Koza'nın güncesinden...
05.12.2004
Bu günlüğün ilk sayfasını sana ayırıyorum, Helin.
Bana bu günlük verildiği zaman, ‘Asla unutamayacağın tarihleri kazı,’ demişti beni büyüten kişi. Onlar öyle yapıyorlarmış, benim kazıyacak tarihim yoktu, ilk oldu.
Bugün sen kurtarıldın. Bugün, sen kurtuldun.
Ve bugün ben esir oldum.
Bu bir feda değildi, bu kimsesizlikti.
Yine de değerdi.
Bir gün gelecekte yanımda olursan eğer ve ben hâlâ bu çocuk olursam, ilk okuyacağın bu cümleler olacak. Göreceksin ki senin çocukluğun için çabalayanlar vardı.
Ama bir gün yan yana gelirsek ve sana bu satırları okutmazsam anlayacaksın ki benim çocukluğum bir türlü kurtulamamış; biz, hepimiz geçmişin küllerinde yok olmuşuz.
“Sadece Koza”
İzlediğim bütün filmler, okuduğum bütün kitaplar, kurduğum bütün hayaller... Hiçbiri ama hiçbiri kendimi şu an kadar bir rüyanın içindeymişim gibi hissettirmemişti.
Hayatımın hiçbir döneminde ben böyle bir rüyayı gerçek kılamamıştım.
Hiçbir rüya da Yankı Sarca kadar güzel olamazdı zaten.
İlk defa, gerçekleri mi yaşıyorum yoksa uzun bir rüyanın içinde miyim diye düşünmek zorunda bile kaldım çünkü bana bakan gözleri bunu düşündürtmüştü.
Bir kitap okurdunuz, iyi ya da kötü olaylar yaşanırdı ve sonunda yazar, geçerli bir son yazamadığı için her şeyi bir rüyayla sınırlı kılardı. Tanrı, bana böyle bir acımasızlık yapmaz diye ümit ediyordum.
Ayrıca bir kitap karakteri de değildim, bir kitap karakteri olamayacak kadar kötü bir insandım. Kendi hayatımın bile başrolü değilken, bir yazarın baş karakteri olamazdım.
Kendimi küçük görmek istemiyordum artık ama insan alışkanlıklarından çok zor vazgeçerdi. Kim olduğumu biliyordum, bu hayattaki yerimi ve aynaya baktığımda asıl olan kişiliğimi. Bu aslında kendini küçük görmek de değildi, kim olduğunun farkında olmaktı.
Sokak Nöbetçileri'ni tek tek, uzun uzun, sayfalarca anlatabilirdim ama kendime bunu yapamazdım, yapamıyordum. Onlar için cilt cilt kitap yazardım, kendim için tek bir sayfa yeterdi.
Açardım o sayfayı; ilk önce belki, Ben Helin Aktan, diye başlardım. Sonra soyadımdan nefret ettiğimi fark edip üzerini karalar, Helin yazardım.
Ben Helin, derdim. Sadece Helin. Tek bir isim. Soyadı yok. Sadece Helin. Beş harf. Daha fazlası yok, kendi hayatının sadecesi Helin.
Sonra devam ederdim, kendimi anlatmam gerektiği için üstünkörü geçmişimden bahsederdim.
Annesi ilk doğduğu gün kızını terk etmiş, ardından tek bir kurşunla kendisini öldürmüş, babasını hiçbir zaman tanıyamamış, acımasız ve iğrenç bir dayının yanında yedi yaşına kadar kalmış, bütün çocukluğu kirlenmiş zavallı Helin.
Yedi yaşından sonra geçmediği yol kalmamış, yollarını bile kendi oluşturamamış zavallı Helin.
Kötülüklerle tanışmış, kötülükleri sevmiş, iyiliklere sırtını dönmüş ve benliği umurunda olmayan kötü kalpli Helin.
Hiç arkadaşı olmamış, insanlardan korkmuş ama insanlardan korkarken onların canını daha fazla yakmış yalnız Helin.
Sevilmeyen, hor görülen Helin.
Binlerce yüzü olan Helin.
Savaşan Helin, yenilen Helin, yalancı Helin, korkak Helin, gurursuz Helin.
Hiç Helin. Hiçbir şey Helin.
Sonra kalemi bırakmaz, o kâğıda yazmaya devam ederdim. Çünkü asıl hikâyemin şimdi başladığını, o zavallı, kötü kalpli, yalnız Helin'in yolunun güzelliğini bilsinler isterdim.
Sokak Nöbetçileri'nin sadecesi Helin, diye devam ederdim. Sokak Nöbetçileri'yle tanıştıktan sonra yalnızlığından kurtulmuş, kötü kalbini susturmuş Helin.
Her şeyden önce, diye eklerdim kalemin üzerine bastıra bastıra. Son cümlem, en güzel cümlem olsun isterdim.
Yankı Sarca'nın sadecesi Helin.
Kendi hikâyemin bile sadecesiydim. Devamını getiremezdim ama şimdi iç sesim konuşuyordu. Ben, sadece Helin, hiçbir zaman bir adama körkütük âşık olabileceğime imkân vermezken, Yankı Sarca'ya kalbimle, gözlerimle, dudaklarımla, nefesimle, duyduklarımla, duymadıklarımla, gördüklerimle ve göremediklerimle; aklım başımdayken de aklımı kaybetmişken de âşık olmuştum.
Kendi içimde bile bunu bir kez olsun kendime itiraf etmemişken, ona itiraf ettim. Biliyordum, böyle itiraflar ilk önce erkeklerden gelirdi. İzlediğim filmlerde erkekler, sana âşığım diye haykırırdı; okuduğum kitaplarda ilk erkekler dökülürdü; lisede kızlar, hoşlandığı erkekler sevdiklerini söylesinler diye çabalarlardı ama ben böyle değildim.
Ona çıkma teklifi bile etmiştim. Çok mu beceriksizdim, çok mu gurursuzdum yoksa hislerimden başka hiçbir şeyi düşünemiyor muydum?
Ne önemi vardı ki? Ona âşıktım, ona âşıksam bunu ondan gizlemem, bu zamana kadar ondan sakladığım en büyük sır olmaz mıydı?
Hem belki ileride, bundan on sene sonra, Yankı'nın gözlerinin içine bakıp benim daha cesur olduğumu söyler, ona üstünlük taslardım.
On sene sonra da yan yana olur muyduk? Olurduk. Olmalıydık. Olmama ihtimalimizin canı cehennemiydi, bunu düşünemezdim. Hayır, bunu yapamazdım. Hayır artık bunu düşünmek, kaldıramayacağım kadar ağır da olmamalıydı.
Aşk, kaybetmek ve kazanmak arasındaki o ince çizgiden ibaretti benim için.
Yine de, her şeye rağmen, tek bir sayfaya sığdırdığım Helin, birine âşık olabilmişti. Bundan daha yücesi olamazdı.
Sadece birkaç saniye. Birkaç saniyede dudaklarımdan bu kelimeler döküldü: "Ben sana âşığım Yankı Sarca. Ve bu hiçbir zaman son olmayacak çünkü sana her gün biraz daha âşık olacağım."
Zaman durmuştu. Nefesim kesilmişti. Dansımız kesilmişti.
Yankı durmuştu, Yankı artık hareket etmiyordu. Yankı gözlerini bile kırpmıyordu. Yankı nefes bile almıyordu.
Yankı gerçekten heykele dönüşmüştü.
2020'nin ilk saatlerine Yankı'nın kollarında dans ederek girdim ve üçüncü dakikasında Yankı, 2020'ye heykel olarak devam etme kararı almış gibiydi. İnsanlar çevremizde dans etmeye devam ediyordu, kahkaha sesleri geliyordu, ışıklar açılıp kapanıyordu, DJ bir şeyler söylüyordu ama biz susuyorduk.
Belimden sımsıkı tutmasaydı düşerim sanıyordum ama ben, kollarımı onun doladığım boynundan çektiğimde Yankı'nın dengesini kaybettiğini fark edip onu sıkıca tuttum. Yankı'yı dengede tutan bendim. İlk defa.
"Yankı," dedim kısık sesle ve gözlerim kocaman açıldı. Lensli gözlerinin etrafındaki beyazlar kızarmaya başlamıştı, alkolden ve ışıklardan olmalıydı ama kemikli yüzüne de ateş oturduğunda yutkunmak zorunda kaldım. Ona çıkma teklifi ettiğim zaman da böyle kızarmıştı. Yoksa Yankı utanıyor muydu? Yine? Hayır, alkoldendi. Burnunun ucu da kızarmaya başlamıştı. "Yankı," dedim bir kez daha ama yine hareket etmedi, gözlerini gözlerimden ayırmadı, bakmaya devam etti. "Yankı, kızardın."
Aptal gibi nefes alıyor mu diye yüzümü yüzüne yaklaştırdım, Yankı kasıldı, öyle bir kasıldı ki yüzüne yaklaşmışken alttan alttan ona baktım. Sadece gözleri hareket etti, belimdeki elini daha çok sıktı. Bir elimi yavaşça ensesinden yüzüne doğru yaklaştırdım. "Yankı," dedim kaşlarımı çatarak. "Umarım nefes alıyorsundur şu anda."
Yutkundu. Âdemelması yavaşça hareket etti, alt dudağını dişlerinin arasına aldı, nefesini verdi ve gözlerini kapattı. Birkaç saniye öyle bekledi, sonra öyle bir gülümseme oluştu ki yüzünde, bu benim hayatım boyunca göreceğim en güzel manzaraydı.
Alt dudağını serbest bıraktı, nefesini bu sefer dudaklarından verdi. İçimden saniyeler saydım, dakikaya dönüştüğünde Yankı gözlerini araladı. Ve benim aklımın oyunu muydu, ışıkların rolü müydü bilmiyordum, Yankı'nın gözleri dolmuştu. Bunu gördüm, bunu gördüğümü fark etti ve fark ettiği anda tekrar gözlerini kapatıp dudaklarıma yapıştı.
Gözlerim açık ona bakmaya devam ettim; kapalı gözlerine, kirpiklerine. Kirpiklerinde ıslaklık gördüğüme yemin edebilirdim ama fark etmiş gibi bir eliyle gözlerimi kapattı ve elim gözlerine gideceği sırada diğer eliyle elimi tutup engelledi.
Bu nasıl bir duyguydu? Onun gözleri mi dolmuştu? Bir itiraf onun gözlerini mi doldurmuştu? Bunu uyduruyor muydum? Kalbim yerinden çıkacaktı, hayır, kalbim yerinden çıkmıştı çünkü diğer elimi kalbime bastırmış, son atışlarını avcumda hissediyordum.
Gözlerimi kapattım, gözlerime yaşlar doldu hatta yanaklarımdan süzüldü çünkü birkaç saniye bile olsa gördüğüm bu görüntü, beni yok etmeye yetmişti. Fakat ben gizlemedim, onun eline yaşlarım çarptı ve boğazından hırıltılı bir nefes verdiğini işittim. Diğer elimi bıraktı, iki eliyle yüzümü avuçlarının arasına aldı ve beni büyük bir tutkuyla öpmeye başladı, ona karşılık verdim.
Aceleci değildi ama sertti, suskundu ama öperken sanki benimle konuşuyordu, hırçındı ama nefesi acılıydı. Öyle bir duyguydu ki beni öptüğü diğer günler tereddütteydi, şimdi tereddüdü kalmamıştı. İtiraf eden sanki ben değildim de oydu, itirafı duyan ise bendim.
Ben hayatımın en güzel karşılığını o beni öperken aldım; hiçbir cümle, bu öpücükten daha büyük olamazdı.
Üst dudağımı dudaklarının arasına alıp emerken, başparmağı yanağımdaki ıslaklığı sildi. İç çektim. İç çekti. Bir eli yeniden belime gitti, oradan aşağıya kaydı ve hafifçe beni aşağıya eğdi. Bu sefer alt dudağımı dudaklarının arasına aldı, çekiştirdi, sonra dili dudaklarımın üzerinde gezindi. Yetmiyormuş gibi, daha fazlasını istiyormuş gibi beni kendisine öyle bir çekti ki kollarının arasında tek bir vücut olduğumuza emindim.
Ellerimi yüzüne koymak yerine göğüs kafesine yerleştirdim; avcumun içinde kalbi vardı, öylesine hızlı atıyordu ki benimkinden bile hızlı olabilirdi. Bunu benden gizlemedi hatta yüzümde durmaya devam eden elini elimin üzerine koydu ve daha fazla bastırdı avcumu. Sonra yavaşça geri çekildi, gözlerini açmadı, alnını alnıma yasladı. Parmaklarının arasında elim kayboldu, elimin içinde kalbi vardı. Nefes nefese, "Kalbin," dedim. "Çok hızlı atıyor."
Kalbimi bir görsen, sadece kendinle karşılaşırsın, demişti.
"Kalbimi bir görsen," dedi dakikalar sonra. Sesini özlediğimi fark ettim. "Sadece kendinle karşılaşırsın." Bir kez daha tekrarladı ama susmadı, devam etti. "Kalbimin gerçek sesini işitebilsen," dedi avcumu daha fazla bastırarak. "Sadece kendi adını duyarsın." Alnını alnıma daha fazla bastırdı, dudaklarını yavaşça dudaklarıma bastırdı, uzun süre öyle bekledi. Geri çekildi. "Helin," dedi, adımı ilk defa bu kadar çok sevdim çünkü çok seviyormuş gibi söyledi. "Keşke kalbimi ellerine verebilsem Helin. Gördüklerinle, duyduklarınla benim neden sana her baktığımda aklımın durduğunu anlardın, sonra benim nasıl hâlâ delirmediğime şaşırırdın. Anlatamıyorum Helin. Ben anlatamıyorum. Kalbimi al, o anlatsın."
Yüzüne dokunmak için yanıp tutuşuyordum; kirpiklerine, gözlerine, yüzüne bakmak için yanıp tutuşuyordum ama bunu yapmayacaktım. Gözlerim elimi tutan eline kaydı. Titriyordum ve onun eli, benim titreyen elimi tutuyordu. "Kalbin benim için hızlı atıyor," dedim. "Sadece benim için hızlı atıyor," diye düzelttim. "Bu benim için yeterli."
"Sadece senin için," dedi, sonra belimdeki eli yüzüne gitti. Ona bakmadım ama ne yaptığını anladım. "Daha önce duyduğum hiçbir cümle, kalbime böyle etki etmemişti." Bir çocuk gibi, elinin tersiyle gözlerini sildi. Öyle değil, dedim kendi kendime. Bunu yapmadı, sen öyle düşündün çünkü zihnimde bile canlanan görüntü ayakta durmamı engellerken, onu o şekilde görseydim sırf bunun için yere çöker, saatlerce ağlardım.
Bu hayatta hepimizin zihninden silemeyeceği ya da unutamayacağı, her hatırladığında kendisini öldüren görüntüleri olurdu. Yankı Sarca'nın gözlerinin dolduğunu düşünmek bile beni mahvederken, onun çocuk gibi elinin tersiyle gözünden akan yaşı silmesi, asla unutamayacağım, beni öldüren bir anı olurdu.
Parmağı çeneme gitti, yavaşça yüzümü kaldırdı, diğer eli elimi tutmaya devam etti. Korkarak ona baktığımda gözlerinin daha fazla kızardığını fark ettim. Işıklar ve alkol.
Işıklar, alkol ve lens. Evet lens. Fakat yine dayanamadım, parmaklarımın ucunda yükselip yüzünü ellerimin arasına aldım, dudaklarımı gözlerine bastırdım. Onu gözlerinden öptüm, alnımı alnına yaslayıp, "Yankı Sarca'nın sadecesi, Helin," dedim soluk, titreyen bir sesle. "Yankı Sarca'ya âşık."
Tebessüm etti. Tuttuğu elimi kaldırdı, tersini öpmek yerine avcumu çevirip avuç içimi öptü. "Yankı Sarca'nın Yuva’sı, Helin," diye düzeltti beni. "Tek Yuva’sı, Helin." Dudakları avcumun üzerinde kaldı, gözlerimin içine baktı. "Sığdır beni avcunun içine, evim yap orayı, sonra kapat parmaklarını. Ben burada kalırım."
Kalbimin bu atışları ne zaman susacaktı? Hiçbir zaman susamazdı ama artık ölecekmişim gibi hissediyordum. Parmaklarım gözlerine ilerledi, uçlarıyla uzun kirpiklerine dokundum ve hâlâ ıslak olduğunu fark ettim. İçim acıdı, yandım, parçalandım ama yine de susamadım. "Sen," dedim. "Gözlerin..."
Beni susturdu. "Ne dedin sen bana az önce?" diye sordu lafı değiştirerek, haylaz bir çocuk gibi. "Bir daha, yavaşça söylesene. Tam anlayamadım. Hecelerine ayırarak, harf harf söyle."
