logo

27. GEÇ KALINMIŞ İTİRAF

Views 250 Comments 0

Mutlu Sarca'nın güncesinden...

15.01.2010

Dünyaya iki kişi geldik ama biz aslında tek kişiyiz; ikizimle ortak bir kalbimiz olduğuna inanıyorum. Ortak ellerimiz, ortak bacaklarımız hatta ortak duygularımız.

Acılarımız ortak, hislerimiz ortak, nefretlerimiz ortak.

Damarlarımızın bile ortak olduğuna inanıyordum.

Ta ki onu annemle babamın yaşadığı evde, yerde kanlar içinde yatarken bulana kadar.

Beton zemin kardeşimin kanıyla bulanmıştı. Sol elindeki parmaklarının arasında bir cam parçası tutuyordu, sağ bileğinden ise oluk oluk kan akıyordu.

Onu o şekilde gördüğüm an, parmaklarım sağ bileğimi tuttu. Kanayıp kanamadığına baktım. Tek bir damla kan parmaklarıma bulaşmadı ama kardeşim karşımda kanlar içindeydi.

Teni soluktu, gözleri kapalıydı, dudakları aralıktı. Kanlar saçlarına kadar ulaşmıştı.

Aptal değilim ama o an bunun bir intihar olduğunu anlamak benim için çok uzun sürdü çünkü benimle geldiği bu dünyadan tek başına ayrılamayacağını bilmesi gerekiyordu.

O an uzanıp o cam parçasıyla kendi bileğimi kesmemden beni alıkoyan tek bir şey oldu.

Toplu çekilmiş olan son aile fotoğrafımız.

Babamı fotoğraftan yırtmıştı. Annem, o ve ben.

Fotoğrafın arkasını çevirdim.

Tek bir cümle yazmıştı:

"Sen yaşa, bunu hak ediyorsun."

Okuduktan sonra parmaklarım tekrar bileğime gitti, o an acıyı hissettim.
Biz onunla sadece tek kişiydik, nefesimiz bile tekti.

"İkinci Sokak Nöbetçisi, Mutlu Sarca"

Kendi ölümümü defalarca düşünmüştüm ama sevdiğim birisinin nasıl öleceğini hiçbir zaman düşünmemiştim çünkü bunu düşünmek, kendini kendi ölümünden daha kötüsüne hazırlamakla aynı şey demekti, bunu biliyordum.

Nasıl bir histi? İnsanı boğmaya çalışan, bir hastanenin kapısından insanları izleyen ya da bir mezarın başında durup o ölü yüzü göremeyen küçük bir çocuğun hisleri miydi?

Nefes aldırmakta zorlayan? Saçlarından asılıp onu izlediği mezarın içine çekiştiren korku muydu?

Ölüme inanmadığımı korku hissetmediğimde fark ettim çünkü sevdiğim insanlar hiçbir zaman ölmezdi, sevmem gereken insanlar ise çoktan yok olup gitmişti. Annem, onu sevmeme fırsat bile vermeden ölmüştü. Bunun hissini yine tadıyordum, ağzımın içinde zehir varmış gibi hissettirmişti ama o zehir aslında ağzımın içinde değil, kalbimdeydi.

Hayır, ölümlere inanmıyordum.

Hayır, bu imkânsızdı.

Hayır, Tanrı’yla sevdiğim insanları almaması konusunda yedi yaşımdayken bir anlaşma imzalamıştım, o anlaşmada kendi çocukluğumu ona vermiştim.

Hayır, Tanrı sevdiğim insanları yok edemezdi.

Ama Tanrı zamanı durdurabilirdi.

O an zaman durdu. Öyle bir durdu ki dünya dönmeyi bıraktı, ay önüne gelen bulutu engelleyemeden ışığını kesti.

Yemin ederim zaman öyle bir durdu ki elimi kaldırıp da onun yüzüne dokunamadım ama gözlerim onun gözlerinden bir an olsun ayrılmadı.

Ve sonra fark ettim.

Zaman aslında altı kişi için durmuştu.

Sokak Nöbetçileri için ve benim için.

Geriye kalan bütün insanlar ağır çekimde koşuyor gibiydi, bana çarpıp geçiyorlardı, yerlere düşüyorlardı, denize atlayanlar bile vardı; zamanın bizim için durduğunun farkında bile değillerdi.

Benim gözlerim Yankı Sarca'nın gözlerinden ayrılmıyordu.

Kulaklarımda kalan o silah sesi silinmeden başka bir silah sesi daha duyuldu; bu sefer ses sanki daha fazla yakından geldi ama aslında her şey aynıydı.

Yankı Sarca'dan başka hiçbir noktaya bakamadım.

Vücudumda acı yoktu. Kurşun bana denk gelmemişti ki gelmesi imkânsızdı çünkü Yankı tam önümde yüzü bana dönük dururken, arkamdaki sonsuz denizden hiç kimse beni isabet alıp da vuramazdı.

Yankı'nın elleri vücudumdan ayrıldı.

"Yankı," dedim dudaklarımı oynatarak ama onun gözleri ne kadar bana bakarsa baksın, beni görmüyor gibiydi. Ellerim omuzlarına tutundu.

Parmaklarım omzundan sırtına, sırtından beline indi. O an sadece onu düşündüm, başka kimseyi değil.

Sadece Yankı'yı.

"Yankı," dedim tekrar ama o, en sonunda başını çevirip kardeşlerine baktığında ve başka bir silah sesi daha yükseldiğinde birkaç saniye içerisinde gerçekleşen savaş, hepimiz için yıkım olacaktı, bunu bilmiyorduk.

"Eğilin!" diye bağırdı Yankı. Dudaklarından çıkan tek kelime bu oldu, sesini duymadım ama dudaklarını okudum sanki. "Eğilin!" diye bir kez daha bağırdı ama o eğilmedi, bizim eğilmemizi bekledi.

Bakışlarım ondan ayrıldı, Sokak Nöbetçileri'ne baktım.

İlk gördüğüm kişi Bartu oldu, Lâl'i arkasına saklarken gözleri limandaydı ve çırpınan Lâl'i bir an bile olsun serbest bırakmıyordu. Öyle kuvvetli bir babaymış gibi koruyordu ki Lâl'in kötü kalpli babası onları görse kendi kötülüğünden vazgeçerdi.

İyiydi, Bartu'nun hiçbir şeyi yoktu. Simsiyah gömleğinde tek bir ıslaklık yoktu, kurşun ona isabet etmemişti ama yüzündeki öfkesi, bir kurşunu bile eritecek kadar sağlamdı.

Arkasında duran Lâl’le göz göze geldik; o anda Yankı başımdan bastırıp âdeta beni yere itekleyerek çökmemi sağladı. Ayaklarım birbirine dolandığında dizlerimin üzerine çöktüm; Lâl acıyla dudaklarını ısırıp başını iki yana salladı.

O da iyiydi. Bembeyaz elbisesinde tek bir leke bile yoktu ama öylesine korkuyor, öylesine titriyordu ki çığlık atabilseydi dalgaları bile kendi emri altına alabilirdi; bunu fark edebiliyordum.

Bir silah sesi daha geldiğinde ellerimi saçlarıma geçirip korkuyla haykırdım ve Bartu ile Lâl'in de dizlerinin üzerine çöktüğünü gördüm.

Elim Yankı'nın eline uzandı, parmaklarını sıkıca tutarken, "Eğil!" diye haykırdım ama konuşmakta zorlanıyordum. "Yalvarıyorum eğil!" Aşağıya çekiştirdim, dimdik bir duvarmış gibi duran vücudundan ilk defa o an nefret ettim. "Sana bir şey olacak, eğil! Olmasın!"

Tam o anda, yan tarafımdan bir haykırma sesi geldi; bu haykırma sesi korkudan çok daha fazlasıydı. Bu haykırışın adı acıydı, bu haykırışın adı kardeşlikti. Bu haykırışın adı muhtaçlıktı.

Gözlerim Mutlu'nun olduğu tarafa döndüğünde, "Işık!" diye bağırdı, dizlerinin üzerine çöktü, o an yerde kanlar içinde yatan Işık'ı görüp benim de acıyla haykırmam bir oldu. "Hayır, hayır! Işık! Hayır!"

Zaman bu sefer durmadı, yok oldu. Her şey silindi, kirpiklerimin birbirine çarpma sesini duydum sanki; nefesim ve rüzgârın ağır, şiddetli uğultusu kulaklarımdaydı. Hepsi vardı ama en çok Mutlu'nun haykırışı. Işık'ın gözleri açıktı, gökyüzüne bakıyordu ama onun nefesini duyamıyordum.

Onun nefes sesini duyamıyordum. Duyamıyordum, hayır, yoktu. Zaman bitmeliydi, tam o anda bitmeliydi ve her şey son bulmalıydı.

Yankı'nın sıkıca tuttuğum parmakları benden uzaklaştı, birkaç adımla hemen yanımdaki Işık'ın önünde dizlerinin üzerine çöktü. Bartu da o tarafa doğru gitti ama Lâl, sırtını teknenin duvarına yasladı ve ellerini saçlarına geçirip donuk gözlerle Işık'ı izlemeye başladı.

Silah sesleri kesilmişti, istenilen alınmış mıydı?

Kalbim atmakta zorlanıyor gibiydi. Bu bir kâbusun etkisi olmalıydı. Hep böyle olmaz mıydı? Korku dolu, acılı ve ölümlü. En sonunda korkunun doruk noktasına eriştiği yerde kâbus bizim ellerimizi bırakırdı ve gerçek dünyaya döndüğümüzde yeniden nefes alırdık.

Gerçek dünyaya dönemiyordum, nefes alamıyordum.

Bakışlarım Lâl'e kaydı; titremeye başladığında saçlarını kökünden çekiştiriyordu.

Böyle olmamalıydım, bu şekilde durmamalıydım, sakinleşmeliydim. Tanrı, sevdiğim insanları benden almazdı çünkü Tanrı beni benden almıştı, buna inanmalıydım.

Hiçbir şey olmayacaktı.

Hiçbir şey olmamalıydı.

Tam o anda, gözlerim Lâl'in arkasından limanın olduğu tarafa kaydı ve karanlığın içine bakarken silahların tekrar patlayacağı noktayı bulmaya çalıştım fakat karanlıktan onlar ortaya çıkıp karşımda dikildiler. Dudaklarım aralandı, karanlığa gizlenmeyen o yüzlere baktım.

Ekip oradaydı. Beni Sokak Nöbetçileri'nin grubuna girmem konusunda en fazla ikna eden kişi: Cem. Gözleri teknedeydi, elinde bir silah tutuyordu.

Cem'in yanında her zaman merhamet duyduğum ve kılına zarar gelmesini istemediğim bir kişi vardı: Caner. Daha geri plandaydı ama o kadar mesafeye, geceye rağmen gözlerindeki öfkeyi görebiliyordum.

En önde Sedat duruyordu. Ekip'in en başında duran, beni bir kez olmamakla beraber dakikalarca döven kişi. Onun silahı yukarıdaydı ve direkt tekneyi göz hapsine almıştı. Keskin nişancılığı konusunda Sedat'ın iyi olduğunu biliyordum. Tam o anda, benim ona baktığımı görmüş gibi gülümsedi. Bu gülümsemede beni korkutan en büyük his, şu an beş kişiyi birden gözünü kırpmadan öldürebileceğiydi.

Arkalarında beş-altı adam daha vardı. Şimdi, şu an teknenin içine girip hepimizi başından tek bir kurşunla vurabilir, hepimizin yok olmasını sağlayabilirdi ama silahını yavaşça aşağıya indirdiğinde başını bir kez aşağı yukarı salladı.

Gözlerim o kalabalığın içinde Koza'yı aradı çünkü o Ekip'in kurucusuydu, benim bu gruba gönderilme nedenimdi, Koza'nın ini Ekip'ti ve emindim ki bu emri veren yine oydu.
Onun emri olmadan tek bir adım dahi atamazlardı.

Fakat Koza yanlarında değildi.

"Helin!" Adımı işittiğimde bakışlarım o karanlıktan ayrıldı ve bana seslenen Bartu'ya baktım. Alnındaki teri elinin tersiyle sildiğinde kan alnına bulaştı ve diğer elinin Işık'ın kanayan yerine baskı yaptığını gördüm. "Helin!" dedi bir kez daha. "Beni duyuyor musun?"

Bakışlarım yine Işık'a kaydığında kanların teknenin tahtalarından sızacak kadar çok aktığını gördüm. Bartu karnına baskı yaparken, Yankı kasığına doğru baskı yapıyordu; iki kurşun direkt ona isabet etmişti.

Mutlu Işık'ın başının dibindeydi ve elleriyle Işık'ın yüzünü tutarken onunla konuşuyordu. "Işık!" Mutlu'nun titreyen sesi beni kendime gelmeye itti. "Beni duyuyorsun, değil mi?" Işık'ın gözleri hâlâ açıktı ama hiçbir tepki vermiyordu. "Beni duyuyorsun, biliyorum. Şoktasın, sadece şoktasın, hiçbir şey olmadı. Benimle konuş, ne olursun konuş!"

"Helin!" Bartu bu sefer adımı öfkeyle bağırdı. "Kendine gel!" Yankı'nın başı bana doğru döndüğünde yutkundu, dişlerini sıkarak tekrar Işık'a baktı. "Lâl'in yanına git," dedi Bartu ve bakışları Lâl'e kaydı. "O iyi değil, kendine bir şey yapmasına izin verme."

Gözlerim Lâl'e döndüğünde parmaklarına saçlarının dolduğunu ama hâlâ saçlarını yolmaya devam ettiğini gördüm. Bir yandan da dişlerini sıkarak başını arkasındaki tahtaya çarpıyordu. Kriz geçirdiğini anladığımda olduğum yerde daha fazla kalamadım, dizlerimin üzerinde ona ilerledim.

"Lâl," dedim yanına gittiğimde, ardından ellerim kollarını tuttu ve saçlarından ayırmaya çalıştım fakat başarılı olamadım. Hepimiz büyük bir şok içindeydik ama Lâl yine bizim yanımızda değil gibiydi. Gözleri Işık'ın üzerindeydi. Onu silahlardan bu denli korkutan sadece çocukluğuydu. "Lâl," dedim ve kollarını bırakarak elimi başını çarptığı yere koydum. "Bana bak, oraya bakma lütfen!"

"Işık." Mutlu'nun sesi kısıktı ama Işık'a öyle bir konuşuyordu ki tek varlığının ondan ibaret olduğunu anladım. "Bana bak. Neden konuşmuyorsun? Sana hiçbir şey olmaz ki, şu anda bunu bilerek yapıyorsun, değil mi? Şu an bir rol yapıyorsun, güleceksin. Gülmelisin." Lâl'in tamamen önüne geçip görmesini engelledim ama Mutlu'nun sesi bize ulaşmaya devam etti. "Bak, ağlarım," dedi acıyla. "Ağladığımda kıyamadığını bildiğim için ağlarım."

