımı ilerletebileceğim anlardan biriydi. Hayır, düşünmeden hareket etmemiştim, hayır, bir anlık öfkeyle yapmamıştım aksine detaylıca düşünmüş, sakin bir şekilde ne yapacağıma karar vermiştim.

Sonrası Caner'in karşısında dikilmekti.

"En rahat onun günlüğüne ulaşabildim," dediğimde sesimin kısıklığı boğazımı acıtıyordu ve bir bardak suya ihtiyacım olabileceğini hissediyordum. "Odasındaydı, dolabının içindeydi ve ben onunla beraber kalıyorum. Fırsatını yakalayınca sana getirdim."

Caner'in kaşları havaya daha fazla kalktığında, “Sana güvenip odasına aldığı anda onu sırtından bıçakladın yani?" diye sordu. Bunu bilerek yapıyordu, tepkilerimi ölçmek istiyordu. Hızlıca başımı salladığımda uzanıp günlüğü elimden aldı ve dışını inceledi. "En yakın olduğun başlarındaki çirkin olan değil miydi? Onun günlüğünü neden getirmedin?"

Yankı'nın günlüğü. Düşüncesi kalbimin sanki Yankı'nın yerine kırılmasına neden oldu. Bakışlarımı Caner'den ayırdığımda havanın soğukluğunu anlayamayacak kadar bedenim hissizleşmişti. "O günlüğünü öylece ortalarda bırakacak kadar aptal değil." Caner'in yüzüne bakmak istemiyordum. "Ayrıca Lâl dediğim gibi göz bebekleri, en önemli sırların bu günlüğün içinde olduğuna eminim."

Caner, günlüğü şöyle bir elinde döndürdükten sonra, “Sen içini açıp baktın mı?" diye sordu bana.

"Asla," diye karşılık verdiğimde bakışlarım tekrardan ona döndü. "Birinin günlüğünü izinsiz açıp okumam."

Caner, gülmeye başladığında eli, yüzüme kaydı ve yanağıma dokunduğunda irkildim fakat geri çekilmedim. "Başkasının günlüğünü izinsiz açıp okumuyorsun ama o günlüğü düşmanın eline veriyorsun öyle mi?" Kafasını iki yana salladı. "Sen delirmediğine emin misin?"

Parmakları yanağımda daha fazla gezindi, çeneme ilerlerken kendimi tamamen ihanete batmış gibi hissediyordum. Hem Sokak Nöbetçileri'ne karşı, hem kendime karşı hem de hayata karşı. Tamamen ihanetten ibarettim. "Çene çalmayı bırakıp günlüğü fotokopi çektirecek bir yer mi bulsan?" diye sorduğumda sesim sakindi ama cümlem baskındı. "Eğer biraz daha vakit kaybedersek dikkat çekeceğim ve geri dönecek bir evim kalmayacak."

"Evin mi?" Caner, günlüğü havaya kaldırdığında yanağımdaki eli çeneme tutundu ve iyileşmeyen yaralarıma bastırarak yüzümü yüzüne yaklaştırdı. "Senin yerin şu ahşap ev değil, Helin. Farkında mısın bilmiyorum ama o çocukların sırtına ilk bıçağı sapladın sen, ilk kanı akıttın ve bunun geri dönüşü yok. Sen ilk ihanetini ettin."

Onların sırtına acıyı saplamıştım ama ellerimde kan yoktu; kanayan sadece inancımdı. Caner söylediklerinde haklıydı. Ben ihanetin ilk lekesini akıttığımı düşünüyordum ama yanılmıştım. Leke geçerdi, bu ihanetin ilk iziydi.

Bu iz Sokak Nöbetçileri'nin sırtındaydı ve bir bıçak darbesi değil, bir inancın darbesiydi.

"Farkındayım," diye mırıldandığımda sesim titredi ama gözlerim dolmadı çünkü artık dolamazdı, tükenmişti. "Bunu istedim zaten Caner. İlk adım en zor olan değil midir? Bundan sonrası daha kolay olacak çünkü bir kere tamamen battım ben, bir kere onlara ihanet ettim. Daha fazla batamam ama daha fazla ihanet edebilirim, anahtarlar ellerimde."

"Bu yüzden üzgünsün," dediğinde eli çenemden uzaklaştı. "Sana kızmıyorum çünkü vicdansız birisi değilsin."

Konunun vicdanla hiçbir ilgisi yoktu. Gözümü kırpmadan şu an Caner'e ihanet ederdim ve vicdanım bir kere bile sızlamazdı çünkü böyle duygular benim için basitti ama onu aksine inandırmaya çalışmayacaktım. Başımı olumlu anlamda salladığımda gülümsedi, gülümsemesine karşılık verdim.

Sokak Nöbetçileri’nin yanına ajan olarak gönderilen Helin Aktan.

Gerçeğimle buradaydım. Ben bu kadındım.

Birkaç dakika sonrasını düşünmüyordum, birkaç saat sonrasını da. Yarını da hatta günler sonrasını da. Ne hâle geleceğimi de. Tek düşündüğüm Yankı'nın gözlerine tekrardan nasıl bakabileceğimdi. Anlar mıydı? O Yankı Sarca'ydı, her şeyi anlıyordu ama şimdi anlar mıydı?

Anlarsa ne yapardım?

Ona ihanet edebilirdim ama onun gözlerinin içine bakarak ihanet ettiğimi asla söyleyemezdim çünkü buna asla cesaretim yoktu.

Caner, günlüğün ilk sayfasını açtığında bakışlarımı hızlıca kaçırdım ve Lâl'in özeline saygı göstermek istedim fakat hemen sonra birkaç sayfa sesi daha duyduğumda kaşlarımı çattım. Ardından sayfalar hızla çevrildi ve Caner'in öfkeli nefesiyle bakışlarım ona döndü. "Ne bu?" dedi kızgınlıkla ve günlüğü yüzüme doğru attığında sert defter boğazıma doğru çarptı. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

"Ne?" dediğimde bir elim boğazımı tuttu, diğer elim yere düşen günlüğe uzandı. "Onun günlüğü değil miymiş?"

Caner'in öfkeli nefesleri devam ederken bir anda beni sertçe arkamdaki duvara yasladı ve dişlerini sıkarak, “Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?" diye sordu tekrardan. "Bu günlüğün sadece yedi sayfası dolu ve hepsi seneler öncesinin tarihleri. Sikerim seneler öncesini, bize ne suskun şeytanın çocukluğundan lan?"

Kendimi ondan kurtarmaya çalışırken, omuzlarımdan daha fazla bastırdı. "Bilmiyordum," dedim dürüstçe. "Ne bulduysam onu getirdim, içine açıp bakmadım."

Caner'in yüzünün renginin değiştiğini, tepeden vuran sokak lambasından anladım. Daha fazla öfkelenirken, burnundan aldığı nefesler yüzüme doğru çarpıyordu. "Doğru söyle," dedi dişlerinin arasından. "Onlarla birlik mi oldun?"

Kafamı hızlıca iki yana salladım ve bu sefer gerçekten kollarından kurtulmak için onu sertçe itekledim. Geriye doğru sendelediğinde elimdeki günlüğü havaya kaldırıp, “Bu günlüğü buldum ve getirdim," diye bağırdım kısılan sesimle. "Ne birliğinden bahsediyorsun? Onlara kim olduğumu söylediğim an bırak birlik olmayı, kapının dışına atarlar!"

Caner, ellerini saçlarına geçirdiğinde, “Sana inanmak istiyorum ama inanamıyorum Helin," diye hırladı. "Ve bugün ekip senden bir şeyler bekliyordu. Bunu onlara götürüp ne yapacağım? 'Alın çocuk kitabı, içinde dilsiz bir kızın dramı da vardır' demeli miyim?"

Ben de ellerimi saçlarıma geçirdim. "Onlara git ve en azından çaba gösterdiğimi söyle o zaman, ikna et! İhanet etmek için, kötü biri olmak için, onların istediklerini yapmak için çaba gösterdiğimi anlat!" Ahşap eve doğru döndüğümde gün birkaç saat içerisinde aydınlanacaktı. "Ayrıca bana hiçbir zaman günlükleri için şu şu tarihler arasında olmalı demediniz, nereden bilebilirdim?"

Caner, kolumu tutup sertçe kendine çevirdiğinde canımı yakıyordu. "Bizim önümüze günlükleri atan sendin. Ekibi ikna etmemi mi istiyorsun? Elimize daha gerçek bir şeyler getir o zaman ve bu sefer yanılma."

"Kolumu bırak," dediğimde dişlerimi sıkıyordum. "Canın istediği zaman bana zarar veremezsin."

"Ve," dedi söylediğimi duymazdan gelerek. "İşe kolaylıkla kıyabildiklerinden değil, kıyamadıklarından başla. Mesela başlarındaki sokak çocuğu. Sen yapmazsan, o sana çok fena kıyacak."

Kolumu ondan kurtarırken geriye doğru bir adım attım. "Yankı öyle birisi değil."

"Yankı öyle birisi değil mi?" dedi söylediğimi tekrar ederek. "Ya söylediğin kadar çok akıllı seni böyle kandırdı ya da sen aptal gibi ondan etkilendiğin için kör oldun. O aralarındaki en kötüsü ve sana seni üzecek bir haber vereyim mi? Onun için bu hayatta önemli olan dört kişi var, gerisi sadece bir oyuncak."

"Bunları nereden çıkarıyorsun?" dediğimde onu dinlemek istemediğimi hissediyordum. Hayır, Yankı Caner'in anlattığı gibi biri değildi ve olamazdı da. "Ayrıca kimseden etkilendiğim yok benim, bunu söylemekten vazgeç."

"Dinlemek istemiyorsun," dedi ve üzerime doğru yürüdüğünde geriye doğru bir adım daha attım. "Yankı'nın neden sokağa düştüğünü biliyor musun? Patron’un neden Yankı’nın elinde olduğunu? İnsanların hayatlarını çok kolay bir şekilde çalabildiğini? İnsanları yok edebildiğini? Yüz üstü bıraktığını?"

"Bilmiyorum ve öğrenmek de istemiyorum," diyerek elimi kaldırdım daha fazlasına dayanamayarak. "Ekip bana daima yalanlar sıraladı, yine sıralayacaksınız, biliyorum."

"Sen onun için hiçbir zaman önemli değilsin." Caner, öyle inandırıcı konuşuyordu ki sanki gerçekten bildikleri vardı. "Ve olmayacaksın da. Sen onun bir deneme tahtasısın, Helin. Bir oyuncaksın. Söylesene, zamanla kafanın içine girdi değil mi? Seni o yönetmeye başladı, değil mi? Emin ol, senin kim olduğunu bile bilmiyor. Senin bilmediklerini bile."

Kafamı iki yana salladım ve ahşap eve doğru yürümeye başladığımda peşimden geldi. "Onun için önemli olduğumu iddia etmiyorum," dediğimde kalbimi kıran duygu, nefesimi de kesmeye başlamıştı. "Ama o düşündüğün gibi kötü birisi değil. Bunları nereden duyduysan saçmalık, söylesene gerçek adını öğrenebildin mi?"

"Hayır," diye yanıt verdiğinde alayla ona baktım ve yürümeye devam ettim. "Buna hiçbir şekilde ulaşamıyoruz."

"O zaman?" Adımlarım bıçak gibi kesildi ve ahşap evin tam karşısında durduğumuzda yakalanma ihtimalini bile görmezden gelecek kadar öfkeli hissediyordum. "Gerçek adını bile bilmiyorken bu kadarını nereden bileceksiniz?"

Caner, gözlerini kısa bir süre kapattıktan sonra, “Önder'den," diye yanıt verdi ve başımdan aşağıya kaynar suların değil, katranın döküldüğünü hissettim. “Ve Patron…”

"Önder mi?" dedim şaşkınlıkla. "O ihanet mi ediyor?"

"Bilmediğin çok şey var. Patron, Önder ve Yankı." Verdiği kısa yanıt, ona daha fazla sorgulayarak bakmama neden olsa da açıklamayacağını anladım. "Ona karşı mantığını kaybetme, Helin. Ondan kendini koru ve sadece mat etmek için yollar ara. Ekibi Yankı'nın gerçek adını öğreneceğini söyleyerek ikna edeceğim. Onun adını öğren." Kaşları çatıldı. "Bize Koza'nın yerini bul." Koza, dedi. Patron demedi. Neler oluyordu? “Eğer bunu yapmazsan aralarından birisi zarar görecek, senin yüzünden olacak. Bu son uyarım.”