Bir kez daha? İşte artık buna cesaretim kalmamıştı, özellikle kalp atışlarım alkolün etkisini bile azaltırken ve Yankı bana böyle bakarken. "Neden bunu duymak istiyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Söyledim işte, defalarca söyleyecek cesaretim yok."
Elimi tuttuğu yerden arkaya itekledi, sonra beni bir kez daha dans ediyormuş gibi kendine yasladı. "Nesin sen bana?" dediğinde ona bakmamak için çırpınıyordum, o ise ona bakmam için zorluyordu. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp diğer tarafa baktım ve dikkatimi dağıtmaya çalıştım ama Yankı çenemi tutup yüzünü yüzüme çevirdi. Başparmağını alt dudağımda gezdirdi, bunu yaparken dudağını ısırdı. "Âşık," dedi. "Sen bana âşıksın."
Konuyu bambaşka noktalara çekip dikkatimi üzerimden dağıtmak için, "Bunu ilk defa duymuş olamazsın," diye homurdandım. "Eminim, sana bunu söyleyen kızlar olmuştur."
Konuyu bambaşka noktalara çekmedi. "Ama ben bir tek senden duymayı istedim," dedi tek nefeste. "İstiyorum," diye devam etti. "İsteyeceğim," diyerek fısıldadı. "Hep isterim."
"Öyle kolay kurulmuyor bu cümleler," dedim gözlerinin içine bakarak. "Kendime itiraf etmeden sana itiraf ettim. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?"
"Belki bilirim," diye yanıtladı.
"Nasıl yani?"
Gözleri dudaklarıma kaydı, oradan boynuma, oradan göğüslerime doğru. Beni baştan aşağı süzdüğünde olduğum yerde kıpırdanıp etrafımıza baktım. İnsanlar vardı, fazlasıyla kalabalıktı ve artık dans müziği kesilmiş, hareketli müzik başlamıştı. Kalabalıklaşmıştı. "Seni şu an," dedi çekingenliğimi fark ederek. "Son nefesimi verene kadar öpebilirim." Gözlerini kıstı, dudaklarıma bakarken bile öpüyormuş gibiydi. "Bana kurduğun cümlenin her harfi için, her sokak lambasının altında saatlerce öpebilirim."
"Sonsuza kadar yani," dediğimde banyodaki halimiz aklıma geldi ve direkt kasıklarıma ateş oturdu. Gülümsediğimde elimi tutan parmaklarını daha çok sıktı. "Sonsuza kadar, saatlerce beni öpebilirsin, öyle mi?"
Yankı haylazca sırıttı. "Yani sadece öpeceğimi düşünmek, ikimize de haksızlık olur."
"Nasıl yani?" dedim anlamamış gibi fakat anlıyordum, amacım sadece onunla oynamaktı. Gerçi böyle durumlarda hep oynanan ben oluyordum...
"Anlatmamı ister misin?" diye sordu gözlerini açıp.
"Evet, lütfen," deyip ben de saf saf gözlerimi kocaman açtım. "Biraz anlatırsan aydınlanırım."
Rol yaptığımı anladı ama yüzündeki o haylaz gülümsemeden hiçbir şey eksilmedi, sadece daha tehlikeli bakmaya başladı. "İspanya'yı çok severim," deyip elimi bıraktı ve ellerini belimin kavisine koydu. Sonra bir anda sertçe beni kendisine çekti, göğüs kafesim göğüs kafesine çarptı. "İspanya'da her sokak lambasının altında seni öperdim ve bana kurduğun cümlenin her kelimesi için ikimize ödüller verirdim, senin için de ödül olursa tabii. Ne demiştin?" Dudağını büktü. "Ben sana âşığım Yankı Sarca." Başını salladı. Elleri belimin kavisinden aşağıya indi. "Her kelime için vücudunun bir noktasından öperdim." Bir elini çekip boynuma götürdü. "İlk kelime için boynundan öperdim, tam şu nabzının attığı noktadan." Parmağını oraya bastırdı, sonra aşağıya indi. Nefes boruma geldi. "İkinci kelime için bu boşluktan." Elini aşağıya kaydırdı. Kalbimin üzerinde durdu. "Üçüncü ve en güzel kelime için kalbinin üzerinden."
Kalbim yine hızlandı, bunu fark ettiği anda sırıttı. "Kendi adının bir önemi yok mu?"
Daha fazla güldü, bakışları gözlerimden ayrılıp göğüslerime kaydı. Üzerimdeki gelinliğin dekoltesi öylesine derindi ki ilk defa göğüslerimin böylesine ortada olduğu bir kıyafet giymiştim. "Adım için kendime ziyafet çektiririm," dedi kısık sesle. İşaret parmağı sol göğsümün üzerine ilerledi ve diğer parmakları da ona eşlik etti. Çekingen gözlerle etrafıma baktım ama Yankı beni kendine bastırdığında, eli göğsüme baskı uygulayarak aramızda kaldı. "Benimle kimsenin olmadığı bir yere gelsene şimdi. Anlatmak yerine sana hepsini gösteririm."
"Yankı..." dedim fakat beni kendisine öyle bir hapsetmişti ki konuşmakta bile zorlanıyordum. "Sen gerçekten aklını kaybettin..." Konuşmakta zorlanmamın nedeni, nefes almayı unutmamdı.
"Kaybettim," dedi. "Her seferinde dönüp dolaşıp seni deli gibi istediğim noktaya yine geliyorum." Etrafına baktı, kaşları çatıldı, sonra bana dönüp, "Benimle gel," diye mırıldandı. "Sadece ikimiz. Bugünü daha unutulmaz kılalım."
"Sen iyice delirdin," deyip başımı iki yana salladım. "Yılbaşı partisindeyiz, herkes burada hatta şu an bizi arıyor bile olabilirler. Bu gece buraya eğlenmeye geldik." Gözlerimle etrafı gösterdim. "Hatta şu an bir yerlerden Mutlu bizi izleyip fotoğrafımızı çekiyor olabilir." Umurunda değilmiş gibi omzunu indirip kaldırdı. "Ayrıca her kelime için öpmek mi? Senin nasıl bir fantezi dünyan var Yankı?"
"Ah bir bilsen," dedi homurdanarak. "Bir bilsen, günün yirmi dört saat olduğunu unutacak kadar fazla hayallerimin olduğunu. Gece ile gündüzü karıştıracak kadar uzun olduğunu. Asla bitmeyeceğini, hep daha fazlası olacağını."
"Yankı!" deyip ensesindeki saçları çekiştirdim. "Sen sapık herifin tekisin."
Karşı çıkmasını bekledim ama bir anda, "Sapıklıksa sadece sana sapıklık Helin," dedi gözlerini açarak. "Sonuna kadar senin sapığınım, kabul ediyorum." Kahkaha attığımda o bana aptal aptal bakmaya devam etti. Bu bakışları beni daha fazla güldürdü hatta kahkaham kulaklarımı çınlattı.
"Ben sana âşığım Yankı Sarca," dedim bir kez daha; direkt bakışları değişti ama hızlıca devam ettim. "Beş kelime hemen tükenir. Kolaya kaçıyorsun."
"Dünya üzerinde binlerce dil var. Her dilde, defalarca, farklı farklı. Dinle, çok sayıda ülke de var. O ülkelerde binlerce, milyonlarca sokak lambası. Sonuna kadar, sonsuza kadar. Anladın mı? Benimle oynama, pişman olursun."
"Hımm," diyerek ellerimi omuzlarına koydum ve başımı yana yatırdım. "Pişman olacağımı da kim söylemiş?" Onu çıldırtmaktan keyif alıyordum ama bunu yaparken aynı etkinin üzerimde olmaması gerekiyordu... "Seninle bir gün bütün ülkeleri gezer miyiz Yankı Sarca? Her ülkenin dilinde, o ülkelerdeki, şehirlerdeki her sokak lambasının altında?.." Gözlerimi gözlerine diktim, kaşlarımı kaldırdım. "Ne dersin?"
"Hemen yarın dünya turu?" deyip tek kaşını kaldırdı o da. "Tamam dersen tamam derim." Ciddi miydi? Ciddiydi. Dalga geçmiyordu, yalanı yoktu.
Yankı Sarca gerçekten aklını kaybetmişti.
Göğsümün üzerinde duran eli karnıma indi ve oradan belime dolandı. Diğer eli kalçamın üst kısmında durdu, beni kendisine bastırdı. İnsanlar çılgınlar gibi dans ederken biz birbirimize bakmaya devam ettik. O sırada, Yankı'nın arka tarafından gece kralı kıyafetiyle yaklaşan Mutlu'yu gördüm, bana sus işareti yaptı.
Olayı daha eğlenceli hale getirmek için, "Yankı," dedim kısık sesle ama olabildiğince ateşli tutmaya çalışarak. "Şimdi burada, beni son nefesini verene kadar öpmeni istesem öper miydin?" Elimi ensesinden omzuna indirdim, tırnaklarımı omzuna geçirdim. "Sonra belki yalnız kalır, yılbaşının tadını..." Bakışları değişti, gözleri direkt dudaklarıma kaydı.
"Bu yeni senede sizi yalnız bırakacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz dostlarım!" Mutlu'nun sesiyle beraber Yankı'nın bakışlarındaki ifade değişti ve gözlerini devirdi. Mutlu beni Yankı'nın kollarından hızlıca çekti, kendi etrafımda birkaç defa döndürdü, sonra Yankı'ya dönüp kalçasını salladı. "Götümü ye Yankı Sarca. Bu yeni yılda da size rahat yok."
Kahkaha attığımda Yankı elini saçlarına geçirdi ve cebinden sigarasını çıkarıp ucunu yaktı. Mutlu ona kalçasını sallarken, o kalçasına baka baka sigarasını içti, sonra öfkeyle, "Hayalim unutulmaz bir yılbaşı," deyip beni gösterdi. Ardından Mutlu'nun kalçalarını işaret etti. "Hayatım Mutlu'nun kuru götü."
Mutlu çakırkeyf olmuş gibiydi. Daha sarhoş olmak için çok erkendi ama emindim, Mutlu bütün yılbaşılarını böyle geçiriyordu. "Damat," dedi Mutlu tiz sesle. "Şaka bir yana, sizi gerçekten bozmak istemezdim ama masada işler pek de istediğimiz gibi ilerlemiyor. Gelmeniz gerekiyor."
"Nasıl yani?" diye sordum, beni bir kez daha kendi etrafımda döndürürken.
"Bartukıç," dedi gözlerini devirip. "Masaya kızı getirdi. Lâl'i tutamıyorum, Işık ve o yanındaki kelebek ortalarda yok. Siz nerede olduğunu biliyor musunuz?"
Yankı durduğu yerden hareket edip sigarasından başka bir duman daha çekti ve yanımıza gelip Mutlu'ya ters bir bakış attı. "Her seferinde bizi bulacağına gidip ikizini bulsana. Bir yerlerde Koza'yla dans ediyordu. Bizden önce onlar işi ilerletecekler, haberin yok."
Mutlu'nun gözleri kocaman açıldı, bana baktı. Omzumu indirip kaldırdım ve dudaklarımı birbirine bastırdım. Elimi bırakıp dans eden insanların arasına hızlı adımlarla daldı. Arkasından gülerek bakarken Yankı yanıma gelip, "Daha önce hiç Mutlu'yu öldürmeyi düşünmemiştim," diye homurdandı. "Şimdi hiç de fena fikirmiş gibi gelmiyor."
"Çocuk yapma ihtimalimizden korkuyor." Dalga geçmeye çalıştım ama Yankı gülmek yerine kaşlarını çattı. "Bir gün ona hamileyim şakası yapacağım."
Ağzının içinde, "Bu gidişle dayanamayacağım ve gerçek olacak gibi," diye geveledi.
"Efendim?" dedim kaşlarımı çatarak.
"Yürü," dedi kolunu belime koyup. "Lâl'in bize ihtiyacı vardır." Dans eden insanların bulunduğu yerden ayrılıp masaya ilerlediğimizde orada Bartu'yu, Rüya'yı ve Lâl'i gördüm. Bartu ile Rüya yan yana duruyordu ve bir sohbetin içinde gibilerdi. Lâl ise boş gözlerle masaya bakıyordu, kulaklarının onlarda olduğuna emindim.
"Sence," dedim Yankı'ya. "Bartu Lâl'i unutabilecek mi?"
"Önceden buna kesinlikle hayır derdim," diye cevap verdi. "Ama şimdi emin olamıyorum. Bartu bambaşka biri gibi davranmaya başladı."
"Yani unutabilir." Lâl başını kaldırıp ikimizle göz göze geldi. "Unutmalı mı, unutmamalı mı, emin olamıyorum. Lâl'i anlayamıyorum. O Bartu'yu seviyor mu?" Göz ucuyla Yankı'ya baktım, Lâl'e büyük bir şefkatle bakıyordu. "Lâl'i en iyi tanıyan sensin."
"Hiçbir şey göründüğü gibi değil," diyen Yankı sigarasından son dumanı çekti. Masanın önüne geldiğimizde onlardan biraz daha uzakta durdu. "Bak, dinle," dedi kaşlarını çatarak, sadece benim duyabileceğim şekilde. "Lâl’le böyle olmanızı istemiyorum. Onunla arandaki buzları eritebilirsin."
"Neden ben eritmek zorundayım?" diye sorup gözlerimi devirdim. "Zamanında Lâl'e yaklaşmak için çok çabaladım hatta yakınlaştık da ama o diğerleri gibi değil. Bir duvar örüyor, o duvarı asla aşamıyorum. Bana benden nefret ediyormuş gibi davranıyor."
"Senden nefret etmiyor, sadece öyle davranıyor." Gözleri Lâl'e kaydı ama ben bakmadım. "O böyledir Helin. Kimseyle yakın olamaz, insanlardan hep uzak durur ve kaba davranır ama kalbini gerçekten görsen..." Sesinde Lâl'e karşı duyduğu büyük saygısı vardı. "Bana bu zamana kadar senin hakkında tek bir kez bile olsun kötü bir şey söylemedi." Bu söylediğine şaşırdım ama ona belli etmemeye çalıştım. "Senden nefret ediyormuş gibi davransa da görmezlikten gel, seni kendinden uzak tutmaya çalışıyordur. Amacı budur.”
"Neden beni kendinden uzak tutmaya çalışıyor?" diye sordum merakla. "Çünkü seni onun ellerinden aldım." Yankı'nın yüzü yüzüme döndü ve burun delikleri öfkeyle açıldı. "Hayır, yanlış anlama, bunu bir imayla söylemedim. Bana şunu söyle, eğer ben olmasaydım bugün onun yanında dururdun, değil mi?"
Anlatmak istediğim onda ters bir etki yaptı. "Onu yalnız bıraktım, değil mi?" diye sordu.
Burnumden nefesimi verip, "İşte, anlatmak istediğim bu," diye yanıt verdim. "Hep ama hep onun yanındaydın, şimdi benim yüzümden onun yanında olamıyorsun. Lâl bu yüzden benden uzak duruyor, bana ısınamıyor. Onun ellerinden Yankı'yı aldım."
Karşı gelerek, "Lâl öyle biri değil," diye savundu. Kollarımı önümde bağlayıp ona dikkatlice baktım. "Böyle bakma," dedi ters bir sesle. "Onun masumiyetini görmüyor musun?"
Lâl'in masumiyeti. Lâl'in güveni. Lâl'in ihtiyaçları. Lâl'in korunması. "Lâl konusunda gözlerinin bazen fazla kör olduğunu düşünüyorum," diye itiraf ettim. "Lâl masum değil demiyorum hatta belki de o en masumudur ama diğer kardeşlerinden onu ayırıyorsun." Kıskançlık hissediyor muydum? Hayır, kıskançlık değildi ama Lâl'in Yankı'da nasıl böyle bir etki bıraktığını merak etmiyor da değildim. "Ona karşı neden böylesin? Belirli bir sebebi var mı?"
"Ayırmıyorum." Sadece bunu söyledi.
"Ayırıyorsun," diye üste çıktım. "Bartu'yla tartıştığımda Bartu'nun karşısında benim için durdun, diğerleriyle de öyle ama Lâl’le tartıştığımda hep o haklıymış gibi davranıyorsun. Sana göre Lâl hep haklı ya da Lâl hep masum. Bunun bir nedeni olmalı." Hiçbir cevap vermeden yüzüme bakmaya devam etti. "Lâl'i diğerlerine karşı da savunup duruyorsun. Lâl'i durmadan savunuyorsun, sürekli önündesin, hem de herkese karşı. Lâl'in şu an bu halinin asıl nedeni, hep korunduğu için olabilir mi Yankı? Ya da sana karşı bu ihtiyacının nedeni? Ona korunmaya muhtaç bir çocuk gibi davranmaktan vazgeçmelisin, eğer devam edersen hep birilerine ihtiyacı olacak."