"Çok kan kaybediyor." Yankı'nın sesi yine sakindi ama korkusunu hissedebiliyordum. "Onu arabaya kadar taşımamız gerekiyor."

Lâl gözlerini diktiği yerden ayırmadı, baktığı sadece benim vücudumdu ama görüntüler her neyse daha fazla korkmasına, saçlarına daha fazla asılmasına neden oldu.

"Işık," dedi Mutlu bir kez daha, bu sefer sakin değildi artık. "Bak ağlarım, ne olur konuş." Başımı çevirip o tarafa baktığımda Işık'ın gözlerinin hâlâ sabit durduğunu gördüm. Vücudu ise yavaş yavaş titremeye başlamıştı, bedeni buz kesmiş gibiydi. Elleri göğsünün üzerindeydi ve parmakları hafifçe hareket etse de kaldıramıyordu. "Bu sefer gözlerin kapalı değil ama yine kanın akıyor." Anlayamadım. "Ne olur gözlerini kapatma yine."

Bartu ile Yankı çok kısa bir an bakıştı, ikisi de bir anının içine dalmış gibilerdi. Yankı, "Mutlu," deyip sustu. Çok nadir zamanlarda söyleyecek bir şeyi olmaz ve susardı, yine olmuştu.

"Yankı." Mutlu'nun sesinde umudu hissettim. "Sen bilirsin, neden konuşmuyor? Gözleri açık." Yankı elini daha fazla bastırıp başını iki yana salladı. "Yankı!" dedi yüksek sesle. "Ona bir şey olmadığını söyle!" Yankı yine hiçbir cevap vermedi ve dönüp Bartu'ya kısık sesle bir şeyler söyledi. "Söyle, sen söylersen inanırım!" diye haykırdığında sesi gökyüzünde çınladı. "Ne olur söyle! Senin söylediğin her şey olur! O zaman da yaşayacak demiştin ve yaşamıştı. Yine söyle!"

Daha önce Işık vurulmuş muydu? Önder'in ona yaptıkları dışında başka neler olmuştu? Hepsinin geçmişindeki o anı tek tek hepsini de mahvediyor gibiydi.

Bakışlarım tekrar Lâl'e döndüğünde acıyla nefesimi verdim ve gözlerinden yaşların art arda aktığını gördüm. Nefes almakta zorlandığını anladığımda göğüs kafesi inip kalkıyordu. "Lâl," dedim kısık sesle. "Lütfen bana bak, güçlü olmak zorundasın. Ona hiçbir şey olmayacak."

Elimi arkasından çektim, parmaklarım yüzünü sıkıca kavradı; sert bir hareketle bana bakmasını sağladım. Donuk, ifadesiz gözleri odaklandığı yerden ayrılırken göz göze geldik ama o an göz göze geldiğimizde benim baktığım kişi küçük bir kız çocuğundan başka kimse değildi. "Nefes al," diye fısıldadım. "Ne olur nefes al."

Almaya çalıştı ama alamadı. Tam gözlerimin içine bakarken saçlarına geçirdiği elleri ellerimin üzerine kaydı ve parmaklarımı sıkıca tuttu. Sadece dudaklarını oynatarak, “Anne,” dedi. Parmakları buz gibiydi ama gözleri ateş kadar sıcaktı. Tekrar dudaklarını araladığında gözlerinin kaydığını hissettim. “Ölecek,” derken parmaklarımı sıkıca tutan parmakları uzaklaştı. “Ölecek,” diye tekrar ettikten sonra gözleri kapandı ve yan tarafa doğru düştü.

Korkuyla inleyip başını çarpmadan onu tuttum. "Bartu!" diye bağırdım. "Lâl bayıldı!" Parmaklarının arasında tuttuğu kendi saçlarına gözlerim kaydı, yüzünü göğüs kafesime götürdüm ve nefes alıyor mu bakmak için kulağımı yaklaştırdım. "Bartu!" diye bağırdım daha büyük bir korkuyla. "Nefes almakta zorlanıyor."

Bir anda hareketlenme oldu; Bartu'nun ellerinin Lâl'e uzandığını gördüm, sonra Yankı, "Helin!" diye bana seslendi. Tam o anda Bartu Lâl'i kucağına aldı, o da benim gibi nefes alıyor mu diye bakıp kendi kendine, "Ne olur," dedi. "Bunu yapma." Lâl kucağındayken ayağa kalktı.

"Helin!" dedi bir kez daha Yankı, sesi gür çıktı. "Yanıma gel!" Çöktüğüm yerden zorlukla kalkıp Yankı'nın yanına güç bela ilerledim. Bartu ise Lâl'i teknenin dışına götürdü. Yankı yırtar gibi üzerindeki gömleği çıkarıp kurşunun girdiği yerlere bastırdığında çıplak kaldı. "Bak," dedi gözlerini bana çevirerek. Turkuaz gözlerindeki korkuya şahit oldum. "Ben onu kucaklayacağım ve sen gömleği bastıracaksın, tamam mı?" Işık'ın açık gözlerine hareket etmeden baktım. Dünyadaydı, bizimleydi ama gözleri gökyüzünden ayrılmıyordu. Adım kadar emindim canının yandığına ama inlemiyordu bile. Gözünden bir damla yaş düştü, işte bu acısını gösteriyordu. Ya da korkusunu.

"Tamam mı?" diye bağırdı Yankı. "Şu an sırası değil Helin. Şu an değil."

Mutlu Işık'ın yüzünü sevmeye başladığında daha fazla kendini tutamayıp ağlamaya başladı; önceden de onun ağladığını görmüştüm ama bu sefer çok daha kötüydü. Mutlu Sarca'yı ağlarken görmek, bu hayata karşı inancımı söndürebilecek tek olaydı. "Bak," dedi Işık'a. "Ağlıyorum işte. Bak bana ne olur! Ölecek misin? Ölemezsin. Bir kez daha bunu yaşatamazsın."

O anda Yankı'nın kanlı eli çenemi kavradı ve yüzümü yüzüne çevirdiğinde kanın kokusu midemi altüst etti. "Kendine gel," dedi sert ve otoriter bir sesle. "Şu an tek başıma toplayamam herkesi. Şu an tek başıma kendimi bile toplayamam." Yutkundu, elini çenemden çekti. "Beni duyuyor musun? Sana ihtiyacım var."

Son kurduğu cümle beni kendime getirdi. Art arda başımı aşağı yukarı salladığımda ellerimi onun baskı yapan elinin üzerine koydum ve tekrar Işık'ın yüzüne baktım. Gözleri dolmuştu, gökyüzüne bakmaya devam ediyordu ve o an, daha fazla titrediğini, renginin daha fazla beyazladığını gördüm. "Işık," dedim soluk bir sesle. "Sana hiçbir şey olmayacak."

Gözünden bir damla yaş daha aktı. Neden haykırmıyordu? Neden bağırmıyordu? Canının çok yandığına emindim ama sakince geçmesini bekliyor gibiydi. Sanki biraz daha sakin kalırsa geçecekti, bu anın gelmesini bekliyordu. Böyle durması beni daha mahvetmişti ama ağlamayacaktım, sakin kalacaktım, devrilmeyecektim. Biliyordum, sevdiğim kimse ölmezdi.

Tanrı bunu bana yapmazdı.

Yankı elini elimin altından çektiğinde çoktan mavi gömleği kanla kaplanmıştı. Işık'ı yavaşça ve sakin hareketlerle düştüğü yerden kaldırdığında Işık'ın göğüs kafesinin üzerinde duran elleri düştü. Yankı koşar adımlarla teknenin dışına yürrken Mutlu hemen yanımdaydı ve benimle beraber Işık'ın kanayan yerlerine baskı yapıyordu.

"Işık," dedi gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ederken. "Bana ne olur ölmeyeceğini söyle, sen de söylersen inanırım. Benimle konuş! Çok mu acıyor canın?" Tekneden inip limana vardığımızda Bartu'yla Lâl'i diğer arabaya binerken gördüm. Bartu, Lâl'i yolcu koltuğuna baygın bir şekilde yerleştirdi, sonra kendisi sürücü koltuğuna ilerlemeden bize baktı.

Yankı başını sallayıp arabaya bindi ve gazı kökleyerek önümüzden son hızla geçtiler. Işık'ın kanı gömlekten ellerime çoktan bulaşmıştı ve o kadar fazla kan kaybediyordu ki kuruyan, rengi değişen dudakları bunun en büyük örneğiydi. Yine bağırmadı, yine çığlık atmadı ama gözünden yaşlar düşmeye devam etti. Gökyüzünde her ne varsa oradan ayıramadı bakışlarını. Belki de gördükleri başkaydı.

"Işık." Bu sefer konuşan Yankı'ydı. Gözlerini yüzüne çevirdi ve arabaya yaklaşmadan önce alnına yanağını yasladı. "Bu sefer gerçek bir kurşun. Bu sefer gerçek bir acı. Bu sefer bağırman gerekiyor, acını bize göstermen gerekiyor. Kendini sıkma kızım, ne olur sıkma."

Işık'ın bakışları gökyüzünden ayrılıp direkt Yankı'nın gözlerine çevrilirken gözünden bir damla yaş daha düştü. Bu anı bekliyormuş gibi kurumuş dudakları aralandı. "Ama," dedi zorlukla konuşarak kısık sesle. "Bu sefer gerçekten ölecek gibiyim ve ölmek istemiyorum, kurtarılmak istiyorum."

Bu cümlenin ardından ikisinin arasındaki sır benden sıçrayıp Mutlu'ya çarptı ve ağlamaları daha fazla artarken, "Yalvarırım ölme," dedi. "Yalvarıyorum ölme. Sensiz yaşayamam Işık, ölme."

"Ölmeyeceksin." Artık katlanamayacağım kadar büyük bir acıyı tam kalbimin üzerinde hissederken bana bakmasını istedim ama Yankı'dan başka hiç kimseye bakmadı. "Işık, böyle konuşma," diye inledim. Kalbimdeki acı gözlerime yaşların dolmasına neden oldu ama hızlıca gözlerimi kapattım. "Seni kurtaracağız."

Mutlu arka kapıyı hızlıca açıp arabaya bindi, ardından Yankı Işık'ı koltuğa yerleştirdi ve ben de onun hemen yanına oturdum. Kapıyı sertçe arkamızdan kapatıp koşar adımlarla sürücü koltuğuna geçti. Işık'ın başı Mutlu'nun kucağındaydı ve benim ellerim hâlâ onun kanayan yaralarındaydı. Daha fazla bastırdım, Işık'ın yüzü acıyla doldu ama yine çığlık atmadı, hiçbir şey söylemedi.

Yankı arabayı çalıştırdığında ve gaza sonuna kadar bastığında bir yandan da cebinden telefonunu çıkarmaya çalışıyordu. Mutlu Işık'ın saçlarını okşarken ona bir şeyler mırıldanıyor, sonra ağlamaya devam ediyordu. Işık ise Mutlu'yla asla göz göze gelmiyordu.

"Alo," dedi Yankı ve bir ses hepimizin kulaklarına doldu, Yankı hızını hiçbir şey kessin istemediği için telefonu hoparlöre almıştı. "Önder," dedi. "Işık vuruldu."

Çok kısa bir sessizlik oldu; telaşlanmasını, tepki vermesini, en azından korkmasını bekledim ama sakince nefesini verdi. "Nasıl?" diye sordu, ardından sesine gerçekçi bir telaş doldu. "Diğerlerinde bir şey var mı? Sen iyi misin? Mutlu?"

O an gözlerim Işık'a kaydı, her sesi duyduğu gibi bunu duyduğunu da biliyordum. Yankı da bunu düşünmüş olacak ki telefonu hoparlörden aldı ve kulağına götürüp, "Işık vuruldu," dedi dişlerini sıkarak. "Kasığından ve karnından. Çok kan kaybediyor. Teknede oldu. Normal bir hastaneye gidemeyiz, bizim hastaneyi hazırla." Önder çok kısa bir soru sordu ama dikiz aynasından Yankı'nın yüzünün değiştiğini gördüm. "Önder," dedi dişlerini daha fazla sıkarak. "Hepimiz iyiyiz, sadece Işık vuruldu, şu siktiğimin hastanesini hazırla ve doktorları çağır."

Telefonu kapatıp yanındaki koltuğa fırlattığında dikiz aynasından göz göze geldik. "Ne durumda?" diye sordu bana. "Nabız saymayı biliyor musun?" Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Işık," dedi arkaya doğru. "Bizimle konuş. Konuş kardeşim, şu an nerede olduğumuzun bilincinde misin? Sesimi duyuyor musun?"

"Yankı, kendisini çok kasıyor," dedim ve önümdeki bacaklarını titrememek için kastığını gördüm. Ellerini yumruk yapmıştı, acıya meydan okuyordu ama damarlarını patlatacak kadar büyük bir hırsla yapıyordu bunu. "Kendisini kontrol etmeye çalışıyor."

"Işık neden böyle yapıyorsun?" Mutlu elini alnına koydu kardeşinin. "Neden hiçbir şey söylemiyorsun? Çok acıyor, değil mi? Acıyor, biliyorum. Neden bağırmıyorsun? Ağlarım diye mi?" Gözlerinden akan yaşları hızlıca sildi, yüzü kardeşinin kanıyla kaplandı. "Ağlamıyorum bak. Bir şey olmayacak, neden ağlayayım? O zaman da ağlamıştım ama olmamıştı. Boşa ağlamıştım."

Işık'ın kendisini böyle kasmasının nedenini bilmek beni öylesine derinden yaralamıştı ki gözlerim tekrar dikiz aynasındaki Yankı'ya kaydı ve gözlerinin yolda olduğunu gördüm. İkisinin de durumu aynıydı, bir gün o da vurulursa aynı şekilde mi davranacaktı?

Önder ikisini silahlarıyla korkutmuş, o şekilde eğitmişti ve ikisi de Önder'e başkaldırmaya öylesine çok alışmışlardı ki gerçeklere bile aynı şekilde karşılık veriyorlardı. Biliyordum, Önder'in karşısında ağlamamak, bağırmamak için direnen Işık, alışkanlıklarından dolayı aynı şekilde davranıyordu ama yaşadıkları aynı değildi.