Kafam öylesine çok karışmıştı ki sessizce yüzüne bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Ya anlamadığım bir şeyler vardı ya da Caner, bana gerekeni anlatamıyordu. Önder, onlara karşı bir ihanet içerisinde miydi? O kötü birisi olabilirdi, her kötülüğü yapabilecek birisi bile olabilirdi ama onlara ihanet etmezdi, buna nedense inanamıyordum.

Caner, arkasını dönüp arabasına doğru giderken, sırtına bakmaya devam ettim. Geri döneceğim bir ev vardı ve yüzleşeceğim kendi suretim. Verdiğim günlük hiçbir sonucun oluşmasına neden olmamıştı ama kendimi hâlâ ihanet etmiş hissediyordum çünkü bunu yapmıştım. Utanmadan, içten içe günlükten hiçbir sonuç alınmamasının mutluluğunu yaşayacak kadar da iki yüzlüydüm.

İnanmıyordum. Yankı kötü birisi değildi, hiçbir Sokak Nöbetçisi kötü değildi.
Hikâyenin kötü olan karakteri bendim.

Aralık bıraktığım ahşap evin kapısından içeriye girdiğimde tekrardan kapatırken oldukça sessiz davrandım ve parmaklarımın ucunda dikkatli bir şekilde ilerleyerek merdivenlere doğru yürümeye başladım.

Elimde tuttuğum günlük, parmaklarıma ağır gelirken onu tekrardan Lâl'in dolabına bırakmak istiyor, bugünü unutmayı diliyordum fakat tam o anda kalbimi bile durduracak, sımsıcak bir demir yutmuşum gibi hissettirecek an yaşandı. Aşağı kattaki odada, koltukta tek başına oturmuş Lâl ile karşılaştığımda onun gözleri, elimde tuttuğum günlüğündeydi. Arkasındaki pencerenin perdesi ise aralıklıydı, olan her şeyi izlemişti.

Adımlarım durdu, onun karşısında bacaklarımın bile kesildiğini hissettim. İhanet miydi, inanç mıydı, korku muydu, bilmiyordum ama bacaklarımdaki güç bile uzaklaşır gibi oldu. Yüzüme bakmıyordu, gözleri gözlerime tırmanmıyordu ama o yüzüme bakarsa parçalanabileceğimi hissettim çünkü ilk defa Lâl, Lâl gibi değildi. O an, onu hep güçlü gördüğümü anladım.

Birkaç dakika sonra odadan içeriye girdiğimde oturduğu koltukta iki büklüm olduğunu şahit oldum. Ufalması gereken benken, o nasıl olmuştu da ufalmıştı? O benim yerime nasıl olurdu da utanıyordu?

Gözleri, elimde tuttuğum günlüğünden gözlerime doğru kaydığında ve ben bakışlarıyla yüzleştiğimde o kızı gördüm. On sekiz yaşında, doğum günü pastasının karşısında oturmuş, kendimi gördüm. Bana öfkeyle bakmadı, nefretle bakmadı, kinle bakmadı; bana hayal kırıklığıyla baktı.

Bana bu yaşıma kadar yaptıklarımdan sonra ilk defa nefretle bakmayan tek kişi Lâl'di ve keşke nefretle baksaydı çünkü gücümü bile sömürebileceği kadar büyük bir hayal kırıklığıydı.

Bana güvenmiş miydi?
Bana hiçbir zaman güvenmediğini düşünmüştüm.

"Lâl," dedim fısıldayarak. Başka ne diyebileceğimi bilemedim ve bir aptal gibi onun cevap vermesini bekledim ama o gözlerimin içine bakarak bir süre onu anlamamı bekledi. Elimde tuttuğum günlük titredi, yer titredi, dünya titredi; ben titredim ama o ayağa kalktığında karşımda dimdik dikildi.

Onun dilinden anlamadığımı bildiği için elinde tuttuğu kâğıt parçasını bana doğru uzattı ve alıp okumamı bekledi. Onun elleri titremiyordu ama belki konuşsa sesi titrerdi çünkü gözlerindeki duygular beni mahvediyordu.

Elinden kâğıdı aldığımda bakışlarım düzgün el yazısına kaydı ve ilk cümlesi, tekrardan bakışlarımı ona çevirmeme neden oldu.

İlk seçtiğin kurban neden benim? Konuşamadığım için beni hiç mi anlamadın?

"Lâl," dedim tekrardan ve başımı iki yana salladım. Neyi savunacaktım? Bartu'nun canını sadece sana bir şey olması yakabilir mi, diyecektim. Bunu yapamazdım. Battığım yerden tekrardan kendimi daha fazla öldüremezdim.

Yankı birgün bunun olabileceğini, bize bunu yapabileceğini düşünüp hepimizin günlüklerini değiştirdi, ulaşabileceğin günlüklerde yazanlar bizim sana okutmak istediklerimizdi.

Yankı bana hiçbir zaman güvenmemişti, inanamamıştı. Onun için önemli dört kişi vardı, o dört kişiyi koruyabilecek en güvenli yolu ve belki de yolları bulmuştu. Ben onun için kardeşlerine zarar verecek o tehlikeydim, ihanettim ve beklediği son aslında gerçekleşmişti ama Yankı değil, Lâl ile yüzleşiyordum.

Biliyor musun? Bunu yapabileceğine hiçbir zaman inanmadım ama ben biraz aptalımdır. İnsanların her zaman iyiliği seçeceğini düşünürüm. Hep de haksız çıkarım.

Sonraki cümleyi defalarca okurken ve defalarca tekrar ederken yüzüne artık bakamıyordum; gözlerimi kâğıttan ayıramıyordum. Ben ondan önce kendimle yüzleşemiyordum.

Ben diğerlerinin aksine sana güvendim çünkü çocukluğun yaralıydı.

Beni neden pişman ettin?

Hissettiğim acı değildi daha başka bir duyguydu; acıdan daha ağırdı. O duyguyla ilk defa yüzleştim, yüzleştiğimde dizlerimin üzerine çökmemem için beni ayakta tutan tek direnç utancımdı.

Birisi bana güvenmişti, hayatım boyunca birisi bana güvenmişti, benim bundan haberim yoktu ve o güven duygusunu parçalamıştım. Birisi, ilk defa iyi biri olabileceğime inanmıştı. "Neden?" döküldü sadece dudaklarımdan. Yaşlarımın tükendiğini hissediyordum ama gözlerim dolduğunda başımı hâlâ yerden kaldıramıyordum. "Bana neden güvendin?"

Önüme Yankı'nın yazmam için bana verdiği günlüğü uzattığında ilk sayfasını açtı ve çocukluğumu yazdığım kısmı gösterdi. Bakışlarım ağır ağır yüzüne kaydığında çenesini aşağıya indirdi ve ben Lâl ile konuşmadan gözlerimizle bile anlaşabileceğimizi o an anladım.

Günlüğümü okumuştu, çocukluğumu Yankı'dan bile önce öğrenmiş olmalıydı. O an düşündüğümde aslında her şey rayına oturmaya başlamıştı. En başlarda bana bir düşmanmış gibi yaklaşan Lâl, bir anda iyi davranmaya başlamış, benim tarafımda durmuş, gerektiği zaman beni bile Bartu'ya savunmaya başlamıştı.

"Günlüğümü okudun," diye fısıldadığımda başını salladı ve gözlerindeki hayal kırıklığının yanına 'Neden?' sorusu yerleşti. Günlüğümü okumuş olması, ona karşı öfkelendirmedi ama benim yazdıklarımın onun üzerindeki etkisi, güven duygusunu bile oluşturması kendi canımı yaktı.

Acı çekmiştim, Lâl acı çekmişti; o bana güvenmemişti, acısı bana güvenmişti.

Başımı yine önüme eğdiğimde, “Yapmam gerekiyordu," dedim zorlukla. "Bana seni neden seçtiğimi sorma." Gözlerimi sıkıca yumduğumda birinin beni tutmasına ihtiyacım vardı ama kendimi artık kendimden başka hiç kimse tutamazdı çünkü yolun sonuna gelmiştim. "Ben kötü birisiyim, Lâl," omzumu indirip kaldırdım, "güvenilemeyecek birisiyim. O günlükte yazan Helin değil, gerçek Helin bu."

Cümleleri kuran ben değilmişim gibiydi. Sanki başka birisi konuşuyordu. Başkası benim cümlelerimi dile getiriyordu da ben de dışarıdan kendimi izliyordum, kendi halime acıyordum.

Lâl karşımda öyle asil duruyordu ki ona imrendim; onun iyiliğine imrendim. Başımı önünde yere eğerken, onun daima kendisini dik tutan omurgasını kıskandım.

"Yankı'ya söyleyeceksin." Kelimeler dudaklarımdan çıkarken, gözümden bir damla yaş düştü. Kapalı gözlerimi araladığım noktada yerde ihanetin lekesini de izini de aradım ama başka yüzlerimle karşılaşmaktan başka hiçbir şey olmadı. "Sen ona hiçbir zaman yalan söylemezsin ki. Ondan hiçbir şey saklamazsın."

Lâl'in eli çenemi tuttu ve başımı kaldırdığında göz göze gelmemizi istedi. Bir anda bildiğim işaret diliyle konuşmaya başladığında şaşırdım çünkü bunu asla yapmak istemediğini hissetmiştim.

"Hayatım boyunca ona hiç yalan söylemedim," dedi Yankı için. "Çünkü birbirimize ilk gün söz verdik. Onun en çok güvendiği kişi benim."

Gözümden başka bir yaş daha düştüğünde, “Anlamıştım," diye karşılık verdim. "Senden böyle bir şey isteyemem zaten. Sadece başka bir şey isteyebilir miyim?" Çenemi tutan elini sıkıca tuttuğumda parmaklarının buz gibi olduğunu hissettim. Geri çekilmedi, beni dinlemeye devam etti ama elimi de tutmadı. "Yolun sonuna geldim. İzin ver, şimdi gideyim ve onunla yüzleşmeyeyim. Lâl, bana öyle bir bakıyorsun ki bu çok kötü. Onun da bana böyle bakmasını istemiyorum, aklımda böyle kalmasını istemiyorum."

Lâl, elini elimden kurtardığında geriye doğru çekildi ve kaşları çatıldı. Bir şeyler söylemesini bekledim ama o bir süre yüzümü inceledi, hareketlerimi inceledi. Ardından yine o bildiğim işaret diliyle bana tek bir kelime söyledi: "Bencilsin." Sonra devam etti: “Kendinden kaçmak isteyecek kadar.”

Haklıydı. Yine kendimi düşünüyordum, yine çekeceğim acıdan kaçıyordum ve geride bırakacaklarımı umursamıyormuş gibi davranıyordum ama öyle değildi. Yankı'yı hayal kırıklığına uğratamazdım belki çünkü bana hiç güvenmemişti ama ihtimali bile beni ayakta tutan direncimin yıkılmasına neden olurdu.

"Belki de ihanetimi duyduğunda hiçbir şey hissetmez," dediğimde Lâl'in gözlerine başka bir duygu daha oturdu ama o duyguyu anlayamadım. "Bir anda kapının dışına atar, beni bir an bile önemsemez. Sadece ben yüzleşmekten korkuyorum. Dinle, ihanet edebilirim ama o ihanetle yüzleşemem, Lâl. Hiç yüzleşmedim. Yalvarırım, bırak gideyim."

Arkamı dönüp kaçabilirdim, koşabilirdim ama hem gücüm yoktu hem de Lâl izin vermeden tek bir adım dahi atmak bile istemiyordum. Gözlerine bakarken benden nefret etmesini bekledim ama hâlâ o bilindik, hep karşılaştığım duyguyla karşılaşamadım.

Dış kapının açılma sesini işittiğimizde ikimiz de kapıya doğru baktık ve ben son kez Lâl'e dönüp, “Ne olur," diye fısıldadım. Bu sefer ne için yalvardığımı bile bilmiyordum ama yalvarıyordum. "Şu an değil, yüzleşemem."

Adım sesleri, ona aitti. Yankı Sarca'yı adım seslerinden bile tanıyabiliyordum ve bu kendimi daha kötü hissetmeme neden oldu.

Birkaç saniye sonra odadan içeriye girdiğini hissettiğimde sırtım kapıya dönüktü. Elimdeki günlüğü gördü, Lâl'in elindeki günlüğümü gördü ve adımları hızlandı. "Lâl," dedi direkt beni görmezden gelerek. Başım hâlâ yerdeydi ama siyah botları görüş açıma girdiğinde yan tarafımda durduğunu anladım. "Ne oldu?"

Lâl, hareket dahi etmedi, ben hareket etmedim ve başımı önümden kaldıramadım. Yankı, uzanıp elimden Lâl'in günlüğünü aldığında parmaklarımdan kayıp giden o defter, Yankı'ya ellerimin titrediğini gösterdi.