Söylediklerime olumsuz bir tepki vermesini bekledim ama o, "Bunların farkındayım," diye mırıldandı. "Ama alışkanlık ve belki de onu birinin yerine koymuş…"
Sözünü kestim. "Sen de dahil hepimizin alışkanlığı, yalnız başımıza da üstesinden gelmek oldu. Işık'ı hiç düşündün mü? Bir çocuğu olmama ihtimaliyle yüzleşti ama güçlü göründüğü için onun üzerine hiçbirimiz titremedik, her gece ağladığına o kadar eminim ki. Fakat aynı durumda Lâl olsaydı ben de dahil hepimiz onun başında beklerdik. Bartu peki? Mahvolmuş durumda fakat sen hâlâ ona Lâl'i savunuyorsun, ona hiç destek olmaya çalıştın mı? Ve neyi fark ettim, biliyor musun? Sen her şeyi tek başına yapmaya alışırken onu kendine alıştırmışsın." Kollarımı açıp havaya kaldırdım. "Artık şu körlüğünden vazgeçmenin zamanı geldi."
Daha önce kimsenin Yankı'yla böyle konuşmadığı o kadar ortadaydı ki söylediklerimi dinlerken yüzü şekilden şekile girdi. "Işık için hiçbir şey yapmadığımı mı düşünüyorsun?" diye sordu şaşkınlıkla. "Onun için elimden gelen her şeyi yapıyorum hatta iki gün sonra bir doktora gideceğiz beraber. Bartu'yla konuşuyorum, onun anlamasını sağlıyorum çünkü pişman olacak ve..."
"Yankı," dedim onu susturarak, ardından ellerimi omuzlarına koydum. Suçlulukla bana bakıyordu, kendini çok kötü hissetmişti. "Onlara bir şey yapmadın diye seni suçlamıyorum."
"Suçluyorsun," dedi başını sallayıp. "Ve haklısın da."
Beni anlamayacaktı çünkü Yankı çocukluğundan beri kendini robot gibi yetiştirmeye alışmıştı. Ne dersem diyeyim bu düşüncesi değişmeyecekti.
Konuyu kapattım, onunla şu an burada tartışmayacaktım. "Lâl'i seviyorum hatta Lâl'in kalbinin yüceliğini de görüyorum ama artık onu kazanmak için çabalamayacağım Yankı."
"Yankı!" Bartu'nun sesiyle ikimiz de başımızı o tarafa çevirdiğimizde elini kaldırıp bizi yanına çağırdı.
"Yine de," dedi Yankı o tarafa yürürken. "En azından Bartu'yu anladığın kadar Lâl'i de anlamaya çalış." Hâlâ Lâl için çabalıyordu. İlk defa Yankı'yı bu kadar robotlaştıran kişinin Önder'den sonra Lâl olduğunu düşündüm.
"Asıl sen Lâl'i düşündüğün kadar Bartu'yu da düşün," diye yanıt verdim ters bir sesle. "Tarafımı mı bilmek istiyorsun? Bartu'nun yanındayım ama Lâl'in de karşısında değilim. Hiçbiriniz Lâl Bartu'yu sevsin istemiyorsunuz, hepiniz Bartu Lâl'i sevmeye devam etsin de Lâl üzülmesin istiyorsunuz." Bartu'ya büyük bir sevgiyle baktım. "Onun bütün kararlarının arkasındayım, nasıl mutlu olacaksa öyle olsun."
Yankı bana kızdı ama onun kızgınlığını görmezlikten gelip Bartu'nun yanına yürüdüm. Beni gördüğünde yüzü neşeli bir hal alan Bartu, yanında durduğumda elini omzuma atıp beni gösterdi. "Sizi tanıştırayım. Helin, diğer kız kardeşim." Sonra Rüya'yı gösterdi. "O da Rüya. Gerçi o kendini tanıtmıştı." Benim için diğer kız kardeş dediğine göre, Lâl'i de kardeşi gibi tanıtmıştı.
Yankı Lâl'in soluna geçti ve elini Lâl'in saçlarına daldırıp karıştırdı. Lâl ise bakışlarını Yankı'ya çevirip gözlerinin içine baktı. Bartu Yankı'yı gösterdi. "Yankı, erkek kardeşim."
Rüya bana elini uzattı, Lâl'i görmezlikten gelip Rüya'nın elini sıktım. "Memnun oldum," dedi çekingen bir sesle. Sonra Yankı'ya elini uzattı, Yankı onun elini sıkarken benden daha uzak davranıyordu. "Seninle de tanıştığıma memnun oldum Yankı. İkiniz çok güzel dans ediyordunuz."
Yankı başını sallayıp onu gelişigüzel onayladı. Bense, "Teşekkürler," diyerek masanın üzerinden ona doğru eğildim. "Eminim siz de güzel dans etmişsinizdir, Bartu bu konuda çok iyidir."
Bartu sırıttı. Rüya gözlerini kocaman açtı. "İnanılmaz iyi dans ediyor. Altı ay tango kursu almış biri olarak söylüyorum, dans hocamdan daha iyi." Sapsarı saçları vardı ve yemyeşil gözleri. Fazlasıyla güzel bir kızdı, dolgun dudaklarına zıt bir şekilde kızaran yanakları onu daha çekici kılıyordu. Çocuksu bir yüze sahip değildi, Lâl’le uzaktan yakından alakaları yoktu. Lâl makyajdan hoşlanmazdı, daha çocuksuydu ve çekingendi; Rüya ise fazlasıyla olgundu, Bartu'yu yönetebilecek hatta sakinleştirebilecek biri gibi görünüyordu.
"Rüya anasınıfı öğretmeniymiş," dedi Bartu elini çenesine koyarak. "Her gün onlarca çocukla beraber." Rüya gülümsedi. "Çocukları çok sevdiğimden bahsediyorduk, güzel bir tesadüf oldu."
"Sen de çocukları çok seviyorsun anlaşılan," diye sordum masanın üzerindeki açılmamış bira şişesine uzanarak.
"Evet," diye yanıt verdi. "Babam çocuk doktoru, annem ilkokul öğretmeni." Yanakları daha fazla kızardı, kalabalık ortamlarda utandığını gösteriyordu. "Çocukları sevmemek imkânsız olurdu."
Tam o esnada Mutlu Işık'ı kedi kostümünün kuyruğunu çekiştirerek yanımıza getiriyordu, onun arkasından gelen Koza ise gözlerini deviriyordu. "Bıraksana, öküz," dedi Işık kendini Mutlu'nun elinden kurtarmaya çalışarak. Bakışları Yankı'ya döndü. "Yankı, lütfen yardım et, sana bir daha mama vermeyeceğim diye bağırıp duruyor."
Işık'ı yanıma itekledi, oradan da Işık'ın yanına geçti. Bartu'ya ters ters bakıp, "Bir daha gözünü Işık'ın üzerinden ayırırsan o altındaki çarşafı aşağı indiririm, küçük çükünü herkes görür Bartukıç," diye öfkeyle soludu Mutlu.
Elimle ağzımı kapattığımda Bartu Mutlu'ya uyarıcı bir bakış gönderdi. Işık ise Rüya'yı masada gördüğü anda kaşlarını çattı. Koza Bartu'nun diğer tarafına geçti, Yankı'yla gözleri kesişti.
"Seni zaten tanıştırmıştım Mutlu'yla," dedi Bartu gözlerini devirip. "Ona aldırış etme, her zaman çok konuşur ama boş konuşur." Işık'ı gösterdi. "İkizi, Işık." Sonra Koza'ya baktı. "Bu da Koza."
"Koza mı? Adı mı Koza?"
"Yok, kod adı, Koza. Sahne adı, kelebek," diyen Mutlu, Koza'nın suratına masadaki çerezlerden fırlattı.
"Nil, buna nasıl tahammül ediyorsun sen?" Koza Işık'a bakarak gözlerini açtı.
"Nil mi?" dedi bu sefer de Rüya. "Işık değil miydi?"
"Şey," diye konuşmaya başlayacağım sırada, Bartu söz- devraldı. "Bizim bu işler biraz karışık. Bir gün sana anlatırım." Bartu'yla göz göze geldik. "Tabii sadece bir gün yeterse."
"Kardeşimden uzak dur kelebek, yoksa..." Mutlu Koza'yı tehdit etmek istedi, düşündü, söyleyecek bir şey bulamadı ve öfkeyle bakmaya devam etti. "Yoksa seni öperim. Pat diye öperim, mal gibi kalırsın."
"Ne?" dediğimde gülmemek için kendimi zor tuttum ve Yankı yine bana uyarıcı bir bakış gönderdiğinde sustum.
"Öper misin?" dedi Koza, belki onuncu kez gözlerini devirip. "İkizini tercih ederim."
"Aynı dudak değil mi?" diye homurdandı Mutlu öfkeyle. "Ha Işık, ha ben, aynı şey. Gözlerini kapat, onu öpüyormuş gibi hissedersin."
"Mutlu..." dedi Bartu uyarıcı bir sesle ve Rüya'yı gösterdi. Rüya elini Koza'ya uzattı, Koza umursamazca sıktı, ardından Işık'a uzattı ama Işık beni yanıltmayarak ağız ucuyla gülümseyip elini sıkmadı.
Rüya buna bozuldu ama belli etmemeye çalışarak, "Hepiniz öz kardeş değilsiniz, değil mi?" diye sordu. "Bartu beraber büyüdüğünüzü söyledi."
Işık gözlerini devirdi, Lâl başka tarafa baktı. Koza alkol doldurdu, Mutlu ise onun doldurduğu alkolü elinden alıp içti, sonra alkolü fışkırtarak Koza'ya doğrulttu. Koza son dakika kaçtı.
Yankı'ya ters bir bakış gönderdim ama o kollarını önünde bağlayıp sessizliğini korumaya devam etti. "Işık ve Mutlu dışında hiçbirimiz öz kardeş değiliz," dedi Bartu bizi göstererek. "Helin ve Yankı'nın ilişkisi dışında hepimiz kardeş gibiyizdir ama."
"Bunu söylemene gerek yoktu," dedi bize bakarak. "İkisinin arasındaki sen söylemesen de hissediliyor."
"Değil mi?" dedi Mutlu Rüya'ya bakarak. "Her an Yankı Helin'i ekmek arası yapacakmış gibi davranıyor." Rüya kıkırdadı. Işık Mutlu'ya ters bir bakış attı, Lâl'in tarafında olup Rüya'yı dışlamaya çalışıyordu.
"En sessiz kardeşiniz galiba Lâl. Kendisi hiç konuşmuyor." Rüya'nın gözleri en sonunda Lâl'e kaydı. Gruba dahil olduğum gün Lâl'e tepki verdim diye hepsinin üzerime geldiği hatta Bartu'nun bizzat üzerime yürüdüğü aklıma gelmişti. Lâl gözlerini Rüya'nın gözlerine dikti, öyle bir baktı ki Rüya bakışlarını korkuyla kaçırmak zorunda kaldı. Masada sessizlik devam ederken, kimsenin ağzını bıçak açmadı. Yüzünde tebessüm olan tek kişi Koza'ydı. Lâl'e acıyan gözlerle bakıyordu.
"Biliyor musun Işık," dedim gerginliği azaltmak ve konuyu değiştirmek istermiş gibi. "Rüya'nın babası çocuk doktoruymuş, annesi ise ilkokul öğretmeni. Ayrıca Rüya da anasınıfı öğretmeni. Bizim gibi çocukları çok seviyor."
Lâl'in bu sefer de gözleri bana döndü ve ilk defa, bana bakarken öfkesini değil kırgınlığını gördüm. Bartu'nun tarafında olmam mıydı onu kıran yoksa Rüya'ya iyi davranmam mıydı anlayamadım.
"Ne güzel, ne güzel," dedi Işık gözlerini devirip. "Eminim Bartu'nun çocukları çok sevdiğini duyduktan sonra bunları anlatmıştır."
"Hayır, ondan önce söyledim," dedi Rüya. "Ondan sonra çocuklardan konuşmaya başladık." Işık Rüya'ya öyle bir bakıyordu ki bu bakışlara maruz kalmış biri olarak Rüya'nın kendini berbat hissettiğine emindim.
"Soru sormadım, fikir belirttim," diyen Işık gözlerini devirdi. "Demek anasınıfı öğretmenisin." Arka tarafında kalan kuyruğunu elini alıp sallamaya başladı; Koza'nın bakışları kuyruğu sallayışına odaklandığında yüzünde tehlikeli bir gülümseme oluştu. "Normal bir hayatın var demek."
Mutlu, Koza'nın bakışlarını fark ettiği anda Işık'ın elinden kuyruğunu aldı. "Koza Alço seni kesiyor, buna son ver."
Rüya Işık'ın iğneleyici laflarını anlamıyormuş gibi, "Normal bir hayat derken?" diye sordu saf saf. "Yani hafta içleri okula gidip geliyorum. Hafta sonları ise piknik yapmaktan, koşuya çıkmaktan, bazen şehir dışına seyahat etmekten keyif alırım. Dans kursuna gidiyorum, resim çizmeye çalışıyorum." Rüya saf saf hobilerini anlatırken Bartu dikkatle onu dinliyordu, bu gözümden kaçmadı. "Siz neler yaparsınız?"
"En son bir tekne çaldık," dedi Işık gülümseyerek. "Ayrıca, bir adamı öldürdük. Denizin dibini boyladı. Önder var; o bize işler veriyor, biz onları yapıyoruz. Parayı genelde çalarak kazanıyoruz." Bartu'yu gösterdi. "Mesela Bartu, iki gün önce bir iş insanının otoparkını yaktı; neymiş efendim, arabasını çalamamış öfkelenmiş. Bartu'nun kendine ait İBAK'ı var. Orada bir sürü çalıntı arabası var. Tekneden sonra uçak da istiyor."
"Uçak için Önder'le konuşmak gerek," dedi Mutlu ciddiyetle Işık'a bakıp.
"Sanmıyorum önümüzdeki görevlerde uçak olabileceğini," diyen Yankı'nın sesi de fazlasıyla ciddiydi. "Şimdiden söyleyeyim, uçak kullanmayı da bilmiyorum."
Mutlu dudaklarını büktü. "Bir ara da şu gördüğün kelebek bizi patlatmaya çalıştı. Bakma yanımızda olduğunda, kendisi Yankı'nın düşmanıdır." Rüya gözlerini kocaman açmış, onları dinliyordu. Elimi dudaklarıma bastırdığımda Bartu şaşkınlıkla onlara bakıyordu.
"Ama merak etme, bizim de normal hobilerimiz vardır. Mesela Bartu hafta sonları adam dövmekten aşırı hoşlanır. En son birini hastanelik etmişti." Lâl'e kaydı bakışları. "Lâl için dövmüştü; neymiş, Lâl'e bakmış, nasıl bakarmış. Böyle de hayvanca hobileri var işte."
Rüya'nın şaşkınlığı daha fazla arttı. Mutlu bira şişesini eline alıp kaldırdı. "Bu arada Bartu'nun erkek düşürme sitelerinde fotoğrafları var, onlarla epey içli dışlı."
Rüya başka bir şaşkınlıkla Bartu'ya baktı. Duydukları onu öyle bir bozguna uğratmıştı ki Yankı'ya eğilip, "Bir şeyler yap," diye fısıldadım. "Kız kalp krizi geçirecek."
"Eğer Bartu'yu istiyorsa bunları da bilmesi gerek," dedi Yankı omzunu silkerek. Aslında doğruydu, bunlar gerçeklerdi ama bir anda Rüya’ya aşırı bir yüklenme olmuştu.
Işık ile Mutlu alttan birbirlerinin ellerine vurduklarında Lâl'in ifadesi hâlâ aynıydı. İlk konuşan Bartu oldu. "Otoparkı arabayı çalamadığım için yakmadım, plakaları sevmediğim için yaktım," dedi dişlerini sıkarak.
"Ne?" Rüya masaya tutundu.
Dayanamayıp kahkaha attığımda Rüya'nın yerine kendimi koyamıyordum. Işık, her zamanki Işık'tı. Ben de onların arasına ilk dahil olduğum zaman böyle iğneleyici cümleleriyle alt etmeye çalışmıştı fakat ben de pek normal bir hayat sürmediğim için etkilenmemiştim.
"Rüya," dedim kahkahamın arasından. "Sen onlara aldırış etme, abartıyorlar, şaka yapıyorlar, sana takılıyorlar." Işık alttan bacağıma tekme attı, aldırış etmedim. "Bartu sana bir gün her şeyi anlatır."