O an farkına vardım; direndiğimiz her acı, bir gün bizi de kendi girdabının içinde yok ederdi çünkü direnirken acıları daha fazla büyütürdük. Ellerimin titremesini engellemeye çalışırken daha fazla titremesine neden olmuştum, dayım karşımda dikildiğinde ağlamamak için ellerimi boğazıma sararken şimdi o anılar gözümde her canlandığında yıkılıyordum.

Acı karşımıza geçip dikildiğinde onun önünde eğilmemiz ve hislerimizi yaşamamız gerekiyordu yoksa bize savaş açıyordu ve daima o kazanıyordu. Işık'ı izlerken bunu görebiliyordum.

Önder'in ona uyguladığı bütün acılara direndiğinde kazanmıştı; şu an bu acıya direnmeye devam ederse kaybedecekti.

"Işık," dedi Yankı direksiyonu sıkıca kavrayarak. "Hatırlıyor musun, sana direnmen gerektiğini, başkaldırmanı, sessiz kalmanı öğreten bendim." Elini arkaya uzattı ve zorlukla da olsa Işık'ın elini buldu. "Şimdi sana bağırmanı, haykırmanı, acı çektiğini belli etmeni söylüyorum. Bize nasıl hissettiğini söyle."

Işık yumruk yaptığı elini yavaşça açıp Yankı'nın parmaklarını tutarken diğer eli karnına ilerledi. Benim elime dokununca parmaklarına kanı bulaştı. Elini hafifçe kaldırdığında kendi kanını gördü. "Yankı," dedi. "Bu sefer kanıyor."

"Neler oluyor?" Mutlu korkuyla Yankı'ya baktı. "Bu sefer kanıyor da ne demek?"

Işık elini tekrar yarasının üzerine koydu fakat bu sefer baskı yapınca eline daha fazla kan bulaştı. "Biliyorum," dedi Yankı. "Dinle beni. Derin nefesler almanı istiyorum ve gözlerini kapatmamanı. Bizimle konuş. Mutlu'yla konuş. Bak, onu görüyor musun?"

"Bana bakmıyor," dedi Mutlu hıçkırarak. "Bana hiç bakmıyor."

"Çünkü sana bakarsam dayanamam," dedi Işık yine soluk bir sesle. "Dayanmam lazım, geçecek. Beş dakika sonra geçecek. Tekrar hissetmeye başlayacağım. Değil mi Yankı?" Yankı hiçbir şey söylemedi. "Yankı," dedi, sesi kısıldı ve acıyla yutkundu.

"Işık." Sesimin titremesini engelleyemedim, kalbimdeki acıyı yok edemedim. Gözleri yavaşça bana kaydığında sanki ilk defa görüyor gibiydi. "Sana bir keresinde ne dediğimi hatırlıyor musun? Sen çok değerlisin, demiştim sana. Hem de herkes için. O gün sana şunu söyleyememiştim." Kanlı elini tutup öptüm. "Benim bir kız kardeşim yoktu ama seni tanıdım. Eğlenceli, çapkın ve güçlü bir kız kardeşle tanıştım. Sen benim kız kardeşim oldun. Seni kaybetmek istemiyorum."

Elini tekrar öptüğümde tekrar yutkundu ve gözlerini kapattı, birkaç saniye öyle tuttuktan sonra gözlerini araladı. Benim de elimi tuttuğunda aramızdaki o göremediğim bağı hissettim. Farkında olmadan Işık'a öyle bir bağlanmıştım ki şimdi anlayabiliyordum.

Gruba ilk girdiğim zaman iğneleyici laflarıyla beni yerin dibine sokmuştu. Onunla hiç anlaşamayacağımı hatta durmadan kavgalar edeceğimi bile düşünmüştüm ama zamanla onun tarafına çekilmiştim. Başkalarının aksine onu hiçbir zaman Sokak Nöbetçileri'nin değersiz bir ferdi gibi görmemiştim hatta aralarında en güçlüleri olabileceğini de hissetmiştim. Cesurdu en önemlisi ve dikbaşlıydı.

Zamanla onun kolayca kahkahalar atmasına, alaycı tavrına ve iğneleyici laflarına alışmıştım. Hatta onun tarafından değer gördüğümü hissettiğim ilk kişi Işık olmuştu. Beni karşısına alıp hiçbir şey yokmuş gibi sohbetler etmesi başlarda tuhafıma gitse de sonradan ayak uydurmuştum. Lâl'in tam zıttıydı. Bir anda kalkıp saatlerce dans edebilir, sonra herkesi kendi çevresine toplayabilirdi. Akıllıydı da. Seçtiği cümleleri ve insanları alt edişlerine bayılıyordum.

Bana altıncı demişti, beni kabullenmişti. Onun yüreği, benim gibi birini kabul edecek kadar yüceydi. Şimdi ölemezdi, bunu kaldıramazdım.

"Bak, sen ikizimsin," dedi Mutlu diğer taraftan. "Bizim aramızda hâlâ göbekbağlarımız var. Sen görmüyor olabilirsin ama ben görüyorum." Işık'ın alnından öptü, öylece durdu, sonra yanağından öptü. "Eğer sen ölürsen ben de ölürüm, hiç duymadın mı? İkizlerden birisi ölürse diğeri de ölürmüş. Benim ölmemi istemiyorsan sen de ölme."

En sonunda Işık'ın gözleri, Mutlu'nun gözlerine kaydı ve dakikalardır bakmadığının acısıyla beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Elini uzatıp Mutlu'nun yüzüne dokunduğunda, "Uydurma," dedi ağlayarak. "Yine beni kandırıyorsun."

"Kandırmıyorum." Mutlu Işık'ın ağlamasından sonra daha fazla ağladı. "Bak, biz doğduğumuzda doktor söylemişti, duymuştum. Ben senden daha zeki olduğum için her şeyi duyuyordum."

Işık, "Hayır, ben zekiyim," deyip öksürdü ve öksürmesiyle beraber elimin altındaki bir yerden kanın fışkırdığını, bir damarın sanki koptuğunu hissettim. Işık daha fazla dayanamayarak inlediğinde elimi daha şiddetli bastırdım ama artık nafileydi.

"Yankı!" dedi Mutlu. "Daha hızlı sür!"

"Az kaldı, az kaldı, az kaldı." Yankı kendi kendine tekrar ederken Işık'ın elini bıraktı ve iki eliyle direksiyonu kavradı. "Onu uyanık tutun. Işık! Bizimle konuş!"

İnlemeye devam ederken kasılan bacakları daha fazla direnmesine dayanamadı ve zangır zangır titremeye başladı. "Yankı," dedim korkuyla. "O çok kötü." Ölüm düşüncesi dakikalardır aklıma gelmemişti, inanmak istememiştim ama Işık'ın bilincinin kaybolmaya başladığını hissettiğimde o düşünce tekrar beni yakamdan tuttu. "Yankı, bilinci kapanıyor."

"Işık!" Mutlu yanağına birkaç defa vurdu ve tekrar gözlerinin açılmasına neden oldu. "Bizimle konuş, benimle konuş. Beni dinle." Ne diyeceğini bilemeyip başını iki yana salladı. "Küçükken uykuya direndiğimizde birbirimize büyüdüğümüzde olacağımız kişileri anlatırdık. Sen oyuncu olmak isterdin, hatırlasana. Ve harika bir anne. Üç çocuklu tatlı bir anne." Işık aralanmış gözleriyle Mutlu'yu izliyordu. "Kendi kendine cümleler kurardın, çocuklarına isimler bile veriyordun. Ben de astronot olmak isterdim. Aya çıkıp oradan da gezegenlere tatile gidecektim. Dürüst olmak gerekirse sen iğrenç bir oyuncu olurdun, ben de astronot olamayacak kadar sabırsızım ama harika bir anne olacaksın. Üç çocuğun için yaşa. Hayallerin için."

Işık hafifçe tebessüm ettiğinde Mutlu devam edemedi. "Ben de veteriner olmak isterdim," diye lafa atladım. "Sonra kedi köpek sevmeye benzemediğini öğrendim. İnternette veterinerliğin zorluklarını gördüm."

Işık daha geniş gülümsediğinde Yankı lafa atladı ve sert bir viraj aldı; olduğumuz yerde sarsıldık. "Yankı kesin bilim insanı olmak isterdi," dedi Mutlu gülmeye çalışarak. "Sen bu halde olmasan onun bilim insanı olmak istemesiyle dalga geçerdim. Lütfen iyi ol, onunla dalga geçmeliyim."

Konuşulanları dinlerken artık konuşamayacak durumda olduğunu anlayabiliyordum. Vücudunda iki kurşun taşıyordu, iki kurşun da bedenini delmişti. "Işık, duydun mu?" dedim şaşkınlıkla ona dönüp bakarak fakat gözleri yine kapanmaya başladı. "Işık!" dedim yüksek sesle. "Yankı, onun bilinci kapandı mı? Işık, beni duyuyor musun? Aç gözlerini."

"Yankı, gözleri kapanıyor! Yine o gün olduğu gibi duruyor!" Mutlu başını iki yana salladı. "Bir kez daha olmaz, bu olmaz. Ne olur Işık, ne olur."

Yankı arabayı sert bir fren darbesiyle durdurdu; pencereden Bartu'nun arabaya koştuğunu gördüm. Arka kapıyı açtı ve Mutlu indikten sonra Işık'ı kucağına aldı. Ellerim onun sıcak kanından uzaklaştığında ben de açılan kapıdan aşağıya inip peşlerinden koştum. Işık'ın saçları ve hissiz elleri Bartu'nun kucağında sarsılırken koşan adımları oldukça kuvvetliydi.

Kapının önünde Önder'in ve yanında üç kişinin durduğunu gördüm. Üzerinde beyaz önlükleri olan iki adam, diğeri siyah önlüğü olan bir kadın. Hepsinin yüzünde maske vardı. İBAK'ın kapısında sedyeyle duruyorlardı.

Bartu Işık'ı sedyeye yatırdıktan sonra adamlar İBAK'ın içinden hastaneye sedyeyi sürüklediler ve biz de peşlerinden koştuk. Hemen arkamda kalan Önder koşmak yerine hızlı adımlarla geliyordu. Onun bu denli hissiz olması canımı sıkmıştı, bu kadarı çok fazlaydı. Işık'a hiç mi değer vermemişti? Bu kadar mı önemsizdi? Böyle nefret etmesinin tek nedeni gerçekten Mutlu'ya ayak bağı olduğunu düşünmesi miydi?

Daha önce Bartu'yu bulmak için geldiğim hastaneden girdiğimizde Işık'ı ikinci kapıdan içeriye soktular, sonra yanlarındaki kadın kapının önüne geçip bizi durdurdu. "Bundan sonrası bizde," dedi. "Orada durun."

"Gonca çekil," dedi Bartu dişlerini sıkarak. Dakikalardır sabırlı durmasının son demlerine gelmiş gibiydi. "Seni dinlemeyeceğimi biliyorsun."

Gonca'yı direkt tanıdım, Önder'in eşiydi. Yüzündeki maskeyi söküp çıkardığında, "İçeriye giremezsiniz," deyip hepimizle otoriter bir ifadeyle göz göze geldi, o da Önder kadar tepkisizdi. "Bu şekilde ona hiçbir yararınız olmaz." Sonra gözleri başka bir noktaya döndü. "Ayrıca Mutlu'nun yanında olmanız gerekiyor, şu haline bakın."

O an bakışlarım Mutlu'nun olduğu tarafa döndüğünde dizlerinin üzerine çökmüş bir şekilde durduğunu gördüm. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, artık hıçkıra hıçkıra ağlamıyordu ama kucağına düşen elleri kardeşinin kanıyla boyanmıştı.

"Mutlu," dedi Bartu ona doğru yürüyerek. Yankı da o tarafa ilerlediğinde Önder’le göz göze geldik ve hızlıca bakışlarımı ondan çekip ben de Mutlu'nun yanına yürüdüm. Bartu Mutlu'nun önünde dizlerinin üzerine çöküp yüzünü ellerinin arasına aldı. "Ona hiçbir şey olmayacak," dedi beklediğimden daha sakin bir sesle. "Kendini toplaman gerekiyor. Daha önce olmadı, o zaman çok daha kötüydü. Şimdi de olmayacak. Işık'ın ne kadar güçlü olduğunu biliyorsun."

Yankı da aynı şekilde çöktü. "Kendini toplaman gerekiyor," dedi ama ona hiçbir şey olmayacak demedi. Mutlu da bunu fark etmiş olacak ki direkt Yankı'nın gözlerinin içine baktı. "Işık çok kan kaybetti, senin kanına ihtiyacı var."

"Yankı," dedi korkak bir sesle. "Ona bir şey olmayacak, değil mi?" Sessizlik oldu, o sessizlikte yalandan da olsa Yankı'nın bir şeyler söylemesini bekledim ama söylemedi. "Konuşmuyorsun," dedi acıyla. "Çünkü olacak, değil mi? Çok mu kötüsü olacak? Ölecek kadar mı kötü?" Yine ağlamaya başladığında sessizdi ama öylesine kötüydü ki geriye bir adım atıp duvara yaslandım. "Ama ölemez ki," dedi omzunu indirip kaldırarak. "Yani ölürse benim hikâyem biter, benim hayatım biter. Ben biterim."

Yankı gözlerini sıkıca yumarak başını başka tarafa çevirdi ve Bartu Mutlu'yu kendisine çekip ona sıkıca sarıldı. O şekilde Bartu'nun omzunda hıçkıra hıçkıra ağlarken, "Ölmez," diye tekrar etti Mutlu. "Ölürse hikâyemiz biter. Ölürse ölürüm. O ölürse beni de öldürür."

"Ona hiçbir şey olmayacak." Bartu Mutlu'nun saçlarını okşayıp Yankı'ya baktı. "Işık'ın ne kadar inatçı olduğunu bilmiyor musun? Bir şeyler söylesene Yankı. Olmayacak desene." O an Bartu'nun da aslında Yankı'nın ağzından çıkacak cümlelere muhtaç olduğunu gördüm, bu beni derinden sarstı.

Yankı hiçbir şey söylemeden çöktüğü yerden kalktığında duvarın kenarına ilerledi ve alnını duvara yaslayıp gözleri kapalı bir şekilde öylece durdu. Aşağıda yumruk yaptığı ellerini daha çok sıkarken, kuramadığı her cümle içinde dağlanıyordu. Önder onun yanına gidip elini omzuna koydu. "Bu nasıl oldu?" diye sordu. "Kim olduğunu biliyor musunuz?"

Önder'in sorusu, gözlerimle gördüğümü tekrar yaşamama sebep oldu. Ekip oradaydı, ellerinde silahlar vardı ve acımasızlıkları.

Sokak Nöbetçileri yanımdaydı, ellerinde acıları vardı ve korkuları.

Ben ise her iki taraftaydım.