Yankı ellerimin titremesini bile önemsemedi.

O titreyen ellerimi önemsemedi, ben daha fazla titredim ve dünya olduğundan daha hızlı dönmeye başladı.

"Lâl, ne oldu?" dedi daha baskın bir sesle. Alkol kokuyordu, kelimeler dudaklarından çıkarken bile yorgunluğunu hissedebiliyordum. "Cevap verecek misin? Ne oldu?"

Beklediği sonun geldiğini mi anlamıştı?

Lâl, Yankı'nın elinden kendi günlüğünü aldığında ve tekrardan bana uzattığında ne olduğunu anlamayarak başımı kaldırıp ona baktım. Yankı'ya bakamadım, Lâl'e baktım ve izledim. Günlüğü tekrardan tuttuğumda Lâl, Yankı'ya hızla o anlamadığım işaret dilinde bir şeyler söyledi ve yüzünün şekli bir an bile değişmedi.

Birkaç saniye sonra Yankı "Ne?" diye mırıldandı. "O senin günlüğünü okusun mu istedin?" Lâl, kafasını sallayarak onu onayladı ve kendi elinde tuttuğu günlüğümü kaldırarak o da benim günlüğümü okuyacakmış gibi davrandı. İhanetimi söylemedi, gerçekleri söylemedi, benim kim olduğumu Yankı'dan gizledi ve bakışları bana döndüğünde o gözlerinden benden daha çok Yankı'yı düşündüğünü anladım.

Lâl Yankı’ya ilk yalanını belki de benim için söyledi.

Ben tamamen yalanların içine batmışken daha fazla ayakta duramadım ve dizlerimin üzerine çöktüğümde başka bir yaş daha kendini firar etti, dünya daha fazla hızlandı. Karanlık koynuna beni çekmeden ve vücudumdaki bütün hisler beni terk etmeden önce Yankı'nın başımı çarpmamı engelleyen elini hissettim.

Sonrası tamamen zifiriydi.

***

Patlama seslerini işitiyordum, o karanlık yolda yürüyordum. Her adımımdan sonra başka bir sokak lambası daha patlıyordu ama benim yüzümden değildi, bunu hissedebiliyordum. Korkuyla geriye doğru baktım, geldiğim yol silinmeye başladı ve koşmaya başladığımda karşımda Yankı'yı gördüm.

Elinde günlüğü vardı, günlükten kan akıyordu ve yere değdiğinde birikintiden çıkan sesi işitebiliyorum. Pıt pıt pıt. Her damla kandan sonra gözleri gözlerime daha fazla kilitleniyordu ve ben artık koşamıyordum.

İhanetimi biliyordu, kendi kanını ben izin vermeden kendisi akıtıyordu; o ihanetim için başka bir yolu da benim için çiziyordu.

Fakat sadece bu kadar değildi.

Arkasında bir gölge belirdi, o gölgenin de elinde günlük vardı; günlükten küçüklük fotoğrafım düştü sonra bir alkış sesi geldi. İkisi birbirine baktı.

Gölgenin sahibinin kim olduğunu göremedim.

Titreyerek zorlukla gözlerimi araladığımda bembeyaz bir tavanla karşılaştım. O ses hâlâ gelmeye devam ediyordu ama gözlerimi yan tarafa doğru çevirdiğimde bir seruma bağlı olduğumu gördüm, hortum damarlarıma doğru ilerliyordu.

Pıt pıt pıt.

"Uyandı sonunda," diyen Işık'ın sesiyle bakışlarımı karşıma çevirdiğimde bana endişeyle bakan gözlerle karşılaştım. Işık ve Mutlu ayaklarımın ucunda durmuş beni izliyorlardı. İkisinin de üzerinde pijamaları vardı, Mutlu'nun Pembe Panterli pijamaları başka bir zaman belki beni gülümsetebilirdi ama bugün kendimi gülümseyebilecek durumda hissedemiyordum.

Yatağımın yanındaki sandalyede Yankı oturuyordu, bana en yakın duran oydu. Turkuaz gözleri üzerimdeydi ama ben ona baktığım saniyede bakışlarımı hızlıca ondan kaçırdım ve arkasındaki koltukta oturan Lâl ile göz göze geldim. Bana endişeyle değil de hayal kırıklığıyla bakmaya devam ederken acıyla yutkundum ve yatakta doğrulmaya çalıştım.

Hiçbirisiyle göz göze gelmek istemiyordum çünkü bana suçlu hissettirecek bakışları vardı.

Yankı, yastığımı düzeltmek için elini uzattığında onu durdurdum ve doğrularak, “Ne oldu?" diye sordum kuru bir sesle. Yanımdaki masada duran bir bardak suyu aldım ve büyük yudumlarla içtikten sonra tekrardan masaya bıraktım. "Bayıldım mı? Bu çok zordur."

"Zor değilmiş." Mutlu, kollarını önünde bağlayıp Yankı'nın yanına doğru yürüdü. O an, üstündeki Pembe Panter'li pijamasının altında kısacık bir şort olduğunu gördüm, o da Pembe Panter'liydi. "Uzun bir süre ilgi odağı olmayınca yine kendini deli gibi yapmışsın. Bir de bayıl istersen dedik, gerçekten bayıldın Helinski."

Mutlu'nun ve Işık'ın gözlerine bakmak, diğerlerinin gözlerine bakmaktan daha kolaydı. Gülümsediğimde elimi saçlarıma geçirdim. "Rol yapayım derken fazla kaçırmış olmalıyım."

"Rol değil." Işık da Mutlu'nun yanına yürüdü ve ona kızgın bakışlarını attı. "Açlıktan ve yorgunluktan bitkin düşmüşsün. En son ne zaman doğru düzgün bir şeyler yedin? Daha doğrusu yemek yemeyi akıl ettin? Yüzün bembeyazdı Helin."

Yüzümü buruşturduğumda, “O halde hastaneye neden getirdiniz?" diye sordum. "O kadar da ciddi bir hasta olduğumu düşünmüyorum."

"Bayıldıktan sonra bir süre ayılmadın. Biz de seni kendi hastanemize getirdik." Işık göz ucuyla Yankı'ya baktı. "O böyle istedi."

Gözlerimi Işık'tan ayırmayarak başımı aşağı yukarı salladım. O sırada kapının açılma sesini duydum ve birkaç saniye sonra Önder'in daha önce de yanında gördüğüm kadınla karşılaştım. Eşi olmalıydı, Işık doktor olduğundan bahsetmişti. Seruma doğru ilerlerken hafifçe bana tebessüm etmeyi de ihmal etmedi. "Nasılsın, Helin?" diye sordu ama içten bir tını değildi. "Fazlasıyla bitkindin, serum seni kendine biraz da olsa getirmiştir." Elindeki küçük feneri bana doğru yaklaştırdı ve gözlerimin içine tuttu. "Daha iyi görünüyorsun."

"Evet." Verdiğim kısa yanıttan sonra bitmek olan seruma odaklandım. "Serum biter bitmez gidebilirim değil mi?"

Kadın, kafasını aşağı yukarı salladı, serumu düşündüğümden daha hızlı, daha sert şekilde damarlarımdan uzaklaştırdı. "Sana yüzündeki yaralar için de kremler yazacağım, iz kalacak gibi görünüyor. Ayrıca bir şeyler de yemelisin."

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda, “Gerek yok," diyerek karşılık verdim. "Yaralar geçmek üzereler. Aç da değilim, midem bulanıyor."

"Gerek var." Onun sesini duydum, Yankı'nın. Bitkindi, uykusuzdu bunu anlayabiliyordum ama sesi ilk defa sakinlikten uzak, tedirgindi. "Senin kremlere ihtiyacın var, bir şeyler yemeye de." Ona bakmadım ama gözlerinin beni hapsettiğini hissettim. "İnatlaşmayı düşünüyor musun? Eğer düşünüyorsan vazgeç."

Cevap verip vermemeyi düşünürken, midemin bulantısı sanki daha fazla katlandı. Konunun bayılmakla, serumlarla, açlıkla bir ilgisi yoktu. Kendimden midem bulanıyordu, şu an odanın içinde düşünülmesi gereken en son insan bendim.

Büyük ve ağır adım seslerini işittiğimde bakışlarım kapıya doğru yöneldi ve içeriye Bartu'nun girdiğini gördüm. Gözlerimiz kesiştiğinde bakışlarını kaçıran kişi anında o oldu ve aşağıya doğru baktığımda ellerinin poşetlerle dolu olması beni şaşırttı.

Bartu'nun yüzündeki ifade pişmanlık mıydı yoksa ben hayal mi görüyordum?

Poşetleri, ayağımın ucundaki masaya yerleştirdikten sonra boğazını temizledi ve odayı büyük bir sessizlik kapladı. Herkes onun yüzüne bakarken, o benim dışımdaki herkesle göz teması kuruyordu. Biz gerçekten onunla birbirimize benziyorduk.

"Ne yemek seversin, bilemedim," dedi Bartu yere doğru bakarak. "Pizzadan tut, lahmacuna kadar aldım. Çikolata da aldım. Jelibonlar da. Cips bir de." Elini poşete daldırdı ve gülümseyerek bakışlarını bana döndürdü. "Dondurma da var. Erimeden yemek ister misin?"

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı ve ona düşündüğümden daha uzun bir süre baktığımda dondurmayı aşağıya doğru indirdi. Gözlerindeki kesinlikle pişmanlıktı çünkü Bartu, gözlerinden hisleri açıkça okunabilen birisiydi. Bana öylesine büyük bir pişmanlıkla bakıyordu ki diyecek tek bir kelime dahi bulamadım.

"Patates aldın mı patates?" diye sordu Mutlu ortamdaki sessizliği bozmak isteyerek. "Bir de hamburger. Helin bu aralar bu ikisine takıldı."

Işık, Mutlu'nun kafasına vurdu. "Bari şimdi yapma kırık yumurta, sus."

"Niye?" Kollarını önünde bağladığında kaşlarını çattı. "Hemen şimdi şurada bizim önümüzde patates hamburger yeseler çok güzel olmaz mıydı?"

"Aklıma onlar geldi," dedi Bartu ve gülümseyerek Yankı'ya baktı. "Ama Yankı almamı istemedi."

"Oha!" Mutlu, ellerini birbirine çarptı. "Buradan hamburger patatesi baş başa lideriyle yiyebilir mesajı mı almalıyız?"

Gözlerimi hâlâ Bartu'dan ayıramıyordum ve hâlâ ona büyük bir şaşkınlıkla bakıyordum. Bartu da bunu görmüş olmalı ki yine başını önüne doğru eğdi ve ona bir yanıt vermemi bekledi. Bir şekilde bana kendini mi affettirmeye mi çalışıyordu? O pişman olacak bir karakterde değildi, tam kalbimden kendimi vurmak istediğimde bile gözünü kırpmadan izlemiş, sonrasında pişmanlığı duymamıştı.

Şimdi ne olmuştu?

"Benim yüzümden bu haldesin," dedi soluk bir sesle. Başını yine yerden kaldırdığında yatağımın yanına doğru geldi. "Ben kalın kafalıyımdır, Helin ve sabit fikirli. Kendi doğrularımdan çok zor vazgeçen birisiyimdir. Bu yüzden seni göremedim, anlayamadım." Çenesi kasıldı, öfkelendi ve bana, beni koruyormuş gibi baktı. "Bu kadarını yaşayabileceğini düşünemedim, sana bu kadarını yapabileceklerine inanamadım."

"Bartu..." dediğimde elini kaldırıp beni susturdu.

"Biliyorum, affedilmesi çok zor bir şey yaptım zaten af dilemeyeceğim ama bundan sonra en çok ben senin yanında duracağım. Dediğim gibi sabit fikirliyim. Yaşadıklarının cezasını kesmene yardım edeceğim. Seni artık hiç suçlamayacağım. Ortam yoktur, Helin. Ya nefret ederim, ya severim ama bir öyle bir böyle olamam. Şu an, şu dakikadan sonra söylüyorum; ne olursa olsun, ben senin yanında olacağım, söz veriyorum."

"Bartu," dediğimde yine susturdu ve gözlerini kapattı.

"Ben senin de bir zamanlar çocuk olduğunu unuttum," dedi net bir sesle. "Bu yüzden üzgünüm. Ne denir? Özür dilerim işte. Çok zor anlayan birisi olabilirim ama artık anladım, sen kötü birisi değilsin, bu düşüncemi kimse değiştiremez."