Işık yüzünü buruşturdu. Ona uyarıcı bir bakış gönderdim ama aldırış etmedi. "Işık'a da aldırış etme," dedi Bartu Rüya'ya. "O ilk tanıştığı insanlara yabanidir, yavaş yavaş alışır. Helin'e karşı da başta öyleydi."
Işık Lâl'in yanına yürüyüp diğer tarafına geçti. Elini Lâl'in omzuna attı, Bartu'ya imalı bir bakış gönderdi. "Rüya'yı Helin'le aynı kefeye koymak da ne demek?" dedi üstün bir sesle. "Helin bizim ailemizin bir üyesi, Rüya öylesine biri." Tarafını belli ettiğini gösteriyordu. Rüya anladı mı bilmiyordum ama Lâl'e çekingen bakışlar atıyor, üzerinde fazla oyalanmıyordu.
O sırada Osman amca yanımıza gelip masanın üzerine yeni içki şişelerini bıraktı ve Mutlu'ya takılarak bir şeyler söyledi, ardından Yankı'ya, "Oğlum, başka bir isteğiniz var mı?" diye sordu.
Yankı, "Mutlu'yu alıp götürmen," diye cevap verdiğinde Mutlu öfkeyle Yankı'ya baktı. Osman amca ise Mutlu'ya cilveli bir bakış gönderip elindeki kırbacı yere vurdu. Rüya dışında hepimiz güldüğümüzde Rüya hepimize anlamsız bir bakış gönderdi.
"Sanırım birinizin babası," dedi kısık sesle Bartu'ya. Sonra elini Osman amcaya uzattı, Osman amca Rüya'nın elini sıktıktan sonra bakışlarını Lâl'e çevirdi. O bile Bartu'yla aralarındakini biliyordu. Bartu söylediğine cevap vermedi ama Rüya korktuğum o soruyu Bartu’ya sordu. "Senin baban mı yoksa?"
O an neden kendimi Sokak Nöbetçileri'ne bu kadar ait hissettiğimi anladım. Hangi soruların sorulmaması gerektiğini biliyordum, onlara nasıl yaklaşmam gerektiğinin de farkındaydım çünkü onlarla aynı durumdaydım ama Rüya bizim gibi değildi. Ve elbette ki bu onun da suçu değildi.
Bartu sessizliğini korudu, bunu sadece ben duyduğum için, "Osman amca hiçbirimizin babası değil," dedim Rüya'ya. "O Mutlu'nun bir tanecik aşkıdır."
"Ha?" dedi Rüya, sonra gözlerini Bartu'ya çevirdi. "Ben sanmıştım ki..." Bartu'nun yüzü düştü ve masaya baktı. Büyük ihtimalle benimle aynı şeyi düşünüyordu. Ne kadar her şey normalmiş gibi davranmaya çalışsa da hayatına girecek biri ona bu tarz sorular soracaktı. Alışık değildi, belki de hiç alışamayacaktı.
Yankı'nın olanları duyduğunun bile farkında değildim ama hemen yanımdan eğilip Rüya'ya, "Çocuklarla konuşurken onlara ailelerini soruyor musun?" diye mırıldandı. "Hem de onlar anlatmadan."
"Hayır," dedi Rüya çekingen bir sesle.
"O halde bu masadaki kimseye de bunu sormamaya dikkat edersen iyi olur." Gözleri Bartu'ya kaydı; Bartu'nun moralinin düşmesi Yankı'yı direkt olumsuz etkilemişti. "Çünkü bana kalırsa yetmiş yaşındaki bir insan bile aile konularında çocuk gibidir."
Rüya başını olumlu anlamda salladığında Bartu gözlerini Yankı'ya çevirip teşekkür ediyormuş gibi baktı ve o anda Lâl’le göz göze gelmek zorunda kaldılar. Lâl hâlâ nasıl gözyaşı üretebiliyordu, anlamıyordum ama direkt gözleri dolmuştu; dudaklarını birbirine bastırmış, Bartu'ya bir şeyler söylemek istiyormuş gibi bakıyordu.
Rüya o birkaç saniyede aralarındaki bu durumu fark etti, gözünden kaçmadı ve o an, Rüya'nın fazlasıyla dikkatli bir kadın olduğunu anladım.
Lâl Bartu'yu tamamen kaybettiğini düşünüyordu ama durum hiç de öyle değildi. Belki kaybedecekti ama şu an kaybetmiş değildi, gerçek bir çabayla Bartu'nun kırılan kalbini onarabilirdi. İçim Lâl'e hiç olmadığı kadar fazla sızladı. Beceriksizliği, benim beceriksizliklerime benziyordu ama benden daha kötü durumdaydı.
Elleri masanın kenarlarını tutarken Yankı'ya dönüp, "Lâl iyi değil," dedim. "Onu nefes alması için dışarı çıkarmalısın. Kendi başına idare etmeye alışmasını ne kadar istesem de şu an bunu yapamıyor." Yankı başını beni onaylıyormuş gibi salladı. "Sana ihtiyacı var." Yankı bakışlarını şaşkınlıkla bana çevirdi. "Evet," dedim. "Senden başka kimse şu an onu iyi edemez."
Birkaç saniye bekledikten sonra bakışlarını Lâl'e çevirip, "Kar yağıyor," dedi. "Sen seversin izlemeyi. Gel biraz dışarı çıkalım."
Lâl mutsuz bir ifadeyle bakışlarını Yankı'ya çevirdiğinde gözünden damlayan yaşı elinin tersiyle sildi ve başını sallayıp dudaklarını oynatarak, "Lütfen," dedi. Yankı'nın gözlerini büyük bir merhamet kapladığında yutkunup başıyla diğer tarafı gösterdi ve bana bir kez daha bakmadan çıkışa ilerlediler.
Koza onların arkasından bakarken yüzünde alaycı bir ifade vardı, Bartu ise fark ettiyse bile onlara bakmadı. Ortamdaki gerginliği ve Lâl'in hislerini fark eden Rüya, "Bartu, benimle içki almaya gelir misin?" diye sordu. "Önerilerine ihtiyacım var da."
Bartu masanın üzerine diktiği gözlerini kaldırıp, "Tabii," dedi, sonra bana başını sallayıp, "Hemen geliyorum," diye mırıldandı.
Onların arkasından masada dördümüz kaldığımızda Koza ile Işık kısa süreli bakıştı, Mutlu ise aralarındaki bu bakışmayı fark ederek, "Işık," dedi. "Altıma edeceğim, benimle tuvalete gel."
"Mutlu, ne saçmalıyorsun?" dedi Koza'ya bakmaya devam ederek. "Kaç yaşına geldin, çişini ben mi yaptıracağım?"
"Işık, ne olur," dedi Mutlu yerinde zıplayıp. "Bu kostümün fermuarını açamıyorum, hem de tuvaletler çok karanlıkta. Korkarım ben." Işık Koza'ya bakmaya devam etti. "Lan ışıldak," dedi öfkeyle. "İşerim buraya, benimle gel!"
Işık oflaya puflaya Mutlu'yla beraber tuvaletlerin olduğu yere doğru gittiğinde bir anda masada Koza'yla baş başa kaldık. Bunu beklemediğim için gerildim, duruşumu dikleştirdim fakat Koza fazlasıyla rahat davranıp masanın üzerindeki içkilere uzandıktan sonra bana yaklaştı. Ona bakmadım, kalabalıktan gözlerimi ayıramadım ama Koza yanımdayken nasıl oluyordu da Yankı yanımdayken hissettiğim o güveni hissedebiliyordum, anlayamadım.
"Sonuncu'yu Lâl’le paylaşmaya başlamışsın," dedi biraz alaylı biraz ciddi bir sesle. "Bu ne genişlik?"
Başlıyorduk. Yine damarıma basmaya çalışacaktı ve öfkelendirip karşımda gülümseyecekti. Ona istediğini vermeyerek, "Lâl’le aranızda ne geçti, bilmiyorum," dedim umursamaz bir sesle. "Ama ben Lâl'i seviyorum ve ona karşı nefret hissetmeyeceğim."
"Ve o da Sonuncu'yu seviyor." Viskisinden birkaç yudum içti, sonra dudaklarını birbirine bastırıp düşünceli bir nefes verdi.
"Biliyor musun, sana inanmayı düşünmek bile aptallıkmış gibi gelmeye başladı." Gözlerimi ona çevirmedim, kalabalığı izlemeye devam ettim. "Tek yaptığın insanları öfkelendirip onların zaaflarıyla oynamak ve bundan keyif almak. Dürüst bir adam olduğuna inanmamaya başladım."
"Bunları aklından geçenleri dile getirdiğim için mi söylüyorsun?" diye sordu şaşkınlıkla. "Yoksa ikisinin arasındakini ne olursa olsun kıskandığın için mi?"
"Ben Bartu değilim Koza." Sertçe ona baktım. "Bu konuda damarıma bassan bile Bartu gibi fevri hareket etmem. Ayrıca aramızda fark var. Yankı benim yanımda ve hayatımda gördüğüm en dürüst adam. Eğer Lâl beni sevmiyor diyorsa Lâl onu sevmiyordur. Buna inanırım, sana değil."
Koza güldü. İnsanı delirtme potansiyeline sahipti. "Sen ve Sonuncu," dedi dirseğini masaya yaslayıp viski bardağını dudaklarına götürmeden önce. "Fazla yakınsınız anlaşılan." Konuyu değiştirmeye mi çalışıyordu yoksa beni mi sorguluyordu?
Gözlerinin içine bakarak, "Nasıl yani?" diye sordum.
Daha fazla güldü. "Sürekli bir dokunmalar, ellemeler, sarılmalar..." Dalga geçiyordu ama sesindeki ciddiyet de neyin nesiydi? "Aranızdaki ilişki hangi boyutta?"
"Bu seni neden ilgilendirsin ki?" deyip kaşlarımı çattım ve onun da gözleri benim gözlerime döndü.
"Neden ilgilendirmesin?" diye sordu karşılık olarak. "Sen benim biricik küçük kardeşimsin, Sonuncu seni benden istemeye gelecek sonuçta." Sırıttı, viskisinin son yudumlarını içti ve bardağı masaya bırakırken başını salladı. "Tek kız kardeşimi tek düşmanımla bu kadar yakın görmek kanıma dokunmuyor değil."
Gözlerimi devirip, "Seni hiç anlamayacağımı düşünüyordum, biliyor musun?" diye homurdandım. "Ama seni çözmeye başladım."
"Nasıl yani?"
"Hiçbir şeyi ciddiye almıyormuş gibi görünsen de her şeyi fazlasıyla ciddiye alan birisin. Yüzündeki o pis sırıtış, senin masken. Canın yandığında bile gülüyorsun; bu yüzden insanlar sen mutlu da olsan mutsuz da olsan ne düşündüğünü anlayamıyor." Yankı'nın bıraktığı bardağa bu sefer viskiyi dolduran bendim. "Ayrıca bana kalırsa, içinde hâlâ büyümemiş bir çocuk var. Sokak Nöbetçileri'nden ne istiyorsun bilmiyorum ama onların arasındaki bağı kıskandığının farkındayım. Yankı'yı bile bu yüzden kıskanıyor olabilirsin."
"Sonuncu'yu kıskanmak mı?" diye sordu Koza ve gerçek bir kahkaha attı. "Senelerdir kendi hayatı bile olmayan ve sadece kardeşleri için çabalayan bir adamı neden kıskanayım? Durmadan ev geçindirmek için çabalayan bir baba gibi." İğreniyormuşçasına yüzünü buruşturdu. "Lâl ağlıyor, onu iyi edeyim. Bartu öfkelendi, onu sakinleştireyim. Mutlu'nun gelgitleri var, dengesini sağlayayım. Nil'in..." Duraksadı, sonra çapkınca sırıttı. "Onun bütün dertlerini çekerim galiba."
Bir noktada haklıydı ama bir noktada da tamamen haksızdı. "Bu onların arasında bağ olmadığını göstermez ve senin o bağı kıskanmadığını. Evet, Yankı bu ailenin babası gibi ama hepsi de Yankı'ya kör bir şekilde bağlı."
Koza doldurduğum viski şişesini havaya kaldırdı, gözüyle işaret etti. "Alkolik olduğunu düşün, viskiye bağımlı olmaz mıydın?" Başını olumlu anlamda salladı. "Dördü de Sonuncu'ya bağımlı, ona ihtiyaçları var. Bir gün ihtiyaçları biterse, ilk Sonuncu'dan vazgeçerler. Hatta vazgeçmeye başladılar bile." Şişeden de birkaç yudum içti. "Sonuncu da bunun farkında. Aslında onlara bağımlı tek kişi Sonuncu. Onları bırakmayan da."
Kaşlarım çatıldı. "Fazla gaddarsın, bunu biliyorsun, değil mi?" dedim kızgın bir sesle. "Neden insanlar hakkında böylesine kesin yargıların var? Onları tanımıyorsun bile. Hepsi Yankı'nın bir şeyleri tek başına halletmesine alışkın oldukları için böyleler. Bir gün Yankı onlara ihtiyacı olduğunu gösterirse..."
"Sonuncu bu zamana kadar sadece bana ihtiyacı olduğunu gösterdi," dedi Koza ve şaşkınlıkla nefesimi tuttum. Ardından bakışları bana döndü, göz kırptı. "Şimdi de sana ihtiyacı var. Kan çekti demek ki küçük kardeşim. Biz bu işi başarıyoruz."
"Yankı ile benim aramdakinin sizin aranızdakiyle alakası yok," dedim sert bir sesle. "O benim hiçbir zaman düşmanım olmayacak."
"Senin olmayacak," diyerek beni düzeltti.
"Bu da ne demek?"
Koza viskiden birkaç yudum daha içti, dudaklarını ıslattı, sonra omzunun üzerinden bana baktı. "Sonuncu bir gün senden vazgeçecek küçük kardeşim. Kendini ona fazla kaptırmamaya bak."
"Vazgeçmeyecek," diyerek ona karşı geldim. Çenemi havaya kaldırdım, duruşumu dikleştirdim. "İhaneti öğrendiği zaman beni bırakacağını düşünüyordun. O ihaneti öğrendi ve beni bırakmadı. Bırakmak bir yana dursun, bu bizi daha fazla yakınlaştırdı. İşler istediğin gibi gitmedi Koza."
Koza şaşırmadı hatta tepki bile vermedi. "Sonuncu en başından beri bunu biliyordu ki zaten. Senin bir ihanet uğruna onların yanında olduğunu yani. Asıl işler şimdi istediğim gibi gitmeye başladı."
"O zaman?" Başkasıyla saatlerce Yankı'nın beni bırakmayacağı konusunda savaşabilirdim ama Koza'ya karşı nedense tereddüde düşüyordum. Tuhaf bir etkisi vardı, sanki o eğer böyle olmayacağını söylüyorsa düşünülmesi gerekiyordu.
Rahat bir tavırla, "Onu seviyor musun?" diye sordu bana. Sonra omzunu silkti. "Daha da fazlası, ona âşık mısın?"
"Neden bunu merak ediyorsun?"
"Abin olarak." Dayanamayıp güldüm ama nedeni öfkeydi. Liderin olarak. Abin olarak. Neydi bu? Bir tarafta sevdiğim adam varken diğer tarafta bir ihtimal abim olan adamın benzerliği miydi? "Neye güldün?" diye sordu.
Sorusunu duymazlıktan gelip, "Yankı ile benim aramdaki, bizi ilgilendirir," dedim. "Sana hesap vermek zorunda değilim. Ayrıca kuklan da değilim. Öyle olduğumu mu iddia edeceksin?" Kendimden emin gülümsedim. "Gidip Yankı'ya her şeyi anlatabilirsin, onun seni kukla yapmasını keyifle izlerim."
Koza'yı öfkelendirmek neredeyse imkânsızdı hatta ben böyle konuştukça keyif alıyordu. "Ah, küçük kardeşim," dedi dudaklarını bükerek. "O seni bıraktığı zaman, biricik abinin omzu senin için hazır olacak."
"Beni bırakmayacak," dedim gülümsememi silmeden fakat öfkelendiğimi anlamıştı. "Ve sana karşı, her zaman onun tarafında olacağım."
"O karşına geçmediği sürece," dedi bu kez de. Tırnaklarımı yüzüne geçirmemek için zor dururken dişlerimi sıktım. Koza güldü. "Benim yanımda hareketlerine dikkat et, ona çok fazla yaklaşıyorsun." Dişlerimi daha fazla sıktım, o daha fazla güldü. Şimdi, tam şu anda yüzüne yumruğumu geçirsem ne olurdu ki? "Bir abin olduğunu unutma."
"Amacın ne?" Soruyu sorarken gözlerimi birbirinden farklı olan gözlerine diktim. "Bu aileye girmekteki asıl amacın ne?"