Her iki tarafta da adımlarımın izleri vardı.

Yankı aynı şekilde durmaya devam ederken, "Bilmiyorum," diye mırıldandı kısık sesle. "Dört el ateş edildi." Gözlerini açıp duvara baktı. "Dört kere kurşun sıkıldı. Dört kurşunun ikisi Işık'a denk geldi, diğer ikisi karavana." Bakışları Önder'e kaydı. "Özellikle Işık'ı vurmak istediler. Bunu kim, neden ister? Zarar verilmesi gerekecek kişi neden Işık'tı?"

Önder başını ağır ağır iki yana salladıktan sonra gözleri Bartu'ya kaydı. Gonca Mutlu'yu yerden kaldırmış, büyük ihtimalle kanını vermesi için diğer odaya yürütüyordu. "Bartu," dedi Önder. "Sen de mi kimseyi görmedin?"

Bartu çöktüğü yerde derin bir nefes aldıktan sonra ayağa kalktı. "Görmedim," dedi sert bir sesle. "Ama o şerefini siktiğimi bulduğum yerde tam alnının çatından vurmazsam asıl benim şerefim yok. O kadar büyük yemin ediyorum Önder." Öfkeli gözleriyle ve sıktığı yumruklarıyla ona doğru yürüdü. "Onu ya da onları mahvedeceğim. Yaşatmayacağım."

Duvara daha fazla sindim, sindiğim yerde daha fazla sessizleştim. Önder yine Yankı'ya dönerek, "Tahmin ettiğin kimse yok mu?" diye sordu.

"Tahmin ettiğim bütün dünya," diye karşılık verdi hızlıca Yankı. "Birçok düşmanımız var ama özellikle Işık'a zarar verecek kişi..." Ellerini şakaklarına bastırdı. "Düşünüyorum ama ulaşamıyorum. Neden Işık? Neden özellikle ona yapıldı?"

Önder'in umursamazlığı tekrar gün yüzüne çıktı. "Işık'a denk gelmiştir belki," dedi omuzlarını indirip kaldırarak. "Belki Mutlu'nun önüne filan atlamıştır. Işık'ı biliyorsun, daha önce kendi isteğiyle bile ölmeye çalıştı, bir anlık bunu yine istemiş olabilir."

Dudaklarım aralandı; son cümlesi, Işık'ın vücuduna isabet eden kurşunların benim zihnime çarpmasına neden oldu. Daha önce Yankı Sokak Nöbetçileri'nden iki kişinin kendisini öldürmeye çalıştığını söylemişti ve bir tanesi Işık mıydı? Bu öylesine beni şaşırtmıştı ki başımı iki yana salladım. O kadar cesaret, o kadar umursamazlık... Bunu Mutlu'ya nasıl ve neden yapmıştı? O anları düşünmeyi bile kaldıramazken, onlar nasıl kaldırmıştı?

Yankı'nın bu cümlelerden sonra çenesi kasıldı. "Işık kliniğe yatırıldıktan sonra iyileşti," dedi kelimenin üzerine basarak. "O hayata fazlasıyla bağlı. Neden böyle bir şey yapmış olsun?" Sonra Önder'in tam gözlerinin içine baktı, öyle bir baktı ki Önder ne demek istediğini anladı.

"Beni mi suçlayacaksın?" diye sordu kırgın bir sesle. "O kadar da değilim, Mutlu'yu Işık'tan daha fazla düşünürüm."

Yankı aynı şekilde bakmaya devam etti. "Umarım," dedi kelimenin üzerine basarak. "Umarım öyledir Önder çünkü onlarca düşmanımızın sadece Işık'ı önemseyeceğini sanmam."

Bartu daha fazla dayanamayarak sert bir sesle konuya dahil oldu. "Onlarca düşmanımız var ama senin tek bir düşmanın var," dedi Yankı'ya. "O kişi de Koza. Bunu o yapmış olmasın? Sonuçta yarım kalan bir işini tamamlamak istemiş olabilir, değil mi?"

O an, Koza'nın Yankı savaşı kazandıktan sonra böyle bir intikam yoluna gireceği düşüncesi karnıma ağrılar saplanmasına neden oldu. Tek bir kişiyi istemişti Koza. Yankı ise herkesi kurtarmıştı. Özellikle o gün, Işık'la ayrı ilgilenmiş, tek onun yanına gitmişti. Ama neden seçtiği Işık'tı?

"Koza hapishaneden çıkmış." Önder bu cümleyi kurarken oldukça rahattı. "Onunla başınızdan geçenleri bana ne zaman anlatmayı düşünüyordun?"

Yankı Bartu'ya dönüp baktığında Önder'in sorusunu duymazlıktan geldi. Bartu'yla aralarındaki küslük bitecekken daha da kötüleşmişti, asıl şimdi daha sıkı tutunmaları gerekirken Bartu suçlamalara başlamıştı. "Koza değil." O kadar kesin, o kadar kendinden emin konuştu ki buna şaşırdım. "O böyle bir şey yapmaz."

"Neden?" Bartu hiddetle nefesini verdi. "Sonuçta kardeşlerine de zarar vermek istemezdi ama verdi, değil mi?" Yankı'nın üzerine yürüdü. "Senin sikik savaşın yüzünden Işık zarar gördüyse..."

"Ne yaparsın Bartu?" diye sordu Yankı. "Beni de mi öldürürsün? Şerefin üzerine yemin ettiğin için benim de mi alnıma bir silah dayarsın yoksa? Ne yaparsın?"

"Sana şimdi ne yapacağımı söylemeyeceğim." Bartu'nun karşısında düşmanı varmış gibi konuşması kanıma dokunuyordu. "Ama eğer o Koza'nın parmağı varsa nedeni sadece sensindir. Beni duydun mu? Asıl sen bu vicdan azabıyla nasıl yaşayacağını düşün." Yankı'nın üzerine yürüdü, Yankı ise geri çekilmedi.

Aralarında bir-iki karış mesafe kaldığında Yankı kaşlarını kaldırdı. "Koza değil," dedi üzerine basarak. "Suçlayacak birisini mi arıyorsun? Belki de senin peşine taktığın adamlardan birisidir. Zevk için çaldığın arabaların ve paraların sahipleri peşimize düşmüştür. Unutma, bir keresinde en belalı olanı Işık'a âşık olduğunu söyleyip onunla uğraşıyordu."

İlk defa. İlk defa Sokak Nöbetçileri'nin içindeki çatlamanın sesini duydum ve o çatlamanın ben bu gruba girdikten sonra oluştuğunu fark ettim. Şimdi ise Bartu ile Yankı arasındaki çatlak, ses çıkarıyordu ve her an ikisinin arasında derin bir uçurum oluşabilirdi.

Koza'nın planı tıkır tıkır işliyor muydu, istediği bu muydu?

"O herifi doğduğuna pişman etmiştim," dedi Bartu, sonra Yankı'ya biraz daha yaklaştı. "Senin aklın beş karış havada olmasaydı da elimize bir silah verseydin, Lider. Dikkatsizliğin bizi daha fazla mahvediyor."

Birbirlerini suçladılar, birbirlerine kılıçlar çektiler, birbirlerini kovaladılar; Bartu acısını bu şekilde kusuyordu, artık bunu öğrenmiştim ama Yankı? Onun da artık tahammülü kalmamış gibiydi, yine acı çektiği anlaşılmayan tek kişi Yankı'ydı.

"Bazen senin nasıl bir adam olduğunu unutuyorum, doğru," dedi Yankı da yanıt olarak. "Sen yanımızdaysan sürekli bela vardır, silah taşımamız gerekir."

Bu cümleden sonra Bartu, Yankı'yı sertçe omzundan itekledi. "Sen kendine bak!" diye bağırdı. "Sen kendi haline bak!" Yankı öylece Bartu'nun yüzüne bakarken aralarına Önder girdi ve kollarını iki yana açarak ikisine şaşkınlıkla baktı. "Belanın en büyüğünü düşmanım diye nitelendiriyorsun ve eğleniyorsunuz! Onu öylece serbest bırakıyorsun, o adamın nasıl bir manyak olduğunu bile bile. Senin derdin ne?"

"Koza değil," dedi yine Yankı. "Bartu, ne zaman büyüyeceksin?"

"Bana şunu söyleyip durma!" Yankı'nın üzerine yürümeye çalıştı ama Önder daha fazla engelledi. "Bilerek damarıma basıyorsun, değil mi? Üçüncü kere o yumruğu yüzüne geçirmem için yapıyorsun, değil mi? Beni tamamen bu gruptan atmak istiyorsun!"

"Gruptan atmak mı?" Yankı buna gerçekten şaşırmıştı. "Ne grubu Bartu? Sen benim kardeşim değil misin?"

Bartu alayla güldü. "O kurşun bana denk gelseydi üzülmezdin bile. O kadar eminim ki. Sana karşı duran birisi gitmiş olurdu, sürekli bundan yakınmıyor musun zaten? Benden kurtulurdun. Keşke o kurşun bana denk gelseydi." Son cümleyi yürekten dilediğini biliyordum çünkü Bartu, kardeşlerine bir zarar gelecekse kendisi hepsinin önünde siper olurdu hatta o kurşun yüzünden bile kendini suçladığına emindim ama bunu o kadar ağır bir şekilde can yakarak söylemişti ki Yankı'nın yüzü bütün acısıyla karşımdaydı. Önder de ben de ona şaşkınlıkla baktık.

"Bartu!" deyip onlara doğru yürüdüm. "Bunu nasıl söyleyebilirsin?"

Yankı acıyla gülmeye başladığında bir yandan da şaşkındı. "Bunu nasıl düşünebilirsin lan," deyip sustuktan sonra Yankı Önder'in elini itekleyip Bartu'nun önüne geçti. Gömleğinin yakalarından sertçe yakaladı. "Sana bir kere bile vurmadım Bartu ama konuşmaya devam edersen bu ilk olacak ve tamamen köprüleri yıkacağız, haberin olsun."

Önder zorlukla ikisini birbirinden ayırıp aralarına geçti yine. "Size ne oluyor?" diye sordu, sonra yüzündeki şaşkınlığın Yankı'ya olduğunu anladım. Ona gözlerini açıp bakarken, "O Bartu," dedi. "Ona sabretmen gerektiğini biliyorsun, neden böyle yanıtlar veriyorsun? Sana bu şekilde öğretmedim." Olanları izlerken Önder'in bakışları bana döndüğünde dişlerini sıktığını gördüm; her şeyin sorumlusu beni görüyor olabilir miydi? "Sana Bartu'ya böyle davranmanı o mu söylüyor?"

Yankı beni kastettiğini bakmadan anladı. "Ne saçmalıyorsun?" diye sordu Önder'e. "Konunun Helin'le bir alakası yok, onu bulaştırma."

"Konu onun ve benim aramda," diyen Bartu kurduğu cümlenin ağırlığını fark etmiş gibiydi. "Artık sabrım kalmadı."

"Hey!" Önder hafifçe Bartu'yu itekledi. "O senin kardeşin, düzgün konuş."

"Bırak ya," diyen Bartu sırtını döndü ve Işık'ın kapısının önünden geçip başka bir odaya ilerledi. Büyük ihtimal Lâl hâlâ baygındı, sakinleştirici vermiş olmalılardı. "Kardeşimmiş," dedi kısık sesle ama bu dediğini sadece ben duydum, sonra o odadan içeriye girip kapıyı sertçe örttü.

Yine büyük bir sessizlik olduğunda Yankı kendisini duvarın kenarındaki sandalyeye bıraktı ve dizlerine dirseklerini yaslayarak saçlarını sertçe karıştırdı. Üzeri hâlâ çıplaktı, ellerinde hâlâ kanlar vardı ve benim ellerimdeki kanlar gibi onun da ellerindeki kanlar kurumuştu.

"Ona neden böyle konuşuyorsun?" diye sordu Önder. "Sen Yankı Sarca'sın. Kim olduğunu unuttun mu?" Yankı yine acıyla güldü ama cevap vermedi. "Benim yetiştirdiğim Yankı Sarca daima Bartu'ya sabır göstermek zorunda. Onu biliyorsun, saman alevi gibidir. Şu an canı çok yanıyor. O canı yandığı zaman hep zarar vermek ister."

Yankı başını yerden kaldırıp sırtını sertçe sandalyeye yasladı. "Doğru," dedi gözlerini açarak. Sabrı tükenmeye başlamış gibiydi. "Bartu'nun canı yanıyor. Çünkü sadece onun canı yanıyor, sadece onun canı yanarken can yakmak ister. Çünkü şu an içeride acılar içinde yatan benim kardeşim değil. Çünkü ben Yankı Sarca'yım. Ben sabırlıyım. Ben öfkelenmem. Ben toplarım. Ben gerekirse hissetmem. Ben gerekirse ölümü bile durdururum. Ben buyum. Hatta her şeyin sorumlusu da benim, değil mi Önder?"

Önder'in onu iyi edecek bir şeyler söylemesini bekledim ama o, "Hayır, nedeni sen değilsin ama sonucu sensin," dediğinde dehşetle gözlerim açıldı. "Bartu haklı. Bugün yaşanan, dün yaşanan hatta başınıza gelen her kötülüğün nedeni sen değilsin ama sonucu sensin. Nasıl böyle tedbirsiz olabiliyorsun? Tekrar soruyorum, kim olduğunu mu unuttun? Onlardan sen sorumlusun, canları sana emanet."

Dudaklarım bir şeyler söyleyebilmek için aralandı ama diyecek hiçbir şey bulamadım. Sürekli durmadan kendini suçlayan Yankı Sarca'nın sorumlusu Önder Sarca'ydı. Sırtındaki kamburun bir kısmını Önder yaratmıştı. Öyle bir ağır yüktü ki Işık'ın acısı yetmezmiş gibi bir de kendisini suçlamasını istiyordu.

"Ben miyim?" diye sordu küçük bir çocuk gibi. "Benim yüzümden mi Işık can çekişiyor şu anda?"

"Sensin," dedi Önder acımasızca. "Önceden tedbirliydin, en azından başınıza kötü bir şey geldiğinde elinden geleni yapmış olurdun. Senin bu hayatta en son düşündüğün kişi kendin olmalısın Yankı. Sen kendi hayatında bile son sıradasın. Bunu biliyordun ama unutmuş gibisin." Bakışları yine bana kaydı. "Sana bunu hatırlatacağım yine."

"Doğru," diyen Yankı bakışlarını boşluğa çevirdi. "Hayatımda ilk defa kendimi düşündüğüm günlerim oldu ama onları da düşünüyorum ve..."

Önder sertçe lafını kesip, "Bencil bir çocuk gibi davranıyorsun," dedi. "Seni ilk bulduğum halin gibisin şu anda. O zaman da bencildin, şimdi de öylesin. Kendini mi savunacaksın? Ne diyeceksin?"