"Bartu yeter," dedim bu sefer yüksek bir sesle ve kaşlarımın çatıldığını fark ettim. Onun yüzünden bayıldığımı, onun yüzünden mahvolduğumu, onun yüzünden kendimi çok kötü hissettiğimi düşünüyordu ama bunların hiçbirisi yüzünden değildi. Evet, onun bana söyledikleri, benim yola çıkmama ve sokak lambalarını patlatmama neden olmuştu. Suçlu o muydu? Kesinlikle değildi, ben kendi ihanetimden sorumluydum.

Bu tepkimi bekliyormuş gibi sustu ve geriye doğru bir adım attı ardından başka bir adım daha ve Lâl'in yanına oturdu. O sırada Lâl ile tekrardan gözlerimiz kesiştiğinde bakışları Bartu'nun getirdiği poşetlerin üzerindeydi, bunları hak etmediğimi düşündüğüne adım kadar emindim.

"Bartu zor biridir," dedi Mutlu yarı alayla yarı ciddiyetle. "Ama o da kötü birisi değildir. Affetmen zor olacak ama en azından onu anlamaya çalışsan? Dünden beri çektiği vicdan azabının haddi hesabı yok. Senden şüpheleniyordu, ne diyeceğini bilemedi."

"Ve hepimiz bir zamanlar senden şüpheleniyorduk," dedi Işık gözlerini açarak. "Haklı olarak. Bir anda aramıza girdin, ne olduğunu anlayamadık. Şimdi o şüphelerimizin yersiz olduklarını görüyoruz."

Gözlerimi kapattığımda öfkeli bir sesle, “Şu konuyu artık kapatın," dedim ve ellerimi yumruk yaptığımı hissettim. Nefret ediyordum ama titriyorlardı, bir an bile durmadan titriyorlardı. Neyden korkuyordum, neye öfkeleniyordum bilmiyordum ama titriyorlardı. "Benden şüphelenin ya da şüphelenmeyin, bunları öğrenmek istemiyorum. Geçmişimi de unutun, sizinle bu konuyu konuşmak istemiyorum."

"Benim yüzümden hepsine öfkelisin," diyen Bartu'nun sesi daha fazla kaşlarımın çatılmasına neden oldu. "Onların hiçbir suçu yok, bütün suç benim. İstediğini bana söyle, hak ediyorum." Bir an Yankı'nın onunla konuşmuş olma ihtimali aklıma düştü. Bartu'yla nasıl bakıyordu bilmiyordum ama en son onun karşısında dimdik durduğunda yumruklarını sıkıyordu.

Vicdanım sızladı, sızlarken kendimden daha fazla nefret etmeme neden oldu. Dedi ki iç sesim, suçlu sadece sensin, senden başka herkes masum, sen en kötüsüsün.

"Konuyu," dedim dişlerimi sıkarak. "Kapatın." O sırada titreyen elimin üzerinde soğuk parmakları hissettiğimde gözlerim açıldı ve Yankı'nın yaralı parmaklarını gördüm. Buz gibiydi, neyden korkuyordu? O korktuğu zamanlar buz kesildiğini söylemişti.

Bakışlarımı ona çevirmedim, bir an bile düşünmedim ve elimi, elinin altından kurtardığımda başımı iki yana salladım. Artık onun titreyen ellerime, dizlerime ve sesime çare olmasını istemiyordum. Bunu hak edecek birisi değildim, hak etmediğim her adımda kendimi daha fazla öldürürdüm. Elimi onun elinden kurtarmam nasıl anlaşıldı, bilemiyordum ama sessizlik bir hançer gibi hepimizin arasına girdi. Onu istemediğimi düşünmüşlerdi.

Vicdanımı hissetmeye başlamıştım, çok kötüydü. Evet, en kötüsü de buydu. Bütün her duygudan kurtulabilirdi insan ama vicdandan hiçbir zaman kurtulamazdı çünkü nefesi kesecek tek duygu oydu. Benim artık nefesim kesiliyordu.

Yankı'nın eli, kucağımdan aşağıya doğru indiğinde onun uzaklaşan yaralı parmaklarını izledim, soğukluğu sanki tenimi daha fazla üşüttü. Titreyen ellerimi gizlemek istiyormuş gibi kollarımı önümde bağladığımda başımı sağa doğru çevirdim, gözlerimi tek bir noktaya diktim.

Sen en kötüsüsün.

Ben en kötüsüydüm.

İstediğimi başarmıştım, maske takmadığımı onlara inandırmıştım, şimdi başka ne istiyordum? Bana hiçbir zaman inanmayan Bartu bile inanmaya başlamıştı. Lâl, Yankı'ya ilk yalanını benim yüzümden söylemişti, bu elimde bir koz gibi taşıyabileceğim kadar büyüktü. Beni kabullenmeye başlamışlardı, başka ne istiyordum?

Kötülüğü istiyordum, gözümü kırpmamayı istiyordum, canımın yanmamasını istiyordum.

Ben kalbimi aydınlatmak istemiyordum ama öyle bir nefret korkusu vücudumu sarmıştı ki mahvoluyordum.

O an bile arkalarını dönüp gitmelerini bekledim ama onlar odanın içinde kalmaya devam ettiler, benimle beraber sessizliği paylaştılar. Birkaç dakika sonra Yankı "Beni Helin'le yalnız bırakın," dedi. Cesaretim yoktu, onunla yalnız kalmaya da onun gözlerine bakmaya da cesaretim yoktu. Anlar mıydı? Anlardı.

Ödüm kopuyordu. Bütün dünya benden nefret etse de umurumda değildi, o benden nefret edecek diye ödüm kopuyordu.

Odadaki herkesin Yankı'nın söylediğinden sonra dışarıya çıktıklarını işittim ama başımı çevirip arkalarından bakmadım. Oda zemin kattaydı ve direkt olarak sokağı görebiliyordum. Çocuklar top oynuyordu, demirle kaplı cama arada top çarpsa da bu ses bile beni korkutuyordu.

"Helin," dedi herkes çıktıktan sonra ama ona cevap vermedim. "Helin," dedi bir kez daha. Başımı bile çevirmedim, top oynayan çocukların minik ayaklarını izlemeye devam ettim. Hareket ettiğini hissettim ardından bir anda parmakları çeneme dokundu ve başımı çevirdiğinde göz göze gelmek zorunda kaldık. "Bana bak, Helin. Yüzüme bak, böyle yapma."

Elinden kurtulmaya çalıştım ama izin vermedi. Bakışlarımı ondan kaçırarak, “Yankı, bırak," dedim ama soğuk parmakları çenemden uzaklaşmadı. Gözleriyle gözlerimi istila etmeye devam etse de ben onun turkuazları dışında her noktaya baktım.

"Yüzüme bak." Kısık sesinde hangi duygu gizliydi, anlayamadım ama yüzünü yüzüme yaklaştırdığını nefesinden anladım. Buz gibi parmaklarının yanında nefesi sıcacıktı. Eli çenemden uzaklaştı, titremeye devam eden ellerimi gizlediğim kollarıma doğru uzandı. "Bana öfkelisin," dediğinde yatağımın köşesine oturdu. "Öyle çok öfkelisin ki yüzüme bakmıyorsun. İlk defa gözlerin bana bakmıyor, bu kötü. Çok kötü."

"Öfkeli değilim." Titreyen sesimi gizleyemedim, o da duyduğunda gözlerimi sıkıca yumdum ve başımı önüme eğdim. "Sadece kafam çok karışık, düşünmeye ihtiyacım var, beni yalnız bırakır mısın?"

"Öfkeli değil misin?" diye sorduğunda anlamadığı her ne varsa sesine tereddüt bulaşmıştı. "Anlamıyorum, Helin. Sen bana bakarken aklım duruyor sanıyordum," sustu, derin bir nefes verdi, "şimdi bakmıyorsun ve benim yine aklım duruyor."

Kalbime lanet ettim çünkü söylediklerinden sonra içli içli attı, onun için attı.
Aklımı durduracak şekilde bakma bana.

"Yankı, sana öfkeli değilim," diye fısıldadığımda dudaklarımı ısırdım. Kapalı göz kapaklarımın ardında ihanetimin resmi dönüyordu, yalanlarımın fotoğrafları da yanındaydı. O fotoğrafları tek tek Lâl çekmişti, benim yolumun sonu, Lâl'in ellerindeydi. "Neden öfkeli olayım ki?"

"Çünkü seni yalnız bıraktım," dedi ve tekrardan parmakları çeneme uzandı; başımı kaldırdığında gözlerim hâlâ kapalıydı. "Dün, seni yalnız bıraktım ama ben sandım ki bana bile ihtiyacın olmaz." Ona neden öfkeli olduğumu anlamaya çalışıyordu, kendini suçluyordu. "Bana ihtiyacın mı vardı? Ben sandım ki beni bile istemezsin yanında. Ben sandım ki bensiz kendini daha iyi hissedersin."

"Sana ihtiyacım yoktu." Kısa verdiğim yanıttan sonra gözlerimi açtım ve yine gözlerimi kaçırdım.

"O halde," dediğinde nedeni bulmaya çalışıyordu. Öylesine masum, öylesine kendisi gibiydi ki kalbine tek bir kötülük bile dokunmamış küçük bir çocuk karşımda oturuyormuş gibi hissettim. "Neden? Benimle konuş, ben buradayım."

"Yankı, lütfen," dediğimde bağladığım kollarımı açtım ve onun çenemi tutan koluna tutundum. "Seninle alakalı hiçbir şey yok."

"Yüzüme bakmıyorsun, yüzüme," dediğinde sesi baskındı ve ilk defa sakinliği uzaklaşmıştı. "Gözlerime bakmıyorsun." Kafasını iki yana salladığını hissettim. "Yemek yememişsin hiç," dediğinde başını önüne doğru eğdi. "Açlıktan bayılmışsın." Dişlerini sıktı, sesinde kendisine olan öfkesini hissettim. "Bunu nasıl düşünemem, nasıl unuturum? Farkına varmam gerekiyordu. Yemek yemediğine dikkat etmem gerekiyordu."

Kendini suçlayacak her konuyu düşünüyordu ve bu son düşündüğü acıyla nefesimi vermeme ve kolunu iteklememe neden oldu. Sırtında öyle büyük bir yük vardı ki bu senelerinin verdiği yüktü, yanında birisi zarar görse bile ilk önce kendini suçluyordu; o yükü bir de ben omuzlarına indirmiştim.

Bencildik ve o öylesine bencil değildi ki kendisinin ne halde olduğunu bile göremiyordu.
Yankı Sarca, bütün kötülüklerin sorumlusu kendisiymiş gibi davranıyordu.

"Yeter!" diye bağırdığımda ellerimi daha sert saçlarıma geçirdim ve çekiştirdim. "Anlamıyor musun? Dün çok zordu, ağırdı, yaralayıcıydı. Kendimle yüzleştim, ilk defa kendimle yüzleşmek bu kadar çok yaktı canımı!" İstediği suçlanmak mıydı? "Sen de çektin gittin! Çünkü o an ben umurunda bile değildim!" Bunu ona verecektim.

Benim bahsettiğim ihanetimdi, onun anladığı daha başkaydı bunu biliyordum. Bakışlarım zorlukla istemeyerek de olsa gözlerine tırmandığında turkuaz gözlerinin içinin yorgunluktan dolayı kıpkırmızı olduğunu gördüm, göz altları mosmordu. Saçlarında defalarca karıştırdığı parmaklarının izi vardı.

Gözlerimiz kesiştiğinde Lâl'in gözlerindeki o hayal kırıklığını aradım ama öyle değildi; bana ilk defa Yankı anlıyormuş gibi değil, anlamıyormuş gibi baktı ya da anlamak istemedi. Yankı, gerçeklerden sanki adım adım kaçtı.

"Benden kaçtın dün," dediğinde kızgın değildi, kırgın değildi, ilk defa bir aptal gibiydi. "Sana kötü geldiğimi düşündüm."

"Bana her şey kötü geliyor," dedim ve ellerimle üzerimdeki beyaz çarşafı sıktım. "Boğuluyorum anlıyor musun? Boğazımı sıkıyorlar. Kurtulamıyorum." Yumruğumu yatağa vurdum. "Ve sana inandıkça kendimi kandırmışım, geçmeyecek bu!"

Onu kırdım mı anlayamadım ama bakışları kısıldığında, “Bana güveniyordun ve inanıyordun," dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Seni kurtaracağımı söylemiştim, seni yalnız bıraktım diye mi vazgeçtin?" Yine kendini suçlayacak bir neden bulmuştu.