Elini kalbine götürdü, gözlerini kocaman açtı. "Nil tabii ki!" dedi, sanki romantik bir filmden alıntı yapıyormuş gibi. "Ona daha yakın olmak istiyorum."
"Yine aynı şeyi yapıyorsun." Önündeki bardağı sertçe önüme çektim. "Işık'ı önemsemiyormuş gibi görünerek dikkatimi dağıtmaya çalışıyorsun ama onu bal gibi de önemsiyorsun. Onun için Ekip'ten birini vurdun sen. Kimi kandırdığını sanıyorsun?" Yüzüme aynı alayla baktı ama bu konuda artık rol yapmak istemiyormuş gibiydi. "Amacın ne bilmiyorum ama sonunda Işık'ın da üzüleceğini göz önünde bulundur." Tam gözlerinin içine baktım, gözlerini kaçıramazdı. "Ona değer veriyorsun Koza. Öyle değil mi?" Cevap vermedi. "Ama onu da harcarsın, öyle değil mi? Hem de hislerini kullanarak. Çünkü gözünü hırs bürümüş." Başımı iki yana salladım, acıyarak ona baktım. "O çok güvendiğin aklını, bir gün Işık yüzünden kaybetmek zorunda kalma sen de. Işık bu hayatta gördüğüm en akıllı kadınlardan biridir, eğer bir amacın varsa onu hissetmeye başlamıştır."
Koza birkaç saniye yüzüme baktı. O birkaç saniyede gözlerine samimiyet ulaştı ama sonra kahkaha attığında duruşunu dikleştirip kafasındaki peruğu yere attı. "Ben Sonuncu değilim," dedi üstün bir sesle. "Hiçbir zaman bir kadın için aklımı kaybetmem." Sonra işaret parmağını bana doğru salladı. "Hem söylesene, hiç korkmuyor musun?"
"Neyden?" diye sordum tek kaşımı kaldırıp.
"Bir gün Sonuncu'nun aklının başına gelebileceğinden," diye yanıtladı. "Şu an karşındaki adam, aklını dinleyemeyen bir adam ve bu adam, sadece aklıyla hareket ederdi. Şu an sana kendini adamış ama bir gün aklı başına gelirse senden vazgeçmeyeceğinin garantisini verebilir misin?" İşte bu soru, daha önce hiç düşünmediğim bir soruydu. Beni can damarımdan yakaladı. "Evet, senin yanında ama unutma, bütün yüzleriyle senin yanında değil. Kork, küçük kardeşim. Ve bir gün Sonuncu'nun aklını dinleyeceği günün geleceğinin ihtimaliyle yaşa. Hislerini ona göre belirle." Dudağını büktü. "Tabii artık mümkünse."
"O beni," dedim ama sesim titredi. Yutkundum, gözlerimi ondan kaçırıp kalabalığa baktım. "O beni aklı başındayken..."
"Söyle o zaman," dedi sözüme devam edemeyeceğimi anladığında. "En başında aklıyla hareket edebilen bu adam, seni kabul edebiliyor muydu?"
"Lanet olsun Koza," dedim öfkeyle ona dönüp. "Benimle oynamaktan vazgeç, derdin ne?" Viski bardağını sertçe masaya koydum. "Sürekli beni bu konuda uyarıp duruyorsun, nedeni ne? Abim olarak mı?" Öfkeyle güldüm. "Bana gelip abim olma ihtimalinden bahsediyorsun, bir fotoğraf karesini önüme getiriyorsun. Sen varsın, annem var…" Durdum, saç diplerime kadar acıyı hissettim. "O adam var. O adam var, Koza. Abimsen söyle, dayımı tanıyor musun? Eğer abim olsaydın o fotoğraf karesini bana verirken tereddüt ederdin. O mektubu koz gibi kullanırken azıcık vicdanın titrerdi ama bunların hiçbiri sende yok."
Bakışları hızlıca değişti, yüzünü ciddiyet kapladı ve gözünün seğirdiğini gördüm. Kontrol edemedi; öfke miydi, nefret miydi yoksa hırs mıydı anlayamadım. "Bunu neden bana soruyorsun?" dedi.
"Çünkü anlamak istiyorum," dedim geriye attığım bütün ihtimalleri gün yüzüne çıkararak. "Abimsin, öyle mi? Eğer abimsen söyle, o zamanlar neredeydin?" Konu nasıl buralara gelmişti? "Eğer abimsen beni o adamın ellerine nasıl bırakabildin?" Dişlerimi sıktım, parmaklarım bardağı sıkıca kavradı. "Eğer abimsen o mektubu bana herkesin ortasında nasıl ellerin bile titremeden verebildin?" Acıyı hissetti ya da acısı vardı ama görmezlikten geldim. "Bil diye söylüyorum, doğum günlerimden nefret ederim, sen doğum günlerinde o adamla ve annemle poz verecek kadar sevgi doluyken hem de."
Bir şeyleri çözmeye çalışıyor gibi gözlerimin içine baktı. Uzun uzun baktı. İlk defa, ona bakarken gözlerinin içindeki acıyı gizlemedi. Evet, Koza ilk defa bana büyük bir acıyla baktı. "Doğum günlerinde mektup alan tek kişi sen misin?" diye sordu kısık sesle. Dudaklarını okudum. "Ya da doğum günlerinden nefret eden tek kişi sen misin Helin?"
İhtimaller canımı yaktı ama o ihtimallere inanmak bile istemedim. Oynuyordu benimle, ucunu açık bırakıyordu hatta ona daha yakın hissetmem için elinden geleni yapıyordu. Sert bir ifadeyle ona baktım ve içimden gelmeyerek, "Yalanlarından sadece biri," dedim. "Benim abim filan değilsin. Benim zaafımı gördün, o zaafıma oynayıp Yankı'ya karşı beni kullanıyorsun ama oynadığın zaafın, benim asla silemeyeceğim çocukluğum. Azıcık vicdanın varsa bunun üzerine oynamaktan vazgeçersin."
Cümlelerime cevap vermek yerine, "Korkuyorsun," dedi ve gözleri masanın üzerindeki bardağı tutan, titreyen elime kaydı. Ondan saklamak için aşağıya indireceğim sırada bir anda eli elimi tuttu. "Gizleme, geçirmeye çalışma. Korkudan kaçarsan seni daha fazla kovalar. Göstermekten çekinme."
Elimi onun elinden kurtarmaya çalıştım ama izin vermedi. "Onunla görüşüyor musun?" diye sordum titreyen bir sesle. Artık gerçekten de gizleyemediğimin farkındaydım. "Onunla aranda nasıl bir ilişki var? Seni bana gönderen asıl kişi o mu?"
Koza'nın dudakları aralandı. "Gerçekten böyle olduğunu mu düşünüyorsun yoksa bir amacın mı var?" diye sordu o da.
Öyle düşünmesem de, "Öyle düşünüyorum," dedim. "Sürekli karşımdasın, sürekli benimle oynuyorsun, sürekli zaaflarıma basıyorsun. Sürekli Yankı konusunda beni uyarıyorsun. Ama bunların dışında bana o adamdan parçalar veriyorsun. İlk önce o fotoğraf karesi, sonra o mektup." Elimi yine kurtarmaya çalıştım ama izin vermedi, parmağı elimin tersinde gezindi. "Madem doğum günlerinde sen de zarf alıyorsun, sen de hediyeler alıyorsun Koza, bana o mektubu nasıl verebildin? Beni anlaman gerekirdi."
Yine sorularıma cevap vermedi. Parmakları gezinmeye devam ederken gözleri elime kaydı, ne yapmaya çalıştığını anlamadım ama birkaç saniye sonra, "Seninle küçük kardeşim," dedi. "Konuşacak çok fazla konumuz var."
"Yalanlarına ayıracak vaktim yok," diye fısıldadım fakat o bana bakmadı. Nefesini verip aldı. Bunu yaparken, gözlerini elimin tersinden ayırmadı, parmağı gezinmeye devam etti.
"İnsanın çocukluğu bazen yaradır, bazen de yanıktır," dedi kendisiyle konuşuyormuş gibi. "Onu tanıyıp tanımadığımı mı merak ediyorsun?" Elimi havaya kaldırdı, tersinde duran silik yanık izlerinde parmaklarını gezdirmeye devam etti. "Bu izlerin aynısının bende olduğunu söyleseydim ne derdin?"
Küçükken dayımın farklı farklı cezalandırma yöntemleri olurdu. Bazen ellerimi bağlar, beni o şekilde izlemekten keyif alırdı. Koza sanki aklımın içine girdi. "Bazen ellerini bağlar," dedi tek nefeste. "Seni izler, uzun uzun izler, hiçbir şey yapamazsın. Ona karşı gelemezsin."
Bazen, bacaklarımı bağlar, olduğum yerde zıplayarak ona gitmemi isterdi. Devam etti. "Bazen bacaklarını bağlar, yerlerde sürünmeni ister. Bu ona keyif verir."
Bazen ağzıma bant yapıştırır, karşımda yemeğini yerdi, beni aç bırakırdı. "Seni açlığa terk eder, sana zulmeder, sana bir çocuk gibi değil bir deneme tahtasıymış gibi yaklaşır."
Bazen sadece döverdi, bazen dövmez, çırılçıplak soyar, buz gibi suyun altına sokardı. Koza titrek bir nefes verdi, yanık izlerine bakmaya devam etti. "Buz gibi suyun altında dakikalarca seni tutar, sonra hasta olduğun için seni döver." Ama bazen de tenimi yakacak kadar, derimi soyacak kadar sıcak suya maruz bırakırdı. "Ve bazen tenini kavurur, sen yanarken büyük bir hazla seni izler."
Bazen de hiç suyun altına sokmaz, ceza olsun diye öğretmen babasından kalma demir cetvelini yakar, vücuduma onlardan izler bırakırdı. İşte, ellerimin tersinde onların izi vardı, benim bile yerini unuttuğum izler, Koza'nın parmaklarının ucundaydı.
Dayanamadım bilmesine. Dudaklarımdan, "Biliyorsun," döküldü ve gözlerim doldu. "Bana olanları biliyorsun. Bana yaptıklarının hepsini sana anlattı. Ama engellemedin."
Biliyorsa... Kahretsin, eğer biliyorsa... Her şeyi mi? Kaldıramazdım. Ama Koza bana kaldıramayacağımı anlıyormuş gibi değil, kendisi de kaldıramıyormuş gibi baktı. Yutkundu, bakışlarından keder geçti, acı ve anlamını bilemeyeceğim kadar büyük bir nefret.
"Bilmekten daha fazlası," diye karşılık verdi. "Aynılarını yaşadım." Üzerindeki uzun kollu siyah kostümünün sol kolunu yavaşça sıyırdı, kolunun tersini masanın üzerine koyup parmaklarını bu sefer de kendi izlerinde gezdirdi. Şaşkınlık mıydı? Değildi. Korku? Değildi. Fakat acı? Canım öyle bir acıdı ki kendi acımı unuttum. O ise gözlerini gözlerimden ayırmadı. "O demir cetvel," dedi kelimeleri tane tane telaffuz ederek. "Ve doğum günleri. Engelleyebileceğim noktaya kadar engellerdim," diye devam etti. "Ama bazen gücün kalmaz. Hem fiziksel hem de ruhsal."
"Bunu," dedim fakat konuşamadım. Ne diyeceğimi bilemedim; gözlerim kolundaki o silik izlerde gezinirken, sıyırdığı kolunu geri aşağı indirdi ve eğildiği yerden doğruldu.
"Bunu bir o orospu çocuğu biliyor," dedi. "Bir Sonuncu biliyor ve bir de sen." Çenesi kasıldı, gözlerini kalabalığa çevirdi. "Birincisi bilmek zorundaydı çünkü bu izleri o bıraktı. İkincisi bilmek zorundaydı çünkü ondan başka kimsem yoktu, üçüncüsü," dedi, bakışları bana döndü. "Bilmek zorundaydın çünkü aynı yerden yandık."
"Yankı," dedim başka bir dehşetle. "Dayımı tanıyor mu? Onu biliyor mu?"
"Evet." Gözlerini yine benden ayırdı. "Ve Sonuncu, bir kız kardeşim olduğunu da biliyor."
"Koza," dedim acıyla. Gitgide ağırlaşan bir taş, omuzlarımdaydı. Kalbimdeydi, kucağımdaydı. Taş, çocukluğumun ellerindeydi. Taş ikimizin kucağındaydı.
Koza gülümsedi, kederli bir gülümsemeydi. "Sıkı tutun küçük kardeşim," dedi başını omzuna düşürerek. "Birazdan seni dizlerinin üzerine devirecek bir şey öğreneceksin."
"Koza, hayır," dedim zorlukla. "Daha fazlasını duymak istemiyorum..."
"Onun ellerinden kurtulduğun günü hatırlıyor musun küçük kardeşim?" diye sordu bana, beni duymazlıktan gelerek. Anı zihnimde çark gibi döndü. Dayımın ellerinden kurtulduğum günü unutmak imkânsızdı. "O gece senin kurtarıcın sadece ben değildim, benimle beraber Sonuncu'ydu. Eğer o olmasaydı seni kurtaramazdım."
Taş ağırlaştığı yerde, kalbimin üzerinde baskısını artırdı. Titreyen dizlerimle ayakta durmakta zorlandığımda ellerim masanın kenarlarını sıkıca tuttu, karnıma şiddetli bir sızı oturdu. Gözlerim odağını kaybettiğinde, "Yalan söylüyorsun," diyebildim sadece.
"Sonuncu'nun benim hakkımda bilmediği en önemli şey, senin benim kız kardeşim olduğun." Bu sefer gülümsemesi renk değiştirdi, korkutucu bir hal aldı, yine gözlerini hırs bürüdü. "Eğer bunu bilirse, işte o zaman her şey ama her şey değişir. Bunu ne o kaldırabilir ne de geçmiş. Ne de o çok övündüğün siz." Viskisinin son yudumlarını içti, ona bütün duygularımla bakarken başım düşündüklerimden dolayı dönmeye başlamıştı. "Bilmediğin çok şey var," dedi gözlerini kısarak. "O benim düşmanım Helin. Ama o benim dostum da. O beni büyüttü ve ben de onu büyüttüm." Kısık sesle devam etti, zorlukla duydum. "O bana bıçağını ilk saplayan kişi oldu, ben daha henüz ona bıçak saplamadım." Elini omzuma attı, gözlerini bana çevirdi ve fazlasıyla yakın durdu. "Seninle konuşacağımız çok konu var."
Geçmiş. Birbirine dolaşmış sarmaşıklar. Bir kitap okumuştum, o kitapta geçmişimizin sarmaşıklarımız olduğundan söz ediyordu. O kitabı okuduktan sonra kendime ait sarmaşığımın zehirli topraktan büyüdüğünü ve o büyüdüğü topraktan zehirli bir ağaca dolandığını düşünüyordum. Gökyüzüne yükselmesi gereken sarmaşık, zehirli toprağına daha fazla ilerliyordu. Geçmişim zehirli bir sarmaşıktı.
Fakat benim zehirli sarmaşığım bir adamla aynı toprakta yeşermişti, başka bir adamla da seneler önce birbirine dolanmıştı.
Koza, benim aynı topraktan filizlendiğim o adamdı. Çocukluğumun zaferinde parmak izleri olan o adamdı.
Yankı, benim seneler önce sarmaşığımın dolandığı o adamdı. Çocukluğumun zaferinde parmak izleri olan o adamdı.
Ve seneler sonra ikisiyle de karşı karşıya gelmiştim. Hayır, bu kader değildi, bu tesadüf de değildi. Bu Koza'nın, üçümüz için hazırladığı en büyük ödül, en büyük hediye, en büyük oyun, en büyük gösteriydi.
Ve belki de en büyük felaket. Koza’nın yaratmak istediği dünyadaki felaketi.
İnanmak istemedim; aklım defalarca, o yalan söylüyor dedi, mantıksız dedi, bu olamaz dedi ama kalbim, Koza'ya yine inanmayı tercih etti. Ve hislerim bir köşede ellerini kaldırıp, ilk gördüğüm günden beri Yankı'ya karşı duyduğum o hazzın, o çekimin, o tarifi olmayan muhtaçlığın nedeninin bunlar olduğunu sıraladı.
Yankı Sarca, seneler önce bana hayatımı hediye eden o adamlardan biriydi. Yedi yaşımdayken beni kurtaran o adam, yirmi üç yaşımda da beni kurtarmak için çabalıyordu.
Ne demişti Koza? Onu karşına çıkardığım için bana teşekkür etmeyecek misin?
Ne demişti Yankı? Helin'in varlığını bilseydim, bir şekilde onu arar, yine de bulurdum.