Yankı bir süre sessiz kaldı ve başını kaldırıp Önder'in yüzüne uzun uzun baktı. Söylediklerini mi düşünüyordu yoksa kendisiyle mi yüzleşiyordu bilmiyordum ama bakışlarını ondan kaçırıp bana baktığında, "Haklısın," dedi. "Her şeyin sonucu benim. Kim olduğumu unuttum, bencil davrandım." Derin bir nefes verdi. "Ama şunu unutma, onları görev diye korumadım hiçbir zaman, onları sevdiğim için korudum. Onları kardeşlerim olduğu için korudum."

"Biliyorum ama kendini de önemsiyorsun, seviyorsun artık." Önder acımasızca onu resmen ayaklarının altına aldı. "Kendini unutmana her ne neden oluyorsa ondan kurtul." Bakışları bana kaydı. "Bu bir insan olsa bile. Çünkü kardeşlerin zarar görüyor Yankı Sarca. Duydun mu? Kardeşlerine zarar veriyorlar."

Bu zamana kadar nasıl bir hayat sürdüğünü o an gördüm. Kardeşlerine odaklıydı, kendi hayatını bile unutmuştu. Hislerini, kendisine olan sevgisini bile unutmuştu. Bir şekilde hayatının bir noktasında ona ayna uzatmıştım, kendisini görmeye başlamıştı ama Önder'i bu rahatsız ediyordu.

Önder Sarca, parmaklarına bağladığı iplerle beş çocuğu kukla gibi oynatıyordu ve başını Yankı çekiyordu. Biliyordum, Yankı isterse o ipi keserdi ama küçükken zihnine işleyen her ders, büyüdükçe daha fazla derinleşirdi.

Önder Yankı'da derin izler bırakmıştı.

Tahammülüm artık kalmamıştı. "Sen," dedim kendimi daha fazla tutamayarak. Önder'in üzerine yürüdüm. "Işık can çekişirken bunları konuşmanın doğru olduğunu mu düşünüyorsun?"

Önder ellerini arkada birleştirip kaşlarını kaldırdı. "Peki ya sen?" dedi küçümseyici bir tınıyla. "Burada bir fazlalık olarak durmaktan çekinmiyor musun?"

"Fazlalık mı?" Yankı elini tekrar saçlarına geçirdi ve kendi kendine bir şeyler söylendi. "Ben burada bir fazlalık olabilirim ama Işık'ı sevdiğim için duruyorum. Sen ne için duruyorsun? Işık umurunda olduğu için mi yoksa sadece Mutlu'ya oynamak için mi?"

Önder baştan aşağı beni süzdü ve o bilindik küçümseyici ifadesi daha fazla ateşlendi. "Biliyor musun, hem nedenlerin hem de sonuçların sen olduğunu düşünüyorum." Bana doğru bir adım attı. "Sen bu aileye girdikten sonra her şeyin mahvolduğunu gördüm."

Önder söylediklerinde haklıydı ve haklı olması, benim canımı daha fazla yakmıştı. Nedenler Ekip'ti. Sonuçlar belki de benim yüzümden oluşmuştu ama yine de beni bunları istiyormuşum gibi suçlaması, ona karşı öfkemin daha fazla artmasına neden oldu.

Yankı oturduğu yerden ayağa kalkıp, "Yeter," dedi ve Önder'e baktı. "Fikirlerini kendine sakla Önder. Sana daha önce de söylemiştim, Helin'den sen sorumlu değilsin, onunla böyle konuşamazsın."

"Ben bu aileye girdikten sonra her şey mahvoldu, öyle mi?" diye sordum Önder'e, Yankı'yı görmezlikten gelerek. "Nedenini söylememi ister misin? Çünkü robotlaştırdığın bir adam, insan olduğunu fark etti. O insanın adı Yankı Sarca ve maalesef bir daha asla senin robotun olmayacak. Eğer bir nedenden bahsediyorsak bunun nedeni olmak için elimden geleni yapacağım."

Önümde duran Yankı'nın kasıldığını hissettim ve omzunun üzerinden bana baktığında sert gözleriyle karşılaştım. Ondan bu şekilde bahsetmem bakışlarının renginin değişmesine neden olmuştu. "Helin," dedi kısık bir sesle. "Sus."

"Benim robotum olmayacak ama senin robotun mu olacak?" diye sordu bana beklediğimden daha sakin bir sesle. "Yoksa kumandayı alıp başkalarına mı verdin?"

Yankı'nın tepki vermesine kalmadan hızlıca konuştum. "Ne?" deyip şaşkınlık içinde ona baktım. "Ne saçmalıyorsun?"

"Sana bir soru soracağım Helin," dedi Önder de kaşlarını kaldırarak. "Işık'ı kimin ya da kimlerin vurduğunu sen gördün mü?"

Sorusuna hazırlıksız yakalandığım için kaskatı kesildim ve kaşlarım çatıldı. Yalanlar içinde mayınlar barındıran bir araziydi ve ben o arazide durmadan Yankı'yı yürüttüğümün farkındaydım. Şimdi Önder'in sorusu, başka bir mayını döşemem için sorulmuş gibiydi.

Birkaç saniye öylece bekledim ve kendi içimde verdiğim savaşı, Yankı'nın omzunun üzerinden bana dönüp bakması kesti. Keskin, net bakışları sorgulayıcıydı ve bu soruyu kendisi sorsaydı yine aynı şekilde kaskatı kesileceğimi gördü. Saniyeler art arda devrilirken, "Helin," dedi kısık sesle. "Birilerini gördün mü?"

Yutkundum. Ekip'in bütün üyelerini yine gözlerimin önüne getirdim. Onları korumak istediğimden değil, kendimi korumak istediğimden bir karar vermeliydim. Onların adını versem ne olurdu? Sonucunda bir şekilde ihanetim de ajan olduğum da ortaya çıkardı.

Hiç düşünmediğim bir ihtimali düşündüm. Bunu Yankı öğrense ne olurdu? İhaneti değil, ajan olarak aralarına gönderildiğimi. Zaten bir şeylerden şüphelenmiyor muydu? Her zaman benim yanımda olacağını söylemişti, sözler vermişti onlarca. Ellerimin titremesini geçirecekti, avuçlarımın içini öpecekti, beni iyileştirecekti, bizi iyileştirecekti. Kim olduğumu öğrendikten sonra bana arkasını dönüp gitmezdi, değil mi?

Yankı, "Helin," deyip tamamen bana döndü. "Neden cevap vermiyorsun? Eğer birini gördüysen söyle çünkü her kimse ya da kimlerse bizim düşmanımız."

Bizim düşmanımız dediği insanlardan birisiydim.

Bunu öğrendiğinde bana da düşman olur muydu? Zaten bana güvenmiyordu ki. Ne kaybederdim?
Yankı'yı kaybedebilirdim. Hem de sonsuza dek.

Yankı'nın elleri kollarımı tuttu, sıkı değildi ama beni kendime getirmek istiyormuş gibiydi. "Cevap versene," dedi sakin ama sabrı artık tükeniyormuş gibi bir tınıyla. "Işık'ın şu an can çekişmesine neden olanları gördün mü?"

"Ya da asıl soru," dedi Önder hafifçe tebessüm ederek. "Onları gördün ama onları tanıyor musun?"

"Önder, bizi yalnız bırak." Yankı yüzüme bakarak Önder'i yanımızdan kovduğunda ben de bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Önder birkaç saniye öylece durdu, daha sonra elleri ceplerinde gayet rahat bir tavırla diğer tarafa yürüdü. O gider gitmez Yankı, "Helin," diye mırıldandı. "Hadi cevap ver güzelim. Birilerini gördün mü?"

Daha önce sanki hiç yalan söylememişim gibi dilim bir türlü o yalanlara dönmedi. Nedeni, Sokak Nöbetçileri'ne tamamen kendimi adadığımdan beri yalana bulaşmamış olmamdı. Yankı'yla aramızdakilerin boyutu artık tamamen değişmişti, gözlerimin içine güvenle olmasa da şüpheyle de bakmıyordu. Şüpheleniyorsa da bunu bana yansıtmamak için çaba sarf ediyordu.

Sanki Yankı Sarca bana ikinci bir şans vermişti ben bilmeden ve kendisine verdiği başka bir söz de belki buydu. Artık sorguları yoktu, şüpheleri yoktu çünkü iyi bir insan olmak için açılan kapılardan içeriye şüphe de girmezdi. Bunu o da çok iyi biliyordu. Ben iyi bir insan olmaya çalışıyordum.

Şimdi ise bir kez olsun Yankı bana inanmak istiyormuş gibiydi, yalana başvurmayacağımdan emin değildi ama verdiği şansı göreyim istedi. Göreyim de açtığı o yola mayınları döşemeyeyim fakat kendi içimde bir savaşım vardı, o savaşta Yankı'yı kaybetmemek için değil yalanları, her kötülüğü o yola döşerdim.

Sonra da Yankı yürürdü, ben yanında olurdum.
Sanki hiç arkasına dönüp bakmayacakmış gibi arkamda kötülükler bırakırdım.

"Helin," dedi en sonunda çaresizlikle. "Gördüysen bile söylememen için neden yok." Gözlerini kapatıp birkaç kesik nefes verdi, sonra yine açtı. "Yok, değil mi? Yok."

Yorgun bakıyordu yine. Turkuaz gözlerindeki ifadeyi izledim, beklediğimden daha uzun izledim ve o gözlerinin içine bir daha bakamama korkusuyla başka bir mayını döşedim. O şans yolunda ilk yalan mayını, "Görmedim," dediğimde oluştu. Biz yürüdük, arkamızda mayın kaldı. "Hiç kimseyi görmedim. Hem görsem neden söylemeyeyim ki?"

Gözlerimin içine aynı ifadeyle bakmaya devam etti. Sanki elimde bir bıçak tutuyordum, ben o bıçağı Yankı'ya saplamıştım ama o acıyı günler sonra hissedecekti. Bu öyle kötüydü ki biz yürürken bir anda geriye yürüyecek ve mayını görecekti. Sonra eski yollarımıza gidecekti, oradaki onlarca mayınla yüzleşecekti.

Bu öyle kötüydü ki elimdeki bıçak bir türlü yere düşmüyordu.

Sorgulamasını bekledim ama o, "Anladım," dedi sadece. "Görmedin, kim olduklarını bilmiyorsun." Sonra eli ensemi tuttu ve beni kendisine çekti. Dudakları alnıma dokunduğunda düşündüğümden daha uzun öptü. "O halde şunu bilmende bir sakınca yok," dedi çenesini alnıma yaslayarak. "Işık'a bunu yapanları, bu kapıları açanları, bu işin içinde parmağı olanları mahvedeceğim. Hem de gözümü bile kırpmadan."

Yüzünü yüzümden uzaklaştırıp geri çekildi. Tekrar göz göze geldiğimizde, "Neden görmediğimi söyledikten sonra böyle bir cümle kurdun?" diye sordum.

"Sence neden?" diye sordu hızlıca. "Sence neden onları mahvetme kararı almadan önce senin yanıtını bekledim?"

Yüzüne dikkatlice bakarken Bartu'nun, "Helin!" diye seslendiğini duydum ve bakışlarımı o tarafa çevirdiğimde Lâl'in bulunduğu odanın kapısından beni çağırdı. "Lâl seninle konuşmak istiyor."

İlk önce çok büyük bir korku hissettim içimde, ardından onun benimle konuşmak isteyecek kadar kendini iyi hissetmesi bana rahatlık çökmesine neden oldu. Yankı geriye bir adım attığında ben de onunla beraber geriye bir adım attım ve bir daha gözlerinin içine bakmadan o odaya yürüdüm.

Bartu'nun gözleri Yankı'nın yüzüne dikilmişken önünde durup çekilmesini bekledim. Bana bakmadan, "Onu çok yorma," dedi. "Seninle yalnız konuşmak istiyor. Nedeni ne?"

Yutkundum. Bartu bana baktı ve günler sonra ilk defa bu denli uzak baktı. "Bilmiyorum," diye mırıldandım. "Hiçbir fikrim yok." Yüzümü sanki bir şeyleri anlayabilecekmiş gibi izledi, bunu yaparken ben de onun gözlerinden gözlerimi ayıramadım. En sonunda önümden çekildiğinde derin bir nefes alıp odadan içeriye girdim ve Lâl'in yattığı yatağa bakmadan kapıyı arkamdan kapattım.

Sırtım ona dönük dururken içerideki ilaçların kokusu korkularımın yeniden beni bulmasına neden oldu. Çenemi havaya kaldırdım, derin bir nefes verip vücudumu ona çevirdim.

Damarına bir serum bağlıydı ve teni bembeyazdı. Aralık duran kurumuş dudakları bana bakıyordu, gözlerinde ise düşündüğümden daha büyük bir öfke ve kin vardı. Serumun bağlı olduğu elini kaldırıp beni yanına çağırınca yatağın dibindeki sandalyeye oturdum, ellerimi kucağımda birleştirdim. "Nasılsın?" diye sordum ama berbat görünüyordu. "Bayıldığın anı hatırlıyor musun?"

Hiçbir şey söylemeden saniyeler boyunca gözlerimin içine baktı, bunu yaparken ise nefes bile almadı. Üzerindeki çarşafı hafifçe itekleyip yatakta doğrulduğunda acıyla yüzünü buruşturdu. O an kendi kollarına yaptığı tırnak izlerini gördüm.

Bir anda eli kucağıma düşen elime uzandı ve beni sertçe kendisine çekti; gözlerimin içine baktığında konuşmak yerine o şekilde onu anlamamı bekledi. Ne söylemek istediğini anladım ne düşündüğünü hissettim ama hiçbir şey anlayamıyormuş gibi, "Lâl," dedim soluk bir sesle. "Neden bana öyle bakıyorsun?"

Bileğimi daha sıkı tuttu, parmaklarına çürütecek kadar kuvvetini verdi. Kan akışının bile durduğunu hissettim fakat elimi onun elinden kurtarmaya çalışmadım. En sonunda elimi sertçe bıraktığında bildiğim işaret diliyle bana tek bir soru sordu: “Işık'ı vuranlar senin adamların mı?”

Lâl’le aramızda mayınlarla döşeli bir arazi yoktu artık. Her şey fazlasıyla berraktı, ona yalan söylememek konusunda kararlıydım ama şu an, özellikle o bu haldeyken ve gözleriyle bile beni öldürebilecekken yalandan da başka çarem yokmuş gibiydi. "Bilmiyor…" deyip yutkundum, "bilmiyorum Lâl." Kaşlarımı kaldırdım. "Onlar benim adamlarım değil, onlarla görüşmüyorum bile."