Öfkeyle, “Beni benden kurtarabilir misin?" diye sordum bir anda. "Beni benden alıp çıkarabilir misin? Kim olduğumu gizleyebilir misin? Aynaları kırabilir misin? Yüzlerimi saklayabilir misin?" Kafamı iki yana salladım. "Yankı, beni yok edebilir misin? Beni sadece benden arınmak kurtarabilir."

Dudakları aralandı ve bir şeyler söyleyecek gibi oldu ardından dudaklarını tekrardan kapattığında derin bir nefes verdi. "Her kim olursan ol," dedi daha önce söylediğini tekrar ederek. "Ne yaparsan yap. Seni senden bile kurtaracağım, inan bana."

Kafamı art arda iki yana sallarken, “Bu sadece bir cümle," dedim. "İnanmıyorum. Bu sadece öylesine bir cümle. Dinle beni, gün geçtikçe benden nefret edeceksin ve bunları unutacaksın. Hak etmediğimi göreceksin, kim olduğum seni öyle bir ilgilendirecek ki ve ne yaptığım da. Bu cümleler silinip gidecek."

"İnanmıyorum mu?" Oturduğu yataktan kalktı ve kaşları çatıldı. "Bana güveneceksin. Bana inanacaksın. Ben hiçbir zaman yalan söylemem."

"Yalan değil," dediğimde gözlerimi bir an olsun yüzünden ayıramıyordum bu kez de. "Nefret büyük bir duygudur, benden nefret ettiğinde verdiğin sözlerin hiçbir anlamı kalmayacak."

Yankı, duyduklarına inanamıyormuş gibi "Senden nefret etmek mi?" diye sordu ve güldü. Birkaç saniye durdu ardından bir daha güldü. "Senden nefret etmek öyle mi? Nefret?" Eliyle saçlarını karıştırdı. "Gözlerime bakmamanın tek nedeni nefret edecek olmam mı? Sikeyim, neyin nefretinden bahsediyorsun sen?"

İlk defa Yankı'nın sakinliğinin silinmeye başladığını görüyordum, hayır, yerine gelen duygu öfke değildi ama anlayamadığım bir duygu onu etkisi altına almış gibiydi. Endişe miydi? Tedirginlik miydi? Yoksa hepsi aklımın oyunu muydu? Bir şeyleri anlayamamak Yankı'nın kendisi gibi davranmamasına neden olmuştu.

"Bunun için kesin konuşamıyorsun, değil mi?" diye sorduğumda kalbimin acıdığını hissettim. "Çünkü sonrasını bilmiyorsun." Gözlerimin dolmaya başladığını hissettiğimde kendime bir kez daha öfkelendim çünkü bu kadar sık ağlayan birisi değildim. "Benden nefret edeceksin," dedim titreyen sesimle. "Bu olacak. Öyle bir nefret edeceksin ki yüzüne bakmamı sen istemeyeceksin."

Korkuyordum. Yankı, bu korkumu görsün istedim, onun benden nefret etmesinin bende yarattığı korkuyu görmesini istedim ama bana hâlâ anlamıyormuş gibi bakmaya devam etti.

"Kim olursan ol," dedi bir anda ve tekrardan yatağa oturdu. "Ne yaparsan yap." Sonra sustu, devamını getirmedi, senden nefret etmeyeceğim demedi; gözlerimin içine bakmaya devam etti.

İtiraftı.
Ağırdı, yakardı, parçalardı, bütün yüzlerimdeki izleri ortaya dökerdi ama itiraftı.
Beni anlamadığı tek anda kendimi göstereceğim bir itiraftı.
Ben dayanamadım, beni iyileştirsin istedim; kendimi affetmesem bile ona sığınmak istedim.

Ağlayarak, “Benden nefret etmenden çok korkuyorum," diye fısıldadım. "Yemin ederim, en çok bundan korkuyorum. Lütfen benden hiçbir zaman nefret etme. Sevme beni, onlar gibi görme, değer de verme ama nefret de etme." Başımı önüme eğdim, yaşlar ellerime düştü. "Dünyadaki herkes benden nefret etsin, sen etme. Çünkü sen benden nefret edersen, benim artık iyi bir insan olmak için şansım kalmazmış gibi. Çünkü sen nefret edersen ben hiçbir zaman kurtulamazmışım gibi."

İç çeke çeke, sessiz sessiz ağlamaya devam ettim. Kuruyan boğazım acıyordu, kulaklarım çınlıyordu, ellerim titriyordu ama ben korkularıma ağladım. Canım yandı, ona ihanet etmiş olma düşüncesi beni mahvetti ama ben yine de bir bencil gibi o beni iyileştirsin istedim.

Bir anda buz gibi elleri ellerimi tuttu ve beni kucağına doğru çektiğinde bedenimin de titrediğini fark ettim. Kolları omuzlarıma dolandı, beni öyle sıkı sardı ki hareket dahi edemedim. Bacaklarım aşağı doğru sarktığında küçük bir çocuk gibi beni sarmaladı. Göğüs kafesinde başım yaslı, ağlamaya devam ederken çenesini başıma bastırdı ardından dudaklarını saçlarımda hissettim. Derin bir nefes aldığında ve sonra verdiğinde saçlarımı öptü, saçlarımı kokladı. Bunu ilk defa yaptı, defalarca yapsın istedim.

"Ne yaparsan yap," dedi derinden gelen bir sesle. "Kim olursan ol." Bir elini yine çeneme koydu, başımı kaldırdı gözlerimizin kesişmesine neden oldu. "Bütün yüzlerinle beraber senden hiçbir zaman nefret etmeyeceğim. Hiçbir zaman." Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdı, gözlerimi kapattım ve onun göğüs kafesindeki güvenin o güzel tadını aldım. Elinin tersiyle yaşlarımı sildi. "Ve hep gözlerimin içine bak isteyeceğim," dedi sessizce. "Artık ağlama."

Gözlerimi araladım, başka bir yaş daha düştü. "Yankı," dedim adını hayranlıkla söylerken. "Benim sana ihtiyacım var." İtirafım, gözlerinin daha derin bakmasına neden oldu. "Benim iyi birisi olmaya ihtiyacım var."

"Buradayım," dedi ve biraz daha sıkı sarıldı; kimsenin sarılmadığı gibi sarıldı. Bana bir daha kimsenin sarılmasını istemeyeceğim kadar güzel sarıldı. "Her kimsen kendini affet, her ne yaptıysan affet. Yeni doğmuş bir insanın affedilmez hataları olmazmış. Senin de yok çünkü yeniden doğdun." Sesinde güven vardı. "Bugün senin ikinci doğum günün olsun."

"İkinci doğum günü," dediğimde bu düşünce içimi rahatlatmıştı. "Bugün yeniden doğdum," dediğimde başımı aşağı yukarı salladım ve derin bir nefes aldım, kokusu burnuma doldu. "Değil mi? Bunu yapabilirim değil mi? Yeniden doğabilirim değil mi?"

"Yapabilirsin, bunu ben söylüyorum. Sadece bana inanacaksın," dedi keskin bir dille. "Hiç kimseye güvenmediğin kadar çok güveneceksin bana ve bundan hiçbir zaman vazgeçmeyeceksin." Daha önce söylediği cümlesini tekrar etmişti.

"Hiç kimseye güvenmediğim kadar çok güveneceğim sana," diyerek tekrar ettim. "Bundan da hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim."

"Ağlama." Gülümsedi, hep gülümsesin istedim. "Ne olacak bu senin durmadan titreyen sesin?" diye sordu. "Ne yapacağız?"

Omzumu indirip kaldırdığımda eli tekrardan akan yaşları sildi. "Durmadan ağlıyorum," dedim dudaklarımı bükerek. "Böyle birisi değildim ben."

"Bunun hakkında bir çözüm biliyorum," dediğinde sesi düşünceli geldi. "Deneyelim mi?"

"Neymiş o?" dediğimde içimi çektim. "Çünkü artık ağlamak istemiyorum."

Gülümsemeye devam ederken yüzünü tekrardan yüzüme yaklaştırdı, turkuaz gözleri en yakınıma geldiğinde kendimi büyük bir okyanusun içinde nefessiz kalmış gibi hissettim. "Ağlamayacaksın," diye fısıldadı içten bir sesle. "Ellerini ver." Gözlerimi bir an olsun ondan ayırmazken kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmaya başlamıştı ve nefesim kesilmişti. Ellerimi öne doğru uzattığımda bir eli elimi tuttu daha sonra soğuk parmaklarına zıt olan sıcak dudakları avuç içime dokundu ardından diğer elimi de aldı ve yine avuç içimi öptü. Gözleri, gözlerimin içine bakarken, dudaklarını daha fazla bastırdı avuç içlerime.

"Yankı," dediğimde başka bir yaş daha düştü gözümden ve sanki bu son yaştı.

"Küçüklüğümden beri inandığım bir şey var." Avuç içlerime baktı, derin bir nefes verdi. "Gözyaşlarımızı hep ellerimizle sileriz, o gözyaşları ellerimizin içine dolar. Küçükken ağladığımda ellerimi izlerdim. Bak, çizgileri görüyor musun? Onları gözyaşı akarsularıymış gibi düşünürdüm." Parmağı, avucumun içindeki çizgide dolaştı. "Öptüm, senin akarsuların kurusun diye." Sonra uzandı, düşen son yaşı kendi eliyle sildi. Benim akarsularım kurusun istedi, kendi ellerindeki akarsuları benim yaşlarımla doldurdu. Bakışlarımdan anladı. "Sorun değil," dediğinde gülümsedi. "Hiç sorun değil."

"Gözyaşı akarsuları." Ellerimin içine baktım. O ne derse inanırdım, buna da inandım. "Öpünce kurur mu?" diye sordum küçük bir çocuk gibi.

"Kuruyacak," dedi o da karşılık olarak.

"Her seferinde öpecek misin?"

"Her seferinde öpeceğim."

"Ya öpemezsen?"

"O zaman yaşları bırak, aksınlar. Sakın silme." Elimi bıraktı, bakışları kısıldı. "Sakın başkalarının silmesine izin verme."

İçim acıdı. Her zaman öpeceğim, dememişti ama ben bunu söylemiş kabul ettim. "İzin vermeyeceğim," dedim gülümseyerek. "Asla."

Aklıma Sabahattin Ali'nin cümleleri gelmişti, bu cümleleri düşünürken daha fazla gülümsemiştim ve Yankı tek kaşını kaldırıp bana bakmıştı ama sustum; ona bu cümleleri söylemedim.

Diyordu ki Sabahattin Ali;

Ellerimden öptü, ellerimden.

Avuç içlerimden öptü.

Unutabilir misin şimdi?

Ben ölsem unutamam.

O an odanın kapısı çalınmadan açıldı ve bütün Sokak Nöbetçileri tek tek içeri girerken, ikimiz de donuk bir şekilde öylece kaldık. En son Mutlu girdiğinde gözleri bize döndü sonra başını çevirdi ardından tekrardan baktığında, “Sakın!" diye haykırdı. "Sakın bana yine öpüşmek üzere olduğunuzu ve lanet olasıca benim ve benim gibilerin içeriye girdiğini söylemeyin." Bulunduğumuz konumu dikkatli bir şekilde inceledi. "Gerçekten bu kadarını kaldıramam artık resmen tek vücutsunuz." İşaret parmağını şakağına koydu, kendini vuruyormuş gibi davrandı.

Yankı, beni kollarından uzaklaştırdı, ayağa kalktı ve üzerine çeki düzen verirken kaşları çatıldı. Bütün herkes onun yüzüne bakarken, Lâl'e bakmaya devam ediyordum. Yankı'nın yaptığından dolayı şaşkın değildi ama bakışları bana döndüğünde sadece benim görebileceğim şekilde kafasını iki yana salladı.

"Öyle bir şey yok," dedi Yankı elini saçlarına geçirirken. "Biz sadece..." kelimeleri düşündü, "yani konuşuyorduk işte."

"Konuşuyor muydunuz?" Mutlu, Bartu'yu bir anda yatağa doğru itekledi, onu oturttu daha sonra Bartu'nun kucağına yerleşip ellerini boynuna doladı. Bartu büyük bir şaşkınlıkla Mutlu'nun yüzüne bakarken, “Bu şekilde konuşmak mı?" diye sordu. Sonra yavaş yavaş Bartu'nun dudaklarına yaklaştı, Bartu ise hareket etmeden durmaya devam etti. Ayağımın ucundaki sahneyi izlerken gözlerim irice açılmıştı. "Tam şu an," dedi Mutlu sesini incelterek, aklı sıra beni taklit ediyordu. "Bu kadar yakın konuşmamız sence de anormal değil mi?"

Bartu hâlâ hareket etmeden Mutlu'yu izliyordu. "Bartu," dedi Işık kısık bir sesle. "Bir an önce kendini kurtarmazsan Mutlu seni..."