"Bunu bana neden söyledin?" diye fısıldadım sırrın ağırlığıyla. "Bunu bana neden yaptın?" Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım ve gözyaşlarımı durdurmaya çalıştım. "Bunun kocaman bir yalan olduğunu söyle bana, kandırdığını söyle."
Koza gözlerimin içine bakmaya devam ederken, "Sana verdiklerimi gör diye," dedi ama samimiyetini hissetmedim, başka bir şeyler vardı ama onları söylemedi. "Ve senden alacaklarımı anla diye. Kabul etmesen de hayatının ipleri hep benim ellerimde küçük kardeşim. Bana çok şey borçlusun."
Cümlelerini tamamladığı anda çekildiğimi hissettim ve aramıza bir vücut girdi. Bu vücudun sahibi Yankı'ydı ama aklım hâlâ Koza'nın söylediklerindeydi. Bomboş bir şekilde Yankı'nın sırtına baktım ve boşluğun içinde savrulduğumu fark ettim.
İhanet için gönderildiğimi sandığım yerde nasıl bir çukurun içine düşmüştüm? Koza kimdi? Koza gerçekten ne istiyordu? Koza'nın nasıl planları vardı? O iyi miydi, kötü müydü?
"Ona dokunmaman gerektiğini kaç defa söyleyeceğim lan sana ben?" Yankı'nın bütün müziğe rağmen gür çıkan sesi kulaklarıma ulaştı. Yüzü bana döndü, sonra sertçe Koza'ya dönüp onu itekledi. "Ona ne söyledin? Ona yine ne yaptın?" Sırtımda bir el hissettiğimde bakışlarım yanıma döndü. Lâl akmış makyajı, dağılmış saçlarıyla bana destek oluyordu. Kaşlarını kaldırdı, gözlerinin içi kıpkırmızıydı.
"Sakin ol Sonuncu," dedi Koza o her zamanki alaylı tınlamasıyla. "Öyle güzel gelin oldu ki ona yaklaşmadan duramıyorum."
Yankı sertçe Koza'nın yakasını toplayıp onu masaya yatırdı, bir bardak yere düşüp kırıldı. "Koza, bu konuda damarıma basmaktan vazgeç," dedi dişlerini sıkarak. "Bak, gözümü kırpmam, bir saniye kırpmam, ona bir zarar veriyorsan, eğer planlarında bu varsa..."
"Ona zarar vermem," dedi Koza gözlerini kocaman açarak. "Güzel kızlara zaafım var."
Yankı hırladığında Bartu'nun geldiğini gördüm, Yankı'yı çekiştirdi. Hareket edemiyordum ve sadece Koza ile Yankı'yı izledim ama asıl aklımdan geçenler, birbirlerinin en büyük sırlarını bile bilirken, şimdi ne olmuştu da bu hale gelebilmişlerdi? Düşman olacak kadar, birbirlerini bitirmek için çabalayacak kadar... Gözlerimiz Lâl’le kesişti, bakışlarında Koza'ya karşı tarifi olmayan duygular vardı.
Bartu zorlukla da olsa Yankı'yı Koza'dan uzaklaştırdı. Ve o an, Rüya'nın büyük bir şaşkınlıkla olanları izlediğini gördüm. Ardından Mutlu da geldi ve olanların şaşkınlığıyla o da Yankı'yı tutmaya başladı.
"Yankı," diye mırıldandım uzaktan ama beni duyması imkânsızdı.
"Bugün sorun çıkmayacaktı Yankı," dedi Bartu sakin ama temkinli bir sesle. "Kendini kontrol bile edemiyorsun artık."
Yankı dişlerini sıkmaya devam ederken beni gösterdi. "Onun haline bak, bir şeyler yapıyor. Arkamı döndüğüm an Helin'e bir şeyler yapıyor. Onun canını yakıyor, aralarında geçmişten kalan ne varsa..." Gözleri kısıldı, Bartu'ya tehditkâr bir bakış attı. "Son noktadayım Bartu. Duydun mu? Son noktadayım. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?" Bakışları Bartu'nun yanında duran Mutlu'ya kaydı. "Bilmiyorsun. Bilmiyorsunuz. O noktaya gelirsem eğer…" Bartu'nun kolunu tutan elini havaya kaldırdı ve avcunu avcuna sertçe çarpıp sıktı. Yüzüne yaklaştı, kendine çekti ve bir şey söyledi. Bartu'nun yüzündeki ifade değiştiğinde yutkundu. Korku muydu yoksa tedirginlik miydi anlayamadım ama Yankı elini bıraktığında Bartu o şekilde durmaya devam etti.
"Yankı," dedim daha yüksek sesle. "Bana bir şey yapmadı." Duymadı, gözlerini o hırs bürüdü.
"Ne söyledi sana?" diye sordu Mutlu ama Bartu sessizliğini korudu. Işık ise benim yanıma geçip önüme gelen saçlarımı geriye attı.
Yankı Bartu'nun karşısından ayrıldı. Yüzüme bakmadan yanımdan yürüyüp geçti, arkasından düşük omuzlarla baktım; beni unutacağını sandım ama sonra durdu. Omuzları derin bir nefesle beraber hareket etti, arkasını döndü. Göz göze geldik. İçimdeki her seferinde beni bırakıp gideceğinin korkusunu yenemeyecek miydim? Bunu hissetmiş gibi hızlı adımlarla yanıma geldi, elimi tuttu ve izin bile almadan beni de peşinden sürükleyip yürümeye devam etti.
"Nereye, amına koyayım ya?" diye bağırdı Mutlu arkamızdan.
Yankı arkasını dönüp, "Yankı Sarca, sakinleşip geliyor Mutlu!" diye bağırdı. "Yankı Sarca kendini kontrol edip geliyor Mutlu! Yankı Sarca sakinleşmek istiyor amına koyayım! Yankı Sarca da insan! Yankı Sarca da bazen kendini kontrol edemiyor!"
Parmakları elimi sıkıca kavrarken, sanki kendisini de dizginlemeye çalışıyor gibiydi. "Yankı," dedim titreyen bir sesle. "Nereye gidiyoruz?" Cevap vermedi, yürümeye devam etti. "Yankı," diye mırıldandım, bu kez beni duydu. "Eve gidelim mi?" Koza'nın gözlerinin içine daha fazla bakabilecekmiş gibi hissetmiyordum, daha fazla bu ağırlığın altında kalamazdım.
"Eve gidiyoruz zaten," dedi sert bir sesle ama bar tezgâhına yürüdü. "Bu yılbaşını mahvetmeyeceğim, ilk anlarını silmeyeceğim, bu senenin ilk gününü daha unutulmaz kılacağım. Bu sene her şey daha güzel olacak. Sadece biraz sakinleşmeye ihtiyacım var."
"İstersen seni yalnız bırakabilirim," diye mırıldandım. Çünkü asıl öfkesi banaydı, biliyordum, hissediyordum. Her fırsatta Koza'nın yanında oluşum, belki de ondan uzak durmayışım... Görmezlikten gelmeye çalışıyordu ama görmezlikten gelmeye çalışırken ne hissettiğini artık anlayabiliyordum.
Bunu söylediğim anda sert bakışları bana döndü. "Ben yalnızlığı bile seninle istiyorum şu anda," dedi gözlerini kısarak. "Sakinleşmem gerekiyor, kontrolümü sağlamam gerekiyor ama bunu tek başıma değil, seninle yapmak istiyorum ben." Çenesi kasıldı. Her seferinde böyle cümlelerinden sonra neden şaşırıyordum ki? "Ama eğer sen istemiyorsan..."
"Bunu istememek gibi bir lüksüm olabilir mi?" diye sorduğumda başımı aşağı yukarı salladım. Koza'yla geçmişimizden gelen bir bağımızın olduğunun farkındaydı fakat ne sorguluyor ne de üzerime geliyordu. Benim canımı mı yakmak istemiyordu yoksa kendi canını mı önemsiyordu anlayamıyordum. Belki de duyacakları, artık aklını çalıştırmaya başlayacaktı ve Yankı bunu istemediği için kaçıyordu.
“Sen bana kaçmayı öğrettin,” demişti, bu da bir kaçış yöntemiydi.
Beynim uyuşmaya başlamıştı, düşünmekten ve peşinden gitmekten yorulmuştum. Birbiri üzerine binen onlarca sır vardı; kimisi iyiydi, kimisi kötüydü ama ortası yoktu. Boğulmaya başlamıştım, nefes almaya benim de ihtiyacım vardı.
"Sen tek başına sarhoş oldun," dedi Yankı sırtını bar tezgâhına yaslayarak. "Ben de oldum. Ama hiç birlikte sarhoş olmadık. Bunu ister misin?"
İhtiyacım olan, onun yanımda olmasıydı, ihtiyacım olan artık aklımdaki soru işaretlerinin geçmesiydi. İhtiyacım olan gerçekten bir anlık da olsa geçmişimden kurtulmaktı. "Çok isterim," diye fısıldadığımda başını çevirip barmenden bir tekila şişesi istedi.
Barmen ise Yankı'yı gördüğü anda başıyla selam verip göz kırptı. "Yeni nöbetçiniz mi Yankı? Aranıza yeni birinin katıldığı konuşuluyordu da inanmamıştım."
Beni nasıl tanıtacağını merakla beklerken, "Helin," dedi benim için. Sonra durdu, dudakları aralandı, geri kapandı, ardından bir kez daha aralandığında bakışları bana kaydı. "O benimle birlikte ve hayatımdaki kadın."
Hayatımdaki kadın dediği kişinin çocukluğunu gerçekten kurtardığını bilseydi ne yapardı? Hayatındaki kadındım ama bu kadar da değildi, hayatının her anındaki o kadındım. Bunun ağırlığı, bunun mutluluğu, bunun acısı Koza'dan sonra benim de sırtıma yük gibi binmişti.
Barmen tekila şişesini tezgâha koyarken dondu kaldı ve gözleri açıldı. "Şaka yapıyorsun," dedi koyu renk gözlerini üzerime dikerek. "Daha önce yanında Lâl ve Işık dışında bir kadın görmediğime yemin edebilirim."
"Lâl ve Işık kardeşim," dedi Yankı şişeyi tezgâhtan alarak. "Helin öyle değil. Onu görmeye alış, hep benimle birlikte olacak."
"Tebrik ederim," dedi adam tezgâhtan eğilerek. "Gerçek bir düğün olursa çağır o halde."
Yankı alayla güldü, ben de tebessüm ettim ve bar tezgâhının önünden ayrıldık. Çadırdan çıktığımızda karlar gökyüzünden hızla dökülüyordu ve hava dondurucu derecede soğuktu. Ceketim içeride kaldığı için Yankı uzaktaki arabaya daha hızlı adımlarla gitti ve kumandayla kilidini açtı. İlk ben bindim, arkamdan o bindi ve ısıtıcıyı sonuna kadar çalıştırdı. İçinde biriken öfkesini silip atmak istiyormuş gibi papyonunu söküp çıkardı ve gömleğinin birkaç düğmesini açtı.
Yol boyunca ne o konuştu ne ben konuşabildim. İkimiz de sessizliği paylaştık ve arabanın içi fazlasıyla ısındığında çoktan evin önüne gelmiştik. Evden içeriye ilk giren Yankı oldu, onun arkasından ben girdiğimde, "Üzerini değiştir," dedi. "Islandın." Sonra merdivenlere yürürken duraksadı. "Sonra benimle Işık ile Mutlu'nun odasından yukarıya çıkan merdivenin orada buluş."
"Nasıl yani?" dedim şaşkınlıkla bakıp. "Orada da mı bir merdiven var?"
"Evin bilmediğin çok köşesi var Helin." Başını sallayıp merdivenleri tırmandı.
Dayanamayarak arkasından, "Sen de lenslerini çıkar," diye bağırdım. "Gözlerini…" Çoktan merdivenleri çıkmıştı. "Özledim."
Duymadı büyük ihtimalle. Onun aksine sakin adımlarla merdivenleri tırmandım ve Lâl'in odasına girdim. Üzerimdeki ıslanmış gelinlikten kurtuldum. Elime ilk geçen pijamalarımı giydim. Siyah alt üst ipek pijamayı giyinirken çoktan ısınmaya başladığımı bile hissediyordum. Aynaya baktığımda makyajımın aktığını, saçımın dağıldığını fark ettim ama umursamadan direkt odadan çıktım. Çıplak ayaklarla Işık ile Mutlu'nun odasına daldım ve bahsettiği merdiveni ararken Yankı'nın, "Sola doğru yürü," dediğini işittim.
Söylediği yere ilerledim ve odada arka tarafta kalan kitaplığın kenara çekildiğini, onun arkasında da bir oda olduğunu gördüm. Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında ileride tahta merdivenlere oturmuş Yankı'yı gördüm. Odanın içinde sapsarı bir ışık vardı, yerler tahtadandı ve raflarla kaplıydı. Eskimiş eşyalar buradaydı, küf kokuyordu ve koliler her tarafa saçılmıştı. Tozlu kitaplar raflarda yerini almıştı.
Beş basamaklı tahta merdivenin dördüncü basamağında oturan Yankı'nın gözleri tavandaydı ve başımı çevirip ben de baktığımda bir kısmının camdan olduğunu ve gökyüzünü, düşen kar tanelerini gördüğüne şahit oldum. "Nasıl," dedim şaşkınlıkla. "Nasıl yani?"
"Önder olası bir duruma karşı burayı bizim için yapmıştı," dedi Yankı gözlerini tavandan ayırmadan. "Mutlu da burayı eğlenceli bir hale getirdi. Yazın buraya şişme havuz koyuyor." Köşede sönmüş şişme havuz vardı. "Güneşleniyor. Kışın Lâl ve Işık buraya çıkıp gökyüzünü izliyor. Sokak Nöbetçileri'nin gizli mabedi yani burası. Eğer evde saklanacak bir durumumuz olursa buraya geliriz." Bakışları bana döndü. "Yanıma gel."
Üzerinde hâlâ kıyafetleri vardı, çıkarmamıştı ve ıslaktı. Fakat lensinden kurtulmuştu. "Üzerini değiştirmemişsin," dedim kaşlarımı çatarak. "Islaksın."
"Sanırım bunu bilerek yaptım," dedi ağız ucuyla. "Üşürsem soymak zorunda kalırsın diye."
Gülümseyerek yanına ilerledim ve merdivenin beşinci basamağına da ben oturdum. Yankı biraz daha kayıp dirseğini dizime yasladı. Bir bacağını aşağıya sarkıttı, diğer bacağını büktü. Sigara paketini cebinden çıkarıp dişleriyle kapağını açtı ve içinden bir sigara çıkardı. Ardından ucunu ateşledikten sonra biraz daha rahat bir konuma geçip gözlerini tavana çevirdi. Kar taneleri yüzümüze çarpacak kadar yakındı ama cam bizi koruyordu. Yarısı camdan olan bu odayı çok sevmiştim ve saklanacak bir yerden çok, cennet gibi görünüyordu. Yankı sigarasından derin bir nefes çekti, gözlerini kıstı, sonra dumanı üflerken, "İşte şimdi huzurlu hissetmeye başladım," dedi.
Ben de sırtımı boyası akmış duvara yaslayıp gökyüzüne baktım. "Burası cennet gibiymiş," diye mırıldandım. "Bir sigara da bana verebilir misin?"
Yankı, "Normalde içmiyorsun," diyerek benden onay bekledi.
"Hayır," dedim. "Sadece şu an içmek istedim." Bana yeni bir sigara vermek yerine elindeki sigarasını uzattı, eğilip nefes çektim ve sonra dumanı üflerken, "İşte şimdi cennette sigara dönüyormuş gibi hissettim," diyerek espri yaptım. Amacım sadece onu güldürmekti.
Ve başarılı oldum. Yankı gülümsedi ve yeniden gözlerini gökyüzüne çevirdi. Eskiden onu güldürmek fazlasıyla zorken, şimdi istediğim an güldürebiliyordum; hem de gerçek bir samimiyetle. Dayanamadım, "Eskiden bu kadar sık gülmüyordun bana," dedim göz ucuyla ona bakarak. Saçları dağılmıştı, üzerindeki beyaz gömleğin yakasına yüzündeki boya akmıştı.
"Benden sonra espri kaliten yükseldi demek ki," dedi ağzının ucuyla.
Tırnaklarımı dizime yasladığı koluna geçirdim. "Ben hep komiktim," diye homurdandım. "Sen kasıntı adamın tekiydin, gülmemek için yemin etmiş gibi davranıyordun." Gözlerimi devirdim ama bunu görmedi. "Gülmeyi unutmuş gibiydin."
Yankı sigarasından derin bir nefes çektikten sonra elini saçlarına daldırıp bakışlarını bana çevirdi. "Gülmeyi unutmak değildi," dedi başını omzuna yatırarak. "Bilmemektir belki. Helin'in Yankı Sarca'ya öğrettiklerinin listesine bunu da ekleyebiliriz."