Görüşmüyor musun?” Soruyu sorarken kaşlarını çattı, çenesinin kasıldığını hissettim. “Işık'ı vuranların kim olduklarını biliyor musun?”

Nasıl bir ikilemin ortasındaydım, nasıl bir araftı? İşin tuhaf tarafı, bir tarafımda cennet, bir tarafımda cehennem yoktu; her iki taraf da cehennem gibiydi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mıydı?

"Lâl," dedim donuk bir sesle. "Bilmiyorum. Bana neden öyle bakıyorsun?"

En korktuğum, beni yerin dibine sokan soruyu sordu: “Bu olayda senin parmağın var mı?”

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Bunu nasıl düşünebilirdi? Bana güvenmiyordu, biliyordum ama bu kadarı fazla değil miydi? Dakikalardır boğazımda yer alan yumru ve zihnimdeki suskunluk son buldu. İçimde çığlık atmaya başlayan yaşlı kadını susturmak istermiş gibi gözümden bir damla yaş düştü. "Lâl, bunu nasıl düşünebilirsin?" diye sordum. "Benim Işık'ı ne kadar çok sevdiğimi anlayamadın mı? Buna nasıl izin verebilirim?"

Lâl gözümden düşen yaşı umursamadı bile. “Bu aileye gelme nedenini bile doğru düzgün bilmiyorum,” dedi acımasızca. “Belki de gerçekten sonumuz için gönderildin. Belki de o son yazılıyordur. Sen bizim yanımıza hain olmak için gönderilmedin mi?”

Sorusu, kendime bile yöneltirken içimi titreten bir soruydu. Ama lanet olsun ki doğruydu, benim Sokak Nöbetçileri'nin arasına gönderilme nedenim hainlik değil miydi? Fakat nasıl olurdu da onları sevdiğimi göremezdi. "Sizi severken bir an bile rol yapmadım," dedim ve başka bir yaş daha düştü gözümden. "Sizi korurken bir an bile düşünmedim. Hislerimde hiç oynamadım. Evet, ben bu gruba bunun için gönderildim ama bunu yapmak istemedim, ihanet etmek istemedim..."

Elini kaldırıp beni susturdu. “Unutma, günlüğümü vermiştin.”

"Ama bunun nedeni Bartu'nun..." Nedenleri boş verdim, açıklamaya bile çalışmadım. "O günlükten sonra bir kez bile onlarla görüşmedim, onların yanına gitmedim. Tamamen hayatımdan çıkardım." Lâl bilindik bir hikâyeyi dinliyormuş gibi yüzüme bakıyordu. "Bana inanmıyorsun," dedim acıyla gülümseyerek. "Çünkü ben yalancıyım, değil mi? Beni suçlamakta haklısın, bana inanmamakta haklısın ama tek bir konuda inan. Sizi gerçekten seviyorum, hepinizi, Lâl. Hepinizi. Sizler benim ailem..." Sustum, kendimi acındırıyormuş gibi görünmemek için devam etmedim.

“Çok fazla yalan söyledin. Hepimize. Sana inanmak istiyorum ama olmuyor.” Işık'ın acısını benden çıkarıyordu ama yine haklıydı. Işık'ın şu an can çekişmesine neden olan kurşunlar, Ekip tarafından sıkılmıştı. Koza tarafından sıkılmıştı. “Eğer onu bu hale getirenler o adamlarsa...” Elleri duraksadı, yüzünde nefret ifadesi oluştu. “Sadece benim için değil, hepimiz için bitersin. Bunun affı yok. Hatta eğer öyleyse burada durmaya da hakkın yok.”

Burada durmaya hakkın yok. Yok muydu? Doğru söylüyordu.

O an olan biten her şeyi anlatmak, üzerimdeki bütün bu yükten kurtulma düşüncesi aklıma geldi. Elimin tersiyle yanağımdan süzülen yaşı sildim. "Ya benim hiçbir suçum yoksa?" diye sordum. "Ya ben de sizin tarafınızdaysam? Beni ne olursa olsun, hiç mi kabullenmeyeceksin Lâl? Bak, ben sizin yanınızdayım."

Lâl başını acıyan gözlerle iki yana salladı. “Seni hepimiz affetsek de o affetmez.” Yankı beni affetmezdi.

O an, bana olan öfkesini, nefretini hatta güvensizliğini bile boş verdim, ellerini uzanıp sıkıca tuttum. "Şu an," dedim nefesimi vererek. "Şimdi gidip Yankı'ya her şeyi anlatsam? Kim olduğumu söylesem? Çok geç olmadan tamamen sizin yanınızda dursam?" Ellerini daha sıkı tuttum. "Affetmez mi? Affeder bence. Bana hep yanımda olacağını söyledi, beni iyileştireceğini söyledi, bana sözler verdi. Beni öylece bırakmaz." Lâl yüzüme bakmaya devam etti. "Bırakmaz, değil mi? O Yankı Sarca sonuçta, sözlerini tutmak zorundadır. Bırakmayacağım dediyse bırakmaz."

Lâl yüzüme dikkatli dikkatli bakarken ellerini sertçe ellerimden kurtarıp yatağına düşen ellerimi itekledi. Bir kararın eşiğinde olduğumu gördü, onun sesinden değil ama ellerinden çıkacak tek bir cümleyle gidip her şeyi Yankı'ya anlatabileceğimi gördü. İstedim ki Yankı beni bıraksa bile bana bırakmaz desin ve ben gidip bu yükümden kurtulayım, her şeyi yok edeyim. Yankı'nın beni affetmesi için her şeyi yapabilirdim, bunu biliyordum.

"Lâl," dedim acıyla. "Lütfen bana bir şeyler söyle. Her şey için çok mu geç? İtirafım için çok mu geç?"

Ellerini havaya kaldırıp yumruk yaptı, söyleyeceklerini düşündü, sonra gözlerini kapattı. Beni yükümden kurtarması için onu bekledim ama tekrar gözlerini açtığında başını olumsuz anlamda iki yana salladı, sonra elleri hareket etti: “Geç kalınmış itiraf. Her şey için çok geç.”

Yankı beni affetmezdi. Yankı verdiği bütün sözleri yok ederdi. Yankı bir an bile düşünmeden arkasını dönüp giderdi. Her şey için çok geçti artık, itiraflarım bile bizi kurtaramazdı.

Lâl onu en iyi tanıyan insandı.
Ve bu cümle, benim kaçtığım bir cümleydi ama şimdi yüzleşiyordum.
Bir gün kendi ağzımla itiraf etmesem bile her şey ortaya çıktığında olacakları görmüştüm.

Geç kalınmış itiraf, benim Yankı'yla bir gün sonumuz olacaktı.

"Peki ya hisler?" diye sordum ve art arda gözümden yaşların aktığını hissettim. "Peki ya sözler? Onların da mı bir anlamı olmaz? Eğer her şey tam tersi olsaydı ben onu affederdim. Çünkü…" Elim kalbime gitse de elimi sertçe oradan çektim. "Ben onu belki affetmezdim ama ona da arkamı dönüp gitmezdim. O gider mi?"

Yalanlara bulanmıştım ve ilk defa düştüğüm yalanların içinde gerçeklerle yüzleşiyordum. O gerçekler bana Yankı'nın beni hiçbir zaman olduğum kişi halimle kabullenmeyeceğini söylüyordu.

Lâl tekrar ellerini hareket ettirdi. “Senin yolunun geri dönüşü yok,” dediğinde ilk defa dakikalar sonra onun da canının acıdığını hissettim. “Keşke böyle bir insan olmasaydın.”

Keşke böyle bir insan olmasaydın.

Bu yaşıma kadar bu cümleyi defalarca kendime söylemiştim ama değer verdiğin birisi tarafından böyle bir cümle duymak en yıkıcısıydı.

"Haklısın," dedim titreyen bir sesle. "Burada durmamam gerek şu anda." Aslında bu cümle, o adamları tanıdığımı gösteren bir itiraftı. Lâl bunu anladı ya da anlamadı, bilmiyordum ama buradan gitmek istememin nedeni suçluluktan çok daha fazlasıydı, intikamdı.

Odanın kapısı açıldı. Başımı çevirip bakmadım, gözlerimi sıkıca kapatıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Haykırarak ağlamak ama bir yandan da duvarlara yumruklarımı geçirmek istiyordum. Olduğum insanın bileklerini kesmek, o insanı yok etmek, sonra başka bir insan olarak Yankı'yla tanışmak istiyordum.

Ben kendimden günler sonra hiç olmadığım kadar nefret ediyordum.

"Lâl." Yankı'yla beraber adım sesleri odanın içindeydi. "İyi misin?" Yatağın diğer tarafına gittiğini hissettim, gözlerimi araladığımda Lâl'in yüzüne elini koymuş seviyordu. "Her şey düzelecek, biliyorsun değil mi? Elbet her şey düzelecek, ne düzelmedi ki?"

Her şey düzelecekti ama her şey benim için de çok geç olacaktı.

Lâl başını aşağı yukarı sallayarak uzanıp Yankı'ya sıkıca sarıldı ve bunu yaparken gözlerini kapattı. Yankı ise ilk başta dondu kaldı, sonra bakışları bana döndü. Yatağın kenarına oturup Lâl'in sarılmasına karşılık verdiğinde bakışları hâlâ benim üzerimdeydi fakat daha fazla odada durmak istemediğim için sandalyeyi sertçe itekleyip oradan kalktım ve hızlı adımlarla kapıdan çıktım.

Normalde duyduklarımdan dolayı korkudan ellerimin, dizlerimin titremesi gerekirdi fakat şu an tek hissettiğimin öfke olduğunun farkındaydım. Çenem kasıldığında çıktığım kapının duvarına yaslandım ve kendi kendimi sakinleştirmeye çalıştım.

Öfkem kendimeydi, öfkem yaptıklarımaydı, öfkem olmak zorunda kaldığım o yaşlı kadınaydı. Ve öfkem o içimdeki çocuğaydı. Öfkem Sokak Nöbetçileri dışında herkeseydi.

Tam karşımda, duvara yaslanmış olan Bartu ve yanında kolunu omzuna attığı Mutlu vardı. Mutlu başını Bartu'nun omzuna yaslamıştı, ağlamaları sessiz iç çekişlere dönmüştü; onu yine o halde görmek, kendime karşı öfkemin artmasına neden oldu.

Bartu'yla bakışlarımız kesişti, ilk defa kendimi ondan daha öfkeli hissettim. Ellerimi saçlarıma geçirdim, görüntülerin bile titrediğini gördüm. Yanımdaki Işık'ın yattığı odanın kapısı açıldı ve her şey titreyen görüntülerden ibaret kaldı.

Bartu ile Mutlu bulundukları yerden hızla koşarak kapının önüne gittiler. Gonca maskesini yüzünden çıkardı, dudaklarını oynatarak bir şeyler söyledi ama sanki sesi defalarca çınladı.

"İyileşecek," dediğini anladım dudaklarını oynatmasından. "Ama kalıcı hasarları olacak." Mutlu ile Bartu'nun gülümseyen yüzü silikleşti, devam etmesini beklediler. Gonca, "Kötü olan," deyip bakışlarını bana çevirdi. "Sürekli solunum sıkıntısı çekecek. Bir dönem boyunca sadece mamayla bile beslenebilir." Önder'in diğer taraftan yürüdüğünü gördüm. "Zaten kalıcı olan hasarlarının yanına yenileri eklendi."

"Kalıcı olan hasarlarına mı?" Bartu sertçe Gonca'nın sözünü kesti. "Onun neyi vardı ki?"

Gonca Önder'e döndü, aralarında sözsüz bir bakışma geçti. Bu bakışmanın ardından, "En kötüsü," dedi Gonca. "İç kanaması var, rahmini almak durumunda kalacağız gibi görünüyor." Ya dizlerimin üzerine çökecektim ya da bütün gücümle koşmaya başlayacaktım. Bu bir daha hiçbir şekilde çocuğu olmayacağını gösteriyordu, değil mi?

Mutlu tekrar ağlamaya başladığında Önder'in acımasız sesini duydum. "Zaten Işık öyle bir kız değil ki, bunu umursayacağını sanmam. Bir aileye sahip olmak istemez."

Arabanın içinde Mutlu’nun söyledikleri kulaklarımdaydı. Anne olmak en büyük hayaliydi.

Zihnimde Işık'ın kendisinin de bir hayatı olabileceğiyle ilgili söyledikleri çınladı.

Gonca mamayla beslenmekten, nefes alışında bile sorun çıkacağından söz ediyordu. Onun kendi hayatında durmadan engebeleri mi olacaktı?

"Ne oldu?" Arkamdan Yankı'nın sesini işittim ama ona dönüp bakamadım, bu şekilde onun gözlerinin içine bakamazdım. "Gonca, tekrar anlat."

Nefes aldım; derin bir nefes verdikten sonra titreyen görüntüler, çınlayan sesler umurumda bile olmadı. Daha fazla dayanamayıp koşmaya başladığımda bir an bile arkama bakmadım.

Koştum, arkamdan adımın seslenildiğini işittim ama durmadım. Hastaneden çıktıktan sonra İBAK'taki arabalara bakıp tek tek kapılarını açmaya çalıştım. O sırada arkamdan gelen Yankı'nın sesini duydum ama aldırış etmedim, en sonunda dışarıya koşup Yankı'nın bizi getirdiği aracın kapısının hâlâ açık olduğunu fark ettiğimde sertçe kendimi sürücü koltuğuna attım.

Kontağı çevirdim, ayağım gazı bulduğunda İBAK'a baktım ve Yankı'yla göz göze geldik. Bana hiç olmadığı kadar büyük bir çaresizlikle bakarken ne yaptığımı sorgulamaya çalışıyordu. Dudaklarımı hareket ettirerek, "Gitmem gerekiyor," dedim sadece.

O an, o öfkemin arasında bile Yankı'nın arafını gördüm. Peşimden gelemezdi, kardeşleri ve Işık oradaydı, can çekişiyordu ama gözlerinde öyle bir endişe vardı ki bu beni şaşırttı. Sanki nereye gittiğimi anladı, bunu anlaması yüzünü buruşturmasına neden oldu.

"Beni," dedi birden bağırarak. "İki parçaya bölüyorsun Helin. İki parçaya!" Bu cümlesi kalbimde çınladı, sokakta çınladı, zihnimde çınladı. "Seni de merak etmek zorunda bırakma beni! Bana bunu yapma!" Ellerinde çaresizlikle bana öylece kapıda durarak baktı. Biliyorum, başka bir zaman olsa peşimden gelebilirdi ama şu an olmazdı, aslında en uygun zaman da şu andı.