"Dudaklarından öpeceğim, Grey'im," dedi eliyle sakallarını okşarken. "Uzay hakkında ne düşünüyorsun?" Göz ucuyla Yankı'ya baktı. "Peki ya patatesler hakkında? Hiç geliyor musun bizim oralara ya?" Dudakları öne doğru büzüldü ve gözlerini kapatıp Bartu'nun onu öpmesini bekledi. "Konuşarak öp beni, maksat milleti kandırmak olsun."

Bartu o an şaşkınlığı bir köşeye bırakıp hızlıca ayağa kalktı ve Mutlu'nun yere düşmesine neden oldu. "Lan seni silkelerken sündürürüm Mutlu," dedi dehşetle. "Az kalsın dudaklarımdan öpüyordun, nasıl yaşardım daha sonra?"

Mutlu düştüğü yerde kalçasını sıvazlarken yüzünü buruşturup, “Altı üstü konuşuyorduk," diyerek bizi iğneledi. "Normâl insanlar bu şekilde konuşmaz mı? Neyi anormal yaptık?"

Yankı'nın da benim de söyleyebileceğimiz hiçbir şey yoktu. Mutlu'nun bu eğlenceli hallerine ihtiyacım varmış gibi hissetsem de ilgi odağı olmaktan pek de hoşlandığım söylenemezdi.

"Her şeyi yanlış anlıyorsun," dedi Işık ve gülmemek için kendini zor tuttu. "Yani belki Helin yataktan kayıp Yankı'nın kucağına düşmüştür..."

"Aynen öyle," dediğimde utandığımı hissettim ve başımı önüme eğdim. "Ne oldu bilmiyorum ama benim başım döndü, midem filan bulandı bir baktım Yankı beni tutuyor."

"E yok artık, bir de hamileyim de tam olsun," diyen Mutlu eliyle alnına vurdu. "Geçin bunları, öpüştünüz mü öpüşmediniz mi onu söyleyin." Yüzümü dikkatle inceledi. "Gözler ve yanaklar kıpkırmızı, kulaklar düşmüş, dudaklar şişmiş..." Yankı'ya döndü. "Bakışlar kısık ve seksi, saçlar dağılmış ama dudaklar normâl..." Parmağıyla şakağını kaşıdı ve gözlerini kıstı. "Helinski tek taraflı mı öpüştün lan? Yoksa Yankı..."

"Mutlu..." Bartu, gözlerini kapattı. "Yine çok konuşmadın mı?"

"Bartu haklı." Işık kollarını önünde bağladı. "Senin yüzünden ikisinin bir özel hayatı bile yok, her şeye burnunu sokuyorsun."

"Kusura bakma da içeriye girdiğimizde Yankı ve Helin, kanguruyla yavrusu gibi iç içelerdi. Yankı utanmasa tişörtünün içine sokup zıplaya zıplaya gidecekti, ne saçmalıyorsunuz?"

"Zıplamak mı?" dedik Yankı'yla aynı anda ve birbirimize baktık.

Mutlu ise bu tepkimizden sonra güldü. "Yürürken zıplamak, yatakta değil sizi azgınlar. Merak etmeyin."

"Mutlu!" Arkamdaki yastığı ona doğru attığımda sesim yüksek çıkmıştı. "Artık kapatır mısın konuyu?"

Mutlu, eliyle ağzına fermuar çekiyormuş gibi davrandı ve ayağa kalkıp masanın üzerindeki yemeklere doğru ilerledi. Dakikalardır hissizliğimden dolayı açlığımı hissetmesem de bir anda Mutlu'nun çıkardığı pizza kutusundan sonra karnımdan yüksek bir gurultu sesi geldi ve hepsinin bakışları bana döndü.

"Sanırım acıktım," deyip hafifçe gülümsedim ve Yankı'yla göz göze geldik. "Bir şeyler yemek istiyorum."

Yankı gülümsememe karşılık verdiğinde poşetlere doğru ilerledi ve içinde ne kadar yemek varsa hepsini yatağın üzerine döktü, Işık ise sandalyeleri, koltuğu yatağa yaklaştırıp herkesin oturmasını sağladı. Pizzalar, lahmacunlar, etler, tavuklar... Bartu her yemekten almıştı sahiden.

Pizzanın kapağını açtım ve içinden bir parçasını aldığımda ağzımın içindeki yaraların geçmeye yüz tuttuğu için çok da acıtmayacağını düşündüm. Hafifçe pizzadan ısırdığımda ve yavaş yavaş çiğnemeye başladığımda o kadar da acımadığını gördüm. Tadı o kadar güzeldi ki ilk lokmayı yuttuktan sonra kapalı gözlerimi açtım ve hepsinin bana baktığını gördüm. "Ah şey," dedim utançla. "Siz de yemez misin? Ben unuttum da..."

Bunu söylememe bile gerek kalmadan hepsi birden yemeklere yumulduğunda Yankı yatakta yanımda oturuyordu. Ayak ucunda ise Işık vardı. Lâl ile Bartu koltuktaydı, Mutlu ise masanın üzerine çıkmıştı.

"Pizzalar pizzalar," dedi Mutlu hızlıca. "Yeni bir şarkı yazdım, söyleyeyim mi?"

"Hayır," diye bağırdı hepsi hep bir ağızdan ama Mutlu dinlemedi ve şarkısını söylemeye başladı.

"Pizza desenli iç çamaşırım, lahmacunum nerede? Lahmacunum atletimde Grey'im nerede?" Parmağıyla Bartu'yu işaret etti. "Grey'im burada, çükü nerede?" Aşağıya doğru baktı, dudaklarını büktü. "Aman tanrım burada, küçük oğlum gel bana, sarılayım sana, beni şaplaklasana!" Islak çalarak ritim yaptı.

Bartu gözlerini devirdi ve kendini tutamayarak, “Küçük mü oğlun?" diye sordu. "Mutluga gel bana, seni silkelerim her dakika, bir tane vursam sana, buradan uçarsın cehennemin bir ucuna!" Sabit bir sesle söyledikleri kafiyeli olduğunda hepimiz gülmeye başladık.

Bartu'dan böyle bir tepki hiç beklemiyordum ve Mutlu keyifle ellerini çarpıp, “Bir tane vur bana, tam kalçama, eğer canım acımazsa ağlarım her dakika. Bak burada Mutluga, Prenslerin en şahı. Yaz bunu bir kenara, taklitlerim arkamda!"

"Ne bu?" Işık gözlerini devirdi. "Âşık atışması mı? Diss yarışı mı?"

"Tatlım onlar yokken ben vardım," dedi Mutlu. "Sagopa'nın ilham perileri dediği perilerden birisi benim, Âşık Veysel'i çok severim, dedem gibidir." Çenesiyle Yankı'yı işaret etti. "Mesela kucakta konuşmak üzerine de şarkı yazabilirim hemen."

"Sakın." Yankı elini kaldırdı, ağzı doluydu. "Konuyu kapatmazsan kendini Osman amcanın kucağında bulursun."

Mutlu, gözlerini kocaman açtığında Bartu ağzı dolu doluyken, “Bulacak ki zaten," dedi ve başka bir pizzayı da kocaman ısırdı. "Yakında evlenirler Osi'yle."

"Ayı," dedi Mutlu. "Miden iflas edecek, pizza üzerine dondurma koymak ne demek? Bak bir de Jelibon mu serpiyor o?" O an Bartu'nun yediği pizzanın üzerinde bana aldığı erimiş dondurma olduğunu gördüm.

"Lan," dedi Bartu söyledikleri zor anlaşırken. "Boşa mı gitsin? Hem ilk pizza ye, sonra lahmacun ye, sonra et ye. Zaman kaybı. Hepsini üst üste koyup yenildiğinde midende yer de kalıyor, mis gibi."

"Miden yakında intihar edecek," dedi ve gülmeye başladı. "Düşünsene midesin ve Bartukıç'la yaşıyorsun. Masum masum dururken bir bakıyorsun havadan yüzüne sucuklu kaşarlı dondurma ve çikolatalı lahmacun yağıyor. Üzüldüm lan. Jelibon olsam midende şişip patlardım öfkemden."

"Lan karışmasana bana," dedi Bartu ve önündeki çikolata parçasını Mutlu'ya doğru attı. "Hem yiyorum, hem eritiyorum. Sen kendine bak, üç kilosun, iki kilosu boş çenen."

Mutlu, kibar bir şekilde pizzasından başka bir ısırık daha aldığında gülümsedi. "Bir de benim mideme bak, prens midesi. Havyar yemeden yaşayamıyorum mesela. Midemin bile beyaz atı var."

"Sen havyar hiç yemedin ki," dedi Işık sonra dilini uzattı. "Ayrıca midende yara var. Bu kadar iyiyse niye yara var?"

"Konuşma ikizlerin yüz karası," kaşlarını çattı, "o telefonda kiminle mesajlaşıyorsan da söyleyeceksin bana."

Bakışlarım Işık'a döndü ve tek kaşımı kaldırdığımda yavaşça gözlerini kırptı. Sınıftaki adamla konuşmaya başladığını anladım.

"Sana ne," dedi Işık ama Bartu'nun elindeki çikolatalı lahmacunu sertçe bırakmasıyla sesini yumuşattı. "Bartu'm," dedi şefkatle. "Benim kocaman adamım, ne olurdu insanları dövmeden de anlaşabilseydin? Çocuk musun sen, hep Mutlu'nun gazına geliyorsun."

"Mutlu'nun gazına filan gelmiyorum." Dudağının kenarına çikolata bulaşmıştı ve ne kadar ona karşı kırgınlığım olsa da sevimli göründüğü için gülümsemeden edemedim. "Benim kız kardeşim ölene kadar yalnız yaşamak zorunda nokta." Bir anda bakışları bana döndü. "Buna sen de dahilsin artık Helin. Yanında bir erkek görmeyeyim. Özellikle o turuncu havuç tarlası görür bundan sonra dünyanın kaç kilometre olduğunu."

"Ha?" dediğimde ağzımın içinde yemek öylece kalmıştım.

"Öyle," diyerek pizza ve lahmacunu dürüm yapmaya başladı. "İster beni sev, ister sevme. İster barış, ister küs. Sen de artık kız kardeşimsin, hiçbir erkek yanına yaklaşamaz." Bakışları Lâl'e döndüğünde onun yemek yemediğini fark ettim, kollarını önünde bağlamış dalgındı. Omzuyla Lâl'e dokunduğunda Lâl sarsıldı. "Seni zaten erkek sinek ısırırsa kellesini keserim, kapının önüne asarım."

"Bartukıç..." dedi Mutlu ve bakışlarımız ona döndüğünde gözüyle Yankı'yı işaret etti. "Bilmiyorum farkında mısın ama Yankı son bir dakikadır senin yüzüne bakıyor ve emin ol bakışları çok korkutucu."

Gözlerim ona döndüğünde gerçekten Bartu'yu izlediğini gördüm. Mutlu'nun anlattığı kadar korkutucu değildi ama kaşları çatılmıştı. "Hım," dedi Bartu dikkatle. "Helin'in yanına hiçbir erkek yaklaşamaz tabii. Sevgilisi de olamaz." Yankı, daha fazla kaşlarını çattığında duraksadı. "Yumruklarım o adamın yüzünde biter."

"Öyle mi?" dedi Yankı ve sesinden eğlendiğini anladım. "O yumruğu sadece benim yüzüme indirmen gerekecek o halde."

Şaşkınlıkla gözlerim ona döndüğünde ve Mutlu "Oha resmen evlenme teklifi, resmen sevgiliyiz dedi!" diye bağırdığında Işık da ellerini birbirine çarptı. Bartu bile gözlerini açtığında Yankı ne dediğinin farkında değilmiş gibi duraksadı.

"Ne?" deyip ona döndüğümde yüzümdeki şaşkınlığı o da gördü. "Bu da ne demek?"

Yankı'nın çiğnemesi duraksadı ve öksürmeye başladığında Bartu yaklaşıp sırtına vurdu daha sonra su şişesini uzattı. Yankı, sudan büyük yudumlar içtikten sonra elinin tersiyle ağzını sildi ve herkesin ona baktığını fark etti. "Yani," dedi boğazını temizleyerek. "Lideri olarak."

"Lideri olarak sahiplenmek mi?" Mutlu ellerini gökyüzüne açtı. "Nasip et be."

Işık alayla, “Yani aslında beni de böyle koruyor," dedi. "Lâl'i de. Yankı da yanımızda başka bir erkeğin olmasını istemiyor. Kız kardeş muhabbeti, yanlış anlamayalım..."