"Mutlu gibi bir kardeşin varken gülmeden durduğuna inanacağımı sanıyorsan yanılıyorsun," dedim tiz bir sesle fakat çoktan eriyip yok olduğumu hissetmeye başlamıştım.
"Önceden böyle bir adam değildim," dedi kaşlarını kaldırarak. "Evet, dördünü de çok seviyorum; evet, dördüyle de çok şey paylaşıyorum; evet, dördüyle de çok eğleniyorum ama ben, kontrol manyağının tekiydim. İki dakika eğlensem, üçüncü dakikasında sorumluluklarımı anımsardım. Her şey benim ellerimdeydi." Sıkılgan bir nefes verdi. "Gerçi hâlâ benim ellerimde ama bana boş vermeyi öğretmişsin, bugün fark ettim. Biliyorum bunun için çabalamadın ama hayatı bazen öylesine de yaşayabileceğimi seninle öğrendim çünkü seninle öylesine yaşamak istedim. Mesela eski Yankı Sarca buraya gelip oturmaz, onları yalnız bırakamazdı. Şimdi benim de isteklerimin olduğunu fark ediyorum."
Gülümsediğimde kolunda duran elim saçlarına kaydı ve önüne gelen dağılmış saçlarını geriye yatırdım. "Şu an başka ne isterdin mesela?" diye sordum.
Yankı tekila şişesinin kapağını açtı ve sigarasını dudaklarının arasında tutarken limonu ve tuzu çıplak ayaklarının ucuna koydu. Ardından içkisinden birkaç yudum alıp şişeyi bana uzattı. Elinden şişeyi aldığımda içimin dağılıp yok olacağı o hareketi yaptı ve çenesini bacağıma yaslayıp alttan alttan bana baktı. "Bundan daha fazlasını istemiyorum," dedi gözlerini kısarak. "Gökyüzünde karlar var, bir içki şişesi." Nefesini verdi. "Bir de sen. Hiçbir zaman isteklerini düşünmemiş, kendisi için hareket etmemiş bir adam için bile fazla bunlar. Sarhoş olacaksak, şimdi olalım."
Kalbim tekledi, parmaklarım saçlarında duraksadı ve gözlerine baktığımda turkuaz gözlerini gerçekten çok özlediğimi hissettim. "O halde bugün sarhoş olalım." Tekila şişesinden birkaç yudum içtiğimde yüzümü buruşturdum, hızlıca limonu kemirdim ve bu Yankı'yı gülümsetti. Şişeyi yeniden ona uzattım. "Ama ben sarhoş olursam çok açık konuşurum Yankı Sarca. Bunu bil."
"Ben de ne istersem onu yaparım," dedi sanki istediği buymuş gibi. "Bugün bana ne istersen söyleyebilirsin."
İçimden geçenleri dile getirerek, "Eskiden bu kadar açık sözlü de değildin," dedim. "Çok kapalıydın. Kendini her şekilde gizliyordun, iyi konularda da kötü konularda da. Ama şimdi daha açıksın."
Gözleri gözlerimden bir an olsun ayrılmadı. "Kontrol etmekten yoruldum artık," dediğinde gözlerine bambaşka duygular oturdu.
"Bunu ne zaman fark ettin?"
"Artık sana karşı kendimi kontrol edemediğimde," diye hemen yanıt verdi ve tekiladan büyük yudumlar içti. Şişeyi bir kez daha bana uzattı.
Tuzu az önce Koza'nın dokunduğu elimin tersine döktüğümde içimin acıdığını hissettim ama üzerine düşünmemeye çalıştım. "Hâlâ kendini kontrol etmeye çalışıyorsun," dedim dilimi tuzun üzerinde gezdirerek. Gözleri yaptığım harekette gezindi. Sonra şişeyi kafama diktim, ardından limonu kemirdim. "Aklını benim hakkımda kurcalayan çok soru var ama hiçbirini sormuyorsun, değil mi?" Cevap vermedi, yüzüme bakmaya devam etti. "Bunun başında Koza'yla aramdaki ilişki geliyor."
"Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum." Dişlerini sıktı, gözlerini yere çevirdi. "Buraya sakinleşmek için geldim."
"Hayır, sen buraya kaçmak için geldin," diyerek onu düzelttim. Koza'nın bana, Yankı’nın aklını tekrar çalıştırdığında yanımda olmayacağını söylediğini hatırladım. "Bir şeyi merak ediyorum," dedim. Yankı karşılık vermedi ama daha fazla kasıldığını anladım. "Koza seni çok mu iyi tanıyor? Yani onunla çok mu fazla şey paylaştınız?"
Bu soruyu beklemediği için duraksadı ve kendisine birkaç saniye süre verdi. Pantolonundaki olmayan tozu silkeledi, bacaklarını daha fazla uzattı ve sırtını dikleştirip nefesini verdi. Basamaktaki şişeden birkaç büyük yudum içtikten sonra şişeyi önüme koydu. Cevap vermeyeceğini düşündüm ama beni yanılttı. "Beni bu hayatta en iyi tanıyan Koza." Bu onu rahatsız etmişe benzemiyordu. "Hatta o kadar iyi tanıyor ki benim sonradan düşüneceklerimi anlayıp ona göre hareket ediyor."
Diğer soruma cevap vermediği için yineledim. "Onunla çok mu fazla şey paylaştınız? Sırlar, hayatlar, düşünceler..."
Omzunun üzerinden bana baktı; sorularıma anlam veremese de, "Evet," dedi gözlerimin içine bakarak. "Aynı şekilde bu hayatta Lâl'den sonra güvendiğim tek kişi Koza." Sonra hızlıca düzeltti. "Koza'ydı." Ona hâlâ güveniyordu, bunu görebiliyordum ama bana güvenmiyordu. Yankı bir gün bana güvendiğini söyleseydi bu en büyük ödül, en güzel cümle olurdu.
"Birbirinize çok yardımınız dokunmuştur o zaman geçmişte," deyip yine tuzu elimin tersine döktüm ve yaladıktan sonra tekiladan içtim. Bu sefer limona uzanmadım. "Nasıl oluyor da siz hâlâ düşman..."
"Hangi konuda ağzımı arıyorsun Helin?" diye sordu sert bir sesle. "Koza'nın hangi sırrını öğrenmeye çalışıyorsun? Neyin peşindesin?"
Beklemediğim için çekingen bir nefes verip kısık sesle, "Öyle bir amacım…" diye soludum. "Yok. Sadece aranızdaki ilişkiyi..."
"Geçmişte çok şey paylaştık, çok yollardan geçtik, birbirimizde en büyük sırlarımız var ve hepsi kilitli bir kapının ardında. Ne bir başkasına anlatırım ne de Koza'ya silah olarak kullanırım. Koza hakkında bir şeyler öğrenmek istiyorsan gidip ona sor, bana değil."
Olayı tamamen yanlış anlamıştı yine. "Hayır, Yankı," dedim ama o başını çevirip karlara bakmaya devam etti. "Amacım sadece sizin bu düşmanlığınızın gerçek olmadığını söylemekti. Bir insan en büyük sırlarını bile verdiği kişiye nasıl düşman olur, anlayamıyorum."
"Belki de o benim sırlarıma sadık kalmamıştır Helin?" Eli çenesine gitti ve boynunu çıtlattı. "Belki de onun en büyük ihaneti sırlarıma olmuştur." Başını yine bana çevirdi, ardından vücudunu iki bacağımın arasına getirip başını göğüs kafesime yasladı, bir dirseğini bacağıma koydu. "Ondan bir hayat çaldığımı mı düşünüyorsun sen de?"
Dürüst mü olmalıydım? Artık yalanlara kaçmayacaktım. "Evet ya da hayır diyebileceğim kadar fazla bir şey bilmiyorum," diye mırıldandım yukarıdan ona bakarak ama o tam karşısına bakıyordu. "Yine de ondan bir hayat çaldıysan bile, geçerli bir nedenin olduğuna inanıyorum. Çünkü sen Yankı Sarca'sın, kimseyle öylesine kötülük yapmazsın."
Bu söylediklerime cevap vermedi. Ne reddetti ne de onayladı beni. Yine yalanlar yerine susmayı tercih etti ama, "Peki ya siz?" diye sorup tekiladan başka yudumlar içti. "Çok mu şey paylaştınız onunla?" Soruyu sorarken sesine tedirginlik oturdu. "Benimle paylaştığından çok daha fazlasını mı paylaştın onunla? Geçmişinde ise paylaştıklarınız olmuştur."
Yalanlar yok, dedim kendi kendime ama cevap onu kıracaktı, biliyordum. "Paylaşmadım," dedim en doğru kelimeleri seçerek. "Paylaşmak zorunda kaldım." Yankı'nın eli saçlarından yavaşça ayrıldı, kolunu da çekti ve başını yere indirdi.
"Benim hiç bilmediklerimi bile biliyor, değil mi?" diye sorduğunda kısık sesindeki duyguyu tanıyamıyordum, başını eğdiği için yüzünü de göremiyordum. "Düşündüğümden daha fazla şey paylaştınız."
Elimi kaldırdım ve saçlarına dokunmak istedim ama hemen bundan vazgeçip kaldırdığım elimle şişeyi aldım, tuza bile gereksinim duymadan şişeyi kafama diktim. "Lâl’le paylaştıklarını düşün," dedim Yankı'ya. Amacım empati kurmasını sağlamaktı. "Benden çok daha fazlasını paylaşmışsındır onunla. Sadece seninle birbirimizi daha geç tanıdık Yankı."
Daha geç tanışmamıştık, birbirimizi ikinci defa bulmuştuk ama bunu bilmiyordu.
Yankı bir sigara daha çıkarıp yaktı ve içkiden daha büyük yudumlar içti. Birkaç dakika sessiz kaldı, en sonunda, "Bazı şeyler hiç düşündüğün gibi değil Helin ve ben bir şey olsa ilk sana gelirim," dedi sakin bir sesle. Alkolden dolayı kelimeleri yuvarlayamamaya başlamıştı, şişenin yarısını çoktan geçmiştik. Benim de başım dönüyordu. "Sen Koza'ya da ihtiyacın varmış gibi bakıyorsun, ondan nefret etmiyorsun hatta ona karşı şefkatin var. Bunu gördüm."
"Hayır," dedim; omuzları hareket etti, güldüğünü anladım. "Hayır, Yankı," dedim bir kez daha. "Gün geçtikçe ona daha fazla borçlu olduğumu hissediyorum, eğer o olmasaydı biz birbirimizi tanıyamazdık bile..."
"Tanırdık," dedi kızgınlıkla. "Bu olurdu."
"Kendini kandırıyorsun," diye yanıt verdim. "Eğer Koza olmasaydı ben bu aileye giremezdim. Çünkü senin beni kabul etmenin tek nedeni, amacımı anlamaya çalışmaktı. Öylesine biri olsaydım beni yine de hayatına alır mıydın? Beni kardeşlerinin arasına sokar mıydın? Baksana, insanlar beni gördüğü zaman şaşırıyor. Kabul et, şu an yan yana olmamızı bile Koza'ya borçluyuz."
"Seni yanıma ihanet amacıyla gönderdiği için ona teşekkür mü etmeliyim?" diye sordu kızgınlıkla. "Ne sanıyorsun? Biz seninle normal iki insan gibi tanışsaydık bu hale gelemeyeceğimizi mi?"
"Gelir miydik?" diye sordum inanmayarak. "Bunu şu anki Yankı gibi değil, aklını dinleyen Yankı olarak söyle. Beni yine hayatına alır mıydın?" Cevap vermedi, içinden ne geçiyorsa dile getirmedi. "Sadece birbirimizi geç bulduk, hepsi bu."
Nefesini verdi, içini kavuran o cümleleri söyleyip söylememek konusunda kararsız kalırken içkiden biraz daha içti. Gözleri biraz daha baygın bakmaya başladı, sonra yüzünü yan döndürerek kulağını kalbime yaslayıp, "Koza'yı kıskanıyorum," dedi dürüst bir sesle. Sarhoş olmaya başlamıştı, bense çoktan sarhoş olmuştum. "Geçmişinde olduğu için, her anını bildiği için, seni kurtardığı için, bu kadar büyük bir parçan olduğu için. Benden önce seni tanıdığı için o şerefsizi kıskanıyorum ama ona minnet de duyuyorum fakat nedeni ikimizin yollarını kesiştirdiği için değil. İğrenç yollara soktuysa da, daha iğrenç yollardan seni kurtardığı için ona minnet duyuyorum."
Geçmişimdeydi, Yankı beni kurtarmıştı, hayatımın en büyük parçalarından biriydi ama bunu bilmiyordu. Bunu ona söylemek için yanıp tutuştum ama söyleyemedim çünkü, “Her şey değişir,” demişti Koza. Ne değişirdi? Aklını mı çalıştırırdı? Sürekli beni korkulara itekliyordu. Bunu neden Yankı'ya söylemiyordu?
Elim saçlarına kaydı ve dağınık saçlarını okşadım. "Çocukken," derken sesim titredi, gözlerimin dolduğunu hissettim. "Acaba birbirimizin yanından yürüyüp geçmiş olabilir miyiz?"
"Eğer geçtiysek," dedi o da kısık bir sesle. "Seni yanıma alıp koruyamadığım her gün için biraz daha pişman olurum." Bana başını kaldırıp baktı ama bu sefer yine çocukluğumu görüyormuş gibiydi. Eli havaya kalktı, kısa saçlarıma dokundu, çenesinin kasıldığını hissettim. "Her saç telin için, tek tek," dedi üzerine basarak. "Her kaybettiğin yaşların adına. Senden acılarını sökeceğim, onların hayatlarını. Ben sizi kurtaracağım Helin."
"Sen bizi zaten kurtardın Yankı," dedim ama anlamadı, gözündeki kendine duyduğu nefret de acı da uzaklaşmadı. Saçlarımı kestiği için kendinden bu denli nefret eden Yankı Sarca. Başka hiçbir dünya üzerinde böyle bir adamla tanışamazdım ben. Koza'dan sırf bu yüzden nefret etmezdim, onu bana verdiği için. Eskiden de hem şimdi de.
"Seneler kaybetmişiz, seneler," dedi saçlarımın uçlarını okşayarak. "Seneler kaybetmişsin. Sensiz seneler kaybetmişim, böyle bir yuvayı bilmeden, tanımadan."
"Ve seneler kazanacağız," dedim, ardından gözümden akan yaşı gördü, eliyle o yaşı sildi. "Ben her seferinde gözyaşlarımı sen sil isteyeceğim, sana sarılacağım, ilk sana koşacağım."
"Hep mi?" diye sordu.
"Hep," dedim başımı sallayarak.
"Söz mü?" dedi çocuk gibi.
"Söz, Yankı," dedim, sonra eğilip yanağından öpmek istedim ama başını çevirip dudaklarını dudaklarımın hizasına getirdi.
"Bak, ben buna inanıyorum şu an," dedi gözlerimin içine bakarak. "Eğer bu inancımı yok edersen..."
"Etmeyeceğim." Dudaklarım hareket ettiğinde onun dudaklarına sürtündü. "Ben sana âşığım, bunun başka bir yolu yok ki."
Gözlerini kapattı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Başını yavaşça kaldırdığında bir eli bacağıma dokundu, saçlarım yüzüne döküldü. Alkolün tadını dudaklarından alırken, onu daha fazla tatmak için dilimi dudaklarının arasına yerleştirdim ve aralayıp dilimin ucunu diline değdirdim. Yankı dudaklarıyla dudaklarımı talan ederken sakindi ama parmakları bacağımı daha sıkı kavramıştı.
Bütün yaşadıklarıma rağmen bir erkeğe bu kadar çekilebileceğimi düşünmek akıl işi değildi ama ona öyle bir çekiliyordum ki aklım da fikrim de her şeyim de onu istiyordu. O beni öptüğünde geçmiş acımıyordu, geçmişin acısı geçiyordu. Asıl olan buydu, bu hissettiğimdi; bir gün kendimi suçlu hisseder miydim? Suçlu değildim ki. Ona âşıktım, onu öpüyordum, onu istiyordum.
Bir gün korkularım yakama yapışır mıydı? Tedirginlikle dudaklarımı dudaklarından çektiğimde Yankı'nın gözleri açıldı. Bana öyle bir bakıyordu ki korkuların yakama yapışmasına izin vermez, onları savururdu. Bu sefer dudaklarına ben yapıştım ve bir elim ensesindeki saçları kavradı, diğer elim gömleğinin açık kısmındaki tenine uzandı.