“Gitmem gerekiyor,” dedim bir kez daha.

“Helin,” deyip sustu ama bakışlarından anladım. Bana ihtiyacı vardı, teknede de bunu söylemişti.

Düşünmedim, bakışlarımı üzerinden çektim ve gazı sonuna kadar kökleyip vitesi hareket ettirdiğimde onun yanından uzaklaştım. Dikiz aynasından arkaya bakmamak için çaba sarf etsem de içimde tutamadığım o dürtü beni itekledi ve aynada gördüğüm yüz, ikinci kere arkamda bıraktığım bir yüzdü.

Bir kere de Caner’le gittiğimde o arkamda kalmıştı, şu an ise diğerinden çok daha kötüydü.

Ama o Yankı Sarca'ydı değil mi? Her şeyi halledebilirdi, üstesinden gelebilirdi.

Bir anda, diğer herkes gibi düşünmek kendime daha fazla öfkelenmeme neden olduğunda beni bu yola düşürenin ve onu arkamda öylece bırakmama neden olan duygumun ne olduğunu anladım:

İntikam.

Kararım doğru muydu, yanlış mıydı bilmiyordum ama o günden sonra bu hikâyede hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Benden şüphelenen Yankı Sarca artık o şüphelerinin ipini bırakmayacaktı, peşinden ilerleyecekti. Sorgulamadığını söylüyordu, sorgulamaya başlayacaktı. Kim olduğumu bulana kadar bir an bile vazgeçmeyecekti çünkü benim arkamı dönüp gitmem bile bir itiraftı.

Sokağı döndüm, caddeye ilerledim. Arabadan Işık'ın kanının kokusu gitmemişti, direksiyonda bile kan lekeleri vardı. Bu Yankı'nın ellerinden bulaşmıştı. Daha fazla öfkelendim, daha fazla intikam ateşi sardı vücudumu ve daha fazla hırslandım.

Suçlanan o kadındım ama suçlu değildim; suçlu olanları ise biliyordum. İlk defa bir intikam için yola çıktığımda bu benim kendim için olan intikamım değil, Sokak Nöbetçileri için açtığım intikam yoluydu.

Yankı Sarca da benim için ilk defa intikamı seçeceğini söylemişti.
Aslında bazen nasıl da birbirimize benziyorduk.

"Bunu yapmam gerekiyordu," diye inledim kendi kendime. "Her şey için çok geçti, anlıyor musun Yankı? Her şey için çok geçti ve benim artık intikam almam gerekiyor." Ellerim direksiyonu daha sıkı kavradı. "Şu an nereye gittiğimi sanıyorsun? Işık'ın vurulmasını Ekip'le beraber kutlayacağımı mı sanıyorsun?" Gülmeye başladım. "Yoksa sen de bunu benim planladığımı mı düşünmeye başladın?"

Gözlerim buğuluydu ama bu, acıdan önce öfkedendi. Yolu buğulu görürken çoktan anacaddeye çıkmıştım. "İlk defa kendimde her şeyi bitirebilecek gücü görebiliyorum. İlk defa intikam duygusunun nasıl hissettirdiğini anlıyorum. Bugün şimdi yapmazsam hiç yapamam Yankı." Elimin tersiyle yanağımı sildim. "Duydun mu? Bugün yapmazsam hiç yapamam."

Arabanın hızı sonuna kadar dayandı, korna sesleri kulaklarımdaydı. "Orada kalsaydım," dedim kendi kendime. "Daha suçlu hissedecektim, her şey çok daha kötü olacaktı. Sen öylece kalabilir miydin Yankı? Kalmazdın, biliyorum. Eğer Işık'ı bu hale getirenleri bilseydin bir an bile durmazdın."

Yan tarafımda kalan tırı görmezlikten gelip sağa döndüğümde tır frene bastı; adamın bana küfürler savurduğunu işittim ama umurumda değildi. "Ben kötü biri miyim Yankı?" diye sordum. "Kötülüğümle tanıştın, öyle değil mi?" Elimin tersiyle tekrar akan yaşları sildim. "Kötülükten kurtulacağım Yankı. Kötülüğümden kurtulacağım." Başımı deliriyormuşum gibi iki yana salladım. "Bunları konuşacak kendimden başka kimsem yok, en kötüsü bu." Yutkundum, başka bir caddeye döndüğümde neyse ki araçlar fazla değildi çünkü saat çoktan gece yarısını geçmişti. İnsanlar sıcacık yataklarında uyurken, ben kendi arafımda en azından bir tarafı cennete çevirmek için çabalıyordum.

Işık... Onu düşünmek tekrar boğazıma sert bir yumrunun oturmasına ve yutkunmakta zorlanmama neden oldu. Korkuya dönüşen öfkem yine kendini gösterdi; ellerimin titremesi azalmaya başladı, gözlerim daha keskin baktı. Son kez elimin tersiyle yanaklarımı sildim.

Kalbimde iki acı vardı: Biri Işık'ın acısıydı, diğeri Yankı'yı bırakmanın verdiği acıydı. Kalbimde tek bir kırık vardı. Lâl'in cümleleri kalbimi kırmıştı ama buna hakkım yoktu, biliyordum.

Savaştığım gerçekten kimdi?

Yarım saatin sonunda arabayı terk edilmiş bilindik inşaatın önünde durdurduğumda arabanın camından inşaata baktım, ışıkların açık olduğunu gördüm. Elbette oradalardı, biliyorlardı, bu gece onların yanına geleceğimden eminlerdi. Ama nasıl geleceğimi asla bilemezlerdi.

Kendimden emin bir şekilde arabadan indim. Kapıyı sertçe çarptım, depoya girmeden önce dışarıdaki elektrik kutusuna ilerledim. Kapağını sertçe bütün gücümle açtığımda içine yerleştirilmiş silahları gördüm. Bana hâlâ böyle güveniyorlar mıydı? Bu beni güldürmüştü.

Bir an bile düşünmeden gümüş rengi ağır silahı alıp hızlıca şarjörlerinin dolu olup olmadığına baktım. Dolu olduğunu görünce başımı aşağı yukarı salladıktan sonra kutunun kapağını bile kapatmaya zahmet etmeden depodan içeriye girdim. Sülfür ve küf kokusu her yeri sarmıştı, yukarıdan gelen mırıldanmaları duyabiliyordum.

Adım seslerimi işittiler, aralarından bir tanesinin güldüğünü duydum. Bu Sedat'tı. "Helin," dedi keyifli bir sesle. "Ayağımıza mı geldin yoksa?"

Öfkeden gözü dönmüş bir şekilde hızlı yürümem koşmaya döndü; elimdeki silahı saklamadan taş merdiveni hızlı hızlı çıktım. Son basamağa geldiğimde bütün hepsinin gözleri bana döndü.

Sedat ve Cem sandalyeye oturmuşlardı, Caner arkadaki eski masaya yaslanmıştı. Diğer adamlar ise duvarların kenarlarında duruyorlardı ama hepsinin beni beklediği çok açıktı. Gözlerim uzun süre Koza'yı aradı ve bunu yaparken her duvarın arkasına baktım.

"Hey," dedi Sedat. "Kimi arıyorsun kızım?"

"Koza nerede?" diye sordum dişlerimi sıkarak. Ortalarda görünmüyordu ama o genelde arka planda durmayı severdi, alkışlarıyla bizi yönetirdi. Sedat ve Cem bakıştılar, Cem kaşını kaldırdı.

"Sen söyle," dedi Sedat. "Sence Koza nerede?"

Gözlerimi sıkıca yumdum, çenem kasıldı. "Benimle dalga geçmeyi kes," dedim dişlerimi sıkarak. "Siz…" Silah tutmayan elim yumruk oldu. "Bunu nasıl yapabilirsiniz?" Önce Caner'in sonra Cem'in yüzüne baktım. "Siz ne zamandan beri bu kadar insanlık dışı hareket etmeye başladınız? Ne zamandan beri bu kadar vicdansızlaştınız?"

Caner başını iki yana sallayarak gülüp elinde tuttuğu sigarasını yere attı ve botuyla söndürdü. "İnsanlık dışı mı?" diye soran Sedat sandalyeden kalktı, gözleri hafifçe elimde tuttuğum silaha kaydı. "Ne zamandan beri insanlık dışı hareket ettiğimizi düşünüyorsun kızım? Sen varken de böyle değil miydik? Şimdi ne değişti? En vicdansızımız sendin oysaki, öyle değil mi?"

Beni gerçek yüzümle vurmaya çalışacaklardı ama bu umurumda değildi. "Ona neden bunu yaptınız?" diye sordum hiddetle. "Size Işık'ın ne zararı vardı?"

Sedat ellerini cebine yerleştirdi, omuzlarını silkti. "Gerçekleri göremeyecek kadar aklını kaybetmişsin," dedi. "Hem Işık Sarca'nın önemsenmediğini sanıyordum, yanılıyor muyum? Gereksiz biriydi."

Koza da böyle düşünüyordu.

"Önemsenmiyor." Caner diğer taraftan lafa atladı. "Dilsiz şeytan en önemlisi ama yanındaki onu bir an bile yalnız bırakmıyor."

"Düzgün konuş!" diye haykırdığımda sesim depoda çınladı. "Onların size hiçbir zararı yokken bunu neden yapıyorsunuz?" Etrafıma baktım yine. "Koza! Çık dışarı! Yüzün yok mu? Bak, buradayım, kuklan olarak geldim!"

Sedat ve Cem yine bakıştı, ardından Sedat kahkaha atarak ellerini birbirine çarptı. "Şu tabloya bakın," dedi keyifle. "Bir film karesinden fırlamış gibi, değil mi? Ajan olarak gönderildiği sokak çocuklarına hayran olmuş bir kız." Bir anda gülmesi kesildi, kaşları çatıldı. "Sana ulaşmak için başka bir çaremiz yoktu kızım. Bu sana bir mektuptu, biraz kanlı oldu." Yapay bir şekilde alt dudağı büküldü. "Yoksa o öldü mü?" Gerçekler bu değildi, olmamalıydı.

"Bana ulaşmak için mi?" Söylediği cümle öfkelenmek bir yana dursun, içimdeki suçluluğu daha fazla katlarken yutkundum. "Bunu benim yüzümden yapmadınız. Koza!" diye haykırdım tekrar. "Buradayım diyorum! Emri senin verdiğini biliyorum."

Sedat hayal kırıklığıyla başını iki yana salladıktan sonra gözleri yine elimdeki silaha kayarak, "O nedir?" diye sordu. "Yoksa bize o sokak çocukları için silah mı çekeceksin?" Alayla Cem'e döndü. "Duydun mu? Hayal dünyasında yaşıyor."

Işık'ın çaresizliği gözlerimin önüne geldi; Mutlu'nun gözyaşları, Bartu'nun öfkesi, Lâl'in krizi. Ve Yankı... Onu o şekilde arkamda bırakırken şimdi intikamımı almadan onun yüzüne bakamazdım. Söylemekte geç kaldığım her itirafım, başka acılar doğuruyordu ve o acılara neden olanlardan kurtulabilirdim, sonu ölüm olsa bile.

"Evet," deyip elimdeki silahı tereddüt etmeden Sedat'a yönelttim. Birkaç adım atıp karşısında durduğumda ellerim titremiyordu, bakışlarım direkt yüzündeydi. "Size onlar için silah çekeceğim, hatta seni," dedim Sedat'ı göstererek. "Onu vurduğun gibi vuracağım."

Korkmasını bekledim, gerilemesini ya da onun da silahına davranmasını ama kollarını önünde bağlayıp rahat bir tavırla çenesini kaldırdı. "Vur o zaman," dedi. "Bekliyorum." Arkamda kalan adamlarına baktı. "Sen bana bir kurşun sıktığında arkandaki adamlar seni delik deşik edecek, biliyorsun değil mi?"

"Ölümden korktuğumu mu sanıyorsun?" diye sordum tek kaşımı kaldırarak. "Beni bu grupta ölümden hiç korkmayan kız olarak nitelendirirdin, ne oldu?"

Sedat baştan aşağı beni süzdü. "Korkmaya başladın," dedi en sonunda. "Çünkü bağlı olduğun insanlar var ama dinle artık, bağlı olmayacaksın. Sen bizim için çalışıyorsun, sen bizimsin. Ne istersek onu yapmakla yükümlüsün. Yoksa sonucu ne olur, biliyor musun?"

Caner lafa atladı. "O başlarındaki orospu çocuğuna gidip her şeyi anlatacak kişi benim ve bunu seve seve yaparım," dedi. "Sonra onlar seni barındırır mı sanıyorsun?"

Gülmeye başladığımda bir adım daha attım, Sedat'la aramızda çok az bir mesafe kaldı. "Her türlü onları kaybedeceksem neyden korkayım ki?" diye sordum. "Ve biliyor musun? Ben aptal değilim, bunu en iyi siz biliyorsunuz. Ben sizin için fazlasıyla değerliyim." Yine bağırdım. "Koza! Beni duyuyor musun? Planların işliyor seni adi herif ama o planları yok edeceğim!"

Sedat söylediklerimi dinlerken oldukça dikkatliydi ama her Koza dediğimde çekindiğini ya da korktuğunu hissedebiliyordum. Parmakları burnunun kemerini sıktı ve gözlerini kapatıp çok kısa bir süre düşündü. "İki taraf da ne bir şeyler kazanacak ne kaybedecek," dedi. "İndir silahı, doğru düzgün konuşalım."

"İndirmeyeceğim," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ve canını yakacağım Sedat. Bunu yapacağım. Bugün senin canın yanacak. Yemin ederim ki bugün senin canın yanacak çünkü Işık'ın canını yaktın, hepsinin canını yaktın."

O sırada benim hep yanımda olan ve bana destek çıkan Cem, ayağa kalktıp sakince nefesini verdi. "Helin," dedi şefkatle. "Böyle değişmemeliydin kızım. Sen bu değilsin. Kendini unutmuşsun, kim olduğunu unutmuşsun."

Önder'in Yankı'ya kurduğu cümlenin aynısı bana da kuruluyordu. Şaşırtmıştı çünkü o ana kadar olduğum kişiden sıyrıldığımı, bu kadar değiştiğimi bilmiyordum. Gerçekten aralarında en vicdansız olan ben miydim? Uzak bir kâbus gibi geliyordu. Sokak Nöbetçileri kalbime vicdanı ekmişlerdi, sevgileriyle de sulamışlardı.

"Sen hiç karışma," diye hırladım ona. "Beni en iyi anlayan kişi sendin Cem. Nasıl olur da bu kadar karşımda durursun."