"Doğru tabii..." Bartu da gülümsedi. "Kız kardeşi olarak koruyor."

"Hayır." Yankı'nın yüzü değişti. "Helin'i lideri olarak."

"Yankıtu," diyen Mutlu kafasını iki yana salladı. "Liderim olarak beni de kucaklar mısın? İhtiyacım var da sarılmaya. İki üç dil atarsan da hiç fena olmaz."

"Ha yani hepimizi kız kardeşin olarak koruyorsun, Helin'i lideri olarak öyle mi?" Işık dudaklarını birbirine bastırdı. "Peki bundan şeyin haberi var mı ya? Hım... Sözlükteki lider tanımının?"

"Bugünden itibaren liderlik için yeni sözlük anlamı çıkarıyoruz." Mutlu tırnak işareti yapıyormuş gibi parmaklarını hareket ettirdi. "Liderlik: Yanındaki kıza nefes aldırmayacak kadar çok sarılmak ve başka bir erkeğin yaklaşmasını engellemek."

"Liderlik," dedi Yankı Mutlu'ya ters bir bakış atarken. "Kardeş katili olmamak için onu elli beş yaşında bir adamla evlendirmek için Hollanda'ya göndermek."

Bir süre sonra Önder'in eşi içeriye girdi ve söylenerek etrafın dağınıklığına, yemek kokusuna laflar saydı. Hepimiz suçlu çocuk gibi köşeye sindiğimizde benim için gerekli merhemin adının yazdığı kağıdı bana değil, Yankı'ya verdi ve kibar bir şekilde bizi odadan kovdu.

Hastane dedikleri yerin odasından çıktığımda aslında tek katlı, içinde yedi sekiz odası olan bir yer olduğunu fark ettim. Bir hastane gibi tertemiz ve parlaktı, etrafta dolaşan hemşireler, hastalar yoktu. Tamamen onlara aitti, bu hoşuma gitmişti.

Hastanenin kapısından çıktığımızda İBAK'ın içinde kendimizi bulduk. Bir kapısı laboratuvara açılırken diğer kapısı hastaneye açılıyordu. "Vay canına," dedim etrafa bakarak. Yanımda yürüyen Işık'ın gözleri telefondaydı. "Gerçekten kendinize ait küçücük bir dünyanız var." Işık'ın cevap vermesini bekledim ama beni yanıtsız bıraktığında telefonundan gülümseyerek birisiyle mesajlaştığını anladım. "Adı neymiş?" diye sordum. Işık'ın gözleri şaşkınlıkla bana döndü. "Sınıftaki adamın. Adı neymiş? Onunla konuştuğunu biliyorum ama sırıtmayı bırak, Mutlu hemen arkamızda."

Işık göz ucuyla arkasına baktı ardından bir anda koluma girdi ve daha hızlı yürütmeye başladı; İBAK'tan dışarıya çıktığımızda diğerleri adımlarca arkamızda kalmıştı. "Adı, Murat Can," dediğinde gözleri parladı. "Hiç beklemiyordum ama bana mesaj attı. Olanlar için resmen özür diledi, inanabiliyor musun? Mutlu ve Bartu onu tost makinesi gibi aralarında sıkıştırsa da o geldi, benden özür diledi. Ve dedi ki kardeşlerim haklılarmış, kendisi de olsa aynısını yaparmış."

"Ha tam bir kıro yani," dediğimde gözlerimi devirdim. "Gerçekten Bartu gibi bir tiple olmak istiyor musun?"

"Hayır," diye inlediğinde dudağını büktü. "Bartu gibi değil, gerçekten. Çok kibar, çok güzel konuşuyor. Bana dedi ki 'Gözlerin, adını taşıyor' bu cümleye düşülmez mi?"

Omzumu silktim. "Fazla klişe değil mi? Bence tam bir kız avcısı. Seni kullanıp atacağını sanıyor."

"Sence buna ben izin verir miyim?" Daha fazla yaklaştı. "Erkekleri az çok biliyorum, üç erkekle büyüdüm ve hepsi karakter olarak birbirinden farklıydı. Bartu tam bir kıro. Mutlu desen biseksüel ve böyle olduğu için bir ara gittiğimiz okulda dışlanmıştı." Yüzünü buruşturdu. "İnsanlar iğrenç, başkalarının yönelimi hakkında kendilerini söz sahibi sanıyorlar."

Mutlu'nun biseksüel olduğunu tahmin ediyordum. "Mutlu'nun daha önce sevgilisi oldu mu? Sen onu hiç engelledin mi? Belki kini buradan geliyordur?"

Işık gözlerini kaçırdı. "Yani birkaç kızın saçını yolmuş, birkaç erkeğin çüküne tekme atmış olabilirim ama hepsi kötü kalpliydi. Ben tanımasına izin veriyordum, Mutlu ona bile izin vermiyor. Her neyse." Tekrardan geriye baktı ve yapmacık bir şekilde gülümsedi. "Yankı desen turkuaz külot muhabbetini biliyorsun zaten..."

"Lütfen," dediğimde elimi kaldırdım. "O konuyu kapatır mısın? Yankı'nın içinden azgın bir adam çıkacağını tahmin edemezdim."

"Hayır." Işık şaşırmıştı. "Yankı böyle konularda anı yaşayan birisidir. Yani kadın avcısı değil. Lise birinci sınıfta bir kız vardı mesela, adı Beril'di. Yankı'dan hoşlanıyordu ve bence Yankı da ondan hoşlanıyordu. Okulun köşesinde Beril Yankı'yı öpmüştü, onu ilk öpen kız oydu."

"Yankı, Beril'i sevdi mi?" diye sorduğumda sesim nedense mutsuz çıkmıştı. "Yani onlar görüşüyorlar mı hâlâ?"

Işık, yüzümdeki ifadeyi görmüş gibi duraksadı. "Yani bilmiyorum." Elini salladı. "Seneler geçti, sevdi mi sevmedi mi bilmiyorum ama bizimle tanıştırmıştı, Yankı hayatına giren kızları bizimle pek tanıştırmaz. Görüşüyorlar mı bilmiyorum ama Beril'i her hatırladığında gülümser."

"Ha sevdi o zaman..." Çenemi sıktım ve geriye doğru baktım, tam o sırada Yankı'yla göz göze geldiğimizde kaşlarım çatıldı. "Sevdi yani? Öpmüş bir de. Sevsin bakalım." Yankı ne olduğunu anlamayarak bizi izledi. "Onu da lideri olarak kucaklamıştır şimdi."

Işık ayaklarını yere çarptı. "Konunun bunlarla bir ilgisi yok, bana bak." Gözlerim hâlâ Yankı'daydı ama Işık yüzümü ona doğru çevirdi. "Murat bu akşam beni dışarıya davet etti." Kaşlarımı kaldırdım ve devamını bekledim. "Ben de kabul ettim..."

"Ne?" dediğimde gülmeye başladım. "Sen canına mı susadın?" Başımla Mutlu'nun olduğu yeri işaret ettim. "O buna asla izin vermez, biliyorsun."

"İşte bu noktada sen devreye gireceksin." Bir anda ellerimi tuttu ve başını eğdi. "Son günlerde moralinin çok bozulduğundan, kız kıza geceye ihtiyacın olduğundan bahset. Kimse şu an sana hayır diyemez, özellikle Bartu. Yankı da yumuşak yaklaşır. Mutlu desen ben de geleceğim diye ağlar ama sen istemezsen gelemez. Lâl'i bana bırak, ona bu plandan bahsetmeyelim çünkü hemen Yankı'ya yumurtlar. Ona yalan söyleyemiyor, biliyorsun."

İçimin acıdığını hissettim. Bakışlarım Lâl'in olduğu yere doğru yöneldi. Bartu'nun hemen yanındaydı, İBAK'ın içindeki arabalara gözlerini dikmişti ama aklı bambaşka noktalardaydı. Çoktan yalan söylemiş, benim yüzümden kendini mahvetmişti. "Işık, bilemiyorum," dediğimde başımı önüme eğdim. "Yani yalan söylemek istemiyorum artık çünkü kendimi kötü hissediyorum."

"Lütfen," dedi Işık ellerimi daha sıkı tutarak. "Lütfen lütfen. Daha önce senden böyle bir şey istedim mi? İstemedim. Hem yalan da değil, kız kıza bir geceye ihtiyacın olmaz mı? Murat'la bir iki bira içtikten sonra onu gönderir, sizinle takılmaya başlarım. Olmaz mı? Lütfen! Bu iddiayı kazanmam gerek."

"Siz ne haltlar karıştırıyorsunuz acaba?" Mutlu'nun sesiyle Işık bir anda ellerimi bıraktı ama yalvaran gözlerini ayırmadı. "Helinski, daha fazla kaşınıyorsun farkında mısın? Turkuaz külot partisi fikrini unutmadım ama daha fazla devam edersen striptizci kızlar da o partiye gelir."

"Mutlu," dedi Işık sıkılgan bir sesle. "Helin'in ne halde olduğunu görmüyor musun? Bence onun üzerine gitmekten vazgeç, iyi olmaya ihtiyacı var."

Işık bütün okları bana yönlendirdiğinde gözlerimi açıp onu durdurdum ve hızlı bir şekilde bulundukları yerden uzaklaştım, ileride bisikletlerin olduğu tarafa doğru yöneldim.

Kısa bir süre sonra hayal kırıklığıyla kaşlarımı çattım.

Yankı'nın bisikleti hariç hepsi yerindeydi, Yankı beni hastaneye ne şekilde getirmişti bilmiyordum ama bu durum dudaklarımı bükmeme neden oldu. O an ben bunu düşünürken Yankı'nın tam arkamda olduğunu bile fark etmemiştim. "Büktün yine dudaklarını," dedi ve irkildim. "Ne oldu?"

"Bisikletin yok. Sanırım bisikletine binmeye fazlasıyla alıştım."

Önünde bağladığı kolları aşağıya doğru indi. "Bu yüzden mi üzülüyorsun?" diye sordu ve neden şaşırdığını anlayamadım.

"Üzülmedim, sadece..." Yine çocuk gibi davrandığımı fark etmiştim. "Yağmur yağmak üzere hava nemli, rüzgâr var. Saçlarımın uçmasını, rüzgâra meydan okumayı isterdim. Bisikletin verdiği his çok güzel."

"Adrenalin mi istiyor bu çocuk?" diye sordu. "Heyecan mı istiyor? Yaratalım o halde."

"Ya," deyip kaşlarımı çattım. “Çocuk mu?”

Gözlerimin içine baktı sonra bir anda eli bileğimi tuttu ve beni çekiştirmeye başladı. Ne olduğunu bile anlayamadan diğer eliyle ıslık çaldı ve bütün Sokak Nöbetçileri ona doğru baktı. "Kuralları bugün boş veriyoruz," diye bağırdı. "Atlayın bisikletlere!"

"Ne?" dediğimde beni kendisine ait olmayan bir bisiklete doğru götürdü. "Ne yapacağız?"

"Önder’in bisikletini alıyorum," dediğinde kırmızı büyük bisikletin Önder'in olduğunu anladım. İBAK’ın önünde durmuş bizi izliyordu, kaşları çatıktı. Yankı ona döndü. “Bisikletini alıyorum!”

"Yankı," diye bağırdı Önder. "Düşünmeden hareket etmekten vazgeç! Kuralları hiçe sayamazsın!"

Kurallar ve Yankı Sarca. Kurallar ve Önder Sarca. Bu yönünü ondan mı almıştı?

Yankı, bisikletin koltuğuna oturdu ve diğer Sokak Nöbetçileri'nin Önder'i dinlemeden bisikletlerine doğru ilerlediklerini gördüm. Lâl tek bir adım dahi atmazken, Bartu onu bir anda kucakladı ve kendi bisikletin doğru yönlendirdi. Lâl çırpınsa da onu da bisikletine bindireceğini anlamıştım.

"Kurallar," dedi Yankı kısık bir sesle ve yüzünün düştüğünü fark ettim. O an, bir kez olsun, Yankı'nın da hiçbir şey düşünmeden hareket etmek istediğini anladığımda çocukluğunu yaşamamış olduğunu gördüm. Sürekli onu durduran birileri vardı, sürekli onu engelleyen kardeşleri ve hep başkalarını düşünen Yankı.

"Önder!" diye bağırdığımda sesim öfkeli çıkmıştı. "Kuralların canı cehenneme, Yankı robot değil! Bunu anla artık!"

Yankı'nın yüzü şaşkınlıkla bana döndüğünde böyle bir karşılık beklemiyordu. Bisikletinin yanına gittim, binmemi bekledi ama ona bakmaya devam ettim.