Yankı'nın parmakları gömleğinin düğmelerine gitti. Kendi kendine düğmeleri açmak için çırpındı ama başarısız oldu. Bunu yapamadığında, "Sikeceğim artık," dedi dişlerinin arasından. "Ben bu düğmeleri sikeceğim ama artık. Soyunacağım çırılçıplak, bir daha hiçbir şey giymeyeceğim."
Gülerek geriye çekildim. "Sarhoşken neden bu kadar tatlı oluyorsun, anlayamıyorum."
"Yok artık," dedi kaşlarını çatarak nefes nefese. Ellerim yakalarına tutundu. "Ben sarhoş olmam."
"E yuh artık Yankıtu Sarcaios," diyerek gömleğinin açamadığı üçüncü düğmesini açtım. "Ayaklarını bile bulamayacak durumdaydın ama öyle sevimliydin ki... Şimdi de gömleğinin düğmeleri..."
"Sevimli mi?" dedi yüzünü buruşturarak. "Yok sevimli bebektim, daha neler."
"Küçücük bebek," dedim dilimi uzatarak. "Benim bebeğim," ardından güldüm.
"Ne dedin sen?" diye sordu. "Bir daha söylesene."
"Benim bebeğim," dedim gülüşümü durdurmaya çalışarak.
"Bir daha," dedi kaşlarını kaldırıp.
"Benim," dedim kelimenin üzerine basarak. "Bebeğim."
Yankı gözlerini kaçırdı, ardından bir kez daha bana baktığında, "Beni bir yere kapat," dedi. "Bu bile beni nasıl bu kadar deli edebiliyor?"
"Seni," dedim gözlerimi gözlerine dikerek. "İçime hapsetsem? İçime kapatsam? Orada saklı tutsam?" Aslında amacım fesat değildi ama öyle fesat anladı ki gözlerindeki ateş bütün vücudumu yaktı.
"Her şekilde," dedi, sonra eğilip yerdeki içki şişesini aldı, ardından tuza uzandı. "İçine hapsolurum, hiç çıkmam."
Utançla gözlerimi ondan kaçırdığımda sarhoşluğun verdiği etki olmasaydı söylemezdim, biliyordum ama, "Kendimi suçlu hissetmem gerekiyor mu?" diye sordum.
"Hangi konuda?"
Kaçırdığım gözlerimi tavana çevirdim. Kar tanelerine dokunmak istedim ama o kar tanelerini hissedersem, eğer tenime dokunursa kendimi soğuk bir kış gecesine de iteceğimi biliyordum. Yankı Sarca, hiçbir suçluluğu hak etmeyecek o adamdı, hayatımı kurtarmıştı Koza'yla beraber. O olmasaydı yaşamıyor bile olabilirdim. "Ben daha önce kimseye âşık olacağımı düşünmezdim," diye itiraf ettim. "Ve bir adamı isteyeceğimi. Sen bana bunları hissettiriyorsun. Benim belki de bunlar yüzünden suçlu hissetmem gerekiyor ama hissetmiyorum Yankı." Gözlerimi tavandan ayırdım, turkuaz gözlerine baktım. "Suçlu hissetmem gerekiyor mu? Sen ne dersen ona inanırım ben."
Gözlerine anlam veremediğim bir duygu oturdu. Yoğundu, mutsuzdu, acılıydı ama bir o kadar da şefkatliydi. "Seni gördüm ben," dedi gözlerimin içine bakarak. "Sen bu eve girdikten sonra senden başka hiçbir kadın aklıma uğramadı, hiçbir kadını seni istediğim kadar istemedim hatta istediğimi sandıklarım hiçbir şeymiş. Suçluluksa, ben olurum suçlu seni istediğim için, sen olmazsın. Biri kendinden nefret edecekse, ben kendimden nefret ederim bunun için ama sen nefret etme."
Böyle hissettirmek istemediğim için, "Yankı," dedim acıyla. "Bana ilk önce kendimi sevmeyi öğrettin, sonra seni sevdim ben, kendini nasıl suçlayabilirsin?"
"O halde iyi dinle beni," dedi. "Kendini hiçbir şey için suçlu hissetmeyeceksin." Elimi tutup avcumun içini öptü. Yanağımı avcuna yasladığımda birbirimizin gözlerinin içine baktık. Beni anlıyordu ama beni anlamıyordu da. Beni biliyordu ama bilmedikleri de vardı. Gerçekten yaşadıklarımı bilse bana dokunmaktan çekineceğine bile emindim hatta belki de benden tiksinirdi. Tiksinir miydi?
"Bir gün benden nefret eder misin?" diye sordum. Anlamsız bir soruydu ama daha fazlasını söyleyemedim. "Bir gün beni öpmek istemediğin zamanların olur mu?"
Eli elimden uzaklaştı ve çeneme ilerledi, parmakları çenemi okşadı. Dudaklarını sakince dudaklarıma yasladı. Uzun bir süre hareket etmeden öyle öptü. Sonra elimi kalbine götürdü, hızlı attığını bana gösterdi. "Sence olur mu?" diye sordu. "Kokun bana yaşadığımı hissettiriyor, dudakların bana yaşadığımı hissettiriyor, sen bir robota yaşadığını hissettiriyorsun."
Sonra bir kez daha dudaklarıma kapandı ama bu sefer bambaşkaydı. Sakindi ama daha fazlasını istiyor gibiydi; dili dudaklarımın üzerinde gezinirken tadımı almak istedi ve elimi bırakıp parmaklarını enseme ilerletti. Parmakları saçlarıma tutundu. Kendimden nefret etmedim, o benden nefret etmedi. Bana kim olursam olayım, ne olursam olayım hep böyle olacağını gösterdi sanki.
Aldığı sık nefesler nefesime karışırken bir eli bacağımın üzerinde durdu, diğer eli ise omuzlarımdan aşağıya kaydı. Elim onun yüzüne dokunmak için uzandığında bileğimden kavrayıp elimi arkamdaki kapıya yasladı. "Sen bana dokunma," dedi nefesini vererek. "Ben seni hissedeyim bugün." Diğer elimi de engellediğinde ikisini de arkamdaki kapıya dayadı. "Ben sana göstereyim, kendinden nefret etmemen gerektiğini. Nasıl güzel olduğunu." Dudakları dudaklarımdan ayrıldı, çenemden öptü, sonra boynuma ilerledi. Her öpüşünde beni biraz daha kabullendi ya da beni biraz daha istedi, bilmiyordum. Ama çok başkaydı, bu öpüşlerin bir adı yoktu. Olamazdı.
"Yankı," dedim nefes nefese ona bakarak. "Bana ruhumu sevmeyi öğrettin. Bana vücudumu sevmeyi öğrettin." Eli bileklerimden ayrıldı, parmaklarıyla sürterek aşağıya indi ve çenemin çizgisinde dolaştı, ardından çenemi havaya kaldırıp dudaklarımdan öptü. Bunu yaparken eli bacaklarımda gezindi. Alkolün tadı onun dudaklarında daha güzeldi.
Dudakları omzuma doğru ilerledi. Omuzlarımdan kollarıma doğru, kollarımdan ellerime.
Ellerimin tersini öptü, ardından avuç içlerimi, sonra bileklerimi. Sonra dudaklarını göğsümün üst kısmına bastırdı, nefes borumun oraya ve her kısmına dudaklarını gezdirdi. Yavaş yavaş aşağı indi. "Kendinden nasıl nefret edebilirsin ki?" dedi üstümdeki düğmeli pijamanın ilk birkaç düğmesini açarak. Dudaklarını aşağıya indirdi, ilk önce kumaşın üzerinden sol göğsümü öptü, sonra sağ göğsümü. Öyle bir andı ki hangi duyguyu hissedeceğimi bilmiyordum. Yetişmek neredeyse imkânsızdı.
Dudaklarını kalbimin üzerine yasladı. Uzun uzun öptü, nefesini vererek. "Kalbine," dedi. "Ruhuna." Kolu belime dolandı. Göğüslerimden aşağıya indi, dudaklarını karnıma bastırdı bu kez de. "Bakışına, duruşuna, nefes alışına." Karnımdan aşağıya inmeye devam etti. Kasıklarımdan öptü bu kez de, elim merdivenin tırabzanlarına tutundu. Nefesini vererek kasıklarımdan öptü. "Her parçana. Her parçana hayranım senin Helin."
Eliyle bacaklarımı ayırdı, dudaklarını kasıklarımdan kadınlığıma doğru ilerletti ve nefesini vererek orayı da öptü. "Yankı," dedim nefes nefese ve kalçam havalandı. Dudaklarını biraz daha bastırdı ama fazla oyalanmadan bacaklarıma doğru hareket etti.
"Her parçana, Helin," dedi bacaklarımı öperken. "Vücudunun her noktasına," İç bacaklarımda sıcak dudakları gezindi. Aynı anda o kadar çok duygu hissediyordum ki bunların arasında kesinlikle suçluluk yoktu. "Hayranım. Senden nasıl nefret edebilirim ki ben?"
Dudakları dizlerime ilerledi, iki dizimden de öptü, sonra yüzüme yaklaştı ve alnımdan öptü. Ardından gözlerimden ve burnumun ucundan. Sonra saçlarımdan, ardından bir kez daha dudaklarımdan. Bu kez öperken derinleşti ve o derinliğinde acılarımı bilmese bile hissettiğini anladım. Gördüğünü anladım, anlatamadıklarımı duyduğunu anladım.
"Ben seni," dedi nefesini vererek dudaklarıma doğru. "Çok istiyorum." Tırabzanı sıkıca tutan elim omzuna gitti, oradan da gömleğinin üzerine ama Yankı elimi tutup beni engelledi. "Hiçbir şeye zorunlu değilsin," dedi başını iki yana sallayarak. "Şu an değil."
"Ama zorunluluktan değil," diye fısıldadığımda bir kez daha avcumun içini öptü. Ona dokunmaya hazır mıydım? Bunun cevabını bilmiyordum, Yankı da bunu hissetmiş olacak ki beni durdurmuştu. Yankı her şeyi hissediyordu, bunu nasıl başarabiliyordu?
"Benden nefret et, kendinden nefret etme," dedi tek nefeste. "Buna izin vermem. Benim için kendini biraz daha sev, sev ki sana daha fazla hayran olayım." Ardından beni kollarına çekip kucağına aldı. Bacaklarım aşağıya sarkarken, başım boynunun girintisine yerleşti. Gözlerimi yumduğumda kokusunu içime çektim, eli saçlarımda dolaştı.
"Kendimden hiçbir zaman nefret etmeyeceğim," dedim içini rahatlatmak istermiş gibi. "Söz veriyorum." Cebinden sigarasını çıkarıp yaktı; ucunu alevlendirirken gözlerimi araladım ve bakışlarının tavanda olduğunu gördüm. Onu acıların içine daldırdım, kendinden ve belki de bütün insanlıktan nefret etmesine neden oldum. "Ve ben, seninle yaptığım hiçbir şeyden suçluluk ya da pişmanlık duymam."
Başını salladı. O benden ayrı geçmişe daldı, dakikalarca konuşmadan o şekilde durduk fakat en sonunda kapı çaldı, ardından Mutlu'nun sesini işittik. "Lan, ne yapıyorsunuz içeride?" diye haykırdı aşağıdan. Yankı'nın ise gülmesine neden oldu. "Lan, açın kapıyı!" Bu sefer Mutlu'nun gelmesi iyi hissettirmişti çünkü ona ihtiyacımız vardı.
Yankı beni kucağından indirip elimi tuttu. Beraber o gizli odadan çıkarken, arkasından gizli kitaplığı kapatmayı ihmal etmedi. Sonra merdivenleri inerken Mutlu'nun art arda kapıya vuruşuna şahit olduk. "Açın kapıyı!" diyerek ritim tutuyordu. "Baş belanız geldi! Açın!"
Yankı, "Sus artık Mutlu, sus," deyip kapıyı açtığı sırada, bir anda başımızdan aşağı karlar boşandı ve buz gibi hava içeriye doldu. Onunla beraber diken gibi soğuk buzlar bütün vücudumu esir aldı. Sonra başka karlar da üzerimize atıldı. Ardından başka karlar da. Baştan aşağı kapının önünü ve vücudumuzu karlar kapladığında ellerimle gözlerimi silip karşıya baktım.
Bartu, Mutlu ve Işık ellerinde top yaptıkları karları üzerimize fırlatıyorlardı. Üçü de sarhoş gibiydi. Koza arkada duruyordu, o kar atmıyordu ama olanları keyifle izliyor gibiydi. Diğer tarafta Lâl buruk bir tebessümle bize bakıyordu. "Ne boklar yediniz bensiz?" diye haykırdı Mutlu. O kadar sarhoştu ki ayakta duramıyordu, makyajının yarısı akmıştı. "Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?"
Işık yüzüme sert bir kar topu fırlattı. "Sana ne olmuş Helin? Sarhoş gibisin."
Yankı'yla birbirimize baktık, ardından Yankı, "Yeter artık," deyip öne yürüdü ve yerdeki karları toplayıp avcunun içinde yuvarlayarak Mutlu'nun yüzüne attı. Mutlu refleksle eğildiğinde kar topu Koza'nın suratına çarptı ve çarptığı gibi dağıldı... Yankı donup kalırken Koza da gözlerini kocaman açtı ve duruşunu dikleştirdi. Ardından herkes ne olacağını bekledi.
Sonra Koza yere eğildi ve karları avcuna toplayıp Yankı'nın suratına fırlattığında Işık kahkaha attı ve diğer taraftan o da Koza'nın yüzüne kar fırlattı. Hepimiz koşturmaya başladığımızda çıplak ayaklarımla sokağa çıkıp yerdeki karları top yaptım ve önüme gelene attım. Işık'a, Mutlu'ya, Yankı'ya... Bartu ise öyle toplar atıyordu ki sanki içinde taş vardı. Attığı kar kafama isabet ettiğinde yere düştüm. Yankı Bartu'ya dönüp, "Füze mi atıyorsun göt?" diye bağırdı. "Kız öldü." Sonra daha sert bir kar topunu Bartu'nun yüzüne fırlattı.
Mutlu ise arkadan Bartu'nun omzuna zıplayıp, "Bize karşı gelemezsiniz," dedi. "Bizim büyük aşkımız hepinizi yener." Bartu'nun boynundan öptü. "Öyle değil mi Grey'im?" Bartu Muylu'yu kollarından tutup yere atınca Mutlu acıyla inledi, sonra bacaklarıyla karları Bartu'nun yüzüne savurdu.
Tam o esnada, uzaktan bizi izleyen Lâl'e baktım ve onun bana bakmadığını fark ettiğim anda yerdeki karları top yapıp gizli gizli onun kafasına attım. Tam isabet ettiğinde Lâl şaşkınlıkla etrafına baktı ve benim sırıtan yüzümle karşılaştığında kaşlarını çattı. Birkaç saniye bekledi, ardından o da yerdeki karları alıp yüzüme fırlatmaya girişince çocuk gibi koşup çığlık atmaya başladım.
Boş sokakta koştururken diğerlerinin attığı karlardan saklanmak için Yankı'nın arkasına gizleniyor, sonra Yankı'ya isabet eden her karın ardından pis pis sırıtarak diğerlerine kar topu atıyordum. "Kalkan yaptın beni ha?" dedi Yankı omzunun üzerinden bana bakarak. Tam o sırada Koza Yankı'nın yüzüne bir kar topunu sertçe fırlattı. Kahkaha attığımda Yankı da kendini tutamayıp güldü ve Koza'nın üzerine doğru koştu.
Bir anda Mutlu arkamdan, "Allah Allah Allah," diye koşup elinde kocaman, külçe gibi bir karla geldiğinde korkuyla çığlık atıp diğer tarafa koştum.
"Mutlu, o kar topu değil, o çığ!" diye bağırdım.
"Bensiz ne haltlar yediğinizi anlatacaksın bana!" dedi Mutlu; ondan kaçarken diğer sokağa saptım, ardından dengemi kaybedip yere düşünce kahkaha attım. Saçlarım sırılsıklam olmuştu ve yüzümdeki makyaj dudaklarıma doğru akmaya başlamıştı. Mutlu diğer sokağa sapıp beni aramaya başladığında elektrik direğinin arkasına saklanıp onlardan gizlendim.
"Beni yakalayamayacaksın," diye fısıldayıp önümü döndüğümde altımdaki karların soğukluğunu bile hissedemeyeceğim kadar büyük bir cehennem bana kucağını açtı. Korktum, ürktüm, sustum, suçlu hissettim, bozguna uğradım, kendimden nefret ettim. Çocukluğum önümde dizlerinin üzerine çöktü, ben korkuyla ellerimi altımdaki karlara sapladım.
Dayım, tam karşımda durmuş, gözlerimin içine bakıyordu ve ikimizden başka kimse yoktu. "Ama ben seni her zaman yakalarım kızım."
Paragraf Yorumları