Sedat'ın yanına yürüyüp hemen yanında durdu. "Seni en iyi anlayan kişi bendim ve hâlâ benim. Sen bu değilsin. Asıl seni kukla gibi oynatanlar onlar."

"Onlar değil." Caner bir sigara daha yaktı, gözlerimin içine artık büyük bir nefretle bakıyordu. "O. Yankı denilen herifin nasıl bir adam olduğunu öğrendiğinde her şey için çok geç olacak."

Bu son damlaymış gibi, "Lanet olsun!" diye haykırdım. "Her şey için zaten çok geç! Beni neden boş vermiyorsunuz, beni neden kendi halime bırakmıyorsunuz? Onlar kötü mü? Onlar berbat mı? Onlar beni mahvedecek mi? Bırakın etsinler, beni neden düşünüyormuş gibi davranıyorsunuz?" Sedat'a biraz daha yaklaştım, namlu kalbinin üzerine denk geldi. "Beni rahat bırakın."

Sedat'ın bakışları kalbine yaslanan silaha kaydığında yüzünde yine alaylı gülümsemesi oluştu. İnancı yoktu, bunun nedenini anlayamıyordum ama madem vicdansızdım, neden vurabileceğime ihtimal vermiyordu? Bir an kendimi sorguladım, elimde bir silah tutuyordum, onun kalbine yaslamıştım ama gerçekten onu vurabilir miydim?

Sedat sadece birkaç saniye arkama doğru baktı, o birkaç saniyelik arada adım sesleri işittim, sonra ensemde soğuk namlunun o zedeleyici hissi belirdi. Korkmadım, çekinmedim, geriye gitmedim. Zaten hazır olduğum bir sondu ama Sedat haklıydı, kendi ölümümden artık korkmaya başlamıştım çünkü hayata bağlı olmam için nedenlerim vardı.

"Bize silah mı doğrultuyorsun?" diye sordu Cem. Onu sevdiğimi bilirdi, onu gerçekten severdim ve şimdi vicdanıma oynuyordu ama o da beni severdi, neden anlayamıyordu? "Seni düştüğün bataklıktan bizler kurtardık Helin. Seni bizler büyüttük. Eğer biz seni bulmasaydık sadece bir çöplüktün. Biz o çöplüğü bile temizledik. Şimdi silahını bize doğrultuyorsun hem de kim olduklarını bilmediğim o sokak çocukları için."

Kendimden yine nefret ettim ama bu sefer susturamadığım vicdanım için nefret ettim. Hepsinin gözlerinin içinde aynı ifade vardı: kendilerine zamanında muhtaç olduğumda bana açılan kollarının verdiği his. Cem ağladığım gecelerde beni iyi etmek için uğraşmazdı ama her gün yatağımın kenarına peçeteler bırakırdı.

Yemek yiyemediğim zamanlarda Caner kapımın önüne yiyecekler bırakırdı. Canım acırdı, ilaç alırlardı. Bunları beni sevdikleri için mi yoksa bana ihtiyaç duydukları için mi yaparlardı, bilmiyordum ama ben büyüdüysem onlar sayesinde büyümüştüm.

Sedat beni eğitmişti. Her anlamda. Silah kullanmayı o öğretmişti, aldığım nişanların bu kadar iyi olmasının nedeni oydu. Hatta bir gün karıştığımız bir olayda o muhteşem keskin nişancılığıyla beni ölümden kurtarmıştı.

Hayır, onlara hissettiğim Sokak Nöbetçileri'ne hissettiklerimin yanından bile geçemezdi ama ufacık iyilik gördüğüm kapıyı kıramazdım, bu konuda hiçbir zaman kötüleşemiyordum. O kapıyı tekmelerdim, o kapıyı açıp içeriyi dağıtabilirdim ama o kapıyı kıramazdım çünkü yaslandığımda o kapı beni içeri almıştı.

Sessizliğimi fırsat bilen Sedat elini omzuma koydu, içimden geçenleri okudu sanki. "Toparlanacaksın," dedi sakin bir sesle. "Seni anlayabiliyorum, kafan karıştı ama toparlanacaksın. Biz seni toparlayacağız."

Yine onların yüzü geldi gözümün önüne. Şu an acı çekiyorlardı ve ben susturamadığım vicdanımla Işık'ın canını yakan adamın kalbine bir kurşun geçiremiyordum. Bu nasıl bir cehennemdi? Bu nasıl bir ikilemdi? Ortası yoktu, sonu yoktu, nedeni yoktu, sonucu yoktu. Hiçbir şey yoktu.

"Öldürün beni," dedim. Tek cümle. "Şimdi öldürün çünkü başka çare yok." Elimde hâlâ silah vardı, hâlâ onun kalbine yaslıydı ama biliyordum, parmağım tetiğe baskı yapmazdı. "Çünkü ben hiçbir zaman sizin tarafınızda olmayacağım. Artık olamayacağım."

Caner'in gözlerinde dakikalardan sonra ilk defa korku gördüm. Bakışları Sedat'a kaydığında birkaç adım attı ve yüzünü seçmek istedi ama ne istediği bile belli değildi. "O kadar mı vazgeçtin kendinden?" diye sordu Cem diğer taraftan.

Onlara Sokak Nöbetçileri'ne duyduğum bağlılığı anlatmayacaktım. Duymazlıktan gelerek son kez, "Koza!" diye haykırdım. "Yankı Işık'a bunu yapmayacağından öylesine emin ki." Gözlerim tavana kaydı. "Sen korkak bir düşmansın, o ise senden daha cesur. Senin için değerli olana zarar vermeyecek kadar."

Sedat'ın artık sabrı kalmamış gibiydi. Çenemi sertçe kavrayıp canımı yaktı. "Koza mı?" dedi. "Koza yok, o Sokak Nöbetçileri'nin ellerinde. Burada sadece ben varım."

Kaşlarım havaya kalktı, kafamın içinde bütün yapboz parçalarını birleştirmeye çalıştım ama olmadı. Yüzümü ondan kurtarmaya çalıştım. "Bırak beni," dedim öfkeyle. "Yoksa..."

"Yoksa ne yaparsın kızım?" diye sordu alayla. "Beni vurur musun? Sen o kadar vicdanlısın ki bunu bile yapamazsın ama ben yaparım çünkü Ekip'in vicdanı yoktur."

Çenemi sertçe bıraktı, yüzümü itekledi, sonra arkamdaki adama bakıp başını salladı. Bu “öldür” emri miydi anlayamadım ama namlu daha fazla baskı yaptı. Korkmadım, akşam boyunca yaşadıklarımdan sonra beni hiçbir şey korkutamazdı. Öylesine sakindim ki o sakinlikle Sedat'ın yüzünü izlemeye devam ettim.

Sonra beni birkaç saat öncesine götüren o kurşun sesini duydum ve gözlerim acıyla kapandı ama haykıran ben değil Sedat oldu. Elim enseme gittiğinde arkamdaki namlunun uzaklaştığını hissettim. Başımı çevirip arkama baktığımda Koza'yı elinde silahıyla gördüm, gözleri Sedat'ın üzerindeydi.

Bir anda herkes şaşkınlıkla Koza'ya döndüğünde adamlar âdeta saygıyla eğildiler ve Cem geriye bir adım attı. Sedat'ın eli karnındayken başka bir kurşun daha sıkıldı, o kurşun da kasıklarına isabet etti; irkilerek geriye çekildim, neler olduğunu anlayabilmek için dikkatlice Koza'nın gözlerine baktım ama o bana bakmadı.

Sedat acıyla yere yığıldığında gözleri açık bir şekilde Koza'ya bakıyordu. Ona doğru, "Haklısın," deyip başının tepesinde durdu, üstten üstten onu izledi. Fazlasıyla sakin, fazlasıyla rahattı. Gözünü bile kırpmadığına yemin edebilirdim. "Bazı insanların vicdanı vardır ama Ekip'in vicdanı yoktur, bunu size ben öğrettim."

İnşaatın içini Sedat'ın inlemeleri doldurdu, başka da hiçbir ses yoktu. Herkes donuk gözlerle Koza'ya bakarken onun Sokak Nöbetçileri'nin elinden kurtulduğunu bilmediklerini anladım. "Sen," dedi Cem ama devamını getiremedi.

"Onu hastaneye götürün." Yine o alaylı yüzü yerine yerleşti, ağzındaki sakızını çiğnedi. "Ve beni Helin'le yalnız bırakın."

Yutkunduğumda adamlar koşar adımlarla inşaattan çıktılar. Cem ile Caner ise Sedat'ı yerden zorlukla kaldırdıklarında Sedat acıyla daha fazla bağırdı. Işık gibi değildi, Işık ne kadar kuvvetli görünüyorsa Sedat o kadar güçsüz duruyordu. Bu derece bağıracak kadar çok acı çekiyorken nasıl da susmuştu.

Onu Işık’ın vurulduğu gibi vurmuştu. Peki ya orada değilse nasıl vurulduğunu nereden biliyordu?

Herkes inşaattan çıktığında Koza’nın sırtı hafif dönük duruyordu. Bakışları elindeki silaha kaydı, çenesini kaldırdı, başını iki yana sallayıp silahı yere attı. Ellerini birbirine sürttükten sonra bakışları bana döndü. Biri mavi, biri kahverengi olan gözleri bugün daha yorgun bakıyor gibiydi, alaylı ifadesi ne hissettiğini çözmemi engelliyordu.

İlk kurduğu cümle, "Işık nasıl?" diye sormak oldu. "Ona bir şey olmaz," diye devam etti. Rahat mıydı yoksa rahat mı görünmeye çalışıyordu?

"Onu merak mı ediyorsun?" diye sorup şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım ama bu yapay bir şaşkınlıktı. "Onu vurdurdun," diye fısıldadım. "Onun canını yaktın, sonra bir de bana gelip burada nasıl diye mi soruyorsun?"

Tekrar öfkemin yerine gelmeye başladığını hissettiğimde artık olanlara yetişemiyordum. Ellerini cebine yerleştirdi. "Ben vurdurmadım," dedi sakince. "Yankı doğru söylüyor. Bu benim işim değildi."

Gülmeye başlayıp başımı iki yana salladım. "Beni çok mu aptal sanıyorsun?" diye sordum. "Ya da çok kör?" İnşaatın içini elimle gösterdim. "Bu nasıl bir tiyatroydu? Sen Ekip'in kurucusu değil misin? Beni o aileye Ekip senin için göndermedi mi?" Ellerimi şakaklarıma vurdum. "Siz benim aklımı kaybetmemi mi istiyorsunuz?"

Koza tam gözlerimin içine bakarken hafifçe tebessüm etti; içten değildi ama ilk defa gülümsemesine dikkat etmiştim. Gülümsediğinde aslında ne kadar da genç ve iyi bir adammış gibi görünüyordu. Koza, "Artık bilmen gerekenleri öğrenmenin zamanı geldi," deyip elini kaldırdı. "Birincisi, ben Ekip'le çalışmam, Ekip benim için çalışır ama artık değil. Ben onlarla beraber değilim." İnanmıyormuş gibi kaşlarımı kaldırdım. "İkincisi, ben de yalandan hiç hoşlanmam. Benimle çalışırken tek bir yalan bile söylemeyeceksin."

"Seninle çalışmak mı?" Artık gerçekten aklımı kaçıracak gibiydim. "Ben sizin kuklanız değilim. Ben kimseyle çalışmıyorum."

Söylediğimi duymazlıktan geldi. "Üçüncüsü, sadece benim için çalışacaksın. Ekip bundan sonra sana zarar veremeyecek, sen onlarla iletişim kurmak zorunda kalmayacaksın. Ve dört. Evet, sen benim kuklamsın. Ben seni yönetmeden de istediğim gibi hareket eden bir kukla. Sana söylemiştim Helin. Biz sadeceden ibaretiz. Sen bir Sokak Nöbetçisi değilsin ama sen Ekip'in de bir üyesi değilsin. Sen sadecesin, biz sadeceyiz."

Artık bunları istemiyordum, artık yönetilmek istemiyordum, artık kendi yolumda yürümek istiyordum. "Ya bunları yapmazsam?" diye sorduğumda gelen cevaptan korkuyordum. "Gider Yankı'ya her şeyi anlatır mısın? Ya ben senden önce anlatırsam? Ya tehdit edeceğiniz hiçbir şey kalmazsa?"

"Anlatamazsın." Kaşlarını havaya kaldırdı. "Onu tanıyamadın mı? Seni hiçbir zaman affetmez." Lâl'in kurduğu cümlenin aynısını kurdu: "Her şey için çok geç Helin. O seni asla affetmez."

Öfkeyle ellerimi saçlarıma geçirerek, "Nasıl böyle emin olabiliyorsunuz?" diye bağırdım. "Bana sözler verdi, benim yanımda olacağını söyledi. Beni affeder."

Koza öfkelenmemi umursamadı bile. Yine aynı gülümseme belirdi yüzünde ama bu sefer içten bir gülümsemeydi. "Nasıl mı bu kadar eminim?" diye sordu. "Çünkü senin karşında ihanet edip Yankı tarafından affedilmeyen bir adam duruyor Helin."

Bunu beklemediğim için gözlerim şaşkınlıkla açıldı ve sakince, "Sana inanmıyorum," diye mırıldandım. "Sen ona ihanet mi ettin?" Ben de elimde duran silahı sertçe yere atıp ona doğru bir adım attım. "Ya bunların hepsini boş verirsem, ya çekip gidersem? Ya şu yere attığım silahla kendimi şimdi öldürürsem? Yoruldum artık!" Koza'yı sertçe itekledim. "Anladın mı? Yoruldum!"

Duraksadı, iteklemem onu öfkelendirmedi bile ama uzanıp bir anda eli saçlarıma kaydığında önüme düşen saçlarımı geriye itti. "Benimle beraber hareket etmek zorundasın," dedi. "Çünkü tek neden bunlar da değil."

"Ne demek istiyorsun?" deyip saçlarımı elinden kurtardığımda geriye bir adım attım. "Beşinci bir madde daha mı var?"

Koza başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve bunu yaparken elini cebine attı. Öfkeli bakışlarım cebinden çıkardığı fotoğraf karesine döndüğünde kendisi bir an bile bakmadan o fotoğrafı bana çevirdi. "Biz seninle kardeşiz," dedi ama ilk defa alaycı değildi. Öfkem yok oldu, fotoğraftaki yüzlere bakarken ilk gördüğüm kişi dayım oldu, ardından yanında duran annem ve küçük Koza. Önündeki mumları üflüyordu, gözleri kadraja bakıyordu ve renkleri eski fotoğrafa rağmen ortadaydı. "Bizim…" dedi nefesimin kesildiğini fark etmemiş gibi. "Annelerimiz ortak."