Gülümsediğinde, “Doğru ya, o meşhur replik," diye mırıldandı. "Bin bakalım önüme."

Gülümseyerek bisikletinin önüne bindim ve elleri direksiyonu tuttuğunda kollarının sıcaklığı bütün vücudumu kapladı. Mutlu, Işık ve Bartu'nun bisikleti de yanımızda yerlerini aldığında birbirlerine baktılar. Lâl de Bartu'nun önünde oturuyordu ve küçük bir çocuk gibi görünüyordu.

"Yarışı kim başlatacak?" diye sordu Mutlu kaşlarını kaldırarak. "Her zaman sen başlatırdın Yankı çünkü sen yarışmazdın, karşıydın." Gözlerini devirdi. "Kural adamı Yankı Sarca, çok sıkıcısın."

Yankı, direksiyonu daha sıkı kavradı, biraz daha eğildi ve ayakları pedallara tutundu. "Siktir et o Yankı Sarca'yı," dediğinde bir anda bisikletini hareket ettirdi. "Kuralların canı cehenneme. Bugün ben de yeniden doğdum."

"Lan!" Mutlu'nun arkamızdan gelen sesiyle gülmeye başladım. "Adam kuralları boş vereyim derken hile yaptı! Lider modunu kim kapattı bunun?"

"Çok konuşma da beni geçsene!" Işık'ın sesiyle başımı çevirip onlara baktım. Hemen arkamızda Işık vardı, onun arkasında Bartu ve en sonda da Mutlu.

"Sırtını yasla," dedi Yankı bana doğru. "Ve bir an bile hareket etme."

Başımı çevirip ona baktığımda gözleri bana doğru döndü. "Düşer miyiz?"

"Ben asla düşmem," dedi kendinden emin bir sesle. "Ve seni de düşürmem."

Gözlerimi kocaman açtığımda, “Vay," diye inledim. "Liderim olarak beni düşürmeyeceksin de o zaman."

Yankı, bir yola bir bana bakarken, bisikletin hızını daha fazla arttırdı ve pedallardan gelen sesler beni ürküttü. Diğer tarafa doğru hızlıca döndüğünde trafiğe doğru ilerlediğini fark ettim. Arkamızdan yaklaşan Mutlu'nun çığlıkları öyle komikti ki gülmeden edemedim.

"Liderin olarak düşürmem," dedi ve gözleri gözlerime kaydı. "Ama kuralları hiçe sayan Yankı'nın dikkatini dağıtmaya devam edersen düşeriz."

Başımı çevirdim, sırtımı ona daha fazla yasladım ve gökyüzüne doğru baktım. Yağmur atıştırmaya başlamıştı, gökyüzü koyu mavi tondaydı ve güneş ortalıklarda görünmüyordu. Yüzüme vuran ıslaklıklar öyle çok hoşuma gitmeye başlamıştı ki ellerimi yavaşça iki yana doğru açtım. "Çok güzel," diye bağırdığımda rüzgar yüzümde dans ediyordu, saçlarım Yankı'nın yüzüne doğru çarpıyordu. "Düşsek de umurumda değil sanırım."

"Helinski ve Yankıtu," diyen Mutlu'nun sesiyle başımı yanıma doğru çevirdim, bize yetişmişti. "Eğer sizi geçersem öpüşeceksiniz, var mısınız iddiaya?"

"O biraz zor," diyen Yankı daha da hızlandı ve birkaç adım geride bıraktı Mutlu'yu.

"Zor ya da değil, lider fantazisi," dedi Mutlu. "İddiaya var mısın, yok musun?"

"O iddiaya giremez ki," dedi Bartu'nun sesi. Ana caddeye doğru çıktığımızı fark ettim. "Kuralları olan Yankı Sarca asla iddiaya girmez çünkü insanı benliğinden çıkarır." Bartu gerideydi ama Lâl ona yaslıyken halinden oldukça mutlu görünüyordu. "Öyle değil mi Yankı Sarca?"

"Gaza mı getirmeye çalışıyorsunuz beni?" Öyle çok hızlandı ki ellerim direksiyonun üzerinde olan ellerine sıkıca tutundu. "Gönlünüz olsun, gaza geliyorum. Varım ulan iddiaya!"

"Ne?" diye aynı anda Mutlu'yla beraber haykırdığımızda bakışlarım ona döndü. "Beni öpecek misin?"

"Kaybetmeyeceğiz," dedi net bir sesle. "Sadece hareket etmeden dur."

Kalbim, bulunduğu yerde kendini kaybetmiş gibi atmaya başladığında ve gözlerim tam karşıya odaklandığında onun beni öpme düşüncesi, felçli gibi olmama neden olmuştu. Bir kere o kadar yakınlaşmıştık, o yakınlıkta ölüyormuşum gibi hissetmiştim eğer dudaklarımız birgün birleşirse yaşamaya devam edebilir miydim?

Ana caddeye çıktığımızda ve arabaların arasından geçmeye başladığımızda korkuyla nefesimi verdim, arabalar bize kornalarla basıyor, yayalar ayıplayarak bizi izliyordu. Trafiği felç etmemiştik ama öyle fazla dikkat çekiyorduk ki arabalar bile durmak zorunda kalmıştı.

Bir otobüsün yanında geçerken, otobüsün penceresinden bana doğru bakan küçük bir çocukla göz göze geldim ve el salladığını gördüm. Ben de ona karşılık verip el salladığımda Mutlu otobüsün diğer tarafından çıktı ve önümüze doğru geçti. "Ee anlat bakalım," dedi Yankı'ya. "Kafana turkuaz külot geçiren kadınlarla görüşüyor musun hâlâ?"

Dikkat dağıtmaya çalıştığı çok açıktı ama Yankı dikkati dağılamazmış gibi "Hayır," dedi sadece.

"Hayır mı?" Biz öne geçtik ama o da dibimizdeydi. "O halde dün akşam nerelere kayboldun?"

Bu sorunun cevabını ben de merak ettiğim için bakışlarımı ona doğru çevirdim ve rüzgârın daha fazla hızlandığını fark ettim. Yağmur ise damlalarını artırmıştı. Yankı'nın kaşları çatıldı, göz ucuyla bana baktı. "Mutlu, seni mahvederim."

"Cevap vermiyor, Helinski," diye bağırdığında eğleniyordu. "Yoksa turkuaz külotla mı buluştu?"

"Yoksa turkuaz külotla mı buluştun?" diye sordum karşılık olarak.

"Kızların adı var lan," dedi Mutlu'ya bakarak. "Sena ve Asu." Kaşlarım çatıldığında dudaklarını birbirine bastırdı. "İsim hafızam kuvvetli sadece oradan hatırlıyorum."

"Sena ve Asu," diyerek onu tekrar ettim.

"Yoksa nerede olduğunu söylemeyecek misin?" Mutlu öne geçti, pedallara daha fazla abandı. "Lideri, Helin'in yanına başka erkeği istemiyor ama lider başkalarıyla fink atıyor full hd izle."

"Haklı," dediğimde Mutlu'yu alkışlamak istiyordum. "Senalar ve Asular, neden Suatlar ve Sametlere dönüşmesin ki?"

"Suat ve Samet kim?" dediği anda gözleri hızlıca beni buldu.

"Beraber çıkacağım kişiler," dediğimde bisikletlerimiz araziye doğru tırmanıyordu ve ana caddeden ayrılmış, koruluk tarzı bir yere çıkmıştık. Yağmurdan dolayı yerlerdeki topraklar ıslanmış, çamura dönüşmüştü. "Bir anda ortadan kaybolabilirim."

"Tabii." Mutlu'nun sesi geriden geliyordu ama bizi duyuyordu. "Patates hamburger yer, sinemaya gidersiniz. Belki sonradan da kulaklarınıza kahve damlatırsınız."

"Patates ve hamburger mi?" Yankı'nın sesinde kızgınlık mı vardı yoksa bana mı öyle geliyordu? "Ha bir de sinema öyle mi?"

"Romantik komedi hem de," deyip gülümsedim. "Onlar benimle gülerler."

Bir anda, “Ben de gülerim," dedi ve yapmacık bir şekilde güldü. "Romantik komedi filmlerine bayılırım, çok komikler."

"Lan!" Mutlu'nun kahkahasıyla beraber ben de gülmeye başladım. "Sen hiç sevmezsin ki öyle filmleri."

"Severim," dedi Yankı. "Mesela Issız Adam. Mutlu izlerken yanındaydım, çok güldüm komikti."

"Yankı..." dedim kaşlarımı çatarak. "O komedi filmi değildi, dram filmiydi. Neye gülmüş olabilirsin?"

"Ve ben yanında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum," diyen Mutlu yine önümüze geçmişti. "O yanımda güldü. Bu adam romantik komedi filmlerini sevmiyor. Hem bu adam romantizmden ne anlar ya? Sen koş Sametlere Suatlara..."

"Tüh," dediğimde Yankı'nın nadir gördüğüm anlarından birinin içindeydim. Çocuk gibi olduğu zamanlar öylesine sevimli oluyor, öylesine kendisi gibi davranıyordu ki üzerine gitmek zevk haline geliyordu. "Keşke sevseydin romantik komedileri." Dudaklarımı büktüğümde yağmur kirpiklerime asılıp sonra düşüyordu.

Mutlu'yu geçti, yoldan gözlerini ayırmadı ama ona baktığımın da farkındaydı. "Bakma bana öyle," dedi ama yüzüme yine bakmadı. "Suatları da Sametleri de..." Sustu, kaşları çatıldı. "Bakma lan öyle."

"Suatlar ve Sametler romantik komedileri severler."

"Suatlar ve Sametler romantik komedileri sevsinler," dedi ardından gözleri bana döndü. "Sen sadece benimle romantik komedileri izleyebilirsin."

"Ne?" dediğimde elimi eline bastırdım ve çenesini tutarak yüzünü yüzüme doğru çevirdim. "Çıkma teklifimi kabul mu ettin yani?"

Gözlerini kaçırmak istedi ama ona bakmaya devam ettiğimde başka hiçbir noktaya bakamadı. Bisikletin hızını azaltmıştı, direksiyon sallanmaya başlamıştı. Çenesinde duran parmaklarımı yukarıya doğru kaydırdığımda kendimi tutamayarak baş parmağımı alt dudağında gezdirdim. "Cevap vermeyecek misin kuralları olmayan Yankı?"

"Yapma," dediğinde hemen yanımızda duran Mutlu bir şeyler söylüyordu ama onu duyamıyordum, turkuaz gözlerinden başka hiçbir noktaya bakamıyor, onun sesini duymak istiyordum. "Biraz daha böyle bakmaya devam edersen..."

"Ne olur?" dediğimde hız biraz daha düştü ve Mutlu yanımızdan çığlık atarak geçti. Tam o sırada hep yapmak istediğimi yapıp elimi alnına doğru götürdüm ve düşen saçlarını geriye doğru ittiğimde ıslak yumuşak saçları, karnımın içine bir ateşin düşmesine neden oldu.

Bir anda direksiyon daha fazla sarsıldı, bisiklet yana doğru kaydı ve ıslak zeminde bisiklet kayarken Yankı'nın dudaklarından bir küfür savruldu. Kendimi bir anda yana doğru düşerken bulduğumda bisiklet tiz bir ses çıkardı ve yüzüme ıslaklık çarparken yere öyle bir düştük ki acıyla inledim.

Yankı sırt üstü yere yapıştığında ben de onun üzerine devrildim ve bir bacağım yerle buluştuğunda dirseğim de çarptı. Sert değil, yumuşak zemine çarptığımızda koruluktaki çamura bulandığımızı anladım; Yankı'nın yüzü, saçları çamurla rengini değiştirdiğinde dehşetle gözlerimi açarak ona bakıyordum.

Acıyla inledi, dişlerini sıktı. Bedenlerimiz birbirine yaslı dururken, “Biraz daha böyle bakmaya devam edersen," dedi az önce söylediğini tekrar ederek ve tamamlayarak. "Dengemi kaybederim ve düşerim."

Elimin tersiyle gözlerimdeki çamuru silerken kendimi tutamayarak kahkaha attım ve o da ilk başta afalladı ardından kahkaha attı. "Yankı Sarca'yı düşürdüm," dedim. "İşte bu tarih kitaplarına geçsin."

Elleri, yüzüme dokundu, gülmeye devam ederken çamurları o da silmeye çalıştı ama daha fazla çamura bulandım. "O zaman," dedi gülümseyerek. Sonra elleriyle yüzümü kavradı, yaklaştı. "Tarih kitaplarına geçecek başka bir konu daha var.” Bakışları dudaklarıma kaydı. “Yankı Sarca girdiği iddiayı kaybetti."